top of page

Psikolojimizi En İyi Rabbimiz Anlar
STRES ve STRESLE BAŞA ÇIKMA YÖNTEMLERİ
İnsan organizması gün içerisinde sürekli iç ve dış etkenlerle etkileşim halindedir. Her an aldığı uyaranlar belli bir sınırı geçtikten sonra organizmanın uyumunu bozar. Bu da organizmanın yapısını ve işlevini bozar. Bozulan yapıyı onarmak için, organizma uyum, denge, düzen arayışına girer. Buna stres denir. Yeni ortamlar, yeni insanlar… Sıkıntı yaratan olaylar karşısında bir tepki sürecidir. Fizyolojik bir durumdur. Savaş veya kaç yanıtıdır. Bedensel ve psikolojik tepkiler zinciridir. Vücudumuzun olaylara tepki verme biçimidir. Stresi 2’ye ayırabiliriz.
- Olumlu stres: İnsanların ulaşmak istedikleri amaçlarla ilgilidir. Örneğin, üniversite okumak isteyen öğrencilerin, üniversiteye hazırlanmaları sürecinde yaşadıkları stres. Evlenmek isteyen bireylerin, evlilik aşamasında yaşadıkları stres gibi örnekler verebiliriz. Olumlu stres insanı harekete geçirici bir etki yapar, bu sebeple istendik bir duygudur.
- Olumsuz stres: İnsanların kaçınmak istedikleri durumlarla ilgilidir.
Strese yanıt vermenin iki temel yolu vardır:
- Savaş veya kaç yanıtı: Saldırıya maruz kaldığınızda faydalıdır, ancak elinizden gelenin en iyisini yapmak istemediğiniz zaman değil (baskı altında boğulma olasılığınız artar).
- Meydan okuma yanıtı: Bir durum tarafından tehdit edildiğinizde, savaş veya kaç yanıtından fiziksel olarak farklı bir tepkidir. Savaş veya kaç yanıtında olduğu gibi, beyniniz size daha fazla kan akışı sağlarken daha akıllısınızdır çünkü tüm duyularınız mevcut tüm bilgilere açık olarak bulunduğunuz ortama daha fazla dikkat eder.
Bir tehditten bir meydan okuma yanıtına geçmek için Faller, stres yanıtımızı bir kaynak olarak görmemizi önerir. Örneğin, stresli olduğunuz zaman kendinize şunu söylemeyi düşünün: “Tamam, stresli hissediyorum ve bu iyi bir şey- bu stres daha iyi bir iş yapmama yardımcı olacak.” Araştırmalar, insanların strese bakış açılarını olumlu yönde değiştirmelerinin, hem fiziksel stres yanıtlarını değiştirdiklerini hem de sınava girme, konuşma yapma gibi birçok farklı durumda daha iyi performans göstermelerine yardımcı olduğunu göstermiştir.
KİŞİSEL STRES YÖNETİMİ
Doktorunuz yasaklamadıysa haftada 2-3 gün egzersiz yapın.
Gevşeme tekniklerini öğrenin.
Düzenli ve sağlıklı beslenin. Kafeini günlük miktarı aşmayacak şekilde (2-3 bardak çay, 1 türk kahvesi- 2 bardak çay) tüketmeye özen gösterir. Fazla kafein vücudun dengesini bozarak bedeninizi strese sokar.
Zamanınızı yönetmeye çalışın. Taşıyamayacağınızı, yetiştiremeyeceğinizi, yapamayacağınızı düşündüğünüz, fazla olabilecek işleri üstünüze almayın.
Şükretmeyi ve dua etmeyi unutmayın.
Eğlenmeye ve gülmeye çalışın. Ailenizle olursa x2 etki diyebiliriz
Kendinize inanın, kendinizi olumlu ve olumsuz özelliklerinizle kabul edin.
Affedici olun. Bu sizin tükenmenizi engelleyecektir. Hoşgörülü olun.
Yeterli miktarda uyumaya özen gösterin. Vücut dinlenmediğinde stres belirtileri gösterir.
