top of page

Sevgili Peygamberlerim

AĞAÇ İLE HZ. ÂDEM’İN HİKÂYESİ
Ebu Hamza Somali, İmam Muhammed Bakır’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ulu ve Yüce Allah, Âdem’den o ağaca yaklaşmaması için (ahit) söz aldı. Allah’ın ilminde onun o ağaçtan yeme zamanı geldiğinde, o ahdi unuttu ve ondan yedi. Bu, Allah’ın buyurduğu şu kelamıdır: “Hakikaten de biz, önceden Âdem’den ahit aldık. Ama o unuttu ve biz onda bir azim bulamadık.” Âdem bu ağaçtan yedikten sonra yeryüzüne indi, onun Habil ve ikizi olan kız kardeşi dünyaya geldi. Aynı şekilde Kabil ve bacısı da ikiz olarak doğdular. Sonra Âdem, Habil ve Kabil’e kurban kesmelerini emretti. Habil çoban, Kabil ise çiftçi idi. Habil kurbanlık bir koç getirdi, Kabil ise temizlemediği ekininden bir kurban getirdi. Habil’in koçu koyunlarının en iyisinden idi. Ama Kabil’in ekini temizlenmemişti. Böylece, Habil’in kurbanı kabul oldu ama Kabil’in kurbanı kabul olmadı. Bu Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu sözüdür: “Âdem’in iki oğlunun kurbanlık zamanı olan kıssasını hakiki ve doğru şekilde onlara oku. Böylelikle birininki kabul edildi ama diğerininki kabul edilmedi.” Kurbanın kabul edilme alameti, ateşin onu yakmasıydı. Böylece Kabil ateşe ümit ederek onun için bir ev inşa etti. O, ateş için ev yapan ilk kimse idi.
O şöyle dedi: “Kurbanım kabul oluncaya dek ben bu ateşe ibadet edeceğim.”
Sonra Allah’ın düşmanı iblis ona şöyle dedi: “Habil’in kurbanı kabul oldu ama seninki olmadı. Eğer onu yaşatırsan, onun, senin evlatların üzerinde iftihar edecek evlatları olacaktır.”
Sonra Kabil, Habil’i öldürdü. Âdem’in yanına döndüğünde ona şöyle dedi: “Ey Kabil, peki Habil nerededir?”
O şöyle dedi: “Bilmiyorum, sen beni ona nezaret etmeye göndermemiştin.”
Âdem gidip onun ölüsünü buldu ve şöyle dedi: “Ey yeryüzü, Habil’in kanını kabul ettiğin için sana lanet olsun!”
Âdem, Habil’e kırk gece ağladı. Sonra Rabb’inden ona bir evlat vermesini istedi. Onun bir evladı oldu ve ona “Hibetullah” (Allah’ın hibesi/hediyesi) adını koydu. Çünkü bu evlat, Allah’ın hediyesiydi. Âdem onu çok seviyordu. Âdem’in peygamberliği tamamlanıp günü sona ulaştığında Ulu ve Yüce Allah, ona şöyle vahyetti:
“Ey Âdem! Peygamberliğin sona ermiş, günlerin tamamlanmıştır. Şimdi yanındaki ilmi, imanı, en büyük ismi, ilim mirasını, peygamberlik alametlerini kendi zürriyetine devret ve (onları) evladın Hibetullah’ın yetkisine bırak. Çünkü ben ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik nişanelerini senin evlatlarından kıyamet gününe kadar kesmeyeceğim. Yeryüzünü orada bir âlimden yoksun bırakmayacağım. O âlim vasıtasıyla benim dinim ve bana itaat tanınır. O, seninle Nuh’un arasında olan kimselere kurtuluş vesilesi olur.”
Âdem, Nuh’u hatırlayıp şöyle demiştir: “Ulu ve Yüce Allah, Nuh adlı bir peygamber gönderecektir. O, insanları Allah’a doğru davet edecek ama onu tekzip edeceklerdir. Allah onları tufan vasıtasıyla helak edecektir.”
Adem’le Nuh arasında on baba fasıla vardı. Onların hepsi Allah’ın peygamberleriydiler. Âdem, Hibetullah’a: “Sizden herhangi biri ona yetişirse ona iman etsin, ona itaat etsin ve onu tasdik etsin zira böylece o kimse boğulmaktan kurtulacaktır.” diye vasiyet etti.
Sonra Âdem, ölüm döşeğine düştü; Hibetullah’ın arkasından haber yolladı ve ona şöyle dedi: “Eğer Cebrail, ya da meleklerden herhangi birini görmüş olsan, benim tarafımdan ona selam ulaştırıp şöyle de: “Ey Cebrail, babam senden, cennet meyvelerinden (hediye etmeni) istiyor.”
Hibetullah, bu ricayı Cebrail’e ulaştırdı.
Cebrail şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Baban öldü. Ben sadece ona namaz kılmak için yere indim, geri dön.”
Hibetullah geri dönüp babasının canını verdiğini gördü. Cebrail, Âdem’in cenazesini nasıl yıkaması gerektiğini ona öğretti. Nihayet Âdem’e namaz kılma vakti geldiğinde Hibetullah şöyle dedi: “Ey Cebrail, ileri geç ve Âdem’e namaz kıl!”
Cebrail şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Allah, cennette bize, senin babana secde etmeyi emretti. Bizim, onun evlatlarından birine imamlık etmeye hakkımız yoktur.”
Hibetullah ileri geçti ve Âdem’e namaz kıldı. Cebrail ve meleklerden olan bir grup, onun arkasında duruyorlardı. Onlar, Cebrail’in emriyle ona otuz tekbir getirdiler. Ondan yirmi beş tekbir kaldırılmıştır ve bugün bizim nezdimizde sünnet/uygulama olan beş tekbirdir.
Aynı şekilde Allah’ın elçisi de Bedir Savaşı’nda yedi yahut dokuz şahsa beş tekbir getirdi. Sonra Hibetullah, babası Âdem’i defnettikten sonra Kabil onun yanına gelip şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Ben babam Âdem’in bana ayırmadığı ilimden senin için bir pay ayırdığını biliyorum. Bu, kardeşin Habil’in bunun için dua edip kurbanının kabul olduğu ilimdir. Ben ise onu, evladı olmasın ve benim evlatlarım üzerinde övünç sahipleri olmasınlar diye aynı şekilde: ‘Biz kurbanı kabul olan kimsenin evladıyız, siz ise kurbanı kabul olmayanın evlatlarısınız.’ demesinler diye öldürdüm. Eğer babanın sana has kıldığı ilimden bana bir şey göstermezsen seni de öldüreceğim. Nitekim kardeşin Habil’i de öldürmüştüm.” Böylece, Hibetullah ve onun evlatları, ilim, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin alametlerinden yanlarında olanların hepsini gizler halde kaldılar. Ta ki Nuh gönderildi. Âdem’in vasiyetine baktıklarında Hibetullah’ın vasiyeti aşikâr oldu ve orada, babaları Âdem’in, Nuh’u müjdelediğini gördüler. Böylelikle Nuh’a iman ettiler, ona tabi oldular ve onu tasdik ettiler. Âdem, Hibetullah’a, her yılın başlangıcında bu vasiyeti gözden geçirmelerini ve o günün onlar için bayram olmasını vasiyet etmişti. Nitekim onlar, Nuh’un gönderilmesini ve gönderilme zamanını daima bekliyorlardı. Her peygamberin vasiyet işi bu şekilde yerine geldi. Sonunda ise Ulu ve Yüce Allah, Hz. Muhammed’i gönderdi. Onlar Nuh’u yalnız onların yanında olan ilim vasıtasıyla tanıdılar. Bu da Ulu ve Yüce Allah’ın buyurmuş olduğu şu kelamdır: “Gerçekten de biz, Nuh’u kendi kavmine gönderdik.” Âdem ve Nuh arasında peygamberler gelmiştir. Bazıları gizli, bazıları ise aşikâr idiler. Bundan dolayı da onların hatırası Kur’an’da gizli kalmıştır. Onların isimleri açık peygamber isimleri gibi gelmemiştir. Bu, Allah’ın şöyle buyurduğu kelamıdır: “(Biz) onlardan bazısının kıssasını sana anlattığımız, bazısınınkini ise anlatmadığımız peygamberler gönderdik.”
Yani peygamberlerden aşikâr olanların isimlerini zikrettiği gibi, gizli olanların isimlerini zikretmemiştir. Böylelikle Nuh, kavmi arasında dokuz yüz elli yıl kaldı. Bu müddet arzında, başka bir peygamber yoktu. Ama o, Âdem’le onun arasındaki peygamberleri yalanlayan bir kavme gelmişti. Bu, Allah’ın şöyle buyurduğu kelamıdır: “Nuh’un kavmi, peygamberleri yalanladı.” (Yani şöyle demek istiyor:) Onunla Âdem arasında olanları (yalanladılar). Ta ki: “Şüphesiz ki senin Rabb’in yenilmez kuvvet sahibi ve merhamet sahibidir.” sözüne kadar. Sonra Nuh’un peygamberliği sona erdikten ve günleri tamamlandıktan sonra Ulu ve Yüce Allah ona şöyle vahyetti:
“Ey Nuh! Senin peygamberliğin sona ermiş ve günlerin tamamlanmıştır. Yanında olan ilmi, imanı, en büyük ismi, ilim mirasını, peygamberlik alametlerini zürriyetinden olan evladın Sam’ın yanına koy. Zira ben onu (onları) seninle Âdem arasında olan adlı sanlı peygamber ailelerinden hiçbir zaman kesmeyeceğim. Aynı şekilde yeryüzünü dinin ve bana itaatin vasıtasıyla tanındığı, bir peygamberin vefatından diğer peygamberin zuhuru zamanına kadar doğan kimselere kurtuluş vesilesi olan bir âlimden (hüccetten) yoksun koymayacağım.”
Böylece, Sam’dan sonra sadece Hud, peygamber oldu. Nuh ile Hud’un arasında da gizli ve aşikâr peygamberler vardı.
Nuh şöyle dedi:
“Ulu ve Yüce Allah, öyle bir peygamber gönderecektir ki ona Hud diyeceklerdir. O, kendi kavmini Allah’a davet edecek ama onlar onu yalanlayacaklardır. Allah onları rüzgâr vasıtasıyla mahvedecektir. Öyleyse sizden herhangi biri onun zamanına ulaşırsa, Ulu ve Yüce Allah’ın kendisini rüzgârın azabından kurtarması için ona iman etmesi ve ona tabi olması gerekmektedir. Nuh, oğlu Sam’a her yılın başında bu vasiyeti gözden geçirmelerini ve o günü bayram olarak kaydetmelerini ve orada (vasiyette) Hud’un gönderilmesi ve zuhur zamanını daima yoklamalarını emretti. Allah, Hud’u gönderdiğinde onlar, ilim, iman, ilim mirası, en büyük isim (ism-i a’zam) ve peygamberlik ilminin nişanelerinden yanlarında olanlara bakıp Hud’u peygamber olarak gördüler ve aynı şekilde babaları Nuh’un onunla alakalı müjdelerini gördüler. Böylece ona iman ettiler, onu tasdik ettiler ve ona tabi oldular. Böylece rüzgârın azabından da kurtulmuş oldular. Bu Allah’ın buyurduğu şu sözleridir: “Ad tayfasına da kardeşleri Hud’u (gönderdik).”
Aynı şekilde: “Ad kavmi de peygamberleri tekzip etti. O zaman kardeşleri Hud onlara şöyle dedi: (Allah’ın azabından) “Korkmuyor musunuz?”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İbrahim de Yakup da bunu (hüccetliği-peygamberliği) oğullarına vasiyet ettiler.”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu kelam vardır: “Biz ona, İshak’ı ve Yakup’u bahşettik. Her ikisini de doğru yola yönelttik.” (İmam ayetin açıklaması mesabesinde devam ederek şöyle dedi:)
“Ki onu Ehl-i Beyt’i arasında karar kılalım diye.”
“Bundan önce Nuh’u da doğru yola yöneltmiştik.” (Ki onu Ehl-i Beyt’i arasında karar kılsın diye.) Peygamber neslinden olan Nuh’un sülalesi İbrahim’den önce ona iman ettiler. Hud ile İbrahim arasında on peygamber vardır ve bu Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu kelamıdır: “Lut kavmi de sizden uzak değildir.”
Aynı şekilde şöyle buyurmuştur: “Lut ona iman etti. (İbrahim) şöyle dedi: “Ben Rabb’imin yanına hicret ediyorum.”
Aynı şekilde İbrahim’in şu sözü vardır: “Ben Rabb’ime doğru gidiyorum. O beni doğru yola yöneltecektir.”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah’ın şu sözüdür: “İbrahim’i de (hatırla)! Bir zaman, o kendi kavmine şöyle demişti: “Allah’a ibadet edin ve O’ndan korkun! Bu sizin için daha hayırlıdır!”
Böylelikle iki peygamber arasında on, dokuz ya da sekiz baba vardı ki hepsi peygamber idi. Her bir peygamber için Nuh aynı şekilde Âdem, Hud, Salih, Şuayb ve İbrahim için gerçekleşenler cereyan etti. Nihayet (vasiyet/vasilik), İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup oğlu Yusuf’a ulaştı, Yusuf’tan sonra ise kardeşlerinin evlatları arasında gerçekleşti. Nihayet İmran oğlu Musa’ya ulaştı. Yusuf ile Musa arasında on peygamber geldi geçti. Nitekim Ulu ve Yüce Allah, Musa ve Harun’u, Firavun’a, Haman’a ve Karun’a gönderdi. Sonra Ulu ve Yüce Allah birbirleri ardınca elçiler gönderdi. “Herhangi bir ümmete her defasında bir peygamber geldiğinde, onlar onu yalanladılar. Biz de onları (yalanlayanları) birbirleri ardınca (mahvedip) efsanelere çevirdik.”
İsrailoğulları bir gün içinde iki, üç ya da dört peygamber öldürürdü hatta bir gün içerisinde yetmiş bir peygamber öldürmüşlerdi ve günün sonuna kadar öldürme pazarları devam ederdi. Tevrat, İmran oğlu Musa’ya indiğinde (Musa, onunla) Hz. Muhammed’i müjdeledi. Yusuf ile Musa arasında on peygamber var idi. İmran oğlu Musa’nın vasisi Nun oğlu Yuşa idi. O, Ulu ve Yüce Allah’ın kendi kitabında zikrettiği genç idi. Peygamberler, Hz. Muhammed hakkında müjde vermekteydiler. Bu, Allah’ın şu sözüdür: “Görüyorlardı.” Yani Yahudi ve Hristiyanlar: “Yazılmış olduğunu” – Yani Hz. Muhammed’in özelliklerini ve ismini: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de. (O) Onlara iyiliği emreder ve kötülükten çekindirir.” Ve bu, Ulu ve Yüce Allah’ın Meryem oğlu İsa’dan aktardığı bir kelamdır: “Benden sonra gelecek Ahmed isimli elçisi ile sizi müjdeleyenim.”
Böylelikle Musa ve İsa; Hz. Muhammed (s.a.a) ile müjdelediler. Nitekim peygamberleri, biri diğeri müjdelemişti. Nihayet, (Peygamberlik) Muhammed’e ulaştı. Muhammed’in peygamberliği sona ulaştığında ve günleri tamamlandığında Ulu ve Yüce Allah ona şöyle vahyetti:
“Ey Muhammed! Senin peygamberliğin sona ermiş, günlerin tamamlanmıştır. Bundan dolayı da yanındaki ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin nişanelerini (peygamber olmasa da peygamberden sonra insanlığa hüccet olması hasebiyle) Ebu Talip oğlu Ali’nin yanına koy. Nitekim, ben hiçbir zaman ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin nişanelerini zürriyetinden olan neslin için kesmeyeceğim. Nitekim onu seninle baban Âdem arasında olan adlı sanlı peygamber ailelerinden de kesmemiştim.”
Bu Ulu ve Yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’in neslini ve İmran’ın neslini seçip âlemlerden üstün kıldı. Onlar biri diğerinden olan (Hanif) bir nesil idiler. Allah işitendir, bilendir.”
Böylelikle Ulu ve Yüce Allah, ilmi cahillik olarak karar kılmamıştır. Onun işini ne bir yakınlaştırılmış (mukarreb) meleğe, ne de gönderilen (mürsel) bir peygambere vermemiştir. Aksine meleklerinden bir elçiyi peygamberine göndererek ona “Bu şekilde yahut şu şekildedir.” şeklinde söylemiş (haberdar) etmiştir. Aynı şekilde sevdiği şeyi ona emretmiş, nefret ettiğinden ise onu çekindirmiştir. Sonra onu kendisinden önce ve sonrakilerin hikâyelerini ilim vasıtasıyla anlatmıştır. Böylece, o ilmi peygamberlerine ve biri diğerinden olan nesildeki babalar ve kardeşlerden olan vasilerine öğretmiştir.
Bu ise Ulu ve Yüce Allah’ın şu kelamıdır: “Biz İbrahim’in nesline de kitap ve hikmet bahşetmiş ve onlara büyük bir saltanat vermiştik.” Kitaba gelince: O peygamberliktir. Hikmete gelince ise: Onlar seçilmişlerden ibaret olan peygamberler ve vasilerden olan hikmet sahipleridirler. Bunların her biri o zürriyettendir ki biri diğerindendir. Onlar o kimselerdir ki Ulu ve Yüce Allah, onların içerisine (onların neslinde Hz. Muhammed’i var ederek) peygamberliği yerleştirmiştir. Dünyanın sonu gelene kadar Akıbet ve Ahit’in korunması onlar arasındadır. Onlar âlimlerdir, emir sahipleridir, ilmin ve hidayetin istinbat (elde etme) ehlidirler. Bu, elçiler, peygamberler, hikmet sahipleri, hidayet imamları hakkında faziletin beyanıdır. Onlar o kimselerdir ki Allah’ın emir sahipleridirler. Allah’ın ilminin çıkarım edicisi onlardır. Onlar, Allah’ın ilminin alametlerinin ehlidirler. Onlar, biri diğerinden olan zürriyetten, peygamberlerden sonra seçkinlerden, kardeşler ve soydan, adlı sanlı peygamber ailelerindendirler. Ondan dolayı da kim onların amellerine esasen amel ederse, onların işine ulaşırsa, onların yardımı ile kurtuluşa erer ve kim Allah’ın velayetini, onun ilminin istinbat (çıkarım) ehlini, peygamber hanedanından olan seçkin ehlinden başka bir yerde karar kılsa, Ulu ve Yüce Allah’ın emrine karşı çıkmış demektir. Ulu ve Yüce Allah, İlahî emirlerin sahiplerine cahil olanları, hidayetten başka bir yolu uhdesine alanlar olarak kararlaştırmıştır. Onlar, kendilerinin istinbat (çıkarım) ehli olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak onlar Allah’a yalan nispet etmişlerdir. Onlar, Allah’ın vasiyetinden ve O’na itaatten dışarı çıkmışlardır. Ulu ve Yüce Allah’ın faziletini, O’nun kendisinin koyduğu yere koymamışlardır. Böylece onlar sapmışlardır ve takipçilerini de saptırmışlardır. Onların kıyamet günü hüccetleri (delilleri) olmayacaktır. Hüccet, Allah’ın sözüne esasen yalnız İbrahim ailesi içerisindedir. “Biz İbrahim’in nesline de Kitap ve hikmet bahşetmiş ve onlara büyük bir saltanat vermiştik.” Dolayısıyla kıyamet gerçekleşene dek hüccet, peygamberler ve peygamberlerin hanedanından olan ehli (ailesidir). Çünkü Allah’ın kitabı bu hususta konuşmaktadır. Allah’ın vasiyeti bunun esasında evlerden (vahiy evleri) olan nesilde cereyan etmiştir. O evler ki Allah onları insanlara (karşı) yüceltmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “(Bu nur), Allah’ın, imar edilip yüceltilmesine ve içinde kendi adının zikredilmesine izin verdiği evlerdedir.” O, peygamberler, elçiler, hikmet sahipleri ve hidayet İmamlarının evleridir. Bu öyle bir iman desteğinin beyanıdır ki sizden önce kurtulanlar onun vasıtasıyla kurtulmuşlardır. Ulu ve Yüce Allah kendi kitabında şöyle buyurmuştur: “Biz ona İshak’ı ve Yakup’u da hediye ettik: Hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayet ettik). Hepsi de salih kullarımızdandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da (üstün kıldık). Onları seçtik ve doğru yola ilettik. İşte bu, Allah’ın doğru yoludur. Kullarından dilediğini o doğru yola iletir. Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, yerlerine, onu inkâr etmeyen bir topluluk getiririz.” Böyle ki Allah, babalar, kardeşler ve nesilden olan Ehl-i Beyt’inden olan fazileti havale etmiştir. Bu da Ulu ve Yüce Allah’ın kendi kitabında buyurduğu şu kelamıdır: “Eğer onu inkâr ederlerse”- senin ümmetin- “biz artık onları havale ettik” - Ehl-i Beyt’ine sana gönderdiğim imanı. Nitekim onlar onu hiçbir zaman inkâr etmezler ve sana gönderdiğim imanı telef etmezler. Ben senin Ehl-i Beyt’ini ümmetine bir bayrak (nişane), senden sonra veli, içinde ne yalan ne günah ne ağır yük (veya günah), ne rahatsızlık ne de riyakarlık olmayan ilminin istinbat’ının (ilimdeki çıkarımının) ehli ettim. Bu, bu ümmetin peygamberinden sonra emrinden Allah’ın belirlediğinin beyanıdır. Hakikaten de Ulu ve Yüce Allah, peygamberinin Ehl-i Beyt’ini pak etmiş, peygamberliğin ücretini, onlara sevgi karar kılmış, velayeti onlar için icra etmiştir. Allah onları, ondan sonra ümmeti içerisinde velileri (evleviyet/öncelik ve velayet sahipleri), sevimlileri kılmıştır. Öyleyse ey insanlar! Siz de dediğimle alakalı olarak ibret alın, Ulu ve Yüce Allah’ın velayetini, itaatini, sevgisini, ilminin istinbatını (çıkarımını) ve hüccetini nereye koyduğunu düşünün! Yalnız onu öğrenin (tanıyın). Ondan tutunun ki kurtuluşa eresiniz ve kıyamet günü onun vasıtasıyla sizin için bir hüccet ve kurtuluş olsun. Çünkü onlar sizinle Rabb’iniz arasında bir alakadır. Ulu ve Yüce Allah’a velayet yalnız onlar vasıtasıyla ulaşır. Bundan dolayı da kim böyle yaparsa, Ulu ve Yüce Allah’ın boynuna, onu hürmetli kılması, azap etmemesi hakkı düşer ve her kim Allah’a (doğru) onun emretmediği yolla giderse, Allah’ın üzerine onu zelil etmesi ve ona azap etmesi hak olur.”
RAVZATU’L KÂFÎ, S. 117-125, H. 92
Taha Suresi 115. Ayet
Maide Suresi 27. Ayet
Müminun Suresi 23. Ayet
Nisa Suresi 164. Ayet
Şuara Suresi 105. Ayet
Şuara Suresi 122. Ayet
Şuara Suresi 123 ve 124. Ayetler
Bakara Suresi 132. Ayet
Enam Suresi 84. Ayet
Hud Suresi 89. Ayet
Ankebut Suresi 26. Ayet
Saffat Suresi 99. Ayet
Ankebut Suresi 16. Ayet
Müminun Suresi 44. Ayet
Kehf Suresi 60. Ayet kastedilmiştir. “Hani Musa genç arkadaşına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar ya da uzun bir süre geçinceye kadar yol almaya devam edeceğim.”
Araf Suresi 107. Ayet
Saf Suresi 6. Ayet
Hud Suresi 89. Ayet
Ankebut Suresi 26. Ayet
Saffat Suresi 99. Ayet
Ankebut Suresi 16. Ayet
Müminun Suresi 44. Ayet
Kehf Suresi 60. Ayet kastedilmiştir. “Hani Musa genç arkadaşına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar ya da uzun bir süre geçinceye kadar yol almaya devam edeceğim.”
Araf Suresi 107. Ayet
Saf Suresi 6. Ayet
Al-i İmran Suresi 33-34. Ayetler
Nisa Suresi 54. Ayet
Arapça;” Âlûn” olarak kullanılan bu ifade çok önemlidir. Nitekim “Âlu’r-Racul” dendiğinde o kimsenin ailesi ve yardımcıları anlaşılmaktadır.
