top of page

Tecrübelerden Yansımalar

Bir Anı
Bismillahirrahmanirrahim
EN GÜZEL YARIŞMA
Şaban ayının 15'i nihayet gelip çattı. Bugün zamanımızın imamı olan Hz Mehdi'nin (a.s) doğum günü idi. İmamımızın(a.s) varlığına duyduğumuz sevincimizi, O'na (a.s) olan sevgi ve bağlılığımızı göstermek için Bolu ilinin Gerede ilçesinde muhteşem bir ormanlık alana kutlama yapmaya geldik. Biz ve birkaç aile erkenden gittik. Çünkü konuklar gelmeden buranın düzenlenmesi ve süslenmesi gerekiyordu.
İlk olarak iki devasa ağacın önüne ses sistemini kurdular. Ardından ağaçların dallarına ipleri gererek süsleri taktılar. Biz çocuklara da balon şişirmek kalmıştı. Bütün balonları şişirdik, onları da iplere astılar. Zaten etkileyici, yemyeşil bir doğası vardı, süslemeler de olunca baharın gelişi gibi canlılık kattı buraya. Sanki kuşlar da "Benim de bir katkım olsun." dercesine cıvıl cıvıl sesleriyle bizlere eşlik ediyordu.
Ses sisteminin yanındaki masada hediyeler ve yarışma soruları vardı. Yarışma 10-14 yaş aralığındaki çocuklara yönelikti. Bilgi yarışması olacaktı. Babam ısrarla beni de bu yarışmaya kattı. Böyle yarışmalara katılmak hem unuttuğumuz bilgileri hatırlamamızı hem de araştırma yaparak yeni bilgiler öğrenmemizi sağladığını söylüyor babam. Gerçekten de bu yarışma için epey araştırma yaptık, çalıştık. Çok heyecanlıyım. Umarım heyecandan unutmam öğrendiğim bilgileri. Aklım masanın üzerinde bulunan zarfın içindeki sorulardaydı. Çok mu zordu acaba? Soruları çok merak ettim. Ama tabiki de bakmaya gitmedim. Kimsenin hakkını yemek istemem. Zaten programın sunuculuğunu yapacak olan Rahman ağabey, muhafız gibi başında bekliyordu.
Konuklar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ülkemizin pek çok şehrinden gelen vardı. Kimisi uzak illerden kimisi yakın illerden geldi. Bu kadar insanı dört bir yandan bir araya getiren İmamımıza (a.s) duydukları sevgiydi. Bu sevgi, insanların kenetlenmesini sağlamıştı. Herkes getirdikleri kilimleri çimenlerin üzerine serdiler, kilimlere oturdular. Oldukça kalabalıktı. Programın başlama saati geldi. Hasan ağabey, mikrofonu eline aldı, besmele çekerek başladı konuşmaya. Peygamber efendimizin (s.a.a) ismi anıldığında herkes hızla ayağa kalktı ve yüksek sesle salavat çekti. Ormanlık alan salavat sesleriyle yankılandı. O an tüm dünya peygamberimize (s.a.a) selam veriyormuş gibi hissettim ve içim huzurla doldu. İnanılmaz bir duyguydu. Arkadaşlarımın gözlerine baktığımda onlarla aynı duyguyu taşıdığımı düşündüm ve mutlu oldum.
Az önceki ormanı inleten sesin yerini sessizlik almıştı. Herkes program için dikkat kesilmişti. Ali Rıza hoca Kuran-ı Kerim'den ayetler okudu, okuduğu ayetlerin anlamını açıkladı. İsmini bilmediğim başka bir hoca ise İmamımızı beklerken nasıl davranmamız gerektiğini açıkladı. Bu konu ilgimi çekti. Bizler imamımızı (a.s) şu an görmüyoruz ama O'nun (a.f) yaptığımız amellerimizden haberi var, bizleri tanıyor. Güzel ameller yaparak, inancımızı koruyarak O'nun gelişi için yardımcı olabiliriz. Kim bilir belki "İmamı Zaman yardımcıları" diye bir ekip bile kurabiliriz arkadaşlarımla. Bu hayale o kadar dalmıştım ki, çocuklardan oluşan bir koronun sesiyle kendime geldim. Koroda arkadaşım Ahmet de vardı. O da coşkuyla ilahilerini seslendiriyordu. Bütün konuklar koroya alkışlarla eşlik etti.
Sırada bilgi yarışması vardı. Yarışmaya katılacak olan bütün çocuklar ayağa kalktı. Pek çok kişinin yarışmaya katıldığını görünce afalladım. Kalbim küt küt çarpmaya başladı. Katılımcı sayısı epey olduğu için iki bölüme ayırmışlar. Ben birinci bölümde yer alıyordum. Birinci bölümde 10 çocuk vardı. Her birimizi belli mesafede oturtarak ellerimize çubuklu bir pankart, kalem ve silgi verdiler. Toplam 5 soru sorulacaktı. İlk soruyu bilemeyenler elenecekti. O yüzden ilk soruyu bilmem gerekiyordu.
Hasan ağabey, mikrofonu eline aldı ve güçlü sesiyle ilk soruyu sordu. İlk soru Hz. Mehdi'nin (a.s) hangi şehirde doğduğuydu. Bu sorunun geleceğini tahmin etmiştim. Ben hızlıca yazdım. O esnada babamla göz göze geldim. Babamın yüzündeki tebessüm heyecanımı biraz hafifletti. Pankarta Samerra şehrini yazdım. Cevabım doğruydu. Ama dört kişi bilemediği için elendi. Artık 6 kişi kalmıştık. İmamımızın (a.s) bu şehirde kutlu doğumu gerçekleşmiş. Samerra şehri asırlar önce müslümanların önderini bağrına basmış, pek çok olaya şahitlik etmiş. Belki bu şehrin de bizim gibi özlem doludur içi.
İkinci soru ise uzun ömürlü olması nedeniyle hangi peygamberle benzerlik gösterdiği idi. Ben kendimden emin bir şekilde yine yazdım. Cevap Hz. Nuh idi. Bu soruyu da beş kişi bilmiştik. Yarışma çekişmeli gidiyordu. Onlar da benim gibi çok çalışmış olmalı.
Üçüncü soru, imamımıza (a.s) bağlılığımızı yenilemek üzere yapılan duanın ismiydi. Geçen gece ailece okumuştuk. Ama adını bir türlü hatırlayamadım. Gözlerim dolu dolu oldu. Cevap yazamadım. Süre bitti. Sadece bir kişi pankartını kaldırabildi. Cevap Ahd duası imiş. Hatırlamıştım.
"Allah’ım! Ben bugünün sabahında ve yaşadığım sürece onun üzerimdeki ahdini, akdini ve biatini yeniliyorum. Hiçbir zaman ondan vazgeçmeyeceğim ve onu zail etmeyeceğim. Allah’ım! Beni onun ensarından ve yardımcılarından, onu savunanlardan, hacetlerini yerine getirmeye koşanlardan, emirlerine itaat edenlerden, onu himaye edenlerden, isteği doğrultusunda diğerlerinden öne geçenlerden ve huzurunda şahadete erişenlerden eyle!"
İsmini hatırlayamadım ama duanın bu kısmını hiç unutmuyorum. Bir kez daha kendime söz verdim ki İmamın (a.f) yolundan vazgeçmeyeceğim.
Son iki soru kalmıştı. Bu iki soru yarışmanın galibini belirleyecekti. Dördüncü soruda Hz. Mehdi'nin (a.f) ashabının sayısının kaç olacağı soruldu. Bu kolay bir soruydu benim için. Hemen 313 yazdım. Cevap doğruydu. Herkes bilmişti. Biliyor musunuz o ashabın içinde ben de olmak isterdim diye geçirdim içimden. Eve gidince babamla bir liste oluşturmalıyız diye düşündüm. İmamımızı (a.f) mutlu etmek için neler yapabiliriz? Bu düşüncelerle boğuşurken beşinci soru geldi.
İmamın (a.s) ismi ve künyesinin hangi peygamber ile aynı olduğu soruldu. Ben Hz. Muhammed (s.a.a) diye yazdım. Diğerleri Hz. İsa yazmış. Hz. İsa, İmam (a.s) zuhur ettiğinde arkasında namaz kılacak diye öğrenmiştim. Sanırım karıştırdılar. Bu soruyu bir tek ben bilmiştim. Ahd duasını doğru yanıtlayan kişi bu soruyu yanlış cevapladı. Böylece onunla eşit oldum. Ama yedek soru sormadılar. İkimizi de 1. ilan ettiler. Herkes o kadar kuvvetli alkışladı ki bizi, çok mutlu olduk. Hediyelerimizi yurt dışından gelen bir alim verdi. Ne dediğini anlamadım ama güler yüzü bize memnuniyetini anlatıyordu. Koşarak babamın yanına gittim ve ona sarıldım. Katıldığım en güzel yarışma idi.
Kim bilir belki de imamımız da (a.f) aramızdadır.
FATIMA ERDEM
EN GÜZEL YARIŞMA
Şaban ayının 15'i nihayet gelip çattı. Bugün zamanımızın imamı olan Hz Mehdi'nin (a.s) doğum günü idi. İmamımızın(a.s) varlığına duyduğumuz sevincimizi, O'na (a.s) olan sevgi ve bağlılığımızı göstermek için Bolu ilinin Gerede ilçesinde muhteşem bir ormanlık alana kutlama yapmaya geldik. Biz ve birkaç aile erkenden gittik. Çünkü konuklar gelmeden buranın düzenlenmesi ve süslenmesi gerekiyordu.
İlk olarak iki devasa ağacın önüne ses sistemini kurdular. Ardından ağaçların dallarına ipleri gererek süsleri taktılar. Biz çocuklara da balon şişirmek kalmıştı. Bütün balonları şişirdik, onları da iplere astılar. Zaten etkileyici, yemyeşil bir doğası vardı, süslemeler de olunca baharın gelişi gibi canlılık kattı buraya. Sanki kuşlar da "Benim de bir katkım olsun." dercesine cıvıl cıvıl sesleriyle bizlere eşlik ediyordu.
Ses sisteminin yanındaki masada hediyeler ve yarışma soruları vardı. Yarışma 10-14 yaş aralığındaki çocuklara yönelikti. Bilgi yarışması olacaktı. Babam ısrarla beni de bu yarışmaya kattı. Böyle yarışmalara katılmak hem unuttuğumuz bilgileri hatırlamamızı hem de araştırma yaparak yeni bilgiler öğrenmemizi sağladığını söylüyor babam. Gerçekten de bu yarışma için epey araştırma yaptık, çalıştık. Çok heyecanlıyım. Umarım heyecandan unutmam öğrendiğim bilgileri. Aklım masanın üzerinde bulunan zarfın içindeki sorulardaydı. Çok mu zordu acaba? Soruları çok merak ettim. Ama tabiki de bakmaya gitmedim. Kimsenin hakkını yemek istemem. Zaten programın sunuculuğunu yapacak olan Rahman ağabey, muhafız gibi başında bekliyordu.
Konuklar yavaş yavaş gelmeye başladı. Ülkemizin pek çok şehrinden gelen vardı. Kimisi uzak illerden kimisi yakın illerden geldi. Bu kadar insanı dört bir yandan bir araya getiren İmamımıza (a.s) duydukları sevgiydi. Bu sevgi, insanların kenetlenmesini sağlamıştı. Herkes getirdikleri kilimleri çimenlerin üzerine serdiler, kilimlere oturdular. Oldukça kalabalıktı. Programın başlama saati geldi. Hasan ağabey, mikrofonu eline aldı, besmele çekerek başladı konuşmaya. Peygamber efendimizin (s.a.a) ismi anıldığında herkes hızla ayağa kalktı ve yüksek sesle salavat çekti. Ormanlık alan salavat sesleriyle yankılandı. O an tüm dünya peygamberimize (s.a.a) selam veriyormuş gibi hissettim ve içim huzurla doldu. İnanılmaz bir duyguydu. Arkadaşlarımın gözlerine baktığımda onlarla aynı duyguyu taşıdığımı düşündüm ve mutlu oldum.
Az önceki ormanı inleten sesin yerini sessizlik almıştı. Herkes program için dikkat kesilmişti. Ali Rıza hoca Kuran-ı Kerim'den ayetler okudu, okuduğu ayetlerin anlamını açıkladı. İsmini bilmediğim başka bir hoca ise İmamımızı beklerken nasıl davranmamız gerektiğini açıkladı. Bu konu ilgimi çekti. Bizler imamımızı (a.s) şu an görmüyoruz ama O'nun (a.f) yaptığımız amellerimizden haberi var, bizleri tanıyor. Güzel ameller yaparak, inancımızı koruyarak O'nun gelişi için yardımcı olabiliriz. Kim bilir belki "İmamı Zaman yardımcıları" diye bir ekip bile kurabiliriz arkadaşlarımla. Bu hayale o kadar dalmıştım ki, çocuklardan oluşan bir koronun sesiyle kendime geldim. Koroda arkadaşım Ahmet de vardı. O da coşkuyla ilahilerini seslendiriyordu. Bütün konuklar koroya alkışlarla eşlik etti.
Sırada bilgi yarışması vardı. Yarışmaya katılacak olan bütün çocuklar ayağa kalktı. Pek çok kişinin yarışmaya katıldığını görünce afalladım. Kalbim küt küt çarpmaya başladı. Katılımcı sayısı epey olduğu için iki bölüme ayırmışlar. Ben birinci bölümde yer alıyordum. Birinci bölümde 10 çocuk vardı. Her birimizi belli mesafede oturtarak ellerimize çubuklu bir pankart, kalem ve silgi verdiler. Toplam 5 soru sorulacaktı. İlk soruyu bilemeyenler elenecekti. O yüzden ilk soruyu bilmem gerekiyordu.
Hasan ağabey, mikrofonu eline aldı ve güçlü sesiyle ilk soruyu sordu. İlk soru Hz. Mehdi'nin (a.s) hangi şehirde doğduğuydu. Bu sorunun geleceğini tahmin etmiştim. Ben hızlıca yazdım. O esnada babamla göz göze geldim. Babamın yüzündeki tebessüm heyecanımı biraz hafifletti. Pankarta Samerra şehrini yazdım. Cevabım doğruydu. Ama dört kişi bilemediği için elendi. Artık 6 kişi kalmıştık. İmamımızın (a.s) bu şehirde kutlu doğumu gerçekleşmiş. Samerra şehri asırlar önce müslümanların önderini bağrına basmış, pek çok olaya şahitlik etmiş. Belki bu şehrin de bizim gibi özlem doludur içi.
İkinci soru ise uzun ömürlü olması nedeniyle hangi peygamberle benzerlik gösterdiği idi. Ben kendimden emin bir şekilde yine yazdım. Cevap Hz. Nuh idi. Bu soruyu da beş kişi bilmiştik. Yarışma çekişmeli gidiyordu. Onlar da benim gibi çok çalışmış olmalı.
Üçüncü soru, imamımıza (a.s) bağlılığımızı yenilemek üzere yapılan duanın ismiydi. Geçen gece ailece okumuştuk. Ama adını bir türlü hatırlayamadım. Gözlerim dolu dolu oldu. Cevap yazamadım. Süre bitti. Sadece bir kişi pankartını kaldırabildi. Cevap Ahd duası imiş. Hatırlamıştım.
"Allah’ım! Ben bugünün sabahında ve yaşadığım sürece onun üzerimdeki ahdini, akdini ve biatini yeniliyorum. Hiçbir zaman ondan vazgeçmeyeceğim ve onu zail etmeyeceğim. Allah’ım! Beni onun ensarından ve yardımcılarından, onu savunanlardan, hacetlerini yerine getirmeye koşanlardan, emirlerine itaat edenlerden, onu himaye edenlerden, isteği doğrultusunda diğerlerinden öne geçenlerden ve huzurunda şahadete erişenlerden eyle!"
İsmini hatırlayamadım ama duanın bu kısmını hiç unutmuyorum. Bir kez daha kendime söz verdim ki İmamın (a.f) yolundan vazgeçmeyeceğim.
Son iki soru kalmıştı. Bu iki soru yarışmanın galibini belirleyecekti. Dördüncü soruda Hz. Mehdi'nin (a.f) ashabının sayısının kaç olacağı soruldu. Bu kolay bir soruydu benim için. Hemen 313 yazdım. Cevap doğruydu. Herkes bilmişti. Biliyor musunuz o ashabın içinde ben de olmak isterdim diye geçirdim içimden. Eve gidince babamla bir liste oluşturmalıyız diye düşündüm. İmamımızı (a.f) mutlu etmek için neler yapabiliriz? Bu düşüncelerle boğuşurken beşinci soru geldi.
İmamın (a.s) ismi ve künyesinin hangi peygamber ile aynı olduğu soruldu. Ben Hz. Muhammed (s.a.a) diye yazdım. Diğerleri Hz. İsa yazmış. Hz. İsa, İmam (a.s) zuhur ettiğinde arkasında namaz kılacak diye öğrenmiştim. Sanırım karıştırdılar. Bu soruyu bir tek ben bilmiştim. Ahd duasını doğru yanıtlayan kişi bu soruyu yanlış cevapladı. Böylece onunla eşit oldum. Ama yedek soru sormadılar. İkimizi de 1. ilan ettiler. Herkes o kadar kuvvetli alkışladı ki bizi, çok mutlu olduk. Hediyelerimizi yurt dışından gelen bir alim verdi. Ne dediğini anlamadım ama güler yüzü bize memnuniyetini anlatıyordu. Koşarak babamın yanına gittim ve ona sarıldım. Katıldığım en güzel yarışma idi.
Kim bilir belki de imamımız da (a.f) aramızdadır.
FATIMA ERDEM

İYİ Kİ DOĞDUN YA EMİRE’L MÜMİNİN ALİ BİN EBUTALİB(AS)!
… Esved oğlu Abdurrahman, İmam Cafer-i Sâdık’tan (a.s), o da babası İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) şöyle rivayet eder:
“Allah’ın Elçisi’nin (s.a.a) iki Yahudi arkadaşı vardı. Musa Peygamber’e (a.s) iman etmiş, Muhammed’in (s.a.a) yanına gitmiş ve ondan işitmişlerdi. Tevrat’ı ve İbrahim’in (a.s) sahifelerini okumuşlardı. İlk kitapları da biliyorlardı. Allah, Resulünün ruhunu aldığında, bu iki Yahudi gidip Peygamber’den (s.a.a) sonraki emir sahibini sordular.
“Bir peygamber vefat ettiğinde mutlaka bir halifesi olur, peygamberden sonra ümmetinin işlerine bakar. Peygambere yakındır, Ehl-i Beyt’indendir, şanı yüce ve kadri büyüktür.” dediler.
Onlardan birisi, diğerine “Bu peygamberden sonraki emir sahibini tanıyor musun?” diye sordu.
Arkadaşı ona “Yalnızca Tevrat’ta gördüğüm özellikleriyle biliyorum; saçı seyrek ve rengi sarıya kaçar. Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) en yakın kişi odur.” dedi. Medine’ye girip halifeyi sorduklarında, Ebu Bekir’e yönlendirildiler. Ona baktıklarında “Aradığımız kişi o değildir.” dediler. Sonra ona “Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) yakınlığın nedir?” diye sordular. “Ben onun aşiretindenim. Kızım Aişe’nin kocasıdır.” dedi. “Bundan başka bir yakınlığın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi. Onlar “Bu, yakınlık değildir.” dediler ve “Söyle bize, Rabb’in nerededir?” diye sordular. “Yedi göğün üzerindedir.” diye cevap verdi. “Bundan başka bir cevabın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi.
Ona şöyle dediler: “Senden daha âlim birisini bize göster; zira bizim Tevrat’ta peygamberin vasisi ve halifesi olduğunu gördüğümüz kişi sen değilsin.” Ebu Bekir bu sözlerine öfkelendi ve onları cezalandırmak istedi. Ancak sonra onları Ömer’e yönlendirdi. Zira ona karşı bu sözleri söylediklerinde şiddetle karşılık vereceğini biliyordu. Yanına vardıklarında “Bu peygambere yakınlığın nedir?” diye sordular. “Ben onun aşiretindenim. Kızım Hafsa’nın da kocasıdır.” dedi. “Bundan başka bir yakınlığın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi. Onlar “Bu, yakınlık değildir. Tevrat’ta gördüğümüz özellikler de bu değildir.” dediler ve “Söyle bize, Rabb’in nerededir?” diye sordular. “Yedi göğün üzerindedir.” diye cevap verdi. “Bundan başka bir cevabın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi.
“Bize senden daha çok bilen birisini göster.” dediler. O da onları İmam Ali’ye (a.s) yönlendirdi. Yanına varıp ona baktıklarında, birisi diğerine şöyle dedi: “Tevrat’ta özelliklerini gördüğümüz adam budur. Bu peygamberin vasisi, halifesi, kızının eşi, iki torununun babası ve ondan sonra hakkı ayakta tutan kişidir.” Sonra İmam Ali’ye (a.s) “Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) yakınlığın nedir?” diye sordular.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “O benim kardeşimdir, ben de onun vârisi ve vasisiyim. Ona ilk iman eden benim ve kızının da eşiyim.” Onlar şöyle dediler: “İşte bu, gurur verici yakınlık ve yakın derecedir. Tevrat’ta gördüğümüz özellikler de bunlardır. O halde söyle bize, aziz ve yüce Rabb’in nerededir?”
İmam Ali (a.s) onlara şöyle buyurdu: “İsterseniz peygamberiniz Musa’nın (a.s) zamanından anlatayım, isterseniz de peygamberimiz Muhammed’in (s.a.a) zamanından anlatayım.” “Peygamberimiz Musa’nın zamanından anlat.” dediler.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Dört melek gelmişti. Bir melek doğudan, bir melek batıdan, bir melek gök[1]ten, bir melek de yerden geliyordu. Doğudan gelen melek, batıdan gelen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, batıdan gelen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Batıdan gelen melek, doğudan gelen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, doğudan gelen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Gökten inen melek, yerden çıkan meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, yerden çıkan melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Yerden çıkan melek, gökten inen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, gökten inen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Peygamberiniz Musa’nın (a.s) zamanında olan hadise budur.
Peygamberimiz (s.a.a) zamanında olan ise Allah’ın muhkem kitabındaki şu ayetidir: “Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.”( Mücâdele suresi/ 7. ayet)
Yahudi iki adam şöyle dediler: “O ikisi neden senin ehli olduğun makamı sana vermediler? Zira Tevrat’ı Musa’ya (a.s) indirene yemin olsun ki hak halife sensin. Senin özelliklerini kitaplarımızda görüyoruz ve havralarımızda okuyoruz. Sen, bu makamı galip gelen kişiden daha çok hak ediyorsun ve daha önceliklisin.”
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar (birilerini) öne aldılar, (birilerini) geride tuttular. Hesaplarını aziz ve yüce Allah soracaktır. Durdurulurlar ve sorguya çekilirler.”
Biharu’l Envar, c. 3,b. 14, h. 22
“Allah’ın Elçisi’nin (s.a.a) iki Yahudi arkadaşı vardı. Musa Peygamber’e (a.s) iman etmiş, Muhammed’in (s.a.a) yanına gitmiş ve ondan işitmişlerdi. Tevrat’ı ve İbrahim’in (a.s) sahifelerini okumuşlardı. İlk kitapları da biliyorlardı. Allah, Resulünün ruhunu aldığında, bu iki Yahudi gidip Peygamber’den (s.a.a) sonraki emir sahibini sordular.
“Bir peygamber vefat ettiğinde mutlaka bir halifesi olur, peygamberden sonra ümmetinin işlerine bakar. Peygambere yakındır, Ehl-i Beyt’indendir, şanı yüce ve kadri büyüktür.” dediler.
Onlardan birisi, diğerine “Bu peygamberden sonraki emir sahibini tanıyor musun?” diye sordu.
Arkadaşı ona “Yalnızca Tevrat’ta gördüğüm özellikleriyle biliyorum; saçı seyrek ve rengi sarıya kaçar. Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) en yakın kişi odur.” dedi. Medine’ye girip halifeyi sorduklarında, Ebu Bekir’e yönlendirildiler. Ona baktıklarında “Aradığımız kişi o değildir.” dediler. Sonra ona “Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) yakınlığın nedir?” diye sordular. “Ben onun aşiretindenim. Kızım Aişe’nin kocasıdır.” dedi. “Bundan başka bir yakınlığın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi. Onlar “Bu, yakınlık değildir.” dediler ve “Söyle bize, Rabb’in nerededir?” diye sordular. “Yedi göğün üzerindedir.” diye cevap verdi. “Bundan başka bir cevabın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi.
Ona şöyle dediler: “Senden daha âlim birisini bize göster; zira bizim Tevrat’ta peygamberin vasisi ve halifesi olduğunu gördüğümüz kişi sen değilsin.” Ebu Bekir bu sözlerine öfkelendi ve onları cezalandırmak istedi. Ancak sonra onları Ömer’e yönlendirdi. Zira ona karşı bu sözleri söylediklerinde şiddetle karşılık vereceğini biliyordu. Yanına vardıklarında “Bu peygambere yakınlığın nedir?” diye sordular. “Ben onun aşiretindenim. Kızım Hafsa’nın da kocasıdır.” dedi. “Bundan başka bir yakınlığın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi. Onlar “Bu, yakınlık değildir. Tevrat’ta gördüğümüz özellikler de bu değildir.” dediler ve “Söyle bize, Rabb’in nerededir?” diye sordular. “Yedi göğün üzerindedir.” diye cevap verdi. “Bundan başka bir cevabın var mıdır?” diye sordular. “Hayır.” dedi.
“Bize senden daha çok bilen birisini göster.” dediler. O da onları İmam Ali’ye (a.s) yönlendirdi. Yanına varıp ona baktıklarında, birisi diğerine şöyle dedi: “Tevrat’ta özelliklerini gördüğümüz adam budur. Bu peygamberin vasisi, halifesi, kızının eşi, iki torununun babası ve ondan sonra hakkı ayakta tutan kişidir.” Sonra İmam Ali’ye (a.s) “Allah’ın Elçisi’ne (s.a.a) yakınlığın nedir?” diye sordular.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “O benim kardeşimdir, ben de onun vârisi ve vasisiyim. Ona ilk iman eden benim ve kızının da eşiyim.” Onlar şöyle dediler: “İşte bu, gurur verici yakınlık ve yakın derecedir. Tevrat’ta gördüğümüz özellikler de bunlardır. O halde söyle bize, aziz ve yüce Rabb’in nerededir?”
İmam Ali (a.s) onlara şöyle buyurdu: “İsterseniz peygamberiniz Musa’nın (a.s) zamanından anlatayım, isterseniz de peygamberimiz Muhammed’in (s.a.a) zamanından anlatayım.” “Peygamberimiz Musa’nın zamanından anlat.” dediler.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Dört melek gelmişti. Bir melek doğudan, bir melek batıdan, bir melek gök[1]ten, bir melek de yerden geliyordu. Doğudan gelen melek, batıdan gelen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, batıdan gelen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Batıdan gelen melek, doğudan gelen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, doğudan gelen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Gökten inen melek, yerden çıkan meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, yerden çıkan melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Yerden çıkan melek, gökten inen meleğe ‘Nereden geliyorsun?’ diye sordu, gökten inen melek ‘Rabb’imin yanından geliyorum.’ dedi. Peygamberiniz Musa’nın (a.s) zamanında olan hadise budur.
Peygamberimiz (s.a.a) zamanında olan ise Allah’ın muhkem kitabındaki şu ayetidir: “Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.”( Mücâdele suresi/ 7. ayet)
Yahudi iki adam şöyle dediler: “O ikisi neden senin ehli olduğun makamı sana vermediler? Zira Tevrat’ı Musa’ya (a.s) indirene yemin olsun ki hak halife sensin. Senin özelliklerini kitaplarımızda görüyoruz ve havralarımızda okuyoruz. Sen, bu makamı galip gelen kişiden daha çok hak ediyorsun ve daha önceliklisin.”
İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar (birilerini) öne aldılar, (birilerini) geride tuttular. Hesaplarını aziz ve yüce Allah soracaktır. Durdurulurlar ve sorguya çekilirler.”
Biharu’l Envar, c. 3,b. 14, h. 22

