top of page


Tefekkürden Pencereler

ERBAİN GÜNÜ ARAF GEÇİDİNDE, İMAM HÜSEYİN (SA) YANIBAŞIMDA
ERBAİN GÜNÜ ARAF GEÇİDİNDE,
IŞIĞIM İMAM HÜSEYİN (SA) YANIBAŞIMDA
Nereye baksam, ne yapsam, ne ile ilgilensem beni bir türlü mutmain etmiyor. Biliyorum dünya hayatı için bunlara da ihtiyacımız var. Lâkin bununda geçici, oyalayıcı ve tam anlamını bulamaması beni iç dünyamda derin bir tefekküre daldırıyor. Kalplerin ancak yüce Allah’ı anması ile mutmain olacağını biliyorum ama buna götüren vesilelere de ihtiyacım var.
Sarıldım Tevessül duasında sıralanan Hz. Muhammed (saa) ve tüm Ehl-i Beyt imamlarına…. Çünkü onların yolundan gitmek ve bu önderleri takip etmekte idi, tüm bu bu arayışlarımın cevabı… Ben de onları vesile olarak tuttum. Çünkü çok istiyorum onların arkasından gitmeyi. Asla pişman olmayacağım ve sükûnet bulacağım, bu yoldu…
Aklım elbette ki bunu söylüyordu ama ben sancıyı aklımda değil kalbimde yaşıyordum. Gariban hissediyordum kendimi, sanki kimse benim dilimde konuşmuyordu…
Muharrem ayında İmam Hüseyin (sa) kıyamı da sanki benim halime tercüme olmuştu… İmam Hüseyin(sa)’in garibanlığı da bana çok dokunmuştu. O çok büyük sancı çekiyordu, bir tarafta kulluk diğer tarafta imamlık sorumluluğu… Her şeye rağmen bir avuç mümin dışında ümmet onu anlamasa da Rabbi onun yalnızlığını ve garibanlığını anlamıştı. İmam Hüseyin (sa)’in Tevhid ve Risalet yolundaki gariban çağrısı çok vicdanıma dokunmuştu.
Evet o zamanlar yanında değildim. Ama bu zamanda yanında olabilirdim. En azından olabileceğimi göstermek istiyordum. Ve İmam’a doğru gitmeye karar verdim…
Benim gibi kendini hissedenler de olacak ki yeryüzünün her bir tarafından yola dökülenler olmuştu…
İmam’ımızı yalnız bırakmadığımızı göstermek istiyorduk…
Çünkü o kişisel bir çağrı yapmamıştı. O Resulullah(saa)’ın sesiydi… O nun sancaktarı idi. O, islam ‘ın izzetini koruyandı… Asla fitnelere ve batıllara boyun eğmeyen Haydar’ın oğluydu…O, haykıran Kur’an’dı. O saptırılan namaza yeniden hayat verendi… Dünyaya dalan müslümanları sirkeleyen, onları nefsin sarhoşluğundan uyandıran gerçek yiğitti…
Onun bu davet çağrına “ Lebbeyk ya Hüseyin!” demeliydim. Anlıyordum ki O’na “ Lebbeyk!” diyebileceğim zaman kalbim sukunete erecekti…
Tüm bunlardan önce İmam Hüseyin(sa)’i düşündüm… Bu konuda ziyaretnameleri okudum… Sık sık bu ziyaretlerin içeriğini düşünüyordum. Anlıyordum ki beni bir bakış açısına, bir çizgiye davet ediyordu. Bu dualarda dile getirilenler, temennilerinden öte başka şeylere de çağırıyordu…
Örneğin cümlelerden biri şöyle idi.
“ Seninle barışık olanla ben de barışığım, seninle savaş halinde olanla bende savaş halindeyim”. Bu cümle çok manalar taşıyordu….
İmam’a gitmeden önce bunu anlamak gerekiyordu… Ve bunun gibi çokça islam hududlarını hatırlatan ilkeler vardı bu ziyaretnameler de… Sanki bir tefsir de bunlara yapılmalıydı… Kendimce bu ziyaretler üzerinde tefekkür ettim. Gördüm kü buralarda çok pencereler var. Ve kalbimin aydınlanması için bu pencereleri aralamam gerekiyor…
Sonunda imam Hüseyin(sa)’den bana davetiye gelmişti… Ve Rabb’imin izniyle yol açılımıştı…
Aşura’dan sonra da olsa O’na doğru yürüyeceğim… Biliyorum o şehid olmuş olsada, hayatta da olsa benim masum, Rabb’imden onaylanmış ve model olarak takip edeceğim önderimdi…
Bir vefa mıdır gidiyorum…
Yoksa O’na muhtaçlığımdan mı?
Her hâlukarda O’ndan öğreneceğm ve benim kalbime aktaracağı çok şeyin olduğunu hissediyorum.
Her şeyden önce seviyorum Onu. Çünkü onun kalbi hepimizi kuşatacak kadar büyük….Onun sevgisini hissediyorum ve benim sevgimin onunkinin yanında çok küçük kaldığını da görüyorum. Olsun bu küçük yüreğime rağmen ona tutunuyorum…
Biliyorum ki o bir yönüyle geçmişe bağlı… Onun sancağı ve yolu, ceddinin sancağı ve yolu… Onda İmam Hasan’ın kokusu, Emirel müminin Ali bin Ebu Talip’in kokusu, Fatma Zehra annemin kokusu ve yüce Allah’ın tüm kulları arasında seçtiği en zirvedeki kulu Resululah(saa)’ın kokusu geliyor… O kokuyu taşımak için yola çıktı…Canıyla bedelini ödedi…
O şehadetiyle Resulullah’ın getirdiğine çağırdı… Müslümanların üzerine çöken tüm aldatmaları yırttı ve attı bir kenara… Fitneyi ortadan parçaladı ve içinden fıtrat dini hak islamı açığa çıkardı… Fâni olan tüm dünya değerlerini yerle bir etti, uhrevi değerleri önümüze serdi… Gölgelenen Resul’un yolunu yeniden aydınlattı. Susturulan Kur’an’ı yeniden konuşturdu… Babası İmam Ali ve annesi Fatımatu Zehra’nın kalbine sızı düşse de gözünü aydınlattı…
Ben sana nasıl “ lebbeyk!” demeyeyim.?!
Şu anda ben islam ile şereflenmişsem, bunda senin kanının bedeli var… Senin mukavemetin olmasaydı, islamın aydınlık yolu karanlıklara kalacaktı. Biz artık hak ve batılı nasıl ayıracaktık… Bu inleyen kalbimiz nasıl susacaktı. Kurumuş vicdanımız nasıl yeşerecekti… Kokuşan hayatımız nasıl şifa bulacaktı…
Resulullah (saa) deden, baban , annen, abin seninle gurur duyuyor. Onların sana teslim ettiği sancağı her zorluğa, zulme, batıla rağmen onurla taşıdın.
İşte o sancağın altında seninle olmak istiyorum… Ellerin kalbime dokunsun, gölgen üzerime düşsün, gözlerin bana gülsün, dilin bana şefaat etsin… Senin yanıbaşında olmak istiyorum… Yalnız olmadığını, seni yalnız bırakmadığımı görmeni istiyorum… Beni kabullenmeni, beni de yalnız bırakmamanı istiyorum…
Aramıza zaman girsede, mekanlar olsa da seninle buluşmak istiyorum… Sana kalbimi getirdim, bu yetmez mi? Biraz kirlenmiş olsa da, yanlış şeylerle yıpranmış olsa da, cahillane şeyler le dolu olsada yine en özelimi getirdim… Getirdim ki ona bir ayar veresin… Senin sesini duysunda biraz sussun, aklını başına toplasın, boş yerlerde meşgul olmasın… Seni örnek alsın.
Sana bağlansın!
İmamına ahd vermeye geliyor, biatını tazelemeye geliyor…
Tüm batıl ve cahil yollardan yüz çevirsin… Senden mukavemeti, cesareti, hakkı öğrensin. Senden adaleti, merhameti, şefkati alsın… Sancağına tutunmayı öğrensin…
Yola çıkıyorum.. İmam’ımdam öğreniyorum… Sadece Allah rızası için var olmayı, O’nun terbiyesine girmeyi ve Uluhiyet, Rububiyet ve Malikiyetin yanlızca O’na ait olduğunu…
Yola çıkıyorum… Şehadetinden kırk gün geçse de… Erbain günü…
Çünkü senin bedenine ecel gelebilir ama yoluna, amacına, misyonuna, sesine asla ecel gelemez. Çünkü senin bir boyutun da geleceğe çağrıdır… İmam Zeynelabidin’e verdiğin sancak, imam Muhammed Bakır; ondan İmam Cafer sadık, ondan imam Musa Kazım; ondan imam Ali Rıza, ondan imam Muhammed Taki, ondan Ali Naki; ondan İmam Hasan Askeri (hepsine selam olsun) aldı ve en son İmam Mehdi (as) senin sancağını taşımaktadır. Sen tüm imamlara da yol açtın… Hepsi senin gibi hakkıyla görevlerini yerine getirdiler. Sen onları da bize gösterdin.
Ve şimdi biz ahir zaman halkıyız. Çağımızın imamı en son bildirdiğin ve sancağı teslim ettiğin İmam Mehdi (as)’dir. Biliyoruz ki sana biatımız ile ona olan ahdimizi de yenilemiş oluyoruz. Biliyoruz ki sana olan biatımız, Ona olan biatımızdır. Sen kendi çağında nasıl ki islam toplumunun imtihanı oldun. Şimdi imam Mehdi(as) de bizim imtihanımız. Ona hakkıyla biat edenler ve etmeyenler olacak…
Ama ben senin gösterdiğin yolda ve terbiye de bunu da görüyorum… Sana olan biatımla ona da hazırlık yapmış oluyorum. Çünkü senin tüm çağrıların onunda çağrılarıdır. Onun tüm çağrıları da senin ve ceddin imam Hasan, imam Ali ve Resulullah’ın çağrılarıdır. Anlıyorum ki Resulullah(saa)’tan sonraki tüm yol göstericiler, yanlızca onun kendi vasileri idi…
Ne yazık ki Resululah’ın ve o yolun devamı olan tüm vasilerini sindiremeyenler oldu. Sana el uzattıkları gibi onlara da el uzattılar…
Ey imam’ım! Ben tüm bu hayasızlıklardan ve haksızlıklardan beriyim… Benim size muhalif olmam demek bu inleyen kalbime ihanettir. Dünyam ve ahiretimi başıma yıkmamdır… Allah muhafaza etsin… Ben sizin yanınızda sizin her dediğinizi onaylayan, yaşayan ve yaşatmak isteyenim…
İşte bu yüzden yanınızda sizin her dediğinize, her düşündüğünüze, her hissinize ortak olmak istiyorum..
İşte bu yüzden yollara düştüm… Senin Kerbelâ yollarına düştüğün gibi… Oğlun imam Zeynelabidin gibi…Bacın Zeynep gibi…Kızın Rugayye gibi… Kardeşin Abbas gibi… Oğlun Ali Ekber gibi… Bebeğin Ali Asgar gibi…
Ama benim sırtımda bir çanta var… İçinde yedek kıyafetlerim, su şişem, ağrı kesicilerim, bisküvilerim, el kremim, ayağımda da spor ayakkabılarım…
Sizi taklid etmeye çalışsam da sizin gibi olamam… Çünkü kalbim sizin hedefinize sarıldığınız gibi sıkı değil, ruhum sizin ceddiniz Resul’un yoluna tutkun olduğu kadar güçlü değil, nefsim sizin ki kadar terbiyeli değil, gözlerim sizin ki kadar ufuklara bakan değil…
Ne yapım? Siz söyleyin… Tüm bunlara rağmen yolunuzdan geri mi döneyim yoksa her şeye rağmen arkanızdan mı geleyim?
Ama kalbim her şeye rağmen sizi istiyor. Hasta olsa da sizi takip etmek istiyor. Senden derman almaya gelmek istiyor… Ne olur bizden yüz çevirme!
Bizim de Hür kadar hakkımız var. O nasıl size tüm yaptıklarına rağmen son anda karanlık dünyasını cennet bahçesine çevirdi ise biz de değişmek istiyoruz. Kaderimizi doğru tercihlere yapmak istiyoruz. Sen doğru imam’sın, yolun doğru yol, sancağın doğru sancak, hem geçmişin tasdikisin, hem geleceğin müjdecisisin.
Ben de tercih yapmak istiyorum. Ve seni, senin davet ettiğin her şeyi tercih ediyorum …
Bakıyorum sağıma, soluma benim gibi düşünen binlerce inananları görüyorum… Binlerce değil, milyonlarca… Dalıyorum yine derin tefekküre… Her ülkeden gelen topluluklar var… Ya Rab! Aradan 1400 sene geçti. Yine de imam Hüseyin (as)’in çağrısı duyuluyor… Tüm toplumların vicdanlarına dokunmuş…
Ey Hüseyin! Canım yoluna feda! Bu kerbela nelere şahit oldu böyle….
Her göz imamının çağrısına odaklanmış…. Herkes sessiz sanki imamın sözleri kulaklarında çınlıyor… Nefis pervasız kanatlarını salıvermiş, gönül onun çağrıları ile meşgul oluyor…. Bakıyorsunuz kafa tutan deli dana nefisler yerini teslimiyete bırakmış… Kibir tevazuya, bencillik bize, hoyratlık hürmete, cimrilik ikrama dönüşmüş… İmam’ın öğretileri sanki dalga dalga kendine doğru yürüyen herkesi kuşatıp, kapsamına almış…
Sırtımda bir çanta taşısam da, günah yükümü kerbela çöllerine bırakmak istiyorum…
Bu yürüyüşüm ile gerçek hedefime, gerçek yoluma ve gerçek rehperlerime tutunmak istiyorum…
Niyet ediyorum. “ Ya Rabbİ! İlk adımımla seni hedef edinmeyi, sırat-ı müstakimde yürümeyi tercih ediyorum. Biliyorum ki sıratı müstakim Hz. Peygamber ve vasileri olan tüm bu imamların gösterdiği yoldur. Benden kabul buyur.”
Tüm bu istediklerime ve adımlarıma tüm inananları ortak eyle…
Hedefimi unutmuyorum. Peygamberim ve vasileri olan imamlarım gibi… Onların tek hedefi Fatiha süresinde gösterilen “ İhdina” idi. Yani hidayetin sahibi olan Rabb’imizin rızası… Her yaratılan, Yaratanı olan Rabbinin rızasını hedef edinmelidir.
Yolumu unutmuyorum. Bu öyle bir yol ki, tüm insanlık tarihi boyunca bir ana nehir akar idi. Hz. Adem(as) ile başlayan imametlik, en son Hz. Peygamber ve vasileri ile kıyamet kopuncaya kadar devam eder. Ve bu seçilmişler nehrinden tüm insanlar sulanılarak susuzlukları giderilir. O halde bu sırat-ı müstakim’i gören, bu yolda yürüyebilecekti. Ama bu yola muhalefet edenler bu yoldan sapmış olacaktı… Yol boyunca Resulullah(saa)’ın ve tüm imamların sancakları bunu adeta haykırıyordu. Normalde imam Hüseyin(sa)’e doğru giden bir yoldu. Ama yol tüm seçilmişlerin ortak yolu idi. Nitekim tüm seçilmişler birbirini tasdik etmiyor mudu?
Tüm peygamberlerin birbirini tasdiklediği ve ümmetin peygamberlerin birbirinden ayırım yapmadığı gibi tüm imamlar da birbirini tasdik ediyor ve ümmette onları birbirinden ayırmayacaktı. Nitekim tüm peygamberlerin zirvesinde duran Hz. Muhammed(saa), tüm bu imamları teyid ediyor, vasileri olarak gösteriyordu ümmete. Siz de takdir edersiniz ki dünyanın sonu olarak gösterilen kıyamet sürecinin önderi olarak İmam Mehdi (sa) ile ilgili yüzlerce tasdik hadisleri vardı.