Nur Suresi 36. Ayet
Enam Suresi 84-89. Ayetler
Enam Suresi 89. Ayet
“Ulu ve Yüce Allah, Âdem’den o ağaca yaklaşmaması için (ahit) söz aldı. Allah’ın ilminde onun o ağaçtan yeme zamanı geldiğinde, o ahdi unuttu ve ondan yedi. Bu, Allah’ın buyurduğu şu kelamıdır: “Hakikaten de biz, önceden Âdem’den ahit aldık. Ama o unuttu ve biz onda bir azim bulamadık.” Âdem bu ağaçtan yedikten sonra yeryüzüne indi, onun Habil ve ikizi olan kız kardeşi dünyaya geldi. Aynı şekilde Kabil ve bacısı da ikiz olarak doğdular. Sonra Âdem, Habil ve Kabil’e kurban kesmelerini emretti. Habil çoban, Kabil ise çiftçi idi. Habil kurbanlık bir koç getirdi, Kabil ise temizlemediği ekininden bir kurban getirdi. Habil’in koçu koyunlarının en iyisinden idi. Ama Kabil’in ekini temizlenmemişti. Böylece, Habil’in kurbanı kabul oldu ama Kabil’in kurbanı kabul olmadı. Bu Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu sözüdür: “Âdem’in iki oğlunun kurbanlık zamanı olan kıssasını hakiki ve doğru şekilde onlara oku. Böylelikle birininki kabul edildi ama diğerininki kabul edilmedi.” Kurbanın kabul edilme alameti, ateşin onu yakmasıydı. Böylece Kabil ateşe ümit ederek onun için bir ev inşa etti. O, ateş için ev yapan ilk kimse idi.
O şöyle dedi: “Kurbanım kabul oluncaya dek ben bu ateşe ibadet edeceğim.”
Sonra Allah’ın düşmanı iblis ona şöyle dedi: “Habil’in kurbanı kabul oldu ama seninki olmadı. Eğer onu yaşatırsan, onun, senin evlatların üzerinde iftihar edecek evlatları olacaktır.”
Sonra Kabil, Habil’i öldürdü. Âdem’in yanına döndüğünde ona şöyle dedi: “Ey Kabil, peki Habil nerededir?”
O şöyle dedi: “Bilmiyorum, sen beni ona nezaret etmeye göndermemiştin.”
Âdem gidip onun ölüsünü buldu ve şöyle dedi: “Ey yeryüzü, Habil’in kanını kabul ettiğin için sana lanet olsun!”
Âdem, Habil’e kırk gece ağladı. Sonra Rabb’inden ona bir evlat vermesini istedi. Onun bir evladı oldu ve ona “Hibetullah” (Allah’ın hibesi/hediyesi) adını koydu. Çünkü bu evlat, Allah’ın hediyesiydi. Âdem onu çok seviyordu. Âdem’in peygamberliği tamamlanıp günü sona ulaştığında Ulu ve Yüce Allah, ona şöyle vahyetti:
“Ey Âdem! Peygamberliğin sona ermiş, günlerin tamamlanmıştır. Şimdi yanındaki ilmi, imanı, en büyük ismi, ilim mirasını, peygamberlik alametlerini kendi zürriyetine devret ve (onları) evladın Hibetullah’ın yetkisine bırak. Çünkü ben ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik nişanelerini senin evlatlarından kıyamet gününe kadar kesmeyeceğim. Yeryüzünü orada bir âlimden yoksun bırakmayacağım. O âlim vasıtasıyla benim dinim ve bana itaat tanınır. O, seninle Nuh’un arasında olan kimselere kurtuluş vesilesi olur.”
Âdem, Nuh’u hatırlayıp şöyle demiştir: “Ulu ve Yüce Allah, Nuh adlı bir peygamber gönderecektir. O, insanları Allah’a doğru davet edecek ama onu tekzip edeceklerdir. Allah onları tufan vasıtasıyla helak edecektir.”
Adem’le Nuh arasında on baba fasıla vardı. Onların hepsi Allah’ın peygamberleriydiler. Âdem, Hibetullah’a: “Sizden herhangi biri ona yetişirse ona iman etsin, ona itaat etsin ve onu tasdik etsin zira böylece o kimse boğulmaktan kurtulacaktır.” diye vasiyet etti.
Sonra Âdem, ölüm döşeğine düştü; Hibetullah’ın arkasından haber yolladı ve ona şöyle dedi: “Eğer Cebrail, ya da meleklerden herhangi birini görmüş olsan, benim tarafımdan ona selam ulaştırıp şöyle de: “Ey Cebrail, babam senden, cennet meyvelerinden (hediye etmeni) istiyor.”
Hibetullah, bu ricayı Cebrail’e ulaştırdı.
Cebrail şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Baban öldü. Ben sadece ona namaz kılmak için yere indim, geri dön.”
Hibetullah geri dönüp babasının canını verdiğini gördü. Cebrail, Âdem’in cenazesini nasıl yıkaması gerektiğini ona öğretti. Nihayet Âdem’e namaz kılma vakti geldiğinde Hibetullah şöyle dedi: “Ey Cebrail, ileri geç ve Âdem’e namaz kıl!”
Cebrail şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Allah, cennette bize, senin babana secde etmeyi emretti. Bizim, onun evlatlarından birine imamlık etmeye hakkımız yoktur.”
Hibetullah ileri geçti ve Âdem’e namaz kıldı. Cebrail ve meleklerden olan bir grup, onun arkasında duruyorlardı. Onlar, Cebrail’in emriyle ona otuz tekbir getirdiler. Ondan yirmi beş tekbir kaldırılmıştır ve bugün bizim nezdimizde sünnet/uygulama olan beş tekbirdir.
Aynı şekilde Allah’ın elçisi de Bedir Savaşı’nda yedi yahut dokuz şahsa beş tekbir getirdi. Sonra Hibetullah, babası Âdem’i defnettikten sonra Kabil onun yanına gelip şöyle dedi: “Ey Hibetullah! Ben babam Âdem’in bana ayırmadığı ilimden senin için bir pay ayırdığını biliyorum. Bu, kardeşin Habil’in bunun için dua edip kurbanının kabul olduğu ilimdir. Ben ise onu, evladı olmasın ve benim evlatlarım üzerinde övünç sahipleri olmasınlar diye aynı şekilde: ‘Biz kurbanı kabul olan kimsenin evladıyız, siz ise kurbanı kabul olmayanın evlatlarısınız.’ demesinler diye öldürdüm. Eğer babanın sana has kıldığı ilimden bana bir şey göstermezsen seni de öldüreceğim. Nitekim kardeşin Habil’i de öldürmüştüm.” Böylece, Hibetullah ve onun evlatları, ilim, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin alametlerinden yanlarında olanların hepsini gizler halde kaldılar. Ta ki Nuh gönderildi. Âdem’in vasiyetine baktıklarında Hibetullah’ın vasiyeti aşikâr oldu ve orada, babaları Âdem’in, Nuh’u müjdelediğini gördüler. Böylelikle Nuh’a iman ettiler, ona tabi oldular ve onu tasdik ettiler. Âdem, Hibetullah’a, her yılın başlangıcında bu vasiyeti gözden geçirmelerini ve o günün onlar için bayram olmasını vasiyet etmişti. Nitekim onlar, Nuh’un gönderilmesini ve gönderilme zamanını daima bekliyorlardı. Her peygamberin vasiyet işi bu şekilde yerine geldi. Sonunda ise Ulu ve Yüce Allah, Hz. Muhammed’i gönderdi. Onlar Nuh’u yalnız onların yanında olan ilim vasıtasıyla tanıdılar. Bu da Ulu ve Yüce Allah’ın buyurmuş olduğu şu kelamdır: “Gerçekten de biz, Nuh’u kendi kavmine gönderdik.” Âdem ve Nuh arasında peygamberler gelmiştir. Bazıları gizli, bazıları ise aşikâr idiler. Bundan dolayı da onların hatırası Kur’an’da gizli kalmıştır. Onların isimleri açık peygamber isimleri gibi gelmemiştir. Bu, Allah’ın şöyle buyurduğu kelamıdır: “(Biz) onlardan bazısının kıssasını sana anlattığımız, bazısınınkini ise anlatmadığımız peygamberler gönderdik.”
Yani peygamberlerden aşikâr olanların isimlerini zikrettiği gibi, gizli olanların isimlerini zikretmemiştir. Böylelikle Nuh, kavmi arasında dokuz yüz elli yıl kaldı. Bu müddet arzında, başka bir peygamber yoktu. Ama o, Âdem’le onun arasındaki peygamberleri yalanlayan bir kavme gelmişti. Bu, Allah’ın şöyle buyurduğu kelamıdır: “Nuh’un kavmi, peygamberleri yalanladı.” (Yani şöyle demek istiyor:) Onunla Âdem arasında olanları (yalanladılar). Ta ki: “Şüphesiz ki senin Rabb’in yenilmez kuvvet sahibi ve merhamet sahibidir.” sözüne kadar. Sonra Nuh’un peygamberliği sona erdikten ve günleri tamamlandıktan sonra Ulu ve Yüce Allah ona şöyle vahyetti:
“Ey Nuh! Senin peygamberliğin sona ermiş ve günlerin tamamlanmıştır. Yanında olan ilmi, imanı, en büyük ismi, ilim mirasını, peygamberlik alametlerini zürriyetinden olan evladın Sam’ın yanına koy. Zira ben onu (onları) seninle Âdem arasında olan adlı sanlı peygamber ailelerinden hiçbir zaman kesmeyeceğim. Aynı şekilde yeryüzünü dinin ve bana itaatin vasıtasıyla tanındığı, bir peygamberin vefatından diğer peygamberin zuhuru zamanına kadar doğan kimselere kurtuluş vesilesi olan bir âlimden (hüccetten) yoksun koymayacağım.”
Böylece, Sam’dan sonra sadece Hud, peygamber oldu. Nuh ile Hud’un arasında da gizli ve aşikâr peygamberler vardı.
Nuh şöyle dedi:
“Ulu ve Yüce Allah, öyle bir peygamber gönderecektir ki ona Hud diyeceklerdir. O, kendi kavmini Allah’a davet edecek ama onlar onu yalanlayacaklardır. Allah onları rüzgâr vasıtasıyla mahvedecektir. Öyleyse sizden herhangi biri onun zamanına ulaşırsa, Ulu ve Yüce Allah’ın kendisini rüzgârın azabından kurtarması için ona iman etmesi ve ona tabi olması gerekmektedir. Nuh, oğlu Sam’a her yılın başında bu vasiyeti gözden geçirmelerini ve o günü bayram olarak kaydetmelerini ve orada (vasiyette) Hud’un gönderilmesi ve zuhur zamanını daima yoklamalarını emretti. Allah, Hud’u gönderdiğinde onlar, ilim, iman, ilim mirası, en büyük isim (ism-i a’zam) ve peygamberlik ilminin nişanelerinden yanlarında olanlara bakıp Hud’u peygamber olarak gördüler ve aynı şekilde babaları Nuh’un onunla alakalı müjdelerini gördüler. Böylece ona iman ettiler, onu tasdik ettiler ve ona tabi oldular. Böylece rüzgârın azabından da kurtulmuş oldular. Bu Allah’ın buyurduğu şu sözleridir: “Ad tayfasına da kardeşleri Hud’u (gönderdik).”
Aynı şekilde: “Ad kavmi de peygamberleri tekzip etti. O zaman kardeşleri Hud onlara şöyle dedi: (Allah’ın azabından) “Korkmuyor musunuz?”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İbrahim de Yakup da bunu (hüccetliği-peygamberliği) oğullarına vasiyet ettiler.”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu kelam vardır: “Biz ona, İshak’ı ve Yakup’u bahşettik. Her ikisini de doğru yola yönelttik.” (İmam ayetin açıklaması mesabesinde devam ederek şöyle dedi:)
“Ki onu Ehl-i Beyt’i arasında karar kılalım diye.”
“Bundan önce Nuh’u da doğru yola yöneltmiştik.” (Ki onu Ehl-i Beyt’i arasında karar kılsın diye.) Peygamber neslinden olan Nuh’un sülalesi İbrahim’den önce ona iman ettiler. Hud ile İbrahim arasında on peygamber vardır ve bu Ulu ve Yüce Allah’ın buyurduğu şu kelamıdır: “Lut kavmi de sizden uzak değildir.”
Aynı şekilde şöyle buyurmuştur: “Lut ona iman etti. (İbrahim) şöyle dedi: “Ben Rabb’imin yanına hicret ediyorum.”
Aynı şekilde İbrahim’in şu sözü vardır: “Ben Rabb’ime doğru gidiyorum. O beni doğru yola yöneltecektir.”
Aynı şekilde Ulu ve Yüce Allah’ın şu sözüdür: “İbrahim’i de (hatırla)! Bir zaman, o kendi kavmine şöyle demişti: “Allah’a ibadet edin ve O’ndan korkun! Bu sizin için daha hayırlıdır!”
Böylelikle iki peygamber arasında on, dokuz ya da sekiz baba vardı ki hepsi peygamber idi. Her bir peygamber için Nuh aynı şekilde Âdem, Hud, Salih, Şuayb ve İbrahim için gerçekleşenler cereyan etti. Nihayet (vasiyet/vasilik), İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup oğlu Yusuf’a ulaştı, Yusuf’tan sonra ise kardeşlerinin evlatları arasında gerçekleşti. Nihayet İmran oğlu Musa’ya ulaştı. Yusuf ile Musa arasında on peygamber geldi geçti. Nitekim Ulu ve Yüce Allah, Musa ve Harun’u, Firavun’a, Haman’a ve Karun’a gönderdi. Sonra Ulu ve Yüce Allah birbirleri ardınca elçiler gönderdi. “Herhangi bir ümmete her defasında bir peygamber geldiğinde, onlar onu yalanladılar. Biz de onları (yalanlayanları) birbirleri ardınca (mahvedip) efsanelere çevirdik.”
İsrailoğulları bir gün içinde iki, üç ya da dört peygamber öldürürdü hatta bir gün içerisinde yetmiş bir peygamber öldürmüşlerdi ve günün sonuna kadar öldürme pazarları devam ederdi. Tevrat, İmran oğlu Musa’ya indiğinde (Musa, onunla) Hz. Muhammed’i müjdeledi. Yusuf ile Musa arasında on peygamber var idi. İmran oğlu Musa’nın vasisi Nun oğlu Yuşa idi. O, Ulu ve Yüce Allah’ın kendi kitabında zikrettiği genç idi. Peygamberler, Hz. Muhammed hakkında müjde vermekteydiler. Bu, Allah’ın şu sözüdür: “Görüyorlardı.” Yani Yahudi ve Hristiyanlar: “Yazılmış olduğunu” – Yani Hz. Muhammed’in özelliklerini ve ismini: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de. (O) Onlara iyiliği emreder ve kötülükten çekindirir.” Ve bu, Ulu ve Yüce Allah’ın Meryem oğlu İsa’dan aktardığı bir kelamdır: “Benden sonra gelecek Ahmed isimli elçisi ile sizi müjdeleyenim.”
Böylelikle Musa ve İsa; Hz. Muhammed (s.a.a) ile müjdelediler. Nitekim peygamberleri, biri diğeri müjdelemişti. Nihayet, (Peygamberlik) Muhammed’e ulaştı. Muhammed’in peygamberliği sona ulaştığında ve günleri tamamlandığında Ulu ve Yüce Allah ona şöyle vahyetti:
“Ey Muhammed! Senin peygamberliğin sona ermiş, günlerin tamamlanmıştır. Bundan dolayı da yanındaki ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin nişanelerini (peygamber olmasa da peygamberden sonra insanlığa hüccet olması hasebiyle) Ebu Talip oğlu Ali’nin yanına koy. Nitekim, ben hiçbir zaman ilim, iman, en büyük isim, ilim mirası ve peygamberlik ilminin nişanelerini zürriyetinden olan neslin için kesmeyeceğim. Nitekim onu seninle baban Âdem arasında olan adlı sanlı peygamber ailelerinden de kesmemiştim.”
Bu Ulu ve Yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’in neslini ve İmran’ın neslini seçip âlemlerden üstün kıldı. Onlar biri diğerinden olan (Hanif) bir nesil idiler. Allah işitendir, bilendir.”
Böylelikle Ulu ve Yüce Allah, ilmi cahillik olarak karar kılmamıştır. Onun işini ne bir yakınlaştırılmış (mukarreb) meleğe, ne de gönderilen (mürsel) bir peygambere vermemiştir. Aksine meleklerinden bir elçiyi peygamberine göndererek ona “Bu şekilde yahut şu şekildedir.” şeklinde söylemiş (haberdar) etmiştir. Aynı şekilde sevdiği şeyi ona emretmiş, nefret ettiğinden ise onu çekindirmiştir. Sonra onu kendisinden önce ve sonrakilerin hikâyelerini ilim vasıtasıyla anlatmıştır. Böylece, o ilmi peygamberlerine ve biri diğerinden olan nesildeki babalar ve kardeşlerden olan vasilerine öğretmiştir.
Bu ise Ulu ve Yüce Allah’ın şu kelamıdır: “Biz İbrahim’in nesline de kitap ve hikmet bahşetmiş ve onlara büyük bir saltanat vermiştik.” Kitaba gelince: O peygamberliktir. Hikmete gelince ise: Onlar seçilmişlerden ibaret olan peygamberler ve vasilerden olan hikmet sahipleridirler. Bunların her biri o zürriyettendir ki biri diğerindendir. Onlar o kimselerdir ki Ulu ve Yüce Allah, onların içerisine (onların neslinde Hz. Muhammed’i var ederek) peygamberliği yerleştirmiştir. Dünyanın sonu gelene kadar Akıbet ve Ahit’in korunması onlar arasındadır. Onlar âlimlerdir, emir sahipleridir, ilmin ve hidayetin istinbat (elde etme) ehlidirler. Bu, elçiler, peygamberler, hikmet sahipleri, hidayet imamları hakkında faziletin beyanıdır. Onlar o kimselerdir ki Allah’ın emir sahipleridirler. Allah’ın ilminin çıkarım edicisi onlardır. Onlar, Allah’ın ilminin alametlerinin ehlidirler. Onlar, biri diğerinden olan zürriyetten, peygamberlerden sonra seçkinlerden, kardeşler ve soydan, adlı sanlı peygamber ailelerindendirler. Ondan dolayı da kim onların amellerine esasen amel ederse, onların işine ulaşırsa, onların yardımı ile kurtuluşa erer ve kim Allah’ın velayetini, onun ilminin istinbat (çıkarım) ehlini, peygamber hanedanından olan seçkin ehlinden başka bir yerde karar kılsa, Ulu ve Yüce Allah’ın emrine karşı çıkmış demektir. Ulu ve Yüce Allah, İlahî emirlerin sahiplerine cahil olanları, hidayetten başka bir yolu uhdesine alanlar olarak kararlaştırmıştır. Onlar, kendilerinin istinbat (çıkarım) ehli olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak onlar Allah’a yalan nispet etmişlerdir. Onlar, Allah’ın vasiyetinden ve O’na itaatten dışarı çıkmışlardır. Ulu ve Yüce Allah’ın faziletini, O’nun kendisinin koyduğu yere koymamışlardır. Böylece onlar sapmışlardır ve takipçilerini de saptırmışlardır. Onların kıyamet günü hüccetleri (delilleri) olmayacaktır. Hüccet, Allah’ın sözüne esasen yalnız İbrahim ailesi içerisindedir. “Biz İbrahim’in nesline de Kitap ve hikmet bahşetmiş ve onlara büyük bir saltanat vermiştik.” Dolayısıyla kıyamet gerçekleşene dek hüccet, peygamberler ve peygamberlerin hanedanından olan ehli (ailesidir). Çünkü Allah’ın kitabı bu hususta konuşmaktadır. Allah’ın vasiyeti bunun esasında evlerden (vahiy evleri) olan nesilde cereyan etmiştir. O evler ki Allah onları insanlara (karşı) yüceltmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “(Bu nur), Allah’ın, imar edilip yüceltilmesine ve içinde kendi adının zikredilmesine izin verdiği evlerdedir.” O, peygamberler, elçiler, hikmet sahipleri ve hidayet İmamlarının evleridir. Bu öyle bir iman desteğinin beyanıdır ki sizden önce kurtulanlar onun vasıtasıyla kurtulmuşlardır. Ulu ve Yüce Allah kendi kitabında şöyle buyurmuştur: “Biz ona İshak’ı ve Yakup’u da hediye ettik: Hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayet ettik). Hepsi de salih kullarımızdandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da (üstün kıldık). Onları seçtik ve doğru yola ilettik. İşte bu, Allah’ın doğru yoludur. Kullarından dilediğini o doğru yola iletir. Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, yerlerine, onu inkâr etmeyen bir topluluk getiririz.” Böyle ki Allah, babalar, kardeşler ve nesilden olan Ehl-i Beyt’inden olan fazileti havale etmiştir. Bu da Ulu ve Yüce Allah’ın kendi kitabında buyurduğu şu kelamıdır: “Eğer onu inkâr ederlerse”- senin ümmetin- “biz artık onları havale ettik” - Ehl-i Beyt’ine sana gönderdiğim imanı. Nitekim onlar onu hiçbir zaman inkâr etmezler ve sana gönderdiğim imanı telef etmezler. Ben senin Ehl-i Beyt’ini ümmetine bir bayrak (nişane), senden sonra veli, içinde ne yalan ne günah ne ağır yük (veya günah), ne rahatsızlık ne de riyakarlık olmayan ilminin istinbat’ının (ilimdeki çıkarımının) ehli ettim. Bu, bu ümmetin peygamberinden sonra emrinden Allah’ın belirlediğinin beyanıdır. Hakikaten de Ulu ve Yüce Allah, peygamberinin Ehl-i Beyt’ini pak etmiş, peygamberliğin ücretini, onlara sevgi karar kılmış, velayeti onlar için icra etmiştir. Allah onları, ondan sonra ümmeti içerisinde velileri (evleviyet/öncelik ve velayet sahipleri), sevimlileri kılmıştır. Öyleyse ey insanlar! Siz de dediğimle alakalı olarak ibret alın, Ulu ve Yüce Allah’ın velayetini, itaatini, sevgisini, ilminin istinbatını (çıkarımını) ve hüccetini nereye koyduğunu düşünün! Yalnız onu öğrenin (tanıyın). Ondan tutunun ki kurtuluşa eresiniz ve kıyamet günü onun vasıtasıyla sizin için bir hüccet ve kurtuluş olsun. Çünkü onlar sizinle Rabb’iniz arasında bir alakadır. Ulu ve Yüce Allah’a velayet yalnız onlar vasıtasıyla ulaşır. Bundan dolayı da kim böyle yaparsa, Ulu ve Yüce Allah’ın boynuna, onu hürmetli kılması, azap etmemesi hakkı düşer ve her kim Allah’a (doğru) onun emretmediği yolla giderse, Allah’ın üzerine onu zelil etmesi ve ona azap etmesi hak olur.”
RAVZATU’L KÂFÎ, S. 117-125, H. 92
Taha Suresi 115. Ayet
Maide Suresi 27. Ayet
Müminun Suresi 23. Ayet
Nisa Suresi 164. Ayet
Şuara Suresi 105. Ayet
Şuara Suresi 122. Ayet
Şuara Suresi 123 ve 124. Ayetler
Bakara Suresi 132. Ayet
Enam Suresi 84. Ayet
Hud Suresi 89. Ayet
Ankebut Suresi 26. Ayet
Saffat Suresi 99. Ayet
Ankebut Suresi 16. Ayet
Müminun Suresi 44. Ayet
Kehf Suresi 60. Ayet kastedilmiştir. “Hani Musa genç arkadaşına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar ya da uzun bir süre geçinceye kadar yol almaya devam edeceğim.”
Araf Suresi 107. Ayet
Saf Suresi 6. Ayet
Hud Suresi 89. Ayet
Ankebut Suresi 26. Ayet
Saffat Suresi 99. Ayet
Ankebut Suresi 16. Ayet
Müminun Suresi 44. Ayet
Kehf Suresi 60. Ayet kastedilmiştir. “Hani Musa genç arkadaşına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar ya da uzun bir süre geçinceye kadar yol almaya devam edeceğim.”
Araf Suresi 107. Ayet
Saf Suresi 6. Ayet
Al-i İmran Suresi 33-34. Ayetler
Nisa Suresi 54. Ayet
Arapça;” Âlûn” olarak kullanılan bu ifade çok önemlidir. Nitekim “Âlu’r-Racul” dendiğinde o kimsenin ailesi ve yardımcıları anlaşılmaktadır.
Nur Suresi 36. Ayet
Enam Suresi 84-89. Ayetler
Enam Suresi 89. Ayet