BAŞ AĞRISI
“Allah’ın bütün takdirleri, mümin için hayırdır. “
İMAM HÜSEYİN (A.S)
Hatice Hanım namazını kıldı, seccadesini topladı. Seccadesini dolaba koyarken bir anda başında tuhaf bir ağrı hissetti. Daha önce hissettiği hiçbir ağrıya benzemiyordu. Çok şiddetliydi. Ağrıdan ağlamaya başladı. Midesi bulanıyordu. Birkaç dakika sonra ağrısı durdu. Allah’a şükretti. Herhalde bugün kendisini, temizlik yaparken çok yormuştu. Üstelik daha yemek bile yememişti.
Hemen mutfağa gitti ve yemek yapmaya başladı. Birkaç saat sonra çocuklar okuldan, eşi de işten geldi. Birlikte sofrayı kurdular. Yemeklerini yerken günlerinin nasıl geçtiğinden bahsettiler. Hepsi çok mutluydu. Yorucu bir günün ardından ailecek yemek yemek Hatice hanımı çok mutlu ediyordu. Yaşadığı şiddetli baş ağrısını unutmuştu bile.
Yemeklerini yedikten sonra sofrayı topladılar ve birlikte çay içmek için hazırlık yaptılar. Çay saati günün en güzel saatiydi çocuklar için. Anneleriyle, babalarıyla birlikte oyun oynayıp sohbet ediyorlardı. Hele bir de çayın yanında anneleri tatlı yapmışsa…
Hatice Hanım çaydanlığı getirirken başına tekrar o ağrı girdi ve çaydanlık elinden düşüverdi. Kaynar su Hatice hanımın ayaklarına döküldü. Bir anda herkes dehşete kapıldı. Çocuklar ağlamaya başladı. Ahmet Bey önce kaptığı soğuk suyu Hatice’nin ayaklarına döktü ve hemen ambulansı aradı. Hatice acıdan kıvranıyordu fakat çocuklarının da onu bu şekilde görmesine yüreği el vermiyordu. Güçlü durmaya çalışıyordu ancak yanık acısı dayanılacak gibi değildi.
Ambulans geldi ve hemen ilk müdahaleyi yaptı. Hatice hanımın ayaklarını uyuşturdular ve pansuman yaptılar. Acıdan uyuyakaldı Hatice Hanım. Hastaneye gidince doktorlar müdahale ettiler ve dinlenmesi gerektiğini ailesine söylediler. Çocuklarla beraber Ahmet Bey hastanede beklemeye başladılar. Neden böyle olduğunu anlayamamışlardı. Hatice Hanım her zaman çok dikkatli bir kadındı ve hâlâ yaşadıklarına inanamıyordu Ahmet Bey.
Hz. Hüseyin(as)’in bir hadisi geldi aklına: “Allah’ın bütün takdirleri, mümin için hayırlıdır.” İçinden Allah’a dua ediyordu. İlerleyen saatlerde çocuklar uyuyakaldılar. Ahmet Bey annesini arayıp çocukları almasını rica etti. Annesi gelip Ahmet beye geçmiş olsun dedi. Hatice Hanım uyuduğu için onu göremedi ama doktorundan durumu hakkında bilgi aldı.
Sabaha kadar Ahmet Bey, Hatice hanımın başında bekledi. Hatice Hanım sabah uyandı. Ahmet Bey o sırada namaz kılıyordu. Namazını bozmaması için sessizce bekledi. Böyle bir eşe sahip olduğu için Allah’a şükretti. Ahmet Bey Hatice hanımın uyandığını fark edip hemen yanına geldi ve ona sarıldı. Gözünden yaşlar dökülüyordu Ahmet beyin. Hatice hanıma bir şey olacağı için çok korkmuştu ama Allah’tan umudunu kesmemişti. Birbirlerine duydukları sevgi sanki artmıştı. Hatice hanıma nasıl böyle bir şey olduğunu sordu. Hatice Hanım başının bir anda çok kötü ağrıdığından ve dengesini kaybedip çaydanlığı düşürdüğünden bahsetti. Bu basit bir sakarlık değildi.
Ahmet Bey hemen doktorun yanına gitti ve Hatice hanımın anlattıklarını doktora iletti. Doktor Hatice hanımın yanına geldi. Hatice hanıma ağrısıyla ilgili sorular sordu ve acilen MR çekilmesini istedi. MR çekildikten sonra Hatice Hanım ve Ahmet Bey odada doktoru beklemeye koyuldular. Doktor elinde sonuçlarla geldi. Yüzünden yolunda gitmeyen şeyler olduğu anlaşılıyordu. Ahmet Bey farkında olmadan Hatice hanımın elini tuttu. Doktor Hatice hanımın beyninde bir tümör olduğunu fakat çok küçük olduğu için endişelenilecek bir durum olmadığını söyledi. Baş ağrısının tümörden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmediklerini fakat eğer ağrısı olmasaydı da muhtemelen tümörü fark edemeyeceklerini söyledi. Hatice hanımın baş ağrısı hastalığının fark edilmesini sağlamıştı. Ahmet Bey ve Hatice Hanım endişelendiler ama daha kötü bir duruma gelmeden fark edildiği için mutluydular. Ahmet Bey aklından geçirdiği hadisi hatırladı. Gerçekten de Allah’ın bütün takdiri mümin için hayırlıydı. Eğer Hatice Hanım çok kötü bir baş ağrısı yaşamasaydı ve çayı ayaklarına dökmeseydi hastaneye gelmeyecekleri ve belki de tümör geri dönülemez evreye geldiğinde fark edeceklerdi.
Hatice hanımın ayakları bir aya iyileşti ve tümör için de ameliyat oldu. Günden güne daha iyiye gidiyordu hastalığı. Her gün Allah’a erken fark etmelerini nasip ettiği için şükrediyordu.
Bazen başımıza gelen kötü şeylerden dolayı Allah’a isyan etme yoluna gidiyoruz fakat bizim için neyin hayırlısı olduğunu en iyi O’ndan başka kim bilir ki?
EYLEM KARABAĞ
İMAM HÜSEYİN (A.S)
Hatice Hanım namazını kıldı, seccadesini topladı. Seccadesini dolaba koyarken bir anda başında tuhaf bir ağrı hissetti. Daha önce hissettiği hiçbir ağrıya benzemiyordu. Çok şiddetliydi. Ağrıdan ağlamaya başladı. Midesi bulanıyordu. Birkaç dakika sonra ağrısı durdu. Allah’a şükretti. Herhalde bugün kendisini, temizlik yaparken çok yormuştu. Üstelik daha yemek bile yememişti.
Hemen mutfağa gitti ve yemek yapmaya başladı. Birkaç saat sonra çocuklar okuldan, eşi de işten geldi. Birlikte sofrayı kurdular. Yemeklerini yerken günlerinin nasıl geçtiğinden bahsettiler. Hepsi çok mutluydu. Yorucu bir günün ardından ailecek yemek yemek Hatice hanımı çok mutlu ediyordu. Yaşadığı şiddetli baş ağrısını unutmuştu bile.
Yemeklerini yedikten sonra sofrayı topladılar ve birlikte çay içmek için hazırlık yaptılar. Çay saati günün en güzel saatiydi çocuklar için. Anneleriyle, babalarıyla birlikte oyun oynayıp sohbet ediyorlardı. Hele bir de çayın yanında anneleri tatlı yapmışsa…
Hatice Hanım çaydanlığı getirirken başına tekrar o ağrı girdi ve çaydanlık elinden düşüverdi. Kaynar su Hatice hanımın ayaklarına döküldü. Bir anda herkes dehşete kapıldı. Çocuklar ağlamaya başladı. Ahmet Bey önce kaptığı soğuk suyu Hatice’nin ayaklarına döktü ve hemen ambulansı aradı. Hatice acıdan kıvranıyordu fakat çocuklarının da onu bu şekilde görmesine yüreği el vermiyordu. Güçlü durmaya çalışıyordu ancak yanık acısı dayanılacak gibi değildi.
Ambulans geldi ve hemen ilk müdahaleyi yaptı. Hatice hanımın ayaklarını uyuşturdular ve pansuman yaptılar. Acıdan uyuyakaldı Hatice Hanım. Hastaneye gidince doktorlar müdahale ettiler ve dinlenmesi gerektiğini ailesine söylediler. Çocuklarla beraber Ahmet Bey hastanede beklemeye başladılar. Neden böyle olduğunu anlayamamışlardı. Hatice Hanım her zaman çok dikkatli bir kadındı ve hâlâ yaşadıklarına inanamıyordu Ahmet Bey.
Hz. Hüseyin(as)’in bir hadisi geldi aklına: “Allah’ın bütün takdirleri, mümin için hayırlıdır.” İçinden Allah’a dua ediyordu. İlerleyen saatlerde çocuklar uyuyakaldılar. Ahmet Bey annesini arayıp çocukları almasını rica etti. Annesi gelip Ahmet beye geçmiş olsun dedi. Hatice Hanım uyuduğu için onu göremedi ama doktorundan durumu hakkında bilgi aldı.
Sabaha kadar Ahmet Bey, Hatice hanımın başında bekledi. Hatice Hanım sabah uyandı. Ahmet Bey o sırada namaz kılıyordu. Namazını bozmaması için sessizce bekledi. Böyle bir eşe sahip olduğu için Allah’a şükretti. Ahmet Bey Hatice hanımın uyandığını fark edip hemen yanına geldi ve ona sarıldı. Gözünden yaşlar dökülüyordu Ahmet beyin. Hatice hanıma bir şey olacağı için çok korkmuştu ama Allah’tan umudunu kesmemişti. Birbirlerine duydukları sevgi sanki artmıştı. Hatice hanıma nasıl böyle bir şey olduğunu sordu. Hatice Hanım başının bir anda çok kötü ağrıdığından ve dengesini kaybedip çaydanlığı düşürdüğünden bahsetti. Bu basit bir sakarlık değildi.
Ahmet Bey hemen doktorun yanına gitti ve Hatice hanımın anlattıklarını doktora iletti. Doktor Hatice hanımın yanına geldi. Hatice hanıma ağrısıyla ilgili sorular sordu ve acilen MR çekilmesini istedi. MR çekildikten sonra Hatice Hanım ve Ahmet Bey odada doktoru beklemeye koyuldular. Doktor elinde sonuçlarla geldi. Yüzünden yolunda gitmeyen şeyler olduğu anlaşılıyordu. Ahmet Bey farkında olmadan Hatice hanımın elini tuttu. Doktor Hatice hanımın beyninde bir tümör olduğunu fakat çok küçük olduğu için endişelenilecek bir durum olmadığını söyledi. Baş ağrısının tümörden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmediklerini fakat eğer ağrısı olmasaydı da muhtemelen tümörü fark edemeyeceklerini söyledi. Hatice hanımın baş ağrısı hastalığının fark edilmesini sağlamıştı. Ahmet Bey ve Hatice Hanım endişelendiler ama daha kötü bir duruma gelmeden fark edildiği için mutluydular. Ahmet Bey aklından geçirdiği hadisi hatırladı. Gerçekten de Allah’ın bütün takdiri mümin için hayırlıydı. Eğer Hatice Hanım çok kötü bir baş ağrısı yaşamasaydı ve çayı ayaklarına dökmeseydi hastaneye gelmeyecekleri ve belki de tümör geri dönülemez evreye geldiğinde fark edeceklerdi.
Hatice hanımın ayakları bir aya iyileşti ve tümör için de ameliyat oldu. Günden güne daha iyiye gidiyordu hastalığı. Her gün Allah’a erken fark etmelerini nasip ettiği için şükrediyordu.
Bazen başımıza gelen kötü şeylerden dolayı Allah’a isyan etme yoluna gidiyoruz fakat bizim için neyin hayırlısı olduğunu en iyi O’ndan başka kim bilir ki?
EYLEM KARABAĞ

ZİYARET-İ AŞURA İLE NE DEMEKTESİN?
ZİYARET-İ AŞURA İLE NE DEMEKTESİN?
Kerbela olayında taraftarlığını imam Hüseyin (as) adına belirten her müslüman, olayların üzerinden tarih geçse de kendi düşünce ve duygularını belirtmek ister. Bunun birçok ifadesinin yanı sıra İmam Muhammed Bakır (as)’dan öğretilen bir sunum vardır. İster uzakta olun, ister yakında ; kalbiniz ve iradenizle şöyle bir sunum yapabilirsiniz. Ziyaret-i Aşura’yı okuyabilirsiniz.
Elbette İmam Hüseyin (as)’in sıkça anıldığı bu Muharrem ayında bu duanın yani ziyareti Aşura’nın çokça okunduğunun farkındayım. Bu demek değildir ki sadece Muharrem ayına ait bir duadır. Her zaman okunmalıdır. Çünkü her zaman imamımızı ziyaret ediyormuşçasına bu duayı okuyabiliriz.
Bunun önemi ile ilgili İmam Cafer Sadık(as)’tan da bir çok rivayetler de vardır. Lâkin benim gündeme getirmek istediğim konu bir başka boyuttur.
Acaba ne okuduğumuzun yada neyi dile getirdiğimizin farkında mıyız? Yaptığımız duaların ve dile getirdiğimiz dileklerimizin bilincinde miyiz?
“Ziyaret-i Aşura” adından da anlaşılacağı üzere Aşura gününde gerçekleşmiş Kerbelâ imtihanında, taraftarı olduğumuzu söylediğimiz ve inandığımız İmam Hüseyin(as)’i, ehlini ve ashabını ziyaret etmedir. Bir türlü yüzleşme diyebiliriz buna. Ahiret yüzleşmesinden önce doğal olarak…
Bu yüzleşme; imamının huzuruna çıkmada “nasıl bir duruş sergilememiz gerekir?” bunu bilmek.
Bu duamız da dikkate alacağımız ilk nokta “selamlaşma”dır.
“ Selam olsun sana ey Eba Abdillah! Selam olsun sana ey Resulullah’ın oğlu! Selam olsun sana ey Mu’minlerin Emiri ve vâsilerin efendisinin oğlu! Selam olsun sana ey dünya kadınlarının efendisi Fâtıma’nın oğlu! Selam olsun sana ey Allah’ın kanına (intikamına) tâlip olduğu ve kanına talip olduğunun oğlu! Ey, (mukaddes) kanının intikamı henüz alınmayan!
Selam olsun sana ve senin eşiğine yerleşen (sana feda olup, senin haremine yerleşen) ruhlara. Hepinizin üzerine benden Allah’ın edebi selamı olsun; ben yaşadığım ve gece ve gündüz devam ettiği müddetçe.”
Bu demektir ki İmam Hüseyin(as)’in arkasında duran her inanan insan ilk önce imamı/ önderi/ rehperi/ velisi ile selamlaşmalıdır. Bu imamına olan biatını, ahdini, sadakatini ve itimadını göstermek için bir kapı aralamadır. Ve Resul(saa)’ün vasisinin yanına oturmuş gibi düşünmelisin kendini.
Bu günde, bu günden önce ve bu günden sonra olanları değerlendirmelisin. Bu Kerbela olayı bir kereden sıçrayan sıradışı bir olay değildi. Bu günlere nasıl gelindi? Nedenlerini sorarsın…
Sebepler sorgulanmalı, herkese düşen hata payı ve bu hatalar arasında kendisini de düşünmeli? Çünkü imamın başına gelenler cemaatinin basiret ve ümmetinin iman yoksunluğu idi. Ümmet neden böyle bir suçu ortaklaşa işledi? Hepsi gözden geçirilmelidir?İmam neden kıyam etmek zorunda kaldı? Tüm bunlar araştırılmalıdır. Cennet gencini yok etmek için neden bu kadar yarışıldı? Tüm bunlar açıklığa kavuşmalıdır.
Ziyaret edilirken maskeler yere düşürülmelidir? Maske takılarak yüzleşme olamaz zaten.
Tüm bunların arasında nerede durduğuna bakmalıdır. Eğer tüm bu yapılanlardan kendini beri görmüyorsa önce çokça tevbe etmelidir. Dönüşün de kesinlikle Peygamber(saa)’ine ve Ehl-i Beyt’ine yüzleşme olduğuna inandıktan sonra ayağa kalkmalıdır.
Daha sonra Veli olarak tuttuğu Peygamberi ve Ehl-i Beyt’ine dost olanları dost ve düşman olanlara düşmanlığını ilan etmelidir. Onunla barışık olanlarla barışık, onunla savaş halinde olanlarla da savaşacağını haykırmalıdır.
“Ey Eba Abdillah senin yasın ve musibetin bize ve İslam ehline çok ağır ve büyük oldu. Senin musibetin göklerde bütün gök ehline de çok büyük ve ağır oldu. Allah lanet etsin, siz Ehl-i Beyt’e yapılan zulüm ve haksızlığın temelini atan topluluğa. Allah lanet etsin, sizi, (İlahi) makamınızdan uzaklaştıran ve Allah’ın size tayin ettiği mertebeleri elinizden alan topluluğa. Allah lanet etsin, sizi şehit eden topluluğa. Allah lanet etsin, sizinle savaşabilmek için (zalimlere) zemin hazırlayan topluluğa.
Ben Allah’a ve siz (Ehl-i Beyt’e) doğru, o (zalimlerden) ve onların izleyicilerinden, takipçilerinden ve dostlarından beriyim.
Ey Eba Abdillah, hiç şüphesiz ben kıyamet gününe kadar sizin ile barışık olanlarla barışığım, sizinle savaşanlarla savaş halindeyim.”
Elbette o günlerin kötü aktörlerini sıralayabiliriz. Onlara lanet okuyabiliriz. Ancak tüm bu sorunları birkaç kişiye mal edinerek düşünmeyeceğiz. Mervan, ziyad, ömer b. sad gibi düşünen tüm mantıklardan beriyiz. Çünkü sorun sadece o günün sorunu değildir. Kişiselleştirilemez. Onların hayat felsefesine yakın olan herkes bu katliamın bir parçasıdır. Sorun duruş ve iman ile alakalıdır. Ve her inananı ilgilendirmelidir.
“Allah lanet etsin Ziyad soyuna ve Mervân soyuna. Allah lanet etsin Ümeyye oğullarının hepsine. Allah lanet etsin Mercâne oğluna (İbn-i Ziyâd’a). Allah lanet etsin Ömer b. Sa’d’a. Allah lanet etsin Şimr’e. Allah lanet etsin senin ile savaşmak için at eğerleyen, dizgin çeken ve nikap bağlayan topluluğa…”
Onlara destek veren, onları besleyen, onlara yardım eden ve onlarla işbirliği yapan tüm mantıkları lanetliyoruz. Hayatımızda asla böyle mantıklara, yol planlarına ve işbirliğine asla izin vermiyoruz ve onaylamıyoruz. Eğer bunlara prim verirsek biz de İmam Hüseyin (as)’i karşımıza almış ve ona ok atanlardan biri de biz olmuş oluruz.
“… Allah lanet etsin senin ile savaşmak için at eğerleyen, dizgin çeken ve nikap bağlayan topluluğa…”
Bu yüzden düşmana asla benzememeliyiz. Lanet ettiklerimizden beri olmalıyız. Aksi takdirde bizlere de lanetler yağmur gibi yağar. Aşura Ziyareti’nin sıraladıklarının arasında lanetlenenlerden biri de biz oluruz. Allah korusun. Dostumuzu da, düşmanlarımızı da iyi tanımalıyız. Zaman ve mekan üzeri olarak…
Eğer bunu anlayamazsak aynı hatayı bu çağda da yapmış oluruz. Yine iman edenler bu çağın imamına…
Yani aynı ihanet bu sefer İmam Mehdi (as)’ye yapılır. Allah muhafaza etsin. Duruşumuzun imamlarımıza yakın olması için dostluğuna yaraşır bir mantık, iman, ahlak, usul ve duruş ile donanmalıyız.
Aksi takdirde yanlış bir mantıkla, imanla, ahlakla, usulle, duruşla nasıl imam Mehdi (as)’ye biat edebiliriz.?!! Edemeyiz doğal olarak…. Kalp ve irade bunu onaylayamaz, anlayamaz elbette…Ağır gelir benliğine… Bu da demektir ki onun yani İmam Mehdi (as)’nin yanında olamaz tabi ki…
“Anam, babam sana feda olsun; senin için musibetim çok büyüktür. Şu halde senin makamını yücelten ve beni seninle değerli kılan Allah’tan istiyorum ki, Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden olan muzaffer imam (Hz.Mehdi) ile birlikte senin intikamını almayı bana nasip buyursun!”
Ki mümin olmanın onur ve izzeti bana da düşsün demelisin.
Bunun için gözlerini ve gönlünü terazinin hangi kefesine koymasını bilmelisin. O güzel kokunun seninde üzerine sinmesi için yalvarmalısın.
“Allah’ım, beni dünya ve ahirette Hüseyin (as) ile şerefli kıl.
Ey Eba Abdillah, hiç şüphesiz ben, Allah’a, Resulü’ne, Emir-ül Mu’minin’e, Fâtıma’ya, Hasan’a ve sana, senin sevginle ve sizin (Ehl-i Beyt’in) düşmanlarından beri olmakla yakınlaşıyorum.”
O halde onları takibe koyul. Onlara yapılan yanlışlıkları takip etme lütfen. Ezberlerden ve sana zorla dikte ettirilenlerden vazgeç, gözünü aç artık! Risalet evine saldıranları gör artık! Düşmanlara saygı duyma artık! Onlardan korkma artık!
“Onlar ki bu haksızlığın temelini atıp, binasını kurdular ve size ve takipçilerinize karşı zulüm ve haksızlıklarını devam ettirdiler. Ben, Allah’a ve size doğru gelerek; onlardan beriyim ve önce Allah’a, sonra da size, sizi dostlarınızı sevmekle ve düşmanlarımızdan, size savaş açanlardan ve onların izleyicilerinden beri olmakla yakınlaşıyorum.
Ben, sizinle barışık olanla barışığım, sizinle savaşta olana karşı savaştayım. Size dost olana dostum;size düşman olanla düşmanım. Şu halde sizi ve dostlarınızı tanımakla beni şereflendiren ve düşmanlarınızdan beri olmayı bana nasip eden Allah’tan istiyorum ki beni dünya ve âhirette sizinle birlikte kılsın ve dünya ve âhirette sizin yanınızda bana sebât versin.”
Dostu düşmanı karıştıran doğru yolu bulamaz. Bunun farkında olunulmalıdır. Herkesi haklı gören yada herkese onay veren birisi kendisini çözememiştir. Neyi savunduğunun farkında değildir. Öncelikle bu sorun çözülmelidr. Ya imamının yanında durursun yada tağutların yanında durarak imamına muhalif olursun.
“Öyleyse Siz Ehl-i Beyt’e karşı zulüm ve sitemin temelini atan gruba Allah lanet etsin. Sizi kendi makamınızdan alıkoyan ve Allah’ın size tanımış olduğu makamlarınızdan sizi uzaklaştıran gruba Allah lanet etsin. Allah, sizi katleden gruba lanet etsin, size karşı savaşmak için zemin hazırlayanlara lanet etsin.” «النّاصِبینَ لَکمُ الْحَرْبَ» (size karşı savaş düzenleyenlerden) cümlesinde ise Hz. Resulullah(saa)’tan sonra İslam muhalifi siyasi güçlerin Ehl-i Beyt’e (a.s) olan düşmanlık ve gayri insani davranışları hatırla! «اُمةً اَسْرَجَتْ وَالجَمَتْ وَ تَنَقَّبَتْ لِقِتالِک» ; “Allah sizinle savaşmak için bineklerini eyerleyip gem vuran ve tam bir hazırlık içinde savaşa gidenlere lanet etsin.”
Kimleri seveceğini ve kimlerden nefret edeceğini belirtikten sonra unutma ki imamının ziyareti başında bu söylediklerindir. Ona olan sevgi ve bağlılığını, düşmanlarına olan düşmanlığını belirtmelisin. Ki imamına olan yakınlığın belli olsun. Sen de onun yanında olduğunu göstermelisin. Tüm bunlar temennin ve duandır senin…
“Allah’ım, şu bulunduğum halde-yerde beni, senin salavat, rahmet ve mağfiretine mazhar olanlardan eyle.”
Aşura ziyaretininen can alıcı anahtar cümlelerinden biri de şudur: «اللهم اَجْعَلْ مَحیای مَحیا محمدٍ و ال مُحمد وَ مَماتی مَماتَ مُحمدٍ وَ ال مُحمدٍ» ; “Allah’ım! Yaşamımı Muhammed ve Ehlibeyt’inin yaşamı gibi ve ölümümü Muhammed ve Ehlibeyt’inin ölümü gibi kıl.”
Eğer bu dustur üzerinde yaşamayı bilmezsen kaybedeceğinin farkında olmalısın.
Dünyevi ve uhrevi saadete ermek için ilgi ve alaka tamamen salavat getirdiğin o Aba halkı’na bağlılıkta aramalısın. Bunu göstermek adına bu temenniyi yapmalısın.
«ثَبِّتْ لی قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَک مَعَ الْحُسَینِ وَ اَصْحابِ الْحُسَینِ الَّذینَ بَذَلُوا مُهَجَهُمْ دُونَ الْحُسَینِ علیهالسلام» ; “Kendi katında Hüseyin aleyhi selam ve onun uğrunda canlarını feda eden ashabıyla birliktelikten kazandığım doğruluk makamını benim için sabit kıl” demelisin.
Ve kesinlikle belirtmelisin.
“Allah’ım, Muhammed ve Âl-i Muhammed’in hakkına ilk zulmeden kimseden, ona bu konuda en son tâbi olan kimseye kadar hepsine lanet et.
Allah’ım, Hüseyin’le savaşan ve onu öldürmek için birbirleriyle işbirliği yapan ve sözleşen topluluğa lanet et. Allah’ım, onların hepsini topyekün kendi lanetine mazhar eyle.”
Sonra tekrar tekrar selamların ile sadakat ve bağlılığını göster…. Yüz defa da olsa söyle, kendine telkin et…
“Selam olsun sana ey Eba Abdillah ve O (pak) ruhlara ki senin eşiğinde (hareminde) yer aldılar. (Sana canlarını kurban etme ve aynı mekanda defnedilme şerefine nail oldular.)
Allah’ın selamı benden, senin üzerine olsun ebediyyen; yaşadığım ve gece ve gündüz devam ettiği müddetçe. Allah, bunu, benim sizi son ziyaretim kılmasın. Selam olsun Hüseyn’e ve Ali b. Hüseyn’e, Hüseyn’in evlatlarına ve ashabına.”
Sonra şöyle devam et düşmanların şahsında tüm şer, fitne ve batıl odaklarına…
“Allah’ım, sen, (Resul ve Ehl-i Beyt’ine)ilk zulmedeni benim özel lanetime mazhar eyle. Bunun için de, önce birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü ve sonra da dördüncüden başla. Sonra da… Yezid’e lanet eyle. Ziyad’ın ve Mercâne’nin oğlu Ubeydullah’a, Sa’d oğlu Ömer’e, Şimr’e, Ebu Süfyan’ın, Ziyâd’ın ve Mervân’ın soyuna kıyamet gününe kadar lanet et.”
Sonra secdeye kapanıp şöyle demelisin:
“Allah’ım onların musibetine karşı bana, şükredenlerin hamdı gibi hamdetmeği nasip eyle. Bu büyük acı ve musibetimden dolayı Allah’a hamd olsun. Allah’ım, (huzuruna) varacağım gün Hüseyn’in şefâatini bana nasip eyle ve indinde Hüseyin ve canlarını Hüseyn’e (Aleyhisselam) feda eden ashabıyla birlikte, benim doğruluk ayağıma sebât ver.”
Beni onların şiarları gibi şiarlanmayı diliyorum. Onların öğretmeliğinde terbiye olmayı ve onların arkasından gitmeyi istiyorum…
İşte ziyaretinde söylemen ve düşünmen gereken kısaca noktalar bunlardır. Bilinç ve sevgi ile donanan bir müslüman bu prensipler ile hayatının her zamanlarında yaşar ve yüzünün akı ile imamına duygularını ve haykırışlarını dillendirebilir….
Böyle bir yüreği taşıyarak imamı ile arasına ne zamanı koyar, ne de mesafeleri…
Kerbela olayında taraftarlığını imam Hüseyin (as) adına belirten her müslüman, olayların üzerinden tarih geçse de kendi düşünce ve duygularını belirtmek ister. Bunun birçok ifadesinin yanı sıra İmam Muhammed Bakır (as)’dan öğretilen bir sunum vardır. İster uzakta olun, ister yakında ; kalbiniz ve iradenizle şöyle bir sunum yapabilirsiniz. Ziyaret-i Aşura’yı okuyabilirsiniz.
Elbette İmam Hüseyin (as)’in sıkça anıldığı bu Muharrem ayında bu duanın yani ziyareti Aşura’nın çokça okunduğunun farkındayım. Bu demek değildir ki sadece Muharrem ayına ait bir duadır. Her zaman okunmalıdır. Çünkü her zaman imamımızı ziyaret ediyormuşçasına bu duayı okuyabiliriz.
Bunun önemi ile ilgili İmam Cafer Sadık(as)’tan da bir çok rivayetler de vardır. Lâkin benim gündeme getirmek istediğim konu bir başka boyuttur.
Acaba ne okuduğumuzun yada neyi dile getirdiğimizin farkında mıyız? Yaptığımız duaların ve dile getirdiğimiz dileklerimizin bilincinde miyiz?
“Ziyaret-i Aşura” adından da anlaşılacağı üzere Aşura gününde gerçekleşmiş Kerbelâ imtihanında, taraftarı olduğumuzu söylediğimiz ve inandığımız İmam Hüseyin(as)’i, ehlini ve ashabını ziyaret etmedir. Bir türlü yüzleşme diyebiliriz buna. Ahiret yüzleşmesinden önce doğal olarak…
Bu yüzleşme; imamının huzuruna çıkmada “nasıl bir duruş sergilememiz gerekir?” bunu bilmek.
Bu duamız da dikkate alacağımız ilk nokta “selamlaşma”dır.
“ Selam olsun sana ey Eba Abdillah! Selam olsun sana ey Resulullah’ın oğlu! Selam olsun sana ey Mu’minlerin Emiri ve vâsilerin efendisinin oğlu! Selam olsun sana ey dünya kadınlarının efendisi Fâtıma’nın oğlu! Selam olsun sana ey Allah’ın kanına (intikamına) tâlip olduğu ve kanına talip olduğunun oğlu! Ey, (mukaddes) kanının intikamı henüz alınmayan!
Selam olsun sana ve senin eşiğine yerleşen (sana feda olup, senin haremine yerleşen) ruhlara. Hepinizin üzerine benden Allah’ın edebi selamı olsun; ben yaşadığım ve gece ve gündüz devam ettiği müddetçe.”
Bu demektir ki İmam Hüseyin(as)’in arkasında duran her inanan insan ilk önce imamı/ önderi/ rehperi/ velisi ile selamlaşmalıdır. Bu imamına olan biatını, ahdini, sadakatini ve itimadını göstermek için bir kapı aralamadır. Ve Resul(saa)’ün vasisinin yanına oturmuş gibi düşünmelisin kendini.
Bu günde, bu günden önce ve bu günden sonra olanları değerlendirmelisin. Bu Kerbela olayı bir kereden sıçrayan sıradışı bir olay değildi. Bu günlere nasıl gelindi? Nedenlerini sorarsın…
Sebepler sorgulanmalı, herkese düşen hata payı ve bu hatalar arasında kendisini de düşünmeli? Çünkü imamın başına gelenler cemaatinin basiret ve ümmetinin iman yoksunluğu idi. Ümmet neden böyle bir suçu ortaklaşa işledi? Hepsi gözden geçirilmelidir?İmam neden kıyam etmek zorunda kaldı? Tüm bunlar araştırılmalıdır. Cennet gencini yok etmek için neden bu kadar yarışıldı? Tüm bunlar açıklığa kavuşmalıdır.
Ziyaret edilirken maskeler yere düşürülmelidir? Maske takılarak yüzleşme olamaz zaten.
Tüm bunların arasında nerede durduğuna bakmalıdır. Eğer tüm bu yapılanlardan kendini beri görmüyorsa önce çokça tevbe etmelidir. Dönüşün de kesinlikle Peygamber(saa)’ine ve Ehl-i Beyt’ine yüzleşme olduğuna inandıktan sonra ayağa kalkmalıdır.
Daha sonra Veli olarak tuttuğu Peygamberi ve Ehl-i Beyt’ine dost olanları dost ve düşman olanlara düşmanlığını ilan etmelidir. Onunla barışık olanlarla barışık, onunla savaş halinde olanlarla da savaşacağını haykırmalıdır.
“Ey Eba Abdillah senin yasın ve musibetin bize ve İslam ehline çok ağır ve büyük oldu. Senin musibetin göklerde bütün gök ehline de çok büyük ve ağır oldu. Allah lanet etsin, siz Ehl-i Beyt’e yapılan zulüm ve haksızlığın temelini atan topluluğa. Allah lanet etsin, sizi, (İlahi) makamınızdan uzaklaştıran ve Allah’ın size tayin ettiği mertebeleri elinizden alan topluluğa. Allah lanet etsin, sizi şehit eden topluluğa. Allah lanet etsin, sizinle savaşabilmek için (zalimlere) zemin hazırlayan topluluğa.
Ben Allah’a ve siz (Ehl-i Beyt’e) doğru, o (zalimlerden) ve onların izleyicilerinden, takipçilerinden ve dostlarından beriyim.
Ey Eba Abdillah, hiç şüphesiz ben kıyamet gününe kadar sizin ile barışık olanlarla barışığım, sizinle savaşanlarla savaş halindeyim.”
Elbette o günlerin kötü aktörlerini sıralayabiliriz. Onlara lanet okuyabiliriz. Ancak tüm bu sorunları birkaç kişiye mal edinerek düşünmeyeceğiz. Mervan, ziyad, ömer b. sad gibi düşünen tüm mantıklardan beriyiz. Çünkü sorun sadece o günün sorunu değildir. Kişiselleştirilemez. Onların hayat felsefesine yakın olan herkes bu katliamın bir parçasıdır. Sorun duruş ve iman ile alakalıdır. Ve her inananı ilgilendirmelidir.
“Allah lanet etsin Ziyad soyuna ve Mervân soyuna. Allah lanet etsin Ümeyye oğullarının hepsine. Allah lanet etsin Mercâne oğluna (İbn-i Ziyâd’a). Allah lanet etsin Ömer b. Sa’d’a. Allah lanet etsin Şimr’e. Allah lanet etsin senin ile savaşmak için at eğerleyen, dizgin çeken ve nikap bağlayan topluluğa…”
Onlara destek veren, onları besleyen, onlara yardım eden ve onlarla işbirliği yapan tüm mantıkları lanetliyoruz. Hayatımızda asla böyle mantıklara, yol planlarına ve işbirliğine asla izin vermiyoruz ve onaylamıyoruz. Eğer bunlara prim verirsek biz de İmam Hüseyin (as)’i karşımıza almış ve ona ok atanlardan biri de biz olmuş oluruz.
“… Allah lanet etsin senin ile savaşmak için at eğerleyen, dizgin çeken ve nikap bağlayan topluluğa…”
Bu yüzden düşmana asla benzememeliyiz. Lanet ettiklerimizden beri olmalıyız. Aksi takdirde bizlere de lanetler yağmur gibi yağar. Aşura Ziyareti’nin sıraladıklarının arasında lanetlenenlerden biri de biz oluruz. Allah korusun. Dostumuzu da, düşmanlarımızı da iyi tanımalıyız. Zaman ve mekan üzeri olarak…
Eğer bunu anlayamazsak aynı hatayı bu çağda da yapmış oluruz. Yine iman edenler bu çağın imamına…
Yani aynı ihanet bu sefer İmam Mehdi (as)’ye yapılır. Allah muhafaza etsin. Duruşumuzun imamlarımıza yakın olması için dostluğuna yaraşır bir mantık, iman, ahlak, usul ve duruş ile donanmalıyız.
Aksi takdirde yanlış bir mantıkla, imanla, ahlakla, usulle, duruşla nasıl imam Mehdi (as)’ye biat edebiliriz.?!! Edemeyiz doğal olarak…. Kalp ve irade bunu onaylayamaz, anlayamaz elbette…Ağır gelir benliğine… Bu da demektir ki onun yani İmam Mehdi (as)’nin yanında olamaz tabi ki…
“Anam, babam sana feda olsun; senin için musibetim çok büyüktür. Şu halde senin makamını yücelten ve beni seninle değerli kılan Allah’tan istiyorum ki, Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden olan muzaffer imam (Hz.Mehdi) ile birlikte senin intikamını almayı bana nasip buyursun!”
Ki mümin olmanın onur ve izzeti bana da düşsün demelisin.
Bunun için gözlerini ve gönlünü terazinin hangi kefesine koymasını bilmelisin. O güzel kokunun seninde üzerine sinmesi için yalvarmalısın.
“Allah’ım, beni dünya ve ahirette Hüseyin (as) ile şerefli kıl.
Ey Eba Abdillah, hiç şüphesiz ben, Allah’a, Resulü’ne, Emir-ül Mu’minin’e, Fâtıma’ya, Hasan’a ve sana, senin sevginle ve sizin (Ehl-i Beyt’in) düşmanlarından beri olmakla yakınlaşıyorum.”
O halde onları takibe koyul. Onlara yapılan yanlışlıkları takip etme lütfen. Ezberlerden ve sana zorla dikte ettirilenlerden vazgeç, gözünü aç artık! Risalet evine saldıranları gör artık! Düşmanlara saygı duyma artık! Onlardan korkma artık!
“Onlar ki bu haksızlığın temelini atıp, binasını kurdular ve size ve takipçilerinize karşı zulüm ve haksızlıklarını devam ettirdiler. Ben, Allah’a ve size doğru gelerek; onlardan beriyim ve önce Allah’a, sonra da size, sizi dostlarınızı sevmekle ve düşmanlarımızdan, size savaş açanlardan ve onların izleyicilerinden beri olmakla yakınlaşıyorum.
Ben, sizinle barışık olanla barışığım, sizinle savaşta olana karşı savaştayım. Size dost olana dostum;size düşman olanla düşmanım. Şu halde sizi ve dostlarınızı tanımakla beni şereflendiren ve düşmanlarınızdan beri olmayı bana nasip eden Allah’tan istiyorum ki beni dünya ve âhirette sizinle birlikte kılsın ve dünya ve âhirette sizin yanınızda bana sebât versin.”
Dostu düşmanı karıştıran doğru yolu bulamaz. Bunun farkında olunulmalıdır. Herkesi haklı gören yada herkese onay veren birisi kendisini çözememiştir. Neyi savunduğunun farkında değildir. Öncelikle bu sorun çözülmelidr. Ya imamının yanında durursun yada tağutların yanında durarak imamına muhalif olursun.
“Öyleyse Siz Ehl-i Beyt’e karşı zulüm ve sitemin temelini atan gruba Allah lanet etsin. Sizi kendi makamınızdan alıkoyan ve Allah’ın size tanımış olduğu makamlarınızdan sizi uzaklaştıran gruba Allah lanet etsin. Allah, sizi katleden gruba lanet etsin, size karşı savaşmak için zemin hazırlayanlara lanet etsin.” «النّاصِبینَ لَکمُ الْحَرْبَ» (size karşı savaş düzenleyenlerden) cümlesinde ise Hz. Resulullah(saa)’tan sonra İslam muhalifi siyasi güçlerin Ehl-i Beyt’e (a.s) olan düşmanlık ve gayri insani davranışları hatırla! «اُمةً اَسْرَجَتْ وَالجَمَتْ وَ تَنَقَّبَتْ لِقِتالِک» ; “Allah sizinle savaşmak için bineklerini eyerleyip gem vuran ve tam bir hazırlık içinde savaşa gidenlere lanet etsin.”
Kimleri seveceğini ve kimlerden nefret edeceğini belirtikten sonra unutma ki imamının ziyareti başında bu söylediklerindir. Ona olan sevgi ve bağlılığını, düşmanlarına olan düşmanlığını belirtmelisin. Ki imamına olan yakınlığın belli olsun. Sen de onun yanında olduğunu göstermelisin. Tüm bunlar temennin ve duandır senin…
“Allah’ım, şu bulunduğum halde-yerde beni, senin salavat, rahmet ve mağfiretine mazhar olanlardan eyle.”
Aşura ziyaretininen can alıcı anahtar cümlelerinden biri de şudur: «اللهم اَجْعَلْ مَحیای مَحیا محمدٍ و ال مُحمد وَ مَماتی مَماتَ مُحمدٍ وَ ال مُحمدٍ» ; “Allah’ım! Yaşamımı Muhammed ve Ehlibeyt’inin yaşamı gibi ve ölümümü Muhammed ve Ehlibeyt’inin ölümü gibi kıl.”
Eğer bu dustur üzerinde yaşamayı bilmezsen kaybedeceğinin farkında olmalısın.
Dünyevi ve uhrevi saadete ermek için ilgi ve alaka tamamen salavat getirdiğin o Aba halkı’na bağlılıkta aramalısın. Bunu göstermek adına bu temenniyi yapmalısın.
«ثَبِّتْ لی قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَک مَعَ الْحُسَینِ وَ اَصْحابِ الْحُسَینِ الَّذینَ بَذَلُوا مُهَجَهُمْ دُونَ الْحُسَینِ علیهالسلام» ; “Kendi katında Hüseyin aleyhi selam ve onun uğrunda canlarını feda eden ashabıyla birliktelikten kazandığım doğruluk makamını benim için sabit kıl” demelisin.
Ve kesinlikle belirtmelisin.
“Allah’ım, Muhammed ve Âl-i Muhammed’in hakkına ilk zulmeden kimseden, ona bu konuda en son tâbi olan kimseye kadar hepsine lanet et.
Allah’ım, Hüseyin’le savaşan ve onu öldürmek için birbirleriyle işbirliği yapan ve sözleşen topluluğa lanet et. Allah’ım, onların hepsini topyekün kendi lanetine mazhar eyle.”
Sonra tekrar tekrar selamların ile sadakat ve bağlılığını göster…. Yüz defa da olsa söyle, kendine telkin et…
“Selam olsun sana ey Eba Abdillah ve O (pak) ruhlara ki senin eşiğinde (hareminde) yer aldılar. (Sana canlarını kurban etme ve aynı mekanda defnedilme şerefine nail oldular.)
Allah’ın selamı benden, senin üzerine olsun ebediyyen; yaşadığım ve gece ve gündüz devam ettiği müddetçe. Allah, bunu, benim sizi son ziyaretim kılmasın. Selam olsun Hüseyn’e ve Ali b. Hüseyn’e, Hüseyn’in evlatlarına ve ashabına.”
Sonra şöyle devam et düşmanların şahsında tüm şer, fitne ve batıl odaklarına…
“Allah’ım, sen, (Resul ve Ehl-i Beyt’ine)ilk zulmedeni benim özel lanetime mazhar eyle. Bunun için de, önce birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü ve sonra da dördüncüden başla. Sonra da… Yezid’e lanet eyle. Ziyad’ın ve Mercâne’nin oğlu Ubeydullah’a, Sa’d oğlu Ömer’e, Şimr’e, Ebu Süfyan’ın, Ziyâd’ın ve Mervân’ın soyuna kıyamet gününe kadar lanet et.”
Sonra secdeye kapanıp şöyle demelisin:
“Allah’ım onların musibetine karşı bana, şükredenlerin hamdı gibi hamdetmeği nasip eyle. Bu büyük acı ve musibetimden dolayı Allah’a hamd olsun. Allah’ım, (huzuruna) varacağım gün Hüseyn’in şefâatini bana nasip eyle ve indinde Hüseyin ve canlarını Hüseyn’e (Aleyhisselam) feda eden ashabıyla birlikte, benim doğruluk ayağıma sebât ver.”
Beni onların şiarları gibi şiarlanmayı diliyorum. Onların öğretmeliğinde terbiye olmayı ve onların arkasından gitmeyi istiyorum…
İşte ziyaretinde söylemen ve düşünmen gereken kısaca noktalar bunlardır. Bilinç ve sevgi ile donanan bir müslüman bu prensipler ile hayatının her zamanlarında yaşar ve yüzünün akı ile imamına duygularını ve haykırışlarını dillendirebilir….
Böyle bir yüreği taşıyarak imamı ile arasına ne zamanı koyar, ne de mesafeleri…