EYLEM KARABAĞ
https://www.yasantipsikoloji.com/kisisel-gelisim/stres-arkadas-mi-dusman-mi
https://www.timucinatasenses.com/post/stres-belirtileri
http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/sb/kriz/belge/stresyonetimi.pdf
İnsan organizması gün içerisinde sürekli iç ve dış etkenlerle etkileşim halindedir. Her an aldığı uyaranlar belli bir sınırı geçtikten sonra organizmanın uyumunu bozar. Bu da organizmanın yapısını ve işlevini bozar. Bozulan yapıyı onarmak için, organizma uyum, denge, düzen arayışına girer. Buna stres denir. Yeni ortamlar, yeni insanlar… Sıkıntı yaratan olaylar karşısında bir tepki sürecidir. Fizyolojik bir durumdur. Savaş veya kaç yanıtıdır. Bedensel ve psikolojik tepkiler zinciridir. Vücudumuzun olaylara tepki verme biçimidir. Stresi 2’ye ayırabiliriz.
- Olumlu stres: İnsanların ulaşmak istedikleri amaçlarla ilgilidir. Örneğin, üniversite okumak isteyen öğrencilerin, üniversiteye hazırlanmaları sürecinde yaşadıkları stres. Evlenmek isteyen bireylerin, evlilik aşamasında yaşadıkları stres gibi örnekler verebiliriz. Olumlu stres insanı harekete geçirici bir etki yapar, bu sebeple istendik bir duygudur.
- Olumsuz stres: İnsanların kaçınmak istedikleri durumlarla ilgilidir.
Strese yanıt vermenin iki temel yolu vardır:
- Savaş veya kaç yanıtı: Saldırıya maruz kaldığınızda faydalıdır, ancak elinizden gelenin en iyisini yapmak istemediğiniz zaman değil (baskı altında boğulma olasılığınız artar).
- Meydan okuma yanıtı: Bir durum tarafından tehdit edildiğinizde, savaş veya kaç yanıtından fiziksel olarak farklı bir tepkidir. Savaş veya kaç yanıtında olduğu gibi, beyniniz size daha fazla kan akışı sağlarken daha akıllısınızdır çünkü tüm duyularınız mevcut tüm bilgilere açık olarak bulunduğunuz ortama daha fazla dikkat eder.
Bir tehditten bir meydan okuma yanıtına geçmek için Faller, stres yanıtımızı bir kaynak olarak görmemizi önerir. Örneğin, stresli olduğunuz zaman kendinize şunu söylemeyi düşünün: “Tamam, stresli hissediyorum ve bu iyi bir şey- bu stres daha iyi bir iş yapmama yardımcı olacak.” Araştırmalar, insanların strese bakış açılarını olumlu yönde değiştirmelerinin, hem fiziksel stres yanıtlarını değiştirdiklerini hem de sınava girme, konuşma yapma gibi birçok farklı durumda daha iyi performans göstermelerine yardımcı olduğunu göstermiştir.
KİŞİSEL STRES YÖNETİMİ
Doktorunuz yasaklamadıysa haftada 2-3 gün egzersiz yapın.
Gevşeme tekniklerini öğrenin.
Düzenli ve sağlıklı beslenin. Kafeini günlük miktarı aşmayacak şekilde (2-3 bardak çay, 1 türk kahvesi- 2 bardak çay) tüketmeye özen gösterir. Fazla kafein vücudun dengesini bozarak bedeninizi strese sokar.
Zamanınızı yönetmeye çalışın. Taşıyamayacağınızı, yetiştiremeyeceğinizi, yapamayacağınızı düşündüğünüz, fazla olabilecek işleri üstünüze almayın.
Şükretmeyi ve dua etmeyi unutmayın.
Eğlenmeye ve gülmeye çalışın. Ailenizle olursa x2 etki diyebiliriz
Kendinize inanın, kendinizi olumlu ve olumsuz özelliklerinizle kabul edin.
Affedici olun. Bu sizin tükenmenizi engelleyecektir. Hoşgörülü olun.
Yeterli miktarda uyumaya özen gösterin. Vücut dinlenmediğinde stres belirtileri gösterir.