O HEPİMİZİN BABASI; HZ. İBRAHİM (AS)
SEVGİLİ İBRAHİM (AS) BABAMA;
Esselamu aleykum ve Rahmetullahu ve Berakatuhü
Öncelikle sana gönlümün derinliklerinden yoğun sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Sana hayranım babacığım. Çünkü sen babaların babası olmaya layık, örnek bir insansın. Seni anladıkça bu kararımın daha da isabetli olduğunu görüyorum.
Ey babacığım! Acaba bende senin gibi olabilir miyim endişesini taşıyorum. Çünkü sen Halil, sen ahlakça, imanca, insanca olmanın işaretisin.
Sana benzemek istiyorum. Ama senin gibi imtihanları başarıyla geçebilecek miyim endişesini yaşıyorum.
Baba, biz çok zayıfladık. Gönlümüz çok fakir, basit arzularla, azıcık dünya malıyla, kolay bedellerle fıtratımızdan uzaklaştık. İmanımız basit ve kolay, her an kaybetme olasılığı var. İrademiz donuk, gözlerimiz görmez, kulaklarımız duymaz, kalbimiz anlamaz olmuş. Egolarımız tatmin oldukça mutlu olmuşuz. Mutluluğun, huzurun, hayrın ve güzelliğin manası değişmiş. Biriktirilen salih ameller olacağına, mallar olmuş. İnsanlar insanlıktan çıkmış. Şefkati köpeklerden, merhameti zalimlerden, sevgiyi kötü kadınlardan, ilgiyi gayri Müslümanlardan ister olmuşuz.
Sen misafirsiz yemek yemezken, biz yemeğimizi misafirden gizler olmuşuz. Sen evlat hasreti çekerken, şimdiki anne – babalarımız çocuğunu sokaklara atmış. Senin hanımın Hacer bile imtihanda yerini alırken, bizim hanımlarımız çeşitli mazeretlerle sorumluluklardan kaçmış, imtihanları dışarıdan seyreder olmuş. Senin çocuğun İsmail’ini kurban edeceğin vakit “korkma baba, beni kurban et” derken, bırak çocuklarımızı, kendimiz bile bunu söylemeye cesaret edemez olmuşuz.
Allah için değil kurban olmak, ateşe atılmak, kendi organlarımızı kesmek, çölde kurda kuşa yem olmak, emeğimizi, zamanımızı, paramızı korur olmuşuz. Emek, gönül ve ömür vermeden kolayca Müslüman olmuşuz. Boş yürek, hoş yaşam ile İslam üzerinde olduğumuzu düşünmüşüz. İşte namazsız Müslüman, güvensiz hacı, merhametsiz amir, bencil alim, cahil abid, amelsiz hafız, kavmiyetçi hoca çoğalmış aramızda. Din parça parça olmuş. Her biri bir parçayı tutar olmuş. Yani buçuklu Müslüman olmuş.
Oysa ki sen haniftin, saftın, temizdin. Sende hiçbir şirk, fitne ve ilkesizlik yoktu. Su senin yanında bulanık kalırdı. Melekler senin yanında mahcup olurdu. Tüm aleme ispatlamıştın, Hanif bir baba olduğunu.
Biz ise babacığım, kendimizi bile ikna edemedik. Vicdanlarımız rahat değil. Yüreğimizde fırtına, gönlümüzde bulanıklık, gözlerimizden, dillerimizden, ellerimizden haram kokuları geliyor.
Evet, yalan söylememek için çalıştık, fakat hakkı da haykırmadık, Gözlerimizi haramdan kaçırmaya çalıştık, fakat helal yolda da yormadık. Yüreğimizde başka başka sevgiler, nefretler, medetler, güvenler, düşünceler var. Ama senin bildiğin sevgiler, korkular, medetler değil. Yanlış yolda sevgiyi, korkuyu, güveni arar durur olduk.
Babacığım, anlayacağın sana layık evlat olamadık. Belki de evlatlığına kabul etmeyeceksin bizleri. Belki de yerinde rahat uyumuyorsundur, yaptıklarımızdan dolayı. Belki de mesajlar vermeye çalışıyorsun yerinden. Baba, biz önümüzdeki ayetlerden, mesajlardan anlamaz olduk, seni duyar mıyız. Gözler bugün önünde olanı görmüyor, geçmişte yaşananları anlayabilir mi?
Sevgili babacığım; sen o kadar değişik imtihanlara girdin ki. Bir yandan ezilenlerle, bir yandan ezenlerle ilgilendin. Çevren müşrik idi. Sana ilkelerinden vazgeçmen için çok şiddetli eziyetler ettiler. Bazen tek kaldın, bazen toplum içinde. Her çeşit insan ve şartlarla muhatap oldun. Ama asla Hanif, muvahhid olmaktan vazgeçmedin. Yalnızca Allah’a tabi oldun, hep O’nu öncellerdin. Yalnızca Allah’tan etkilendin. O’ndan başka kimselerden etkilenmedin. İnsanların davranışları ve ne dedikleri seni yönlendirmedi. Bilakis onları sen yönlendirdin.
Baba, ben maalesef başkalarını etkileyen değil, etkilenen oldum. Kimi görsem, hangi şartlara kalsam değiştim. Onlara benzedim, benzemeye çalıştım. Oysa sen şartları ve insanları ilahi davete göre değiştirmeye çalıştın. Çünkü ilkelerinde ve inancında ısrarlı ve kararlı idin. Bu yüzden hep isabetli davrandın ve imtihanları kazandın.
Hani Rabb’imiz “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, bunu senin içinde benim içinde demişti. Her inanan Allah’a tabi olan bir halifeydi. İşte babacığım unuttum, ki Rabb’imiz bunu hepimiz için dediğini. Ve ben halife olmayı unuttum. Bu yüzden insanlara örnek olacağıma, ben onların yaptıklarını örnek aldım.
Dedikleri beni kuşattı. Bu yanlış değerler her yanımı sardı. Ama anladım boynumdaki zincirleri. Her önüme gelenin boynuma taktığı prangaları. Çünkü babacığım bu prangalar altında ezildim, büzüldüm. Artık ben, ben olmaktan çıktım. Ben benden başka, her şey oldum. Ben artık her şey olup ezilmekten bıktım. Her şey olmak istemiyorum. Bir şey olmak itiyorum. Ben!……Ben! Senin sen olduğun gibi, Hanif, bende ben olmak istiyorum. Saf, yalnızca ben. Benden başka bir katışık olmasın. Yalnızca ben.
Babacığım sen, sen olabildin. Demek ki bende senin gibi yapsam başarabilirim. Bende kendim olabilirim.
Baba, hem üzgünüz, hem de şaşkın. Anlayacağın bu senin yapacağın iş değil. Sen kendin, Hanif bir baba olarak üzerine düşeni yaptın. Öyle ki bizim için dua ettiğini de hatırlıyorum. Rabb’in sana ‘Seni insanlara imam edeceğim’ dedi. Sende “Soyumdan da” demiştin. Anlayacağın biz İmam’a uyan ahali bile olamadık. Sen kendi adına yapman gerekenleri yaptın. Ama biz kendi adımıza yapmamız gerekenleri yapmadık.
Babacığım; ben böyle iken beni sevmeyeceğini de biliyorum. Buna dayanamam. Sen bile beni sevemezken, seni ve beni yaratan Allah, nasıl beni sevsin. Baba, çok tedirgin ve üzgünüm. Bu mektubu da içimdeki acıyı anlatmak için yazıyorum. Bu acı dinmeden, içimdeki bu fırtına bitmeden, senin yanına da gelmek istemiyorum.
Sen öyle içtendin ki sana Rabb’im “Halil” demişti. Çünkü senin teslimiyetinden emin olmuştu Rabbim. Bende bu kirlenmiş, aradığını bulamamış bir yavrun olarak o günlere dönmek istiyorum. Anladım ki o yoldan başka doğru yol yok. Belki diyeceksin ki ‘yavrum illede doğru yolu bulmak için hataları denemek mi gerekir?’’
Babacığım; geçmişe bakmadım. Ama geçmişi düşünseydim bulacaktım doğru ve yanlışı. Bunun örnekleri de vardı. Örneğin Nemrut ve yoldaşları.
Fakat yalnışı tekerrür ettim. Bu da benim için zaman kaybından başka bir şey olmadı. Fakat seni düşündüm, senin Allah’ı zikredişini, teslimiyetini, olaylara bakış açını ve mırıldanışlarında Rabb’imizin rahmetinin geniş olduğunu ve tevbeye her zaman açık olduğunu.
İşte babacığım, artık ümitliyim, kararlıyım. Çünkü Rabb’im Rahman ve Tevvab. Gaffar ve Afüvv. Bu senin vesilenle oldu. Sana minnettarım babacığım.
Hayatın ışığım olacak. İlkelerin ilkem olacak, amacın, amacım olacak, söz veriyorum. Sevgin sevgim, nefretin nefretim, dostun dostum, endişen endişem olacak. İmtihanın imtihanım olacak. Senin izlerini takip edeceğim.
Geçmişi bugün gibi hatırlıyorum. Hatıralar canlanıyor gözlerimde. Evimizi hatırlıyorum. Sen ve büyüğüm İsmail arınmak için Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyordunuz.
Bakara süresi / 128 “Rabb’imiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster. Tevbemizi kabul et, zira tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin sen….”
Bende temizleneceğim, arınacağım. Sen benim babamsın. Bende senin evladın. Evlat babasını takip etmeyecekte, kimi takip edecek.
Biliyorum baba ve inanıyorum. Çünkü benim önümde senin gibi bir baba varken inşallah bende çocuklarıma, Rabb’ine tabi bir baba olurum. Onlarda beni inşallah güzel ve hayırla hatırlarlar.
Babacığım sen, annem ve kardeşlerim tekrar bir araya gelsek, birleşsek ne güzel olurdu. Tüm hasretlerimiz, tüm özlemlerimiz biterdi. Elbette baba yavrularının ayağına değil, yavruları babalarının ayağına gider. Geleceğim baba, tekrar büyük bir aile olacağız. Tüm diğer insanlar bu aileye gıpta ile bakacaklar. Ve bu aile hem dünyada, hem de ahirette hep söylenen bir aile olacak. Çocuklarını bekle babacığım.
İçimdeki bu özleme, bu hasrete, bu ayrılığa daha çok dayanamayacağım. Senin de endişeli ve hasretle dolu olduğunu biliyorum. Artık endişelenme babacığım. Senin istediğin gibi bir evlat olacağım ve bu hasret, bu ayrılık bitecek. Artık sana geliyorum. Bana kapını açık tut. Baba, senin beni Allah’a emanet ettiğin gibi, bende seni Allah’a emanet ediyorum
Ellerinden öpüyor, saygılarımı sunuyorum.
Evladın Hanif Aday
Esselamu aleykum ve Rahmetullahu ve Berakatuhü
Öncelikle sana gönlümün derinliklerinden yoğun sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Sana hayranım babacığım. Çünkü sen babaların babası olmaya layık, örnek bir insansın. Seni anladıkça bu kararımın daha da isabetli olduğunu görüyorum.
Ey babacığım! Acaba bende senin gibi olabilir miyim endişesini taşıyorum. Çünkü sen Halil, sen ahlakça, imanca, insanca olmanın işaretisin.
Sana benzemek istiyorum. Ama senin gibi imtihanları başarıyla geçebilecek miyim endişesini yaşıyorum.
Baba, biz çok zayıfladık. Gönlümüz çok fakir, basit arzularla, azıcık dünya malıyla, kolay bedellerle fıtratımızdan uzaklaştık. İmanımız basit ve kolay, her an kaybetme olasılığı var. İrademiz donuk, gözlerimiz görmez, kulaklarımız duymaz, kalbimiz anlamaz olmuş. Egolarımız tatmin oldukça mutlu olmuşuz. Mutluluğun, huzurun, hayrın ve güzelliğin manası değişmiş. Biriktirilen salih ameller olacağına, mallar olmuş. İnsanlar insanlıktan çıkmış. Şefkati köpeklerden, merhameti zalimlerden, sevgiyi kötü kadınlardan, ilgiyi gayri Müslümanlardan ister olmuşuz.
Sen misafirsiz yemek yemezken, biz yemeğimizi misafirden gizler olmuşuz. Sen evlat hasreti çekerken, şimdiki anne – babalarımız çocuğunu sokaklara atmış. Senin hanımın Hacer bile imtihanda yerini alırken, bizim hanımlarımız çeşitli mazeretlerle sorumluluklardan kaçmış, imtihanları dışarıdan seyreder olmuş. Senin çocuğun İsmail’ini kurban edeceğin vakit “korkma baba, beni kurban et” derken, bırak çocuklarımızı, kendimiz bile bunu söylemeye cesaret edemez olmuşuz.
Allah için değil kurban olmak, ateşe atılmak, kendi organlarımızı kesmek, çölde kurda kuşa yem olmak, emeğimizi, zamanımızı, paramızı korur olmuşuz. Emek, gönül ve ömür vermeden kolayca Müslüman olmuşuz. Boş yürek, hoş yaşam ile İslam üzerinde olduğumuzu düşünmüşüz. İşte namazsız Müslüman, güvensiz hacı, merhametsiz amir, bencil alim, cahil abid, amelsiz hafız, kavmiyetçi hoca çoğalmış aramızda. Din parça parça olmuş. Her biri bir parçayı tutar olmuş. Yani buçuklu Müslüman olmuş.
Oysa ki sen haniftin, saftın, temizdin. Sende hiçbir şirk, fitne ve ilkesizlik yoktu. Su senin yanında bulanık kalırdı. Melekler senin yanında mahcup olurdu. Tüm aleme ispatlamıştın, Hanif bir baba olduğunu.
Biz ise babacığım, kendimizi bile ikna edemedik. Vicdanlarımız rahat değil. Yüreğimizde fırtına, gönlümüzde bulanıklık, gözlerimizden, dillerimizden, ellerimizden haram kokuları geliyor.
Evet, yalan söylememek için çalıştık, fakat hakkı da haykırmadık, Gözlerimizi haramdan kaçırmaya çalıştık, fakat helal yolda da yormadık. Yüreğimizde başka başka sevgiler, nefretler, medetler, güvenler, düşünceler var. Ama senin bildiğin sevgiler, korkular, medetler değil. Yanlış yolda sevgiyi, korkuyu, güveni arar durur olduk.
Babacığım, anlayacağın sana layık evlat olamadık. Belki de evlatlığına kabul etmeyeceksin bizleri. Belki de yerinde rahat uyumuyorsundur, yaptıklarımızdan dolayı. Belki de mesajlar vermeye çalışıyorsun yerinden. Baba, biz önümüzdeki ayetlerden, mesajlardan anlamaz olduk, seni duyar mıyız. Gözler bugün önünde olanı görmüyor, geçmişte yaşananları anlayabilir mi?
Sevgili babacığım; sen o kadar değişik imtihanlara girdin ki. Bir yandan ezilenlerle, bir yandan ezenlerle ilgilendin. Çevren müşrik idi. Sana ilkelerinden vazgeçmen için çok şiddetli eziyetler ettiler. Bazen tek kaldın, bazen toplum içinde. Her çeşit insan ve şartlarla muhatap oldun. Ama asla Hanif, muvahhid olmaktan vazgeçmedin. Yalnızca Allah’a tabi oldun, hep O’nu öncellerdin. Yalnızca Allah’tan etkilendin. O’ndan başka kimselerden etkilenmedin. İnsanların davranışları ve ne dedikleri seni yönlendirmedi. Bilakis onları sen yönlendirdin.
Baba, ben maalesef başkalarını etkileyen değil, etkilenen oldum. Kimi görsem, hangi şartlara kalsam değiştim. Onlara benzedim, benzemeye çalıştım. Oysa sen şartları ve insanları ilahi davete göre değiştirmeye çalıştın. Çünkü ilkelerinde ve inancında ısrarlı ve kararlı idin. Bu yüzden hep isabetli davrandın ve imtihanları kazandın.
Hani Rabb’imiz “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, bunu senin içinde benim içinde demişti. Her inanan Allah’a tabi olan bir halifeydi. İşte babacığım unuttum, ki Rabb’imiz bunu hepimiz için dediğini. Ve ben halife olmayı unuttum. Bu yüzden insanlara örnek olacağıma, ben onların yaptıklarını örnek aldım.
Dedikleri beni kuşattı. Bu yanlış değerler her yanımı sardı. Ama anladım boynumdaki zincirleri. Her önüme gelenin boynuma taktığı prangaları. Çünkü babacığım bu prangalar altında ezildim, büzüldüm. Artık ben, ben olmaktan çıktım. Ben benden başka, her şey oldum. Ben artık her şey olup ezilmekten bıktım. Her şey olmak istemiyorum. Bir şey olmak itiyorum. Ben!……Ben! Senin sen olduğun gibi, Hanif, bende ben olmak istiyorum. Saf, yalnızca ben. Benden başka bir katışık olmasın. Yalnızca ben.
Babacığım sen, sen olabildin. Demek ki bende senin gibi yapsam başarabilirim. Bende kendim olabilirim.
Baba, hem üzgünüz, hem de şaşkın. Anlayacağın bu senin yapacağın iş değil. Sen kendin, Hanif bir baba olarak üzerine düşeni yaptın. Öyle ki bizim için dua ettiğini de hatırlıyorum. Rabb’in sana ‘Seni insanlara imam edeceğim’ dedi. Sende “Soyumdan da” demiştin. Anlayacağın biz İmam’a uyan ahali bile olamadık. Sen kendi adına yapman gerekenleri yaptın. Ama biz kendi adımıza yapmamız gerekenleri yapmadık.
Babacığım; ben böyle iken beni sevmeyeceğini de biliyorum. Buna dayanamam. Sen bile beni sevemezken, seni ve beni yaratan Allah, nasıl beni sevsin. Baba, çok tedirgin ve üzgünüm. Bu mektubu da içimdeki acıyı anlatmak için yazıyorum. Bu acı dinmeden, içimdeki bu fırtına bitmeden, senin yanına da gelmek istemiyorum.
Sen öyle içtendin ki sana Rabb’im “Halil” demişti. Çünkü senin teslimiyetinden emin olmuştu Rabbim. Bende bu kirlenmiş, aradığını bulamamış bir yavrun olarak o günlere dönmek istiyorum. Anladım ki o yoldan başka doğru yol yok. Belki diyeceksin ki ‘yavrum illede doğru yolu bulmak için hataları denemek mi gerekir?’’
Babacığım; geçmişe bakmadım. Ama geçmişi düşünseydim bulacaktım doğru ve yanlışı. Bunun örnekleri de vardı. Örneğin Nemrut ve yoldaşları.
Fakat yalnışı tekerrür ettim. Bu da benim için zaman kaybından başka bir şey olmadı. Fakat seni düşündüm, senin Allah’ı zikredişini, teslimiyetini, olaylara bakış açını ve mırıldanışlarında Rabb’imizin rahmetinin geniş olduğunu ve tevbeye her zaman açık olduğunu.
İşte babacığım, artık ümitliyim, kararlıyım. Çünkü Rabb’im Rahman ve Tevvab. Gaffar ve Afüvv. Bu senin vesilenle oldu. Sana minnettarım babacığım.
Hayatın ışığım olacak. İlkelerin ilkem olacak, amacın, amacım olacak, söz veriyorum. Sevgin sevgim, nefretin nefretim, dostun dostum, endişen endişem olacak. İmtihanın imtihanım olacak. Senin izlerini takip edeceğim.
Geçmişi bugün gibi hatırlıyorum. Hatıralar canlanıyor gözlerimde. Evimizi hatırlıyorum. Sen ve büyüğüm İsmail arınmak için Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyordunuz.
Bakara süresi / 128 “Rabb’imiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster. Tevbemizi kabul et, zira tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin sen….”
Bende temizleneceğim, arınacağım. Sen benim babamsın. Bende senin evladın. Evlat babasını takip etmeyecekte, kimi takip edecek.
Biliyorum baba ve inanıyorum. Çünkü benim önümde senin gibi bir baba varken inşallah bende çocuklarıma, Rabb’ine tabi bir baba olurum. Onlarda beni inşallah güzel ve hayırla hatırlarlar.
Babacığım sen, annem ve kardeşlerim tekrar bir araya gelsek, birleşsek ne güzel olurdu. Tüm hasretlerimiz, tüm özlemlerimiz biterdi. Elbette baba yavrularının ayağına değil, yavruları babalarının ayağına gider. Geleceğim baba, tekrar büyük bir aile olacağız. Tüm diğer insanlar bu aileye gıpta ile bakacaklar. Ve bu aile hem dünyada, hem de ahirette hep söylenen bir aile olacak. Çocuklarını bekle babacığım.
İçimdeki bu özleme, bu hasrete, bu ayrılığa daha çok dayanamayacağım. Senin de endişeli ve hasretle dolu olduğunu biliyorum. Artık endişelenme babacığım. Senin istediğin gibi bir evlat olacağım ve bu hasret, bu ayrılık bitecek. Artık sana geliyorum. Bana kapını açık tut. Baba, senin beni Allah’a emanet ettiğin gibi, bende seni Allah’a emanet ediyorum
Ellerinden öpüyor, saygılarımı sunuyorum.
Evladın Hanif Aday