EHL-İ BEYT’İ SEVENİ SEV!
Ahmed b. Cafer el-Beledî, Muhammed b. Yezid el-Bekrî’den, o Mansur b. Nasr el-Medainî’den, o Abdurrah-man b. Müslim’den şöyle rivayet etmiştir:
İmam Kâzım’ın (a.s) yanına gittim ve dedim ki: “Hangisinin ziyareti daha faziletlidir: Hüseyin’in mi, Emirü’l-Müminin’in mi yoksa falan ve falanın (bütün Ehl-i Beyt İmamları’nı saydım) mı?”
Buyurdu ki:
Ey Abdurrahman! İlkimizi ziyaret eden sonumuzu, sonumuzu ziyaret eden de ilkimizi ziyaret etmiş gibidir. İlkimizi veli edinen sonumuzu, sonumuzu veli edinen de ilkimizi veli edinmiştir. Bizim dostlarımızdan birinin ihtiyacını karşılayan kimse, hepimizin ihtiyacını karşılamış gibidir.
Ey Abdurrahman! Bizi sev, bizi seveni de sev. Bizimle ilgili olanı sev ve bizim için sev. Bizi dost edin ve bizi dost edineni dost edin. Bize buğzedene buğzet. Bizi reddeden, dedemiz Resulullah’ı (s.a.a) reddetmiş gibidir. Resulullah’ı (s.a.a) reddeden de Allah’ı reddetmiş gibidir.
Haberin olsun, ey Abdurrahman! Bize buğzeden, Muhammed’e buğzetmiş, Muhammed’e buğzeden de Allah’a buğzetmiş olur. Allah’a buğzedeni de Allah’ın, onu yardım eden kimsesi olmaksızın cehenneme atması bir haktır.
KÂMİLU’Z-ZİYARAT, S.335.
İmam Kâzım’ın (a.s) yanına gittim ve dedim ki: “Hangisinin ziyareti daha faziletlidir: Hüseyin’in mi, Emirü’l-Müminin’in mi yoksa falan ve falanın (bütün Ehl-i Beyt İmamları’nı saydım) mı?”
Buyurdu ki:
Ey Abdurrahman! İlkimizi ziyaret eden sonumuzu, sonumuzu ziyaret eden de ilkimizi ziyaret etmiş gibidir. İlkimizi veli edinen sonumuzu, sonumuzu veli edinen de ilkimizi veli edinmiştir. Bizim dostlarımızdan birinin ihtiyacını karşılayan kimse, hepimizin ihtiyacını karşılamış gibidir.
Ey Abdurrahman! Bizi sev, bizi seveni de sev. Bizimle ilgili olanı sev ve bizim için sev. Bizi dost edin ve bizi dost edineni dost edin. Bize buğzedene buğzet. Bizi reddeden, dedemiz Resulullah’ı (s.a.a) reddetmiş gibidir. Resulullah’ı (s.a.a) reddeden de Allah’ı reddetmiş gibidir.
Haberin olsun, ey Abdurrahman! Bize buğzeden, Muhammed’e buğzetmiş, Muhammed’e buğzeden de Allah’a buğzetmiş olur. Allah’a buğzedeni de Allah’ın, onu yardım eden kimsesi olmaksızın cehenneme atması bir haktır.
KÂMİLU’Z-ZİYARAT, S.335.

BU GÜNLER, BU BELDELER…
BU GÜNLER VE BU BELDELER
Kefen giymiş olarak kendilerini ahiret gününde gören müslümanlar, üzerindeki ihram gibi iç ve dış arınmaları ile tertemiz ve yalın olmalıdırlar. Bu sayılı günler Rabbinden cennet günleri varsayılarak bayram olarak hatırlatılır. Bu günlerin atmosferinde kalpler yumuşamış, hayaller ilahî lütüf ve ikramlar ile süslenmiş, her atılan adımın, her gelecek günün daha güzel müşahadelerle dolu olacağı ümidiyle inananlar, hasretini çektiği bu günlere kavuşmanın eşiğindedir.
Hz. Adem(as) ile başlayan bu İlahi nehir yatağı, Hz. Muhammed (s.a.a) in çağına gelmiştir. Bu beldeler de yine tevhid sancağının dalgalanması için Hz. Muhammed (s.a.a) ve onun sağ kolu ve Harun misali yardımcısı olan Hz. Ali (as) omuz omuza vererek suyu çekilmiş olan bu nehir yatağına yeniden bir hayat getirmişlerdir.
Mekke’den ayrılmalarına rağmen, çabalarına ara vermeden yeni plan ve projeleriyle yine bu beldelere can vermek isterler. Mekke yeniden fethedilir ama bu yeterli değildir. Tamamen müşriklerin ayıklanması gerekmektedir. Tevbe süresinin ilk ayetlerinde de bu emredilir. Cebrail (as)’in bildirisi üzerine Hz. Muhammed(s.a.a) yada kendisinden biri olarak Hz. Ali (as) bu ayetlerin hükmü ile müşriklere ihtar çekilir. Hz. Muhammed (s.a.a), imam Ali(as)’ye bu görevi verir.
Zilhicce 10 ve bu belde.
“Allah’dan ve Resulü’nden bir ültimatomdur bu, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere: Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi gezip dolaşın. Şunu da bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah kâfirleri mutlaka perişan edecektir. Ayrıca büyük hac günü Allah ve Rasulü tarafından insanlara bir ilandır ki, Allah da Resulü de müşriklerle yapılan antlaşmalara artık bağlı değildir. Eğer hemen tevbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Yok yine tevbeden yüz çevirirseniz biliniz ki, Allah’ı yıldıracak değilsiniz. Kâfirleri acı bir azap ile müjdele…….”
Hz. Ali (as), Tevbe süresinin ilk ayetlerini Allah ve Resulu’nden tüm müşriklere bir ihtar olarak tebliğ eder. Bu günden sonra bir daha müşrikler hac merasimine katılamaz. Ümmet içindeki ayıklamayı imam Ali Allah ve Resulu adına son noktayı koyar.
Bir yıl sonra yine zilhicce ve yine bu belde.
Çok aşamalardan ve kederlerden sonra inananlar, Peygamber önderliğinde Hacc yapmanın gurur ve izzeti içindedirler. Rahmetin yağmur gibi kuşattığı bu günlerde nefisler için en uygun zamandır. Bu yüzden Resulullah(s.a.a) en uygun zaman olarak inananların toplanmış olduğu bu ortamda hatırlatmalar yapmak ister. Hem zamanı kalmamıştır, hem de ümmete önündeki süreçte nasıl davranmaları gerektiğini anlatır. Çünkü bu ümmet çok gençtir ve kendisi de yakın bir zamanda dünyadan ayrılacaktır. Ümmet daha on yaşındadır, hâlâ çok sorunlar vardır. Bu kaygı ve endişeyle ümmetine seslenir bir vasiyet olarak.
Cahiliyye günlerinin son kapılarının kapandığını ve o günlerden kalan tüm adetleri çiğnediğini hatırlatır. İster ki ümmet kendisinin başlatmış olduğu bu yolu devam ettirsin. Haram aylarının hürmetini anlatır. Kadın -erkek, anne- baba haklarını, faiz, kumar, kan davası, fuhuş gibi yasakları gündeme getirir. İnsan haklarının tüm yönlerini dillendirir. Müminlerin kardeşliği en can alıcı nokta olarak vurgular. Allah katında üstünlüğün takva olduğunu tekrar tekrar gündeme getirir. Vasiyet gibi anlatıkktan sonra miras hukukundan bahseder. Son aşamada da kendi konumunun vasiyetine vurgu yapar. “ Size iki şey bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beyt’im” der. Yine ümmetine olan düşkünlüğünden ki “onlara sarılırsanız kesinlikle doğru yolu kaybetmezsiniz” der. (Veda hutbesinden)
Bu onun ne kadar ufkunun geniş ve ümmetine ne kadar çok düşkün olduğunu gösterir. Ümmetini kendinden sonra kendi haline bırakmayıp, ümmetinin geleceğini şimdiden sağlama almak ister. Bu hatırlatmalardan sonra hacıların geri dönüşünde ayrılacakları kavşakta Gadir Hum denilen yerde yine müslümanları toplar ve yine bu önemli konuyu İlahî emir üzere(Maide süresi/67) hatırlatmak ister.
Ümmetin geleceği imamet düzeni olarak uyarır inananları. “ Ben kimin mevlası isem Ali de öyle size mevla’dır. Allah’ım ona kim dost olursa, sen de ona dost ol. Kim ona düşman olursa, sen de ona düşman ol….” (Gadir Hum hutbesinden)
O yerler ve o günler peygamberin bu çırpınışlarına ve bu kaygılarına şahittir.
Hz. Fatma (as) da bu yaşananlara ortaktır. O babası ve kocası ile beraber hem Arafat’taki babasının sözlerine, hem de Gadir Hum’daki hadiselere şahittir.
“Belki bu seneden sonra bir daha sizinle buluşmayacağım.” Bu söz Fatıma’nın kalbine oturmuştur. Ardından da Resulullah vasiyetini açıklamıştır bu ümmete. “Size iki şey bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beyt’im.”
Gadir Hum’daki uzun süren hutbe de dahil hepsi artık o zor günlerin geleceğinin işareti idi.
Hz. Fatma’nın kendisi için de o seneden sonra buluşma olmayacağını belki biliyordu, belki bilmiyordu. Ama gerçek olan şu idi ki; Resulullah(s.a.a)’ın bu anlattıklarına ve bu ümmete emanet ettiklerine o da şahitti. Bu beldeler ve bu günlerde hepsine şahitti.
Bu günlerde küçücük olan imam Hüseyin 50 yıl sonra yine burada idi.
Bu ümmete diyecekleri vardı. Ümmetin geldiği durum çok vahimdir. Yüreğindeki bu ızdırapla ümmeti uyandırmaya gelmiştir. Hem de Zilhicce ayıdır. İhramlıdır. Hac rükünleri ile beraber toplanacak olan tüm ümmet ile iletişim kurmak ister…
“ Lebbeyk, Allahumme lebbeyk…!” diyordu. Hem ihram var üzerinde, hem de Yüce Allah’ın davetine icabet etmek isterken ümmetin başında Yezid gibi bir tağutun olmasına izin veremezdi. Rabbine en güzel davete icabetin kıyam olduğunu haykırdı çevresindeki tüm inananlara. Bu nedenle ümmeti silkelemek istiyordu….
İhramını çıkardı, haccını yapmadan yola koyulmak için amacını açıkladı. Emri bil maruf, nehyi anil münker, ceddi Resulullah’ın yolunu ihya etmek ve aldanan bu ümmeti uyandırmak için yola çıkacaktı. Yola çıkmadan önce herkese seslendi.
“ Bütün hamdler Allah”a mahsustur. Allah neyi dilerse, o olur. Kuvvet ve kudret ancak Allah’tandır. Allah”ın salât ve selamı O’nun Resul’üne olsun. Gerdanlık kızların boynuna yakıştığı gibi ölüm de insanoğluna yakışır. Yakup Yusuf”u görmeyi arzu ettiği gibi, ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana varacağım bir katligah tayin edilmiştir. Öyle ki o ıssız çöllerin yırtıcı kurt ve hayvanlarının (Kufe ordusunun) Nevavis ve Kerbela arasındaki bir yerde benim uzuvlarımı parçaladıklarını görüyorum. Allah”ın kaza kalemiyle yazılmış olan böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah”ın razı olduğu şeye biz Ehl-i Beyt de razıyız. O”nun bela ve imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteriyoruz. O da sabredenlerin sevabını bize (tamamıyla) verecektir. Resulullah’ın (s.a.a) bedeninin parçası olan evlatları ondan hiçbir zaman ayrı düşmeyeceklerdir. Cennette de onun yanında olacaklardır. Çünkü onlar Peygamber’in (s.a.a) hoşnutluğuna ve gözünün aydınlığına vesiledirler, Allah”ın vadesi de (ilâhî hükümetin istikrarı da) onların vasıtasıyla tahakkuk bulacaktır.”
Daha sonra İmam Hüseyin (a.s) sözlerini şu cümleyle sona erdirmişti:
“Herkes bilsin ki, bizim uğrumuzda canından geçen ve Allah’a ulaşmak yolunda kendisini feda etmeye hazır olan kimse, bizimle birlikte hareket etmelidir. Çünkü ben yarın sabah erkenden hareket edeceğim inşallah.” (Mekke’den ayrılmadan önce ki hutbesinden)
O günler ve o beldeler bu yaşananlara da şahit olmuştu.
Kerbela faciasından kısa bir zaman geçmişti. Kerbela acısını yaşayanlardan imam Zeynelabidin(as) de bu beldeydi. Bu günler de onun bu söylediklerine şahit oluyordu. İmam hem ağlıyor, hem de şöyle dua ediyordu.
“Övgü âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ey Allah’ım, övgü sanadır. Gökleri ve yeri ortada bir örnek olmadan yoktan var eden yücelik ve ihsan sahibi, rablerin Rabbi, her tapınanın İlâhı, her yaratığın yaratıcısı, her şeyin vârisi sensin. O’nun misli yoktur; hiç bir şey O’nun ilminin haricine çıkamaz; O her şeyi kuşatmıştır ve O her şeyi gözetleyendir.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur; teksin, yegânesin ve her şeyden apayrısın.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur. Kerimsin; keremin eşsizdir; yücesin, yücelik sana aittir; büyüksün, büyüklük sana yakışır.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur; ulusun; her şeyden daha üstünsün; cezan çok şiddetlidir…
Tasavvurlar zatını kavramaktan, fikirler niteliğini anlamaktan acizdir. Gözler, senin yerinin konumunu göremez.Sen bir sınır ve tarife sığmazsın ki sınırlanasın, bir örneğin de yoktur ki sonradan var edilmiş olasın ve doğmadın ki doğrulmuş olasın…
Övgü sanadır, kendi sürekliliğinle sürecek tarzda.
Övgü sanadır, nimetinle beraber ebedî kalacak şekilde.
Övgü sanadır, ihsanına denk olacak biçimde.
Övgü sanadır, hoşnutluğunu daha da artıracak bir övgü.
Övgü sanadır, her övenin övgüsüyle beraber olacak tarzda…
Ey Rabbim! Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine salât eyle. Bir salât ki sürekli artsın, bereket ve artışı ondan fazla bir rahmet olmasın. Ona rahmet eyle; bir rahmet ki, sürekli çoğalsın; semeresi ondan çok olan bir rahmet olmasın. Ona rahmet eyle, öyle bir rahmet ki, onu hoşnut etsin ve ondan üstün bir rahmet olmasın.
Rabbim! Emrini taşımak için seçtiğin, ilminin haznedarları, dininin koruyucuları, yeryüzünde halifelerin, kullarına hüccetlerin kıldığın, iradenle her türlü pislik ve kirden tertemiz yarattığın, kendine uzanan bir vesile ve cennetine giden yol olarak belirlediğin onun pak Ehl-i Beyt’ine salât eyle…
Allah’ım! Sen sürekli dinini her dönemde, kulların için bayrak olarak diktiğin ve beldelerinde bir meşale kıldığın bir İmam’la destekledin. Onun sağlam ipini kendi sağlam ipine bağladın, onu kendi hoşnutluğuna ulaşmak vesilesi kıldın, itaatini farz kıldın, ona karşı gelmekten sakındırdın; emirlerine boyun eğmeye, yasaklarından çekinmeye, kimsenin ondan ileri geçmemesini ve kimsenin ondan geri kalmamasını emrettin. O, kendisine sığınanların koruyucusu ve müminlerin sığınağı ve sarılanların sağlam kulpu ve âlemlerin güzelliğidir…
Senin katındakine ulaşmama engel olan, sana ulaşmak için vesile aramaktan beni alıkoyan ve sana yaklaşmak için çaba göstermekten beni gaflete düşüren alçak dünyanın sevgisini kalbimden çıkar. Gece ve gündüzleri yalnız başıma sana yalvarmayı, benim nazarımda süsle. Bana, korkuna yaklaştıracak, yasaklarını işlemekten beni alıkoyacak ve büyük günahların esaretinden beni kurtaracak bir korunma gücü ver. Sana karşı gelmenin pisliğinden temizlenmeyi bana lütfet. Hataların kirini benden gider. Esenlik elbisesini bana giydir. Afiyet ridasını/libasını üzerime çek. Bol nimetlerinle beni kuşat. Lütuf ve bağışını sürekli bana ulaştır…
Senin güç ve kudretin yerine, beni kendi güç ve kudretime terk etme. Kendi huzuruna çıkmak için kabirden çıkardığın gün beni küçük düşürme. Seni anmayı bana unutturma. Sana şükretmekten beni ayrı düşürme… Sana yönelişimi, sana yönelenlerin yönelişinden üstün; sana övgümü, seni övenlerin övgüsünden daha üstün kıl. Sana muhtaç olduğum gün beni kendi başıma ve yardımsız bırakma…
Azap vaadinden korkmamı, mazeret için artık bir yol bırakmamandan ve beni uyarmalarından sakınmamı ve ayetlerini okurken titrememi sağla.
Gecelerimi; ibadet için uyanmakla, yalnızlığımı senin için kalkmakla, kimsesizliğimi seninle gönül rahatlığı bulmakla, ihtiyaçlarımı senin kapına getirmekle, sürekli ateşten kurtuluşu dilemekle ve ateş ehlinin bulundukları azaptan sana sığınmakla ihya et.
Benim, ölüm vaktine kadar körlük ve şaşkınlık içerisinde taşkınlığımı sürdürmeme ve gaflet içerisinde cehaletimi davam ettirmeme müsaade etme. Beni öğüt alanlar için öğüt alma vesilesi, ibret alanlar için ibret aracı ve bakanlar (aldananlar) için imtihan ve aldatma vesilesi kılma. Başkasını (kendine kulluk için) benim yerime geçirme…
Senin katında olana karşı kalbimde güven oluştur. Gayretimi gönül rahatlığı ile senin için olana ayır. Halis kullarını çalıştırdığın işlerde beni çalıştır. Akıllar gaflete düştüğü zaman kalbime itaatinin sevgisini yerleştir…
Halka ağız açmamı önleyerek itibarımı/izzetimi koru. Fasıkların yanında olanı arzulamama engel ol.
Beni zalimlere destekçi kılma ve Kitab’ını yok etmek için onlara yardımcı yapma…” (İmam Zeynelabidin (as)’ ın Arafat hutbesinden)
İmam Zeynelabidin (as) ihrama girilen yerlerden birinde ihram giyerken telbiye getirdiği zaman rengi solar, huzursuz olur, neredeyse telbiye getiremezdi. Size ne oldu denildiğinde ise imam (as) şu cevabı verirdi. “ Lebbeyk!” (davetini kabul ettim) dediğimde bana “ La lebbeyk! (hoş gelmedin) diye cevap verilmesinden korkuyorum”
Bu yerler ve bu günler imam’ın ne kadar hassas ve ne kadar çok ibadet ettiğine şahittir. Kalbindeki kederlere, gözlerindeki yaşlara, titreyen sesine ve solan rengine de…
Mina ve bu günler imam Muhammed Bakır (as)’ın mücadelesine de şahittir.
İmam Muhammed Bakır (as); bir yandan salih bir cemaat oluşturmaya çalışıyor, bir yandan alimler yetiştiriyor, bir yandan Ehl-i Beyt taraftarlarını zalim sultanın pençesinden koruyor, bir yandan da zalim sultanlara karşı direniyor…
Yaşarken direndiği gibi ölümünden sonra da mücadeleye devam etti. Her imam gibi, o da Mina’nın müminler için stratejik konumunu çok iyi biliyordu. Bu nedenle vasiyetini şöyle yapmıştı. Oğlu imam Cafer Sadık(as) tarafından kendisi için Mina’da on yıl boyunca taziye töreni yapmasını istemişti.
Kendisinin imam Hüseyin’in şehadet ve ziyaretlerine ümmeti yönlendirmesi gibi….
Böylece halk bu taziye törenleri vasıtasıyla, kendisinin imam Hüseyin’in yolu ve amacını dillendirdiği gibi oğlu imam Cafer Sadık ta kendi yolu olan Resulullah’ın amaç ve davasını canlı, diri tutmuş olacaktı. Zalim sultanlar amaçlarını direkt olarak anlatmalarına izin vermezlerdi. Ama kişisel işler üzerinden olan bu çalışmalara engel olamazlardı.
İşte İmam Muhammed Bakır (as) böyle, şehadetinden sonra da cihadına devam etmişti. Mina buna şahitti.
Mina; oğlu imam Cafer Sadık (as)’a da şahit olmuştu. Onun da tüm çabası, bu faaliyetler üzerinden ümmeti bilinçlendirmekti. Allah ve Resulu’ne davetti. Babasının kurmuş olduğu salih cemaat projesini daha da büyüttü. Bu şekilde o babasından, babası babasından , o da babasından…. Resulullah’a yol açıyorlardı. Resulullah(s.a.a) ta yüce Allah’a yol açıyordu. Tâ ki kul, Rabb’inin rızasına kavuşsun.
Tüm Ehl-i Beyt imamları; Allah tarafından seçilmiş olup, peygamber tarafından bildirilmişti. Ama inananların bir kısmı bir türlü bunu kabul edemiyordu. Cahiliyye hayatının kırıntıları hâlâ direniyordu.
Buna binaen şöyle bir olay da gerçekleşmişti. Salim b. Ebu Hafsa taziyelerini imam Cafer sadık’a sunduktan sonra hayretler içinde kalmış olarak dışarı çıktı. Sonra arkadaşlarına dönüp şöyle demişti.
“Bundan daha garip bir şey görmedim! Biz Ebu Cafer (imam Muhammed Bakır) arada bir rivayet zinciri olmaksızın “ Resulullah dedi ki…” demesini yadırgıyorduk. Oysa Ebu Abdullah ( İmam Cafer Sadık) bana aracısız olarak: “ Allah buyurdu ki…..” dedi.
(el-Emali, şeyh Tusî, s. 125)
Mina, bu mücadelelere şahitti. İmam inananlar ile ilgilendikten sonra kendi kabuğuna çekilirdi. Derin bir huşu ile saatlerce dua ve ibadet ederdi. Kolay değildi. Geçmişten gelen, bugünün ve geleceğin yükünü omuzlarında taşımak… Hem kulluğunu yapıyordu, hem de ümmete imamlığını. Mina onun kalbinin derinliklerinden gelen tüm bu sesleri duyuyordu. Onun bu çabası ile bu dağ yumuşacık olurdu…
Bu günler ve bu beldeler imam Muhammed Tâki(as)’nin çabasına da şahittir. O (as)şöyle demişti.
“Allah’ım! Beni, imkânı olanlara farz kıldığın hacla rızıklandır. Onda bana bir rehber, ona götüren bir delil bahşet. Yolların uzaklığını benim için yakınlaştır.
Hac amellerini yerine getirmede bana yardım et. İhramımla bedenimi ateşe haram et. Yolculuk için kuvvetimi ve dayanıklılığımı artır. Rabbim! Huzurunda durup vakfe yapmayı, sana akmayı (ifaze) bana nasip eyle. Geniş kazançlar elde etmiş biri olma başarısını bana tattır.
Rabbim! Beni Hacc-ı Ekber konumundan, Meş’ar Müzdelife’sine ulaştır. Onu benim için rahmetine yakınlık vesilesi, cennetine giden yol kıl. Meş’ar-ı Haram yerinde ve ihram vakfesi makamında beni durdur. Hac amellerini yerine getirme, kurbanlıkları kesme, şahdamarlarını kesip kan akıtma liyakatini bahşet bana. Kesilen kurbanları görmeyi, emrettiğin şekilde boğazlarını kesmeyi ve senin vasfettiğin gibi (vacip olan miktardan) fazlasını yapmayı nasip et bana.
Allah’ım! Vaadini umarak, tehdidinden korkarak, saçlarımı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, sana itaat etmeye çalışarak, eteklerini çemremiş, cemeratı yedi taş, arkasından bir yedi taş daha atıp taşlayarak bayram namazında hazır olmayı nasip et.
Allah’ım! Beni Beyt’inin meydanına ve çevresine sok. Güvenlik mahallinde ve Kâbe’nde beni himayene al. Sana şikâyette bulunmamı, senden istememi, sana gelmemi ve ihtiyaçlarımı senden istememi nasip et.
Allah’ım! En geniş ecrini en kısa zamanda bana ver. Görevini yapmış olarak geri dönüşümü sağla. Allah’ım! Hac amellerimi bitir, eğriliğimi gider. Kabul et ibadetlerimi. Rahmet et bana, ey merhametlilerin en merhametlisi!”….
Ve bu beldeler…..
Bir daha şahit olacak….
İmam Mehdi(as) de buradan kendini duyuracak. Selam olsun O’na!
Ey Arafat! Ey Mina! Ey Kâbe!
İlk insan, ilk peygamber, ilk imamet sorumluluğunu alan Hz. Adem (as)’e şahit oldun. Son olarak ta İmam Mehdi(as)’ye de şahit bulunacaksın.
Ya Rabbi!
Hz. Adem (as) ile başlayan İmam Mehdi (as) de son bulan bu süreç te; bizleri de onların taraftarı ve onların sadık dostları eyle.
Onlara şahitlik yaptığı gibi bu günler ve bu beldeler; bizim de lehimize şahit olsun Ya Rabb!
Kefen giymiş olarak kendilerini ahiret gününde gören müslümanlar, üzerindeki ihram gibi iç ve dış arınmaları ile tertemiz ve yalın olmalıdırlar. Bu sayılı günler Rabbinden cennet günleri varsayılarak bayram olarak hatırlatılır. Bu günlerin atmosferinde kalpler yumuşamış, hayaller ilahî lütüf ve ikramlar ile süslenmiş, her atılan adımın, her gelecek günün daha güzel müşahadelerle dolu olacağı ümidiyle inananlar, hasretini çektiği bu günlere kavuşmanın eşiğindedir.
Hz. Adem(as) ile başlayan bu İlahi nehir yatağı, Hz. Muhammed (s.a.a) in çağına gelmiştir. Bu beldeler de yine tevhid sancağının dalgalanması için Hz. Muhammed (s.a.a) ve onun sağ kolu ve Harun misali yardımcısı olan Hz. Ali (as) omuz omuza vererek suyu çekilmiş olan bu nehir yatağına yeniden bir hayat getirmişlerdir.
Mekke’den ayrılmalarına rağmen, çabalarına ara vermeden yeni plan ve projeleriyle yine bu beldelere can vermek isterler. Mekke yeniden fethedilir ama bu yeterli değildir. Tamamen müşriklerin ayıklanması gerekmektedir. Tevbe süresinin ilk ayetlerinde de bu emredilir. Cebrail (as)’in bildirisi üzerine Hz. Muhammed(s.a.a) yada kendisinden biri olarak Hz. Ali (as) bu ayetlerin hükmü ile müşriklere ihtar çekilir. Hz. Muhammed (s.a.a), imam Ali(as)’ye bu görevi verir.
Zilhicce 10 ve bu belde.
“Allah’dan ve Resulü’nden bir ültimatomdur bu, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere: Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi gezip dolaşın. Şunu da bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah kâfirleri mutlaka perişan edecektir. Ayrıca büyük hac günü Allah ve Rasulü tarafından insanlara bir ilandır ki, Allah da Resulü de müşriklerle yapılan antlaşmalara artık bağlı değildir. Eğer hemen tevbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Yok yine tevbeden yüz çevirirseniz biliniz ki, Allah’ı yıldıracak değilsiniz. Kâfirleri acı bir azap ile müjdele…….”
Hz. Ali (as), Tevbe süresinin ilk ayetlerini Allah ve Resulu’nden tüm müşriklere bir ihtar olarak tebliğ eder. Bu günden sonra bir daha müşrikler hac merasimine katılamaz. Ümmet içindeki ayıklamayı imam Ali Allah ve Resulu adına son noktayı koyar.
Bir yıl sonra yine zilhicce ve yine bu belde.
Çok aşamalardan ve kederlerden sonra inananlar, Peygamber önderliğinde Hacc yapmanın gurur ve izzeti içindedirler. Rahmetin yağmur gibi kuşattığı bu günlerde nefisler için en uygun zamandır. Bu yüzden Resulullah(s.a.a) en uygun zaman olarak inananların toplanmış olduğu bu ortamda hatırlatmalar yapmak ister. Hem zamanı kalmamıştır, hem de ümmete önündeki süreçte nasıl davranmaları gerektiğini anlatır. Çünkü bu ümmet çok gençtir ve kendisi de yakın bir zamanda dünyadan ayrılacaktır. Ümmet daha on yaşındadır, hâlâ çok sorunlar vardır. Bu kaygı ve endişeyle ümmetine seslenir bir vasiyet olarak.
Cahiliyye günlerinin son kapılarının kapandığını ve o günlerden kalan tüm adetleri çiğnediğini hatırlatır. İster ki ümmet kendisinin başlatmış olduğu bu yolu devam ettirsin. Haram aylarının hürmetini anlatır. Kadın -erkek, anne- baba haklarını, faiz, kumar, kan davası, fuhuş gibi yasakları gündeme getirir. İnsan haklarının tüm yönlerini dillendirir. Müminlerin kardeşliği en can alıcı nokta olarak vurgular. Allah katında üstünlüğün takva olduğunu tekrar tekrar gündeme getirir. Vasiyet gibi anlatıkktan sonra miras hukukundan bahseder. Son aşamada da kendi konumunun vasiyetine vurgu yapar. “ Size iki şey bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beyt’im” der. Yine ümmetine olan düşkünlüğünden ki “onlara sarılırsanız kesinlikle doğru yolu kaybetmezsiniz” der. (Veda hutbesinden)
Bu onun ne kadar ufkunun geniş ve ümmetine ne kadar çok düşkün olduğunu gösterir. Ümmetini kendinden sonra kendi haline bırakmayıp, ümmetinin geleceğini şimdiden sağlama almak ister. Bu hatırlatmalardan sonra hacıların geri dönüşünde ayrılacakları kavşakta Gadir Hum denilen yerde yine müslümanları toplar ve yine bu önemli konuyu İlahî emir üzere(Maide süresi/67) hatırlatmak ister.
Ümmetin geleceği imamet düzeni olarak uyarır inananları. “ Ben kimin mevlası isem Ali de öyle size mevla’dır. Allah’ım ona kim dost olursa, sen de ona dost ol. Kim ona düşman olursa, sen de ona düşman ol….” (Gadir Hum hutbesinden)
O yerler ve o günler peygamberin bu çırpınışlarına ve bu kaygılarına şahittir.
Hz. Fatma (as) da bu yaşananlara ortaktır. O babası ve kocası ile beraber hem Arafat’taki babasının sözlerine, hem de Gadir Hum’daki hadiselere şahittir.
“Belki bu seneden sonra bir daha sizinle buluşmayacağım.” Bu söz Fatıma’nın kalbine oturmuştur. Ardından da Resulullah vasiyetini açıklamıştır bu ümmete. “Size iki şey bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beyt’im.”
Gadir Hum’daki uzun süren hutbe de dahil hepsi artık o zor günlerin geleceğinin işareti idi.
Hz. Fatma’nın kendisi için de o seneden sonra buluşma olmayacağını belki biliyordu, belki bilmiyordu. Ama gerçek olan şu idi ki; Resulullah(s.a.a)’ın bu anlattıklarına ve bu ümmete emanet ettiklerine o da şahitti. Bu beldeler ve bu günlerde hepsine şahitti.
Bu günlerde küçücük olan imam Hüseyin 50 yıl sonra yine burada idi.
Bu ümmete diyecekleri vardı. Ümmetin geldiği durum çok vahimdir. Yüreğindeki bu ızdırapla ümmeti uyandırmaya gelmiştir. Hem de Zilhicce ayıdır. İhramlıdır. Hac rükünleri ile beraber toplanacak olan tüm ümmet ile iletişim kurmak ister…
“ Lebbeyk, Allahumme lebbeyk…!” diyordu. Hem ihram var üzerinde, hem de Yüce Allah’ın davetine icabet etmek isterken ümmetin başında Yezid gibi bir tağutun olmasına izin veremezdi. Rabbine en güzel davete icabetin kıyam olduğunu haykırdı çevresindeki tüm inananlara. Bu nedenle ümmeti silkelemek istiyordu….
İhramını çıkardı, haccını yapmadan yola koyulmak için amacını açıkladı. Emri bil maruf, nehyi anil münker, ceddi Resulullah’ın yolunu ihya etmek ve aldanan bu ümmeti uyandırmak için yola çıkacaktı. Yola çıkmadan önce herkese seslendi.
“ Bütün hamdler Allah”a mahsustur. Allah neyi dilerse, o olur. Kuvvet ve kudret ancak Allah’tandır. Allah”ın salât ve selamı O’nun Resul’üne olsun. Gerdanlık kızların boynuna yakıştığı gibi ölüm de insanoğluna yakışır. Yakup Yusuf”u görmeyi arzu ettiği gibi, ben de atalarımı görmeyi arzu ediyorum. Bana varacağım bir katligah tayin edilmiştir. Öyle ki o ıssız çöllerin yırtıcı kurt ve hayvanlarının (Kufe ordusunun) Nevavis ve Kerbela arasındaki bir yerde benim uzuvlarımı parçaladıklarını görüyorum. Allah”ın kaza kalemiyle yazılmış olan böyle bir günden kurtuluş yoktur. Allah”ın razı olduğu şeye biz Ehl-i Beyt de razıyız. O”nun bela ve imtihanı karşısında sabır ve istikamet gösteriyoruz. O da sabredenlerin sevabını bize (tamamıyla) verecektir. Resulullah’ın (s.a.a) bedeninin parçası olan evlatları ondan hiçbir zaman ayrı düşmeyeceklerdir. Cennette de onun yanında olacaklardır. Çünkü onlar Peygamber’in (s.a.a) hoşnutluğuna ve gözünün aydınlığına vesiledirler, Allah”ın vadesi de (ilâhî hükümetin istikrarı da) onların vasıtasıyla tahakkuk bulacaktır.”
Daha sonra İmam Hüseyin (a.s) sözlerini şu cümleyle sona erdirmişti:
“Herkes bilsin ki, bizim uğrumuzda canından geçen ve Allah’a ulaşmak yolunda kendisini feda etmeye hazır olan kimse, bizimle birlikte hareket etmelidir. Çünkü ben yarın sabah erkenden hareket edeceğim inşallah.” (Mekke’den ayrılmadan önce ki hutbesinden)
O günler ve o beldeler bu yaşananlara da şahit olmuştu.
Kerbela faciasından kısa bir zaman geçmişti. Kerbela acısını yaşayanlardan imam Zeynelabidin(as) de bu beldeydi. Bu günler de onun bu söylediklerine şahit oluyordu. İmam hem ağlıyor, hem de şöyle dua ediyordu.
“Övgü âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ey Allah’ım, övgü sanadır. Gökleri ve yeri ortada bir örnek olmadan yoktan var eden yücelik ve ihsan sahibi, rablerin Rabbi, her tapınanın İlâhı, her yaratığın yaratıcısı, her şeyin vârisi sensin. O’nun misli yoktur; hiç bir şey O’nun ilminin haricine çıkamaz; O her şeyi kuşatmıştır ve O her şeyi gözetleyendir.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur; teksin, yegânesin ve her şeyden apayrısın.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur. Kerimsin; keremin eşsizdir; yücesin, yücelik sana aittir; büyüksün, büyüklük sana yakışır.
Sensin Allah; senden başka bir ilâh yoktur; ulusun; her şeyden daha üstünsün; cezan çok şiddetlidir…
Tasavvurlar zatını kavramaktan, fikirler niteliğini anlamaktan acizdir. Gözler, senin yerinin konumunu göremez.Sen bir sınır ve tarife sığmazsın ki sınırlanasın, bir örneğin de yoktur ki sonradan var edilmiş olasın ve doğmadın ki doğrulmuş olasın…
Övgü sanadır, kendi sürekliliğinle sürecek tarzda.
Övgü sanadır, nimetinle beraber ebedî kalacak şekilde.
Övgü sanadır, ihsanına denk olacak biçimde.
Övgü sanadır, hoşnutluğunu daha da artıracak bir övgü.
Övgü sanadır, her övenin övgüsüyle beraber olacak tarzda…
Ey Rabbim! Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine salât eyle. Bir salât ki sürekli artsın, bereket ve artışı ondan fazla bir rahmet olmasın. Ona rahmet eyle; bir rahmet ki, sürekli çoğalsın; semeresi ondan çok olan bir rahmet olmasın. Ona rahmet eyle, öyle bir rahmet ki, onu hoşnut etsin ve ondan üstün bir rahmet olmasın.
Rabbim! Emrini taşımak için seçtiğin, ilminin haznedarları, dininin koruyucuları, yeryüzünde halifelerin, kullarına hüccetlerin kıldığın, iradenle her türlü pislik ve kirden tertemiz yarattığın, kendine uzanan bir vesile ve cennetine giden yol olarak belirlediğin onun pak Ehl-i Beyt’ine salât eyle…
Allah’ım! Sen sürekli dinini her dönemde, kulların için bayrak olarak diktiğin ve beldelerinde bir meşale kıldığın bir İmam’la destekledin. Onun sağlam ipini kendi sağlam ipine bağladın, onu kendi hoşnutluğuna ulaşmak vesilesi kıldın, itaatini farz kıldın, ona karşı gelmekten sakındırdın; emirlerine boyun eğmeye, yasaklarından çekinmeye, kimsenin ondan ileri geçmemesini ve kimsenin ondan geri kalmamasını emrettin. O, kendisine sığınanların koruyucusu ve müminlerin sığınağı ve sarılanların sağlam kulpu ve âlemlerin güzelliğidir…
Senin katındakine ulaşmama engel olan, sana ulaşmak için vesile aramaktan beni alıkoyan ve sana yaklaşmak için çaba göstermekten beni gaflete düşüren alçak dünyanın sevgisini kalbimden çıkar. Gece ve gündüzleri yalnız başıma sana yalvarmayı, benim nazarımda süsle. Bana, korkuna yaklaştıracak, yasaklarını işlemekten beni alıkoyacak ve büyük günahların esaretinden beni kurtaracak bir korunma gücü ver. Sana karşı gelmenin pisliğinden temizlenmeyi bana lütfet. Hataların kirini benden gider. Esenlik elbisesini bana giydir. Afiyet ridasını/libasını üzerime çek. Bol nimetlerinle beni kuşat. Lütuf ve bağışını sürekli bana ulaştır…
Senin güç ve kudretin yerine, beni kendi güç ve kudretime terk etme. Kendi huzuruna çıkmak için kabirden çıkardığın gün beni küçük düşürme. Seni anmayı bana unutturma. Sana şükretmekten beni ayrı düşürme… Sana yönelişimi, sana yönelenlerin yönelişinden üstün; sana övgümü, seni övenlerin övgüsünden daha üstün kıl. Sana muhtaç olduğum gün beni kendi başıma ve yardımsız bırakma…
Azap vaadinden korkmamı, mazeret için artık bir yol bırakmamandan ve beni uyarmalarından sakınmamı ve ayetlerini okurken titrememi sağla.
Gecelerimi; ibadet için uyanmakla, yalnızlığımı senin için kalkmakla, kimsesizliğimi seninle gönül rahatlığı bulmakla, ihtiyaçlarımı senin kapına getirmekle, sürekli ateşten kurtuluşu dilemekle ve ateş ehlinin bulundukları azaptan sana sığınmakla ihya et.
Benim, ölüm vaktine kadar körlük ve şaşkınlık içerisinde taşkınlığımı sürdürmeme ve gaflet içerisinde cehaletimi davam ettirmeme müsaade etme. Beni öğüt alanlar için öğüt alma vesilesi, ibret alanlar için ibret aracı ve bakanlar (aldananlar) için imtihan ve aldatma vesilesi kılma. Başkasını (kendine kulluk için) benim yerime geçirme…
Senin katında olana karşı kalbimde güven oluştur. Gayretimi gönül rahatlığı ile senin için olana ayır. Halis kullarını çalıştırdığın işlerde beni çalıştır. Akıllar gaflete düştüğü zaman kalbime itaatinin sevgisini yerleştir…
Halka ağız açmamı önleyerek itibarımı/izzetimi koru. Fasıkların yanında olanı arzulamama engel ol.
Beni zalimlere destekçi kılma ve Kitab’ını yok etmek için onlara yardımcı yapma…” (İmam Zeynelabidin (as)’ ın Arafat hutbesinden)
İmam Zeynelabidin (as) ihrama girilen yerlerden birinde ihram giyerken telbiye getirdiği zaman rengi solar, huzursuz olur, neredeyse telbiye getiremezdi. Size ne oldu denildiğinde ise imam (as) şu cevabı verirdi. “ Lebbeyk!” (davetini kabul ettim) dediğimde bana “ La lebbeyk! (hoş gelmedin) diye cevap verilmesinden korkuyorum”
Bu yerler ve bu günler imam’ın ne kadar hassas ve ne kadar çok ibadet ettiğine şahittir. Kalbindeki kederlere, gözlerindeki yaşlara, titreyen sesine ve solan rengine de…
Mina ve bu günler imam Muhammed Bakır (as)’ın mücadelesine de şahittir.
İmam Muhammed Bakır (as); bir yandan salih bir cemaat oluşturmaya çalışıyor, bir yandan alimler yetiştiriyor, bir yandan Ehl-i Beyt taraftarlarını zalim sultanın pençesinden koruyor, bir yandan da zalim sultanlara karşı direniyor…
Yaşarken direndiği gibi ölümünden sonra da mücadeleye devam etti. Her imam gibi, o da Mina’nın müminler için stratejik konumunu çok iyi biliyordu. Bu nedenle vasiyetini şöyle yapmıştı. Oğlu imam Cafer Sadık(as) tarafından kendisi için Mina’da on yıl boyunca taziye töreni yapmasını istemişti.
Kendisinin imam Hüseyin’in şehadet ve ziyaretlerine ümmeti yönlendirmesi gibi….
Böylece halk bu taziye törenleri vasıtasıyla, kendisinin imam Hüseyin’in yolu ve amacını dillendirdiği gibi oğlu imam Cafer Sadık ta kendi yolu olan Resulullah’ın amaç ve davasını canlı, diri tutmuş olacaktı. Zalim sultanlar amaçlarını direkt olarak anlatmalarına izin vermezlerdi. Ama kişisel işler üzerinden olan bu çalışmalara engel olamazlardı.
İşte İmam Muhammed Bakır (as) böyle, şehadetinden sonra da cihadına devam etmişti. Mina buna şahitti.
Mina; oğlu imam Cafer Sadık (as)’a da şahit olmuştu. Onun da tüm çabası, bu faaliyetler üzerinden ümmeti bilinçlendirmekti. Allah ve Resulu’ne davetti. Babasının kurmuş olduğu salih cemaat projesini daha da büyüttü. Bu şekilde o babasından, babası babasından , o da babasından…. Resulullah’a yol açıyorlardı. Resulullah(s.a.a) ta yüce Allah’a yol açıyordu. Tâ ki kul, Rabb’inin rızasına kavuşsun.
Tüm Ehl-i Beyt imamları; Allah tarafından seçilmiş olup, peygamber tarafından bildirilmişti. Ama inananların bir kısmı bir türlü bunu kabul edemiyordu. Cahiliyye hayatının kırıntıları hâlâ direniyordu.
Buna binaen şöyle bir olay da gerçekleşmişti. Salim b. Ebu Hafsa taziyelerini imam Cafer sadık’a sunduktan sonra hayretler içinde kalmış olarak dışarı çıktı. Sonra arkadaşlarına dönüp şöyle demişti.
“Bundan daha garip bir şey görmedim! Biz Ebu Cafer (imam Muhammed Bakır) arada bir rivayet zinciri olmaksızın “ Resulullah dedi ki…” demesini yadırgıyorduk. Oysa Ebu Abdullah ( İmam Cafer Sadık) bana aracısız olarak: “ Allah buyurdu ki…..” dedi.
(el-Emali, şeyh Tusî, s. 125)
Mina, bu mücadelelere şahitti. İmam inananlar ile ilgilendikten sonra kendi kabuğuna çekilirdi. Derin bir huşu ile saatlerce dua ve ibadet ederdi. Kolay değildi. Geçmişten gelen, bugünün ve geleceğin yükünü omuzlarında taşımak… Hem kulluğunu yapıyordu, hem de ümmete imamlığını. Mina onun kalbinin derinliklerinden gelen tüm bu sesleri duyuyordu. Onun bu çabası ile bu dağ yumuşacık olurdu…
Bu günler ve bu beldeler imam Muhammed Tâki(as)’nin çabasına da şahittir. O (as)şöyle demişti.
“Allah’ım! Beni, imkânı olanlara farz kıldığın hacla rızıklandır. Onda bana bir rehber, ona götüren bir delil bahşet. Yolların uzaklığını benim için yakınlaştır.
Hac amellerini yerine getirmede bana yardım et. İhramımla bedenimi ateşe haram et. Yolculuk için kuvvetimi ve dayanıklılığımı artır. Rabbim! Huzurunda durup vakfe yapmayı, sana akmayı (ifaze) bana nasip eyle. Geniş kazançlar elde etmiş biri olma başarısını bana tattır.
Rabbim! Beni Hacc-ı Ekber konumundan, Meş’ar Müzdelife’sine ulaştır. Onu benim için rahmetine yakınlık vesilesi, cennetine giden yol kıl. Meş’ar-ı Haram yerinde ve ihram vakfesi makamında beni durdur. Hac amellerini yerine getirme, kurbanlıkları kesme, şahdamarlarını kesip kan akıtma liyakatini bahşet bana. Kesilen kurbanları görmeyi, emrettiğin şekilde boğazlarını kesmeyi ve senin vasfettiğin gibi (vacip olan miktardan) fazlasını yapmayı nasip et bana.
Allah’ım! Vaadini umarak, tehdidinden korkarak, saçlarımı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, sana itaat etmeye çalışarak, eteklerini çemremiş, cemeratı yedi taş, arkasından bir yedi taş daha atıp taşlayarak bayram namazında hazır olmayı nasip et.
Allah’ım! Beni Beyt’inin meydanına ve çevresine sok. Güvenlik mahallinde ve Kâbe’nde beni himayene al. Sana şikâyette bulunmamı, senden istememi, sana gelmemi ve ihtiyaçlarımı senden istememi nasip et.
Allah’ım! En geniş ecrini en kısa zamanda bana ver. Görevini yapmış olarak geri dönüşümü sağla. Allah’ım! Hac amellerimi bitir, eğriliğimi gider. Kabul et ibadetlerimi. Rahmet et bana, ey merhametlilerin en merhametlisi!”….
Ve bu beldeler…..
Bir daha şahit olacak….
İmam Mehdi(as) de buradan kendini duyuracak. Selam olsun O’na!
Ey Arafat! Ey Mina! Ey Kâbe!
İlk insan, ilk peygamber, ilk imamet sorumluluğunu alan Hz. Adem (as)’e şahit oldun. Son olarak ta İmam Mehdi(as)’ye de şahit bulunacaksın.
Ya Rabbi!
Hz. Adem (as) ile başlayan İmam Mehdi (as) de son bulan bu süreç te; bizleri de onların taraftarı ve onların sadık dostları eyle.
Onlara şahitlik yaptığı gibi bu günler ve bu beldeler; bizim de lehimize şahit olsun Ya Rabb!