Anlıyoruz ki bu yol, gerçekte tüm peygamberlerin ve vasilerinin geçtiği yoldu…
Yoldakiler, yol üzerinde duranlar ve yolu meşgul edenler ne kadar dikkatimizi çekse de onlarla oyalanmıyoruz. Dikkatimizi hedefe ve yolumuza veriyoruz. Bu şekilde günler ve geceler geçiriyoruz. Yoruluyoruz. Ayaklarımız yoruluyor, belimiz ağrıyor, değişik bir süreç yaşıyoruz. Ama yine de pes etmiyoruz. Bedenlerimiz bu yollarda yorulsa da ruhlarımız bunun aksine gençleşiyor. Sanki hayat buluyoruz. Sanki içimizde bir diriliş fidan buluyor…
Kalplerimiz Allah rızası ile meşgul, aynen önderlerimizin öğrettiği gibi…
Bu yolu kolaşlaştıran en büyük etken de müminler arasındaki kardeşlik bağı… Çünkü ortak aklın , ortak kalbin olduğu bir ortamdasınız. Aynı hissediyor, aynı düşünüyorsunuz… Kocaman bir aile oluyorsunuz sanki…
Tam da Rabb’imizin ve önderlerimizin istediği gibi… Her müminin dokunulmazlığı var. Her türlü emniyeti görüyorsunuz burada. Kendinizi güvende hissediyorsunuz. Bir de müminlerin şefkatli elleri başınızda geziyor… Size tüm yüreklerini açıyorlar. Ve her türlü sevgilerini gösteriyorlar…
Neden ? Çünkü sizi anlıyorlar. Derdinizin ne olduğunu biliyorlar. Çareyi peygamber ve vasilerinin kapısında aradığınızı varsayıyorlar. Bu yüzden size yardımcı olmak istiyorlar…
Kimbilir belki, hayallerinde İmam’ın ziyaretçilerine hürmet ederek, İmamın ensarları olan birer Zeynep, birer Ebulfazl Abbas, birer Hür olmak istiyorlardır.
Demek ki onlarda bizim gibi dertliler…
Aslında uzun süre bu toprakları, Amerika işgal etmişti, ardından da çeşitli gruplar… Bu kadar savaş altında kalmış olsalarda bu topraklarda yaşayan halkın kalbini sökememişlerdi. Onları çözememişlerdi. Bir türlü bireysele çevirememişlerdi. Buradaki tılsımı anlamaya çalıştım. Sonra gördüm ki önderlerine olan bağlılık, imamet düşüncesi onları korumuştu…
Ne kadar yoksunda olsalar, yolda kalanlardan olmamışlardı. Her şeye rağmen yüce Allah’a ve Allah’a davet eden bu önderlere rağbet edeceklerdi…
İşte İmam Mehdi(sa)’ye icabet edecekler, bu mukavemeti gösterenler olacaktı… Yollarda sık sık “lebbeyk ya Hüseyin!, lebbeyk ya Zeynep!, lebbeyk ya Mehdi!, lebbeyk ya Ebulfazl Abbas, lebbeyk ya Fatma, lebbeyk ya Ali, lebbeyk ya imam Cevad, lebbeyk ya Hasan Müucteba!, lebbeyk imam Hasan Askeri!(hepsine selam olsun)”, “lebbeyk ya Resulullah(saa)!” deniliyordu…
Çünkü onlara olumlu cevap vereceklerine söz veriliyordu. Ve her adım onlara yakın olmanın bir isteğiydi, bir göstergesiydi…
Müminlerin günlerce süren ve yoğun olan bu yürüyüşü bana ahiret hayatını hatırlatıyordu. Yeryüzünde gerçekleşen “Araf geçidi” gibi idi. Mahşer gününde de öyle değil miydi? Araf süresinde anlatılan Araf halkının şahid olduğu cennetliklerin cehennemliklerden ayrıştığı geçit. Araf halkı “Resulullah ve Ehl-i Beyt’i” idi. Resulullah ve Ehl-i Beyt’inin tasdik ettiği ve onayladığı kimseler onlara muhalefet edenlerden ayrışıyordu. İşte bu yolda yürürken sanki Resululah(saa) ve Ehl-i Beyt(sa)’i bizi onaylıyor ve yanlarına gitmemiz onları mutlu ediyordu. Onların gözlerini üstümde hissediyordum…
İçimden “İnşallah” diyordum. “İnşallah mahşer günü Araf halkı beni tanır ve onaylar” diyordum. Elbetteki akibetim dünyada çizdiğim yola bağlıydı… İşte ben imamıma ve o imam şahsında tüm önderlerime biat etmeye giderken, onların da beni onaylamasını istiyorum….
Ama onların bu dilini anlamam için “ayetlerimi bilmem lazım, peygamberimin ve imamlarımın sözlerini duymam” lazım, onların hayatlarını ve yaşadıkları tarihi okumam lazım. Aksi takdirde benim kalbim onların hedefini, yolunu, mücadelelerini nasıl anlayacak… Marifet ile bu yol anlaşılır. Marifet olmazsa bu ziyaret amacına ulaşamazdı. Bu nedenle ilim en önemli ihtiyaçlarımızdandı.
Dikkatimi çeken bir noktada sancak taşıyanlar puşu da takıyorlardı. Acaba ne anlatmak istiyorlardı… Sancaklar Kerbela’da dalgalanırken, puşular Filistin’in simgesidir. Anlıyorum ki Hüseyin gibi durmadıkça Kudüs te özgür olmayacak. Yani Filistin davası da ancak Kerbela meşalesiyle çözülecekti…
Yine derin düşünüyorum… Ümmet olarak ne kadar çok yaramız var. Sadece Filistin değil ki yaramız…Her yer acı ve göz yaşı ile dolu… Zalimler her yeri kana boyadılar… Ama ümmet İmam Hüseyin(sa)’i anlamadıkça, yaralarımız daha çok kanayacak…
Bu yüzden bu yürüyüşü daha iyi anlamak istiyorum. Belki buradan bir tutam ateşte ben alırım da kendi beldelerime taşırım. Oralara İmam Hüseyin (sa)’in kokusunu götürürüm de belki ışığı görmeye başlarız.
Erbain bilinci hepimizi özgür kılacak, içinde de inşallah boynu bükük Filistin’imi de…
Kudüs’üm! Senin de “ Lebbeyk ya Hüseyin!” dediğini duyar gibiyim…
Senin boynu büküklüğün beni de çok üzüyor. Üzülme, kalbim iyileştiği zaman seni kurtarmaya geleceğim…
Bunun için buradayım… Üstelik ben de tek değilim. Benim gibi binlerce senin sesini duyanlar var… Sakın ümitsiz olma!
Bu yol, ümit yoludur. Bu yol, kazananların yoludur. Bu yol, doğru hedefe sarılanların yoludur. Bu yol, seçilmişlerin yoludur…
Ancak bu yol asla hüccetsiz/imamsız olmaz. Düşün İmam Hüseyin (as)ve bu kıyamı olmasaydı, bu yolu ne diye yürüyecektik? Sadece sıradan bir yürüyüş olacaktı. Hem de kimse zaten böyle bir yürüyüş yapmayacak, böyle bir talepte bulunmayacaktı.
Bu yolu çizen ve bu amaca talep ettiren önderdir yani imamdır.
O halde üç beş kişiye bile başkanlığı layık görenler, nasıl koca bir ümmeti başsız/ hüccetsiz/imamsız düşünebilirler?
İşte burada en önemli öğrendiğimiz nokta bu yol, hedefsiz olamayacağı gibi, öndersiz de olamaz. İmamet olmazsa olmazlarındandır…. İmam’ını kabul etmeyen veya çağrısını duymayan insan nasıl olurda kendini sıratı müstakimde görür?
Ben beriyim böyle düşünenlerden. Çünkü ben İmam’ımın yolundayım… Zaten imamların önünü kesenler, onun ziyaret etmeye engel olmaya çalışırlar… Bunu hedef sapması olarak gösterirler. Vehhabi zihniyeti hatta buna şirk olarak bakar… Sebebi belli değil mi? Tarih boyunca Emevi zihniyetini onaylayanlar, imamların önünü kestikleri gibi şimdi de ziyaretçilerinin önünü keseceklerdir. Onların oyunu hep böyle devam edegelmiştir. Ama Allah’ın nuru devam edecektir.
Yol devam ettikçe nuru da düşünürüm…
Bu yolda temel noktaları görürüm…
Anlatılmak istenen beş noktayı…
Tevhid, Adalet, Risalet, İmamet ve Ahiret.
Bu beş nokta yolun her tarafından okunuyor…
Bu yüzden Erbain yolu bir geleneğe sıkışmış değildir. Erbain bir bilinçtir. Sancağı, kitabı, rehberi ve yüreği olan bir yürüyüş…
Gerçek, muhalifler tarafından ne kadar örtülmeye ve çarpıtılmaya çalışılsa da, bu meşale yanmaya devam edecek… Her türlü engellemelere rağmen 1400 sene sonra bile böyle yanmaya devam ediyorsa demekki hiç kimsenin gücü bu ışığı söndürmeye yetmeyecek…
Bu ışıkta yürüyorum… Yollarda çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler…
Bir Rugayye, binlerce Rugayyeye dönüşerek… bir Zeynep binlere katlanarak…. Bir Hüseyin binlere yayılarak… Anlıyoruz ki rol model çoğalıyor…
Acaba ben de bir rol alabilir miyim? Taklid ile başlayan bu yolum, yakîne dönüşür mü?
Ağlıyorum, ne yapım? Ağlıyorum işte?
İmam’ıma ve yarenlerine yapılanlara mı? Yoksa kendi halime mi? Bilemiyorum. Ama sanki ikiside bir yerlerde buluşuyor. Hem imam’ıma yapılanlara ağlıyorum, hem de kendime.
Olsun, gözyaşlarım kalbimin damlası. İnşallah bunlar benim şahidim olur. Rabbimden talebime bir ücret, peygamberime vefa, imamıma ahd, geleceğe müjde ve kalbime şifa olsun…
Yol alıyoruz. Yol alırken eşim de yanımda….
Şükürler olsun aynı yöne bakabildiğimiz ve aynı yolda yürüyebildiğimiz için… Zaten öyle değil mi dualarımızın arasında evlerimizin birer Ehl-i Beyt şubesi olması dileği vardır. İmam’ın öğretileri İnşallah isteyen, talep eden tüm çatıları kuşatır.
İşte Kerbelâ yolunun ızdırabını azaltan en önemli etkenlerden biridir, kadın ve erkeklerin beraber yürümesi… Böylece kimsenin gözleri geride kalmayacaktır.
Kerbelâ mektebinde hem kadınları, hem erkekleri, hem de çocukları görürsünüz. Yollara hem kadınlar, hem erkekler, hem de çocukları dökülmüşler…
İmama doğru yaklaşıyoruz. Benim kalbim dorukta… Ya beni kabul etmezse…. Sonra düşünüyorum. Tüm İmamlar, Peygamber(saa)’in kapısıdır. Peygamber(saa) de yüce Rabb’imizin kapısıdır. Ve yüce Rabb’imiz de Tevvab ve Rahim olduğuna göre Peygamberim de , imamlarım da kapıyı açık tutacaktır.
Ve imamıma yürüyen ben, ne olsamda imamıma selam vermek benim en doğal hakkım.
“Esselamu aleyke ya eba ebdillah, Esselamu aleyke yebne resulillah, Esselamu aleyke yebne emiril muminin ve bne seyyidil vasiyyin. Esselamu aleyke yebne fatimete seyyideti nisail âlemin. Esselamu aleyke ya sarallah ve bne sarihi vel vitrel mevtur. Essleamu aleyke ve elel ervahilleti hellet bi finaike aleykum minni cemien selamullahi ebeden ma begitu ve begiye-l leylu vennehari…”
“Selam olsun sana ey Eba Abdillah! Selam olsun sana ey Resulullah’ın oğlu! Selam olsun sana ey Mü’minlerin Emiri ve vâsilerin efendisinin oğlu! Selam olsun sana ey dünya kadınlarının efendisi Fâtıma’nın oğlu! Selam olsun sana ey Allah’ın kanına (intikamına) tâlip olduğu ve kanına talip olduğunun oğlu! Ey, (mukaddes) kanının intikamı henüz alınmayan!”
Ziyaretnamelerden aldığım bilinç ve terbiye ile imamıma yakınlaşıyorum… Oturuyorum onun dizinin dibine. Ve onu dinlemeye başlıyorum… Kulağıma gelen fısıltılarını kalbime indiriyorum. Kalbim onun öğreti ve nasihatleri ile yumuşamaya ve nefes almaya başlıyor.
Onun dilinden Resulullah(saa)’ın kapısına gidiyorum. O da benim yüreğime iyice dokunuyor. Onu da anlamaya başlıyorum. Gözlerimi yiyice açıyorum, gönlümünde tüm pencerelerini… Artık içeriye ışık sızmaya başlıyor.
Sonra da Rabb’ime yöneliyorum… Rabb’ime yalvarıyorum. “ Ne olur, beni önderlerime yakınlaştır” diye. Çünkü onları takip edemezsem Rabb’imin kapını nasıl çalacağımı bilmiyorum…
Ben aciz ve zayıfım. Benim, bizim hacetlerimiz bitmez ki… Yalvarıyorum, yalvarıyorum, ısrar ediyorum Rabb’ime…
Bir yandan Rabb’İmi yüceltip, isimlerini sıralarken, diğer yandan kendi zayıflığımı ve çaresizliğimi anlatıyorum… Dile getiriyorum ki belki İmam’ım da yanıbaşımda benim için “Amin” der, dualarımın kabul görülmesi için o da yalvarır…
O benim önderim, ben ona tutunduğum gibi o da bana sarılır. Ben onun kalbini anlamaya çalışırken, o da benim kalbime dokunur…
Ben onu kunutlarıma ortak tutarken, o da beni kunutlarına ortak eder.
Biraz önce selam verdin, selamımın cevabı olacak elbet…
Ben seninle aynı safta, aynı fikirde, aynı gönülde olduğumu göstermek için geldim.
Ya Rabbi ne olur, o senin yanında özel ya, beni de onun yanında kabul gör… Beni de özele al, ne olur! Her ne kadar onun kadar bedel ödememiş, güçlü bir yüreğim, ufuklara uzanan bir çağrım olmasa da…
Sen cömertlerin en cömerti, merhametlilerin en merhametlisisin!
Gönlüm düşüyor şu imam Hüseyin(As)’in kucağında yatanlara…
Onun yanında bedel ödeyen yarenlerine… Yaşarken nasıl beraber idi iseler, beraber şehid olup, şimdi İmam Hüseyin(sa)’in kucağında yatmaktadırlar… Beraber de haşrolacaklar. İmam Hüseyin (as), Ehl-i Beyt’ten sonra en hayırlı ikinci aile olarak görmektedir onları…
Ya ben… Kıskanıyorum onları… Beni de kucağına al!
Sonra yine derin düşünüyorum… O kucağa girmek hem çok zor, hem de çok kolay.
Bu kucak ilim, irfan, samimiyet, ihlas, bedel, cesaret, yiğitlik, güven, tutku, sabır, azimet ister. Ben bunlara sahip miyim? Eğer sahipsem şüphe yok ki o kucağa sende alınacaksın…
Ama bunlar bende yoksa, vay halime… Buraya ahd verdikten sonra kaybetmek…
Aynen o mektupları yazanlar gibi. Biat ve davetten sonra geri dönenler gibi olurum. Allah korusun… O kucağa girebilmek için direneceğim nefsime, dünyaya, şeytanların ve kafirlerin tüm oyunlarına….
Yavaş yavaş ziyaretimi tamamlıyorum. Ayrılıyorum oradan… Hep isterim orada olmayı…
Olsun, buradan ayrılıyorum ama, seni kalbimde götürüyorum… Bir elimle kalbimde seni tutuyorum, diğer yandan gözlerim de kayboluncaya kadar haremine dönüp dönüp bakıyor….
Biliyorum kalbim seninle hep sıcak olacak…
Sana “Elveda” demiyorum… Çünkü Sen hep, hep benim yanımdasın…
Hep başımı okşayan, hep kalbime dokunansın. Işığı hep önümde tutansın.
Bu yüzden ellerim hep ellerinin içinde olacak Ya evladı Resulullah! Ya varisi Resulullah!
IŞIĞIM İMAM HÜSEYİN (SA) YANIBAŞIMDA
Nereye baksam, ne yapsam, ne ile ilgilensem beni bir türlü mutmain etmiyor. Biliyorum dünya hayatı için bunlara da ihtiyacımız var. Lâkin bununda geçici, oyalayıcı ve tam anlamını bulamaması beni iç dünyamda derin bir tefekküre daldırıyor. Kalplerin ancak yüce Allah’ı anması ile mutmain olacağını biliyorum ama buna götüren vesilelere de ihtiyacım var.