HUD PEYGAMBERİM SELAM SANA!
HUD PEYGAMBER(AS) VE AD KAVMİ
Arabistan’ın en eski ve en tanınmış kavimlerindendir. Nuh(as)’ın oğlu Sam’ın torunlarından Ad’ın neslindendir. Bu kavme dedelerine nispet edilerek Âd kavmi denilmiştir.
Âd, Araplarca öylesine bilinen bir kelimedir ki, her kadim ve eski şeyler için ‘âdi’ kelimesi kullanılıyor. Tarihi harabeler ve eserler ‘Âdiyyat’ olarak tanımlanıyor. Sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için boş bırakılmış toprağa Âdiyy-ül-Ard’ denilir. Antropologlar, Arabistan’da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd kavmi olduğunu belirtirler.
Kur’an-ı Kerim’e göre Âd kavminin oturduğu yerin adı Ahkaf’tı ki Hicaz ile Yemen ve Yemâme arasında Hadramevt denilen bir bölgedir.(Ahkaf; dağ kadar olmayan kum tepeleri, kum yığınları demektir.)Âd Kavmi buradan çıkarak Yemen’in batı kıyılarından Irak’a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı. Burası göz kamaştıran güzellikteki bağ ve bahçelerle doluydu. Ondan dolayı ‘İrem Bağları’ tabiri meşhur olmuştur. Bu kavmin adı sanı tarihten silinmiştir.
AD KAVMİNİN YAŞADIĞI BÖLGENİN BUGÜNKÜ DURUMU
El-Ahkaf’ın bugünkü durumunu gören bir kişi burada kuvvetli, kudretli, medeni ve görkemli bir milletin yaşadığına inanmaz. Yemyeşil olan İrem diye ünlenen bu belde bir çöle dönüşmüştür. Burası upuzun bir çöldür ki kimse içine girmeye bile cesaret edemez. Hadramut’un kuzey yaylasından bakıldığında esas çölün 1000m aşağıda olduğu görülür. Buranın kumu son derece ince olup şeker gibidir. Orada bulunan beyaz dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap olur. Hem Arap tarihçilerinin hem de çağımız tarihçi ve araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan âdeta silinmiştir ve hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap tarihçileri bu kavmi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadırlar.
ÂD KAVMİNE VERİLEN(NİMET)LER
1-Hz. Nuh (as)’ın ümmetinin yok oluşundan sonra dünyada şan ve şöhret, refah ve saadet kazanan millet Âd kavmiydi. Bu kavme yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmişti.
“ …Nuh kavminden sonra sizi hâkimler yaptığını ve sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını ve Allah’ın size olan nimetlerini düşünün.”(Araf:69)
2-Âd kavminin fertleri vücutça hayli iri yarı ve kuvvetliydi.
“…Sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını (düşünün)… ” (Araf:69)
3-Kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Onlar zamanın süper gücüydü.
“ Ki beldeler arasında onun benzeri yaratılmamıştı.”(Fecr:8)
4-Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz kamaştırıcıydı. Yüksek ve kalın mermer sütunlar üzerinde yükselmiş binalar yapmak en belirgin özelliklerinden biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.
“Görmedin mi, Rabbin Âd’a ne yaptı? O sütunlarla dolu İrem’e.”(Fecr:6-7)
AD KAVMİNİN DURUMU
Maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti şımarttı. Büyüklendikçe büyüklendiler. “Büyük kim” bilemediler.
“…Ad Kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamışlar; Bizden daha kuvvetli kim var? Dediler. Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmüyorlar, ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet;15)
Siyasi nizam ve iktidarı son derece zalim kişilerin elindeydi.
“ …Her bir inatçı zorbanın emrine uydular…”(Hud;59)
Zorlayan=cebbar: İnsanlara iradesi önünde boyun eğdiren ve onları istediği gibi davranmaya zorlayan lider anlamındadır. İnatçı=(anid):Hakkı kabul etmeyen, aşırı derecede inatçı kişi demektir.
Bu iki ifade Ad kavminin durumunun özetidir. Bu durum, Allah’ın ayetlerini yalanlamak, peygamberlere karşı gelmek ve inatçı diktatörlere uymaktır.
Eğer başımızda zalim yöneticiler varsa bu bizim iç dünyamızda bulunan küçücük zülüm parçalarından dolayıdır. İktidar bu küçücük zülüm parçalarını şekillendiren kişilerin eline verilmişti. Onlara karşı seslerini çıkaramadıkları için bu inatçı zorbaların emrine uymaya mecbur hissediyorlardı. Çünkü onlar güce ve zorbalığa tapıyorlardı. Güçlü ve kuvvetli olmaları onları gururlandırıyor, kibirlendiriyordu. Bu güç ve kuvvete güvenerek diğer insanları küçük görüyor, onlarla alay ediyor, mallarına ve canlarına tecavüz ediyorlardı. İnsanları sömürdükçe sömürüyorlardı. Ad Kavminin haksızlıkları şiddetlendikçe şiddetlendi. İnsanlar Ad Kavminin zulmünden yıllar yılı inledi.
Günümüzde de öyle değil mi? Para, güç, kuvvet, şan-şöhret kimin elindeyse diğer insanları kendi istediği gibi düşünmeye, giyinme düşünmeye, giyinmeye, yaşamaya, yönetmeye çalışırlar. Bu yanlış fikirleri değişik metotlarla kafalara kazıyarak insanların tercihlerini, beğenilerini, hayat görüşlerini oluşturarak büyük vurgunlar vurmaktalar. İnsanları sömürdükçe sömürmektedirler.
“Artistler, futbolcular ve şarkıcılara insanın gözlerinin hayretten açılmasına neden olacak kadar astronomik ücretler ödenir. Bu kişiler filmlerle, reklam, maç gibi vasıtalarla insanlara öylesine övülür ki; bunların fiziğine, sesine, oyun gücüne hayran kalan geniş halk kitleleri, onların giyindiği gibi giyinmeye, yediğini yemeye, kullandığını kullanmaya koşmaktadır. Bundan kimler yararlanmaktadır? Tabi ki bu tezgâhı ayarlayan, büyük çoğunluğunu Yahudi sermayedarların oluşturduğu moda simsarları, parfümeri, krem, koku, şampuan imalatçıları vurgunu vurmaktadırlar.”(Yaşadığımız günler /Rasim Özdenören)
Ad kavminin dini durumlarına gelince, Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu, ancak Allah’a ortak koşuyordu. Onlar sadece Allah’a kulluk etmekten hoşlanmıyorlardı. Hayatlarına müdahale eden bir Rabb istemiyorlardı. Taptıkları putlar varlıklarını sürdürebilecek bir kuvvete sahip olmamalarına rağmen babalarını taklit ediyorlardı. Bu görüş ve onların düşünce hürriyetlerini ortadan kaldıran bir kölelik ruhu da Hûd kavmine hâkim olmuştu.
“Onlar; Yalnız Allah’a ibadet edip, babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?(dediler)”(Araf;70)
HZ.HUD (AS)’UN ÂD KAVMİNE PEYGAMBER OLARAK GÖNDERİLİŞİ
Büyük bir bolluk içinde yaşayan, lüks ve israfın had safhada olduğu bu kavim şımarmış, azmış, tevhid dinini terk ederek putperest olmuşlardı. Nuh kavminin bu yüzden mahvolduğu akıllarına bile gelmiyordu.
Azgınlıkları iyice artınca Allah, onlara soyca kardeşleri ve kendi içlerinden olan Hz Hud’u (as)peygamber olarak gönderdi.
“Âd kavmine de kardeşleri Hud’u (gönderdik)…(Araf: 65)”
“Bunun üzerine onlar arasından kendilerine; Allah’a kulluk edin. Çünkü sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Hâlâ Allah’tan korkmaz mısınız (diyen) bir resul (Hud’u)gönderdik.” (Mü’minun:32)
HZ.HUD (AS)’UN DAVETİ
Hz. Hud (as) öncelikle onları şirkten, puta tapmaktan vazgeçip tevhide, sadece Allah’a ibadet etmeye çağırıyor. Allah’a karşı gelmemeleri konusunda onları uyarıyor.
”… O,(kavmine)dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok.(Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?(Araf;65))”
Hz. Hud(as) sonra peygamber olarak gönderilişini, Allah’ın onlara vermiş olduğu nimetlerin, Allah’a imanı ve şükrü gerektirdiğini hatırlatıyor. Hatırlayın ki dünya ve ahirette kurtuluşunuz olsun diyor.
“Sizi uyarmak için içinizden bir kişi vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi Nuh kavminden sonra (onların yerine )hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.(Araf 69)”
ZİKİR: Bir şeyin dilde veya kalpte hazır olması o şeyin söz ile veya kalpte hatırlanmasıdır
NİMET: Her türlü iyi hal(durum) ,insana her türlü faydanın sağlanması, her türlü zararın ondan giderilmesidir. Nimet kelimesinin içinde, iyilik, mutluluk, ihsan, bağış, hayırlı mal ve servet, her türlü güzel durum manaları da bulunmaktadır.
Hz. Hud(as) daha sonra kavmine akıllarını kullanmalarını, istiyor. Ad kavminin akılları dumura uğramıştı. Çünkü din konusunda akıllarını kullanmazlardı. Âd kavmi dünya hususunda zeki, ahiret hususunda ahmak kimselerdi. Allah’a kulluk etmeleri karşılığında, Allah’ın kendilerine vereceği sonsuz güzellikteki nimetlerin yanında dünyada sahip olduklarının çok sönük kalacağını düşünmezlerdi. Putlara tapar, bu tapışın hiçbir şey ifade etmediğini düşünmezlerdi. Onlar gücü ve kuvvete taparlardı. Başlarına yönetici yaptıkları zorbaların emrine uyar, akıllarını onlara ipotek ederlerdi.
“(Hud şöyle dedi)Ey kavmim! Ben ( Allah’ın emirlerini tebliğ etmeme karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?
YARATMA İKİ TÜRLÜDÜR.
1-FITR: Yoktan var eden demektir.
2-HALK: Parçadan, bir araya getirmek yolu ile maddeden şekil meydana getirmek anlamına gelir.
Allah’tan bağışlanma dilemelerini ve tevbe etmelerini(tebliğ ediyor) veya istiyor.
“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin. Sonra da tevbe edin .(O’n dönün) ki üzerinize yağmuru bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkârlar olarak Allah’tan yüz çevirmeyin.”(Hud;51-52)
Fakat Âd kavmi üzerlerindeki Allah’ın nimetlerine karşı gereken şükrü yerine getirmediler. Şehvetlerine dalıp, olabildiğince büyüklük tasladılar. Yüksek yüksek binalar, ihtişamlı köşkler bina ediyorlardı. Allah’ın nimetlerine karşılık nankörlük, şımarıklık ve zorbalık yapıyorlardı.
” Siz her tepeye bir köşk bina eder eğlenir misiniz? Dünyada ebedi kalacakmışsınız gibi bir takım saraylar ve havuzlar( yahut kaleler )mi ediniyorsunuz?
Tutup yakaladığınız vakit zorbalar gibi mi yakalarsınız? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Size, bildiğiniz şeylerle (nimetlerle) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah’tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”(Şuara 128-135)
Eğer siz şükreder ve iman ederseniz Allah size niye azap etsin ki? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir. (Nisa Suresi-147)
AD KAVMİNİN HZ.HUD (AS)’A ATTIKLARI İFTİRALAR
Hz. Hûd(as)’n bu davetine karşılık Onu beyinsizlikle ve yalancılıkla suçladılar. Bakın neler söylediler:
“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki; Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten Sen’i yalancılardan sanıyoruz.”(Araf 66)
“Dediler ki; Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz.”(Hud 53)
“Biz, Sen’i ilahlarımızdan biri fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz.”(Hud 54)
Hz. Hud’un size vadettiği ölümden sonra diriliş çok uzak. Dünya hayatından başka gerçek yoktur. Ölürüz yaşarız bir daha diriltilecek değiliz. Bu adam sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir. Biz ona inanmayız. Dediler (Mü’minun 36-37-38)
HZ.HUD’UN KAVMİNE CEVABI
Hz. Hud da onlara: ”Ey kavmim! Bende çılgınlık ve akıl hafifliği yok; ancak ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajını iletiyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim. “dedi.(Araf 65-68)
Burada Hz. Hud (as)’ın bazı özelliklerini görüyoruz.
1.Kavminin iftira ve kötü sözlerine karşılık onlara, onların üslubu ile cevap vermemiş nazik bir dil kullanmıştır.
2.Kendisi bir peygamberdir.
3.Güvenilir bir nasihatçidir.
…Deki; Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz sadece yalan uyduruyorsunuz.(Hud 50)
Yani sizler Allah’ın dışında ilahlar edinip onlara tapıyorsunuz. Bu sizlerin uydurmasıdır.
“Ey kavmim! Bu davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yoktan var edene((fıtr) düşer. Hiç düşünmez misiniz?”(Hud 51)
“Ey kavmim! Rabbinizden af dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Suç işleyerek (davetime) sırt çevirmeyin.(Hud 52)
Hz. Hud hiçbir çıkar peşinde olmadığı halde onu suçluyorlar. O sadece kavminin iyiliğini istiyor, tek arzusu onları hakka yöneltmek. Hz. Hud, kendisini anlamalarını istiyor. Çünkü Allah’a ortak koşmak ilahi azabı gerektiren bir suçtur.
Bu suçtan af dileyin ve iman edin ki size bol yağmur indirsin, gücünüze güç katsın diyor. Bu sırada Hud kavmi kıtlık ve kuraklık çekiyordu. Neden? Bunun nedeni kendi davranışları idi. Çünkü insanları başına gelenler kendi davranışları sebebiyledir. İyi davranışlar iyilikleri ve bereketleri kötü davranışlar ise bela ve sıkıntıları getirir. Kötü davranışların devam etmesi önce yokluğu ve acıyı sonra da helâki kendi üzerine çeker. Şu ayette bunu belirtmiş.
“(O) ülkelerin halkı inanıp Allah’ın azabından korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık.”(Araf 96)
“Dediler ki; Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz. Biz, Sen’i ilahlarımızdan biri fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz”(Hud 53- 54)
Hz. Hud kavminden iki şey istemişti.1.Sadece Allah’a kulluk etmeleri, 2. Kendisine inanmalarını ve öğütlerini yerine getirmeleri
Her iki isteğini de kabul etmiyorlar. Hud artık bizimle uğraşmasın diye ilahlarımızdan bazısı seni çarpmıştır diyorlar. Hz. Hud onların ilahlarından uzak olduğunu ve ilahlarının kendisine bir kötülük yapamayacaklarını, inandıkları ilahların acizliklerini görmeleri için kavmine meydan okuyor.
“(Hud) dedi ki; Ben Allah’ı şahit tutuyorum ve siz de şahit olun ki, O’nu bırakıp ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık hep birlikte bana tuzak kurun, sonra da bana hiç mühlet vermeyin.”(Hud 54-55)
Ayette altı çizili olan hep birlikte ifadesi Hz. Hud’un hak yolda, kavminin batıl yolda olduklarını güçlü bir dille vurgulamaktadır. Hud onlardan hiçbir şekilde korkmadığını Allah’a dayanıp güvendiğini, Ona tevekkül ettiğini, kavminin ilahlarının ona hiçbir zarar veremeyeceğini şu ayette söylüyor. Çünkü her şeyin idaresi Allah’ın elindedir. Ben üzerime düşen görevi yerine getirdim.
“Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş(idaresi elinde)olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben, benimle gönderilen mesajı size ilettim. Rabbim sizin yerinize başka bir toplum getirecek ve siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim, her şey üzerinde bir koruyucu ve gözeticidir” (.(Hud 56- 57)
AD KAVMİ HELAK İSTİYOR…
Araf süresi/69. Ayet-i kerimeyi hatırlayacak olursak Nuh(as)’un kavminden sonra onların yeryüzünde halifeler oldukları kendilerine bildirilmişti ve Nuh kavminin canlı şahitleriydiler. Buna rağmen Ad kavmi Hz. Hud(as)’un ve davetinden yüz çevirdi.
Dediler ki: ”Sen bize yalnız Allah’a kulluk etmemiz atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sadıklardan isen bizi tehdit etmekte olduğun azabı getir bize. ”
-Hud dedi ki: ”Rabbinizden üzerinize bir azap, bir gazap hak oldu muhakkak. Sizin ve atalarınızın uydurduğu tanrılar hakkında benimle çekişiyor musunuz? Hâlbuki Allah onlara hiçbir delil indir -memiştir. Artık bekleyin. Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.(Araf 70-71)”
-Ne vakit ki azap emrimiz geldi, Hûd’u ve beraberindeki mü’minleri, katımızdan bir rahmet olarak selâmete erdirdik, onları ağır azaptan kurtardık(Hûd 58)
-Âd kavmine gelince; onlar da, kasıp kavrulan şiddetli bir fırtına ile helâk edildiler. Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gün sekiz gün arka arkaya musallat etti.(Eğer orada olsaydın)bu kavmin o fırtına da ölüp yıkıldığını görürdün. Sanki onlar içleri bomboş hurma kütükleri idiler. Şimdi onlardan geride kalan birini görüyor musun?(Hakka 7-8)
-Âd kavminde de ibret vardır. Hani onların üzerine o kökü kurutan rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgar ki, uğradığı her şeyi bırakmıyor, mutlaka kül gibi savuruyordu.(Zariyat 41)
Arabistan’ın en eski ve en tanınmış kavimlerindendir. Nuh(as)’ın oğlu Sam’ın torunlarından Ad’ın neslindendir. Bu kavme dedelerine nispet edilerek Âd kavmi denilmiştir.
Âd, Araplarca öylesine bilinen bir kelimedir ki, her kadim ve eski şeyler için ‘âdi’ kelimesi kullanılıyor. Tarihi harabeler ve eserler ‘Âdiyyat’ olarak tanımlanıyor. Sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için boş bırakılmış toprağa Âdiyy-ül-Ard’ denilir. Antropologlar, Arabistan’da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd kavmi olduğunu belirtirler.
Kur’an-ı Kerim’e göre Âd kavminin oturduğu yerin adı Ahkaf’tı ki Hicaz ile Yemen ve Yemâme arasında Hadramevt denilen bir bölgedir.(Ahkaf; dağ kadar olmayan kum tepeleri, kum yığınları demektir.)Âd Kavmi buradan çıkarak Yemen’in batı kıyılarından Irak’a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı. Burası göz kamaştıran güzellikteki bağ ve bahçelerle doluydu. Ondan dolayı ‘İrem Bağları’ tabiri meşhur olmuştur. Bu kavmin adı sanı tarihten silinmiştir.
AD KAVMİNİN YAŞADIĞI BÖLGENİN BUGÜNKÜ DURUMU
El-Ahkaf’ın bugünkü durumunu gören bir kişi burada kuvvetli, kudretli, medeni ve görkemli bir milletin yaşadığına inanmaz. Yemyeşil olan İrem diye ünlenen bu belde bir çöle dönüşmüştür. Burası upuzun bir çöldür ki kimse içine girmeye bile cesaret edemez. Hadramut’un kuzey yaylasından bakıldığında esas çölün 1000m aşağıda olduğu görülür. Buranın kumu son derece ince olup şeker gibidir. Orada bulunan beyaz dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap olur. Hem Arap tarihçilerinin hem de çağımız tarihçi ve araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan âdeta silinmiştir ve hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap tarihçileri bu kavmi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadırlar.
ÂD KAVMİNE VERİLEN(NİMET)LER
1-Hz. Nuh (as)’ın ümmetinin yok oluşundan sonra dünyada şan ve şöhret, refah ve saadet kazanan millet Âd kavmiydi. Bu kavme yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmişti.
“ …Nuh kavminden sonra sizi hâkimler yaptığını ve sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını ve Allah’ın size olan nimetlerini düşünün.”(Araf:69)
2-Âd kavminin fertleri vücutça hayli iri yarı ve kuvvetliydi.
“…Sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını (düşünün)… ” (Araf:69)
3-Kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Onlar zamanın süper gücüydü.
“ Ki beldeler arasında onun benzeri yaratılmamıştı.”(Fecr:8)
4-Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz kamaştırıcıydı. Yüksek ve kalın mermer sütunlar üzerinde yükselmiş binalar yapmak en belirgin özelliklerinden biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.
“Görmedin mi, Rabbin Âd’a ne yaptı? O sütunlarla dolu İrem’e.”(Fecr:6-7)
AD KAVMİNİN DURUMU
Maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti şımarttı. Büyüklendikçe büyüklendiler. “Büyük kim” bilemediler.
“…Ad Kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamışlar; Bizden daha kuvvetli kim var? Dediler. Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmüyorlar, ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet;15)
Siyasi nizam ve iktidarı son derece zalim kişilerin elindeydi.
“ …Her bir inatçı zorbanın emrine uydular…”(Hud;59)
Zorlayan=cebbar: İnsanlara iradesi önünde boyun eğdiren ve onları istediği gibi davranmaya zorlayan lider anlamındadır. İnatçı=(anid):Hakkı kabul etmeyen, aşırı derecede inatçı kişi demektir.
Bu iki ifade Ad kavminin durumunun özetidir. Bu durum, Allah’ın ayetlerini yalanlamak, peygamberlere karşı gelmek ve inatçı diktatörlere uymaktır.
Eğer başımızda zalim yöneticiler varsa bu bizim iç dünyamızda bulunan küçücük zülüm parçalarından dolayıdır. İktidar bu küçücük zülüm parçalarını şekillendiren kişilerin eline verilmişti. Onlara karşı seslerini çıkaramadıkları için bu inatçı zorbaların emrine uymaya mecbur hissediyorlardı. Çünkü onlar güce ve zorbalığa tapıyorlardı. Güçlü ve kuvvetli olmaları onları gururlandırıyor, kibirlendiriyordu. Bu güç ve kuvvete güvenerek diğer insanları küçük görüyor, onlarla alay ediyor, mallarına ve canlarına tecavüz ediyorlardı. İnsanları sömürdükçe sömürüyorlardı. Ad Kavminin haksızlıkları şiddetlendikçe şiddetlendi. İnsanlar Ad Kavminin zulmünden yıllar yılı inledi.
Günümüzde de öyle değil mi? Para, güç, kuvvet, şan-şöhret kimin elindeyse diğer insanları kendi istediği gibi düşünmeye, giyinme düşünmeye, giyinmeye, yaşamaya, yönetmeye çalışırlar. Bu yanlış fikirleri değişik metotlarla kafalara kazıyarak insanların tercihlerini, beğenilerini, hayat görüşlerini oluşturarak büyük vurgunlar vurmaktalar. İnsanları sömürdükçe sömürmektedirler.
“Artistler, futbolcular ve şarkıcılara insanın gözlerinin hayretten açılmasına neden olacak kadar astronomik ücretler ödenir. Bu kişiler filmlerle, reklam, maç gibi vasıtalarla insanlara öylesine övülür ki; bunların fiziğine, sesine, oyun gücüne hayran kalan geniş halk kitleleri, onların giyindiği gibi giyinmeye, yediğini yemeye, kullandığını kullanmaya koşmaktadır. Bundan kimler yararlanmaktadır? Tabi ki bu tezgâhı ayarlayan, büyük çoğunluğunu Yahudi sermayedarların oluşturduğu moda simsarları, parfümeri, krem, koku, şampuan imalatçıları vurgunu vurmaktadırlar.”(Yaşadığımız günler /Rasim Özdenören)
Ad kavminin dini durumlarına gelince, Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu, ancak Allah’a ortak koşuyordu. Onlar sadece Allah’a kulluk etmekten hoşlanmıyorlardı. Hayatlarına müdahale eden bir Rabb istemiyorlardı. Taptıkları putlar varlıklarını sürdürebilecek bir kuvvete sahip olmamalarına rağmen babalarını taklit ediyorlardı. Bu görüş ve onların düşünce hürriyetlerini ortadan kaldıran bir kölelik ruhu da Hûd kavmine hâkim olmuştu.
“Onlar; Yalnız Allah’a ibadet edip, babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?(dediler)”(Araf;70)
HZ.HUD (AS)’UN ÂD KAVMİNE PEYGAMBER OLARAK GÖNDERİLİŞİ
Büyük bir bolluk içinde yaşayan, lüks ve israfın had safhada olduğu bu kavim şımarmış, azmış, tevhid dinini terk ederek putperest olmuşlardı. Nuh kavminin bu yüzden mahvolduğu akıllarına bile gelmiyordu.
Azgınlıkları iyice artınca Allah, onlara soyca kardeşleri ve kendi içlerinden olan Hz Hud’u (as)peygamber olarak gönderdi.
“Âd kavmine de kardeşleri Hud’u (gönderdik)…(Araf: 65)”
“Bunun üzerine onlar arasından kendilerine; Allah’a kulluk edin. Çünkü sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Hâlâ Allah’tan korkmaz mısınız (diyen) bir resul (Hud’u)gönderdik.” (Mü’minun:32)
HZ.HUD (AS)’UN DAVETİ
Hz. Hud (as) öncelikle onları şirkten, puta tapmaktan vazgeçip tevhide, sadece Allah’a ibadet etmeye çağırıyor. Allah’a karşı gelmemeleri konusunda onları uyarıyor.
”… O,(kavmine)dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok.(Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?(Araf;65))”
Hz. Hud(as) sonra peygamber olarak gönderilişini, Allah’ın onlara vermiş olduğu nimetlerin, Allah’a imanı ve şükrü gerektirdiğini hatırlatıyor. Hatırlayın ki dünya ve ahirette kurtuluşunuz olsun diyor.
“Sizi uyarmak için içinizden bir kişi vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi Nuh kavminden sonra (onların yerine )hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.(Araf 69)”
ZİKİR: Bir şeyin dilde veya kalpte hazır olması o şeyin söz ile veya kalpte hatırlanmasıdır
NİMET: Her türlü iyi hal(durum) ,insana her türlü faydanın sağlanması, her türlü zararın ondan giderilmesidir. Nimet kelimesinin içinde, iyilik, mutluluk, ihsan, bağış, hayırlı mal ve servet, her türlü güzel durum manaları da bulunmaktadır.
Hz. Hud(as) daha sonra kavmine akıllarını kullanmalarını, istiyor. Ad kavminin akılları dumura uğramıştı. Çünkü din konusunda akıllarını kullanmazlardı. Âd kavmi dünya hususunda zeki, ahiret hususunda ahmak kimselerdi. Allah’a kulluk etmeleri karşılığında, Allah’ın kendilerine vereceği sonsuz güzellikteki nimetlerin yanında dünyada sahip olduklarının çok sönük kalacağını düşünmezlerdi. Putlara tapar, bu tapışın hiçbir şey ifade etmediğini düşünmezlerdi. Onlar gücü ve kuvvete taparlardı. Başlarına yönetici yaptıkları zorbaların emrine uyar, akıllarını onlara ipotek ederlerdi.
“(Hud şöyle dedi)Ey kavmim! Ben ( Allah’ın emirlerini tebliğ etmeme karşılık) sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratandan başkasına ait değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?
YARATMA İKİ TÜRLÜDÜR.
1-FITR: Yoktan var eden demektir.
2-HALK: Parçadan, bir araya getirmek yolu ile maddeden şekil meydana getirmek anlamına gelir.
Allah’tan bağışlanma dilemelerini ve tevbe etmelerini(tebliğ ediyor) veya istiyor.
“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin. Sonra da tevbe edin .(O’n dönün) ki üzerinize yağmuru bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkârlar olarak Allah’tan yüz çevirmeyin.”(Hud;51-52)
Fakat Âd kavmi üzerlerindeki Allah’ın nimetlerine karşı gereken şükrü yerine getirmediler. Şehvetlerine dalıp, olabildiğince büyüklük tasladılar. Yüksek yüksek binalar, ihtişamlı köşkler bina ediyorlardı. Allah’ın nimetlerine karşılık nankörlük, şımarıklık ve zorbalık yapıyorlardı.
” Siz her tepeye bir köşk bina eder eğlenir misiniz? Dünyada ebedi kalacakmışsınız gibi bir takım saraylar ve havuzlar( yahut kaleler )mi ediniyorsunuz?
Tutup yakaladığınız vakit zorbalar gibi mi yakalarsınız? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Size, bildiğiniz şeylerle (nimetlerle) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah’tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”(Şuara 128-135)
Eğer siz şükreder ve iman ederseniz Allah size niye azap etsin ki? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir. (Nisa Suresi-147)
AD KAVMİNİN HZ.HUD (AS)’A ATTIKLARI İFTİRALAR
Hz. Hûd(as)’n bu davetine karşılık Onu beyinsizlikle ve yalancılıkla suçladılar. Bakın neler söylediler:
“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki; Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten Sen’i yalancılardan sanıyoruz.”(Araf 66)
“Dediler ki; Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz.”(Hud 53)
“Biz, Sen’i ilahlarımızdan biri fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz.”(Hud 54)
Hz. Hud’un size vadettiği ölümden sonra diriliş çok uzak. Dünya hayatından başka gerçek yoktur. Ölürüz yaşarız bir daha diriltilecek değiliz. Bu adam sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir. Biz ona inanmayız. Dediler (Mü’minun 36-37-38)
HZ.HUD’UN KAVMİNE CEVABI
Hz. Hud da onlara: ”Ey kavmim! Bende çılgınlık ve akıl hafifliği yok; ancak ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajını iletiyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim. “dedi.(Araf 65-68)
Burada Hz. Hud (as)’ın bazı özelliklerini görüyoruz.
1.Kavminin iftira ve kötü sözlerine karşılık onlara, onların üslubu ile cevap vermemiş nazik bir dil kullanmıştır.
2.Kendisi bir peygamberdir.
3.Güvenilir bir nasihatçidir.
…Deki; Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz sadece yalan uyduruyorsunuz.(Hud 50)
Yani sizler Allah’ın dışında ilahlar edinip onlara tapıyorsunuz. Bu sizlerin uydurmasıdır.
“Ey kavmim! Bu davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yoktan var edene((fıtr) düşer. Hiç düşünmez misiniz?”(Hud 51)
“Ey kavmim! Rabbinizden af dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Suç işleyerek (davetime) sırt çevirmeyin.(Hud 52)
Hz. Hud hiçbir çıkar peşinde olmadığı halde onu suçluyorlar. O sadece kavminin iyiliğini istiyor, tek arzusu onları hakka yöneltmek. Hz. Hud, kendisini anlamalarını istiyor. Çünkü Allah’a ortak koşmak ilahi azabı gerektiren bir suçtur.
Bu suçtan af dileyin ve iman edin ki size bol yağmur indirsin, gücünüze güç katsın diyor. Bu sırada Hud kavmi kıtlık ve kuraklık çekiyordu. Neden? Bunun nedeni kendi davranışları idi. Çünkü insanları başına gelenler kendi davranışları sebebiyledir. İyi davranışlar iyilikleri ve bereketleri kötü davranışlar ise bela ve sıkıntıları getirir. Kötü davranışların devam etmesi önce yokluğu ve acıyı sonra da helâki kendi üzerine çeker. Şu ayette bunu belirtmiş.
“(O) ülkelerin halkı inanıp Allah’ın azabından korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık.”(Araf 96)
“Dediler ki; Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle ilahlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz. Biz, Sen’i ilahlarımızdan biri fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz”(Hud 53- 54)
Hz. Hud kavminden iki şey istemişti.1.Sadece Allah’a kulluk etmeleri, 2. Kendisine inanmalarını ve öğütlerini yerine getirmeleri
Her iki isteğini de kabul etmiyorlar. Hud artık bizimle uğraşmasın diye ilahlarımızdan bazısı seni çarpmıştır diyorlar. Hz. Hud onların ilahlarından uzak olduğunu ve ilahlarının kendisine bir kötülük yapamayacaklarını, inandıkları ilahların acizliklerini görmeleri için kavmine meydan okuyor.
“(Hud) dedi ki; Ben Allah’ı şahit tutuyorum ve siz de şahit olun ki, O’nu bırakıp ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık hep birlikte bana tuzak kurun, sonra da bana hiç mühlet vermeyin.”(Hud 54-55)
Ayette altı çizili olan hep birlikte ifadesi Hz. Hud’un hak yolda, kavminin batıl yolda olduklarını güçlü bir dille vurgulamaktadır. Hud onlardan hiçbir şekilde korkmadığını Allah’a dayanıp güvendiğini, Ona tevekkül ettiğini, kavminin ilahlarının ona hiçbir zarar veremeyeceğini şu ayette söylüyor. Çünkü her şeyin idaresi Allah’ın elindedir. Ben üzerime düşen görevi yerine getirdim.
“Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş(idaresi elinde)olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben, benimle gönderilen mesajı size ilettim. Rabbim sizin yerinize başka bir toplum getirecek ve siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim, her şey üzerinde bir koruyucu ve gözeticidir” (.(Hud 56- 57)
AD KAVMİ HELAK İSTİYOR…
Araf süresi/69. Ayet-i kerimeyi hatırlayacak olursak Nuh(as)’un kavminden sonra onların yeryüzünde halifeler oldukları kendilerine bildirilmişti ve Nuh kavminin canlı şahitleriydiler. Buna rağmen Ad kavmi Hz. Hud(as)’un ve davetinden yüz çevirdi.
Dediler ki: ”Sen bize yalnız Allah’a kulluk etmemiz atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sadıklardan isen bizi tehdit etmekte olduğun azabı getir bize. ”
-Hud dedi ki: ”Rabbinizden üzerinize bir azap, bir gazap hak oldu muhakkak. Sizin ve atalarınızın uydurduğu tanrılar hakkında benimle çekişiyor musunuz? Hâlbuki Allah onlara hiçbir delil indir -memiştir. Artık bekleyin. Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.(Araf 70-71)”
-Ne vakit ki azap emrimiz geldi, Hûd’u ve beraberindeki mü’minleri, katımızdan bir rahmet olarak selâmete erdirdik, onları ağır azaptan kurtardık(Hûd 58)
-Âd kavmine gelince; onlar da, kasıp kavrulan şiddetli bir fırtına ile helâk edildiler. Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gün sekiz gün arka arkaya musallat etti.(Eğer orada olsaydın)bu kavmin o fırtına da ölüp yıkıldığını görürdün. Sanki onlar içleri bomboş hurma kütükleri idiler. Şimdi onlardan geride kalan birini görüyor musun?(Hakka 7-8)
-Âd kavminde de ibret vardır. Hani onların üzerine o kökü kurutan rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgar ki, uğradığı her şeyi bırakmıyor, mutlaka kül gibi savuruyordu.(Zariyat 41)