CEHENNEMDEN BİR HABER!
CEHENNEMDEN BİR HABER!
İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
Hz. İsa (a.s) havarileriyle (ashabıyla) seyahat ediyordu, halkı yol ve evlerinde ölen bir köye yetiştiler. Hz. İsa, köy halkının bu durumunu görünce şöyle dedi:
“Bunlar, kendi ecelleriyle ölmemişlerdir, kesinlikle İlahi gazaba uğramışlardır, eğer böyle olmamış olsaydı, birbirlerini defnederlerdi.”
Havariler; “Keşke bunların durumunun neden ibaret olduğunu bir bilseydik” dediler.
Allah tarafından Hz. İsa’ya şöyle hitap edildi:
“Ey İsa! Ölüleri sesle! Onlardan biri senin cevabını verecektir.”
Hz. İsa bu vahiy üzerine; “Ey köy halkı!” diye onlara seslendi.
Onlardan biri, “Ey Ruhullah! Ne diyorsun?”dedi.
Hz. İsa, “Durumunuz nasıldır, neden bu hale düştünüz?”diye sordu.
Ölü, “Biz sabahleyin esenlikle uykudan kalktık, fakat akşamleyin hepimiz Haviye’ye düştük.”
Hz. İsa, “Haviye nedir?”dedi.
Ölü, “Dağları içinde dalga vuran ateşten bir denizdir.”dedi.
Hz. İsa, “Neden bu azaba düçar oldunuz?”diye sordu.
Ölü, “Dünya sevgisi ve tağutlara itaat etmek bizi bu hale soktu.”dedi.
Hz. İsa, “Ne kadar dünyaya gönül bağladınız?”dedi.
Ölü, “Süt emen çocuğun annesinin göğsüne gönül bağladığı gibi! Dünya bize yönelince seviniyorduk, bizden yüz çevirdiğinde ise gamlı oluyorduk.”dedi.
Hz. İsa, “Tağutlara ne kadar itaat ediyordunuz?”diye sordu.
Ölü, “Her ne diyorlardıysa itaat ediyorduk.”dedi.
Hz. İsa, “Neden ölüler arasından sadece sen benim cevabımı verdin?”dedi.
Ölü, “Onların ağzına ateşten bir gem vurulmuştur, sert ve haşin melekler onların başı üzerine dikilmiştir. Ben dünyada onların arasında idim, fakat onlardan değildim. Allah’ın azabı onları kapsadığında beni de kapsadı. Şimdi bir kıl ile cehennemin kenarına asılmışım, ateşe düşeceğimden korkuyorum!”
Hz. İsa (a.s) ashabına dönüp; “Çöplükte yatarak arpa ekmeği yemek, din salim kaldığı takdirde insan için daha hayırlıdır.” buyurdular.
Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 322.
İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir:
Hz. İsa (a.s) havarileriyle (ashabıyla) seyahat ediyordu, halkı yol ve evlerinde ölen bir köye yetiştiler. Hz. İsa, köy halkının bu durumunu görünce şöyle dedi:
“Bunlar, kendi ecelleriyle ölmemişlerdir, kesinlikle İlahi gazaba uğramışlardır, eğer böyle olmamış olsaydı, birbirlerini defnederlerdi.”
Havariler; “Keşke bunların durumunun neden ibaret olduğunu bir bilseydik” dediler.
Allah tarafından Hz. İsa’ya şöyle hitap edildi:
“Ey İsa! Ölüleri sesle! Onlardan biri senin cevabını verecektir.”
Hz. İsa bu vahiy üzerine; “Ey köy halkı!” diye onlara seslendi.
Onlardan biri, “Ey Ruhullah! Ne diyorsun?”dedi.
Hz. İsa, “Durumunuz nasıldır, neden bu hale düştünüz?”diye sordu.
Ölü, “Biz sabahleyin esenlikle uykudan kalktık, fakat akşamleyin hepimiz Haviye’ye düştük.”
Hz. İsa, “Haviye nedir?”dedi.
Ölü, “Dağları içinde dalga vuran ateşten bir denizdir.”dedi.
Hz. İsa, “Neden bu azaba düçar oldunuz?”diye sordu.
Ölü, “Dünya sevgisi ve tağutlara itaat etmek bizi bu hale soktu.”dedi.
Hz. İsa, “Ne kadar dünyaya gönül bağladınız?”dedi.
Ölü, “Süt emen çocuğun annesinin göğsüne gönül bağladığı gibi! Dünya bize yönelince seviniyorduk, bizden yüz çevirdiğinde ise gamlı oluyorduk.”dedi.
Hz. İsa, “Tağutlara ne kadar itaat ediyordunuz?”diye sordu.
Ölü, “Her ne diyorlardıysa itaat ediyorduk.”dedi.
Hz. İsa, “Neden ölüler arasından sadece sen benim cevabımı verdin?”dedi.
Ölü, “Onların ağzına ateşten bir gem vurulmuştur, sert ve haşin melekler onların başı üzerine dikilmiştir. Ben dünyada onların arasında idim, fakat onlardan değildim. Allah’ın azabı onları kapsadığında beni de kapsadı. Şimdi bir kıl ile cehennemin kenarına asılmışım, ateşe düşeceğimden korkuyorum!”
Hz. İsa (a.s) ashabına dönüp; “Çöplükte yatarak arpa ekmeği yemek, din salim kaldığı takdirde insan için daha hayırlıdır.” buyurdular.
Bihar’ul-Envar, c. 14, s. 322.

VAZGEÇİLMEYECEK İŞARET TAŞLARI
Afiyet on kısımdır; dokuz kısmı, Allah’ın zikri dışında susmaktadır; bir kısmı ise akılsız kimselerle düşüp kalkmamaktadır.
İlmin başı, yumuşaklık ve iyi davranmaktır; âfeti, kabalık ve sertliktir.
Musibetlere sabretmek, iman hazinelerindendir. İffetlilik fakirliğin ziynetidir; şükürde bulunmak da zenginliğin ziynetidir.
Çok görüşmek, usandırıcıdır.
Birisini denemeden itimat etmek, ihtiyata (ileri görüşlülüğe) aykırıdır.
İnsanın kendisini beğenmesi, aklının az olduğunu gösterir.
Günahkârı (Allah’ın rahmetinden) ümitsiz etme; çünkü nice günahkâr kimseler vardır ki, akıbetleri hayırla son bulmuş ve nice iyi amel eden kimseler de vardır ki, sonunda bozgunculuğa başlayıp cehenneme yönelmişlerdir.
Kulların hakkına tecavüz etmek, ahiret için ne de kötü bir azıktır.
Amelini, ilmini, buğzunu, almasını, vazgeçmesini, susmasını, işini ve sözünü yalnız Allah rızası için halis yapan kimseye ne mutlu!
İMAM ALİ (AS)
İlmin başı, yumuşaklık ve iyi davranmaktır; âfeti, kabalık ve sertliktir.
Musibetlere sabretmek, iman hazinelerindendir. İffetlilik fakirliğin ziynetidir; şükürde bulunmak da zenginliğin ziynetidir.
Çok görüşmek, usandırıcıdır.
Birisini denemeden itimat etmek, ihtiyata (ileri görüşlülüğe) aykırıdır.
İnsanın kendisini beğenmesi, aklının az olduğunu gösterir.
Günahkârı (Allah’ın rahmetinden) ümitsiz etme; çünkü nice günahkâr kimseler vardır ki, akıbetleri hayırla son bulmuş ve nice iyi amel eden kimseler de vardır ki, sonunda bozgunculuğa başlayıp cehenneme yönelmişlerdir.
Kulların hakkına tecavüz etmek, ahiret için ne de kötü bir azıktır.
Amelini, ilmini, buğzunu, almasını, vazgeçmesini, susmasını, işini ve sözünü yalnız Allah rızası için halis yapan kimseye ne mutlu!
İMAM ALİ (AS)

İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜKTEN NEHY ETME
İYİLİĞİ EMRETME VE KÖTÜLÜKTEN NEHY ETME [1]
Ey insanlar! Allah’ın kendi velilerine öğüt vermek için Yahudi âlimleri hakkında yaptığı kınamadan öğüt alın. Allah-u Teâlâ (Yahudi âlimlerini kınayarak şöyle) buyuruyor: “Niçin onların din âlimleri, onları (Yahudileri) günah olan sözleri söylemekten (ve haram yemekten) men etmediler.”[2]
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: “İsrail oğullarından kâfir olanlara Da v u d ‘un diliyle de lanet edilmişti, Meryem oğlu İsa ‘nın diliyle de. Bu da isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi. İşledikleri kötülükten, birbirlerini men etmezlerdi. Gerçekten de yaptıkları iş, ne de kötüydü.”[3]
Allah’ın onları kınaması, onların, aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri görüp, onlar vasıtasıyla elde ettikleri dünya mal ve makamına olan bağlılıkları ve maruz kalmaktan korktukları baskı yüzünden onları alıkoymamaları içindir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ: “insanlardan korkmayın, Ben’den korkun.” diye buyurmaktadır.[4]
Yine buyurmaktadır ki: “Erkek ve kadın mü’minler, birbirlerinin (gözetleyen ve koruyan) dostlarıdırlar, iyiliği emrederler ve kötülüklerden de alıkoymaya çalışırlar. (Namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler.)”[5]
Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ (mü’minlerin sıfatını saydığında) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerle başlayıp ilk olarak onu farz kılıyor. Çünkü biliyor ki eğer bu farize hakkıyla yerine getirilip uygulanırsa, (artık) bütün farizeler ister kolay olsun, ister zor yerine getirilip uygulanır.
Çünkü iyiliği emredip kötülükten alıkoymak; zulme uğrayanların haklarının alınmasını, zalimlere muhalefeti, Beyt’ül-malın ve ganimetlerin (adaletle) dağıtılmasını, zekâtın gereken yerlerden alınıp gerektiği şekilde sarf edilmesini sağlamakla, İslam’a yapılan (amelî) bir davettir. Sonra siz, ey ilimle meşhur olup hayırla anılan, nasihatle tanınıp Allah’ın vesilesiyle halkın gönüllerinde heybetli görünen topluluk! (Bilin ki) şerefli insanlar sizden çekinir, zayıflar size saygı gösterir, kendi düzeyinizde olan ve iyilikte bulunmadığınız kimseler sizi kendilerine tercih ederler.
(insanların) ihtiyaçları karşılanmadığı zaman sizin arabuluculuğunuzla karşılanır. Yolda giderken padişahların heybeti ve büyüklerin de izzetiyle yürürsünüz. Acaba bunların hepsi sizden beklenilen ilahî vazifenizi yapmanız (hakkı hâkim kılmanız) için değil midir? Ama siz vazifenizin çoğunu yapmıyorsunuz, kusur ediyorsunuz. İmamların hakkını küçümsüyor, zayıfların hakkını çiğniyorsunuz. Fakat kendiniz için sandığınız hakka gelince onu talep ediyorsunuz.
Siz Allah yolunda ne bir mal harcadınız; ne de O’nun için, yarattığı nefsi herhangi bir tehlikeye attınız ve ne de O’nun rızası için bir kabileye (topluluğa) düşman oldunuz. (Bununla birlikte) Allah’ın cennetine girmeyi, peygamberleriyle komşu olmayı ve azabından da kurtulmayı arzu ediyorsunuz. Ey (amelsiz olarak) Allah’tan hayır bekleyenler; sizlerin O’nun azap ve intikamına duçar olmanızdan korkarım. Çünkü sizler, Allah’ın size ikramı sayesinde makam ve üstünlük kazanmış ve O’nun ismiyle kulları arasında hürmet görmektesiniz. Oysa Allah’a itaat etmekle tanınan kimselere hürmetiniz yoktur.
Kendi gözlerinizle Allah’ın ahitlerinin bozulduğunu görmeniz sizleri tedirgin etmiyor. Oysaki babalarınızın bazı ahitlerinin (söz ve vasiyetlerinin) çiğnenmesinden tedirgin oluyorsunuz.
Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih’in ahitleri küçümsenmekte; kör, dilsiz ve kötürüm kimseler şehirlerde sığınaksız ve bakıcısız kalmış, acıyanları bile yoktur; sizler de ne makamınızdan yararlanıp onların hakkında bir iş yapıyorsunuz ve ne de (sığınaksız insanlara) bir iş yapan kimselere yardımcı oluyorsunuz. Zalimlere dalkavukluk ve yaltaklık yaparak güvence elde etmeye çalışıyorsunuz. Bütün bunları Yüce Allah size yasaklamıştır; oysa sizler bundan gaflet ediyorsunuz.
Eğer şuurunuz olsaydı, anlardınız ki insanların içerisinde en büyük musibete uğrayan, ulemanın hakiki makamından uzak düşmüş bulunan sizlersiniz. Çünkü işleri yürütmek ve hükümleri uygulamak, Allah’ın helal ve haramına emin olan ulemanın elinde olmalıdır. Oysa bu mevki sizin elinizden alınmıştır. Bu mevki sadece açık deliller geldikten sonra hakta tefrikaya düşmeniz ve sünnette ihtilaf etmeniz yüzünden elinizden çıktı.
Eğer eziyetlere sabredip Allah için zorluklara katlanacak olsaydınız, ilahî işler sizden çıkar ve size dönerdi. Ama siz mevkiinizi zalimlere bırakarak ilahî meseleleri onlara teslim ettiniz. Onlar da şüphe üzerine hareket edip nefsanî arzularına uyuyorlar. Zalimleri bu işe musallat kılan, siz âlimlerin ölümden kaçmanız ve sizden ayrılacak hayata gönül bağlamanızdır. Sizler güçsüz halkı onlara teslim ettiniz. Onlardan bazıları ezik köleler durumuna düşmüş, bazıları da geçimini sağlayamayan yenik mustaz’âflar haline gelmiştir.
Onlar (zalimler) ısrarla (kötülerle) birlikte Allah’a karşı gelmeye yeltenerek, memleketten istedikleri şekilde faydalanıyorlar; heva ve heveslerine uyup her kötülüğe başvuruyorlar. Her şehirde belagatli hatipleri vardır. Memleketin her tarafı onlara boyun eğmiş durumdadır; her tarafta egemenliklerini kurmuş, halk da onların köleleri durumuna gelmiş ve kendilerini savunacak bir güçleri kalmamıştır. Halka egemen olanlar gaddar, isyankâr ve zayıflara karşı acımasızca davranan zalimlerdir. Ya da Allah’a ve kıyamete inancı olmayan, emrine uyulan yetki sahipleridir. Hayret! Nasıl hayrete düşmeyeyim ki, İslam toprakları sahtekâr ve zalim zekât toplayıcılarının ve mü’minlere karsı şefkatsiz ve insafsız olan hain hükümdarların otoritesi altındadır.
Münakaşa ettiğimiz hususta, bizimle sizlerin arasında hüküm verecek olan, yalnız Allah’tır.
İhtilafa düştüğümüz konularda da bizleri yargılayacak olan O’dur.
Allah’ım, sen biliyorsun ki bizim tarafımızdan gerçekleşen (kıyam), saltanat için yarış ve değersiz dünya mallarından bir şeye ulaşmak için değildir. Senin dininin nişanelerini (öğretilerini) göstermek, beldelerinde işleri düzeltip rayına oturtmak, mazlum kullarına emniyet ve güvence kazandırmak ve İslam’ın farzlarına, R e s u l u l l a h ‘ın sünnet ve hükümlerine amel olunması içindir. Sizler de bize yardım etmeyip hakkımızda insaflı olmazsanız, zalimler sizlere egemen olur ve P e y g amb e r ‘inizin nurunu söndürmeye çalışırlar.
Allah bize yeterlidir. O’na tevekkül etmişiz, O’na yönelmişiz ve dönüşümüz de O’nadır.
[1]- Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker hakkında Hz. Hüseyin (as)’dan nakledilen bu hutbe Hz. Ali (as)’dan da nakledilmistir.
[2]- Maide/63.
[3]- Maide/78-79.
[4]- Maide/44.
[5]- Tevbe/71.
Ey insanlar! Allah’ın kendi velilerine öğüt vermek için Yahudi âlimleri hakkında yaptığı kınamadan öğüt alın. Allah-u Teâlâ (Yahudi âlimlerini kınayarak şöyle) buyuruyor: “Niçin onların din âlimleri, onları (Yahudileri) günah olan sözleri söylemekten (ve haram yemekten) men etmediler.”[2]
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: “İsrail oğullarından kâfir olanlara Da v u d ‘un diliyle de lanet edilmişti, Meryem oğlu İsa ‘nın diliyle de. Bu da isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi. İşledikleri kötülükten, birbirlerini men etmezlerdi. Gerçekten de yaptıkları iş, ne de kötüydü.”[3]
Allah’ın onları kınaması, onların, aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri görüp, onlar vasıtasıyla elde ettikleri dünya mal ve makamına olan bağlılıkları ve maruz kalmaktan korktukları baskı yüzünden onları alıkoymamaları içindir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ: “insanlardan korkmayın, Ben’den korkun.” diye buyurmaktadır.[4]
Yine buyurmaktadır ki: “Erkek ve kadın mü’minler, birbirlerinin (gözetleyen ve koruyan) dostlarıdırlar, iyiliği emrederler ve kötülüklerden de alıkoymaya çalışırlar. (Namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler.)”[5]
Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ (mü’minlerin sıfatını saydığında) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerle başlayıp ilk olarak onu farz kılıyor. Çünkü biliyor ki eğer bu farize hakkıyla yerine getirilip uygulanırsa, (artık) bütün farizeler ister kolay olsun, ister zor yerine getirilip uygulanır.
Çünkü iyiliği emredip kötülükten alıkoymak; zulme uğrayanların haklarının alınmasını, zalimlere muhalefeti, Beyt’ül-malın ve ganimetlerin (adaletle) dağıtılmasını, zekâtın gereken yerlerden alınıp gerektiği şekilde sarf edilmesini sağlamakla, İslam’a yapılan (amelî) bir davettir. Sonra siz, ey ilimle meşhur olup hayırla anılan, nasihatle tanınıp Allah’ın vesilesiyle halkın gönüllerinde heybetli görünen topluluk! (Bilin ki) şerefli insanlar sizden çekinir, zayıflar size saygı gösterir, kendi düzeyinizde olan ve iyilikte bulunmadığınız kimseler sizi kendilerine tercih ederler.
(insanların) ihtiyaçları karşılanmadığı zaman sizin arabuluculuğunuzla karşılanır. Yolda giderken padişahların heybeti ve büyüklerin de izzetiyle yürürsünüz. Acaba bunların hepsi sizden beklenilen ilahî vazifenizi yapmanız (hakkı hâkim kılmanız) için değil midir? Ama siz vazifenizin çoğunu yapmıyorsunuz, kusur ediyorsunuz. İmamların hakkını küçümsüyor, zayıfların hakkını çiğniyorsunuz. Fakat kendiniz için sandığınız hakka gelince onu talep ediyorsunuz.
Siz Allah yolunda ne bir mal harcadınız; ne de O’nun için, yarattığı nefsi herhangi bir tehlikeye attınız ve ne de O’nun rızası için bir kabileye (topluluğa) düşman oldunuz. (Bununla birlikte) Allah’ın cennetine girmeyi, peygamberleriyle komşu olmayı ve azabından da kurtulmayı arzu ediyorsunuz. Ey (amelsiz olarak) Allah’tan hayır bekleyenler; sizlerin O’nun azap ve intikamına duçar olmanızdan korkarım. Çünkü sizler, Allah’ın size ikramı sayesinde makam ve üstünlük kazanmış ve O’nun ismiyle kulları arasında hürmet görmektesiniz. Oysa Allah’a itaat etmekle tanınan kimselere hürmetiniz yoktur.
Kendi gözlerinizle Allah’ın ahitlerinin bozulduğunu görmeniz sizleri tedirgin etmiyor. Oysaki babalarınızın bazı ahitlerinin (söz ve vasiyetlerinin) çiğnenmesinden tedirgin oluyorsunuz.
Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih’in ahitleri küçümsenmekte; kör, dilsiz ve kötürüm kimseler şehirlerde sığınaksız ve bakıcısız kalmış, acıyanları bile yoktur; sizler de ne makamınızdan yararlanıp onların hakkında bir iş yapıyorsunuz ve ne de (sığınaksız insanlara) bir iş yapan kimselere yardımcı oluyorsunuz. Zalimlere dalkavukluk ve yaltaklık yaparak güvence elde etmeye çalışıyorsunuz. Bütün bunları Yüce Allah size yasaklamıştır; oysa sizler bundan gaflet ediyorsunuz.
Eğer şuurunuz olsaydı, anlardınız ki insanların içerisinde en büyük musibete uğrayan, ulemanın hakiki makamından uzak düşmüş bulunan sizlersiniz. Çünkü işleri yürütmek ve hükümleri uygulamak, Allah’ın helal ve haramına emin olan ulemanın elinde olmalıdır. Oysa bu mevki sizin elinizden alınmıştır. Bu mevki sadece açık deliller geldikten sonra hakta tefrikaya düşmeniz ve sünnette ihtilaf etmeniz yüzünden elinizden çıktı.
Eğer eziyetlere sabredip Allah için zorluklara katlanacak olsaydınız, ilahî işler sizden çıkar ve size dönerdi. Ama siz mevkiinizi zalimlere bırakarak ilahî meseleleri onlara teslim ettiniz. Onlar da şüphe üzerine hareket edip nefsanî arzularına uyuyorlar. Zalimleri bu işe musallat kılan, siz âlimlerin ölümden kaçmanız ve sizden ayrılacak hayata gönül bağlamanızdır. Sizler güçsüz halkı onlara teslim ettiniz. Onlardan bazıları ezik köleler durumuna düşmüş, bazıları da geçimini sağlayamayan yenik mustaz’âflar haline gelmiştir.
Onlar (zalimler) ısrarla (kötülerle) birlikte Allah’a karşı gelmeye yeltenerek, memleketten istedikleri şekilde faydalanıyorlar; heva ve heveslerine uyup her kötülüğe başvuruyorlar. Her şehirde belagatli hatipleri vardır. Memleketin her tarafı onlara boyun eğmiş durumdadır; her tarafta egemenliklerini kurmuş, halk da onların köleleri durumuna gelmiş ve kendilerini savunacak bir güçleri kalmamıştır. Halka egemen olanlar gaddar, isyankâr ve zayıflara karşı acımasızca davranan zalimlerdir. Ya da Allah’a ve kıyamete inancı olmayan, emrine uyulan yetki sahipleridir. Hayret! Nasıl hayrete düşmeyeyim ki, İslam toprakları sahtekâr ve zalim zekât toplayıcılarının ve mü’minlere karsı şefkatsiz ve insafsız olan hain hükümdarların otoritesi altındadır.
Münakaşa ettiğimiz hususta, bizimle sizlerin arasında hüküm verecek olan, yalnız Allah’tır.
İhtilafa düştüğümüz konularda da bizleri yargılayacak olan O’dur.
Allah’ım, sen biliyorsun ki bizim tarafımızdan gerçekleşen (kıyam), saltanat için yarış ve değersiz dünya mallarından bir şeye ulaşmak için değildir. Senin dininin nişanelerini (öğretilerini) göstermek, beldelerinde işleri düzeltip rayına oturtmak, mazlum kullarına emniyet ve güvence kazandırmak ve İslam’ın farzlarına, R e s u l u l l a h ‘ın sünnet ve hükümlerine amel olunması içindir. Sizler de bize yardım etmeyip hakkımızda insaflı olmazsanız, zalimler sizlere egemen olur ve P e y g amb e r ‘inizin nurunu söndürmeye çalışırlar.
Allah bize yeterlidir. O’na tevekkül etmişiz, O’na yönelmişiz ve dönüşümüz de O’nadır.
[1]- Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker hakkında Hz. Hüseyin (as)’dan nakledilen bu hutbe Hz. Ali (as)’dan da nakledilmistir.
[2]- Maide/63.
[3]- Maide/78-79.
[4]- Maide/44.
[5]- Tevbe/71.

BAKANA GÖRE DÜNYA!
Cabir ibn-i Abdullah Ensari şöyle rivayet ediyor:
“Basra savaşında Emir-ül Mü’minin Hz. Ali (as) ile beraberdik, İmam kendisine karsı savaş açanların (Talha, Zübeyr ve Aişe ‘nin) savaşından kurtulduğunda gecenin son vakitleri bize uğradı ve:
“Ne hususunda sohbet ediyorsunuz?” diye sordu.
“Dünyayı kınamak hakkında konuşuyoruz.” dedik.
Buyurdular ki:
“Ya Cabir! Niçin dünyayı kınıyorsunuz? Daha sonra Allah’a hamd-u sena edip şöyle buyurdular: Niçin bir grup dünyayı kınıyor ve onda zahidlik iddiası ediyor?
Dünya, doğrulara doğruluk yurdudur; anlayanlara afiyet (kurtuluş) evidir. Ondan azık toplayana zenginlik diyarıdır. Peygamberlerin secde yeridir. İlahi vahyin indiği yerdir. Meleklerin ibadet yeridir. Allah dostlarının meskenidir. Evliyaullah’ın alış veriş yurdudur. Orada rahmet elde ederler; orada cenneti kazanırlar.
Ey Ca b i r, dünya, ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrılacağımızı seslenip bildirdiği, zevalini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye kalkar?
Dünya belalarıyla (ahiret) belasını gösterir ehline; sevinciyle onları (ebedi bir) sevince teşvik eder. Allah’ın azabından korkutmak ve ebedi nimete teşvik etmek için geceleri musibet getirdiği gibi sabahları da nimet ve esenlik doğurur. Günahtan pişmanlık duyanlar kınarlar onu. (Başkalarıysa kıyamet günü överler onu.) Çünkü dünya sadakatle onlara hizmet etmiştir. Dünya onlara akıbeti anlatmıştır, onlar da anlamışlardır; öğüt vermiştir onlara, onlar da öğüdünü kabul etmişlerdir. Onları (cehennemden) korkutmuştur, onlar da korkmuşlardır; onları (cennete) teşvik etmiştir, onlar da ona rağbet etmişlerdir.
Ey dünyanın aldatışlarına kapılıp onu kınayan, ne vakit dünya senin kınamanı hak etti? Ne zaman dünya aldattı seni? Toprağa atıp çürüttüğü babalarının helak oldukları yerlerle mi; yoksa yer altına attığı analarının yattığı yerlerle mi aldattı seni? Ne kadar kendi ellerinle hastalara bakıcılık yaptın? Ne kadar sakatlara hizmet ettin; onların ilacını aradın; onları iyileştirmek için doktorlara başvurdun da maksadına ulaşamadın, (çaresi olmadı ve) ihtiyacın karşılanmadı? Dünya onlara yaptığıyla, sana örnek verdi; halleriyle halini (ölmeleriyle öleceğini) gösterdi.
Yarın, dostlarının sana bir faydası olmaz; sesin de bir yere ulaşmaz. Hastalığın, açıkça ölümden haber verdiği, dert ve elemin şiddetlendiği bir zaman, artık iniltinin bir faydası olmaz; feryatla ağlamak ölümü önlemez; göğüs sıkışır, boğaz tıkanır; ne bir ses duyar, ne de bağırıp çağırmakla korkar. Ölüm anlarındaki üzüntü ne de çok ve uzun sürelidir!
Sonra onu tabutun içerisine bırakıp (mezarlığa) götürürler. Dört el onu nakledip uzun bir süre kalmak için kabrin dar yerinde (lahda) yan üstü yatırırlar. Artık zenginlik elden çıkmış, ömür tükenmiştir, şefkatli dostlar onu terk ederler; merhametli davrananlar ondan ilişkilerini keserler; dostları ona yaklaşmaz.
Ziyaretçileri evine uğramaz, evi çeki düzene girmez. Hiçbir yerden nişane bulamaz, her yerden habersiz kalır. Varisler mirası bölmeye koşarlar, geride bıraktığı mal taksim edilir; günahı, vebali ise onun üzerine olur, günahlar onu kuşatır. Önceden hayır bir iş yapmış olursa kazancı temiz olur; fakat önceden kötü bir iş yapmışsa akıbeti helak olmakla sonuçlanır. Hayatının sonu, ölüm; ziyaretgâhı, kabir olan bir kimseye, dünyada (bir kaç günlük) ikametin ne faydası olur? Bu, öğüt bakımından (öğüt alanlar için) yeterlidir.
Ey Cabir, yeter artık, benimle beraber gel!”
Cabir diyor ki: İmam’la birlikte bir kabristana vardık.
İmam kabristan ehline şöyle seslendi: “Ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş kişiler, bıraktığınız evlerde oturulmaktadır, mallarınız paylaşıldı, zevceleriniz nikâhlandı. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne haber var?”
İmam biraz sükût ettikten sonra başını kaldırıp şöyle buyurdular:
“Göğü yükselten ve yeryüzünü yayan Allah’a and olsun ki; eğer onların konuşmalarına izin verilseydi, “Bizler, en hayırlı azığın takva olduğunu gördük.” derlerdi.
HZ. ALİ (A.S)’IN MUTTAKİLERE DÜNYAYI VASFEDİŞİ
ARAPÇA- TÜRKÇE/ TUHEF-UL UKÛL/ SYF 359
“Basra savaşında Emir-ül Mü’minin Hz. Ali (as) ile beraberdik, İmam kendisine karsı savaş açanların (Talha, Zübeyr ve Aişe ‘nin) savaşından kurtulduğunda gecenin son vakitleri bize uğradı ve:
“Ne hususunda sohbet ediyorsunuz?” diye sordu.
“Dünyayı kınamak hakkında konuşuyoruz.” dedik.
Buyurdular ki:
“Ya Cabir! Niçin dünyayı kınıyorsunuz? Daha sonra Allah’a hamd-u sena edip şöyle buyurdular: Niçin bir grup dünyayı kınıyor ve onda zahidlik iddiası ediyor?
Dünya, doğrulara doğruluk yurdudur; anlayanlara afiyet (kurtuluş) evidir. Ondan azık toplayana zenginlik diyarıdır. Peygamberlerin secde yeridir. İlahi vahyin indiği yerdir. Meleklerin ibadet yeridir. Allah dostlarının meskenidir. Evliyaullah’ın alış veriş yurdudur. Orada rahmet elde ederler; orada cenneti kazanırlar.
Ey Ca b i r, dünya, ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrılacağımızı seslenip bildirdiği, zevalini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye kalkar?
Dünya belalarıyla (ahiret) belasını gösterir ehline; sevinciyle onları (ebedi bir) sevince teşvik eder. Allah’ın azabından korkutmak ve ebedi nimete teşvik etmek için geceleri musibet getirdiği gibi sabahları da nimet ve esenlik doğurur. Günahtan pişmanlık duyanlar kınarlar onu. (Başkalarıysa kıyamet günü överler onu.) Çünkü dünya sadakatle onlara hizmet etmiştir. Dünya onlara akıbeti anlatmıştır, onlar da anlamışlardır; öğüt vermiştir onlara, onlar da öğüdünü kabul etmişlerdir. Onları (cehennemden) korkutmuştur, onlar da korkmuşlardır; onları (cennete) teşvik etmiştir, onlar da ona rağbet etmişlerdir.
Ey dünyanın aldatışlarına kapılıp onu kınayan, ne vakit dünya senin kınamanı hak etti? Ne zaman dünya aldattı seni? Toprağa atıp çürüttüğü babalarının helak oldukları yerlerle mi; yoksa yer altına attığı analarının yattığı yerlerle mi aldattı seni? Ne kadar kendi ellerinle hastalara bakıcılık yaptın? Ne kadar sakatlara hizmet ettin; onların ilacını aradın; onları iyileştirmek için doktorlara başvurdun da maksadına ulaşamadın, (çaresi olmadı ve) ihtiyacın karşılanmadı? Dünya onlara yaptığıyla, sana örnek verdi; halleriyle halini (ölmeleriyle öleceğini) gösterdi.
Yarın, dostlarının sana bir faydası olmaz; sesin de bir yere ulaşmaz. Hastalığın, açıkça ölümden haber verdiği, dert ve elemin şiddetlendiği bir zaman, artık iniltinin bir faydası olmaz; feryatla ağlamak ölümü önlemez; göğüs sıkışır, boğaz tıkanır; ne bir ses duyar, ne de bağırıp çağırmakla korkar. Ölüm anlarındaki üzüntü ne de çok ve uzun sürelidir!
Sonra onu tabutun içerisine bırakıp (mezarlığa) götürürler. Dört el onu nakledip uzun bir süre kalmak için kabrin dar yerinde (lahda) yan üstü yatırırlar. Artık zenginlik elden çıkmış, ömür tükenmiştir, şefkatli dostlar onu terk ederler; merhametli davrananlar ondan ilişkilerini keserler; dostları ona yaklaşmaz.
Ziyaretçileri evine uğramaz, evi çeki düzene girmez. Hiçbir yerden nişane bulamaz, her yerden habersiz kalır. Varisler mirası bölmeye koşarlar, geride bıraktığı mal taksim edilir; günahı, vebali ise onun üzerine olur, günahlar onu kuşatır. Önceden hayır bir iş yapmış olursa kazancı temiz olur; fakat önceden kötü bir iş yapmışsa akıbeti helak olmakla sonuçlanır. Hayatının sonu, ölüm; ziyaretgâhı, kabir olan bir kimseye, dünyada (bir kaç günlük) ikametin ne faydası olur? Bu, öğüt bakımından (öğüt alanlar için) yeterlidir.
Ey Cabir, yeter artık, benimle beraber gel!”
Cabir diyor ki: İmam’la birlikte bir kabristana vardık.
İmam kabristan ehline şöyle seslendi: “Ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş kişiler, bıraktığınız evlerde oturulmaktadır, mallarınız paylaşıldı, zevceleriniz nikâhlandı. Bu bizim size verdiğimiz haber, sizden ne haber var?”
İmam biraz sükût ettikten sonra başını kaldırıp şöyle buyurdular:
“Göğü yükselten ve yeryüzünü yayan Allah’a and olsun ki; eğer onların konuşmalarına izin verilseydi, “Bizler, en hayırlı azığın takva olduğunu gördük.” derlerdi.
HZ. ALİ (A.S)’IN MUTTAKİLERE DÜNYAYI VASFEDİŞİ
ARAPÇA- TÜRKÇE/ TUHEF-UL UKÛL/ SYF 359