Sarıldım Tevessül duasında sıralanan Hz. Muhammed (saa) ve tüm Ehl-i Beyt imamlarına…. Çünkü onların yolundan gitmek ve bu önderleri takip etmekte idi, tüm bu bu arayışlarımın cevabı… Ben de onları vesile olarak tuttum. Çünkü çok istiyorum onların arkasından gitmeyi. Asla pişman olmayacağım ve sükûnet bulacağım, bu yoldu…
Aklım elbette ki bunu söylüyordu ama ben sancıyı aklımda değil kalbimde yaşıyordum. Gariban hissediyordum kendimi, sanki kimse benim dilimde konuşmuyordu…
Muharrem ayında İmam Hüseyin (sa) kıyamı da sanki benim halime tercüme olmuştu… İmam Hüseyin(sa)’in garibanlığı da bana çok dokunmuştu. O çok büyük sancı çekiyordu, bir tarafta kulluk diğer tarafta imamlık sorumluluğu… Her şeye rağmen bir avuç mümin dışında ümmet onu anlamasa da Rabbi onun yalnızlığını ve garibanlığını anlamıştı. İmam Hüseyin (sa)’in Tevhid ve Risalet yolundaki gariban çağrısı çok vicdanıma dokunmuştu.
Evet o zamanlar yanında değildim. Ama bu zamanda yanında olabilirdim. En azından olabileceğimi göstermek istiyordum. Ve İmam’a doğru gitmeye karar verdim…
Benim gibi kendini hissedenler de olacak ki yeryüzünün her bir tarafından yola dökülenler olmuştu…
İmam’ımızı yalnız bırakmadığımızı göstermek istiyorduk…
Çünkü o kişisel bir çağrı yapmamıştı. O Resulullah(saa)’ın sesiydi… O nun sancaktarı idi. O, islam ‘ın izzetini koruyandı… Asla fitnelere ve batıllara boyun eğmeyen Haydar’ın oğluydu…O, haykıran Kur’an’dı. O saptırılan namaza yeniden hayat verendi… Dünyaya dalan müslümanları sirkeleyen, onları nefsin sarhoşluğundan uyandıran gerçek yiğitti…
Onun bu davet çağrına “ Lebbeyk ya Hüseyin!” demeliydim. Anlıyordum ki O’na “ Lebbeyk!” diyebileceğim zaman kalbim sukunete erecekti…
Tüm bunlardan önce İmam Hüseyin(sa)’i düşündüm… Bu konuda ziyaretnameleri okudum… Sık sık bu ziyaretlerin içeriğini düşünüyordum. Anlıyordum ki beni bir bakış açısına, bir çizgiye davet ediyordu. Bu dualarda dile getirilenler, temennilerinden öte başka şeylere de çağırıyordu…
Örneğin cümlelerden biri şöyle idi.
“ Seninle barışık olanla ben de barışığım, seninle savaş halinde olanla bende savaş halindeyim”. Bu cümle çok manalar taşıyordu….
İmam’a gitmeden önce bunu anlamak gerekiyordu… Ve bunun gibi çokça islam hududlarını hatırlatan ilkeler vardı bu ziyaretnameler de… Sanki bir tefsir de bunlara yapılmalıydı… Kendimce bu ziyaretler üzerinde tefekkür ettim. Gördüm kü buralarda çok pencereler var. Ve kalbimin aydınlanması için bu pencereleri aralamam gerekiyor…
Sonunda imam Hüseyin(sa)’den bana davetiye gelmişti… Ve Rabb’imin izniyle yol açılımıştı…
Aşura’dan sonra da olsa O’na doğru yürüyeceğim… Biliyorum o şehid olmuş olsada, hayatta da olsa benim masum, Rabb’imden onaylanmış ve model olarak takip edeceğim önderimdi…
Bir vefa mıdır gidiyorum…
Yoksa O’na muhtaçlığımdan mı?
Her hâlukarda O’ndan öğreneceğm ve benim kalbime aktaracağı çok şeyin olduğunu hissediyorum.
Her şeyden önce seviyorum Onu. Çünkü onun kalbi hepimizi kuşatacak kadar büyük….Onun sevgisini hissediyorum ve benim sevgimin onunkinin yanında çok küçük kaldığını da görüyorum. Olsun bu küçük yüreğime rağmen ona tutunuyorum…
Biliyorum ki o bir yönüyle geçmişe bağlı… Onun sancağı ve yolu, ceddinin sancağı ve yolu… Onda İmam Hasan’ın kokusu, Emirel müminin Ali bin Ebu Talip’in kokusu, Fatma Zehra annemin kokusu ve yüce Allah’ın tüm kulları arasında seçtiği en zirvedeki kulu Resululah(saa)’ın kokusu geliyor… O kokuyu taşımak için yola çıktı…Canıyla bedelini ödedi…
O şehadetiyle Resulullah’ın getirdiğine çağırdı… Müslümanların üzerine çöken tüm aldatmaları yırttı ve attı bir kenara… Fitneyi ortadan parçaladı ve içinden fıtrat dini hak islamı açığa çıkardı… Fâni olan tüm dünya değerlerini yerle bir etti, uhrevi değerleri önümüze serdi… Gölgelenen Resul’un yolunu yeniden aydınlattı. Susturulan Kur’an’ı yeniden konuşturdu… Babası İmam Ali ve annesi Fatımatu Zehra’nın kalbine sızı düşse de gözünü aydınlattı…
Ben sana nasıl “ lebbeyk!” demeyeyim.?!
Şu anda ben islam ile şereflenmişsem, bunda senin kanının bedeli var… Senin mukavemetin olmasaydı, islamın aydınlık yolu karanlıklara kalacaktı. Biz artık hak ve batılı nasıl ayıracaktık… Bu inleyen kalbimiz nasıl susacaktı. Kurumuş vicdanımız nasıl yeşerecekti… Kokuşan hayatımız nasıl şifa bulacaktı…
Resulullah (saa) deden, baban , annen, abin seninle gurur duyuyor. Onların sana teslim ettiği sancağı her zorluğa, zulme, batıla rağmen onurla taşıdın.
İşte o sancağın altında seninle olmak istiyorum… Ellerin kalbime dokunsun, gölgen üzerime düşsün, gözlerin bana gülsün, dilin bana şefaat etsin… Senin yanıbaşında olmak istiyorum… Yalnız olmadığını, seni yalnız bırakmadığımı görmeni istiyorum… Beni kabullenmeni, beni de yalnız bırakmamanı istiyorum…
Aramıza zaman girsede, mekanlar olsa da seninle buluşmak istiyorum… Sana kalbimi getirdim, bu yetmez mi? Biraz kirlenmiş olsa da, yanlış şeylerle yıpranmış olsa da, cahillane şeyler le dolu olsada yine en özelimi getirdim… Getirdim ki ona bir ayar veresin… Senin sesini duysunda biraz sussun, aklını başına toplasın, boş yerlerde meşgul olmasın… Seni örnek alsın.
Sana bağlansın!
İmamına ahd vermeye geliyor, biatını tazelemeye geliyor…
Tüm batıl ve cahil yollardan yüz çevirsin… Senden mukavemeti, cesareti, hakkı öğrensin. Senden adaleti, merhameti, şefkati alsın… Sancağına tutunmayı öğrensin…
Yola çıkıyorum.. İmam’ımdam öğreniyorum… Sadece Allah rızası için var olmayı, O’nun terbiyesine girmeyi ve Uluhiyet, Rububiyet ve Malikiyetin yanlızca O’na ait olduğunu…
Yola çıkıyorum… Şehadetinden kırk gün geçse de… Erbain günü…
Çünkü senin bedenine ecel gelebilir ama yoluna, amacına, misyonuna, sesine asla ecel gelemez. Çünkü senin bir boyutun da geleceğe çağrıdır… İmam Zeynelabidin’e verdiğin sancak, imam Muhammed Bakır; ondan İmam Cafer sadık, ondan imam Musa Kazım; ondan imam Ali Rıza, ondan imam Muhammed Taki, ondan Ali Naki; ondan İmam Hasan Askeri (hepsine selam olsun) aldı ve en son İmam Mehdi (as) senin sancağını taşımaktadır. Sen tüm imamlara da yol açtın… Hepsi senin gibi hakkıyla görevlerini yerine getirdiler. Sen onları da bize gösterdin.
Ve şimdi biz ahir zaman halkıyız. Çağımızın imamı en son bildirdiğin ve sancağı teslim ettiğin İmam Mehdi (as)’dir. Biliyoruz ki sana biatımız ile ona olan ahdimizi de yenilemiş oluyoruz. Biliyoruz ki sana olan biatımız, Ona olan biatımızdır. Sen kendi çağında nasıl ki islam toplumunun imtihanı oldun. Şimdi imam Mehdi(as) de bizim imtihanımız. Ona hakkıyla biat edenler ve etmeyenler olacak…
Ama ben senin gösterdiğin yolda ve terbiye de bunu da görüyorum… Sana olan biatımla ona da hazırlık yapmış oluyorum. Çünkü senin tüm çağrıların onunda çağrılarıdır. Onun tüm çağrıları da senin ve ceddin imam Hasan, imam Ali ve Resulullah’ın çağrılarıdır. Anlıyorum ki Resulullah(saa)’tan sonraki tüm yol göstericiler, yanlızca onun kendi vasileri idi…
Ne yazık ki Resululah’ın ve o yolun devamı olan tüm vasilerini sindiremeyenler oldu. Sana el uzattıkları gibi onlara da el uzattılar…
Ey imam’ım! Ben tüm bu hayasızlıklardan ve haksızlıklardan beriyim… Benim size muhalif olmam demek bu inleyen kalbime ihanettir. Dünyam ve ahiretimi başıma yıkmamdır… Allah muhafaza etsin… Ben sizin yanınızda sizin her dediğinizi onaylayan, yaşayan ve yaşatmak isteyenim…
İşte bu yüzden yanınızda sizin her dediğinize, her düşündüğünüze, her hissinize ortak olmak istiyorum..
İşte bu yüzden yollara düştüm… Senin Kerbelâ yollarına düştüğün gibi… Oğlun imam Zeynelabidin gibi…Bacın Zeynep gibi…Kızın Rugayye gibi… Kardeşin Abbas gibi… Oğlun Ali Ekber gibi… Bebeğin Ali Asgar gibi…
Ama benim sırtımda bir çanta var… İçinde yedek kıyafetlerim, su şişem, ağrı kesicilerim, bisküvilerim, el kremim, ayağımda da spor ayakkabılarım…
Sizi taklid etmeye çalışsam da sizin gibi olamam… Çünkü kalbim sizin hedefinize sarıldığınız gibi sıkı değil, ruhum sizin ceddiniz Resul’un yoluna tutkun olduğu kadar güçlü değil, nefsim sizin ki kadar terbiyeli değil, gözlerim sizin ki kadar ufuklara bakan değil…
Ne yapım? Siz söyleyin… Tüm bunlara rağmen yolunuzdan geri mi döneyim yoksa her şeye rağmen arkanızdan mı geleyim?
Ama kalbim her şeye rağmen sizi istiyor. Hasta olsa da sizi takip etmek istiyor. Senden derman almaya gelmek istiyor… Ne olur bizden yüz çevirme!
Bizim de Hür kadar hakkımız var. O nasıl size tüm yaptıklarına rağmen son anda karanlık dünyasını cennet bahçesine çevirdi ise biz de değişmek istiyoruz. Kaderimizi doğru tercihlere yapmak istiyoruz. Sen doğru imam’sın, yolun doğru yol, sancağın doğru sancak, hem geçmişin tasdikisin, hem geleceğin müjdecisisin.
Ben de tercih yapmak istiyorum. Ve seni, senin davet ettiğin her şeyi tercih ediyorum …
Bakıyorum sağıma, soluma benim gibi düşünen binlerce inananları görüyorum… Binlerce değil, milyonlarca… Dalıyorum yine derin tefekküre… Her ülkeden gelen topluluklar var… Ya Rab! Aradan 1400 sene geçti. Yine de imam Hüseyin (as)’in çağrısı duyuluyor… Tüm toplumların vicdanlarına dokunmuş…
Ey Hüseyin! Canım yoluna feda! Bu kerbela nelere şahit oldu böyle….
Her göz imamının çağrısına odaklanmış…. Herkes sessiz sanki imamın sözleri kulaklarında çınlıyor… Nefis pervasız kanatlarını salıvermiş, gönül onun çağrıları ile meşgul oluyor…. Bakıyorsunuz kafa tutan deli dana nefisler yerini teslimiyete bırakmış… Kibir tevazuya, bencillik bize, hoyratlık hürmete, cimrilik ikrama dönüşmüş… İmam’ın öğretileri sanki dalga dalga kendine doğru yürüyen herkesi kuşatıp, kapsamına almış…
Sırtımda bir çanta taşısam da, günah yükümü kerbela çöllerine bırakmak istiyorum…
Bu yürüyüşüm ile gerçek hedefime, gerçek yoluma ve gerçek rehperlerime tutunmak istiyorum…
Niyet ediyorum. “ Ya Rabbİ! İlk adımımla seni hedef edinmeyi, sırat-ı müstakimde yürümeyi tercih ediyorum. Biliyorum ki sıratı müstakim Hz. Peygamber ve vasileri olan tüm bu imamların gösterdiği yoldur. Benden kabul buyur.”
Tüm bu istediklerime ve adımlarıma tüm inananları ortak eyle…
Hedefimi unutmuyorum. Peygamberim ve vasileri olan imamlarım gibi… Onların tek hedefi Fatiha süresinde gösterilen “ İhdina” idi. Yani hidayetin sahibi olan Rabb’imizin rızası… Her yaratılan, Yaratanı olan Rabbinin rızasını hedef edinmelidir.
Yolumu unutmuyorum. Bu öyle bir yol ki, tüm insanlık tarihi boyunca bir ana nehir akar idi. Hz. Adem(as) ile başlayan imametlik, en son Hz. Peygamber ve vasileri ile kıyamet kopuncaya kadar devam eder. Ve bu seçilmişler nehrinden tüm insanlar sulanılarak susuzlukları giderilir. O halde bu sırat-ı müstakim’i gören, bu yolda yürüyebilecekti. Ama bu yola muhalefet edenler bu yoldan sapmış olacaktı… Yol boyunca Resulullah(saa)’ın ve tüm imamların sancakları bunu adeta haykırıyordu. Normalde imam Hüseyin(sa)’e doğru giden bir yoldu. Ama yol tüm seçilmişlerin ortak yolu idi. Nitekim tüm seçilmişler birbirini tasdik etmiyor mudu?
Tüm peygamberlerin birbirini tasdiklediği ve ümmetin peygamberlerin birbirinden ayırım yapmadığı gibi tüm imamlar da birbirini tasdik ediyor ve ümmette onları birbirinden ayırmayacaktı. Nitekim tüm peygamberlerin zirvesinde duran Hz. Muhammed(saa), tüm bu imamları teyid ediyor, vasileri olarak gösteriyordu ümmete. Siz de takdir edersiniz ki dünyanın sonu olarak gösterilen kıyamet sürecinin önderi olarak İmam Mehdi (sa) ile ilgili yüzlerce tasdik hadisleri vardı.
Anlıyoruz ki bu yol, gerçekte tüm peygamberlerin ve vasilerinin geçtiği yoldu…
Yoldakiler, yol üzerinde duranlar ve yolu meşgul edenler ne kadar dikkatimizi çekse de onlarla oyalanmıyoruz. Dikkatimizi hedefe ve yolumuza veriyoruz. Bu şekilde günler ve geceler geçiriyoruz. Yoruluyoruz. Ayaklarımız yoruluyor, belimiz ağrıyor, değişik bir süreç yaşıyoruz. Ama yine de pes etmiyoruz. Bedenlerimiz bu yollarda yorulsa da ruhlarımız bunun aksine gençleşiyor. Sanki hayat buluyoruz. Sanki içimizde bir diriliş fidan buluyor…
Kalplerimiz Allah rızası ile meşgul, aynen önderlerimizin öğrettiği gibi…
Bu yolu kolaşlaştıran en büyük etken de müminler arasındaki kardeşlik bağı… Çünkü ortak aklın , ortak kalbin olduğu bir ortamdasınız. Aynı hissediyor, aynı düşünüyorsunuz… Kocaman bir aile oluyorsunuz sanki…
Tam da Rabb’imizin ve önderlerimizin istediği gibi… Her müminin dokunulmazlığı var. Her türlü emniyeti görüyorsunuz burada. Kendinizi güvende hissediyorsunuz. Bir de müminlerin şefkatli elleri başınızda geziyor… Size tüm yüreklerini açıyorlar. Ve her türlü sevgilerini gösteriyorlar…
Neden ? Çünkü sizi anlıyorlar. Derdinizin ne olduğunu biliyorlar. Çareyi peygamber ve vasilerinin kapısında aradığınızı varsayıyorlar. Bu yüzden size yardımcı olmak istiyorlar…
Kimbilir belki, hayallerinde İmam’ın ziyaretçilerine hürmet ederek, İmamın ensarları olan birer Zeynep, birer Ebulfazl Abbas, birer Hür olmak istiyorlardır.