HZ. NUH(AS)

HZ. İDRİS (A.S)
HZ. İDRİS(AS) KİMDİR?
“Kitapta İdris’i de an. Çünkü O, çok sadık bir nebi idi.”(Meryem 56)
İsmi ile ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Gerçek adının Uhnuh olduğu, Yüce Allah’ın kitabını çok okuduğu için ona ders kökünden “idris” denilmiştir. (İbni Kuteybe)
Müslüman müellifler Hz. İdris’in Eski Ahitte adı geçen Hanok’un Hz. İdris ile aynı kişi olduğu görüşündedir. Hanok İbranicede ders vermek, aydınlatmak anlamına gelmektedir. Çoğunluk ise onun Nuh(as)’ dan önceki peygamberlerden olduğunu söyler. Onun kimliğini belirlememize yardımcı olacak sahih hadiste yoktur. Fakat Meryem suresi 58. Ayette, onun Hz. Nuh’tan önce gönderilen peygamberlerden olduğunu destekler. Çünkü adı geçen tüm peygamberlerden sadece ona “Âdem’in zürriyetinden(soyundan) denilebilir. Âdem’in 6. Kuşaktan torunudur.(Âdem, Şit, Enuş, Kaynan, Mehlail, Yerd)
“Kitapta İdris’i de an. Çünkü O, çok sadık bir nebi idi.”(Meryem 56)
İsmi ile ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Gerçek adının Uhnuh olduğu, Yüce Allah’ın kitabını çok okuduğu için ona ders kökünden “idris” denilmiştir. (İbni Kuteybe)
Müslüman müellifler Hz. İdris’in Eski Ahitte adı geçen Hanok’un Hz. İdris ile aynı kişi olduğu görüşündedir. Hanok İbranicede ders vermek, aydınlatmak anlamına gelmektedir. Çoğunluk ise onun Nuh(as)’ dan önceki peygamberlerden olduğunu söyler. Onun kimliğini belirlememize yardımcı olacak sahih hadiste yoktur. Fakat Meryem suresi 58. Ayette, onun Hz. Nuh’tan önce gönderilen peygamberlerden olduğunu destekler. Çünkü adı geçen tüm peygamberlerden sadece ona “Âdem’in zürriyetinden(soyundan) denilebilir. Âdem’in 6. Kuşaktan torunudur.(Âdem, Şit, Enuş, Kaynan, Mehlail, Yerd)

HZ. ŞİT
Hz. Şit (as), kendisine 50 sayfa verilmiş bir nebidir. Hz. Âdem ve Havva’nın oğlu, yeryüzünün ikinci nebisi ve halifesi…
Kur’an ve sünnette Şit (as) ile ilgili bilgi yok. Onunla ilgili bilgilerin hepsini tarihi kaynaklardan ediniyoruz. İşte bu yüzden şöyle dua ediyoruz; “ Rabb’imiz! Sen yücesin, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Unutursak ve yanılırsak bizi sorumlu tutma.”
Şit, Arapça ’da şes, Süryanicede şas , İbranicede şis…….Babası Adem (as), annesi Havva (as)’ dır.
Yüce Allah’ın Hediyesi
Habil öldürüldükten yaklaşık 5 yıl sonra dünyaya geldiği söylenir. Cebrail (as) Havva’ya;
-“Yüce Allah bunu sana Habil’in yerine verdi. ”dedi. Şit(as) doğunca Âdem(as)’da;
-Bu Hibebullah’tır demiş ve Habil’den dolayı yemin etmiştir.
Evet, Şit asil bir baba ve anneden dünyaya gelmiştir. Fakat onu asil ve saygın kılan; ilim, ahlak, bilgelik ve Rabb’inin kelimelerini insanlara tebliğ etmesidir. Kardeşi Kâbil’in aksine o,yeryüzünü ıslah etmek, güzellikleri ve iyilikleri arttırmak, fesadı ortadan kaldırmak için, savaşmak için vardır. ”Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar…”
İşte Şit(as), Âdem’in oğlu Habil gibi olmaktır. Kâbil gibi olumsuz ve kötü bir örneğe inat… O, Kâbil gibi bozguncu, isyankâr, günahkâr değil, Habil gibi huzur, adalet, doğruluk, sevgi, merhamet timsalidir. Âdem(as)’a halef olabilecek yetenek ve nitelikte bir oğuldur. Babasına benzeyendir. Hz. Âdem için soyundan gelecek iyilerin ve iyiliklerin olacağına bir umuttur. Babası peygamber olan ve peygamber olarak dünyaya gelen ilk peygamberdir. Onun babası yaratılışından itibaren Rabb’inin terbiyesi ve gözetimindeydi. Rabb’iyle konuşmuştur. Onun için geçmişin tecrübesi ve birikimi yoktur. Tamamıyla Rahman’ın ilim ve hikmetiyle kuşatılmıştır. İşte böyle bir babanın oğludur Şit (as). Âdem’e halef olmaya layık bir evlattır.
Vahhab olan Rabbin hibesi, bağışı, hediyesidir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Sabrı
Yeryüzüne ölüm ilk kez bir kardeş eliyle gelmiştir. İki kardeş. Biri katil, biri mazlum. Hz. Âdem ve Havva evlat acısını tadan ilk ana-baba oldu. Bir rivayete göre Hz. Âdem ve Havva (as) Habil’in arkasından uzun yıllar gözyaşı dökerler. Yeryüzünün ilk tövbekâr kulları, sabrın da örnekliğini tüm dünyaya ve nesillere gösterdiler. İsyan etmediler.
Şükürdür Şit (as), şükrü hatırlatmadır.
Sabredene Habil’den daha hayırlısı var :”Rabbin verecek, sen razı olacaksın.” ayetinin on binlerce yıl öncesine yansımasıdır.
Fakat bu sabrın ve meşakkatin, bu hüznün bir sonu olmalı. Onlar ki hiç isyan etmediler. Rablerine hakkıyla tevekkül ettiler. Sabrın en güzel ve manidar meyvesini, yani Şit’ i aldılar.
Rahman’ın ;”Bugün ben sabrettiklerinden dolayı onları mükâfatlandırdım, doğrusu onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” sözündeki müjdesidir Şit(as) .
Şit(as)’ın Peygamberliği.
Şit (as), Âdem(as)’ın oğullarının en üstünü, ona en sevgili olanı ve Âdem(as)’a en çok benzeyeni idi. Vefat etmeden önce bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti ve Ona bu hususta vasiyette bulundu.
Ona;
“-Ey oğulcuğum! Sen, benden sonra halefimsin” diyerek vazifesini takva üzere yürütmesini tavsiye etti. Bu vasiyetnameyi Kâbil ve Kâbil oğullarından gizli tutmasını ona emretti. Ayrıca ilahi sırları öğretip bütün ilimleri anlattı.
Yüce Allah, Âdem (as) ve Şit (as)’ı, indirdiği sahifelere göre hareket ve amel etmekle sorumlu kıldı. Ebu Zerr Gifari’den rivayet edilen bir hadiste; Resulullah (s.a.a)’a; “Ya Resulullah! Yüce Allah’u Teâlâ kaç kitap gönderdi? Diye sordum.” “104 kitap gönderdi. Şit’e de 50 sayfa indirdi.” buyurmuştur.
Al’a süresinin 18. ayetinde anılan “ Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda vardır.” derken Hz. Şit (as) ile İdris (as)’a indirilmiş olan sahifelerdir. Bu 50 sayfada hikmet, matematik ilimleri, kimya, simya ilmi, çeşitli sanatlar ve daha pek çok şey bildirilmiştir.
Şit (as) ‘a verilen ile Âdem (as) ‘a verilen dinin esasları aynı idi. Her ikisi de tevhide çağırmış ve Allah’tan başkasına kulluğu ve Allah’a şirk koşmayı yasaklamıştı. Ve yine ikisi de Hatemül-Enbiya (peygamberlerin sonuncusu)’yı müjdelemişti.
Şit(as) Allah’ ı takdis(yüceltmek) ve tenzih(her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmak)‘den geri durmaz, kavmine de Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmalarını, O’nun buyruklarını yerine getirmelerini ve daima iyi işler yapmalarını emrederdi.
Şit(as)’a İnananların Ve Kâbil Oğullarının Durumu
Şit(as) ‘ın yurdu dağın başında, Kâbil Oğullarının yurdu ise vadinin altında idi. Şit peygamber çocukları ve torunları, imar ettikleri şehirlerde yaşayıp Allah’a itaat ve ibadetle meşgul olurlardı. Huzur içinde bir yaşam sürerlerdi. Birbirleri arasında ne bir düşmanlık, ne bir kıskançlık, ne bir kin, ne bir suçlama, ne yalan, ne de boş bir yemin vardı. Kötülüklerden, haram ve isyandan uzak dururlardı. Şit(as) ve ona iman edenler daima iyiliği emredip, kötülüğü nehy ederlerdi.
Kâbil, Habil’i öldürünce, Yemen’e gitmiş ve orada çoğalmışlardı. Kâbil ve çocukları iman etmeyip azgın bir şekilde küfür ve sapıklık içinde yaşıyorlardı.
Şit Peygamberin Daveti
Şit(as) Şam’dan Yemen’e gidip, Allah’u Teâlâ’nın emri üzere onları iman ve ibadet etmeye davet etti. Fakat bu kavim onun dinini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler.
Şit(as) onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan O’dur. Yemen’deki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı.
Şit peygamber, Kâbil Oğullarına bir korkudur. Aynı ana-babadan dünyaya gelse bile, zalim bir kâfirin kardeşliğini kabul etmemek, Kâbil’e kardeş olmayı reddetmektir.
“ Ancak inananlar kardeştir.” ayetine vurgudur. İki kardeşin savaş meydanlarında iki ayrı safta olabileceğinin ilk örneğidir. Küfre karşı ilk savaşı başlatandır.
Şit (as)‘ın Vasiyeti
Şit (as) vefat edeceği sırada yerine oğlu Enuş’u bırakıp ona; Allah’ın buyruklarını yerine getirmelerini emretti. Oturdukları mukaddes dağdan inmemelerini, Kâbil’in çocukları ile düşüp kalkmamaları hakkında Habil’in kanı üzerine and verdirdi.
Şit(as) neden Kâbil oğulları hakkında böyle bir istekte bulundu? Çünkü onların kötü ahlakının çocuklarına bulaşıp, yoldan sapmalarından endişe ediyordu.
Rivayetlere göre Şit (as) da Mekke dağlarından Ebu Kubeys dağına gömülen ebeveyninin yanına gömülmüştür.
Adem (as)’ın oğullarından, Şit(as) ‘dan başkasının nesli devam etmeyip kesilmiş, Şit (as) böylece Adem (as)’la birlikte tüm insanların soy direği olmuştur.
Şit (as)’dan Sonra Neler Oldu?
Şit (as)’dan sonra, Şit’in oğlu Enuş, babası ve dedesinin vasiyetini korudu. Kavmine de Allah(cc)‘a güzel bir şekilde ibadet etmelerini emretti.
Yeryüzünde ilk kez hurma ağacını diken ve ilk sadaka veren Enuş’tur. Habil’in katili olan Kâbil’de O’nun zamanında öldürüldü.
Enuş’u oğlu Kaynan, onun oğlu Mehlail ve ardından gelen Yerd kavimlerini hep hayra ve Allah’a kulluğa davet ettiler. Hepsi ortalama 900 yıl yaşadı.
Yerd, imanlı, ameli tam, kendisini Allah’a ibadet ve itaate vermiş gece gündüz çok namaz kılan bir zattı.
Kâbil oğullarında, öteden beri içki, hayâsızlık ve ateşe tapmak gibi türlü kötülükler vardı. Çeşit çeşit çalgı aletleri de edinmişlerdi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar sık sık toplanıp davul, zurna, def çalarlar, gülerler, oynarlar, nara atarlardı. Hatta onların seslerini dağda oturan Şit oğullarından bazıları duyarlardı. Onların meclislerine gençlerden ziyade yaşlılar düşkündüler. Günah olan her kötülüğü işliyorlardı. İlerleyen zamanlarda Şit oğulları da aralarında gereğini titizlikle yerine getirdikleri ahdi ve verdikleri sözü bozdular.
İçlerinden 100 kişi amcaoğullarının ne yaptıklarını öğrenmek için bulundukları dağlardan indiler. Yerd, bunu haber alınca yanlarına vararak onlara “Yüce Allah aşkına yapmayınız!” Dedi. Atalarının dağdan aşağı inmemeleri hususundaki vasiyetini ve kendilerinin Habil’in kanı üzere yaptıkları ahdi hatırlattı. Onlara nasihatte bulunduysa da onları durduramadı. Kâbil oğullarının yanına indiler. Kâbil oğullarının kadınları Şit oğullarını yanlarında tutup bırakmadılar. Daha sonra 100 kişilik ikinci bir erkek kafilesi de “Kardeşlerimiz ne yapıyorlar?” diyerek dağdan onların yanına indiler. Onlar da geri dönmediler. Daha sonra da bütün Şit oğulları dağdan onların yanına indiler. Azgınlıklar arttı ve evlilikler yapıldı, birbirlerine karıştılar. Yeryüzünü dolduracak kadar çoğaldılar.
Ataları Âdem ve Havva ‘ya yasak meyveden yedirten merak, bu kez Şit evlatlarını kıskıvrak yakalamıştı. Fakat daha dehşet verici olanı ise küfürle, isyanla, zulümle, fesatla, ahlaksızlıkla dolu vahim bir sona doğru gitmeleriydi.
Önce Âdem (as), sonra oğlu Şit (as) ;”Sakın bulunduğunuz dağdan inmeyin “ diye evlatlarını uyarmıştı. Ama merak duygusu büyüklerin, babaların, dedelerin uyarılarını onlara unutturdu.
Rabb’lerini unuttular ve kulluk bilinçlerini kaybettiler. Yüce Allah’ın doğru yoluna oturup kullarını sapıttıracağını, sapıttırmak için yeryüzünde onların kötülüklerini, isyanlarını süslemek ve Yüce Allah’a şükretmeyi, ibadet etmeyi kullarına unutturacağını, böylelikle ayakları hak olan yoldan kaydıracağını söyleyen şeytan için bir zaferdi. Şeytan, işini, mesleğini, verdiği sözü ne güzel yerine getiriyor(!) du?
Şit (As)’ Dan Aldığımız Dersler Nelerdir?
Şit (as) da babası Âdem (as) gibi Yüce Allah’ın hükümlerini yerine getiren bir peygamberdir.
Şit (as) , Âdem ve Havva’ya sabır ve şükürlerine karşılık Habil’in yerine verilmiştir. Yüce Allah’ın hediyesidir.
Babası peygamber olan ve peygamber olarak dünyaya gelen ilk peygamberdir.
Aynı anne ve babadan gelmelerine rağmen Kâbil’in kardeşliğini reddedendir.
Küfre karşı ilk savaşı başlatan ve Kâbil oğullarıyla yaptığı savaşta ilk kılıç kullanan Şit (as)’dır.
Şit oğulları dağdan inerek Rablerini unuttular ve kulluk bilinçlerini kaybettiler. Onların yersiz merakı onları helake sürükledi.
Şit (as) dışında Âdem’in oğullarının nesilleri devam etmemiştir. Böylece Şit (as) ,Âdem(as)’la birlikte tüm insanların soy direği olmuştur.
Yeryüzünde ilk kez hurma ağacını diken Şit’in oğlu Enuş’tur. Kâbil Enuş’ un zamanında öldürülmüştür.
Kur’an ve sünnette Şit (as) ile ilgili bilgi yok. Onunla ilgili bilgilerin hepsini tarihi kaynaklardan ediniyoruz. İşte bu yüzden şöyle dua ediyoruz; “ Rabb’imiz! Sen yücesin, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Unutursak ve yanılırsak bizi sorumlu tutma.”
Şit, Arapça ’da şes, Süryanicede şas , İbranicede şis…….Babası Adem (as), annesi Havva (as)’ dır.
Yüce Allah’ın Hediyesi
Habil öldürüldükten yaklaşık 5 yıl sonra dünyaya geldiği söylenir. Cebrail (as) Havva’ya;
-“Yüce Allah bunu sana Habil’in yerine verdi. ”dedi. Şit(as) doğunca Âdem(as)’da;
-Bu Hibebullah’tır demiş ve Habil’den dolayı yemin etmiştir.
Evet, Şit asil bir baba ve anneden dünyaya gelmiştir. Fakat onu asil ve saygın kılan; ilim, ahlak, bilgelik ve Rabb’inin kelimelerini insanlara tebliğ etmesidir. Kardeşi Kâbil’in aksine o,yeryüzünü ıslah etmek, güzellikleri ve iyilikleri arttırmak, fesadı ortadan kaldırmak için, savaşmak için vardır. ”Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar…”
İşte Şit(as), Âdem’in oğlu Habil gibi olmaktır. Kâbil gibi olumsuz ve kötü bir örneğe inat… O, Kâbil gibi bozguncu, isyankâr, günahkâr değil, Habil gibi huzur, adalet, doğruluk, sevgi, merhamet timsalidir. Âdem(as)’a halef olabilecek yetenek ve nitelikte bir oğuldur. Babasına benzeyendir. Hz. Âdem için soyundan gelecek iyilerin ve iyiliklerin olacağına bir umuttur. Babası peygamber olan ve peygamber olarak dünyaya gelen ilk peygamberdir. Onun babası yaratılışından itibaren Rabb’inin terbiyesi ve gözetimindeydi. Rabb’iyle konuşmuştur. Onun için geçmişin tecrübesi ve birikimi yoktur. Tamamıyla Rahman’ın ilim ve hikmetiyle kuşatılmıştır. İşte böyle bir babanın oğludur Şit (as). Âdem’e halef olmaya layık bir evlattır.
Vahhab olan Rabbin hibesi, bağışı, hediyesidir.
Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Sabrı
Yeryüzüne ölüm ilk kez bir kardeş eliyle gelmiştir. İki kardeş. Biri katil, biri mazlum. Hz. Âdem ve Havva evlat acısını tadan ilk ana-baba oldu. Bir rivayete göre Hz. Âdem ve Havva (as) Habil’in arkasından uzun yıllar gözyaşı dökerler. Yeryüzünün ilk tövbekâr kulları, sabrın da örnekliğini tüm dünyaya ve nesillere gösterdiler. İsyan etmediler.
Şükürdür Şit (as), şükrü hatırlatmadır.
Sabredene Habil’den daha hayırlısı var :”Rabbin verecek, sen razı olacaksın.” ayetinin on binlerce yıl öncesine yansımasıdır.
Fakat bu sabrın ve meşakkatin, bu hüznün bir sonu olmalı. Onlar ki hiç isyan etmediler. Rablerine hakkıyla tevekkül ettiler. Sabrın en güzel ve manidar meyvesini, yani Şit’ i aldılar.
Rahman’ın ;”Bugün ben sabrettiklerinden dolayı onları mükâfatlandırdım, doğrusu onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” sözündeki müjdesidir Şit(as) .
Şit(as)’ın Peygamberliği.
Şit (as), Âdem(as)’ın oğullarının en üstünü, ona en sevgili olanı ve Âdem(as)’a en çok benzeyeni idi. Vefat etmeden önce bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti ve Ona bu hususta vasiyette bulundu.
Ona;
“-Ey oğulcuğum! Sen, benden sonra halefimsin” diyerek vazifesini takva üzere yürütmesini tavsiye etti. Bu vasiyetnameyi Kâbil ve Kâbil oğullarından gizli tutmasını ona emretti. Ayrıca ilahi sırları öğretip bütün ilimleri anlattı.
Yüce Allah, Âdem (as) ve Şit (as)’ı, indirdiği sahifelere göre hareket ve amel etmekle sorumlu kıldı. Ebu Zerr Gifari’den rivayet edilen bir hadiste; Resulullah (s.a.a)’a; “Ya Resulullah! Yüce Allah’u Teâlâ kaç kitap gönderdi? Diye sordum.” “104 kitap gönderdi. Şit’e de 50 sayfa indirdi.” buyurmuştur.
Al’a süresinin 18. ayetinde anılan “ Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda vardır.” derken Hz. Şit (as) ile İdris (as)’a indirilmiş olan sahifelerdir. Bu 50 sayfada hikmet, matematik ilimleri, kimya, simya ilmi, çeşitli sanatlar ve daha pek çok şey bildirilmiştir.
Şit (as) ‘a verilen ile Âdem (as) ‘a verilen dinin esasları aynı idi. Her ikisi de tevhide çağırmış ve Allah’tan başkasına kulluğu ve Allah’a şirk koşmayı yasaklamıştı. Ve yine ikisi de Hatemül-Enbiya (peygamberlerin sonuncusu)’yı müjdelemişti.
Şit(as) Allah’ ı takdis(yüceltmek) ve tenzih(her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmak)‘den geri durmaz, kavmine de Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan uzak tutmalarını, O’nun buyruklarını yerine getirmelerini ve daima iyi işler yapmalarını emrederdi.
Şit(as)’a İnananların Ve Kâbil Oğullarının Durumu
Şit(as) ‘ın yurdu dağın başında, Kâbil Oğullarının yurdu ise vadinin altında idi. Şit peygamber çocukları ve torunları, imar ettikleri şehirlerde yaşayıp Allah’a itaat ve ibadetle meşgul olurlardı. Huzur içinde bir yaşam sürerlerdi. Birbirleri arasında ne bir düşmanlık, ne bir kıskançlık, ne bir kin, ne bir suçlama, ne yalan, ne de boş bir yemin vardı. Kötülüklerden, haram ve isyandan uzak dururlardı. Şit(as) ve ona iman edenler daima iyiliği emredip, kötülüğü nehy ederlerdi.
Kâbil, Habil’i öldürünce, Yemen’e gitmiş ve orada çoğalmışlardı. Kâbil ve çocukları iman etmeyip azgın bir şekilde küfür ve sapıklık içinde yaşıyorlardı.
Şit Peygamberin Daveti
Şit(as) Şam’dan Yemen’e gidip, Allah’u Teâlâ’nın emri üzere onları iman ve ibadet etmeye davet etti. Fakat bu kavim onun dinini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler.
Şit(as) onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan O’dur. Yemen’deki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı.
Şit peygamber, Kâbil Oğullarına bir korkudur. Aynı ana-babadan dünyaya gelse bile, zalim bir kâfirin kardeşliğini kabul etmemek, Kâbil’e kardeş olmayı reddetmektir.
“ Ancak inananlar kardeştir.” ayetine vurgudur. İki kardeşin savaş meydanlarında iki ayrı safta olabileceğinin ilk örneğidir. Küfre karşı ilk savaşı başlatandır.
Şit (as)‘ın Vasiyeti
Şit (as) vefat edeceği sırada yerine oğlu Enuş’u bırakıp ona; Allah’ın buyruklarını yerine getirmelerini emretti. Oturdukları mukaddes dağdan inmemelerini, Kâbil’in çocukları ile düşüp kalkmamaları hakkında Habil’in kanı üzerine and verdirdi.
Şit(as) neden Kâbil oğulları hakkında böyle bir istekte bulundu? Çünkü onların kötü ahlakının çocuklarına bulaşıp, yoldan sapmalarından endişe ediyordu.
Rivayetlere göre Şit (as) da Mekke dağlarından Ebu Kubeys dağına gömülen ebeveyninin yanına gömülmüştür.
Adem (as)’ın oğullarından, Şit(as) ‘dan başkasının nesli devam etmeyip kesilmiş, Şit (as) böylece Adem (as)’la birlikte tüm insanların soy direği olmuştur.
Şit (as)’dan Sonra Neler Oldu?
Şit (as)’dan sonra, Şit’in oğlu Enuş, babası ve dedesinin vasiyetini korudu. Kavmine de Allah(cc)‘a güzel bir şekilde ibadet etmelerini emretti.
Yeryüzünde ilk kez hurma ağacını diken ve ilk sadaka veren Enuş’tur. Habil’in katili olan Kâbil’de O’nun zamanında öldürüldü.
Enuş’u oğlu Kaynan, onun oğlu Mehlail ve ardından gelen Yerd kavimlerini hep hayra ve Allah’a kulluğa davet ettiler. Hepsi ortalama 900 yıl yaşadı.
Yerd, imanlı, ameli tam, kendisini Allah’a ibadet ve itaate vermiş gece gündüz çok namaz kılan bir zattı.
Kâbil oğullarında, öteden beri içki, hayâsızlık ve ateşe tapmak gibi türlü kötülükler vardı. Çeşit çeşit çalgı aletleri de edinmişlerdi. Kadın, erkek, genç, ihtiyar sık sık toplanıp davul, zurna, def çalarlar, gülerler, oynarlar, nara atarlardı. Hatta onların seslerini dağda oturan Şit oğullarından bazıları duyarlardı. Onların meclislerine gençlerden ziyade yaşlılar düşkündüler. Günah olan her kötülüğü işliyorlardı. İlerleyen zamanlarda Şit oğulları da aralarında gereğini titizlikle yerine getirdikleri ahdi ve verdikleri sözü bozdular.
İçlerinden 100 kişi amcaoğullarının ne yaptıklarını öğrenmek için bulundukları dağlardan indiler. Yerd, bunu haber alınca yanlarına vararak onlara “Yüce Allah aşkına yapmayınız!” Dedi. Atalarının dağdan aşağı inmemeleri hususundaki vasiyetini ve kendilerinin Habil’in kanı üzere yaptıkları ahdi hatırlattı. Onlara nasihatte bulunduysa da onları durduramadı. Kâbil oğullarının yanına indiler. Kâbil oğullarının kadınları Şit oğullarını yanlarında tutup bırakmadılar. Daha sonra 100 kişilik ikinci bir erkek kafilesi de “Kardeşlerimiz ne yapıyorlar?” diyerek dağdan onların yanına indiler. Onlar da geri dönmediler. Daha sonra da bütün Şit oğulları dağdan onların yanına indiler. Azgınlıklar arttı ve evlilikler yapıldı, birbirlerine karıştılar. Yeryüzünü dolduracak kadar çoğaldılar.
Ataları Âdem ve Havva ‘ya yasak meyveden yedirten merak, bu kez Şit evlatlarını kıskıvrak yakalamıştı. Fakat daha dehşet verici olanı ise küfürle, isyanla, zulümle, fesatla, ahlaksızlıkla dolu vahim bir sona doğru gitmeleriydi.
Önce Âdem (as), sonra oğlu Şit (as) ;”Sakın bulunduğunuz dağdan inmeyin “ diye evlatlarını uyarmıştı. Ama merak duygusu büyüklerin, babaların, dedelerin uyarılarını onlara unutturdu.
Rabb’lerini unuttular ve kulluk bilinçlerini kaybettiler. Yüce Allah’ın doğru yoluna oturup kullarını sapıttıracağını, sapıttırmak için yeryüzünde onların kötülüklerini, isyanlarını süslemek ve Yüce Allah’a şükretmeyi, ibadet etmeyi kullarına unutturacağını, böylelikle ayakları hak olan yoldan kaydıracağını söyleyen şeytan için bir zaferdi. Şeytan, işini, mesleğini, verdiği sözü ne güzel yerine getiriyor(!) du?
Şit (As)’ Dan Aldığımız Dersler Nelerdir?
Şit (as) da babası Âdem (as) gibi Yüce Allah’ın hükümlerini yerine getiren bir peygamberdir.
Şit (as) , Âdem ve Havva’ya sabır ve şükürlerine karşılık Habil’in yerine verilmiştir. Yüce Allah’ın hediyesidir.
Babası peygamber olan ve peygamber olarak dünyaya gelen ilk peygamberdir.
Aynı anne ve babadan gelmelerine rağmen Kâbil’in kardeşliğini reddedendir.
Küfre karşı ilk savaşı başlatan ve Kâbil oğullarıyla yaptığı savaşta ilk kılıç kullanan Şit (as)’dır.
Şit oğulları dağdan inerek Rablerini unuttular ve kulluk bilinçlerini kaybettiler. Onların yersiz merakı onları helake sürükledi.
Şit (as) dışında Âdem’in oğullarının nesilleri devam etmemiştir. Böylece Şit (as) ,Âdem(as)’la birlikte tüm insanların soy direği olmuştur.
Yeryüzünde ilk kez hurma ağacını diken Şit’in oğlu Enuş’tur. Kâbil Enuş’ un zamanında öldürülmüştür.