EYLEM KARABAĞ
https://www.yasantipsikoloji.com/kisisel-gelisim/stres-arkadas-mi-dusman-mi
https://www.timucinatasenses.com/post/stres-belirtileri
http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/sb/kriz/belge/stresyonetimi.pdf

NAMAZ PSİKOLOJİSİ
NAMAZ PSİKOLOJİSİ
Psikoloji veya ruh bilimi, davranışı ve zihni inceleyen bilime psikoloji denir. Namaz psikolojisi denilince de akla namazdaki ruh halimiz, davranışlarımız, zihnimizden bahsedebiliriz. Namaz esnasında zihnimizde neler meydana geliyor, meydana gelen olaylar bedenimizi nasıl etkiliyor, ruh halimizde neler değişiyor bunları ele alabiliriz. Öncelikle namazdan önce aslında namaz psikolojisine giriş yapıyoruz. Çünkü namaza hazırlık yapıyoruz. Bunu bilgisayar kullanmaya başlamadan önce bilgisayarı fişe takma, başlat tuşuna basma işlemi olarak görebiliriz. Namaz kılmadan önce de işte bir başlatma işlemi yapmamız gerekiyor. Bu başlatma işlemi ezandan sonra alınan abdest olarak görebiliriz. Abdest bizi namaza hazırlayan bir eylemdir. Abdest ruhumuzu ve bedenimizi -ki bu ikisi birbirinden ayrılamaz bir ikilidir- hazırlar. Abdestin kanıtlanmış etkilerine bakarak nasıl hazırladığına bakabiliriz. Abdest:
Temizlenen yerlerdeki mikropları yok eder,
Dolaşım sistemimizi düzenler,
İnsanı rahatlatır. Sakinlik verir,
Cilde güzellik verir,
Tansiyonu dengeler.
Abdesti Allah su ile ya da toprak ile almamızı bize emretmiştir. O zaman abdestin psikolojimize etkilerini incelemek için bu iki elementi de incelememiz gerekmektedir. Su ve toprak ikisi de insan vücudu için faydalıdır. Vücutta biriken zararlı maddeleri, negatif enerjiyi oluşturan damarlardaki elektriklenmeyi, vücuttaki gerilimin atılmasında iletken madde görevi görerek vücudun arınmasını sağlar. Namazdan önce vücudumuzdaki fazlalıklardan, zihnimizi bulandıran stresten, fazla negatif yükten arınarak namaza hazır hale geliyoruz. İnsan zihni ve bedeni çok fazla dolu olunca maalesef yapacağı işe odaklanması da mümkün olmuyor. Namaz da bir iş olduğuna göre biz fazlalıklarımızdan abdest yoluyla arınarak ruhumuzu namaza odaklayabilir hale geliyoruz. Örnek vermek gerekirse;
“Ofis çalışanları üzerinde yapılan araştırmada, deneklerden, çalışırken ayakkabılarım çıkarmaları ve tüm gün çıplak ayakla oturmaları istendi, daha sonra deneklerin ayaklarının altına lletgen bir madde konularak bir tel yardımıyla tu iletgen maddenin toprakla teması saklandı. Deneyden 40 dakika önce ve 40 dakika sonra yapılan elektro fizyolojik ölçümler incelendiğinde, deneklerin; kalp hm değişkenliği anlamına gelen HRV sinyallerinin ve sinir sisteminin düzene girdiği kanıtlandı.”
“Gün içinde maruz kalınan elektromanyetik dalgaların stres ve yorgunluğa neden olduğunu ifade eden Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Daşdag, çıplak ayakla toprağa basılmasının ya da herhangi bir metale dokunulmasının bu elektrik yükünü boşaltacağını söylüyor. Metal gibi iletken olan, suya temasın da elektrik yükünün boşalmasını sağlayacağını belirten Daşdağ: “Her akşam duş almak, hem tüm vücudu elektrik yükünden kurtararak stresten arındırır hem de sağlıklı bir gece geçirmemizi sağlar. Özellikle elektromanyetik kirliliğin yüksek olduğu alanlarda yaşayanlar, akşamları duş alarak vücutta biriken elektrik yükünden arınmalı. Böylece, elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan stres ve yorgunluk giderilebiliyor. Gün içinde bunu yapacak zamanı bulamıyorsanız, elinizi suya tutmamız yani ellerinizi sık sık yıkamanız da vücudunuzdaki elektrik yükünü alır. Bu nedenle hem mikroplardan arınmak hem de elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan elektrostatik yük birikiminden korunmak için sık sık ellerinizi yıkayıp, her gün duş almalısınız” diyor.”