Demek ki onlarda bizim gibi dertliler…
Aslında uzun süre bu toprakları, Amerika işgal etmişti, ardından da çeşitli gruplar… Bu kadar savaş altında kalmış olsalarda bu topraklarda yaşayan halkın kalbini sökememişlerdi. Onları çözememişlerdi. Bir türlü bireysele çevirememişlerdi. Buradaki tılsımı anlamaya çalıştım. Sonra gördüm ki önderlerine olan bağlılık, imamet düşüncesi onları korumuştu…
Ne kadar yoksunda olsalar, yolda kalanlardan olmamışlardı. Her şeye rağmen yüce Allah’a ve Allah’a davet eden bu önderlere rağbet edeceklerdi…
İşte İmam Mehdi(sa)’ye icabet edecekler, bu mukavemeti gösterenler olacaktı… Yollarda sık sık “lebbeyk ya Hüseyin!, lebbeyk ya Zeynep!, lebbeyk ya Mehdi!, lebbeyk ya Ebulfazl Abbas, lebbeyk ya Fatma, lebbeyk ya Ali, lebbeyk ya imam Cevad, lebbeyk ya Hasan Müucteba!, lebbeyk imam Hasan Askeri!(hepsine selam olsun)”, “lebbeyk ya Resulullah(saa)!” deniliyordu…
Çünkü onlara olumlu cevap vereceklerine söz veriliyordu. Ve her adım onlara yakın olmanın bir isteğiydi, bir göstergesiydi…
Müminlerin günlerce süren ve yoğun olan bu yürüyüşü bana ahiret hayatını hatırlatıyordu. Yeryüzünde gerçekleşen “Araf geçidi” gibi idi. Mahşer gününde de öyle değil miydi? Araf süresinde anlatılan Araf halkının şahid olduğu cennetliklerin cehennemliklerden ayrıştığı geçit. Araf halkı “Resulullah ve Ehl-i Beyt’i” idi. Resulullah ve Ehl-i Beyt’inin tasdik ettiği ve onayladığı kimseler onlara muhalefet edenlerden ayrışıyordu. İşte bu yolda yürürken sanki Resululah(saa) ve Ehl-i Beyt(sa)’i bizi onaylıyor ve yanlarına gitmemiz onları mutlu ediyordu. Onların gözlerini üstümde hissediyordum…
İçimden “İnşallah” diyordum. “İnşallah mahşer günü Araf halkı beni tanır ve onaylar” diyordum. Elbetteki akibetim dünyada çizdiğim yola bağlıydı… İşte ben imamıma ve o imam şahsında tüm önderlerime biat etmeye giderken, onların da beni onaylamasını istiyorum….
Ama onların bu dilini anlamam için “ayetlerimi bilmem lazım, peygamberimin ve imamlarımın sözlerini duymam” lazım, onların hayatlarını ve yaşadıkları tarihi okumam lazım. Aksi takdirde benim kalbim onların hedefini, yolunu, mücadelelerini nasıl anlayacak… Marifet ile bu yol anlaşılır. Marifet olmazsa bu ziyaret amacına ulaşamazdı. Bu nedenle ilim en önemli ihtiyaçlarımızdandı.
Dikkatimi çeken bir noktada sancak taşıyanlar puşu da takıyorlardı. Acaba ne anlatmak istiyorlardı… Sancaklar Kerbela’da dalgalanırken, puşular Filistin’in simgesidir. Anlıyorum ki Hüseyin gibi durmadıkça Kudüs te özgür olmayacak. Yani Filistin davası da ancak Kerbela meşalesiyle çözülecekti…
Yine derin düşünüyorum… Ümmet olarak ne kadar çok yaramız var. Sadece Filistin değil ki yaramız…Her yer acı ve göz yaşı ile dolu… Zalimler her yeri kana boyadılar… Ama ümmet İmam Hüseyin(sa)’i anlamadıkça, yaralarımız daha çok kanayacak…
Bu yüzden bu yürüyüşü daha iyi anlamak istiyorum. Belki buradan bir tutam ateşte ben alırım da kendi beldelerime taşırım. Oralara İmam Hüseyin (sa)’in kokusunu götürürüm de belki ışığı görmeye başlarız.
Erbain bilinci hepimizi özgür kılacak, içinde de inşallah boynu bükük Filistin’imi de…
Kudüs’üm! Senin de “ Lebbeyk ya Hüseyin!” dediğini duyar gibiyim…
Senin boynu büküklüğün beni de çok üzüyor. Üzülme, kalbim iyileştiği zaman seni kurtarmaya geleceğim…
Bunun için buradayım… Üstelik ben de tek değilim. Benim gibi binlerce senin sesini duyanlar var… Sakın ümitsiz olma!
Bu yol, ümit yoludur. Bu yol, kazananların yoludur. Bu yol, doğru hedefe sarılanların yoludur. Bu yol, seçilmişlerin yoludur…
Ancak bu yol asla hüccetsiz/imamsız olmaz. Düşün İmam Hüseyin (as)ve bu kıyamı olmasaydı, bu yolu ne diye yürüyecektik? Sadece sıradan bir yürüyüş olacaktı. Hem de kimse zaten böyle bir yürüyüş yapmayacak, böyle bir talepte bulunmayacaktı.
Bu yolu çizen ve bu amaca talep ettiren önderdir yani imamdır.
O halde üç beş kişiye bile başkanlığı layık görenler, nasıl koca bir ümmeti başsız/ hüccetsiz/imamsız düşünebilirler?
İşte burada en önemli öğrendiğimiz nokta bu yol, hedefsiz olamayacağı gibi, öndersiz de olamaz. İmamet olmazsa olmazlarındandır…. İmam’ını kabul etmeyen veya çağrısını duymayan insan nasıl olurda kendini sıratı müstakimde görür?
Ben beriyim böyle düşünenlerden. Çünkü ben İmam’ımın yolundayım… Zaten imamların önünü kesenler, onun ziyaret etmeye engel olmaya çalışırlar… Bunu hedef sapması olarak gösterirler. Vehhabi zihniyeti hatta buna şirk olarak bakar… Sebebi belli değil mi? Tarih boyunca Emevi zihniyetini onaylayanlar, imamların önünü kestikleri gibi şimdi de ziyaretçilerinin önünü keseceklerdir. Onların oyunu hep böyle devam edegelmiştir. Ama Allah’ın nuru devam edecektir.
Yol devam ettikçe nuru da düşünürüm…
Bu yolda temel noktaları görürüm…
Anlatılmak istenen beş noktayı…
Tevhid, Adalet, Risalet, İmamet ve Ahiret.
Bu beş nokta yolun her tarafından okunuyor…
Bu yüzden Erbain yolu bir geleneğe sıkışmış değildir. Erbain bir bilinçtir. Sancağı, kitabı, rehberi ve yüreği olan bir yürüyüş…
Gerçek, muhalifler tarafından ne kadar örtülmeye ve çarpıtılmaya çalışılsa da, bu meşale yanmaya devam edecek… Her türlü engellemelere rağmen 1400 sene sonra bile böyle yanmaya devam ediyorsa demekki hiç kimsenin gücü bu ışığı söndürmeye yetmeyecek…
Bu ışıkta yürüyorum… Yollarda çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler…
Bir Rugayye, binlerce Rugayyeye dönüşerek… bir Zeynep binlere katlanarak…. Bir Hüseyin binlere yayılarak… Anlıyoruz ki rol model çoğalıyor…
Acaba ben de bir rol alabilir miyim? Taklid ile başlayan bu yolum, yakîne dönüşür mü?
Ağlıyorum, ne yapım? Ağlıyorum işte?
İmam’ıma ve yarenlerine yapılanlara mı? Yoksa kendi halime mi? Bilemiyorum. Ama sanki ikiside bir yerlerde buluşuyor. Hem imam’ıma yapılanlara ağlıyorum, hem de kendime.
Olsun, gözyaşlarım kalbimin damlası. İnşallah bunlar benim şahidim olur. Rabbimden talebime bir ücret, peygamberime vefa, imamıma ahd, geleceğe müjde ve kalbime şifa olsun…
Yol alıyoruz. Yol alırken eşim de yanımda….
Şükürler olsun aynı yöne bakabildiğimiz ve aynı yolda yürüyebildiğimiz için… Zaten öyle değil mi dualarımızın arasında evlerimizin birer Ehl-i Beyt şubesi olması dileği vardır. İmam’ın öğretileri İnşallah isteyen, talep eden tüm çatıları kuşatır.
İşte Kerbelâ yolunun ızdırabını azaltan en önemli etkenlerden biridir, kadın ve erkeklerin beraber yürümesi… Böylece kimsenin gözleri geride kalmayacaktır.
Kerbelâ mektebinde hem kadınları, hem erkekleri, hem de çocukları görürsünüz. Yollara hem kadınlar, hem erkekler, hem de çocukları dökülmüşler…
İmama doğru yaklaşıyoruz. Benim kalbim dorukta… Ya beni kabul etmezse…. Sonra düşünüyorum. Tüm İmamlar, Peygamber(saa)’in kapısıdır. Peygamber(saa) de yüce Rabb’imizin kapısıdır. Ve yüce Rabb’imiz de Tevvab ve Rahim olduğuna göre Peygamberim de , imamlarım da kapıyı açık tutacaktır.
Ve imamıma yürüyen ben, ne olsamda imamıma selam vermek benim en doğal hakkım.
“Esselamu aleyke ya eba ebdillah, Esselamu aleyke yebne resulillah, Esselamu aleyke yebne emiril muminin ve bne seyyidil vasiyyin. Esselamu aleyke yebne fatimete seyyideti nisail âlemin. Esselamu aleyke ya sarallah ve bne sarihi vel vitrel mevtur. Essleamu aleyke ve elel ervahilleti hellet bi finaike aleykum minni cemien selamullahi ebeden ma begitu ve begiye-l leylu vennehari…”
“Selam olsun sana ey Eba Abdillah! Selam olsun sana ey Resulullah’ın oğlu! Selam olsun sana ey Mü’minlerin Emiri ve vâsilerin efendisinin oğlu! Selam olsun sana ey dünya kadınlarının efendisi Fâtıma’nın oğlu! Selam olsun sana ey Allah’ın kanına (intikamına) tâlip olduğu ve kanına talip olduğunun oğlu! Ey, (mukaddes) kanının intikamı henüz alınmayan!”
Ziyaretnamelerden aldığım bilinç ve terbiye ile imamıma yakınlaşıyorum… Oturuyorum onun dizinin dibine. Ve onu dinlemeye başlıyorum… Kulağıma gelen fısıltılarını kalbime indiriyorum. Kalbim onun öğreti ve nasihatleri ile yumuşamaya ve nefes almaya başlıyor.
Onun dilinden Resulullah(saa)’ın kapısına gidiyorum. O da benim yüreğime iyice dokunuyor. Onu da anlamaya başlıyorum. Gözlerimi yiyice açıyorum, gönlümünde tüm pencerelerini… Artık içeriye ışık sızmaya başlıyor.
Sonra da Rabb’ime yöneliyorum… Rabb’ime yalvarıyorum. “ Ne olur, beni önderlerime yakınlaştır” diye. Çünkü onları takip edemezsem Rabb’imin kapını nasıl çalacağımı bilmiyorum…
Ben aciz ve zayıfım. Benim, bizim hacetlerimiz bitmez ki… Yalvarıyorum, yalvarıyorum, ısrar ediyorum Rabb’ime…
Bir yandan Rabb’İmi yüceltip, isimlerini sıralarken, diğer yandan kendi zayıflığımı ve çaresizliğimi anlatıyorum… Dile getiriyorum ki belki İmam’ım da yanıbaşımda benim için “Amin” der, dualarımın kabul görülmesi için o da yalvarır…
O benim önderim, ben ona tutunduğum gibi o da bana sarılır. Ben onun kalbini anlamaya çalışırken, o da benim kalbime dokunur…
Ben onu kunutlarıma ortak tutarken, o da beni kunutlarına ortak eder.
Biraz önce selam verdin, selamımın cevabı olacak elbet…
Ben seninle aynı safta, aynı fikirde, aynı gönülde olduğumu göstermek için geldim.
Ya Rabbi ne olur, o senin yanında özel ya, beni de onun yanında kabul gör… Beni de özele al, ne olur! Her ne kadar onun kadar bedel ödememiş, güçlü bir yüreğim, ufuklara uzanan bir çağrım olmasa da…
Sen cömertlerin en cömerti, merhametlilerin en merhametlisisin!
Gönlüm düşüyor şu imam Hüseyin(As)’in kucağında yatanlara…
Onun yanında bedel ödeyen yarenlerine… Yaşarken nasıl beraber idi iseler, beraber şehid olup, şimdi İmam Hüseyin(sa)’in kucağında yatmaktadırlar… Beraber de haşrolacaklar. İmam Hüseyin (as), Ehl-i Beyt’ten sonra en hayırlı ikinci aile olarak görmektedir onları…
Ya ben… Kıskanıyorum onları… Beni de kucağına al!
Sonra yine derin düşünüyorum… O kucağa girmek hem çok zor, hem de çok kolay.
Bu kucak ilim, irfan, samimiyet, ihlas, bedel, cesaret, yiğitlik, güven, tutku, sabır, azimet ister. Ben bunlara sahip miyim? Eğer sahipsem şüphe yok ki o kucağa sende alınacaksın…
Ama bunlar bende yoksa, vay halime… Buraya ahd verdikten sonra kaybetmek…
Aynen o mektupları yazanlar gibi. Biat ve davetten sonra geri dönenler gibi olurum. Allah korusun… O kucağa girebilmek için direneceğim nefsime, dünyaya, şeytanların ve kafirlerin tüm oyunlarına….
Yavaş yavaş ziyaretimi tamamlıyorum. Ayrılıyorum oradan… Hep isterim orada olmayı…
Olsun, buradan ayrılıyorum ama, seni kalbimde götürüyorum… Bir elimle kalbimde seni tutuyorum, diğer yandan gözlerim de kayboluncaya kadar haremine dönüp dönüp bakıyor….
Biliyorum kalbim seninle hep sıcak olacak…
Sana “Elveda” demiyorum… Çünkü Sen hep, hep benim yanımdasın…
Hep başımı okşayan, hep kalbime dokunansın. Işığı hep önümde tutansın.
Bu yüzden ellerim hep ellerinin içinde olacak Ya evladı Resulullah! Ya varisi Resulullah!

PANKEK BİLE İMAMETE DAYANMAZSA AYAKTA DURAMAZ.
Bismillahirrahmanirrahim
Allahumme salli ala Muhammed ve al-i Muhammed
Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisani yefkahu kavli
Selamun Aleykum arkadaşlar.
Bugün sizlere aklın ve cehaletin askerlerinden şükür ve nankörlüğü, hazırlamış olduğum pankek sunumum üzerinden arz etmeye çalışacağım. Allah-u Teâlâ’ya şükürler olsun ve Zamanın imamına sonsuz teşekkürler ediyorum ki bir kez daha Ehl-i Beyt sofrasından nimetlenmeyi bizlere nasip etti. Konuma Allah u Teâlâ’nın kelamı olan bir ayetle giriş yapmak istiyorum.
Bakara süresi 152. Ayette şöyle buyuruyor;
“… Bana şükredin ve sakın bana nankörlük etmeyin.”
Bu ayette geçen şükrü nasıl eda edebiliriz?