İMAM HÜSEYİN (A.S) VE TEVHİD ŞECERESİ
İMAM HÜSEYİN (A.S)’IN KIYAMI
“LA İLAHE İLLALLAH”
ŞECERESİNİ KORUMAK İÇİN GERÇEKLEŞMİŞTİR
İmam Hüseyin (a.s), galip olmak için hiçbir maddi imkânının olmadığını biliyordu. Seksen dört kadın ve çocukla yaptığı hareket, kesin bir sonuç almak içindi. İmam (a.s) bir taraftan, dedesi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in büyük zahmetler çekerek diktiği, Bedir, Uhud ve Huneyn şehitlerinin kanıyla suladığı ve Ali bin Ebi Talip (a.s) gibi bir bahçıvanın da bakıcılığını yaptığı şecere-i tayyibe olan “La ilahe illâllah”ı korumak istediklerini biliyor, diğer taraftan ise zulüm, tehdit, katl ve yıkıp yakmakla bilgin bahçıvanın çıkarılması ve şecere-i tayyibeyi sulayanın onu sulamaktan alı koyulmasıyla, tevhid ve nübüvvet bahçesinin esas ve temelinin yok olmaya yöneldiğini görüyordu. Gerçi bazen asıl bahçıvan tarafından şecere-i Tayyibe güçleniyordu; ama bu tam manasıyla yeterli olmuyordu. Nihayet bu bağın bakımı cahil ve inatçı bahçıvanların (yani Beni Ümeyye’nin) eline düşmüş oldu.
Üçüncü halife Osman bin Affan’ın halifeliğinden itibaren Beni Ümeyye’nin eline daha çok fırsat geçti. Onlar Osman’ın zamanında kilit noktaları ele geçirdiler. O zaman kör olan lanetli Ebu Süfyan, Beni Ümeyye’nin meclisine gelerek orada yüksek sesle şöyle dedi: “Hilafeti elden ele birbirinize devredin. Çünkü ne cennet vardır; ne de cehennem.” (Yani ikisi de yalandır)
Yine şöyle diyordu: “Ey Ümeyye oğulları! Hilafeti top gibi elinizde tutmaya çalışın. And olsun Ebu Süfyan’ın yemin ettiği o şeye ki (maksadı sürekli yemin ettiği putlardır), her zaman sizin için böyle bir saltanat arzu ederdim; onu miras olarak çocuklarınıza devrediniz.”
Bu inançsız kavim, bütün yolları kapatmış, gerçek ve manevi bahçıvanın bu bağa koruyuculuk etmesine engel olmuştur. Çirkef Yezid’in hilafeti zamanına kadar şecere-i Tayyibe neredeyse kuruyacaktı. Şeriatın ağacının ömrü bitmek üzereydi. Şecere-i Tayyibe olan “La ilahe illallah”, Allah’ın adı ve dinin hakikati yok olmaya yüz tutmuştu.
Bahçesinin afetlere uğradığını gören her âlim bahçıvan, doğal olarak hemen onu korumaya kalkacaktır. Yoksa bahçesinin ürünleri tümüyle yok olabilir.
O zamanlar, tevhid ve Risalet bahçesinin bahçıvanlığı Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’a verilmişti. Beni Ümeyye’nin inat ve ilhadı işi öyle bir yere vardırmıştı ki, neredeyse tevhid ağacını kurutacak, hatta “La ilahe illallah” ağacının kökünü kazıyacaklardı. İmam Hüseyin (a.s) bu durumu görünce, yalnız ve yalnız Risalet bağını sulamak ve şecere-i tayyibeyi (La ilahe illallah)’yi güçlendirmek için Kerbela’ya doğru hareket etti. Ama susuzluğun ağacın köklerine kadar işlediğini, normal suların artık etki etmediğini ve daha güçlü bir takviyeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ziraatçılar iyi bilirler, bir ağaç güçsüz düştüğünde, onu kurbanla güçlendirmeye çalışırlar. Yani koyun vb. gibi bir canlı varlığı, o ağacın canlanıp güçlenmesi için onun dibinde keser, derisi, eti ve kanıyla birlikte ağacın altına defin ederler.
Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan Seyyid’üş- Şüheda, âlim bir bahçıvan olduğu için, şecere-i tayyibenin özellikle son yıllarda Beni Ümeyye’nin zamanında susuz bırakıldığını görmüştü. Onun normal sularla düzelmeyeceği belliydi, fedakârlık etmek gerekiyordu.
Şecere-i Tayyibe ve şeriat ağacını sulamak, onu güçlendirmek ancak kan vermekle mümkün olurdu. Bu yüzden La ilahe illallah şeceresini sulamak için en iyi gençlerini, ashabını ve küçük çocuklarını alarak Kerbela’ya götürdü. Çünkü onları orada şecere-i tayyibeye kurban edecekti. Bazı dar düşünceliler diyorlar ki, İmam Hüseyin neden Medine’den çıktı? Orada kalmalı, kıyam etmeli ve kurbanlarını orada vermeliydi! Ama onlar şunun farkında değillerdir; Eğer İmam Hüseyin (a.s) Medine’de kalarak kıyam etmiş olsaydı, düşünür insanların bu kıyamdan haberleri olmayacak ve O Hazretin neden baş kaldırdığını iyice anlayamayacaklardı.
Nitekim birçok din taraftarları, kendi şehirlerinde hak için kıyam ettiler, ama kimsenin onların hedef ve amaçlarından haberi olmadı. Niçin öldürüldüklerinin sebebi bile bilinmedi; hatta düşmanlar, onların kıyamdan amaçlarının ne olduğunun tam tersini halka söyleyip durmuşlardır.
Ama İmam Hüseyin (a.s) hak ve hakikati ortaya çıkarmak için, Recep ayında, Mekke’ye gitti. Çünkü bu ayda insanlar Umre için Mekke’ye geliyorlardı. Arefe gününe kadar orada yüz binlerce insana konuşma yapıp gerçekleri herkese anlatıyordu. Yezid’in, şecere-i tayyibe olan La ilahe illallah’ın kökünü kazımak istediğini, hilafet iddiasında olan bu çirkef insanın, dinin temelini yok etmeye çalıştığını, şarap içip kumar oynadığını, köpek ve maymunlarla oynadığını, dinin hükümlerini ayaklar altına aldığını, ceddi Peygamberin zahmetlerini boşa çıkarmak istediğini, kendisinin ise ceddinin dinini korumak için kıyam ettiğini ve her şeyi göz önüne alarak bütün varlığını feda etmeğe hazır olduğunu halka bildiriyordu.”
Demek ki İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamı, Medine’den Mekke’ye ve Mekke’den de Kufe’ye gidişi, dini nişaneleri korumak ve bütün insan toplumuna, Yezid’in dinsiz, bozuk bir ahlak ve inanca sahip olduğunu ve onun, telafi edilmeyecek bir takım zararlı amellerini ilan etmek içindi.
İmam (a.s)’ın kardeşleri, amcaoğulları ve O’nu seven dostları, Hazretin Kufe’ye hareketine mani olmak için şöyle diyorlardı: “Size onca mektup yazıp davet eden Kufeliler, vefasızlıklarıyla meşhurdurlar. Yıllardır bu memlekete kök salmış Beni Ümeyye’nin kudreti ve çirkef Yezid’in saltanatıyla baş edemezsiniz. Çünkü hak ehli çok azdır. İnsanlar dünyanın kölesi olmuşlardır. Onların dünyası Beni Ümeyye ile uyuştuğu için Beni Ümeyye’nin etrafında toplanmışlardır. Galip gelmeyeceksiniz. Bu yolculuktan vazgeçin. Eğer Hicaz’da kalmak istemiyorsanız, o zaman Yemen’e gidin. Çünkü orada sizi seven çoktur. Oranın halkı gayretlidir. Sizi yalnız bırakmazlar. Ömrünün sonuna kadar da rahatça orada kalabilirsiniz.”
İmam Hüseyin (a.s) gerçeklerin hepsini herkese anlatamıyordu; bu yüzden O’nun bu hareketine mani olmak isteyenlere kısa cevaplar verip geçiyordu. Ama kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye, amcası oğlu Abdullah bin Abbas gibi yakınlarına ve sırdaşlarına şöyle buyurdular:
“Zahirde galip olmayacağımı ben de biliyorum. Zafer ve fetih için de gitmiyorum. Ben ölmeye gidiyorum. Mazlumiyetin gücüyle zulüm ve fesadın kökünü kazımak istiyorum.”
Bazılarının kalplerini güçlendirmek için gerçeklerden (sırlardan) bazısını onlara söylemek zorunda kalıyordu. Bir cevabında şöyle buyuruyor:
“Ceddim Resulullah (s.a.a)’ı rüyada gördüm. Bana şöyle buyurdular: “Irak’a git; şüphesiz Allah-u Teâlâ seni öldürülmüş olarak görmek istiyor.”
Muhammed bin Hanefiyye ve İbn-i Abbas; “Öyleyse kadınları neden götürüyorsun?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Ceddim buyurdu ki; ‘Şüphesiz ki Allah onları esir olarak görmek istiyor.’ Resulullah (s.a.a)’in emriyle onları esaret için götürüyorum.”
Yani benim şahadetimle Ehl-i Beyt’imin esaretinde bir sır vardır. Onların esareti benim şahadetimin tamamlayıcısıdır. Mazlumiyetin bayraktarlığını yaparak, Şam’a gidecekler; Yezid’in hilafet ve kudretinin kökünü kazıyacak, küfür ve zulmün bayrağını yıkacaklar.
Öyle de oldu. Nitekim Hz. Zeyneb-i Kubra’nın (selamullah aleyha), Yezid’in kudret ve eğlence meclisinde, Yüzlerce Beni Ümeyye’nin ileri gelenleri, yabancı elçiler ve birçok Yahudi ve Hıristiyanların önünde yaptığı konuşmasıyla ve İmam Seyyid’us- Sacidin Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın da Şam’da Mescid-i Emevi’de, Yezid’in karşısında yaptığı minberdeki hitabesiyle, Beni Ümeyye’nin haşmet ve azameti yok olup halk gaflet uykusundan uyanmıştır.
İmam Seccad (a.s) Şam’da yaptığı konuşmada, Allah Teâlâ’ya hamd-u sena ettikten sonra şöyle buyurdular:
“Bize (Âl-i Muhammed’e) Allah tarafından altı özellik verilmiş, öteki insanlara göre yedi faziletimiz vardır. Bize, ilim, sabır, cömertlik, fesahat, yiğitlik ve müminlerin kalplerine sevgimiz verilmiştir. Öteki insanlara faziletlerimiz ise şunlardır: Seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, Sıddık Emir’ul- Müminin Ali bin Ebi Talib (a.s) bizdendir, Cafer-i Tayyar bizdendir, Allah’ın Resulünün aslanı Hamza bizdendir, bu ümmetin iki sıbti (iki evladı İmam Hasan ve İmam Hüseyin) bizdendir ve bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”
Sonra kendisini tanıtmaya başlayarak şöyle buyurdular:
“Beni tanıyanlar tanıyor; tanımayanlara ise şimdi kendimi tanıtıyorum: Ben, özel sıfat ve faziletlere sahip olan Hatem’ul- Enbiya Muhammed bin Abdullah (s.a.a)’in evladıyım…”
(Meclisin vaktinin kısıtlı olması, İmam (a.s)’ın buyurduğu o sıfatların hepsini zikretmeye müsaade etmiyor.)
Daha sonra İmam Seccad (a.s), Muaviye (lanetullahi aleyh)’in zamanında, üzerinde yıllarca gece gündüz açıkça mevlamız ve muvahhidlerin mevlası Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’a lanetler okunduğu, binlerce iftirada bulunulduğu minberin üzerinde Yezid, Beni Ümeyye ve düşmanlarının önünde, Şamlılara ulaşması engellenen Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini beyan ederek şöyle buyurdular:
“Ben, insanlar “La ilahe illallah” diyene dek onların burunlarına kılıç vuranın oğluyum; ben, iki kılıçla Resulullah’ın önünde savaşan, düşmanı iki mızrakla vuran, iki kere hicret eden, iki kere biat eden, kâfirlerle Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz kırpması süresince bile Allah’ı inkâr etmeyenin oğluyum; ben, müminlerin salihi, peygamberlerin varisi, dinsizleri yok eden, Müslümanların başbuğu, mücahitlerin nuru, abidlerin ziyneti, ağlayanların (Allah korkusundan) tacı ve sabırlıların sabırlısı, âlemlerin Rabbinin elçisi olan Âl-i Yasin’in namaz kılanlarının en iyisinin oğluyum; ben, Cebrail’in onayladığı ve Mikail’in yardım ettiği insanın oğluyum; ben Müslümanların haremini koruyan, dinden çıkanları (Nehrevanlıları), biatten dönenleri (Cemel savaşına katılanları), zulüm ve tağut ehlini (Sıffin savaşına katılanları) ve kendi düşmanı olan Nasibileri öldüren, Kureyş’in hepsinin en iftiharlısı olan, müminlerin içinde Allah ve Resulünün davetini ilk kabul eden, imanda herkesten öne geçen, zalimlerin belini kıran, müşrikleri helak eden, Allah’ın münafıklara karşı oklarından bir ok olanın oğluyum; ben, Rabb’ul- Alemin’in hikmet dili, Allah’ın hikmet gülistanı, O’nun ilim heybesi, cömert, bağışlayıcı, güler yüzlü… Bütün savaşlarda öncü, yiğit, çok sabırlı ve güzel ahlaklı olan, (ibadet için) çok kıyam eden, nefsini arındırmış olan… (fasık) grupları dağıtan, direnişiyle nefsinin irade dizginini elinde tutan, kalbi herkesten daha güçlü ve daha sabit olan, azmi herkesten güçlü olan, mazlumların hakkını herkesten daha iyi alan, en dayanıklı insan olan, azmi en sabit, savaş meydanlarında kızgın bir aslan gibi olan, savaşlarda ona (ister yaya olsun, ister atlı) yaklaşanları mızraklarla yere seren, fırtınanın kumu, tozu, toprağı dağıttığı gibi din düşmanlarını dağıtan, Hicazlıların en cesuru, Iraklıların en kahramanı, Mekki ve Medeni olan, her batıl dinden yüz çevirip İslam’a yönelen, Akabe’de biat eden, Bedir ve Uhud kahramanı olan, ağacın altında biat eden (Rıdvan biatine katılan), Allah için hicret eden, Arapların efendisi, Peygamberin iki evladı Hasan ve Hüseyin’in babası olanın oğluyum; işte bu sıfatların sahibi benim ceddim olan Ali bin Ebi Talip’tir.”
İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) sonra şöyle buyurdular:
“Ben, Hatice-i Kubra’nın oğluyum; ben, Fatımat’üz- Zehra’nın oğluyum; ben, başı arkadan kesilmiş olanın oğluyum; ben, susuz dudaklarla şehit olanın oğluyum; ben, diğer insanlara serbest bırakılıp da kendisine suyun men edildiği kimsenin oğluyum; ben, gusül verilmeyip kefenlenmeyenin oğluyum; ben, kesilmiş başı mızrakla dolaştırılanın oğluyum; ben, Kerbela’da ailesinin hürmeti gözetilmeyenin oğluyum; ben, mukaddes bedeni bir yerde başı da diğer bir yerde olanın oğluyum; ben, ailesi esir edilip Şam’a getirilenin oğluyum.”
Sonra İmam (a.s) yüksek sesle ağlamaya başladı; sürekli ben, ben diyordu (dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini sayıyordu); nihayet halk da galeyana gelip çığlık atarak ağlamaya başladılar.
İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden sonra, O’na (a.s) tutulan ilk matem meclisi, işte Şam’da Emevi Camisinde tutulan bu matemdi. Seyyid’üs- Sacidin Hz. Zeyn’ul- Abidin (a.s) dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini anlattıktan sonra Yezid’in ve düşmanlarının karşısında babası İmam Hüseyin (a.s)’ın başına gelenleri anlatmaya başladı. O kadar anlattı ki halk hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle ki Yezid korkuya kapılarak camiyi terk etmek zorunda kaldı.
İmam Seccad (a.s)’ın bu camide yaptığı konuşmalar Emeviler’in aleyhine başlayacak olan kıyamın ortamını hazırladı. (Bu yüzden Yezit, siyaset icabı pişmanlığını bildirip bu feci olayın suçunu lanetli Ubeydullah bin Mercane’nin üstüne atarak onu lanetledi.) Sonunda Beni Ümeyye’nin küfür, zulüm ve dinsizlik saltanatı yıkıldı.
Şimdiye kadar Şam’da, yani Beni Ümeyye’nin zulümle hüküm sürdükleri başkentlerinde, onlardan hiçbir kimsenin kabri baki kalmamıştır. Oysa Ben-i Haşim ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden birçok kimsenin mezarı orada olup Şamlıların ve her arif, bilgin, Şia ve Sünni’nin ziyaretgâhı haline gelmiştir.
Kısacası, bütün tarihçiler ve Kerbela olayını yazanlar, İmam Hüseyin (a.s)’ın Medine’den Mekke’ye, Mekke’den Kerbela’ya kadar olan süre içinde açıkça ve üstü kapalı olarak daima şehit olacağını söylediğini ve insanlara, ölmek için gittiğini anlattığını yazmışlardır.
İmam Hüseyin (a.s) Mekke’de “Terviye” günü birçok müslümanın önünde bir hutbe irat ederek kendi şahadetini açıkça haber verdi. Allah’a hamd-u sena, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’e salât ve selamdan sonra şöyle buyurdular:
“Ölüm genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi, Âdemoğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yakup nasıl Yusuf’u özlemiştiyse, ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şahadet yeri, benim için tayin edilmiştir. Sanki görüyorum; Nevavis’le Kerbela arasında aç kurtlar bedenimi paramparça ediyorlar…”
Bu sözleri ile Kufe’ye yani hilafetin merkezine gidemeyeceğini, Kerbela ile Nevavis arasında kan içici kurtlar tarafından öldürüleceğini insanlara bildiriyordu. Kurtlardan amaç, Beni Ümeyye ve diğer kabilelerden olan kendi katilleridir.
Özetleyecek olursak bu gibi sözler, İmam Hüseyin (a.s)’ın hilafet için değil şahadet için hareket ettiğini göstermektedir. Yol boyunca çeşitli şekillerle ölüm haberini veriyordu. Mola verdiği her yerde çocukları ve ashabını toplayıp hep şöyle buyuruyordu:
“Yahya’nın başını kesip zinakâr bir kadına göndermeleri, bu dünyanın ne kadar aşağılık ve değersiz olduğunu göstermeye yeter. Yakında ben mazlumun başını da bedenden ayırıp şarap içen Yezid’e götürecekler.”
Kufe’ye on fersah kaldığında Hür bin Yezid-i Riyahi 1000 atlı ile İmam Hüseyin (a.s)’ın yolunu keserek; “Sizin Kufe’ye gitmenize engel olmam ve sizden kopmamam için Ubeydullah bana emr etmiştir.” dedi. İmam (a.s) herhangi sert bir tepki göstermeksizin teslim olup orada konakladı.
İmam (a.s) akşam ve yatsı namazlarından sonra yüksek bir yere çıkarak uzun bir hutbe irat ettiler; hutbesinde bir takım öyle sözlere değindiler ki, İmam (a.s)’ın ordusuna makam ve dünya malı için katılan kimseleri büyük bir korku sardı. Bütün mekatil kitapları, İmam (a.s)’ın şöyle buyurduğunu yazmışlardır:
“Buraya hükümet ve riyaset düşüncesi ile gelenler bilsinler ki, yarın burada olan herkes öldürülecektir. Onlar benden başka kimseyi istemiyorlar. Ben biatimi sizlerden kaldırdım. Gecenin karanlığından yararlanarak kalkın gidin.”
Daha İmam (a.s)’ın sözleri bitmeden herkes kalkıp gitti; geriye sadece 42 kişi kaldı. O kırk iki kişinin 18’i Ben-i Haşim’den 24’ü ise İmam Hüseyin (a.s)’ın öteki ashabıydı. Gece yarısından sonra düşman ordusundan 30 kişi İmam Hüseyin (a.s)’ı arkadan vurmak için geldiler. İmam (a.s) o arada Kur’ân okuyordu. Onlar, İmam (a.s)’ın bu Kur’ân okuyuşu karşısında öyle etkilendiler ki, tevhid ordusuna katılıp İmam (a.s)’ın safına geçtiler. Onlar ile birlikte hakkın kurbanları 72 kişiye ulaştı. Onların da çoğu zahit, abid ve Kur’ân karisiydiler.
Bütün bunlar, İmam (a.s)’ın makam düşkünü ve hilafet peşinde olmadığını gösteren açık delillerdir. İmam Hüseyin (a.s)’ın hedefi sadece dini ihya etmek ve İslâm’ı savunmak idi. Bunu da, bu yolda can vermekle yapmak istiyordu. Can vererek Lâ ilahe illâllah bayrağını yükseltip küfür ve fesat bayrağını yıkmayı amaçlamıştı. Çünkü dine yardım etmek bazen öldürmekle bazen de ölmek ile olur. İmam Hüseyin (a.s) da mertçe kıyam edip birçok kurbanlar vererek özellikle küçük çocuklarını kurban vererek mazlumiyetin gücüyle Beni Ümeyye’nin fesat ve zulmünün kökünü kazıdı. Öyle ki İmam Hüseyin (a.s)’ın La ilahe illallah kelimesini yüceltmek için dine büyük bir hizmet yaptığını, dost düşman herkes tasdik ve takdir etmektedir. Hatta Müslüman olmayanlar bile bunu itiraf etmektedirler.
PEŞAVER GECELERİ / YEDİNCİ OTURUM- SYF; 364
“LA İLAHE İLLALLAH”
ŞECERESİNİ KORUMAK İÇİN GERÇEKLEŞMİŞTİR
İmam Hüseyin (a.s), galip olmak için hiçbir maddi imkânının olmadığını biliyordu. Seksen dört kadın ve çocukla yaptığı hareket, kesin bir sonuç almak içindi. İmam (a.s) bir taraftan, dedesi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in büyük zahmetler çekerek diktiği, Bedir, Uhud ve Huneyn şehitlerinin kanıyla suladığı ve Ali bin Ebi Talip (a.s) gibi bir bahçıvanın da bakıcılığını yaptığı şecere-i tayyibe olan “La ilahe illâllah”ı korumak istediklerini biliyor, diğer taraftan ise zulüm, tehdit, katl ve yıkıp yakmakla bilgin bahçıvanın çıkarılması ve şecere-i tayyibeyi sulayanın onu sulamaktan alı koyulmasıyla, tevhid ve nübüvvet bahçesinin esas ve temelinin yok olmaya yöneldiğini görüyordu. Gerçi bazen asıl bahçıvan tarafından şecere-i Tayyibe güçleniyordu; ama bu tam manasıyla yeterli olmuyordu. Nihayet bu bağın bakımı cahil ve inatçı bahçıvanların (yani Beni Ümeyye’nin) eline düşmüş oldu.
Üçüncü halife Osman bin Affan’ın halifeliğinden itibaren Beni Ümeyye’nin eline daha çok fırsat geçti. Onlar Osman’ın zamanında kilit noktaları ele geçirdiler. O zaman kör olan lanetli Ebu Süfyan, Beni Ümeyye’nin meclisine gelerek orada yüksek sesle şöyle dedi: “Hilafeti elden ele birbirinize devredin. Çünkü ne cennet vardır; ne de cehennem.” (Yani ikisi de yalandır)
Yine şöyle diyordu: “Ey Ümeyye oğulları! Hilafeti top gibi elinizde tutmaya çalışın. And olsun Ebu Süfyan’ın yemin ettiği o şeye ki (maksadı sürekli yemin ettiği putlardır), her zaman sizin için böyle bir saltanat arzu ederdim; onu miras olarak çocuklarınıza devrediniz.”
Bu inançsız kavim, bütün yolları kapatmış, gerçek ve manevi bahçıvanın bu bağa koruyuculuk etmesine engel olmuştur. Çirkef Yezid’in hilafeti zamanına kadar şecere-i Tayyibe neredeyse kuruyacaktı. Şeriatın ağacının ömrü bitmek üzereydi. Şecere-i Tayyibe olan “La ilahe illallah”, Allah’ın adı ve dinin hakikati yok olmaya yüz tutmuştu.
Bahçesinin afetlere uğradığını gören her âlim bahçıvan, doğal olarak hemen onu korumaya kalkacaktır. Yoksa bahçesinin ürünleri tümüyle yok olabilir.
O zamanlar, tevhid ve Risalet bahçesinin bahçıvanlığı Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’a verilmişti. Beni Ümeyye’nin inat ve ilhadı işi öyle bir yere vardırmıştı ki, neredeyse tevhid ağacını kurutacak, hatta “La ilahe illallah” ağacının kökünü kazıyacaklardı. İmam Hüseyin (a.s) bu durumu görünce, yalnız ve yalnız Risalet bağını sulamak ve şecere-i tayyibeyi (La ilahe illallah)’yi güçlendirmek için Kerbela’ya doğru hareket etti. Ama susuzluğun ağacın köklerine kadar işlediğini, normal suların artık etki etmediğini ve daha güçlü bir takviyeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ziraatçılar iyi bilirler, bir ağaç güçsüz düştüğünde, onu kurbanla güçlendirmeye çalışırlar. Yani koyun vb. gibi bir canlı varlığı, o ağacın canlanıp güçlenmesi için onun dibinde keser, derisi, eti ve kanıyla birlikte ağacın altına defin ederler.
Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan Seyyid’üş- Şüheda, âlim bir bahçıvan olduğu için, şecere-i tayyibenin özellikle son yıllarda Beni Ümeyye’nin zamanında susuz bırakıldığını görmüştü. Onun normal sularla düzelmeyeceği belliydi, fedakârlık etmek gerekiyordu.
Şecere-i Tayyibe ve şeriat ağacını sulamak, onu güçlendirmek ancak kan vermekle mümkün olurdu. Bu yüzden La ilahe illallah şeceresini sulamak için en iyi gençlerini, ashabını ve küçük çocuklarını alarak Kerbela’ya götürdü. Çünkü onları orada şecere-i tayyibeye kurban edecekti. Bazı dar düşünceliler diyorlar ki, İmam Hüseyin neden Medine’den çıktı? Orada kalmalı, kıyam etmeli ve kurbanlarını orada vermeliydi! Ama onlar şunun farkında değillerdir; Eğer İmam Hüseyin (a.s) Medine’de kalarak kıyam etmiş olsaydı, düşünür insanların bu kıyamdan haberleri olmayacak ve O Hazretin neden baş kaldırdığını iyice anlayamayacaklardı.
Nitekim birçok din taraftarları, kendi şehirlerinde hak için kıyam ettiler, ama kimsenin onların hedef ve amaçlarından haberi olmadı. Niçin öldürüldüklerinin sebebi bile bilinmedi; hatta düşmanlar, onların kıyamdan amaçlarının ne olduğunun tam tersini halka söyleyip durmuşlardır.
Ama İmam Hüseyin (a.s) hak ve hakikati ortaya çıkarmak için, Recep ayında, Mekke’ye gitti. Çünkü bu ayda insanlar Umre için Mekke’ye geliyorlardı. Arefe gününe kadar orada yüz binlerce insana konuşma yapıp gerçekleri herkese anlatıyordu. Yezid’in, şecere-i tayyibe olan La ilahe illallah’ın kökünü kazımak istediğini, hilafet iddiasında olan bu çirkef insanın, dinin temelini yok etmeye çalıştığını, şarap içip kumar oynadığını, köpek ve maymunlarla oynadığını, dinin hükümlerini ayaklar altına aldığını, ceddi Peygamberin zahmetlerini boşa çıkarmak istediğini, kendisinin ise ceddinin dinini korumak için kıyam ettiğini ve her şeyi göz önüne alarak bütün varlığını feda etmeğe hazır olduğunu halka bildiriyordu.”
Demek ki İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamı, Medine’den Mekke’ye ve Mekke’den de Kufe’ye gidişi, dini nişaneleri korumak ve bütün insan toplumuna, Yezid’in dinsiz, bozuk bir ahlak ve inanca sahip olduğunu ve onun, telafi edilmeyecek bir takım zararlı amellerini ilan etmek içindi.
İmam (a.s)’ın kardeşleri, amcaoğulları ve O’nu seven dostları, Hazretin Kufe’ye hareketine mani olmak için şöyle diyorlardı: “Size onca mektup yazıp davet eden Kufeliler, vefasızlıklarıyla meşhurdurlar. Yıllardır bu memlekete kök salmış Beni Ümeyye’nin kudreti ve çirkef Yezid’in saltanatıyla baş edemezsiniz. Çünkü hak ehli çok azdır. İnsanlar dünyanın kölesi olmuşlardır. Onların dünyası Beni Ümeyye ile uyuştuğu için Beni Ümeyye’nin etrafında toplanmışlardır. Galip gelmeyeceksiniz. Bu yolculuktan vazgeçin. Eğer Hicaz’da kalmak istemiyorsanız, o zaman Yemen’e gidin. Çünkü orada sizi seven çoktur. Oranın halkı gayretlidir. Sizi yalnız bırakmazlar. Ömrünün sonuna kadar da rahatça orada kalabilirsiniz.”
İmam Hüseyin (a.s) gerçeklerin hepsini herkese anlatamıyordu; bu yüzden O’nun bu hareketine mani olmak isteyenlere kısa cevaplar verip geçiyordu. Ama kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye, amcası oğlu Abdullah bin Abbas gibi yakınlarına ve sırdaşlarına şöyle buyurdular:
“Zahirde galip olmayacağımı ben de biliyorum. Zafer ve fetih için de gitmiyorum. Ben ölmeye gidiyorum. Mazlumiyetin gücüyle zulüm ve fesadın kökünü kazımak istiyorum.”
Bazılarının kalplerini güçlendirmek için gerçeklerden (sırlardan) bazısını onlara söylemek zorunda kalıyordu. Bir cevabında şöyle buyuruyor:
“Ceddim Resulullah (s.a.a)’ı rüyada gördüm. Bana şöyle buyurdular: “Irak’a git; şüphesiz Allah-u Teâlâ seni öldürülmüş olarak görmek istiyor.”
Muhammed bin Hanefiyye ve İbn-i Abbas; “Öyleyse kadınları neden götürüyorsun?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Ceddim buyurdu ki; ‘Şüphesiz ki Allah onları esir olarak görmek istiyor.’ Resulullah (s.a.a)’in emriyle onları esaret için götürüyorum.”
Yani benim şahadetimle Ehl-i Beyt’imin esaretinde bir sır vardır. Onların esareti benim şahadetimin tamamlayıcısıdır. Mazlumiyetin bayraktarlığını yaparak, Şam’a gidecekler; Yezid’in hilafet ve kudretinin kökünü kazıyacak, küfür ve zulmün bayrağını yıkacaklar.
Öyle de oldu. Nitekim Hz. Zeyneb-i Kubra’nın (selamullah aleyha), Yezid’in kudret ve eğlence meclisinde, Yüzlerce Beni Ümeyye’nin ileri gelenleri, yabancı elçiler ve birçok Yahudi ve Hıristiyanların önünde yaptığı konuşmasıyla ve İmam Seyyid’us- Sacidin Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın da Şam’da Mescid-i Emevi’de, Yezid’in karşısında yaptığı minberdeki hitabesiyle, Beni Ümeyye’nin haşmet ve azameti yok olup halk gaflet uykusundan uyanmıştır.
İmam Seccad (a.s) Şam’da yaptığı konuşmada, Allah Teâlâ’ya hamd-u sena ettikten sonra şöyle buyurdular:
“Bize (Âl-i Muhammed’e) Allah tarafından altı özellik verilmiş, öteki insanlara göre yedi faziletimiz vardır. Bize, ilim, sabır, cömertlik, fesahat, yiğitlik ve müminlerin kalplerine sevgimiz verilmiştir. Öteki insanlara faziletlerimiz ise şunlardır: Seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, Sıddık Emir’ul- Müminin Ali bin Ebi Talib (a.s) bizdendir, Cafer-i Tayyar bizdendir, Allah’ın Resulünün aslanı Hamza bizdendir, bu ümmetin iki sıbti (iki evladı İmam Hasan ve İmam Hüseyin) bizdendir ve bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”
Sonra kendisini tanıtmaya başlayarak şöyle buyurdular:
“Beni tanıyanlar tanıyor; tanımayanlara ise şimdi kendimi tanıtıyorum: Ben, özel sıfat ve faziletlere sahip olan Hatem’ul- Enbiya Muhammed bin Abdullah (s.a.a)’in evladıyım…”
(Meclisin vaktinin kısıtlı olması, İmam (a.s)’ın buyurduğu o sıfatların hepsini zikretmeye müsaade etmiyor.)
Daha sonra İmam Seccad (a.s), Muaviye (lanetullahi aleyh)’in zamanında, üzerinde yıllarca gece gündüz açıkça mevlamız ve muvahhidlerin mevlası Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’a lanetler okunduğu, binlerce iftirada bulunulduğu minberin üzerinde Yezid, Beni Ümeyye ve düşmanlarının önünde, Şamlılara ulaşması engellenen Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini beyan ederek şöyle buyurdular:
“Ben, insanlar “La ilahe illallah” diyene dek onların burunlarına kılıç vuranın oğluyum; ben, iki kılıçla Resulullah’ın önünde savaşan, düşmanı iki mızrakla vuran, iki kere hicret eden, iki kere biat eden, kâfirlerle Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz kırpması süresince bile Allah’ı inkâr etmeyenin oğluyum; ben, müminlerin salihi, peygamberlerin varisi, dinsizleri yok eden, Müslümanların başbuğu, mücahitlerin nuru, abidlerin ziyneti, ağlayanların (Allah korkusundan) tacı ve sabırlıların sabırlısı, âlemlerin Rabbinin elçisi olan Âl-i Yasin’in namaz kılanlarının en iyisinin oğluyum; ben, Cebrail’in onayladığı ve Mikail’in yardım ettiği insanın oğluyum; ben Müslümanların haremini koruyan, dinden çıkanları (Nehrevanlıları), biatten dönenleri (Cemel savaşına katılanları), zulüm ve tağut ehlini (Sıffin savaşına katılanları) ve kendi düşmanı olan Nasibileri öldüren, Kureyş’in hepsinin en iftiharlısı olan, müminlerin içinde Allah ve Resulünün davetini ilk kabul eden, imanda herkesten öne geçen, zalimlerin belini kıran, müşrikleri helak eden, Allah’ın münafıklara karşı oklarından bir ok olanın oğluyum; ben, Rabb’ul- Alemin’in hikmet dili, Allah’ın hikmet gülistanı, O’nun ilim heybesi, cömert, bağışlayıcı, güler yüzlü… Bütün savaşlarda öncü, yiğit, çok sabırlı ve güzel ahlaklı olan, (ibadet için) çok kıyam eden, nefsini arındırmış olan… (fasık) grupları dağıtan, direnişiyle nefsinin irade dizginini elinde tutan, kalbi herkesten daha güçlü ve daha sabit olan, azmi herkesten güçlü olan, mazlumların hakkını herkesten daha iyi alan, en dayanıklı insan olan, azmi en sabit, savaş meydanlarında kızgın bir aslan gibi olan, savaşlarda ona (ister yaya olsun, ister atlı) yaklaşanları mızraklarla yere seren, fırtınanın kumu, tozu, toprağı dağıttığı gibi din düşmanlarını dağıtan, Hicazlıların en cesuru, Iraklıların en kahramanı, Mekki ve Medeni olan, her batıl dinden yüz çevirip İslam’a yönelen, Akabe’de biat eden, Bedir ve Uhud kahramanı olan, ağacın altında biat eden (Rıdvan biatine katılan), Allah için hicret eden, Arapların efendisi, Peygamberin iki evladı Hasan ve Hüseyin’in babası olanın oğluyum; işte bu sıfatların sahibi benim ceddim olan Ali bin Ebi Talip’tir.”
İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) sonra şöyle buyurdular:
“Ben, Hatice-i Kubra’nın oğluyum; ben, Fatımat’üz- Zehra’nın oğluyum; ben, başı arkadan kesilmiş olanın oğluyum; ben, susuz dudaklarla şehit olanın oğluyum; ben, diğer insanlara serbest bırakılıp da kendisine suyun men edildiği kimsenin oğluyum; ben, gusül verilmeyip kefenlenmeyenin oğluyum; ben, kesilmiş başı mızrakla dolaştırılanın oğluyum; ben, Kerbela’da ailesinin hürmeti gözetilmeyenin oğluyum; ben, mukaddes bedeni bir yerde başı da diğer bir yerde olanın oğluyum; ben, ailesi esir edilip Şam’a getirilenin oğluyum.”
Sonra İmam (a.s) yüksek sesle ağlamaya başladı; sürekli ben, ben diyordu (dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini sayıyordu); nihayet halk da galeyana gelip çığlık atarak ağlamaya başladılar.
İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden sonra, O’na (a.s) tutulan ilk matem meclisi, işte Şam’da Emevi Camisinde tutulan bu matemdi. Seyyid’üs- Sacidin Hz. Zeyn’ul- Abidin (a.s) dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini anlattıktan sonra Yezid’in ve düşmanlarının karşısında babası İmam Hüseyin (a.s)’ın başına gelenleri anlatmaya başladı. O kadar anlattı ki halk hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle ki Yezid korkuya kapılarak camiyi terk etmek zorunda kaldı.
İmam Seccad (a.s)’ın bu camide yaptığı konuşmalar Emeviler’in aleyhine başlayacak olan kıyamın ortamını hazırladı. (Bu yüzden Yezit, siyaset icabı pişmanlığını bildirip bu feci olayın suçunu lanetli Ubeydullah bin Mercane’nin üstüne atarak onu lanetledi.) Sonunda Beni Ümeyye’nin küfür, zulüm ve dinsizlik saltanatı yıkıldı.
Şimdiye kadar Şam’da, yani Beni Ümeyye’nin zulümle hüküm sürdükleri başkentlerinde, onlardan hiçbir kimsenin kabri baki kalmamıştır. Oysa Ben-i Haşim ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden birçok kimsenin mezarı orada olup Şamlıların ve her arif, bilgin, Şia ve Sünni’nin ziyaretgâhı haline gelmiştir.
Kısacası, bütün tarihçiler ve Kerbela olayını yazanlar, İmam Hüseyin (a.s)’ın Medine’den Mekke’ye, Mekke’den Kerbela’ya kadar olan süre içinde açıkça ve üstü kapalı olarak daima şehit olacağını söylediğini ve insanlara, ölmek için gittiğini anlattığını yazmışlardır.
İmam Hüseyin (a.s) Mekke’de “Terviye” günü birçok müslümanın önünde bir hutbe irat ederek kendi şahadetini açıkça haber verdi. Allah’a hamd-u sena, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’e salât ve selamdan sonra şöyle buyurdular:
“Ölüm genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi, Âdemoğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yakup nasıl Yusuf’u özlemiştiyse, ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şahadet yeri, benim için tayin edilmiştir. Sanki görüyorum; Nevavis’le Kerbela arasında aç kurtlar bedenimi paramparça ediyorlar…”
Bu sözleri ile Kufe’ye yani hilafetin merkezine gidemeyeceğini, Kerbela ile Nevavis arasında kan içici kurtlar tarafından öldürüleceğini insanlara bildiriyordu. Kurtlardan amaç, Beni Ümeyye ve diğer kabilelerden olan kendi katilleridir.
Özetleyecek olursak bu gibi sözler, İmam Hüseyin (a.s)’ın hilafet için değil şahadet için hareket ettiğini göstermektedir. Yol boyunca çeşitli şekillerle ölüm haberini veriyordu. Mola verdiği her yerde çocukları ve ashabını toplayıp hep şöyle buyuruyordu:
“Yahya’nın başını kesip zinakâr bir kadına göndermeleri, bu dünyanın ne kadar aşağılık ve değersiz olduğunu göstermeye yeter. Yakında ben mazlumun başını da bedenden ayırıp şarap içen Yezid’e götürecekler.”
Kufe’ye on fersah kaldığında Hür bin Yezid-i Riyahi 1000 atlı ile İmam Hüseyin (a.s)’ın yolunu keserek; “Sizin Kufe’ye gitmenize engel olmam ve sizden kopmamam için Ubeydullah bana emr etmiştir.” dedi. İmam (a.s) herhangi sert bir tepki göstermeksizin teslim olup orada konakladı.
İmam (a.s) akşam ve yatsı namazlarından sonra yüksek bir yere çıkarak uzun bir hutbe irat ettiler; hutbesinde bir takım öyle sözlere değindiler ki, İmam (a.s)’ın ordusuna makam ve dünya malı için katılan kimseleri büyük bir korku sardı. Bütün mekatil kitapları, İmam (a.s)’ın şöyle buyurduğunu yazmışlardır:
“Buraya hükümet ve riyaset düşüncesi ile gelenler bilsinler ki, yarın burada olan herkes öldürülecektir. Onlar benden başka kimseyi istemiyorlar. Ben biatimi sizlerden kaldırdım. Gecenin karanlığından yararlanarak kalkın gidin.”
Daha İmam (a.s)’ın sözleri bitmeden herkes kalkıp gitti; geriye sadece 42 kişi kaldı. O kırk iki kişinin 18’i Ben-i Haşim’den 24’ü ise İmam Hüseyin (a.s)’ın öteki ashabıydı. Gece yarısından sonra düşman ordusundan 30 kişi İmam Hüseyin (a.s)’ı arkadan vurmak için geldiler. İmam (a.s) o arada Kur’ân okuyordu. Onlar, İmam (a.s)’ın bu Kur’ân okuyuşu karşısında öyle etkilendiler ki, tevhid ordusuna katılıp İmam (a.s)’ın safına geçtiler. Onlar ile birlikte hakkın kurbanları 72 kişiye ulaştı. Onların da çoğu zahit, abid ve Kur’ân karisiydiler.
Bütün bunlar, İmam (a.s)’ın makam düşkünü ve hilafet peşinde olmadığını gösteren açık delillerdir. İmam Hüseyin (a.s)’ın hedefi sadece dini ihya etmek ve İslâm’ı savunmak idi. Bunu da, bu yolda can vermekle yapmak istiyordu. Can vererek Lâ ilahe illâllah bayrağını yükseltip küfür ve fesat bayrağını yıkmayı amaçlamıştı. Çünkü dine yardım etmek bazen öldürmekle bazen de ölmek ile olur. İmam Hüseyin (a.s) da mertçe kıyam edip birçok kurbanlar vererek özellikle küçük çocuklarını kurban vererek mazlumiyetin gücüyle Beni Ümeyye’nin fesat ve zulmünün kökünü kazıdı. Öyle ki İmam Hüseyin (a.s)’ın La ilahe illallah kelimesini yüceltmek için dine büyük bir hizmet yaptığını, dost düşman herkes tasdik ve takdir etmektedir. Hatta Müslüman olmayanlar bile bunu itiraf etmektedirler.
PEŞAVER GECELERİ / YEDİNCİ OTURUM- SYF; 364

BANA BİRAZ NASİHAT EDİN!
S ü f y a n – ı S e v r i söyle diyor: “İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm’ın huzuruna varıp: “Bana sizden sonra sarılacağım (amel edeceğim) bir vasiyette bulunun.” diye arz ettim. İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
“Ey S ü f y a n, amel edecek misin?” buyurdu.
Ben: “Evet, ey R e s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, amel edeceğim.” dedim.
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm buyurdular ki: “Ey S ü f y a n, yalancının yiğitliği, kıskancın rahatlığı, sultanların kardeşliği, mütekebbirin dostluğu ve kötü ahlaklının da efendiliği olmaz.” İmam aleyhi’s-selâm bunları buyurduktan sonra sustu.
“Ey Re s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam buyurdu ki:
“Ey S ü f y a n, arif olman için Allah’a güven. Zengin olman için kısmete razı ol. İmanının artması için halkın sana davrandığı gibi, onlara davran. Günahkârla dost olma. Çünkü kötü işlerinden sana da öğretir. İslerinde Allah’tan korkan kimselerle istişare et.” İmam aleyhi’sselâm bunları buyurduktan sonra yine sustu.
“Ey P e y g amb e r ‘ in kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
“Ey S ü f y a n, kim kudretsiz izzet, arkadaşsız çokluk ve malsız heybet istiyorsa, günah zilletinden itaat izzetine geçmelidir.” İmam aleyhi’s-selâm, bunları buyurduktan sonra yine sustu.
“Ey Pe y g amb e r ‘ in kızının torunu, biraz daha nasihat edin” dedim.
İmam aleyhi’s-selâm buyurdular ki:
Ey S ü f y a n, babam bana üç tane öğütte bulundu ve üç şeyden de sakındırdı. Buyurduğu üç öğüt şunlardır: “Ey oğlum, kötü arkadaşla arkadaş olan salim kalmaz. Sözüne dikkat etmeyen pişman olur. Kötü yerlere giren suçlanır.
” Ey Re s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, seni sakındırdığı üç şey nelerdir? Diye sorunca İmam aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
“Babam beni, nimete haset eden, başa gelen musibete gülen ve söz taşıyan kimseyle arkadaş olmaktan sakındırdı.”
“Ey S ü f y a n, amel edecek misin?” buyurdu.
Ben: “Evet, ey R e s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, amel edeceğim.” dedim.
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm buyurdular ki: “Ey S ü f y a n, yalancının yiğitliği, kıskancın rahatlığı, sultanların kardeşliği, mütekebbirin dostluğu ve kötü ahlaklının da efendiliği olmaz.” İmam aleyhi’s-selâm bunları buyurduktan sonra sustu.
“Ey Re s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam buyurdu ki:
“Ey S ü f y a n, arif olman için Allah’a güven. Zengin olman için kısmete razı ol. İmanının artması için halkın sana davrandığı gibi, onlara davran. Günahkârla dost olma. Çünkü kötü işlerinden sana da öğretir. İslerinde Allah’tan korkan kimselerle istişare et.” İmam aleyhi’sselâm bunları buyurduktan sonra yine sustu.
“Ey P e y g amb e r ‘ in kızının torunu, biraz daha nasihat edin.” dedim.
İmam aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
“Ey S ü f y a n, kim kudretsiz izzet, arkadaşsız çokluk ve malsız heybet istiyorsa, günah zilletinden itaat izzetine geçmelidir.” İmam aleyhi’s-selâm, bunları buyurduktan sonra yine sustu.
“Ey Pe y g amb e r ‘ in kızının torunu, biraz daha nasihat edin” dedim.
İmam aleyhi’s-selâm buyurdular ki:
Ey S ü f y a n, babam bana üç tane öğütte bulundu ve üç şeyden de sakındırdı. Buyurduğu üç öğüt şunlardır: “Ey oğlum, kötü arkadaşla arkadaş olan salim kalmaz. Sözüne dikkat etmeyen pişman olur. Kötü yerlere giren suçlanır.
” Ey Re s u l u l l a h ‘ın kızının torunu, seni sakındırdığı üç şey nelerdir? Diye sorunca İmam aleyhi’s-selâm şöyle buyurdu:
“Babam beni, nimete haset eden, başa gelen musibete gülen ve söz taşıyan kimseyle arkadaş olmaktan sakındırdı.”