HZ. ÂDEM (as)’İN ÇOCUKLARI
Habil ve Kâbil
Hz. Âdem (as) bir yandan yeryüzünde yaşamın gereklerini yerine getirirken, diğer taraftan Rabb’inden aldığı emirler yönünde neslini yönetiyordu. Bu çizgiyi çocuklarına da verme gayreti içindeydi.
Hz. Âdem(as)’in çocuklarından ikisi olan Habil ve Kâbil tarih serüveninde karşımıza çıkmaktadır. Habil ve Kâbil birer temsil gibi iki davranışın modeli olmuşlardır.
Habil, salih ve takva ehli bir kişi. İyi bir kul, iyi bir müslüman olmak için çaba gösteren, Allah’a, babası ve resulü olan Âdem(as)’e ve annesine itaat eden bir insandı. Bu özelliklerinden dolayı takdir edilen ve sevilen birisi idi.
Kâbil ise, Habil gibi davranamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Bu durum onu kötü düşüncelere sevk etti. İçten içe Habil’i kıskanmaya başladı. Bu kıskançlık büyüyerek kin ve nefrete dönüştü. Aziz olan Allah’ın hükmünü çiğnemeye kadar vardırdı.
Habil ve Kâbil, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Bu iki genç, yüce Allah tarafından bir imtihana tabii tutuldular.
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.”(Maide/27)
Her ikisi yüce Allah’a bir sunum yapacaklardı. Habil en iyi hayvanını en güzel ve en samimi duyguları ile Allah’a takdim ederken, Kâbil pazarlıklı, isteksiz ve cimri duygularla kurbanını sundu. Diğer yandan da Habil’e olan çirkin davranışları vardı. Habil’in kurbanı kabul edilirken, Kâbil’in ki kabul edilmedi. Niçin Kâbil’inki kabul edilmedi? Çünkü Kâbil dünya sevgisiyle dolu, cimri olması ve istikameti Allah olmadığı için kurbanı kabul edilmedi. Kâbil kıskançlığını dışa vurdu ve kardeşi Habil’e, “Ant olsun seni öldüreceğim’’ dedi. Buna karşılık Habil: “Allah muttakilerinkini(takva sahiplerininkini) kabul eder’’ dedi. Habil kardeşini uyararak yapmak istediği şeyin çok kötü bir şey olduğunu, kurbanının kabul edilmemesinde kendisinin bir hatası olmadığını, Kâbil’in ahlak ve karakterini değiştirirse onun da kurbanının kabul olunacağını anlattı.
Buna karşılık Kâbil öldürme teşebbüsünde bulundu. Dikkat edersek, Kâbil’in tavrı aynı şeytanın tavrı gibi . Kurbanının kabul edilmeyişinin sebebi olarak kardeşini sorumlu tutuyor, kendinde hiç hata aramıyor, hatasını şeytan gibi kabul etmiyordu. Kâbil’in ‘’Ant olsun seni öldüreceğim’’ demesine karşılık Habil şöyle diyor;
_Yemin ederim ki, eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana el uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım. Ben, benim günahım ile kendi günahını yüklenip cehennem ehlinden olmanı isterim. Zalimlerin cezası budur.(MAİDE/23)
Habil burada bu işten nefret etmesi için öldürme suçunun günahını Kâbil’e açıklıyor. Allah’tan korkmasını ve günahtan kurtulmasını ona güzel göstermeye çalışıyor. Kâbil’in kalbinden kötülük içgüdüsünü atmak için bir insanın yapabileceği her şeyi yapıyor, ikaz ediyor. Allah’tan kork diyerek nasihatte bulunuyor. Senin bana yaptığını ben sana yapmam diyerek sakındırıcı sözler söylüyor.
Ancak Kâbil söylediğini yapıyor. Kâbil şeytana uydu ve kardeşini öldürmek istedi ve öldürdü.
‘’Kardeşini öldürmekle nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu.’’(MAİDE/30)
“Bir cana mukabil veya yeryüzünde fesat sebebi ile olmayarak bir canı katleden, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa o bütün insanları diriltmiş gibi olur.’’(MAİDE/ 27-32)
Kâbil’in cezası Peygamberimiz Hz. Muhammed (saa)’in bir hadisinde şöyle ifade edilmektedir.
“Zülmen öldürülen her insanın kanının (günahından) Âdem’in ilk oğluna mutlaka bir pay ayrılır. Çünkü adam öldürmeyi ilk adet eden odur(Tecrit tercümesi 9/83)
Habil ve Kâbil, iki oğul da Âdem ‘in şeriatında yetişmişler, ikisi de Müslümandı. Fakat ikisi de farklı duruşlara sahiplerdi. Habil, Allah’a inanmış, halim, selim bir kişi, Kâbil ise tam tersi. Acaba bu neden böyle olmuştu? Çünkü Habil, Âdem’in öğretilerini kavramış ve bunları davranışa, karaktere dönüştürmüştü. Kâbil ise içten bu öğretileri kabul etmemişti. Ayrıca kıskançlık, dünya sevgisi, kin ile doluydu, cimri ve bencildi. Peygamberimiz(sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır;
“Size sizden önceki milletlerin hastalığı olan haset (kıskançlık) ve kin sirayet etmiş. Bu huylar kazıyıcıdır. Ben saç kazımayı kastetmiyorum. Onlar din kazıyıcı (yok edici)dır. (Tirmizi)
Kâbil’in kini ve hasedi onun dinini de kazıdı, yok etti. Ahiretini de kaybetti. Bu dünyadan günahıyla göçtü.
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmaktadır; “Hasetten şiddetle kaçının. Çünkü kıskançlık ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi sevapları yer bitirir.”(Ebu Davud)
Nefsimiz hoşlanmasa da bir Müslüman olarak Allah’ın emirlerini yerine getirmek bizim sorumluluğumuz, yegâne görevimizdir. Aksi halde kaybedenlerden oluruz. Benim aklım almıyor, bunu kabul edemem diyemeyiz. Bazı kişiler vardır ki çok karmaşık bir meseleyi dahi hemen anlayıp kavrarken, bazı kişiler de en basit bir meseleyi dahi anlayamazlar. Bu yüzden aklımızın almadığı meselelerde hatta her meselemizde aklımıza göre değil vahye tabi olmamız gerekir. Aklı, Allah’ın hükümlerine bağlamak yerine, nefsin isteklerine uymak, sonuçları kötü olaylara sebep olmaktadır.
Başkalarına kötülük yapan, Allah’a isyan içinde yaşayan kimselere dikkatlice baktığınızda yüzlerinde göreceğiniz manzara Kâbil’in yüzündeki ifadenin aynısıdır. Mutsuz, korkak, hiçbir kimseye güvenmeyen ve perişan bir yüz. Hiçbir şeyden tatmin olmayan ve bunalımlar içinde çırpınan zavallı bir mahlûk. Bu böyledir! Çünkü Allah hainlerin, ona isyan eden zalimleri asla başarıya ulaştırmaz.(Yusuf 52)
Kâbil kötü bir çığır açtı. Bizler Kâbil gibi olmayalım. Allah’ın istediği iyi davranışlarda bulunarak yeni nesillere, iyi örnekler olalım ve onların sevaplarından bizlere de birer pay olduğunu unutmayalım inşallah.
Karganın Kâbil’e Öğrettiği
Habil ölmüş, Kâbil katil olmuştu. Peki, Habil’in cesedi ne olacaktı? Habil şaşkındı. Cesedi ne yapacağını bilmiyordu. Allah’ın hikmeti, Kâbil’i kardeşinin ölüsü hakkında aczi ile baş başa bıraktı. Bir karga kadar dahi olamamanın aczi ile yüz yüze getirdi.
“ Sana Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Bana yazıklar olsun. Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım. Dedi de ettiğine yananlardan oldu.” (Maide 31)
Bu yanma tevbe değildi. Tevbe olsa Allah tevbesini mutlaka kabul ederdi. Ancak bu pişmanlık yaptığı işin karşılığını görememekten ve katlanmak mecburiyetinde kaldığı eziyet ve yorgunluktan ileri geliyordu. Ne yapacağını bilmediği için uzun süre kardeşinin cesedini sırtında taşımıştı.
İnananlar topluluğundan ilk ayrılan Kâbil, şeytanın safında yer alarak batılın öncüsü olmuştur. Ve böylelikle insanoğlunun yeryüzünde imtihanı başlamış oldu. Bundan sonrası için “…nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”(Şems 9-10)
HZ. ADEM(AS)’DEN BİZE KALANLAR
Âdem ilk yaratılan insandı.
İlk selam verendi.
İlk örtünendi.
İlk tevbe edendi.
İlk toprağı işleyendi.
İlk peygamberdi.
İlk evlat acısını duyandı.
İlk dede
İlk tercih hakkı
Hz. Âdem (as) bir yandan yeryüzünde yaşamın gereklerini yerine getirirken, diğer taraftan Rabb’inden aldığı emirler yönünde neslini yönetiyordu. Bu çizgiyi çocuklarına da verme gayreti içindeydi.
Hz. Âdem(as)’in çocuklarından ikisi olan Habil ve Kâbil tarih serüveninde karşımıza çıkmaktadır. Habil ve Kâbil birer temsil gibi iki davranışın modeli olmuşlardır.
Habil, salih ve takva ehli bir kişi. İyi bir kul, iyi bir müslüman olmak için çaba gösteren, Allah’a, babası ve resulü olan Âdem(as)’e ve annesine itaat eden bir insandı. Bu özelliklerinden dolayı takdir edilen ve sevilen birisi idi.
Kâbil ise, Habil gibi davranamamanın sıkıntısını yaşıyordu. Bu durum onu kötü düşüncelere sevk etti. İçten içe Habil’i kıskanmaya başladı. Bu kıskançlık büyüyerek kin ve nefrete dönüştü. Aziz olan Allah’ın hükmünü çiğnemeye kadar vardırdı.
Habil ve Kâbil, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Bu iki genç, yüce Allah tarafından bir imtihana tabii tutuldular.
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.”(Maide/27)
Her ikisi yüce Allah’a bir sunum yapacaklardı. Habil en iyi hayvanını en güzel ve en samimi duyguları ile Allah’a takdim ederken, Kâbil pazarlıklı, isteksiz ve cimri duygularla kurbanını sundu. Diğer yandan da Habil’e olan çirkin davranışları vardı. Habil’in kurbanı kabul edilirken, Kâbil’in ki kabul edilmedi. Niçin Kâbil’inki kabul edilmedi? Çünkü Kâbil dünya sevgisiyle dolu, cimri olması ve istikameti Allah olmadığı için kurbanı kabul edilmedi. Kâbil kıskançlığını dışa vurdu ve kardeşi Habil’e, “Ant olsun seni öldüreceğim’’ dedi. Buna karşılık Habil: “Allah muttakilerinkini(takva sahiplerininkini) kabul eder’’ dedi. Habil kardeşini uyararak yapmak istediği şeyin çok kötü bir şey olduğunu, kurbanının kabul edilmemesinde kendisinin bir hatası olmadığını, Kâbil’in ahlak ve karakterini değiştirirse onun da kurbanının kabul olunacağını anlattı.
Buna karşılık Kâbil öldürme teşebbüsünde bulundu. Dikkat edersek, Kâbil’in tavrı aynı şeytanın tavrı gibi . Kurbanının kabul edilmeyişinin sebebi olarak kardeşini sorumlu tutuyor, kendinde hiç hata aramıyor, hatasını şeytan gibi kabul etmiyordu. Kâbil’in ‘’Ant olsun seni öldüreceğim’’ demesine karşılık Habil şöyle diyor;
_Yemin ederim ki, eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana el uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım. Ben, benim günahım ile kendi günahını yüklenip cehennem ehlinden olmanı isterim. Zalimlerin cezası budur.(MAİDE/23)
Habil burada bu işten nefret etmesi için öldürme suçunun günahını Kâbil’e açıklıyor. Allah’tan korkmasını ve günahtan kurtulmasını ona güzel göstermeye çalışıyor. Kâbil’in kalbinden kötülük içgüdüsünü atmak için bir insanın yapabileceği her şeyi yapıyor, ikaz ediyor. Allah’tan kork diyerek nasihatte bulunuyor. Senin bana yaptığını ben sana yapmam diyerek sakındırıcı sözler söylüyor.
Ancak Kâbil söylediğini yapıyor. Kâbil şeytana uydu ve kardeşini öldürmek istedi ve öldürdü.
‘’Kardeşini öldürmekle nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu.’’(MAİDE/30)
“Bir cana mukabil veya yeryüzünde fesat sebebi ile olmayarak bir canı katleden, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa o bütün insanları diriltmiş gibi olur.’’(MAİDE/ 27-32)
Kâbil’in cezası Peygamberimiz Hz. Muhammed (saa)’in bir hadisinde şöyle ifade edilmektedir.
“Zülmen öldürülen her insanın kanının (günahından) Âdem’in ilk oğluna mutlaka bir pay ayrılır. Çünkü adam öldürmeyi ilk adet eden odur(Tecrit tercümesi 9/83)
Habil ve Kâbil, iki oğul da Âdem ‘in şeriatında yetişmişler, ikisi de Müslümandı. Fakat ikisi de farklı duruşlara sahiplerdi. Habil, Allah’a inanmış, halim, selim bir kişi, Kâbil ise tam tersi. Acaba bu neden böyle olmuştu? Çünkü Habil, Âdem’in öğretilerini kavramış ve bunları davranışa, karaktere dönüştürmüştü. Kâbil ise içten bu öğretileri kabul etmemişti. Ayrıca kıskançlık, dünya sevgisi, kin ile doluydu, cimri ve bencildi. Peygamberimiz(sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır;
“Size sizden önceki milletlerin hastalığı olan haset (kıskançlık) ve kin sirayet etmiş. Bu huylar kazıyıcıdır. Ben saç kazımayı kastetmiyorum. Onlar din kazıyıcı (yok edici)dır. (Tirmizi)
Kâbil’in kini ve hasedi onun dinini de kazıdı, yok etti. Ahiretini de kaybetti. Bu dünyadan günahıyla göçtü.
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmaktadır; “Hasetten şiddetle kaçının. Çünkü kıskançlık ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi sevapları yer bitirir.”(Ebu Davud)
Nefsimiz hoşlanmasa da bir Müslüman olarak Allah’ın emirlerini yerine getirmek bizim sorumluluğumuz, yegâne görevimizdir. Aksi halde kaybedenlerden oluruz. Benim aklım almıyor, bunu kabul edemem diyemeyiz. Bazı kişiler vardır ki çok karmaşık bir meseleyi dahi hemen anlayıp kavrarken, bazı kişiler de en basit bir meseleyi dahi anlayamazlar. Bu yüzden aklımızın almadığı meselelerde hatta her meselemizde aklımıza göre değil vahye tabi olmamız gerekir. Aklı, Allah’ın hükümlerine bağlamak yerine, nefsin isteklerine uymak, sonuçları kötü olaylara sebep olmaktadır.
Başkalarına kötülük yapan, Allah’a isyan içinde yaşayan kimselere dikkatlice baktığınızda yüzlerinde göreceğiniz manzara Kâbil’in yüzündeki ifadenin aynısıdır. Mutsuz, korkak, hiçbir kimseye güvenmeyen ve perişan bir yüz. Hiçbir şeyden tatmin olmayan ve bunalımlar içinde çırpınan zavallı bir mahlûk. Bu böyledir! Çünkü Allah hainlerin, ona isyan eden zalimleri asla başarıya ulaştırmaz.(Yusuf 52)
Kâbil kötü bir çığır açtı. Bizler Kâbil gibi olmayalım. Allah’ın istediği iyi davranışlarda bulunarak yeni nesillere, iyi örnekler olalım ve onların sevaplarından bizlere de birer pay olduğunu unutmayalım inşallah.
Karganın Kâbil’e Öğrettiği
Habil ölmüş, Kâbil katil olmuştu. Peki, Habil’in cesedi ne olacaktı? Habil şaşkındı. Cesedi ne yapacağını bilmiyordu. Allah’ın hikmeti, Kâbil’i kardeşinin ölüsü hakkında aczi ile baş başa bıraktı. Bir karga kadar dahi olamamanın aczi ile yüz yüze getirdi.
“ Sana Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Bana yazıklar olsun. Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım. Dedi de ettiğine yananlardan oldu.” (Maide 31)
Bu yanma tevbe değildi. Tevbe olsa Allah tevbesini mutlaka kabul ederdi. Ancak bu pişmanlık yaptığı işin karşılığını görememekten ve katlanmak mecburiyetinde kaldığı eziyet ve yorgunluktan ileri geliyordu. Ne yapacağını bilmediği için uzun süre kardeşinin cesedini sırtında taşımıştı.
İnananlar topluluğundan ilk ayrılan Kâbil, şeytanın safında yer alarak batılın öncüsü olmuştur. Ve böylelikle insanoğlunun yeryüzünde imtihanı başlamış oldu. Bundan sonrası için “…nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.”(Şems 9-10)
HZ. ADEM(AS)’DEN BİZE KALANLAR
Âdem ilk yaratılan insandı.
İlk selam verendi.
İlk örtünendi.
İlk tevbe edendi.
İlk toprağı işleyendi.
İlk peygamberdi.
İlk evlat acısını duyandı.
İlk dede
İlk tercih hakkı