Abdest yoluyla namaza hazırlanmak için yeterli dinginliğe vücudumuz ulaştıktan sonra namaz için giyinmemiz gerekiyor. Şimdilerde gördüğümüz gibi özel günlerde birçok insan şık giyinmeye, güzel kokmaya, güzel gözükmeye çok dikkat eder hale geldi. “Özel gün” kavramına burada dikkat etmek istiyorum. Bir zamanı özel yapan nedir? Aldığımız geri dönütler diyebilir miyiz? Örneğin bir ödül töreni, doğum günü, ölüm yıl dönümleri, düğünler vs. Bunları özel gün yapan nedir? İnsanlar o özel günün sahibine karşılık vermeleridir. Bu karşılık sevgi, ilgi, onun özel gününe değer verdiğini gösteren şekilde giyinmek, değer verdiğini belli eden paylaşımlarda bulunmak vs diyebiliriz. Mümin bir insan için özel zamanlardan bir tanesi de namaz anları değil midir? Peki o anlarda müminin karşısında kim vardır ilgisini, değerini, sevgisini göstereceği? Allah. Peki Allah kimdir? Bu soru aklımızda bir köşesinde kalsın biz karşılıktan devam edelim. Müminin karşısında namazda karşısında derken haşa yön olarak almayalım mecazi olarak bahsediyorum muhatabında olarak alabiliriz o kelimeyi Allah vardır. Öyleyse o özel anımız olan namazdaki duruşumuzla Allah’a sevgimizi, ilgimizi, değerimizi gösteriyor olmaz mıyız? Giydiğimiz kıyafetten, kokumuza, duruşumuza, söylediğimiz şeylerin ne olduğuna dikkat ederek göstermiyor muyuz? Dünyada konumu çok yüksek bir şahısla konuşan insanların hiç esnediğini, akılların bir karış havada olduğunu görür müyüz? Gördüysek o şahıslar hakkında ne düşünürüz? Namazda Allah’ın karşısındaki ruh hali, psikolojisi işte davranışlarıyla, ilgisiyle insanın ölçülür. Öyleyse biz namazda dikkatli olmayan, aklında namaz değil de başka şeyler olan insan için nasıl çok değer veriyor, çok ilgili, Allah’a karşılık veriyor diyebiliriz? Namazdaki psikoloji işte budur. Namaz esnasında pür dikkat ne söylediğini bilerek, muhatabın Allah olduğunu bilerek ve bunun gibi bilinçli hareket etmektir namaz psikolojisinde olması gereken. Allah “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye dek namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)” buyurmuştur. Sarhoş olmak için alkol almaya mı gerek var? Hayır. Sarhoşluk tanımına uyan şekilde alkol almadığımız halde davranıyorsak biz de sarhoşuz. Yaratılmış insanlar bir iş yaptıklarında bu işin sebepleri vardır ve sonuç doğurur. Namaz kılmak da bir iştir. Öyleyse bu hareketin bir sebebi ve sonucu olmak zorundadır. Sebebin “bilinç” ile yapılması canlının hayvan veya insan olarak ayırt edilmesindeki dayanak noktasıdır. Hayvanların hareketleri içgüdüleriyle olurken insanların güdüleri olmasına karşın zihinleriyle bu güdüleri gerçekleştirme veya bastırma gibi seçenekleri seçme olanakları mevcuttur. Yani insan bir işi yaparken beyninde birtakım süreçlerden, süzgeçlerden geçirirken hayvanlar için bu söz konusu değildir. Namazın “insanlara” farz olduğunu düşünürsek, öyleyse bu ibadetin “bilinçle” yapılması mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Öyleyse namaz esnasında bilinçli olmak zorundayız, sarhoş olmamalıyız.