Allah’a olan şükrümüzü göstermemizin bir yolu ibadetlerimizdir. Allah’a kulluğun babası Eba Abdillah Hz. İmam Hüseyin Aleyhisselam şükür hakkında şöyle buyuruyor:
‘’ “Bir bölük halk, sevap için Allah’a ibadet eder; bu ibadet, tacirlerin ibadetidir. Bir bölük de Allah’a korkudan ibadet eder, bu da kölelerin ibadetidir. Bir bölükse, Allah’a şükretmek için ibadet eder; işte hür kişilerin ibadeti budur.’’
Pankekimi hür bir pankek olarak düşünürsek, şükrünü ibadetleriyle göstermesi gerekir. Ben pankekimi yaparken bazı yiyecekleri bazı ibadetlerle bağdaştırmak istedim.
İbadetlerimi namaz temeli üzerine oturtmak istedim. O yüzden her kata bir pankek koydum. Pankeklerimi birbiriyle birleştirmek istedim, aralarına çikolata sürdüm, Sıla-ı Rahimi düşündüm.
Aralara koyduğum meyvelerle sadakayı düşündüm, amellerimi süsledim.
Üzerine serptiğim fındık parçalarıyla orucun iftarla süslendiği gibi pankekimi süsledim, üzerine akıttığım karamel sos ile abdestin kattığı güzelliği katmak istedim.
Üzerine serptiğim pudra şekerinin beyazlığıyla hacda giyilen ihramı düşündüm…
Daha birçok ibadeti pankekimde anlatmak isterdim.
Ancak kelimelerin kısıtlı olması nedeniyle örneklerimi burada bitirip size bir soru yöneltmek istiyorum.
Pankekimde kullandığım birçok malzemeyi anlattım. Ancak pankekimin merkezinde duran çubuk veya direği neye benzettiğimi sizin bulmanızı istiyorum? Sizce bu çubuk neyi temsil ediyor?…
Benim cevabım ise Allah’u Teâlâ’nın sünnetullahı üzere, yer ve gök ehlini her daim zamanın hüccetiyle nimetlendirir. Yani hiçbir zaman insanlığı başıboş bırakmamıştır.
Rad suresi/ 7 “….her kavmin bir yol göstericisi vardır.”
Gördüğünüz üzere bu nimetleri ayakta tutan bu zamanda, zamanın İmam( İmam Mehdi- a.f-)’ının velayetidir.
Yan tarafta nankörlüğü temsil eden pankek ile bu pankek arasındaki tek fark bu direktir. Zamanın imamına dayandırılmayan amel batıldır ve zail olmuştur, tıpkı nankör pankekim gibi.
Sözlerimi bitirirken bugünlerin viladetinin sahibi, imamet semasının merkezi ve âlemlerdeki hanımların en üstünü olan tek masume Hz. Fatıme-i Zehra Selamullahi aleyhanın Fedek hutbesi ile sonlandırmak ve kendisine olan bağlılığımı göstererek başarı ve muvaffakiyet için de tevessül edip yardım diliyorum…
Hazret şöyle buyuruyor; ‘’ Allah’a hamd olsun, verdiği nimetlerden dolayı; O’na şükürler olsun, ilham ettiği hidayetlerden ötürü ve O’na senalar olsun, sunmuş olduğu eşsiz ve benzersiz yaygın ihsanları ve verdiği bol ve kâmil bağışları ve lütfettiği tüm nimetleri için.’’ ..
Muhammed ve Ali Muhammede salavat..
BETÜL IŞIK
Allahumme salli ala Muhammed ve al-i Muhammed
Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisani yefkahu kavli
Selamun Aleykum arkadaşlar.
Bugün sizlere aklın ve cehaletin askerlerinden şükür ve nankörlüğü, hazırlamış olduğum pankek sunumum üzerinden arz etmeye çalışacağım. Allah-u Teâlâ’ya şükürler olsun ve Zamanın imamına sonsuz teşekkürler ediyorum ki bir kez daha Ehl-i Beyt sofrasından nimetlenmeyi bizlere nasip etti. Konuma Allah u Teâlâ’nın kelamı olan bir ayetle giriş yapmak istiyorum.
Bakara süresi 152. Ayette şöyle buyuruyor;
“… Bana şükredin ve sakın bana nankörlük etmeyin.”
Bu ayette geçen şükrü nasıl eda edebiliriz?
Allah’a olan şükrümüzü göstermemizin bir yolu ibadetlerimizdir. Allah’a kulluğun babası Eba Abdillah Hz. İmam Hüseyin Aleyhisselam şükür hakkında şöyle buyuruyor:
‘’ “Bir bölük halk, sevap için Allah’a ibadet eder; bu ibadet, tacirlerin ibadetidir. Bir bölük de Allah’a korkudan ibadet eder, bu da kölelerin ibadetidir. Bir bölükse, Allah’a şükretmek için ibadet eder; işte hür kişilerin ibadeti budur.’’
Pankekimi hür bir pankek olarak düşünürsek, şükrünü ibadetleriyle göstermesi gerekir. Ben pankekimi yaparken bazı yiyecekleri bazı ibadetlerle bağdaştırmak istedim.
İbadetlerimi namaz temeli üzerine oturtmak istedim. O yüzden her kata bir pankek koydum. Pankeklerimi birbiriyle birleştirmek istedim, aralarına çikolata sürdüm, Sıla-ı Rahimi düşündüm.
Aralara koyduğum meyvelerle sadakayı düşündüm, amellerimi süsledim.
Üzerine serptiğim fındık parçalarıyla orucun iftarla süslendiği gibi pankekimi süsledim, üzerine akıttığım karamel sos ile abdestin kattığı güzelliği katmak istedim.
Üzerine serptiğim pudra şekerinin beyazlığıyla hacda giyilen ihramı düşündüm…
Daha birçok ibadeti pankekimde anlatmak isterdim.
Ancak kelimelerin kısıtlı olması nedeniyle örneklerimi burada bitirip size bir soru yöneltmek istiyorum.
Pankekimde kullandığım birçok malzemeyi anlattım. Ancak pankekimin merkezinde duran çubuk veya direği neye benzettiğimi sizin bulmanızı istiyorum? Sizce bu çubuk neyi temsil ediyor?…
Benim cevabım ise Allah’u Teâlâ’nın sünnetullahı üzere, yer ve gök ehlini her daim zamanın hüccetiyle nimetlendirir. Yani hiçbir zaman insanlığı başıboş bırakmamıştır.
Rad suresi/ 7 “….her kavmin bir yol göstericisi vardır.”
Gördüğünüz üzere bu nimetleri ayakta tutan bu zamanda, zamanın İmam( İmam Mehdi- a.f-)’ının velayetidir.
Yan tarafta nankörlüğü temsil eden pankek ile bu pankek arasındaki tek fark bu direktir. Zamanın imamına dayandırılmayan amel batıldır ve zail olmuştur, tıpkı nankör pankekim gibi.
Sözlerimi bitirirken bugünlerin viladetinin sahibi, imamet semasının merkezi ve âlemlerdeki hanımların en üstünü olan tek masume Hz. Fatıme-i Zehra Selamullahi aleyhanın Fedek hutbesi ile sonlandırmak ve kendisine olan bağlılığımı göstererek başarı ve muvaffakiyet için de tevessül edip yardım diliyorum…
Hazret şöyle buyuruyor; ‘’ Allah’a hamd olsun, verdiği nimetlerden dolayı; O’na şükürler olsun, ilham ettiği hidayetlerden ötürü ve O’na senalar olsun, sunmuş olduğu eşsiz ve benzersiz yaygın ihsanları ve verdiği bol ve kâmil bağışları ve lütfettiği tüm nimetleri için.’’ ..
Muhammed ve Ali Muhammede salavat..
BETÜL IŞIK

AĞLAMAK TA BİR NİMETTİR…
Ağlamanın da bir nimet olduğunu biliyor muydunuz? Evet, yanlış duymadınız. Ağlamak ta çok büyük nimetlerden biri… Açıklayayım efendim. İnsanin dünyaya açılan penceresi gözlerdir. Onlarla çocuğumuzu tanır, hangi elbisemizi giyeceğimize karar verir, evimizin yolunu biliriz. Biz doktorlar çoğu hastalıkların belirtilerini gözlerden tespit ederiz. Hatta küçük bir sır vereyim size, o insanın ahlakını, duruşunu, psikolojisini bile gözlerinden okuruz. Gözler hangi alanlara konu olmamış ki… İşte bu kadar önemli iki organa sahibiz.
İşte bu organların bakımını kim yapıyor, biliyor musunuz? Yüce Allah’ın bir lütfu ki bakım yapacaklar da hemen yanı başında hazırlar. Tahmin ettiniz, sanırım. Doğru söylediniz. Onlar gözlerimizin yanı başında duran gözyaşı bezlerimizdir. Onlar gözlerimizi nemlendirerek saydamlılığını sağlarlar. Böylece gözlerin kuruluktan çatlamalarına ve kanamalarına engel olurlar.
Dışarıdan gelen toz ve mikroplara karşı hemen temizlik işine başlarlar. Daha fazla gözyaşı akıtarak… Nezle olduğumuzda gözlerimizin ve burnumuzun sürekli akıntılı olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu da bir temizlik işi… Vücuda yabancı ve zararlı olanları, dışarı atma çalışması… Bazı bebeklerde bu gözyaşı kanalları tıkalı olabiliyor. Bu durumda çocuğun gözlerinin sürekli enfekte olduğunu görüyoruz. İşte bu gözyaşlarının görevini yapamamasından kaynaklanıyor.
Bu temizlik işi psikolojik olarak ta yapılıyor. Zaman zaman iç dünyamızda da gereğinden fazla keder, üzüntü ve elem olabiliyor. Bunlarda gereğinden fazla olduğunda vücuda zarar verebiliyor. Bu durumlarda da gözyaşlarımız ile içimizdeki fazlalıkları dışarı akıtırız. Hatta rahatladığımızı bile söyleriz. Ağlayamayan insanların katı kalpli olduğunu varsayarız. Demek ki ağlamak kişilik üzerinde de etkili… Yüce Allah’ımızın küçük bir ayrıntı ile ne büyük lütuflara bizleri mazhar ettiğini görüyorsunuz, değil mi? Ne kadar hamd etsek azdır yüce Rabb’imize. Demek ki ağlamak ta bir nimetmiş.
O halde bizler de Rabb’imizin verdiği bu gözlerimizi ve gözyaşlarımızı ihmal etmeyelim. En ufak sorunlarda bile hemen alemlere şifa veren Rabb’imize ve uyarılarına başvuralım. Sağlıcakla kalınız…
DR. ALİ YETKİNER
İşte bu organların bakımını kim yapıyor, biliyor musunuz? Yüce Allah’ın bir lütfu ki bakım yapacaklar da hemen yanı başında hazırlar. Tahmin ettiniz, sanırım. Doğru söylediniz. Onlar gözlerimizin yanı başında duran gözyaşı bezlerimizdir. Onlar gözlerimizi nemlendirerek saydamlılığını sağlarlar. Böylece gözlerin kuruluktan çatlamalarına ve kanamalarına engel olurlar.
Dışarıdan gelen toz ve mikroplara karşı hemen temizlik işine başlarlar. Daha fazla gözyaşı akıtarak… Nezle olduğumuzda gözlerimizin ve burnumuzun sürekli akıntılı olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu da bir temizlik işi… Vücuda yabancı ve zararlı olanları, dışarı atma çalışması… Bazı bebeklerde bu gözyaşı kanalları tıkalı olabiliyor. Bu durumda çocuğun gözlerinin sürekli enfekte olduğunu görüyoruz. İşte bu gözyaşlarının görevini yapamamasından kaynaklanıyor.
Bu temizlik işi psikolojik olarak ta yapılıyor. Zaman zaman iç dünyamızda da gereğinden fazla keder, üzüntü ve elem olabiliyor. Bunlarda gereğinden fazla olduğunda vücuda zarar verebiliyor. Bu durumlarda da gözyaşlarımız ile içimizdeki fazlalıkları dışarı akıtırız. Hatta rahatladığımızı bile söyleriz. Ağlayamayan insanların katı kalpli olduğunu varsayarız. Demek ki ağlamak kişilik üzerinde de etkili… Yüce Allah’ımızın küçük bir ayrıntı ile ne büyük lütuflara bizleri mazhar ettiğini görüyorsunuz, değil mi? Ne kadar hamd etsek azdır yüce Rabb’imize. Demek ki ağlamak ta bir nimetmiş.
O halde bizler de Rabb’imizin verdiği bu gözlerimizi ve gözyaşlarımızı ihmal etmeyelim. En ufak sorunlarda bile hemen alemlere şifa veren Rabb’imize ve uyarılarına başvuralım. Sağlıcakla kalınız…
DR. ALİ YETKİNER

KUŞLAR BİR ÜMMETTİR
Kâinatı bir kitap misali düşünerek, bahçede veya balkonunuzda bir saat oturup, etrafı seyrededurunuz. Kuşların gruplar halinde uçuştuğunu göreceksiniz. Kuşların bir ümmet olduğu gibi karıncaların da, arıların da ve diğer tüm varlıkların da birer ümmet olduğunu fark edeceksiniz. Kuşlara veya karıncalara veya arılar topluluğuna bir odaklanınız.
Onlardaki düzen, organize işbirliği, iletişim, disiplin, gayret, azimet insanın ağzını açık bıraktıracak kadar mükemmeldir. Tüm bu özellikler iradeleri olmayan, küçümsediğimiz hayvancıklar da var. Ve tüm çabaları kendileri için değil, sorumlulukları ne ise onu yapmaktadırlar. Hatta en ilginci hayvancıklar da bile düzeni koruma adına bir önder var. Önderin emirleri doğrultusunda organize olup, hayat serüvenlerini bu şekilde dengelerler.
Ne yazık ki bu hayvancıkların aksine, insanların hem de “inandım” diyenlerin oluşturduğu bu ümmet; imam/ lider tanımamakta, darmadağınık ve başıboş olmayı tercih etmektedir. Bu davranış ta ümmeti bireyselciliğe düşürmekte ve hayat yolculuğu; her geçen sürede daha da büyük bir kaosun içine çekilmektedir.
Toplulukların bir ve beraberlik içinde olması gerektiğine inanırız da, neden bunların bir başının/ liderinin/ imamının/önderinin olması gerektiğine inanmamak için direniriz.
Eğer hâlâ kâinatı bir kitap gibi görüp varlıklar üzerinden tefekküre devam edecek olursak, tüm ümmetler ve imamları/önderleri arasındaki ilişki ve iletişim ile ilgili daha çok pencereler görürüz. Her yaratılışın tek iradeye ve tek sünnete işaret ettiğine dair nice ibretlerin saklı olduğuna şahit oluruz.
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.”
ENAM SÜRESİ /38
Onlardaki düzen, organize işbirliği, iletişim, disiplin, gayret, azimet insanın ağzını açık bıraktıracak kadar mükemmeldir. Tüm bu özellikler iradeleri olmayan, küçümsediğimiz hayvancıklar da var. Ve tüm çabaları kendileri için değil, sorumlulukları ne ise onu yapmaktadırlar. Hatta en ilginci hayvancıklar da bile düzeni koruma adına bir önder var. Önderin emirleri doğrultusunda organize olup, hayat serüvenlerini bu şekilde dengelerler.
Ne yazık ki bu hayvancıkların aksine, insanların hem de “inandım” diyenlerin oluşturduğu bu ümmet; imam/ lider tanımamakta, darmadağınık ve başıboş olmayı tercih etmektedir. Bu davranış ta ümmeti bireyselciliğe düşürmekte ve hayat yolculuğu; her geçen sürede daha da büyük bir kaosun içine çekilmektedir.
Toplulukların bir ve beraberlik içinde olması gerektiğine inanırız da, neden bunların bir başının/ liderinin/ imamının/önderinin olması gerektiğine inanmamak için direniriz.
Eğer hâlâ kâinatı bir kitap gibi görüp varlıklar üzerinden tefekküre devam edecek olursak, tüm ümmetler ve imamları/önderleri arasındaki ilişki ve iletişim ile ilgili daha çok pencereler görürüz. Her yaratılışın tek iradeye ve tek sünnete işaret ettiğine dair nice ibretlerin saklı olduğuna şahit oluruz.
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.”
ENAM SÜRESİ /38

KALP VE KULAK İLK ORGANLAR
İnsanları derin düşüncelere daldıran, dünyadaki en büyük mucizelerden biri de, insanın yaratılışıdır. İnsan, anne karnında bir çift hücre iken, bir insan yavrusuna dönüşüyor. Bu sırada birçok aşamalardan geçiyor.