KALBİ MEŞGUL EDEN ŞEY
S ü f y a n – i S e v r i şöyle diyor:
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm’ın huzuruna varıp;
“Ey R e s u l u l l a h ‘ın torunu nasılsınız?” diye sordum.
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm “Vallahi üzgünüm, kalbim meşguldür.” diye buyurdu.
“Sizi üzen ve kalbinizi meşgul eden şey nedir?” diye sorduğumda söyle buyurdu:
“Ey S e v r i, Allah’ın saf ve halis dini, kimin kalbine yerleşirse onu diğer şeylerden alıkoyar.
Ey S e v r i, dünya nedir ve ne olabilir? Dünya, yediğin lokma veya giydiğin elbise veya bindiğin merkepten başka bir şey midir? Mü’minler dünyaya gönül kaptırmadıkları gibi ahiretin ansızın gelmesinden de güven içerisinde olmazlar. Dünya evi, zeval evidir (geçicidir), ahiret evi ise sebat evidir. Dünya ehli, gaflet ehlidir. Takva ehli, bütün insanlardan gideri az ve yararı çok olan kimselerdir. Unuttuğunda hatırlatırlar, hatırlattıklarında ise bildirirler.
Dünyayı, dinlenmek için eğlenip-göçeceğin bir menzil veya uykunda elde edip, kalktığında ise elinde olmayacak bir mal gibi kabul et. Bir şeyi ele geçirmeye ihtiraslı olup, onu ele geçirdiğinde de bedbaht olan niceleri olduğu gibi, bir şeyin peşine gitmedikleri halde onu elde ederek mutlu olan nice insanlar vardır.”
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm’ın huzuruna varıp;
“Ey R e s u l u l l a h ‘ın torunu nasılsınız?” diye sordum.
İmam S a d ı k aleyhi’s-selâm “Vallahi üzgünüm, kalbim meşguldür.” diye buyurdu.
“Sizi üzen ve kalbinizi meşgul eden şey nedir?” diye sorduğumda söyle buyurdu:
“Ey S e v r i, Allah’ın saf ve halis dini, kimin kalbine yerleşirse onu diğer şeylerden alıkoyar.
Ey S e v r i, dünya nedir ve ne olabilir? Dünya, yediğin lokma veya giydiğin elbise veya bindiğin merkepten başka bir şey midir? Mü’minler dünyaya gönül kaptırmadıkları gibi ahiretin ansızın gelmesinden de güven içerisinde olmazlar. Dünya evi, zeval evidir (geçicidir), ahiret evi ise sebat evidir. Dünya ehli, gaflet ehlidir. Takva ehli, bütün insanlardan gideri az ve yararı çok olan kimselerdir. Unuttuğunda hatırlatırlar, hatırlattıklarında ise bildirirler.
Dünyayı, dinlenmek için eğlenip-göçeceğin bir menzil veya uykunda elde edip, kalktığında ise elinde olmayacak bir mal gibi kabul et. Bir şeyi ele geçirmeye ihtiraslı olup, onu ele geçirdiğinde de bedbaht olan niceleri olduğu gibi, bir şeyin peşine gitmedikleri halde onu elde ederek mutlu olan nice insanlar vardır.”

CEVAP KERBELÂ’DA
“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır…”
Enam süresi/ 159
İnsanların dinlerini parçalara ayırması sadece Hz. Muhammed (s.a.a)’ ten önceki döneme ait bir durum değildir. Nasıl ki ehli kitap sahipleri dediğimiz Hıristiyan ve Yahudiler, kendilerine inzal olunan dini parça parça ettiler, Hz. Muhammed (s.a.a)’in vefatının hemen akabinde Müslümanlar da dinlerini parçalamaya başladılar. Hz. Ali (as)’nin, Hz. Hasan (as)’ın, Hz. Hüseyin (as)’in ve diğer tüm Ehl-i Beyt imamlarının mücadelesi, hep dinin parçalanmasına ve gruplaşmaların oluşmasına karşı idi.
Hz. Ali (as)’nin velayeti ve imametliğindeki sessizliğinin çığlığı bu idi. Dinin parçalanmaması ve Müslümanların arasındaki uçurumun daha da derine inmemesi idi.
İslam çizgisini korumadaki direnişini hep metodik yaptı. Nechul Belağa kitabında bize gelen hutbelerine dikkat edin. Onun inananlara sitemlerine çok rastlarız. Çünkü onun dönemindeki mücadeleler çoğunlukta inandım diyenlerle olmuştur. Sebep inananlar inzal olunan din ile yaşayacaklarına, inananların her biri kendi çevresinde taraftar toplayarak yeni bir yol tuttular. Kendilerince yeni bir bakış açısı ürettiler. Ayet ve hadis ile sabit olmayan, delile dayanmaz nice prensipler ve teamüllerle ortaya çıktılar.
Aynı akıbeti Hz. Hasan(as) da yaşadı. İmanın gücü yerine, gücün dini öne çıktı. Müslümanların dinden anladığı nefsanî istekler ve dünya sevgisi oldu. Kâbus tüm ümmeti sardı. Dert iktidar değil, dert ümmetin gidişatını korumak ve ilahi modelliği korumak idi. Sonunda düzenlerini bozan Hz. Hasan (as)’ı da şehit ettiler.
İlahi sancağı Hz. Hüseyin (as) eline aldı. Bu süreçten Hz. Hüseyin (as) de çok muzdarip oldu. Kerbelâ katliamından kısa bir süre önce Rasullullah (s.a.a) dedesinin başına geliyor. Ağlıyor. Ağlıyor. Ve ümmetinin gidişatının sitemini yapıyordu ceddi Resul (s.a.a)’e.
Hz. Hüseyin (as) kardeşine bıraktığı vasiyetnamesinde de “ ceddim Resulullah’ın yolunu netleştirmek için yola çıkıyorum” diye belirtiyor. Cümlede geçen “ Resulün yolunu netleştirmek” dikkatimizi çekiyor. Acaba Resulün yolu bulanıklaş mıydı? Elbette ki…
Resul’ün vefatı ile; uyuyan ejderha uyanmıştı. Ehl-i Beyt’e muhalefet ile kendini gösterdi. İlk ayrışma Hz. Ali (as)’ ye tepki göstermekle başladı. Burada dört grup oluştu.
1- Hz. Ali taraftarı olanlar
2- Hz. Ali’ye muhalefet edenler
3- Her iki tarafı tutanlar
4- Her iki tarafı tutmayanlar
Birinci seçenek dışında kalan diğer üç seçenek taraftarları zaman ilerledikçe daha da parçalanmaya başladılar. Yılmayan ve dimdik duran birinci seçenek, bu olup bitenleri yeniden Rabbani eğitime ve rızaya çağırdı. Ama duymadılar. Üzerine bir de tepkiler göstermeye başladılar. Hz. Resul’ün yaşadığı süreci sanki yeniden yaşıyorlardı. Nifak, hırs, asabiyet ve dünya sevgisi inananların göğsünü tamamen doldurmuştu. Gittikçe güçleniyorlardı. Güçlendikçe daha da zalimleşiyorlardı. Taraftarları her geçen gün çoğalıyordu.
Buna paralel iman, ahlak, ilahi ilkeler, maslahat ve her değer fesada uğruyordu. İşte Hüseyin için söz ile tebliğin bittiği yerdi. Artık eylem ile tebliğin yapılması gerekiyordu.
Bazılarının yaşadığı sahabelere, sahabe çocuklarına ve tabiinlere seslendi. Ama onlardan, onun çağrısına kimisi tepki gösterdiler, kimisi sessiz kaldılar, kimisi de hak verdiler ama destek vermediler.
Çok az bir kesim onu onayladı ve onunla beraber yola çıktılar. İslam toplumunu silkelemek ve kendilerine gelmelerini sağlamak bu bir avuç müminlere düştü. Başlarında da imam Hüseyin (as).
Hz. Hüseyin (as) kendi Ehl-i Beyt ve tabii olan diğer inananların toplamı 72 kişi ile yola koyuldu. İlahi rıza ve peygamber mirası için. İşte Kerbelâ vadisi bu katliama şahit oldu.
Kerbelâ! Bir direniş günü… Bir uyanış günü…
Nasıl bir hayat yaşamanın günü… İnandığı gibi yaşamanın kararlılığı…
İzzet üzere yaşamak için ölesiye istemenin günü…
O gün cennet yolunun yeniden açıldığı gündür. Çağlar boyu inanarak yaşamak isteyenlere meşale tutulduğu gündür. Tevhid üzere vahdetin ışıklarının yeniden yandığı gündür. İmam inananlara bunu yaptı. İmamet ve ümmet bilincinin yeniden dirildiği gündür.
Parçalanan, saptırılan, örtülen inanç ve Risalet yolu yeniden parladı. Tüm şeytani ve nefsanî oyunlara ve zulümlere rağmen.
Ya şimdi!
Ya bizlere ne olacak şimdi?
Parçalanan, saptırılan ve örtülen dinimize, hayatlarımıza, hayallerimize, geleceğimize…
Cevap Kerbelâ’da.
Enam süresi/ 159
İnsanların dinlerini parçalara ayırması sadece Hz. Muhammed (s.a.a)’ ten önceki döneme ait bir durum değildir. Nasıl ki ehli kitap sahipleri dediğimiz Hıristiyan ve Yahudiler, kendilerine inzal olunan dini parça parça ettiler, Hz. Muhammed (s.a.a)’in vefatının hemen akabinde Müslümanlar da dinlerini parçalamaya başladılar. Hz. Ali (as)’nin, Hz. Hasan (as)’ın, Hz. Hüseyin (as)’in ve diğer tüm Ehl-i Beyt imamlarının mücadelesi, hep dinin parçalanmasına ve gruplaşmaların oluşmasına karşı idi.
Hz. Ali (as)’nin velayeti ve imametliğindeki sessizliğinin çığlığı bu idi. Dinin parçalanmaması ve Müslümanların arasındaki uçurumun daha da derine inmemesi idi.
İslam çizgisini korumadaki direnişini hep metodik yaptı. Nechul Belağa kitabında bize gelen hutbelerine dikkat edin. Onun inananlara sitemlerine çok rastlarız. Çünkü onun dönemindeki mücadeleler çoğunlukta inandım diyenlerle olmuştur. Sebep inananlar inzal olunan din ile yaşayacaklarına, inananların her biri kendi çevresinde taraftar toplayarak yeni bir yol tuttular. Kendilerince yeni bir bakış açısı ürettiler. Ayet ve hadis ile sabit olmayan, delile dayanmaz nice prensipler ve teamüllerle ortaya çıktılar.
Aynı akıbeti Hz. Hasan(as) da yaşadı. İmanın gücü yerine, gücün dini öne çıktı. Müslümanların dinden anladığı nefsanî istekler ve dünya sevgisi oldu. Kâbus tüm ümmeti sardı. Dert iktidar değil, dert ümmetin gidişatını korumak ve ilahi modelliği korumak idi. Sonunda düzenlerini bozan Hz. Hasan (as)’ı da şehit ettiler.
İlahi sancağı Hz. Hüseyin (as) eline aldı. Bu süreçten Hz. Hüseyin (as) de çok muzdarip oldu. Kerbelâ katliamından kısa bir süre önce Rasullullah (s.a.a) dedesinin başına geliyor. Ağlıyor. Ağlıyor. Ve ümmetinin gidişatının sitemini yapıyordu ceddi Resul (s.a.a)’e.
Hz. Hüseyin (as) kardeşine bıraktığı vasiyetnamesinde de “ ceddim Resulullah’ın yolunu netleştirmek için yola çıkıyorum” diye belirtiyor. Cümlede geçen “ Resulün yolunu netleştirmek” dikkatimizi çekiyor. Acaba Resulün yolu bulanıklaş mıydı? Elbette ki…
Resul’ün vefatı ile; uyuyan ejderha uyanmıştı. Ehl-i Beyt’e muhalefet ile kendini gösterdi. İlk ayrışma Hz. Ali (as)’ ye tepki göstermekle başladı. Burada dört grup oluştu.
1- Hz. Ali taraftarı olanlar
2- Hz. Ali’ye muhalefet edenler
3- Her iki tarafı tutanlar
4- Her iki tarafı tutmayanlar
Birinci seçenek dışında kalan diğer üç seçenek taraftarları zaman ilerledikçe daha da parçalanmaya başladılar. Yılmayan ve dimdik duran birinci seçenek, bu olup bitenleri yeniden Rabbani eğitime ve rızaya çağırdı. Ama duymadılar. Üzerine bir de tepkiler göstermeye başladılar. Hz. Resul’ün yaşadığı süreci sanki yeniden yaşıyorlardı. Nifak, hırs, asabiyet ve dünya sevgisi inananların göğsünü tamamen doldurmuştu. Gittikçe güçleniyorlardı. Güçlendikçe daha da zalimleşiyorlardı. Taraftarları her geçen gün çoğalıyordu.
Buna paralel iman, ahlak, ilahi ilkeler, maslahat ve her değer fesada uğruyordu. İşte Hüseyin için söz ile tebliğin bittiği yerdi. Artık eylem ile tebliğin yapılması gerekiyordu.
Bazılarının yaşadığı sahabelere, sahabe çocuklarına ve tabiinlere seslendi. Ama onlardan, onun çağrısına kimisi tepki gösterdiler, kimisi sessiz kaldılar, kimisi de hak verdiler ama destek vermediler.
Çok az bir kesim onu onayladı ve onunla beraber yola çıktılar. İslam toplumunu silkelemek ve kendilerine gelmelerini sağlamak bu bir avuç müminlere düştü. Başlarında da imam Hüseyin (as).
Hz. Hüseyin (as) kendi Ehl-i Beyt ve tabii olan diğer inananların toplamı 72 kişi ile yola koyuldu. İlahi rıza ve peygamber mirası için. İşte Kerbelâ vadisi bu katliama şahit oldu.
Kerbelâ! Bir direniş günü… Bir uyanış günü…
Nasıl bir hayat yaşamanın günü… İnandığı gibi yaşamanın kararlılığı…
İzzet üzere yaşamak için ölesiye istemenin günü…
O gün cennet yolunun yeniden açıldığı gündür. Çağlar boyu inanarak yaşamak isteyenlere meşale tutulduğu gündür. Tevhid üzere vahdetin ışıklarının yeniden yandığı gündür. İmam inananlara bunu yaptı. İmamet ve ümmet bilincinin yeniden dirildiği gündür.
Parçalanan, saptırılan, örtülen inanç ve Risalet yolu yeniden parladı. Tüm şeytani ve nefsanî oyunlara ve zulümlere rağmen.
Ya şimdi!
Ya bizlere ne olacak şimdi?
Parçalanan, saptırılan ve örtülen dinimize, hayatlarımıza, hayallerimize, geleceğimize…
Cevap Kerbelâ’da.

BÜYÜK GÜNAHLAR
Mecma-ul Beyan tefsirinde verilen bilgiye göre Abdulazim b. Abdullah-il Hasanî, Ebu Cafer Muhammed b. Ali’den (a.s), o da babası Ali b. Musa Rıza’dan (a.s) rivayet ettiğine göre İmam Musa Kazım şöyle buyurmuştur:
“Amr b. Ubeyd-il Basrî, İmam Sadık’ın (a.s) yanına geldi. Selam verip oturduktan sonra, ‘Onlar ki, büyük günahlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar.’(Şûrâ, 37) ayetini okudu ve sustu.
İmam ona, ‘Niçin sustun?’ diye sordu.
Amr, ‘Büyük günahları Allah’ın kitabından öğrenmek istiyorum.’ dedi. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s) şöyle dedi: Tabi ey Amr!
1- Büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah, kendisine şirk koşmayı affetmez.’ [Nisâ, 48] ‘Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer de cehennemdir.’ [Mâide, 72]
2- Sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden sadece kâfirler ümit keser.’ [Yûsuf, 87] buyuruyor.
3- Sonra Allah’ın tuzağından emin olmak gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Hüsrana uğrayanlar dışında hiç kimse Allah’ın tuzağından emin olamaz.’ [A'râf, 99] buyuruyor.
4- Büyük günahlardan biri de ana-babaya asi olmaktır. Çünkü yüce Allah, ana-babaya asi olan kimseyi ‘bedbaht bir zorba’ olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Zorba ve kötülük düşkünü biri olmaktan uzak tuttu.’ [Meryem, 32]
5- Büyük günahlardan biri de öldürülmesi haram olan bir insanı haksız yere öldürmektir. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.’ [Nisâ, 93] buyuruyor.
6- Namuslu ve iffetli kadınlara zina iftirası atmak, zina isnadında bulunmak. Çünkü yüce Allah, ‘Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir ve onlar için çok büyük bir azap vardır.’ [Nûr, 23] buyuruyor.
7- Yetimlerin malını yemek. Çünkü yüce Allah, ‘Yetimlerin mal-larını haksızla yiyenler…’ [Nisâ, 10] buyuruyor.
8- Savaştan kaçmak. Çünkü yüce Allah, ‘Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir bölüğe ulaşma dışında o gün kim kâfirlere arka çevirirse, muhakkak ki o, Allah’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir.’ [Enfâl, 17] buyuruyor.
9- Faiz yemek. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Faiz yiyenler, ancak şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar.’ [Bakara, 275] ‘Eğer (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafından açılan bir savaştan haberiniz olsun.’ [Bakara, 279]
10- Büyücülük ve sihir. Çünkü yüce Allah, ‘Oysa onlar büyü satın alanın ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı.’ [Bakara, 102] buyuruyor.
11- Zina etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bunları yaparsa, günahı(nın cezasını) görür. Kıyamet günündeyse azabı kat kat arttırılır ve alçaltılmış olarak ebediyen azapta kalır.’ [Furkan, 69] buyuruyor.
12- Yalan yere yemin etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele satanların ahirette hiçbir (sevap) payı olmaz.’ [Âl-i İmrân, 77] buyuruyor.
13- Ganimet mallarında yolsuzluk yapmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim (ganimet mallarına) hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle gelir.’ [Âl-i İmrân, 161] buyuruyor.
14- Farz olan zekâtı vermemek. Çünkü yüce Allah, ‘O gün (biriktirdikleri altınlar ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak.’ [Tevbe, 35] buyuruyor.
15- Yalancı şahitlik ve şahitlik yapmaktan kaçınmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim şahitliği gizlerse, (bilsin ki) onun kalbi günahkârdır.’ [Bakara, 283] buyuruyor.
16- İçki içmek. Çünkü yüce Allah onu putlara tapmakla denk saymıştır.
17- Bilerek namazı veya başka bir farzı terk etmek. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘Kim bilerek namazı terk ederse, Allah’ın ve Peygamberin zimmeti (güvencesi) dışında kalır.’
18-19-] Ahdi bozmak (verdiği sözü tutmamak) ve akrabalık bağını koparmak. Çünkü yüce Allah, ‘Onlara (ahdi bozan ve akrabalık bağını koparanlara…) lânet ve kötü bir yurt vardır.’ [Ra'd, 25] buyuruyor.
İmam Musa Kâzım (a.s) devamla şöyle buyurdu: “Daha sonra Amr b. Ubeyd, hüngür hüngür ağlayarak İmam Sadık’ın (a.s) yanından ayrıldı ve ayrılırken de şöyle dedi:
Kendi görüşüne dayanarak fetva verenler ile fazilette ve ilimde size rakip çıkanlar (sizinle tartışmaya kalkışanlar) helâk oldu.”
“Amr b. Ubeyd-il Basrî, İmam Sadık’ın (a.s) yanına geldi. Selam verip oturduktan sonra, ‘Onlar ki, büyük günahlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar.’(Şûrâ, 37) ayetini okudu ve sustu.
İmam ona, ‘Niçin sustun?’ diye sordu.
Amr, ‘Büyük günahları Allah’ın kitabından öğrenmek istiyorum.’ dedi. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s) şöyle dedi: Tabi ey Amr!
1- Büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah, kendisine şirk koşmayı affetmez.’ [Nisâ, 48] ‘Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer de cehennemdir.’ [Mâide, 72]
2- Sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden sadece kâfirler ümit keser.’ [Yûsuf, 87] buyuruyor.
3- Sonra Allah’ın tuzağından emin olmak gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Hüsrana uğrayanlar dışında hiç kimse Allah’ın tuzağından emin olamaz.’ [A'râf, 99] buyuruyor.
4- Büyük günahlardan biri de ana-babaya asi olmaktır. Çünkü yüce Allah, ana-babaya asi olan kimseyi ‘bedbaht bir zorba’ olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Zorba ve kötülük düşkünü biri olmaktan uzak tuttu.’ [Meryem, 32]
5- Büyük günahlardan biri de öldürülmesi haram olan bir insanı haksız yere öldürmektir. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.’ [Nisâ, 93] buyuruyor.
6- Namuslu ve iffetli kadınlara zina iftirası atmak, zina isnadında bulunmak. Çünkü yüce Allah, ‘Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir ve onlar için çok büyük bir azap vardır.’ [Nûr, 23] buyuruyor.
7- Yetimlerin malını yemek. Çünkü yüce Allah, ‘Yetimlerin mal-larını haksızla yiyenler…’ [Nisâ, 10] buyuruyor.
8- Savaştan kaçmak. Çünkü yüce Allah, ‘Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir bölüğe ulaşma dışında o gün kim kâfirlere arka çevirirse, muhakkak ki o, Allah’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir.’ [Enfâl, 17] buyuruyor.
9- Faiz yemek. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Faiz yiyenler, ancak şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar.’ [Bakara, 275] ‘Eğer (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafından açılan bir savaştan haberiniz olsun.’ [Bakara, 279]
10- Büyücülük ve sihir. Çünkü yüce Allah, ‘Oysa onlar büyü satın alanın ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı.’ [Bakara, 102] buyuruyor.
11- Zina etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bunları yaparsa, günahı(nın cezasını) görür. Kıyamet günündeyse azabı kat kat arttırılır ve alçaltılmış olarak ebediyen azapta kalır.’ [Furkan, 69] buyuruyor.
12- Yalan yere yemin etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele satanların ahirette hiçbir (sevap) payı olmaz.’ [Âl-i İmrân, 77] buyuruyor.
13- Ganimet mallarında yolsuzluk yapmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim (ganimet mallarına) hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle gelir.’ [Âl-i İmrân, 161] buyuruyor.
14- Farz olan zekâtı vermemek. Çünkü yüce Allah, ‘O gün (biriktirdikleri altınlar ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak.’ [Tevbe, 35] buyuruyor.
15- Yalancı şahitlik ve şahitlik yapmaktan kaçınmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim şahitliği gizlerse, (bilsin ki) onun kalbi günahkârdır.’ [Bakara, 283] buyuruyor.
16- İçki içmek. Çünkü yüce Allah onu putlara tapmakla denk saymıştır.
17- Bilerek namazı veya başka bir farzı terk etmek. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘Kim bilerek namazı terk ederse, Allah’ın ve Peygamberin zimmeti (güvencesi) dışında kalır.’
18-19-] Ahdi bozmak (verdiği sözü tutmamak) ve akrabalık bağını koparmak. Çünkü yüce Allah, ‘Onlara (ahdi bozan ve akrabalık bağını koparanlara…) lânet ve kötü bir yurt vardır.’ [Ra'd, 25] buyuruyor.
İmam Musa Kâzım (a.s) devamla şöyle buyurdu: “Daha sonra Amr b. Ubeyd, hüngür hüngür ağlayarak İmam Sadık’ın (a.s) yanından ayrıldı ve ayrılırken de şöyle dedi:
Kendi görüşüne dayanarak fetva verenler ile fazilette ve ilimde size rakip çıkanlar (sizinle tartışmaya kalkışanlar) helâk oldu.”