Örneğin müziğin insanı sarhoş edici özellikleri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Müzik de insanı sarhoş edebilir. Yani alkol almıyorsak sarhoş değiliz diye düşünmemeliyiz. Ne zaman mağazaya girsek müzik çaldığınızı görürüz neden? Çünkü kanıtlanmıştır ki müziğin insanı uyuşturucu ve harekete geçirici özelliği bulunmakla. O an insanlar da harekete geçerek daha fazla alışveriş yapsınlar ve mağaza sahipleri de insanların düşüncelerinin uyuşukluğunu kullanarak satış yapsınlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta günümüzde ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın kısmıdır. Çünkü çoğumuz namazda ne söylediğimizi bilmiyoruz. Evet öğrenmiş oluyoruz. Evet zihnimiz bunu biliyor çünkü insan zihni hiçbir şeyi unutmadığı araştırmalarca kanıtlanmış. Sadece bilgiyi çağırmanın yolunu bilmek gerekiyor. Bilinçaltımızda bir yerlerde öğrendiğimiz her şey duruyor. Evet okuduğumuz sureleri, duaların anlamını öğrendik ama namazda bunları geri çağırmadığımız sürece, ne söylediğimizi bilmediğimiz sürece bizim namazımızın ne kadar kabul olduğu da Allah’ın bildiği bir iştir.
Bilinçli bir şekilde namaz kıldığımızı varsayarsak ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Namazda sürekli kendimize telkin ediyoruz. Telkin ettiğimiz şeylere örnek olarak:
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.
- Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır.
- (O) Rahman ve Rahimdir.
- Cezâ ve mükâfat gününün sahibidir.
- Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
- Bizi doğru yola hidayet et.
- Nimet verdiğin kimselerin yoluna; (onlar) ki ne kendilerine gazap edilmiştir ve ne de sapmışlardır.
De ki: Allah birdir.
- Allah ihtiyaçsızdır. (Ve her şey O’na muhtaçtır.)
- Doğurmaz ve doğmamıştır.
- Ve O’nun bir benzeri yoktur.
Her şeyden yüce olan Rabbim münezzehtir ve O’na hamd ederim.
Bir insan nasıl olurda gün içerisinde ve ömrü boyunca düzenli olarak Allah’ı tanıtan ayetleri ve kendisinin yaratılış sebebini zihnine telkin ettiğinde nasıl olur da ömrünü sırati müstakim de geçirmez? İşte namaz kılmamızın sonuçları olarak, günde en az 5 defa zihnimize telkin ettiğimiz, o sözler bizim kişiliğimize yaptığımız telkinlerdir aslında. Namaz insanın kişiliğini şekillendiren bir iştir. İnsan üzerindeki sonuçları; aynı saatlerde aynı işi yapmanın hayatı düzene sokması, hem kılan hem de gören bireylere Allah’ı hatırlatması, yeni nesillere örnek olması, kararlı ve sabırlı bir karaktere sahip olmasını örnek verebiliriz. Namaz kılma sebebi değiştiğinde insan için sonuçları da değişmektedir. Allah rızası için kılınan namaz ile riya için kılınan namazın sonuçlarının aynı olmasını beklemek mümkün olamaz. Riya ile kılınan namazda zaten insana ne etkisi olur ki? Yapılan bir araştırmaya bakalım.
“15 ile 65 yaş ve üzeri kişiler üzerinde namaz ibadeti ile psikolojik iyi olma arasındaki ilişkiyi din psikolojisi açısından incelemeyi amaç edinen araştırmamızda ölçme aracı olarak “Kişisel Bilgi Formu” ve “Psikolojik İyi Olma Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmanın sonucunda örneklemin beş vakit namaz ve nafile namaz kılma durumları ile psikolojik iyi olma düzeyleri arasında pozitif yönde ve anlamlılık derecesinde bir ilişki olduğu gözlenmiştir.
Namaz kılma niyetlerine göre katılımcıların psikolojik iyi oluş düzeylerinde istatiksel olarak anlamlılık derecesinde farklılıklar olduğu görülmüştür. Başka bir deyişle örneklemin Allah rızası için namaz kılma fikrine katılma dereceleri arttıkça psikolojik iyi oluş düzeylerinin de arttığı tespit edilmiştir.”