İLK ÖNDER
Hz. Ebu Zer derki; Ya Resulullah ilk Peygamber kimdir? Diye sorunca Hz. Peygamber Hz. Âdem’dir der. O nebi oldu mu? Diye sorunca Hz. Peygamber “evet”, “o mükemmel bir nebi idi” der. ( Ahmet bin Hanbel ’den)
Hz. Âdem(as)’e peygamberlik haberi ile beraber 10 suhufluk bir kitap verilir. Bu yüzden ilk babamız olan Hz. Âdem ilimden yoksun, günahlara gark olmuş ve cahil olarak gösterilme çabaları suya düşmüştür. İnsanoğlunun ilk babası model kul, ilk Resul ve ilk önder olarak karşımıza çıkmaktadır. İlmin babası, okuma- yazmayı bilen örnek bir insandır.
Yeryüzünde ilk insanlar bugün bize anlatıldığı gibi ilkel ve vahşi değil, medeni insanlardı. Konuşmayı, eşyaya isim koymayı,(Bakara/ 31-33) giyinmeyi biliyorlardı.(Araf/27) Ateş yakmayı, alet yapmayı, hayvanları evcilleştirmeyi, toprağı sürmeyi ve ekmeyi, ekmek yapmayı biliyorlardı.(El Bidaye 123) Onlara bu bilgileri Allah öğretti. Çünkü bilginin gerçek kaynağı Allah’tır. Çünkü insanların yeryüzünde yaşayabilmeleri için bu bilgilere sahip olmaları gerekiyordu.(Tefhim’ül Kur’an)
Aradan yıllar geçti. Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Hayat sürüp gidiyordu. İnsanlar çoğaldıkça sorularda çoğalıyordu.
-Dünya nasıl bir yerdi? İnsan buraya niçin gelmişti? Sonu ne olacaktı? İyi neydi? Kötü neydi?
Bütün bunları çocuklarına öğretmesi için Allah(CC) Âdem (as)’i peygamber yaptı. Kendisine okuyup, gereğince yaşasınlar diye 10 sahife indirdi. Eğer Âdem ve çocukları yazmayı bilmeselerdi bu sahifeleri nasıl okuyup, hayatlarına uygulaya bilirlerdi.
Âdem (as) kendi çocuklarını şeytanın tuzağına düşmemeleri için iyiyi tanıtıp sevdirirdi. Kötüyü tanıtıp sakındırırdı. Sonra da yolların 2’ ye ayrıldığını söyledi.
-Allah’ın yolu -Şeytanın yolu
Peygamberin izinden gidenlerin cennete, şeytanın ardından gidenlerin ise cehenneme gideceğini söyledi.
Hz. Âdem(as)’e peygamberlik haberi ile beraber 10 suhufluk bir kitap verilir. Bu yüzden ilk babamız olan Hz. Âdem ilimden yoksun, günahlara gark olmuş ve cahil olarak gösterilme çabaları suya düşmüştür. İnsanoğlunun ilk babası model kul, ilk Resul ve ilk önder olarak karşımıza çıkmaktadır. İlmin babası, okuma- yazmayı bilen örnek bir insandır.
Yeryüzünde ilk insanlar bugün bize anlatıldığı gibi ilkel ve vahşi değil, medeni insanlardı. Konuşmayı, eşyaya isim koymayı,(Bakara/ 31-33) giyinmeyi biliyorlardı.(Araf/27) Ateş yakmayı, alet yapmayı, hayvanları evcilleştirmeyi, toprağı sürmeyi ve ekmeyi, ekmek yapmayı biliyorlardı.(El Bidaye 123) Onlara bu bilgileri Allah öğretti. Çünkü bilginin gerçek kaynağı Allah’tır. Çünkü insanların yeryüzünde yaşayabilmeleri için bu bilgilere sahip olmaları gerekiyordu.(Tefhim’ül Kur’an)
Aradan yıllar geçti. Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Hayat sürüp gidiyordu. İnsanlar çoğaldıkça sorularda çoğalıyordu.
-Dünya nasıl bir yerdi? İnsan buraya niçin gelmişti? Sonu ne olacaktı? İyi neydi? Kötü neydi?
Bütün bunları çocuklarına öğretmesi için Allah(CC) Âdem (as)’i peygamber yaptı. Kendisine okuyup, gereğince yaşasınlar diye 10 sahife indirdi. Eğer Âdem ve çocukları yazmayı bilmeselerdi bu sahifeleri nasıl okuyup, hayatlarına uygulaya bilirlerdi.
Âdem (as) kendi çocuklarını şeytanın tuzağına düşmemeleri için iyiyi tanıtıp sevdirirdi. Kötüyü tanıtıp sakındırırdı. Sonra da yolların 2’ ye ayrıldığını söyledi.
-Allah’ın yolu -Şeytanın yolu
Peygamberin izinden gidenlerin cennete, şeytanın ardından gidenlerin ise cehenneme gideceğini söyledi.

CENNETTEN DÜNYAYA
Bizlerde Âdem ve Havva (as) ’ın çocukları olarak Ar afat düşüncesini yakalamak için çabalamalıyız.
Burada şu dört aşamayı görmekteyiz.
1- Tek tek imtihana tutuldular. Her biri bireysel olarak bu fırsatı değerlendirdiler. Bu fırsat tevbe ve yeniden model kullar olma fırsatıdır.
2- Yüce Allah bu iki kulu buluşturarak, her ikisinin birbirini tamamlamasını sağladı. Böylece aile olarak kulluk yolculuğunu göstermiş oldu.
3- Toplumsal model oluşturuldu. Mekke İslam medeniyetinin temelleri atıldı. Bu şehrin kalbi olarak ta en eski ve ilk ev olarak Kâbe’yi yaptılar.
4- Hz. Âdem (as) ilk önder, Hz. Havva(as) ilk cemaat oldu. Bu nedenle Hz. Âdem(as) ilk peygamber ve ilk önderdir.
Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe )dir.
(Al-i İmran süresi/ 96)
Yeryüzünün ilk şehri olduğu için Mekke-i Mükerreme’ye “Ümmü-l Kura” yani “şehirlerin anası” denilmektedir.
Bu ev çok mesajlar haykırır. Adeta Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın dili oluverir. Yegâne tek çağrısı tevhittir. Yani kulları Lâ ilâhe illallah’a davet eder. Bu yüzden babamızdan bu hatırlatma olarak tarih boyunca Kâbe tavaf edilir. Kâbe’ye doğru rükû ve secde edilir.
Abduhu yani O’na kulluk sınavından başarıyla geçen Hz. Âdem (as) ’e peygamberlik sorumluluğu verilir. Böylece ilk peygamber olma şerefini de yakalamış olur.
Hepimizin bildiği gibi peygamberlik demek, yüce Allah’ın ona mesajları bildirmesi demektir. Vahiy alan Hz. Âdem’e böylece ilim verilmiş olur.
İki noktayı hatırlatmak istiyorum. l
Yüce Allah Bakara süresi 31.ayette ” Âdem’e isimleri öğretti.” Derken bilemediğimiz Ledün ilmini almış oldu ve şu üç hikmete de işaret etti;
Esma-ül Hüsna’yı öğretti
Eşyanın mahiyetini öğretti
Rabbani eğitimi verdi.
Ayrıca Hz. Âdem’in İslam fıtratı üzere dünyada yaratıldığını anlatmaktadır.
İkinci önemli nokta ise; vahiy ile bu sorumluluğu kendisinden sonra gelen insanlara taşımıştır.
Burada şu dört aşamayı görmekteyiz.
1- Tek tek imtihana tutuldular. Her biri bireysel olarak bu fırsatı değerlendirdiler. Bu fırsat tevbe ve yeniden model kullar olma fırsatıdır.
2- Yüce Allah bu iki kulu buluşturarak, her ikisinin birbirini tamamlamasını sağladı. Böylece aile olarak kulluk yolculuğunu göstermiş oldu.
3- Toplumsal model oluşturuldu. Mekke İslam medeniyetinin temelleri atıldı. Bu şehrin kalbi olarak ta en eski ve ilk ev olarak Kâbe’yi yaptılar.
4- Hz. Âdem (as) ilk önder, Hz. Havva(as) ilk cemaat oldu. Bu nedenle Hz. Âdem(as) ilk peygamber ve ilk önderdir.
Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Bekke (Mekke)de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe )dir.
(Al-i İmran süresi/ 96)
Yeryüzünün ilk şehri olduğu için Mekke-i Mükerreme’ye “Ümmü-l Kura” yani “şehirlerin anası” denilmektedir.
Bu ev çok mesajlar haykırır. Adeta Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın dili oluverir. Yegâne tek çağrısı tevhittir. Yani kulları Lâ ilâhe illallah’a davet eder. Bu yüzden babamızdan bu hatırlatma olarak tarih boyunca Kâbe tavaf edilir. Kâbe’ye doğru rükû ve secde edilir.
Abduhu yani O’na kulluk sınavından başarıyla geçen Hz. Âdem (as) ’e peygamberlik sorumluluğu verilir. Böylece ilk peygamber olma şerefini de yakalamış olur.
Hepimizin bildiği gibi peygamberlik demek, yüce Allah’ın ona mesajları bildirmesi demektir. Vahiy alan Hz. Âdem’e böylece ilim verilmiş olur.
İki noktayı hatırlatmak istiyorum. l
Yüce Allah Bakara süresi 31.ayette ” Âdem’e isimleri öğretti.” Derken bilemediğimiz Ledün ilmini almış oldu ve şu üç hikmete de işaret etti;
Esma-ül Hüsna’yı öğretti
Eşyanın mahiyetini öğretti
Rabbani eğitimi verdi.
Ayrıca Hz. Âdem’in İslam fıtratı üzere dünyada yaratıldığını anlatmaktadır.
İkinci önemli nokta ise; vahiy ile bu sorumluluğu kendisinden sonra gelen insanlara taşımıştır.

BİR ÇIKIŞ YOLU: TÖVBE
Âdem ve Havva yaptıklarından dolayı şaşkına dönmüşlerdi. Ne yapacaklardı? Şeytanın yolundan mı gideceklerdi yoksa meleklerin tavrını mı takınacaklardı? Pişman oldular, suçlarını itiraf ettiler ve şöyle dediler;
“-Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik! Bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz.”(Araf 23)
Tövbe… Nedir tövbe etmek?
Resulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde diyor ki “Tövbe pişmanlıktır.”
Pişman olan tövbe eder. Yaptığının yanlış olduğunu anlar. Yani hatasını kabul eder ve bir daha yapmamaya çalışır. Pişman olmayan kişi zaten davranışını değiştirmek şöyle dursun hatasını bile kabul etmek istemez. Bu düşüncede olan birinden zaten tövbe de beklenemez.
Âdem ve eşi samimiyetle, pişmanlıkla bağışlanmaları için Allah’a dua ettiler, yalvardılar. Allah da onların tövbesini kabul etti ve onları bağışladı. Çünkü Allah tevvabdır. Tövbeyi kabul eden ve esirgeyendir.(Bakara/ 37, Taha 9\22)
“-Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik! Bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz.”(Araf 23)
Tövbe… Nedir tövbe etmek?
Resulullah (sav) bir hadis-i şeriflerinde diyor ki “Tövbe pişmanlıktır.”
Pişman olan tövbe eder. Yaptığının yanlış olduğunu anlar. Yani hatasını kabul eder ve bir daha yapmamaya çalışır. Pişman olmayan kişi zaten davranışını değiştirmek şöyle dursun hatasını bile kabul etmek istemez. Bu düşüncede olan birinden zaten tövbe de beklenemez.
Âdem ve eşi samimiyetle, pişmanlıkla bağışlanmaları için Allah’a dua ettiler, yalvardılar. Allah da onların tövbesini kabul etti ve onları bağışladı. Çünkü Allah tevvabdır. Tövbeyi kabul eden ve esirgeyendir.(Bakara/ 37, Taha 9\22)

İLK TERCİH, İLK SEÇME HÜRRİYETİ
Âdem ile Havva, “Allah adına” yemin eden kimsenin yalan söyleyebileceğini bilmiyorlardı. Allah’ın daha önceden onları uyardığını unuttular. Edindiği bilgiyle kendi başına olsa belki imtihanı başaracaktı Fakat insan olmanın verdiği bazı noktalar (meraklı olması gibi, çünkü insanı öğrenmeye iten merak duygusudur.) ve şeytan gibi bir düşman vardı. Ve şeytan böylece onların yanılmalarını sağladı. Onlar da tercihlerini yaptılar, yasak ağacın meyvesinden yediler
Allah Âdem’e;
-Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?(Araf 22)
Aslında yasaklanan ağaç bir semboldü. Peki, neyin sembolüydü? Yasak ağaç, Allah’ın koyduğu sınırlardı. İnsanın yeryüzüne gönderilmeden önce, yeryüzünde şeytanla olan mücadelesini nasıl yapacağı hakkında eğitilmeleri ve tercihlerinin sonucunun ne olacağını göstermek için cennete böyle bir yasak konulmuştu. Bu yasakla insanın iradesinin güçlenmesi de sağlanmış olacaktı.
Bu yasak, bu sınırlar çiğnendi mi, o zaman insan kendine yazık eder(Araf 23) Onlar ilk tercihlerini yaptılar tercihlerinin sonuçlarını yaşadılar ve yanlışlarını telafi etmek için bir çıkış yolu aradılar.
Allah Âdem’e;
-Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?(Araf 22)
Aslında yasaklanan ağaç bir semboldü. Peki, neyin sembolüydü? Yasak ağaç, Allah’ın koyduğu sınırlardı. İnsanın yeryüzüne gönderilmeden önce, yeryüzünde şeytanla olan mücadelesini nasıl yapacağı hakkında eğitilmeleri ve tercihlerinin sonucunun ne olacağını göstermek için cennete böyle bir yasak konulmuştu. Bu yasakla insanın iradesinin güçlenmesi de sağlanmış olacaktı.
Bu yasak, bu sınırlar çiğnendi mi, o zaman insan kendine yazık eder(Araf 23) Onlar ilk tercihlerini yaptılar tercihlerinin sonuçlarını yaşadılar ve yanlışlarını telafi etmek için bir çıkış yolu aradılar.

İNSANIN İLK İMTİHANI VE ŞEYTANIN İLK İNTİKAMI
Âdem ve eşi cennete yerleştirilince hep burada kalma arzusu duydular. Bizlerde öyle değil miyiz? Bize verilen şeyleri kaybetmek istemeyiz. Hayatımızı, sevdiğimiz insanları, evimizi, sevdiğimiz bir kıyafeti, takıyı vs. bizim olduğunu düşündüğümüz her şeyleri kaybetmek istemeyiz. Hep bizimle olsun isteriz değil mi? İşte şeytan Âdem ve eşinin devamlılık arzusunu bildiği için insana bu noktadan yaklaştı ve şeytan;
“-Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha-120)”
Şeytan ikisine de vesvese verdi ve onlara;
“-Rabbiniz sizi ancak melek olmamanız ya da cennette temelli kalmamanız için bu ağacı yasakladı.
-Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de(yalan yere) yemin etti.(Araf/ 19-23)
Böylece onların yanılmalarını sağladı.(Taha/ 115)
Bunun sonucu olarak da avret yerleri kendilerine görünmeye başladı. Çünkü hata ve günahın işlenmesinden önce Allah onların örtmüş olduğu vücutlarını artık açmış oldu.(Araf 21) Bu örtüyü, işledikleri suçtan dolayı onların üzerinden alıverdi. Allah’ın bu sınırları çiğnendi mi geriye kalan çıplaklık ve ahlaksızlıktır.(Araf 20-22)
Onlarda cennet ağaçlarının yapraklarını vücutlarına yapıştırarak edep yerlerini kapatmaya, üstlerini örtmeye çalıştılar. Çünkü yaptıkları şeyden utanmışlardı. İşte şeytan insanı aldatarak çıplaklığı (utanma duygusunu kaybettirmeyi) teşvik etmektedir. Çünkü insan utanma duygusunu,( hayâsını) kaybederse dilediğini yapar. “Utanmıyorsan dilediğini yap” sözü burada ne kadar da anlamlı değil mi? Hayâ, hayattan gelir. Hayân yoksa hayatın da yoktur.
Dikkat edilirse Allah’ın koyduğu yasaklar, insanın aleyhine olduğu şeyleredir. İnsan, düşkün olduğu şeyleri Allah’ın emirlerine tercih ederse, Allah’ta ceza olarak ondaki izzet elbisesini kaldırır, sıradan bir beden verir. Âdem ile eşini utandırdığı gibi.
Allah’ın yapmamızı emrettiği şeyler ise yüceltilmiştir ve gizli kalmış üstünlükleri ortaya çıkarmıştır. Âdem ile Havva’nın derinden pişmanlık duyarak ettikleri tevbe onları yüceltmiştir(Araf 23)
“-Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir devleti göstereyim mi?(Taha-120)”
Şeytan ikisine de vesvese verdi ve onlara;
“-Rabbiniz sizi ancak melek olmamanız ya da cennette temelli kalmamanız için bu ağacı yasakladı.
-Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine de(yalan yere) yemin etti.(Araf/ 19-23)
Böylece onların yanılmalarını sağladı.(Taha/ 115)
Bunun sonucu olarak da avret yerleri kendilerine görünmeye başladı. Çünkü hata ve günahın işlenmesinden önce Allah onların örtmüş olduğu vücutlarını artık açmış oldu.(Araf 21) Bu örtüyü, işledikleri suçtan dolayı onların üzerinden alıverdi. Allah’ın bu sınırları çiğnendi mi geriye kalan çıplaklık ve ahlaksızlıktır.(Araf 20-22)
Onlarda cennet ağaçlarının yapraklarını vücutlarına yapıştırarak edep yerlerini kapatmaya, üstlerini örtmeye çalıştılar. Çünkü yaptıkları şeyden utanmışlardı. İşte şeytan insanı aldatarak çıplaklığı (utanma duygusunu kaybettirmeyi) teşvik etmektedir. Çünkü insan utanma duygusunu,( hayâsını) kaybederse dilediğini yapar. “Utanmıyorsan dilediğini yap” sözü burada ne kadar da anlamlı değil mi? Hayâ, hayattan gelir. Hayân yoksa hayatın da yoktur.
Dikkat edilirse Allah’ın koyduğu yasaklar, insanın aleyhine olduğu şeyleredir. İnsan, düşkün olduğu şeyleri Allah’ın emirlerine tercih ederse, Allah’ta ceza olarak ondaki izzet elbisesini kaldırır, sıradan bir beden verir. Âdem ile eşini utandırdığı gibi.
Allah’ın yapmamızı emrettiği şeyler ise yüceltilmiştir ve gizli kalmış üstünlükleri ortaya çıkarmıştır. Âdem ile Havva’nın derinden pişmanlık duyarak ettikleri tevbe onları yüceltmiştir(Araf 23)

YASAK AĞAÇ
İlk insan Âdem’di. Âdem erkekti. Kendi cinsinden ve nefsinden eşi de yaratıldı. Eşi bu yüzden canlı ve bir benzeri yaratılmış manasına gelen “Havva” adını almıştır. Her şeyin en iyisini Rabb’imiz bilir. Artık evrende iki insan vardı. Âdem ile Havva…(Rum-21) Bu iki insan ailesine Allah şu emri verdi.
“-Ey Âdem, sen eşinle beraber cennete yerleş!” dedi ve şu öğütte bulundu.
“-Orada olanlardan istediğiniz kadar bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz.(Bakara-35).
“-Ey Âdem, doğrusu iblis senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çeker, bedbaht olursun.”
“Doğrusu cennete ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın. Orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın.(Taha 117-119)
Düşünün! Orada acıkmıyor, susamıyorsun, çıplak kalmıyorsun, ne giyeceğim diye düşünmüyorsun, hastalanmıyorsun…. Orada zahmet yok. Sadece cennetteki birçok nimetin yanında tek bir yasak var.
Neden cennette birçok nimetin yanında tek bir yasak var? O da bir meyve ağacı.
İşte bu yasakla Âdem ve eşinin imtihanı başladı. Melekler ve şeytan imtihan edilmişti. Şimdi sıra insandaydı. Ne olacaktı?
“-Ey Âdem, sen eşinle beraber cennete yerleş!” dedi ve şu öğütte bulundu.
“-Orada olanlardan istediğiniz kadar bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz.(Bakara-35).
“-Ey Âdem, doğrusu iblis senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çeker, bedbaht olursun.”
“Doğrusu cennete ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın. Orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın.(Taha 117-119)
Düşünün! Orada acıkmıyor, susamıyorsun, çıplak kalmıyorsun, ne giyeceğim diye düşünmüyorsun, hastalanmıyorsun…. Orada zahmet yok. Sadece cennetteki birçok nimetin yanında tek bir yasak var.
Neden cennette birçok nimetin yanında tek bir yasak var? O da bir meyve ağacı.
İşte bu yasakla Âdem ve eşinin imtihanı başladı. Melekler ve şeytan imtihan edilmişti. Şimdi sıra insandaydı. Ne olacaktı?