Bir bebeğin şekillenmesinde ilk oluşan organın kalp ve kulak olduğunu biliyor muydunuz?
İnsanın dünyaya adım atarken, ilk organları kalp ve kulak olduğu gibi, dünyadan ayrılırken de en son kapanan organlar kulak ve kalptir. Bu nedenle hamile kadınlar düşüncelerine, duygularına, sözlerine dikkat etmeliler. Aynı şekilde ölen insanların yanında da sözlere dikkat edilmelidir. Çünkü her iki durumda da kuvvetli telkin veriliyor.
Kalp, düşünce ve duyguların deposu, kulak ta kalbe giden yoldur.
Kalp, kulaktan gelen, telkinlerle besleniyor. Kalbin şekillenmesi kulaktan gelenlere bağlı olduğuna göre, neler telkin edildiğine dikkat edilmelidir. Yapılan telkinler arasında seçici olmak gerekiyor. Aksi takdirde doğacak bebeklere de, ölecek insanlara da zulmetmiş oluruz.
Anneler doğacak bebeklerini sadece bedensel olarak himayelerinde tutmazlar, ruhen de onları kuşatmış olurlar. Annenin stresi, korkusu, kaygısı, sevgisi, güvende hissedişi vs. bebeği etkiler. Veya bebeğini (karnında iken) okşaması, ona kitap okuması, güzel sözler söylemesi vs. bebeği rahatlatır.
Aynı şekilde ölecek insana da güzel sözler söylemek, endişelendirmemek, Allah’ın rahmet sahibi olduğunu hatırlatmak vs. onu rahatlatır…
Her iki durumdaki yani dünyaya gelen ve dünyadan giden kimselere yardım etmek, insanlığın şerefindendir. Allah’û Teâlâ’nın bu mucizeyi bizlere göstermesi boşuna değildir. Mucizeye bakıp tefekkür etmemiz ve sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekir. Doğum ve ölüm noktasında yapılması gerekenler nasıl önemli ise, bu iki dönüm noktası arasında yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler de seçilmelidir. Tüm bunları Yüce Rabb’imizin verdiği terbiye ile öğrenebiliriz.
İnsan, kendisine hediye edilen bu hayattan sorumludur. Doğum süreciyle başlıyor. Tâ ölünceye kadar…
Kalbimizi ne ile dolduruyoruz? Ve ölürken kalbimizi ne ile doldurmuş isek, o yük ile dünyadan gideceğiz.
Ve büyük gün!
Bizi yaratan Rabb’imizin huzuruna çıkacağız.
Bu nedenle, ne taşıdığımıza, neyi yüklendiğimize dikkat edelim, kendi kendimize yazık etmeyelim!
Hiçbir mucize boşuna değil.
Rabb’imiz istiyor ki tefekkür edelim, kendimize gelelim!
Bir bebeğin şekillenmesinde ilk oluşan organın kalp ve kulak olduğunu biliyor muydunuz?
İnsanın dünyaya adım atarken, ilk organları kalp ve kulak olduğu gibi, dünyadan ayrılırken de en son kapanan organlar kulak ve kalptir. Bu nedenle hamile kadınlar düşüncelerine, duygularına, sözlerine dikkat etmeliler. Aynı şekilde ölen insanların yanında da sözlere dikkat edilmelidir. Çünkü her iki durumda da kuvvetli telkin veriliyor.
Kalp, düşünce ve duyguların deposu, kulak ta kalbe giden yoldur.
Kalp, kulaktan gelen, telkinlerle besleniyor. Kalbin şekillenmesi kulaktan gelenlere bağlı olduğuna göre, neler telkin edildiğine dikkat edilmelidir. Yapılan telkinler arasında seçici olmak gerekiyor. Aksi takdirde doğacak bebeklere de, ölecek insanlara da zulmetmiş oluruz.
Anneler doğacak bebeklerini sadece bedensel olarak himayelerinde tutmazlar, ruhen de onları kuşatmış olurlar. Annenin stresi, korkusu, kaygısı, sevgisi, güvende hissedişi vs. bebeği etkiler. Veya bebeğini (karnında iken) okşaması, ona kitap okuması, güzel sözler söylemesi vs. bebeği rahatlatır.
Aynı şekilde ölecek insana da güzel sözler söylemek, endişelendirmemek, Allah’ın rahmet sahibi olduğunu hatırlatmak vs. onu rahatlatır…
Her iki durumdaki yani dünyaya gelen ve dünyadan giden kimselere yardım etmek, insanlığın şerefindendir. Allah’û Teâlâ’nın bu mucizeyi bizlere göstermesi boşuna değildir. Mucizeye bakıp tefekkür etmemiz ve sorumluluğumuzu yerine getirmemiz gerekir. Doğum ve ölüm noktasında yapılması gerekenler nasıl önemli ise, bu iki dönüm noktası arasında yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler de seçilmelidir. Tüm bunları Yüce Rabb’imizin verdiği terbiye ile öğrenebiliriz.
İnsan, kendisine hediye edilen bu hayattan sorumludur. Doğum süreciyle başlıyor. Tâ ölünceye kadar…
Kalbimizi ne ile dolduruyoruz? Ve ölürken kalbimizi ne ile doldurmuş isek, o yük ile dünyadan gideceğiz.
Ve büyük gün!
Bizi yaratan Rabb’imizin huzuruna çıkacağız.
Bu nedenle, ne taşıdığımıza, neyi yüklendiğimize dikkat edelim, kendi kendimize yazık etmeyelim!
Hiçbir mucize boşuna değil.
Rabb’imiz istiyor ki tefekkür edelim, kendimize gelelim!

IŞIKLAR
Hayatımızda trafik çok önemli. Ve elimizden geldiğince kurallara uyarız. Hatta okul kitaplarının arasına bile bu uyarı ders olarak konuldu.
Işıklar kırmızı, sarı, yeşil. Kırmızı da durulur, sarı da hazırlanılır, yeşil de geçilir. Bu, biz insanların yararınadır. Kurallara uyulmadığı takdirde sonuçların nerelere varacağını herkes tahmin edebilir. Kurallar ile hem yayalar, hem de sürücüler korunmuş olur. Kimse kimseyi incitmez. Hak ihlalleri önlenmiş olur.
Trafik kuralları, yeryüzünde küçük bir ayrıntı olmasına rağmen hepimiz için çok önemlidir. Yeryüzündeki tüm hareketlenmeleri düşünecek olursak bu kuralların daha da ehemmiyeti artar. Acaba bu kurallar uygulanmazsa sonuç ne olur! Düşünmek bile korkutucu… Zincirleme trafik kazası bile çok acı iken, bunun ötesi ne kadar ağır…
Bu küçük hareketlenmelere bile trafik kuralları konulurken, her âlemin, her boyutunda bu kadar çokça hareketlenmelere ışıklar konulmaz mı? Elbette yarattığı mülküne ışıklar koyacaktır yüce Rabbimiz. Âlemlerdeki tüm bu hareketlenmelere kırmızı, sarı, yeşil ışıklar verecektir. Hayata yön verecek bu ışıkların açıklamaları Allah ve Resul’ü tarafından bildirilmiştir. Resul’un Ehl-i Beyt’i ve seçilmiş on iki imam tarafından da bu hatırlatmalar bizlere taşınmıştır.
Nerelerde duracağımızı, nerelerde hazır olacağımızı, nerelerde geçebileceğimizi anlatmaktadırlar.
Birkaç yayaları ve birkaç sürücüleri düzene koymak için kurallar konulurda, bu kâinat ve içindekileri korumak için kurallar konulmaz mı? Rabb’imiz bizleri ihmal eder mi?
İşte, trafik ışıklarını gördüğüm zaman, arkasındaki esas, büyük ve hepimizi ilgilendiren ışıkları düşünürüm. En büyük, en feci ve ebedi olan kazaları yaşamamak için, gözlerimi ve kalbimi açık tutarım.
Bu yüzden ilahi ışıkları göz ardı etmeyelim. Kurallara uyalım.
Bildirilen bu Işıklar, bizim iyiliğimiz için!
Işıklar kırmızı, sarı, yeşil. Kırmızı da durulur, sarı da hazırlanılır, yeşil de geçilir. Bu, biz insanların yararınadır. Kurallara uyulmadığı takdirde sonuçların nerelere varacağını herkes tahmin edebilir. Kurallar ile hem yayalar, hem de sürücüler korunmuş olur. Kimse kimseyi incitmez. Hak ihlalleri önlenmiş olur.
Trafik kuralları, yeryüzünde küçük bir ayrıntı olmasına rağmen hepimiz için çok önemlidir. Yeryüzündeki tüm hareketlenmeleri düşünecek olursak bu kuralların daha da ehemmiyeti artar. Acaba bu kurallar uygulanmazsa sonuç ne olur! Düşünmek bile korkutucu… Zincirleme trafik kazası bile çok acı iken, bunun ötesi ne kadar ağır…
Bu küçük hareketlenmelere bile trafik kuralları konulurken, her âlemin, her boyutunda bu kadar çokça hareketlenmelere ışıklar konulmaz mı? Elbette yarattığı mülküne ışıklar koyacaktır yüce Rabbimiz. Âlemlerdeki tüm bu hareketlenmelere kırmızı, sarı, yeşil ışıklar verecektir. Hayata yön verecek bu ışıkların açıklamaları Allah ve Resul’ü tarafından bildirilmiştir. Resul’un Ehl-i Beyt’i ve seçilmiş on iki imam tarafından da bu hatırlatmalar bizlere taşınmıştır.
Nerelerde duracağımızı, nerelerde hazır olacağımızı, nerelerde geçebileceğimizi anlatmaktadırlar.
Birkaç yayaları ve birkaç sürücüleri düzene koymak için kurallar konulurda, bu kâinat ve içindekileri korumak için kurallar konulmaz mı? Rabb’imiz bizleri ihmal eder mi?
İşte, trafik ışıklarını gördüğüm zaman, arkasındaki esas, büyük ve hepimizi ilgilendiren ışıkları düşünürüm. En büyük, en feci ve ebedi olan kazaları yaşamamak için, gözlerimi ve kalbimi açık tutarım.
Bu yüzden ilahi ışıkları göz ardı etmeyelim. Kurallara uyalım.
Bildirilen bu Işıklar, bizim iyiliğimiz için!

DOĞMAK VE ÖLMEK
Ben çalışan bir bayanım. Yoğun iş hayatım bana özel bir zaman pek bırakmıyor. Hafta sonlarına da biriken ev işlerini, çocuklarımın beklentilerini ve yapmam gereken dost ziyaretlerini sığdırırım.
Yine bir hafta sonu cumartesi gününe iki ziyareti sığdırmak zorunda kaldım. Bir arkadaşımın dünyalar tatlısı bir bebeği olmuştu. Bir yakın arkadaşımın da babası vefat etmişti.
Önce doğum yapan arkadaşıma, daha sonra babası vefat eden arkadaşıma gittim. Bir ziyarette güldüm. Diğer ziyarette ise hüzünlendim. Birisine “hoş geldin dünyaya” dedim. Diğerine ise “güle güle” dedim. Biri dünyaya geliyordu, diğeri de ahirete gidiyordu. Tefekkür tüm ruhumu kaplamıştı. Bugün bana çok uzun gelmişti. Hem insanoğlunun başlangıcına, hem de dünyadan ayrılışına şahit olmuştum.
Bu gün neden hem doğuma, hem de ölüme şahit olmuştum. Başlangıç ve bitiş çok dikkatimi çekmişti. Uzun bir tefekkürden sonra şunu anladım.
Yüce Rabb’imiz hepimizi birden yeryüzünde yarattığı gibi, hepimizi birden öldürebilirdi. Neden bizlerin yaratılışını zamana ve mekâna yaydı? Neden birbirimizin ölümüne ve doğumuna şahit tutmuştu?
Çünkü nereden geldiğimizi ve nereye dönüş yapacağımızı anlamamızı istiyordu. Hayatı ucuza satmamızı, kendimizi boş amaçlar peşinde tüketmemizi istemiyordu. Dolayısıyla hayatların ve ölümlerin sahibini bilmemizi istiyordu.
Hz. Ali (as) ye sormuşlar. Allah’ın varlığının delili nedir? O da şöyle cevap vermiştir. “ yaratıklarının O’na muhtaç olmasıdır.”
Hz. Muhammed (s.a.a) “Dünya ile benim ne alakam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” Demişti
Enam süresi/32 “Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?”
İşte bu nedenle nerede bir başlangıç, nerede bir bitiş durumu olsa bu dünya hayatının hali beni çok etkiler. Rabbim iki şehadet arasını hayırlı geçirmemizi nasip etsin.
Yine bir hafta sonu cumartesi gününe iki ziyareti sığdırmak zorunda kaldım. Bir arkadaşımın dünyalar tatlısı bir bebeği olmuştu. Bir yakın arkadaşımın da babası vefat etmişti.
Önce doğum yapan arkadaşıma, daha sonra babası vefat eden arkadaşıma gittim. Bir ziyarette güldüm. Diğer ziyarette ise hüzünlendim. Birisine “hoş geldin dünyaya” dedim. Diğerine ise “güle güle” dedim. Biri dünyaya geliyordu, diğeri de ahirete gidiyordu. Tefekkür tüm ruhumu kaplamıştı. Bugün bana çok uzun gelmişti. Hem insanoğlunun başlangıcına, hem de dünyadan ayrılışına şahit olmuştum.
Bu gün neden hem doğuma, hem de ölüme şahit olmuştum. Başlangıç ve bitiş çok dikkatimi çekmişti. Uzun bir tefekkürden sonra şunu anladım.
Yüce Rabb’imiz hepimizi birden yeryüzünde yarattığı gibi, hepimizi birden öldürebilirdi. Neden bizlerin yaratılışını zamana ve mekâna yaydı? Neden birbirimizin ölümüne ve doğumuna şahit tutmuştu?
Çünkü nereden geldiğimizi ve nereye dönüş yapacağımızı anlamamızı istiyordu. Hayatı ucuza satmamızı, kendimizi boş amaçlar peşinde tüketmemizi istemiyordu. Dolayısıyla hayatların ve ölümlerin sahibini bilmemizi istiyordu.
Hz. Ali (as) ye sormuşlar. Allah’ın varlığının delili nedir? O da şöyle cevap vermiştir. “ yaratıklarının O’na muhtaç olmasıdır.”
Hz. Muhammed (s.a.a) “Dünya ile benim ne alakam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” Demişti
Enam süresi/32 “Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?”
İşte bu nedenle nerede bir başlangıç, nerede bir bitiş durumu olsa bu dünya hayatının hali beni çok etkiler. Rabbim iki şehadet arasını hayırlı geçirmemizi nasip etsin.

RÜYALAR GÖLGE GİBİDİR
Her sağlıklı insan rüya görür. Rüyalar gecelerin süsüdür.
Rüyalar olmasaydı, evrenin ve bedenin karanlığında kalıp, bir odaya hapsedilmiş gibi olacaktı. Elektriğin olmadığı ve gözlerin görmediği bir zamanda insanda ki tahammülsüzlük ve sıkıntılı anlar, saatler boyu sürecekti. Yorulan vücut, dinlenme yerine daha da yorgun ve bitkin bir şekilde uyanacaktı. Düşünsenize saatler nasıl geçecekti!
İnsan zindana hapsedilmiş veya derin bir kuyuya atılmış olacaktı. Uzay boşluğunda terk edilmiş bir insan gibi. Ve bu azabı çekmemek için insanlar uykuya karşı direnecekti. Uyumak bir ceza gibi algılanacaktı. Gün boyunca yorulan vücut, dinlenmeye geçmeyecekti. Ve geçen her gün ile vücut, biraz daha tükenecekti. İnsan belki bir gün uykusuzluğa dayanacaktı. Ya bu iki gün, üç gün, dört gün sürse ne olacaktı… Daha fazlası düşünülemez bile…
Oysa rüyalar ile dinlenme zamanı bir tatile dönüşüyor. Bir dizi, bir sinema, bir tiyatro izler gibi uykuya dalıyor, her alemi geziyor, sevdiği, özlediği herkesi görüyor, yapamadığı hayallerini yaşıyor, belki pikniğe çıkıyor, belki bir dağa tırmanıyor, belki yüzüyor, belki bir kuş gibi uçuyor…
Hatta bu sürecin rahat geçmesi için yüce Rabb’imiz dış etkenleri ortadan kaldırıyor. Gecenin özelliği bu değil mi? Işık, ses gibi etkenleri kaldırarak dış ortamı hazırlıyor. Bu yüzden gece çok güzel bir dinlenme zamanıdır. Öyle ki Rabbimiz atmosfer basıncını bile dinlenmeye göre ayarlıyor.