Her namazda kendisine telkin eden insan zamanla nasıl bir ruh hali içerisine girmektedir? Girmiş olduğu ruh hali kime benzemektedir? Birçok defa İmamların (a.s) namaz kılarken renklerinin attığından bahsetmiştik. Çünkü İmamlar (a.s) namazda ne söylediklerini ve söylediklerini kimin duyduğunu biliyorlardı. Beşeri her şeyden arınık, yaptıklarıyla Allah’ın karşısında olduklarını biliyorlardı. Secdeye gittiklerinde Allah ile insan arasındaki perdenin kalktığını biliyorlardı. Namaz psikolojisi işte budur. İnsan namaz için şunu bilmelidir ki, Allah, kuluna namazı nasip ettiğinde ve o kul secdeye kapandığında insan yaptıklarıyla Allah’ın karşısında, engelsiz, perdesiz durmaktadır. Dünyada insan bedenini örten, kusurları gizleyen ve insana güven veren kıyafetlerin olmadığında gelecek utanma hissi, insanın her şeyiyle çıplak kalmasının vereceği güvensizlik, korku duygularını namazda amellerimizle Allah’ın karşısında çıplak kaldığımızda da duymalıyız ki namazın ne olduğunu anlayabilelim. Amellerimizin azlığı ve günahlarımızın çokluğu karşısında secde etme isteğimiz artacaktır ve zamanla hayatımız, kişiliğimiz Allah’ı razı eden insanların hayatına ve kişiliğine benzeyecektir.
EYLEM KARABAĞ
Psikoloji veya ruh bilimi, davranışı ve zihni inceleyen bilime psikoloji denir. Namaz psikolojisi denilince de akla namazdaki ruh halimiz, davranışlarımız, zihnimizden bahsedebiliriz. Namaz esnasında zihnimizde neler meydana geliyor, meydana gelen olaylar bedenimizi nasıl etkiliyor, ruh halimizde neler değişiyor bunları ele alabiliriz. Öncelikle namazdan önce aslında namaz psikolojisine giriş yapıyoruz. Çünkü namaza hazırlık yapıyoruz. Bunu bilgisayar kullanmaya başlamadan önce bilgisayarı fişe takma, başlat tuşuna basma işlemi olarak görebiliriz. Namaz kılmadan önce de işte bir başlatma işlemi yapmamız gerekiyor. Bu başlatma işlemi ezandan sonra alınan abdest olarak görebiliriz. Abdest bizi namaza hazırlayan bir eylemdir. Abdest ruhumuzu ve bedenimizi -ki bu ikisi birbirinden ayrılamaz bir ikilidir- hazırlar. Abdestin kanıtlanmış etkilerine bakarak nasıl hazırladığına bakabiliriz. Abdest:
Temizlenen yerlerdeki mikropları yok eder,
Dolaşım sistemimizi düzenler,
İnsanı rahatlatır. Sakinlik verir,
Cilde güzellik verir,
Tansiyonu dengeler.
Abdesti Allah su ile ya da toprak ile almamızı bize emretmiştir. O zaman abdestin psikolojimize etkilerini incelemek için bu iki elementi de incelememiz gerekmektedir. Su ve toprak ikisi de insan vücudu için faydalıdır. Vücutta biriken zararlı maddeleri, negatif enerjiyi oluşturan damarlardaki elektriklenmeyi, vücuttaki gerilimin atılmasında iletken madde görevi görerek vücudun arınmasını sağlar. Namazdan önce vücudumuzdaki fazlalıklardan, zihnimizi bulandıran stresten, fazla negatif yükten arınarak namaza hazır hale geliyoruz. İnsan zihni ve bedeni çok fazla dolu olunca maalesef yapacağı işe odaklanması da mümkün olmuyor. Namaz da bir iş olduğuna göre biz fazlalıklarımızdan abdest yoluyla arınarak ruhumuzu namaza odaklayabilir hale geliyoruz. Örnek vermek gerekirse;
“Ofis çalışanları üzerinde yapılan araştırmada, deneklerden, çalışırken ayakkabılarım çıkarmaları ve tüm gün çıplak ayakla oturmaları istendi, daha sonra deneklerin ayaklarının altına lletgen bir madde konularak bir tel yardımıyla tu iletgen maddenin toprakla teması saklandı. Deneyden 40 dakika önce ve 40 dakika sonra yapılan elektro fizyolojik ölçümler incelendiğinde, deneklerin; kalp hm değişkenliği anlamına gelen HRV sinyallerinin ve sinir sisteminin düzene girdiği kanıtlandı.”