ŞEYTANIN MESLEĞİ

İLK HALİFE
Hz. Âdem(as.) ilk insandı. Hz. Âdem’den önce bizim bildiğimiz melek ve cin adını taşıyan iki varlık âlemi daha vardı. (Bakara 31,Hicr 26-29)
Allah meleklere;
‘’- Yeryüzünde bir halife yaratacağım ‘’ dediği vakit,(onlar cevap olarak)
-Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak bir varlık mı yaratacaksın? Oysa biz (seni överek yüceltiyor ve) sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz, dediler. Allah,’’ Sizin bilmediğinizi ben bilirim! …dedi. ’’(Bakara/ 30)
Melekler niçin insanın yaratılışına karşı çıkıyorlardı ve ileri sürdükleri gerekçe ne anlama geliyordu?
Melekler, insanın kendilerine verilmeyenbir ünvanla yaratılacağını anlamışlardı. Bu özellik evrende Allah’a ‘halife’olmaktı. İşte Âdem’in var edilme gayesi budur. “HALİFE” olabilmek. Kime halife olacak?
Halife, yeryüzünde Allah’ın iradesini gerçekleştirebilendir.
Halifeliğin iki boyutu vardır.
—Birincisi; kişinin kendini Allah’ın iradesine göre yönlendirmesidir. Bizim nasıl olmamızı istiyorsa öyle olabilmek.
– İkincisi ise; toplumsal sorumluluktur..
İyiliği emredip, kötülüğü nehy etmesi bununla ilgilidir. Allah, insanın kendisine kurallar vererek yetki vermiştir. Bu kurallarla toplumun yönlendirmesi istenmiştir.
Melekler, Hz. Âdem ve onun soyu hakkındaki bilgileri nasıl anlamışlardı?
Allah ; “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde yeryüzü kelimesinden anladılar. Çünkü bu kelime madde âlemi ve mekânı temsil eder. Maddi âlemde iş, eş, çocuk, eğitim, dinlenme, sağlık, sanat…. Var. Bütün bu meşgul edecek şeylere rağmen, insanın; Allah’a olan kulluğunu yapabileceğine inanamıyorlardı. Çünkü meleklerin Allah’ı anmaktan alıkoyacak bir meşguliyetleri bulunmamaktadır.
Meleklerin özelliklerini hatırlayalım. Onlar yemezler, içmezler, çoğalmazlar, yaşlanmazlar, hastalanmazlar, cinsiyetleri yoktur…. Tek rolleri vardır. Kulluk etmek.
Melekler günah işlemezler, Allah’ın emirlerine karşı gelmez, hemen yerine getirirler. Peki, bu itiraz niye? Aslında bu soru itiraz amacıyla değil, mesele hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak amacıyla sorulmuştur. Onlar Allah’ın hiçbir işine itiraz edemezler. Dikkat ederseniz bu itiraz insanoğlunun olumsuz taraflarına yapılmaktadır.
Bozgunculuk; her türlü hukuksuzluk, kan; ise şiddetin temsilcisidir. Tüm kötü işleri bu iki başlık altında toplamak mümkündür. Çünkü insan kulluk rolünü unutup, saparsa bu tablolara düşecekti.
Meleklerin itirazına karşı Allah, ’’Sizin bilmediğinizi ben bilirim! Demişti.
Neden? Çünkü bütün engellere rağmen, bütün dikkat çeken seçeneklere rağmen kulluk rolünü unutmayan insanoğlu gerçek halife olacaktı.
Meleklerin bu itirazı imtihan getirmişti. Şimdi melekler ne yapacaklardı? Yalan söyleyemez, rastgele cevap veremezlerdi. İnat da edemezlerdi. Çünkü melektiler. Melek gibi davrandılar. Allah’a karşı gelmediler, melekçe bir yol seçerek aciz olduklarını itiraf ettiler.
‘’Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Her şeyi en iyi şekilde bilen, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunan Sen, şüphesiz Sensin!’’ dediler. (Bakara -31)
Yüce Allah;
Halife olarak yarattığı Âdem’e isimleri öğrettikten sonra;
-‘’Ey Âdem, bütün isimleri meleklere söyle’ ’dedi. Âdem bütün isimlerin hepsini meleklere söyleyince;
Allah:
-Size Ben her durumda göklerin ve yeryüzünün bilinmeyen yanını, açıkladığınızı ve gizlediğinizi bilirim’ ’demedim mi?(Bakara/32-33)
Bütün varlıkların isimlerini öğretmesinin hikmeti şu olabilir mi?
Birincisi; Allah insana akıl vermiştir.
İkincisi; insanı hem iyiliğe, hem de kötülüğe eğilimli yaratmıştır. İnsana verilen akılla bilgiyi doğru ve iyi yolda kullanarak, insanın şiddet ve hukuk tanımaz taraflarını eğitim yoluyla düzeltebileceğini anlatmaktadır. insan aklını kullanarak iyi ve kötüyü birbirinden böylece ayırt edebilir. Eğitimden ve öğretimden bağımızı koparırsak şiddete bulaşmaktan da kurtulamayız.
Çünkü Rabbimiz Allah âdem (as) ve soyuna “ isimleri” öğretmiştir.
Allah meleklere;
‘’- Yeryüzünde bir halife yaratacağım ‘’ dediği vakit,(onlar cevap olarak)
-Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak bir varlık mı yaratacaksın? Oysa biz (seni överek yüceltiyor ve) sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz, dediler. Allah,’’ Sizin bilmediğinizi ben bilirim! …dedi. ’’(Bakara/ 30)
Melekler niçin insanın yaratılışına karşı çıkıyorlardı ve ileri sürdükleri gerekçe ne anlama geliyordu?
Melekler, insanın kendilerine verilmeyenbir ünvanla yaratılacağını anlamışlardı. Bu özellik evrende Allah’a ‘halife’olmaktı. İşte Âdem’in var edilme gayesi budur. “HALİFE” olabilmek. Kime halife olacak?
Halife, yeryüzünde Allah’ın iradesini gerçekleştirebilendir.
Halifeliğin iki boyutu vardır.
—Birincisi; kişinin kendini Allah’ın iradesine göre yönlendirmesidir. Bizim nasıl olmamızı istiyorsa öyle olabilmek.
– İkincisi ise; toplumsal sorumluluktur..
İyiliği emredip, kötülüğü nehy etmesi bununla ilgilidir. Allah, insanın kendisine kurallar vererek yetki vermiştir. Bu kurallarla toplumun yönlendirmesi istenmiştir.
Melekler, Hz. Âdem ve onun soyu hakkındaki bilgileri nasıl anlamışlardı?
Allah ; “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde yeryüzü kelimesinden anladılar. Çünkü bu kelime madde âlemi ve mekânı temsil eder. Maddi âlemde iş, eş, çocuk, eğitim, dinlenme, sağlık, sanat…. Var. Bütün bu meşgul edecek şeylere rağmen, insanın; Allah’a olan kulluğunu yapabileceğine inanamıyorlardı. Çünkü meleklerin Allah’ı anmaktan alıkoyacak bir meşguliyetleri bulunmamaktadır.
Meleklerin özelliklerini hatırlayalım. Onlar yemezler, içmezler, çoğalmazlar, yaşlanmazlar, hastalanmazlar, cinsiyetleri yoktur…. Tek rolleri vardır. Kulluk etmek.
Melekler günah işlemezler, Allah’ın emirlerine karşı gelmez, hemen yerine getirirler. Peki, bu itiraz niye? Aslında bu soru itiraz amacıyla değil, mesele hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak amacıyla sorulmuştur. Onlar Allah’ın hiçbir işine itiraz edemezler. Dikkat ederseniz bu itiraz insanoğlunun olumsuz taraflarına yapılmaktadır.
Bozgunculuk; her türlü hukuksuzluk, kan; ise şiddetin temsilcisidir. Tüm kötü işleri bu iki başlık altında toplamak mümkündür. Çünkü insan kulluk rolünü unutup, saparsa bu tablolara düşecekti.
Meleklerin itirazına karşı Allah, ’’Sizin bilmediğinizi ben bilirim! Demişti.
Neden? Çünkü bütün engellere rağmen, bütün dikkat çeken seçeneklere rağmen kulluk rolünü unutmayan insanoğlu gerçek halife olacaktı.
Meleklerin bu itirazı imtihan getirmişti. Şimdi melekler ne yapacaklardı? Yalan söyleyemez, rastgele cevap veremezlerdi. İnat da edemezlerdi. Çünkü melektiler. Melek gibi davrandılar. Allah’a karşı gelmediler, melekçe bir yol seçerek aciz olduklarını itiraf ettiler.
‘’Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Her şeyi en iyi şekilde bilen, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunan Sen, şüphesiz Sensin!’’ dediler. (Bakara -31)
Yüce Allah;
Halife olarak yarattığı Âdem’e isimleri öğrettikten sonra;
-‘’Ey Âdem, bütün isimleri meleklere söyle’ ’dedi. Âdem bütün isimlerin hepsini meleklere söyleyince;
Allah:
-Size Ben her durumda göklerin ve yeryüzünün bilinmeyen yanını, açıkladığınızı ve gizlediğinizi bilirim’ ’demedim mi?(Bakara/32-33)
Bütün varlıkların isimlerini öğretmesinin hikmeti şu olabilir mi?
Birincisi; Allah insana akıl vermiştir.
İkincisi; insanı hem iyiliğe, hem de kötülüğe eğilimli yaratmıştır. İnsana verilen akılla bilgiyi doğru ve iyi yolda kullanarak, insanın şiddet ve hukuk tanımaz taraflarını eğitim yoluyla düzeltebileceğini anlatmaktadır. insan aklını kullanarak iyi ve kötüyü birbirinden böylece ayırt edebilir. Eğitimden ve öğretimden bağımızı koparırsak şiddete bulaşmaktan da kurtulamayız.
Çünkü Rabbimiz Allah âdem (as) ve soyuna “ isimleri” öğretmiştir.

İLK İNSANIN YARATILIŞI- HZ. ÂDEM(A.S)
İlk İnsanın Yaratılışı
Âdem’e topraktan yaratıldığı için bu isim verilmiştir. Âdem kelimesinin diğer anlamları şunlardır. İnsan, adam, iyi, temiz kimse, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara da gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Âdem’den söz edilmektedir.
( Bakara/ 31, 33, 34, 35, 37, Al-i İmran/33, 59; Maide/ 27, Araf /11, 19, 26, 27, 31, 35, 172, İsra/ 61, 70, Kehf/ 50. Meryem/ 58, Taha / 116, 117, 120, 121 ve Yasin/ 60, 61. Ayetleridir. )
Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, ‘’ Benî Âdem’’ şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e ‘’ Ebu’l-Beşer’’ (Beşerin Babası) lakabı verilmiştir Âdem, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah ’’ unvanıyla da anılmıştır.
Allah, Âdem’i topraktan yarattı.’’ ‘’Sonra O’na ‘’ol’’ dedi, (can gelip) oluverdi.’’(Al-i İmran/ 59)
Allah’u Teâlâ yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur:
“ Ant olsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo)ya çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir.(Mü’minun/ 12-14)
“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.’’(Rum/ 20)
“Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.”(Nur/ 45)
“Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabb’inin her şeye gücü yeter.”(Furkan/ 54)
Allah, Bakara suresinde “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken, dikkat edilirse “Ben yaratacağım” diyor. Yani “ben” istediğim için yaratacağım başkası istediği için değil. İşte insanı yaratmayı “Allah” diledi, “Allah” istedi ve sonra ona “ol ’’ dedi. O da oluverdi.
“ Allah, Âdem’i topraktan yarattı.’’ ‘’Sonra O’na ‘’ol’’ dedi,(can gelip) oluverdi.’’(Al-i İmran/ 59)
Çeşitli ayetlerde Hz. Âdem’in hamurunda kullanılan toprağın niteliklerine ve geçirdiği değişimlere işaret edilir. Sırasıyla toprak (turab), çamur (tin), yapışkan çamur (tin-i lazib), şekil verilmiş çamur (hamein mesnun) ve kuru çamur (salsal) bunlar arasında sayılabilir.
Neden Allah insanı aşamalardan geçirerek yaratmıştır? Birden bire yaratamaz mıydı? Elbette yaratırdı. Fakat Allah’ın dilediği, istediği bu değildi. İnsanın oluşumuna bir aşama koydu.
Bir bebek düşünün… Doğar doğmaz yürüyemez. Konuşamaz. Bunları yapabilmesi için bir öğrenme süreci gereklidir. İnsanoğlunun hayatında yaratılışından ölümüne kadar sürekli aşamalar olacaktır. Önce bebek, sonra çocuk, genç, orta yaşlı, ihtiyar ve en sonra da Allah’a dönüş…
Allah, insanı bu aşamalardan geçirerek “yarattım” derken, sorumluluk ve dönüşümüzün O’na olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
Âdem’e topraktan yaratıldığı için bu isim verilmiştir. Âdem kelimesinin diğer anlamları şunlardır. İnsan, adam, iyi, temiz kimse, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara da gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Âdem’den söz edilmektedir.
( Bakara/ 31, 33, 34, 35, 37, Al-i İmran/33, 59; Maide/ 27, Araf /11, 19, 26, 27, 31, 35, 172, İsra/ 61, 70, Kehf/ 50. Meryem/ 58, Taha / 116, 117, 120, 121 ve Yasin/ 60, 61. Ayetleridir. )
Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, ‘’ Benî Âdem’’ şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e ‘’ Ebu’l-Beşer’’ (Beşerin Babası) lakabı verilmiştir Âdem, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah ’’ unvanıyla da anılmıştır.
Allah, Âdem’i topraktan yarattı.’’ ‘’Sonra O’na ‘’ol’’ dedi, (can gelip) oluverdi.’’(Al-i İmran/ 59)
Allah’u Teâlâ yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur:
“ Ant olsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo)ya çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir.(Mü’minun/ 12-14)
“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.’’(Rum/ 20)
“Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.”(Nur/ 45)
“Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabb’inin her şeye gücü yeter.”(Furkan/ 54)
Allah, Bakara suresinde “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken, dikkat edilirse “Ben yaratacağım” diyor. Yani “ben” istediğim için yaratacağım başkası istediği için değil. İşte insanı yaratmayı “Allah” diledi, “Allah” istedi ve sonra ona “ol ’’ dedi. O da oluverdi.
“ Allah, Âdem’i topraktan yarattı.’’ ‘’Sonra O’na ‘’ol’’ dedi,(can gelip) oluverdi.’’(Al-i İmran/ 59)
Çeşitli ayetlerde Hz. Âdem’in hamurunda kullanılan toprağın niteliklerine ve geçirdiği değişimlere işaret edilir. Sırasıyla toprak (turab), çamur (tin), yapışkan çamur (tin-i lazib), şekil verilmiş çamur (hamein mesnun) ve kuru çamur (salsal) bunlar arasında sayılabilir.
Neden Allah insanı aşamalardan geçirerek yaratmıştır? Birden bire yaratamaz mıydı? Elbette yaratırdı. Fakat Allah’ın dilediği, istediği bu değildi. İnsanın oluşumuna bir aşama koydu.
Bir bebek düşünün… Doğar doğmaz yürüyemez. Konuşamaz. Bunları yapabilmesi için bir öğrenme süreci gereklidir. İnsanoğlunun hayatında yaratılışından ölümüne kadar sürekli aşamalar olacaktır. Önce bebek, sonra çocuk, genç, orta yaşlı, ihtiyar ve en sonra da Allah’a dönüş…
Allah, insanı bu aşamalardan geçirerek “yarattım” derken, sorumluluk ve dönüşümüzün O’na olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.

ŞEYTANIN VE MELEKLERİN İMTİHANI
Hz. Âdem, yüce Allah’ın öğretisi ile melekleri imtihanı olmuştu. Bu emri veren, yüce Allah’tı. Bu imtihandan önce meleklerin durumları henüz belli değildi. Meleklerin bilmediği fakat Allah’ın bildiği sırları ortaya çıkaracak yeni bir olay oldu.
Allah şöyle buyurdu; ‘’Hani meleklere, ’Âdem’e secde edin(saygı ile eğilin)’ demiştik. İblis hariç meleklerin hepsi secde ettiler. İblis kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden(kâfirlerden) olmuştu.(Bakara /34)
Şeytanın burada yaptığı Allah’ın emrine karşı gelmek oldu. Neden melekler secde ettiler de şeytan etmedi? Çünkü melekler Allah’ın emrine itaat etmeyi tercih ettiler. Şeytan ise tercih etmedi.
‘Secde’ sözlükte, eğilme ve boyun büküş demektir. Secde aynı zamanda Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu kanunlara itaat etmek, Allah’ın Rabliğine teslim olmak, O’na yakınlaşmak demektir. Secde, son derece hürmetle alçalıp baş eğmektir ki , ’kibrin’ zıttıdır.
Şeytan bu ana kadar Allah’ın emirlerine göre mi hareket etmişti yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket etmekteydi? Bunu kendisi bile bilmiyordu. İşte imtihan zamanı gelmişti.
Şeytan itaatten kaçındı ve emri yerine getirmedi. Bu emir hislerine ters düşmüştü. Secde emrine uymadı. Kibrine yenildi. Yüce Allah İblis’e dedi;
- Sana emrettiğim halde seni emrimden alıkoyan nedir? Şeytan (İblis);
-Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan daha üstünüm. Dedi (Araf 7/12)
Şeytan haklı mıydı? Evet, Allah Âdem’i topraktan, Şeytan’ı ise ateşten yaratmıştı. Bu doğru, fakat “Ben ondan daha üstünüm.” sözü ne kadar doğru. Senin gözün mavi, sen daha mı üstünsün? Sen zenginsin daha mı üstünsün, güzelsin daha mı üstünsün? Hayır. Allah diyor ki “Üstünlük takvadadır”.
Takva: Günahlardan, zarar verecek davranışlardan sakınmak, zarar verecek şey ile kendi arasına bir engel koyabilme yeteneğidir. Kim günahlardan daha fazla sakınır yani uzak durmaya gayret ederse Allah katında o üstündür. Güzelliğin, zenginliğin, ırkın, milletin, soyun seni üstün yapmaz. Üstünlük takvadadır.
Kişi elinde olmayan özelliklerinden dolayı övünmesi çok anlamsızdır. Kendi tercih ve gayretlerimizle elde ettiklerimiz bize ait özellikler olur. Kişi siyah veya beyaz olması, erkek veya kadın olması, ateş veya çamur olması kişinin kendi elinde değildir. Ama âlim veya cahil olması, dürüst veya yalancı olması kişinin kendi elindedir.
Toprak ve ateş iki farklı maddedir. Bu iki maddenin yaratıcısı kimdir? Tabii ki Allah’tır. Şeytan bunu biliyor ve itiraf ediyor. Ancak Âdem’in yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasını, Allah’tan bir “ol” emri taşımasını bilmezden gelmişti. Diriden ölüyü, ölüden diriyi yaratanın, bütün özellikleri veren Allah’ı maddeye mahkûm sanmıştı. Görüşü maddeye takılmış öteyi görememişti. Bizler de dış görünüşe, mala-mülke, güzelliğe takılır ve diğer güzel huyları, davranışları görmezden gelirsek şeytanın takındığı tavrı takınmış oluruz.
Şeytan gibi büyüklenmiş oluruz. Allah büyüklenenleri sevmez. Evet, şeytan büyüklendi. Secde emrini yerine getirmedi. Davranışında haklı olduğunu iddia etti, inat etti. Bu davranışıyla Allah’ın huzurundan, rahmetinden kovuldu. (Hicr 31-43, Araf 13, Hicr 34-35)
“İn oradan, orda büyüklenmek senin ne haddine! Haydi çık! Çünkü sen, alçalananlardan birisin dedi.”(Araf/ 13)
Şeytan daha önceleri Allah’a olan itaati, ibadeti sebebiyle meleklerden bile üstün bir konumdaydı. Ta ki Âdem’e secde emri verilinceye kadar. Şeytan büyüklenerek saygın melekler arasındaki saygın yerini kaybetti.
Şeytan şaşırmıştı. Üstün olduğunu iddia ederken melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Kovulmuştu. Hayatını da kaybetme endişesine kapılarak Allah’a yalvardı:
-İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi.(Araf 14)
Bu mühleti alırsa ölümden kurtulacağına inanmıştı. Allah bu isteği belirli bir zamana kadar olması kaydıyla cevaplandırmış ve
-Sen mühlet verilenlerdensin.(Araf 15)
Burada bizlere düşen ne? Allah’ın emirlerine karşı tavrımız ne olacak? Önümüzde iki örnek var.
1. Meleklerin tavrı 2. Şeytanın tavrı
Bizler bu dünyada nasıl davranacağız? Meleklerin yaptığı gibi Allah’ın emrini mi yerine getireceğiz yoksa şeytan gibi büyüklenip, inat edip Allah’ın emrini kabul etmeyip kâfirlerden, kovulanlardan mı olacağız? Şimdi size verilen bilgiyi kullanarak yolunuzu çizin bakalım. İki yol belirmişti.
Yanlış Tavır Doğru Tavır
Kibirlenmek Secde etmek
Kendini yeterli görmek Kendini Rabb’ine bağlamak
İsyan etmek İtaat etmek
Allah şöyle buyurdu; ‘’Hani meleklere, ’Âdem’e secde edin(saygı ile eğilin)’ demiştik. İblis hariç meleklerin hepsi secde ettiler. İblis kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden(kâfirlerden) olmuştu.(Bakara /34)
Şeytanın burada yaptığı Allah’ın emrine karşı gelmek oldu. Neden melekler secde ettiler de şeytan etmedi? Çünkü melekler Allah’ın emrine itaat etmeyi tercih ettiler. Şeytan ise tercih etmedi.
‘Secde’ sözlükte, eğilme ve boyun büküş demektir. Secde aynı zamanda Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu kanunlara itaat etmek, Allah’ın Rabliğine teslim olmak, O’na yakınlaşmak demektir. Secde, son derece hürmetle alçalıp baş eğmektir ki , ’kibrin’ zıttıdır.
Şeytan bu ana kadar Allah’ın emirlerine göre mi hareket etmişti yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket etmekteydi? Bunu kendisi bile bilmiyordu. İşte imtihan zamanı gelmişti.
Şeytan itaatten kaçındı ve emri yerine getirmedi. Bu emir hislerine ters düşmüştü. Secde emrine uymadı. Kibrine yenildi. Yüce Allah İblis’e dedi;
- Sana emrettiğim halde seni emrimden alıkoyan nedir? Şeytan (İblis);
-Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan daha üstünüm. Dedi (Araf 7/12)
Şeytan haklı mıydı? Evet, Allah Âdem’i topraktan, Şeytan’ı ise ateşten yaratmıştı. Bu doğru, fakat “Ben ondan daha üstünüm.” sözü ne kadar doğru. Senin gözün mavi, sen daha mı üstünsün? Sen zenginsin daha mı üstünsün, güzelsin daha mı üstünsün? Hayır. Allah diyor ki “Üstünlük takvadadır”.
Takva: Günahlardan, zarar verecek davranışlardan sakınmak, zarar verecek şey ile kendi arasına bir engel koyabilme yeteneğidir. Kim günahlardan daha fazla sakınır yani uzak durmaya gayret ederse Allah katında o üstündür. Güzelliğin, zenginliğin, ırkın, milletin, soyun seni üstün yapmaz. Üstünlük takvadadır.
Kişi elinde olmayan özelliklerinden dolayı övünmesi çok anlamsızdır. Kendi tercih ve gayretlerimizle elde ettiklerimiz bize ait özellikler olur. Kişi siyah veya beyaz olması, erkek veya kadın olması, ateş veya çamur olması kişinin kendi elinde değildir. Ama âlim veya cahil olması, dürüst veya yalancı olması kişinin kendi elindedir.
Toprak ve ateş iki farklı maddedir. Bu iki maddenin yaratıcısı kimdir? Tabii ki Allah’tır. Şeytan bunu biliyor ve itiraf ediyor. Ancak Âdem’in yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasını, Allah’tan bir “ol” emri taşımasını bilmezden gelmişti. Diriden ölüyü, ölüden diriyi yaratanın, bütün özellikleri veren Allah’ı maddeye mahkûm sanmıştı. Görüşü maddeye takılmış öteyi görememişti. Bizler de dış görünüşe, mala-mülke, güzelliğe takılır ve diğer güzel huyları, davranışları görmezden gelirsek şeytanın takındığı tavrı takınmış oluruz.
Şeytan gibi büyüklenmiş oluruz. Allah büyüklenenleri sevmez. Evet, şeytan büyüklendi. Secde emrini yerine getirmedi. Davranışında haklı olduğunu iddia etti, inat etti. Bu davranışıyla Allah’ın huzurundan, rahmetinden kovuldu. (Hicr 31-43, Araf 13, Hicr 34-35)
“İn oradan, orda büyüklenmek senin ne haddine! Haydi çık! Çünkü sen, alçalananlardan birisin dedi.”(Araf/ 13)
Şeytan daha önceleri Allah’a olan itaati, ibadeti sebebiyle meleklerden bile üstün bir konumdaydı. Ta ki Âdem’e secde emri verilinceye kadar. Şeytan büyüklenerek saygın melekler arasındaki saygın yerini kaybetti.
Şeytan şaşırmıştı. Üstün olduğunu iddia ederken melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Kovulmuştu. Hayatını da kaybetme endişesine kapılarak Allah’a yalvardı:
-İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi.(Araf 14)
Bu mühleti alırsa ölümden kurtulacağına inanmıştı. Allah bu isteği belirli bir zamana kadar olması kaydıyla cevaplandırmış ve
-Sen mühlet verilenlerdensin.(Araf 15)
Burada bizlere düşen ne? Allah’ın emirlerine karşı tavrımız ne olacak? Önümüzde iki örnek var.
1. Meleklerin tavrı 2. Şeytanın tavrı
Bizler bu dünyada nasıl davranacağız? Meleklerin yaptığı gibi Allah’ın emrini mi yerine getireceğiz yoksa şeytan gibi büyüklenip, inat edip Allah’ın emrini kabul etmeyip kâfirlerden, kovulanlardan mı olacağız? Şimdi size verilen bilgiyi kullanarak yolunuzu çizin bakalım. İki yol belirmişti.
Yanlış Tavır Doğru Tavır
Kibirlenmek Secde etmek
Kendini yeterli görmek Kendini Rabb’ine bağlamak
İsyan etmek İtaat etmek
bottom of page