Tüm insanların aynı zamanda dinlenmeye geçmesi bir mucize gibi. İnsanların kendi istekleri ile davet etmedikleri halde, gecenin ilerleyen saatlerinde uykunun evlerine bir misafir olarak gelmesi. Bu da ayrı bir mucize. Hemen herkes o saatlerde esnemeye başlıyor, gizli bir emir gibi tüm organlar o emre tabÎ oluyor.
Düzenli uykusu olmayanların dengelerinin bozulduğunu görürüz. Genelde psikolojik sorunlar yaşayanlarda uyku düzensizliği olur, belki rüya bile göremezler.
Belki de sorunların altında yatan en önemli sebep, uykuya geçmemeleridir.
Çünkü rüyalar güzel ve hoş bir rüzgar gibi esiyorsa, o kişi dinç ve huzurlu uyanır. Belki de o güne yeni bir başlangıç yapar, belki de hayatına yeni bir sayfa açar.
Eğer rüyalar kötü ve nahoş bir rüzgar gibi esiyorsa bu da bir lütuf. Çünkü bilinç altı biriken zehirli duygu ve düşünceler amellere ve hayata dökülmeden boşalıyor. Bu; öfke, kin, nefret, zan, haset gibi yanlış düşünce ve duyguların, kendisine ve başkalarına zarar vermeden yok olmasını sağlar. Belki de ruhta biriken negatif enerjinin boşalmasıdır.
Eğer insan kendisinde biriken kin, nefret, öfke, haset gibi baskılardan kurtulamasaydı, acaba sonu ne olurdu? İnsan ruhu tam bir harabeye dönüşürdü. Dışarı atması gereken zararlı duygular içeride depolanırdı.
Bazen de rüyalar insana düşünce jimnastiği yapar. Ya şöyle, şöyle olsaydı, şöyle şöyle dedirtirir. İşte alternatif düşünce ve duygular arasında pratik ve deneme yapılmadan tercihleri kolayca seçmeyi sağlar.
Gözler kapalıdır. Ama gözler çok şey görür. Kulaklar hiçbir ses duymaz. Ama çok şey işitirler. Hiçbir ses çıkarmazlar. Ama çek şey söylerler. Çünkü konuşan, dinleyen, gören beden değildir, ruhtur. Bu da materyalistlere ve dünyaya tapanlara gelen bir şamar gibidir. Ama anlayanlara…
Tüm bu hikmetlerden dolayı iyi ki rüyalar varmış.
Türlü türlü alemleri gezen rüya sahibi, gerçekte de başka alemlere gideceğini düşünür. Uyku küçük bir ölümdür. Alemleri gezen rüya sahibi; berzah alemine, mahşer alemine, ebedi aleme gideceğini artık yakinen inanarak düşünür. Bu yüzden uykuyu sanal, uyanışı realite olarak görür. Buna binaen bu dünya bir rüya, öbür dünya bir realitedir.
Bazen de rüyalar insanın gün içerisinde nasıl beslendiğini gösterir. Gözlerden, kulaklardan neler içeriye girmiş, kalp ve akıl o gün nelerle meşgul olmuş, korkuları, heyecanları nasıl şekillenmiş… Rüyalar gölgeler gibidir. İnsanın iç alemini yansıtır. Aslında rüyalar insana çok şeyler anlatır. İşte rüyaları anlamak bir marifet. Bu da rüya sahibinin kalbine ve aklının marifetine bağlı.
Ama her şeyden önce en önemli nokta, insanı ne gecelerin karanlıklarına, ne de bedenin karanlıklarına mahkum etmeyen Rabb’imize binlerce kez hamd etmek. Çünkü rüyalar, insanoğlunun üzerinde apaçık tecelli eden ve insanı kuşatan bir ayettir.
İlahi bir ninnidir.
Rüyalar olmasaydı, evrenin ve bedenin karanlığında kalıp, bir odaya hapsedilmiş gibi olacaktı. Elektriğin olmadığı ve gözlerin görmediği bir zamanda insanda ki tahammülsüzlük ve sıkıntılı anlar, saatler boyu sürecekti. Yorulan vücut, dinlenme yerine daha da yorgun ve bitkin bir şekilde uyanacaktı. Düşünsenize saatler nasıl geçecekti!
İnsan zindana hapsedilmiş veya derin bir kuyuya atılmış olacaktı. Uzay boşluğunda terk edilmiş bir insan gibi. Ve bu azabı çekmemek için insanlar uykuya karşı direnecekti. Uyumak bir ceza gibi algılanacaktı. Gün boyunca yorulan vücut, dinlenmeye geçmeyecekti. Ve geçen her gün ile vücut, biraz daha tükenecekti. İnsan belki bir gün uykusuzluğa dayanacaktı. Ya bu iki gün, üç gün, dört gün sürse ne olacaktı… Daha fazlası düşünülemez bile…
Oysa rüyalar ile dinlenme zamanı bir tatile dönüşüyor. Bir dizi, bir sinema, bir tiyatro izler gibi uykuya dalıyor, her alemi geziyor, sevdiği, özlediği herkesi görüyor, yapamadığı hayallerini yaşıyor, belki pikniğe çıkıyor, belki bir dağa tırmanıyor, belki yüzüyor, belki bir kuş gibi uçuyor…
Hatta bu sürecin rahat geçmesi için yüce Rabb’imiz dış etkenleri ortadan kaldırıyor. Gecenin özelliği bu değil mi? Işık, ses gibi etkenleri kaldırarak dış ortamı hazırlıyor. Bu yüzden gece çok güzel bir dinlenme zamanıdır. Öyle ki Rabbimiz atmosfer basıncını bile dinlenmeye göre ayarlıyor.
Tüm insanların aynı zamanda dinlenmeye geçmesi bir mucize gibi. İnsanların kendi istekleri ile davet etmedikleri halde, gecenin ilerleyen saatlerinde uykunun evlerine bir misafir olarak gelmesi. Bu da ayrı bir mucize. Hemen herkes o saatlerde esnemeye başlıyor, gizli bir emir gibi tüm organlar o emre tabÎ oluyor.
Düzenli uykusu olmayanların dengelerinin bozulduğunu görürüz. Genelde psikolojik sorunlar yaşayanlarda uyku düzensizliği olur, belki rüya bile göremezler.
Belki de sorunların altında yatan en önemli sebep, uykuya geçmemeleridir.
Çünkü rüyalar güzel ve hoş bir rüzgar gibi esiyorsa, o kişi dinç ve huzurlu uyanır. Belki de o güne yeni bir başlangıç yapar, belki de hayatına yeni bir sayfa açar.
Eğer rüyalar kötü ve nahoş bir rüzgar gibi esiyorsa bu da bir lütuf. Çünkü bilinç altı biriken zehirli duygu ve düşünceler amellere ve hayata dökülmeden boşalıyor. Bu; öfke, kin, nefret, zan, haset gibi yanlış düşünce ve duyguların, kendisine ve başkalarına zarar vermeden yok olmasını sağlar. Belki de ruhta biriken negatif enerjinin boşalmasıdır.
Eğer insan kendisinde biriken kin, nefret, öfke, haset gibi baskılardan kurtulamasaydı, acaba sonu ne olurdu? İnsan ruhu tam bir harabeye dönüşürdü. Dışarı atması gereken zararlı duygular içeride depolanırdı.
Bazen de rüyalar insana düşünce jimnastiği yapar. Ya şöyle, şöyle olsaydı, şöyle şöyle dedirtirir. İşte alternatif düşünce ve duygular arasında pratik ve deneme yapılmadan tercihleri kolayca seçmeyi sağlar.
Gözler kapalıdır. Ama gözler çok şey görür. Kulaklar hiçbir ses duymaz. Ama çok şey işitirler. Hiçbir ses çıkarmazlar. Ama çek şey söylerler. Çünkü konuşan, dinleyen, gören beden değildir, ruhtur. Bu da materyalistlere ve dünyaya tapanlara gelen bir şamar gibidir. Ama anlayanlara…
Tüm bu hikmetlerden dolayı iyi ki rüyalar varmış.
Türlü türlü alemleri gezen rüya sahibi, gerçekte de başka alemlere gideceğini düşünür. Uyku küçük bir ölümdür. Alemleri gezen rüya sahibi; berzah alemine, mahşer alemine, ebedi aleme gideceğini artık yakinen inanarak düşünür. Bu yüzden uykuyu sanal, uyanışı realite olarak görür. Buna binaen bu dünya bir rüya, öbür dünya bir realitedir.
Bazen de rüyalar insanın gün içerisinde nasıl beslendiğini gösterir. Gözlerden, kulaklardan neler içeriye girmiş, kalp ve akıl o gün nelerle meşgul olmuş, korkuları, heyecanları nasıl şekillenmiş… Rüyalar gölgeler gibidir. İnsanın iç alemini yansıtır. Aslında rüyalar insana çok şeyler anlatır. İşte rüyaları anlamak bir marifet. Bu da rüya sahibinin kalbine ve aklının marifetine bağlı.
Ama her şeyden önce en önemli nokta, insanı ne gecelerin karanlıklarına, ne de bedenin karanlıklarına mahkum etmeyen Rabb’imize binlerce kez hamd etmek. Çünkü rüyalar, insanoğlunun üzerinde apaçık tecelli eden ve insanı kuşatan bir ayettir.
İlahi bir ninnidir.

HAMİLELİKTE EKŞİ VE TATLI YEMEK, ÇOCUĞUNUN CİNSİYETİNE İŞARET ETMEZ!
Toplum içerisinde aşerme olarak bilinen, hamile kadınların çeşitli yiyecek ve içecekleri arzulamasıdır. Bazen de tam tersi isteksizlik olarak hatta daha ileri derecede bulantı ve kusmaların görülmesidir.
Genelde bu tablolar psikolojik olarak düşünülür. Bazen de hanımın eşine ve ailesine nazı olarak kabul edilir. Hâlbuki olay tamamen bunlardan farklıdır. Yüce Rabb’imizin rahmet vahiyleri dört tarafımızı kuşatır. Ama biz bunun farkında olamayız.
Kadının ekşi şeyler arzulaması kanın sulanmaya ihtiyaç duymasındandır. Kan sulanacak ki plasentadan bebeğe kanın geçişi kolay olsun. Aksi takdirde plasenta dolayısıyla bebek beslenemeyecek.
Anne adayı bazen de tatlı ister. Çünkü hamilelikte şeker düzeyi değişkendir. Düşüklüğüne karşı annede tatlı yeme isteği doğar.
Bazen de toksin maddeler vücutta birikir. Ya da vücut yüklenmek istemez. Bu seferde bulantı hisseder ve bu yiyecek ve içeceklere tepki gösterir. Kendini bu şekilde savunmaya alır.
Hamilelerde koku frekansı yüksektir. Koku frekansının yüksek olması da vücutta yoğunlaşan östrojen hormonuna bağlı gelişmektedir.
Anlayacağınız her yeme isteğinin veya her tepkinin bir sebebi var…
Ve biz üzerimizde gerçekleşen bu mucizelerin farkında değiliz.
Rabbim bizleri kendi rahmet ve lütufları ile doğal sürece indirger.
Tefekkür ettiğimizde binlerce sahne çıkar karşımıza.
Evet, tüm bunları bilemeyiz, farkında olamayız.
Ama tek bildiğimiz şey var.
O, bizim vekilimiz.
Bizim adımıza her şeyi yoluna koyar.
Genelde bu tablolar psikolojik olarak düşünülür. Bazen de hanımın eşine ve ailesine nazı olarak kabul edilir. Hâlbuki olay tamamen bunlardan farklıdır. Yüce Rabb’imizin rahmet vahiyleri dört tarafımızı kuşatır. Ama biz bunun farkında olamayız.
Kadının ekşi şeyler arzulaması kanın sulanmaya ihtiyaç duymasındandır. Kan sulanacak ki plasentadan bebeğe kanın geçişi kolay olsun. Aksi takdirde plasenta dolayısıyla bebek beslenemeyecek.
Anne adayı bazen de tatlı ister. Çünkü hamilelikte şeker düzeyi değişkendir. Düşüklüğüne karşı annede tatlı yeme isteği doğar.
Bazen de toksin maddeler vücutta birikir. Ya da vücut yüklenmek istemez. Bu seferde bulantı hisseder ve bu yiyecek ve içeceklere tepki gösterir. Kendini bu şekilde savunmaya alır.
Hamilelerde koku frekansı yüksektir. Koku frekansının yüksek olması da vücutta yoğunlaşan östrojen hormonuna bağlı gelişmektedir.
Anlayacağınız her yeme isteğinin veya her tepkinin bir sebebi var…
Ve biz üzerimizde gerçekleşen bu mucizelerin farkında değiliz.
Rabbim bizleri kendi rahmet ve lütufları ile doğal sürece indirger.
Tefekkür ettiğimizde binlerce sahne çıkar karşımıza.
Evet, tüm bunları bilemeyiz, farkında olamayız.
Ama tek bildiğimiz şey var.
O, bizim vekilimiz.
Bizim adımıza her şeyi yoluna koyar.

HANGİNİZ DAHA İYİ İŞLER YAPACAK?
“Kafirler, gökler ile yer birbirine bitişikken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar yine iman etmiyorlar mı?!”
(Enbiya Suresi/30)
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye, “isteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “isteyerek geldik” dedi. Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.”
( Fussilet Suresi/12)
Göklerin yaratılışının iki günde gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Gün belirli bir zaman dilimi demektir. Bu terimi her ortamda dünyanın kendi çevresinde bir kerelik dönmesinden oluşan bildiğimiz gün ile örtüşmesi gerekmez. Nitekim Ay’ın bir günü Dünya ölçüsü ile yaklaşık olarak yaklaşık 29,5 güne denktir. Belirli bir zaman dilimine gün denilmesi yaygın bir kullanımdır.
Buna göre yüce Allah, yedi gök katmanını iki zaman diliminde yarattı. Nitekim yeryüzü hakkında da, “ Yeryüzünü iki günde yarattı… Orada gıdalarını dört günde takdir etti.” (Fussilet Suresi/10) buyuruyor. Allah, bu ayette yeryüzünü iki günde yarattığını bildiriyor. Bu iki gün, iki dönem ve iki zaman dilimi demektir. Ayrıca yeryüzündeki gıdaları dört günde yarattığını belirtiyor ki, bu günlerden maksat yılın dört mevsimidir.
Göklerin ve yeryüzünün bugünkü şekilleri ve nitelikleriyle yaratılışı, mutlak yokluktan olmamıştır. Bunlar daha önce türdeş ve yekpare maddeler halinde idi. Bu yekpare maddeler parçalara ayrılarak iki zaman dilimi zarfında yeryüzü haline getirilmiştir. Gökyüzü de duman(gaz) halindeydi. Daha sonraki zaman dilimi zarfında elementlerine ayrılarak yedi ayrı göğe dönüştürülmüştür.
Gözlerimizin gördüğü bütün canlılar sudan yaratılmıştır. Suyun ana maddesi, hayatın ana maddesidir. “O’nun arşı su üzerindeydi” ifadesi Allah’ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı gün arşı su üzerindeydi anlamındadır. O gün arşın su üzerinde olması yüce Allah’ın hayatın ana maddesi olan su üzerinde egemenliğinin göstergesinin kinayeli bir ifadesidir. Bu arşın bir yere yerleşmesi de egemenliğinin o yere yerleşmesi demektir.
Nitekim Allah’ın arş üzerine istivası da, O’nun egemenlik dizginlerini ele alıp yaratıkları yönetmeye başlaması demektir.
“Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağını belirlemek için” ifadesi yaratmanın amacını anlatır. Bu yaratmadaki maksadı sınavdan geçirmek, amaca uygun davrananlar ile uygun davranmayanları ayırmaktır. Bilinen bir gerçektir.