ALİ ŞERİATİ’NİN KALEMİNDEN HAC
Hac, temelde kişinin Allah’a doğru yükselmesidir. Âdem’in yaratılış felsefesinin sembolik bir gösterisidir. Biraz daha açıklayacak olursak hacc ibadeti pek çok şeylerin aynı anda gösterilmesidir, bir “yaratılış gösterisi”, bir “tarih gösterisi”, “birlik gösterisi”, İslami düzen gösterisi” ve bir “ümmet gösterisi.”
Bu gösteride şu unsurlar vardır: Allah, sahnenin yöneticisidir. Gösterilen tema, rol alan kişilerin hareketleridir. Âdem, İbrahim, Hacer ve Şeytan başlıca karakterlerdir. Sahneler Mescidü’l Harâm, haram bölge (mıntıka-i haram), Mes’a (Safa-Merve arası), Arafat, Meş’ar (Arafat’la Mina arasında hacıların gece kaldığı ve şeytan taşlamak için taş topladığı yer) ve Mina’dır. Önemli semboller, Kâbe, Safa, Merve, gündüz, gece, güneş ışığı, güneşin batışı ve kurbandır. Kostüm ve makyaj, ihram, halk ve taksirdir. Son olarak da bu gösterideki rollerin tek oyuncusu bir kişidir; yani sen!
Erkek ve kadın, genç ve yaşlı, siyah veya beyaz, ne olursan ol gösterinin en önemli özelliğisin. Allah’la Şeytan arasındaki karşılaşmada Âdem, İbrahim ve Hacer’in rolü senin tarafından oynanır.
Her yıl dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar bu büyük “gösteri”de yer almaya teşvik edilir. Herkes eşit kabul edilir. Hiçbir ırk, cinsiyet ve sosyal statü ayrımı yapılmaz.
Sahne, hüküm günü gibidir. Bir ufuktan diğerine bir “beyazlar seli” akar. Herkes kefen giymektedir. Cesetler Mikat’ta bırakılmış ve ruhlar buraya gelmiştir. Ne isimler, ne ırklar, ne de sosyal mevkiler bu büyük birleşimde bir farklılık meydana getirmez. Eşsiz bir birlik havası hâkimdir. Allah’ın birliğini ilan eden bir insan gösterisidir bu.
MİKAT: KEFENE GİRİLEN NOKTA
Gösteri Mikat’ta başlar. Bu noktada aktör (insan) elbiselerini değiştirmelidir. Niçin? Çünkü kişinin elbisesi, kendisi kadar karakterini de örter. Bir başka deyimle, kişi elbise giymez fakat gerçekte elbiseler onu gizler.
Elbiseler, model, tercih, mevki ve farklılığı sembolize eder. İnsanlar arasında “ayrılığa” neden olan suni sınırlar çizer. Pek çok durumda insanlar arasındaki ayrışma, “ayrıcalığı” doğurur. Daha açık bir deyimle “biz” değil, “ben” kavramı ortaya çıkar. “Ben”, ırkımı, kabilemi, sınıfımı, grubumu, mevkiimi, ailemi, değerlerimi anlatmada kullanılır, bir insan olarak “beni” değil.
Şimdi elbiseni çıkar. Onları Mikat’ta bırak. Düz, beyaz kumaştan yapılmış kefeni giy. Herkes gibi giyineceksin. “Aynılık” ortaya çıksın. Bir, parçacık halinde kalabalığa katıl, bir damla olarak okyanusa dal.
Sahne, hüküm günü gibidir. Bir ufuktan diğerine bir “beyazlar seli” akar. Herkes kefen giymektedir. Cesetler Mikat’ta bırakılmış ve ruhlar buraya gelmiştir. Ne isimler, ne ırklar, ne de sosyal mevkiler bu büyük birleşimde bir farklılık meydana getirmez. Eşsiz bir birlik havası hâkimdir. Allah’ın birliğini ilan eden bir insan gösterisidir bu.
Haccı eda etmeden önce, insanlar insan olma özelliklerini kaybetmişlerdi. Kuvvet, servet, kabile, ülke ve ırklarla kendilerinden kopmuşlardı. Hayatları sadece bir “var olmaktan” öte geçmiyordu. Sonunda hacc ibadeti kendilerini keşfetmelerini sağladı. Şimdi, birbirlerini “bir” olarak ve bir tek “fert” olarak algılıyorlar, başka bir şey değil!
İbrahim’in sahnesi Mina’dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail’in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi…
LEBBEYK!
SÖMÜRÜ VE DESPOTİZMDEN ALLAH’A YÜKSELME
Allah’a koş! İhramlıyken, “lebbeyk” de. Allah seni çağırıyor. Artık O’na cevap verme ve tamamen itaat etme zamanıdır:
“LEBBEYK [BUYUR] ALLAH’IM LEBBEYK; HAMD VE NİMET SENİN İÇİN, MÜLK DE SENİN İÇİN. SENİN ORTAĞIN YOK, LEBBEYK!”
Dünyanın sömürücü, dolandırıcı ve despotik süper güçlerini reddeden insanlar bağırıyorlar: “Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!” Düşün ey insan; manyetik bir alanda bir demir parçacığı gibisin! Mirac’a giden yolun üzerinde göğe doğru uçan bir milyon beyaz kuşun arasında sanki…
HACC: KÂBE’YE DEĞİL, ALLAH’A DOĞRU HAREKET!
Sonsuzluğa doğru varmaya karar verdikten sonra hacca başlarsın. Hacc, Kâbe’ye doğru değil, Allah’a doğru sonsuz bir harekettir. Kâbe artık hiçbir şeyin yapılamadığı son değil, başlangıçtır.
Mekke’ye gelmeden önce kendi ülkende sürgün hayatı yaşayan bir yabancıydın. Ama şimdi, Allah’ın ailesine katılmaya çağrıldın. İnsanlık, dünyanın en kıymetli ailesi bu eve çağrılır. Bir fert olarak eğer kendini düşünüyorsan, kimsesiz, evsiz ve barınaksız bir yabancı olduğunu hissedeceksin. Bu nedenle, benliğinden gelen eğilimleri at; işte o zaman Ev’e girip aileye katılmaya hazırsın demektir.
TAVAF: TEVHİD FİKRİNİN KRİSTALİZE HAREKETİ
Bu (tavaf), tüm dünyanın bir benzeridir. Bir parçacığın (insanın) yönlendirilişini içine alan tevhid fikri üzerine kurulmuş düzenin bir örneğidir. Allah varlığın ortasındadır; bu bir günlük geçici dünyanın odak noktasındadır. Fakat sen olduğundan olman gerekene doğru durum değiştiren hareketli bir parçacıksın.
Eğer hâlâ kendinleysen, tavaf eden insan çemberinin gerçek bir parçası değilsin. Irmağın içinde değil, kenarında duran bir misafir gibi oluyorsun. Ama kendilerinden kopanlar canlıdırlar ve toplumca hareket etmektedirler.
SENİN İSMAİL’İN KİM VEYA NE?
İbrahim’in sahnesi Mina’dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail’in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi… Ben bilemem. Fakat sen kendini bilirsin. Kim ve ne olursa olsun, beraberinde buraya kurban etmek için getirmelisin. Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, “kaçma”ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa… İşte odur kurban edeceğin!
HACDAN SONRA: MAKAM-I İBRAHİM’DESİN ARTIK
Şimdi Makam-ı İbrahim’de duruyorsun ve O’nun rolünü oynayacaksın; O’nun gibi yaşayacak ve inancının Kâbe’sinin mimarı olacaksın. İnsanları içinde yaşadıkları bataklıktan kurtar. Ayağa kalkmalarına yardım et ve onlara yön ver. Onları hacca çağır, tavaf etmeye çağır. İbrahim’in niteliklerini kazanmak için tavaf etmeye çağır. İbrahim’in niteliklerini kazanmak için, tavafa katılıp bencilliğini bırakarak temizlendikten sonra yolunu izlemek için Allah’a söz verdin. Allah şahidindir.
Ülkeni güvenlik ülkesi yap, çünkü emin bölgedesin (Mıntıka-i Haram).
Zamanını saygıdeğer bir zamana (Zaman-ı Haram) çevir, her zaman ihramlıymışsın gibi.
Yeryüzünü kutsal mescid (Mescid-i Haram) yap, çünkü kutsal mesciddesin.
Çünkü yeryüzü Allah’ın mescididir.
Ama şimdi, “öyle olmadığını” görüyorsun!
(Kaynak: Ali Şeriati; Hacc, Şura Yayınları, 1991, İstanbul)
Bu gösteride şu unsurlar vardır: Allah, sahnenin yöneticisidir. Gösterilen tema, rol alan kişilerin hareketleridir. Âdem, İbrahim, Hacer ve Şeytan başlıca karakterlerdir. Sahneler Mescidü’l Harâm, haram bölge (mıntıka-i haram), Mes’a (Safa-Merve arası), Arafat, Meş’ar (Arafat’la Mina arasında hacıların gece kaldığı ve şeytan taşlamak için taş topladığı yer) ve Mina’dır. Önemli semboller, Kâbe, Safa, Merve, gündüz, gece, güneş ışığı, güneşin batışı ve kurbandır. Kostüm ve makyaj, ihram, halk ve taksirdir. Son olarak da bu gösterideki rollerin tek oyuncusu bir kişidir; yani sen!
Erkek ve kadın, genç ve yaşlı, siyah veya beyaz, ne olursan ol gösterinin en önemli özelliğisin. Allah’la Şeytan arasındaki karşılaşmada Âdem, İbrahim ve Hacer’in rolü senin tarafından oynanır.
Her yıl dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar bu büyük “gösteri”de yer almaya teşvik edilir. Herkes eşit kabul edilir. Hiçbir ırk, cinsiyet ve sosyal statü ayrımı yapılmaz.
Sahne, hüküm günü gibidir. Bir ufuktan diğerine bir “beyazlar seli” akar. Herkes kefen giymektedir. Cesetler Mikat’ta bırakılmış ve ruhlar buraya gelmiştir. Ne isimler, ne ırklar, ne de sosyal mevkiler bu büyük birleşimde bir farklılık meydana getirmez. Eşsiz bir birlik havası hâkimdir. Allah’ın birliğini ilan eden bir insan gösterisidir bu.
MİKAT: KEFENE GİRİLEN NOKTA
Gösteri Mikat’ta başlar. Bu noktada aktör (insan) elbiselerini değiştirmelidir. Niçin? Çünkü kişinin elbisesi, kendisi kadar karakterini de örter. Bir başka deyimle, kişi elbise giymez fakat gerçekte elbiseler onu gizler.
Elbiseler, model, tercih, mevki ve farklılığı sembolize eder. İnsanlar arasında “ayrılığa” neden olan suni sınırlar çizer. Pek çok durumda insanlar arasındaki ayrışma, “ayrıcalığı” doğurur. Daha açık bir deyimle “biz” değil, “ben” kavramı ortaya çıkar. “Ben”, ırkımı, kabilemi, sınıfımı, grubumu, mevkiimi, ailemi, değerlerimi anlatmada kullanılır, bir insan olarak “beni” değil.
Şimdi elbiseni çıkar. Onları Mikat’ta bırak. Düz, beyaz kumaştan yapılmış kefeni giy. Herkes gibi giyineceksin. “Aynılık” ortaya çıksın. Bir, parçacık halinde kalabalığa katıl, bir damla olarak okyanusa dal.
Sahne, hüküm günü gibidir. Bir ufuktan diğerine bir “beyazlar seli” akar. Herkes kefen giymektedir. Cesetler Mikat’ta bırakılmış ve ruhlar buraya gelmiştir. Ne isimler, ne ırklar, ne de sosyal mevkiler bu büyük birleşimde bir farklılık meydana getirmez. Eşsiz bir birlik havası hâkimdir. Allah’ın birliğini ilan eden bir insan gösterisidir bu.
Haccı eda etmeden önce, insanlar insan olma özelliklerini kaybetmişlerdi. Kuvvet, servet, kabile, ülke ve ırklarla kendilerinden kopmuşlardı. Hayatları sadece bir “var olmaktan” öte geçmiyordu. Sonunda hacc ibadeti kendilerini keşfetmelerini sağladı. Şimdi, birbirlerini “bir” olarak ve bir tek “fert” olarak algılıyorlar, başka bir şey değil!
İbrahim’in sahnesi Mina’dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail’in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi…
LEBBEYK!
SÖMÜRÜ VE DESPOTİZMDEN ALLAH’A YÜKSELME
Allah’a koş! İhramlıyken, “lebbeyk” de. Allah seni çağırıyor. Artık O’na cevap verme ve tamamen itaat etme zamanıdır:
“LEBBEYK [BUYUR] ALLAH’IM LEBBEYK; HAMD VE NİMET SENİN İÇİN, MÜLK DE SENİN İÇİN. SENİN ORTAĞIN YOK, LEBBEYK!”
Dünyanın sömürücü, dolandırıcı ve despotik süper güçlerini reddeden insanlar bağırıyorlar: “Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!” Düşün ey insan; manyetik bir alanda bir demir parçacığı gibisin! Mirac’a giden yolun üzerinde göğe doğru uçan bir milyon beyaz kuşun arasında sanki…
HACC: KÂBE’YE DEĞİL, ALLAH’A DOĞRU HAREKET!
Sonsuzluğa doğru varmaya karar verdikten sonra hacca başlarsın. Hacc, Kâbe’ye doğru değil, Allah’a doğru sonsuz bir harekettir. Kâbe artık hiçbir şeyin yapılamadığı son değil, başlangıçtır.
Mekke’ye gelmeden önce kendi ülkende sürgün hayatı yaşayan bir yabancıydın. Ama şimdi, Allah’ın ailesine katılmaya çağrıldın. İnsanlık, dünyanın en kıymetli ailesi bu eve çağrılır. Bir fert olarak eğer kendini düşünüyorsan, kimsesiz, evsiz ve barınaksız bir yabancı olduğunu hissedeceksin. Bu nedenle, benliğinden gelen eğilimleri at; işte o zaman Ev’e girip aileye katılmaya hazırsın demektir.
TAVAF: TEVHİD FİKRİNİN KRİSTALİZE HAREKETİ
Bu (tavaf), tüm dünyanın bir benzeridir. Bir parçacığın (insanın) yönlendirilişini içine alan tevhid fikri üzerine kurulmuş düzenin bir örneğidir. Allah varlığın ortasındadır; bu bir günlük geçici dünyanın odak noktasındadır. Fakat sen olduğundan olman gerekene doğru durum değiştiren hareketli bir parçacıksın.
Eğer hâlâ kendinleysen, tavaf eden insan çemberinin gerçek bir parçası değilsin. Irmağın içinde değil, kenarında duran bir misafir gibi oluyorsun. Ama kendilerinden kopanlar canlıdırlar ve toplumca hareket etmektedirler.
SENİN İSMAİL’İN KİM VEYA NE?
İbrahim’in sahnesi Mina’dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail’in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi… Ben bilemem. Fakat sen kendini bilirsin. Kim ve ne olursa olsun, beraberinde buraya kurban etmek için getirmelisin. Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, “kaçma”ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa… İşte odur kurban edeceğin!
HACDAN SONRA: MAKAM-I İBRAHİM’DESİN ARTIK
Şimdi Makam-ı İbrahim’de duruyorsun ve O’nun rolünü oynayacaksın; O’nun gibi yaşayacak ve inancının Kâbe’sinin mimarı olacaksın. İnsanları içinde yaşadıkları bataklıktan kurtar. Ayağa kalkmalarına yardım et ve onlara yön ver. Onları hacca çağır, tavaf etmeye çağır. İbrahim’in niteliklerini kazanmak için tavaf etmeye çağır. İbrahim’in niteliklerini kazanmak için, tavafa katılıp bencilliğini bırakarak temizlendikten sonra yolunu izlemek için Allah’a söz verdin. Allah şahidindir.
Ülkeni güvenlik ülkesi yap, çünkü emin bölgedesin (Mıntıka-i Haram).
Zamanını saygıdeğer bir zamana (Zaman-ı Haram) çevir, her zaman ihramlıymışsın gibi.
Yeryüzünü kutsal mescid (Mescid-i Haram) yap, çünkü kutsal mesciddesin.
Çünkü yeryüzü Allah’ın mescididir.
Ama şimdi, “öyle olmadığını” görüyorsun!
(Kaynak: Ali Şeriati; Hacc, Şura Yayınları, 1991, İstanbul)

KIYAMET BELİRTİLERİ
Resulullah efendimizle (s.a.a) birlikte Veda Haccını yerine getiriyorduk. O sırada Resulullah (s.a.a) Kâ’be’nin kapısına tutundu ve yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: “Size kıyametin işaretlerini haber vereyim mi?” O sırada onun en yakınında Selman (r.a) bulunuyordu, dedi ki: “Evet, haber ver ya Resulullah.”
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kıyametin işaretlerinden biri namazın ortadan kalkması, şehevî arzuların peşine düşülmesi, tutkulara yönelik eğilimlerin artması, mala büyük değer verilmesi, dinin satılarak karşılığında dünyalık şeylerin alınmasıdır. Bu şartlar ortaya çıktığında, gördüğü kötülükleri değiştirme gücünü kendinde bulamamanın verdiği ıstırapla müminin yüreği ve içi, suda tuzun erimesi gibi erir.”
Selman hayretle sordu: “Bu da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ey Selman! Bütün bunlar olacak ve bu sırada onları zorba emirler, fasık vezirler, zalim bilginler ve hain eminler yönetecektir.”
Selman sordu: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, ey Selman, bütün bunlar olacak. Bu sırada münker (kötü) maruf (iyi) olacak, maruf da münker olacak, haine güvenilecek, güvenilen kimseye ihanet edilecek, yalan söyleyenler tasdik edilecek ve doğru söyleyenler de yalanlanacaklardır.”
Selman, “Bütün bunlar olacak mı ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve bu sırada kadınlar yönetici olacak, cariyelere danışılacak, çocuklar minberlere oturacak, yalan bir beceri gibi algılanacak, zekât bir kayıp, Müslümanların beyt-ül malını talan etmek bir ganimet gibi görülecektir. Kişi anne ve babasına eziyet edecek, buna karşın arkadaşına iyilik edecektir. Ve kuyruklu yıldız doğacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada kadın kocasının ticaret ortağı olacak, yağmur normal mevsiminde yağmayacak, sıcak mevsimlerde yağacak, cömert insanlar olabildiğince sert ve kaba olacaklar, zor duruma düşen yoksul insan küçümsenecektir. Bu sırada çarşılar birbirlerine yakın olacaktır. Biri: ‘Hiçbir şey satamadım’ diyecek, bir başkası: ‘Hiç kâr etmedim’ diyecektir. Bundan dolayı Allah’ı suçlar gibi konuşacaklardır.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacaktır ve bu sırada başlarına bir kavim musallat olacaktır ki, konuşacak olsalar boyunlarını vuracaklar; susacak olsalar, her şeylerini mubah sayacaklar, mallarına el koyacak, saygınlıklarını çiğneyecekler. Kanlarını dökecek, yüreklerine korku salacaklar. O sırada müminleri korkak, ürkek, pısırık ve çekingen görürsün.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada bir şey doğudan ve bir şey de batıdan getirilecek ve bunlar ümmetimi etkileyip yönlendirecektir. Vay ümmetimin zayıfları, onların elinden neler çekecekler, neler?! O zalimlerin de Allah’ın azabından dolayı vay hâllerine! Bunlar küçüklere acımayacak, büyüklere saygı göstermeyeceklerdir. Hiçbir kusuru bağışlamayacaklardır. Onlarla ilgili haberler hep çirkin ve ağza alınmayacak cinstendir. Bedenleri insan bedeni, ama kalpleri şeytan kalbi olacaktır.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Resulullah buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla ilişkiye gireceklerdir. Kızlar ailelerinin evinde kıskanılıp korunulduğu gibi erkek çocuklar da kıskanılıp korunulacaklar. Erkekler kendilerini kadınlara, kadınlar da kendilerini erkeklere benzetecekler. Kadınlar eğerlere bineceklerdir. Ümmetimden onlara Allah’ın lâneti olsun.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman bütün bunlar olacak ve o sırada Mescitler tıpkı Kilise ve Havralar gibi yaldızlanacak. Mushaflar süslenecek, minareler uzun olacak, saflar kalabalık, ama kalpler birbirlerine karşı nefretle dolu olacak, dilleri farklı şeylerden söz edeceklerdir.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin erkekleri altın takılarla süsleneceklerdir. İpek ve ibrişim giysiler giyinecek, kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada faiz çok yaygın olacak, gıybetle ve rüşvetle iş görülecektir. Dinin değeri düşecek, buna karşılık dünyanın değeri yükselecektir.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada boşanmalar çoğalacak, Allah’ın koyduğu hiçbir sınır, hiçbir hukuk gözetilemeyecektir. Tabi, bütün bunların Allah’a bir zararı olamayacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada şarkıcı cariyeler ve çalgı aletleri ortaya çıkacak, ümmetimi, en kötü ve en şerli fertleri yöneteceklerdir.”
Selman, “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin zenginleri gezip dolaşma amacıyla, orta hâlli olanları ticaret amacıyla, yoksulları da gösteriş ve desinler için hacca gideceklerdir.
Bu sırada bazı topluluklar, Allah’tan başkası için Kur’ân öğrenecek, Kur’ân’ı bir müzik melodisi, bir çalgı gibi algılayacaklar. Diğer bazı topluluklar, Allah’tan başkası için fıkıh öğreneceklerdir. O sırada zinadan peydahlanan çocuklar çoğalacaktır. Kur’ân’ı teğanniyle okuyacaklar ve dünya için birbirleriyle çekişecekler.
Selman, “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada haramlar çiğnenecek, bol günahlar kazanılacak ve kötüler iyilere musallat olacaklardır. Yalan her tarafı kaplayacak, inatçılık insanların tipik bir davranışı hâline gelecek, yoksulluk baş alıp gidecektir. İnsanlar giysilerle birbirlerine karşı övüneceklerdir. Üzerlerine yağmur mevsimi dışında yağmur yağacaktır. Vakit geçirmek amacıyla tavla, satranç gibi oyunlar oynamayı ve müzik dinlemeyi hoş karşılayacaklardır. Marufu emretmeyi ve münkeri nehy etmeyi hoş karşılamayacaklardır. Öyle ki, o dönemde bir mümin, toplumun en zelil kimsesi hâline gelecektir. Hafızlar ve zahitler birbirlerini kınayacaklar, fakat her iki grup da göklerin melekûtunda ‘pisler ve necisler’ olarak anılacaklardır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada zengin yoksul düşmekten başka bir şeyden korkmayacaktır. Öyle ki, bir dilenci, iki cuma arası el açıp dilenecek, ama bu süre içinde kimse avucuna bir şey koymayacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ‘Ruveybiza’ konuşacaktır.”
Selman dedi ki: “Anam babam sana kurban olsun, ya Resulullah, ‘Ruveybiza’ nedir?”
Buyurdu ki: ” Halkın geneli hakkında, o güne kadar konuşmayan bir kimse konuşacaktır. Fakat ondan sonra fazla yaşamayacaklardır. Çok geçmeden yeryüzünden korkunç bir ses duyulacak. Her topluluk o sesin kendi bölgelerinden geldiğini düşünecektir. İnsanlar Allah’ın dilediği bir süre kadar bekledikten ve kafaları üzerine yere geldikten sonra yeryüzü gizlediği madenleri dışarı atacaktır. Yani, altın ve gümüşü.”
Peygamberimiz (s.a.a) o sırada sütunlara eliyle işaret ederek;- “Bunlar gibi.” dedi, “Ama o gün ne altın, ne de gümüş fayda verecektir. İşte ‘Onun belirtileri geldi.’ ayetinin anlamı budur.”
Abdullah b. Abbas’tan bir rivayet
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kıyametin işaretlerinden biri namazın ortadan kalkması, şehevî arzuların peşine düşülmesi, tutkulara yönelik eğilimlerin artması, mala büyük değer verilmesi, dinin satılarak karşılığında dünyalık şeylerin alınmasıdır. Bu şartlar ortaya çıktığında, gördüğü kötülükleri değiştirme gücünü kendinde bulamamanın verdiği ıstırapla müminin yüreği ve içi, suda tuzun erimesi gibi erir.”
Selman hayretle sordu: “Bu da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ey Selman! Bütün bunlar olacak ve bu sırada onları zorba emirler, fasık vezirler, zalim bilginler ve hain eminler yönetecektir.”
Selman sordu: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, ey Selman, bütün bunlar olacak. Bu sırada münker (kötü) maruf (iyi) olacak, maruf da münker olacak, haine güvenilecek, güvenilen kimseye ihanet edilecek, yalan söyleyenler tasdik edilecek ve doğru söyleyenler de yalanlanacaklardır.”
Selman, “Bütün bunlar olacak mı ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve bu sırada kadınlar yönetici olacak, cariyelere danışılacak, çocuklar minberlere oturacak, yalan bir beceri gibi algılanacak, zekât bir kayıp, Müslümanların beyt-ül malını talan etmek bir ganimet gibi görülecektir. Kişi anne ve babasına eziyet edecek, buna karşın arkadaşına iyilik edecektir. Ve kuyruklu yıldız doğacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada kadın kocasının ticaret ortağı olacak, yağmur normal mevsiminde yağmayacak, sıcak mevsimlerde yağacak, cömert insanlar olabildiğince sert ve kaba olacaklar, zor duruma düşen yoksul insan küçümsenecektir. Bu sırada çarşılar birbirlerine yakın olacaktır. Biri: ‘Hiçbir şey satamadım’ diyecek, bir başkası: ‘Hiç kâr etmedim’ diyecektir. Bundan dolayı Allah’ı suçlar gibi konuşacaklardır.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacaktır ve bu sırada başlarına bir kavim musallat olacaktır ki, konuşacak olsalar boyunlarını vuracaklar; susacak olsalar, her şeylerini mubah sayacaklar, mallarına el koyacak, saygınlıklarını çiğneyecekler. Kanlarını dökecek, yüreklerine korku salacaklar. O sırada müminleri korkak, ürkek, pısırık ve çekingen görürsün.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada bir şey doğudan ve bir şey de batıdan getirilecek ve bunlar ümmetimi etkileyip yönlendirecektir. Vay ümmetimin zayıfları, onların elinden neler çekecekler, neler?! O zalimlerin de Allah’ın azabından dolayı vay hâllerine! Bunlar küçüklere acımayacak, büyüklere saygı göstermeyeceklerdir. Hiçbir kusuru bağışlamayacaklardır. Onlarla ilgili haberler hep çirkin ve ağza alınmayacak cinstendir. Bedenleri insan bedeni, ama kalpleri şeytan kalbi olacaktır.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Resulullah buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla ilişkiye gireceklerdir. Kızlar ailelerinin evinde kıskanılıp korunulduğu gibi erkek çocuklar da kıskanılıp korunulacaklar. Erkekler kendilerini kadınlara, kadınlar da kendilerini erkeklere benzetecekler. Kadınlar eğerlere bineceklerdir. Ümmetimden onlara Allah’ın lâneti olsun.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman bütün bunlar olacak ve o sırada Mescitler tıpkı Kilise ve Havralar gibi yaldızlanacak. Mushaflar süslenecek, minareler uzun olacak, saflar kalabalık, ama kalpler birbirlerine karşı nefretle dolu olacak, dilleri farklı şeylerden söz edeceklerdir.”
Selman, “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin erkekleri altın takılarla süsleneceklerdir. İpek ve ibrişim giysiler giyinecek, kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada faiz çok yaygın olacak, gıybetle ve rüşvetle iş görülecektir. Dinin değeri düşecek, buna karşılık dünyanın değeri yükselecektir.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak ya Resulullah?”
Buyurdu ki: Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada boşanmalar çoğalacak, Allah’ın koyduğu hiçbir sınır, hiçbir hukuk gözetilemeyecektir. Tabi, bütün bunların Allah’a bir zararı olamayacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada şarkıcı cariyeler ve çalgı aletleri ortaya çıkacak, ümmetimi, en kötü ve en şerli fertleri yöneteceklerdir.”
Selman, “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin zenginleri gezip dolaşma amacıyla, orta hâlli olanları ticaret amacıyla, yoksulları da gösteriş ve desinler için hacca gideceklerdir.
Bu sırada bazı topluluklar, Allah’tan başkası için Kur’ân öğrenecek, Kur’ân’ı bir müzik melodisi, bir çalgı gibi algılayacaklar. Diğer bazı topluluklar, Allah’tan başkası için fıkıh öğreneceklerdir. O sırada zinadan peydahlanan çocuklar çoğalacaktır. Kur’ân’ı teğanniyle okuyacaklar ve dünya için birbirleriyle çekişecekler.
Selman, “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?” diye sordu.
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada haramlar çiğnenecek, bol günahlar kazanılacak ve kötüler iyilere musallat olacaklardır. Yalan her tarafı kaplayacak, inatçılık insanların tipik bir davranışı hâline gelecek, yoksulluk baş alıp gidecektir. İnsanlar giysilerle birbirlerine karşı övüneceklerdir. Üzerlerine yağmur mevsimi dışında yağmur yağacaktır. Vakit geçirmek amacıyla tavla, satranç gibi oyunlar oynamayı ve müzik dinlemeyi hoş karşılayacaklardır. Marufu emretmeyi ve münkeri nehy etmeyi hoş karşılamayacaklardır. Öyle ki, o dönemde bir mümin, toplumun en zelil kimsesi hâline gelecektir. Hafızlar ve zahitler birbirlerini kınayacaklar, fakat her iki grup da göklerin melekûtunda ‘pisler ve necisler’ olarak anılacaklardır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada zengin yoksul düşmekten başka bir şeyden korkmayacaktır. Öyle ki, bir dilenci, iki cuma arası el açıp dilenecek, ama bu süre içinde kimse avucuna bir şey koymayacaktır.”
Selman dedi ki: “Bunlar da mı olacak, ya Resulullah?”
Buyurdu ki: “Evet, canımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ‘Ruveybiza’ konuşacaktır.”
Selman dedi ki: “Anam babam sana kurban olsun, ya Resulullah, ‘Ruveybiza’ nedir?”
Buyurdu ki: ” Halkın geneli hakkında, o güne kadar konuşmayan bir kimse konuşacaktır. Fakat ondan sonra fazla yaşamayacaklardır. Çok geçmeden yeryüzünden korkunç bir ses duyulacak. Her topluluk o sesin kendi bölgelerinden geldiğini düşünecektir. İnsanlar Allah’ın dilediği bir süre kadar bekledikten ve kafaları üzerine yere geldikten sonra yeryüzü gizlediği madenleri dışarı atacaktır. Yani, altın ve gümüşü.”
Peygamberimiz (s.a.a) o sırada sütunlara eliyle işaret ederek;- “Bunlar gibi.” dedi, “Ama o gün ne altın, ne de gümüş fayda verecektir. İşte ‘Onun belirtileri geldi.’ ayetinin anlamı budur.”
Abdullah b. Abbas’tan bir rivayet

HZ. ALİ (AS)’NİN TEVHİD İLE İLGİLİ HUTBESİ

ÖLÜMÜ HATIRLAMANIN FAYDALARI
ÖLÜMÜ HATIRLAMANIN FAYDALARI
1-Nefsi tezkiye eder
Büyük âlimlere sormuşlar; “Nefis tezkiyesi için ne yapalım?”.
“Ölümü çokça analım!” buyurmuşlardır.
Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur:”Eğer üç şey olmasaydı, insanın önünü almak, mümkün olmazdı”;
1- Hastalık
2 -Fakirlik
3- Ölüm.
(El Hisal c. 1 s. 113)
2- Ölümü anmak dünyayı gözümüzde küçültür.
Tevbe suresi/ 38 “ Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda cihada çıkın.” denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az bir şeydir.”
3- Ölümü anmanın insana faydası günahını terk eder, ahlakını düzeltir, zulümden vazgeçirir. İnsan amelini düzeltmeli, çünkü ölecektir. Allah’ın karşısında acizliğini ifade etmelidir.
İmam Ali (as) Resulullah(saa)’tan rivayetle şöyle buyurmuştur :”iki gözyaşı kıymetlidir. Biri günahından dolayı ağlayan, diğeri yavrum Hüseyin’den dolayı ağlayan”. Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur: “Ölümü çokça anınız. Zira ölümü çok anmak, günahları siler, dünya ile alakanı azaltır”.
Eğer zengin iseniz, ölümü andığınız zaman, zenginlik sizi yoldan çıkartmaz. Allah’tan koparmaz. Seni aldatamaz…
Eğer fakir iseniz, ölümü aldığınız zaman; bu sizi kanaatkâr eder, şükür sahibi kılar, elinizdekine razı olursunuz.
4- Ölümü anmak, başa gelen musibet ve belalara karşı direnci arttırır, sabırlı eder, kişiye istikamet verir.
ÖLÜMDEN NEDEN KORKULUR
Her insanda ölüm korkusu vardır, ancak dereceleri farklıdır.
1- Cehalet İmam Hadî (as)’nin ashabından biri çok hastaydı. Onu ziyarete gitti. Onu çok ağlarken buldu. Hazret buyurdu ki; “ Ölümden mi korkuyorsun? Belli ki ölümü bilmiyor, onu tanımıyorsun. Senin bedenin çok kötü kokulu hastalıklarda olsa, seni temizleyen biri “ seni havuza sokacağız” dese, memnun olmaz mısın? İşte ölüm, mümin için böyledir.” ( Şeyh Saduk/ İmamiyye/ c. 1. S. 56)
Konumuna cahil olanlar ölüm korkusunu değişik şiddette yaşarlar.
2- Dünyaya bağlılık
Mal, evlat, servet, devlet vs. bunları bırakıp gitmek istemiyordur. Bağlanmaya sebep olacak bu seçeneklere, doğru yaklaşmak gerekir. Bunlar haram değildir. Ancak yaklaşım doğru olmalıdır. Biri “ ölümden korkuyorum” deyince Peygamberimiz (saa) ; “ malın var mı?” “o kişi “ var!” dedi. “ Allah yolunda verdin mi?”diye sordu Peygamberimiz (saa). “ Hayır” dedi o kişi. Peygamberimiz (saa); “ korkmaya haklısın” buyurdu.
3- Yapılan günah ve kötülükler
Polis cemaatin içinden hırsızlık yapmayan birini götürse o kişi korkmaz. Çünkü suç işlemediğinden kendinden emindir. Ancak suçlu kişi, renkten renge girer. Panik yapar ve kendini gösterir.
İmam Hasan (as)’nin şakacı bir dostu vardı. Bir müddet kayboldu, sonra geri geldi. İmam (as) “ Nasılsın, görünmüyorsun” dedi ve güldü. Sonra o kişi şöyle dedi; “ Ne Allah’ın dediği gibiyim, ne şeytanın dediği gibiyim. Ne de kendi istediğim gibiyim”. İmam (as); “ nasıl” diye sorunca o kişi şöyle söyledi “ Allah ister ki ona itaat edeyim. Ama öyle değilim. Şeytan ister ki ona tabi olayım. Öyle de değilim. Ben istiyorum ki asla ölmeyeyim, öyle de değilim.” Bunu dinledikten sonra imam Hasan(as)’a sordular”; “ gerçekten biz ölümden mi korkuyoruz?”
İmam Hasan (as) şöyle buyurdular; “ Bu dünyanızı abad etmişseniz, ahretinizi harap etmişsinizdir. Onun içindir ki abad yerden harap yere gitmek istemiyorsunuz” (İmamiyye/ Şeyh Saduk/s. 390)
1-Nefsi tezkiye eder
Büyük âlimlere sormuşlar; “Nefis tezkiyesi için ne yapalım?”.
“Ölümü çokça analım!” buyurmuşlardır.
Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur:”Eğer üç şey olmasaydı, insanın önünü almak, mümkün olmazdı”;
1- Hastalık
2 -Fakirlik
3- Ölüm.
(El Hisal c. 1 s. 113)
2- Ölümü anmak dünyayı gözümüzde küçültür.
Tevbe suresi/ 38 “ Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda cihada çıkın.” denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az bir şeydir.”
3- Ölümü anmanın insana faydası günahını terk eder, ahlakını düzeltir, zulümden vazgeçirir. İnsan amelini düzeltmeli, çünkü ölecektir. Allah’ın karşısında acizliğini ifade etmelidir.
İmam Ali (as) Resulullah(saa)’tan rivayetle şöyle buyurmuştur :”iki gözyaşı kıymetlidir. Biri günahından dolayı ağlayan, diğeri yavrum Hüseyin’den dolayı ağlayan”. Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur: “Ölümü çokça anınız. Zira ölümü çok anmak, günahları siler, dünya ile alakanı azaltır”.
Eğer zengin iseniz, ölümü andığınız zaman, zenginlik sizi yoldan çıkartmaz. Allah’tan koparmaz. Seni aldatamaz…
Eğer fakir iseniz, ölümü aldığınız zaman; bu sizi kanaatkâr eder, şükür sahibi kılar, elinizdekine razı olursunuz.
4- Ölümü anmak, başa gelen musibet ve belalara karşı direnci arttırır, sabırlı eder, kişiye istikamet verir.
ÖLÜMDEN NEDEN KORKULUR
Her insanda ölüm korkusu vardır, ancak dereceleri farklıdır.
1- Cehalet İmam Hadî (as)’nin ashabından biri çok hastaydı. Onu ziyarete gitti. Onu çok ağlarken buldu. Hazret buyurdu ki; “ Ölümden mi korkuyorsun? Belli ki ölümü bilmiyor, onu tanımıyorsun. Senin bedenin çok kötü kokulu hastalıklarda olsa, seni temizleyen biri “ seni havuza sokacağız” dese, memnun olmaz mısın? İşte ölüm, mümin için böyledir.” ( Şeyh Saduk/ İmamiyye/ c. 1. S. 56)
Konumuna cahil olanlar ölüm korkusunu değişik şiddette yaşarlar.
2- Dünyaya bağlılık
Mal, evlat, servet, devlet vs. bunları bırakıp gitmek istemiyordur. Bağlanmaya sebep olacak bu seçeneklere, doğru yaklaşmak gerekir. Bunlar haram değildir. Ancak yaklaşım doğru olmalıdır. Biri “ ölümden korkuyorum” deyince Peygamberimiz (saa) ; “ malın var mı?” “o kişi “ var!” dedi. “ Allah yolunda verdin mi?”diye sordu Peygamberimiz (saa). “ Hayır” dedi o kişi. Peygamberimiz (saa); “ korkmaya haklısın” buyurdu.
3- Yapılan günah ve kötülükler
Polis cemaatin içinden hırsızlık yapmayan birini götürse o kişi korkmaz. Çünkü suç işlemediğinden kendinden emindir. Ancak suçlu kişi, renkten renge girer. Panik yapar ve kendini gösterir.
İmam Hasan (as)’nin şakacı bir dostu vardı. Bir müddet kayboldu, sonra geri geldi. İmam (as) “ Nasılsın, görünmüyorsun” dedi ve güldü. Sonra o kişi şöyle dedi; “ Ne Allah’ın dediği gibiyim, ne şeytanın dediği gibiyim. Ne de kendi istediğim gibiyim”. İmam (as); “ nasıl” diye sorunca o kişi şöyle söyledi “ Allah ister ki ona itaat edeyim. Ama öyle değilim. Şeytan ister ki ona tabi olayım. Öyle de değilim. Ben istiyorum ki asla ölmeyeyim, öyle de değilim.” Bunu dinledikten sonra imam Hasan(as)’a sordular”; “ gerçekten biz ölümden mi korkuyoruz?”
İmam Hasan (as) şöyle buyurdular; “ Bu dünyanızı abad etmişseniz, ahretinizi harap etmişsinizdir. Onun içindir ki abad yerden harap yere gitmek istemiyorsunuz” (İmamiyye/ Şeyh Saduk/s. 390)
bottom of page