Deneme ve imtihanın kendisi amaç değildir. Denem ve imtihandan amaç kaliteliyi kalitelisizden, iyiyi kötüden ayırmaktır. İyiliğin kötülükten ayırt edilmek istenmesinin gerekçesi de bunların hak ettikleri karşılıklarını vermektir. Karşılıkların verilmek istenmesinin gerekçesi de, bunlarla ilgili vaatlerin yerine getirilmesidir. Nitekim yüce Allah, imtihanın yaratılış amacı olduğunu vurgulamak üzere buyurmuştur.
“Biz onlardan hangisinin daha iyi işler yaptığını sınayalım diye yeryüzü üzerinde olanları orası için bir süs kıldık” (Kehf Suresi/7)
“… Allah, murdarı temizden ayıklasın.” (Enfal Suresi/37)
“Allah, gökleri ve yeri hak olarak ve hiçbir kimseye zulüm edilmeksizin her kişinin kendi kazandığıyla mükâfatlandırılması için yarattı.” (Casiye Suresi/2)
Tüm bu anlattıklarımızdan yola çıkarak, kâinata egemen olan birlik ve bütünlük her varlık türünün yaratılışın amacı olmasını doğrular. Her varlık türü kâinatın parçaları arasında yaratılışın gayesini hitap eder. İşte insan tüm bu yaratılanların arasında en mükemmeli ve en özelidir.
İnsan maddi varoluşuyla menilik, ceninlik, çocukluk gibi gelişme aşamalarını gösterdiği gibi ruhen de aşamalar ile kemâle erme mücadelesi göstermelidir.
“Hanginizin daha iyi işler yapacağını belirlemek” cümlesi başkalarından daha iyi işler yapanın ayırt edilmesinin amaçlandığını ifade eder. Bu başkaları ister iyi işler yapan kimseler olsun, ister kötü işler yapan kimseler olsun. Buna göre kim başkalarından daha iyi işler yaparsa bu örnek ferdin onlardan ayırt edilmesi yaratılışın amacı olur. “Sen olmasan ben kâinatı yaratmazdım” şeklindeki yüce Allah’ın peygamberimize seslenişi belki de bu açıklamamızın hikmetini ifade eder.
Kısaca sonuç; yeryüzü ve gökler yüce Allah’a isteyerek geldiler. Yaratılanlardan biri de biz insanlarız. Acaba bizler de isteyerek gelecek miyiz ve bunun göstergesi de hangimiz daha iyi işler yapacak?
El mizan tefsiri/Tabatabai’den
(Enbiya Suresi/30)
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye, “isteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “isteyerek geldik” dedi. Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.”
( Fussilet Suresi/12)
Göklerin yaratılışının iki günde gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Gün belirli bir zaman dilimi demektir. Bu terimi her ortamda dünyanın kendi çevresinde bir kerelik dönmesinden oluşan bildiğimiz gün ile örtüşmesi gerekmez. Nitekim Ay’ın bir günü Dünya ölçüsü ile yaklaşık olarak yaklaşık 29,5 güne denktir. Belirli bir zaman dilimine gün denilmesi yaygın bir kullanımdır.
Buna göre yüce Allah, yedi gök katmanını iki zaman diliminde yarattı. Nitekim yeryüzü hakkında da, “ Yeryüzünü iki günde yarattı… Orada gıdalarını dört günde takdir etti.” (Fussilet Suresi/10) buyuruyor. Allah, bu ayette yeryüzünü iki günde yarattığını bildiriyor. Bu iki gün, iki dönem ve iki zaman dilimi demektir. Ayrıca yeryüzündeki gıdaları dört günde yarattığını belirtiyor ki, bu günlerden maksat yılın dört mevsimidir.
Göklerin ve yeryüzünün bugünkü şekilleri ve nitelikleriyle yaratılışı, mutlak yokluktan olmamıştır. Bunlar daha önce türdeş ve yekpare maddeler halinde idi. Bu yekpare maddeler parçalara ayrılarak iki zaman dilimi zarfında yeryüzü haline getirilmiştir. Gökyüzü de duman(gaz) halindeydi. Daha sonraki zaman dilimi zarfında elementlerine ayrılarak yedi ayrı göğe dönüştürülmüştür.
Gözlerimizin gördüğü bütün canlılar sudan yaratılmıştır. Suyun ana maddesi, hayatın ana maddesidir. “O’nun arşı su üzerindeydi” ifadesi Allah’ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı gün arşı su üzerindeydi anlamındadır. O gün arşın su üzerinde olması yüce Allah’ın hayatın ana maddesi olan su üzerinde egemenliğinin göstergesinin kinayeli bir ifadesidir. Bu arşın bir yere yerleşmesi de egemenliğinin o yere yerleşmesi demektir.
Nitekim Allah’ın arş üzerine istivası da, O’nun egemenlik dizginlerini ele alıp yaratıkları yönetmeye başlaması demektir.
“Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağını belirlemek için” ifadesi yaratmanın amacını anlatır. Bu yaratmadaki maksadı sınavdan geçirmek, amaca uygun davrananlar ile uygun davranmayanları ayırmaktır. Bilinen bir gerçektir.
Deneme ve imtihanın kendisi amaç değildir. Denem ve imtihandan amaç kaliteliyi kalitelisizden, iyiyi kötüden ayırmaktır. İyiliğin kötülükten ayırt edilmek istenmesinin gerekçesi de bunların hak ettikleri karşılıklarını vermektir. Karşılıkların verilmek istenmesinin gerekçesi de, bunlarla ilgili vaatlerin yerine getirilmesidir. Nitekim yüce Allah, imtihanın yaratılış amacı olduğunu vurgulamak üzere buyurmuştur.
“Biz onlardan hangisinin daha iyi işler yaptığını sınayalım diye yeryüzü üzerinde olanları orası için bir süs kıldık” (Kehf Suresi/7)
“… Allah, murdarı temizden ayıklasın.” (Enfal Suresi/37)
“Allah, gökleri ve yeri hak olarak ve hiçbir kimseye zulüm edilmeksizin her kişinin kendi kazandığıyla mükâfatlandırılması için yarattı.” (Casiye Suresi/2)
Tüm bu anlattıklarımızdan yola çıkarak, kâinata egemen olan birlik ve bütünlük her varlık türünün yaratılışın amacı olmasını doğrular. Her varlık türü kâinatın parçaları arasında yaratılışın gayesini hitap eder. İşte insan tüm bu yaratılanların arasında en mükemmeli ve en özelidir.
İnsan maddi varoluşuyla menilik, ceninlik, çocukluk gibi gelişme aşamalarını gösterdiği gibi ruhen de aşamalar ile kemâle erme mücadelesi göstermelidir.
“Hanginizin daha iyi işler yapacağını belirlemek” cümlesi başkalarından daha iyi işler yapanın ayırt edilmesinin amaçlandığını ifade eder. Bu başkaları ister iyi işler yapan kimseler olsun, ister kötü işler yapan kimseler olsun. Buna göre kim başkalarından daha iyi işler yaparsa bu örnek ferdin onlardan ayırt edilmesi yaratılışın amacı olur. “Sen olmasan ben kâinatı yaratmazdım” şeklindeki yüce Allah’ın peygamberimize seslenişi belki de bu açıklamamızın hikmetini ifade eder.
Kısaca sonuç; yeryüzü ve gökler yüce Allah’a isteyerek geldiler. Yaratılanlardan biri de biz insanlarız. Acaba bizler de isteyerek gelecek miyiz ve bunun göstergesi de hangimiz daha iyi işler yapacak?
El mizan tefsiri/Tabatabai’den

AĞAÇLAR
Her ağaç bir karakter taşır. Kendine has özellikleri vardır. Yaprakları, dalları, kökleri, kabukları, çiçekleri, tohumları farklı farklıdır. Damarları, kokusu, duruşu, ifadesi, ahlakı bile…
Her ayrıntısı bize bir şeyler hatırlatır. Adeta bizimle konuşuyor gibi. Duruşu sağlam olan ağaçlar göğe doğru yükselirler. Dallarını etrafa açmış yukarıya doğru dua eder gibi. Aşağı doğru da kanat açar gibi durur. Gölgesinden, yaprağından, dallarından faydalanırız.
Her ağacın meyvesi vardır. Sanki zirveye çıkmış, yeni nesillere atalık yapar. Kendi varisine genlerini aktarır. Hem de bir veya birkaç değil, yüzlerce ürün verir. Kendini tüketmek pahasına üretir. Tabi tüm bu anlattıklarımız doğru ve kaliteli bir ağaç için geçerlidir. Aynen duruşu sağlam bir insan gibi.
Kötü ağaç ise, ne kendisine faydası vardır, ne de etrafına, ne iyi bir nesildir, ne de iyi bir ata. Dalları, yaprakları kullanılmaz, bir işe yaramaz, meyve vermez. Böyle bir ağaç gereksiz diye düşünülür. “Kütük” diye vasıflanır. Ateş için yakıt olarak kullanılır. Verdiği ürünlerde kalitesizdir. Sonunda ata ve nesil beraber yakılır. Âdeta yok edilmeye çalışılır.
İyi ve kötü ağaç misali, ayet-i kerimelerde şöyle tasavvur edilir.
İbrahim suresi/ 24-26 “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.”
Güzel söz, tevhit kelimesidir. Tevhid kelimesini iyi anlamış biri, iyi bir ağaç gibi görünür. Kökleri sağlam, gövdesi göklere uzanmış, meyveleri bol bir ağaç olarak önümüze çıkar. Ona bakanlara hayranlık verir. Övülür, sevilir.
Şirke bulaşmış kişi ise, kötü ağaç misalidir. Kökleri olmayan, işe yaramayan, tüm kötü fikir ve tuzaklara açık vermiş bir kişi olarak anlatılır.
Tüm bunlardan yola çıkarak şu sonuca varırız.
Hangi karakteri taşıyoruz ve hangi ağaç bizi temsil eder? Köklerimiz, gövdemiz, dallarımız, yapraklarımız, meyvelerimiz ne durumda? Duruşumuz, kokumuz, kimliğimiz, ürettiğimiz ne halde… Hangi ahlak bizim yapımız? Neleri severiz, nelerden nefret ederiz? Tüm iç ve dış etkenlere karşı dirençli miyiz? Hangi mevsimi sever, hangi sularla beslenir, neleri nesillere taşırız? Böceklere, rüzgârlara, saldırılara, iç ve dış etkenlere karşı güçlü müyüz? İçimizde ve dışımızda olup bitenler, bizim yaratılış amacımızı ve yolumuzu değiştirir mi?
Ağaçlar ile empati yapalım. Sanırım ağacın dilini anladığımız zaman, onların bize ne kadar çok şey anlatacağını düşünüyorum. Yeter ki ağaçlara bakalım ve tefekkür edelim. Tefekkürünüzün ardından birçok pencerenin size de açılacağını fark edeceksiniz. Bu tavsiyeyi babam bana yapmıştı ve bana birçok pencere açılmıştı.
Her ayrıntısı bize bir şeyler hatırlatır. Adeta bizimle konuşuyor gibi. Duruşu sağlam olan ağaçlar göğe doğru yükselirler. Dallarını etrafa açmış yukarıya doğru dua eder gibi. Aşağı doğru da kanat açar gibi durur. Gölgesinden, yaprağından, dallarından faydalanırız.
Her ağacın meyvesi vardır. Sanki zirveye çıkmış, yeni nesillere atalık yapar. Kendi varisine genlerini aktarır. Hem de bir veya birkaç değil, yüzlerce ürün verir. Kendini tüketmek pahasına üretir. Tabi tüm bu anlattıklarımız doğru ve kaliteli bir ağaç için geçerlidir. Aynen duruşu sağlam bir insan gibi.
Kötü ağaç ise, ne kendisine faydası vardır, ne de etrafına, ne iyi bir nesildir, ne de iyi bir ata. Dalları, yaprakları kullanılmaz, bir işe yaramaz, meyve vermez. Böyle bir ağaç gereksiz diye düşünülür. “Kütük” diye vasıflanır. Ateş için yakıt olarak kullanılır. Verdiği ürünlerde kalitesizdir. Sonunda ata ve nesil beraber yakılır. Âdeta yok edilmeye çalışılır.
İyi ve kötü ağaç misali, ayet-i kerimelerde şöyle tasavvur edilir.
İbrahim suresi/ 24-26 “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.”
Güzel söz, tevhit kelimesidir. Tevhid kelimesini iyi anlamış biri, iyi bir ağaç gibi görünür. Kökleri sağlam, gövdesi göklere uzanmış, meyveleri bol bir ağaç olarak önümüze çıkar. Ona bakanlara hayranlık verir. Övülür, sevilir.
Şirke bulaşmış kişi ise, kötü ağaç misalidir. Kökleri olmayan, işe yaramayan, tüm kötü fikir ve tuzaklara açık vermiş bir kişi olarak anlatılır.
Tüm bunlardan yola çıkarak şu sonuca varırız.
Hangi karakteri taşıyoruz ve hangi ağaç bizi temsil eder? Köklerimiz, gövdemiz, dallarımız, yapraklarımız, meyvelerimiz ne durumda? Duruşumuz, kokumuz, kimliğimiz, ürettiğimiz ne halde… Hangi ahlak bizim yapımız? Neleri severiz, nelerden nefret ederiz? Tüm iç ve dış etkenlere karşı dirençli miyiz? Hangi mevsimi sever, hangi sularla beslenir, neleri nesillere taşırız? Böceklere, rüzgârlara, saldırılara, iç ve dış etkenlere karşı güçlü müyüz? İçimizde ve dışımızda olup bitenler, bizim yaratılış amacımızı ve yolumuzu değiştirir mi?
Ağaçlar ile empati yapalım. Sanırım ağacın dilini anladığımız zaman, onların bize ne kadar çok şey anlatacağını düşünüyorum. Yeter ki ağaçlara bakalım ve tefekkür edelim. Tefekkürünüzün ardından birçok pencerenin size de açılacağını fark edeceksiniz. Bu tavsiyeyi babam bana yapmıştı ve bana birçok pencere açılmıştı.

DENİZLER TUZLU OLMASAYDI
Yağmurlar ilahi rahmet üzere tertemiz, arınmış bir şekilde iner yeryüzüne. Sanki yeryüzünü ve üzerindeki her şeye bir banyo yaptırır. Temizler evlerimizi, bahçelerimizi, arabalarımızı, sokaklarımızı…
Ve bu kirlenmiş sular toparlanır, akar. Bazen akarsulara karışır, bazen de kanalizasyonlara. Ama hepsi bir yerde buluşur; Denizlerde. Canlı, cansız her varlığın artık suları denizlere ulaşır.
İlahi hikmet işte burada!
Bu kirli sular denizlere karışınca denizlerde kirli olacaktı. Denizlerin üzerinde, bir katman tüm mikropların kolonizasyonları. Denizin içinden bin bir çeşit hastalık yeryüzüne yayılacaktı. Hiçbir canlı buralardan yararlanamayacaktı. Ne yüzülecek, nede geçit bulabilecekti… Eğer denizler tuzlu olmasaydı.
İşte denizler bir salamura misali tüm kendisine akan mikropları eritiyor, yok ediyor. Kendi kendini dezenfekte ediyor. Bugün insanlar, hayvanlar, hatta bitkiler güven içinde yaşıyorlarsa bu Rabb’imizin lütfünden dolayıdır.
Rabbimize binlerce kez hamd olsun.
Bakara süresi/ 164 “ Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.”
Ve bu kirlenmiş sular toparlanır, akar. Bazen akarsulara karışır, bazen de kanalizasyonlara. Ama hepsi bir yerde buluşur; Denizlerde. Canlı, cansız her varlığın artık suları denizlere ulaşır.
İlahi hikmet işte burada!
Bu kirli sular denizlere karışınca denizlerde kirli olacaktı. Denizlerin üzerinde, bir katman tüm mikropların kolonizasyonları. Denizin içinden bin bir çeşit hastalık yeryüzüne yayılacaktı. Hiçbir canlı buralardan yararlanamayacaktı. Ne yüzülecek, nede geçit bulabilecekti… Eğer denizler tuzlu olmasaydı.
İşte denizler bir salamura misali tüm kendisine akan mikropları eritiyor, yok ediyor. Kendi kendini dezenfekte ediyor. Bugün insanlar, hayvanlar, hatta bitkiler güven içinde yaşıyorlarsa bu Rabb’imizin lütfünden dolayıdır.
Rabbimize binlerce kez hamd olsun.
Bakara süresi/ 164 “ Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah’ın birliğine deliller vardır.”
bottom of page