“Gün içinde maruz kalınan elektromanyetik dalgaların stres ve yorgunluğa neden olduğunu ifade eden Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Daşdag, çıplak ayakla toprağa basılmasının ya da herhangi bir metale dokunulmasının bu elektrik yükünü boşaltacağını söylüyor. Metal gibi iletken olan, suya temasın da elektrik yükünün boşalmasını sağlayacağını belirten Daşdağ: “Her akşam duş almak, hem tüm vücudu elektrik yükünden kurtararak stresten arındırır hem de sağlıklı bir gece geçirmemizi sağlar. Özellikle elektromanyetik kirliliğin yüksek olduğu alanlarda yaşayanlar, akşamları duş alarak vücutta biriken elektrik yükünden arınmalı. Böylece, elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan stres ve yorgunluk giderilebiliyor. Gün içinde bunu yapacak zamanı bulamıyorsanız, elinizi suya tutmamız yani ellerinizi sık sık yıkamanız da vücudunuzdaki elektrik yükünü alır. Bu nedenle hem mikroplardan arınmak hem de elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan elektrostatik yük birikiminden korunmak için sık sık ellerinizi yıkayıp, her gün duş almalısınız” diyor.”
Abdest yoluyla namaza hazırlanmak için yeterli dinginliğe vücudumuz ulaştıktan sonra namaz için giyinmemiz gerekiyor. Şimdilerde gördüğümüz gibi özel günlerde birçok insan şık giyinmeye, güzel kokmaya, güzel gözükmeye çok dikkat eder hale geldi. “Özel gün” kavramına burada dikkat etmek istiyorum. Bir zamanı özel yapan nedir? Aldığımız geri dönütler diyebilir miyiz? Örneğin bir ödül töreni, doğum günü, ölüm yıl dönümleri, düğünler vs. Bunları özel gün yapan nedir? İnsanlar o özel günün sahibine karşılık vermeleridir. Bu karşılık sevgi, ilgi, onun özel gününe değer verdiğini gösteren şekilde giyinmek, değer verdiğini belli eden paylaşımlarda bulunmak vs diyebiliriz. Mümin bir insan için özel zamanlardan bir tanesi de namaz anları değil midir? Peki o anlarda müminin karşısında kim vardır ilgisini, değerini, sevgisini göstereceği? Allah. Peki Allah kimdir? Bu soru aklımızda bir köşesinde kalsın biz karşılıktan devam edelim. Müminin karşısında namazda karşısında derken haşa yön olarak almayalım mecazi olarak bahsediyorum muhatabında olarak alabiliriz o kelimeyi Allah vardır. Öyleyse o özel anımız olan namazdaki duruşumuzla Allah’a sevgimizi, ilgimizi, değerimizi gösteriyor olmaz mıyız? Giydiğimiz kıyafetten, kokumuza, duruşumuza, söylediğimiz şeylerin ne olduğuna dikkat ederek göstermiyor muyuz? Dünyada konumu çok yüksek bir şahısla konuşan insanların hiç esnediğini, akılların bir karış havada olduğunu görür müyüz? Gördüysek o şahıslar hakkında ne düşünürüz? Namazda Allah’ın karşısındaki ruh hali, psikolojisi işte davranışlarıyla, ilgisiyle insanın ölçülür. Öyleyse biz namazda dikkatli olmayan, aklında namaz değil de başka şeyler olan insan için nasıl çok değer veriyor, çok ilgili, Allah’a karşılık veriyor diyebiliriz? Namazdaki psikoloji işte budur. Namaz esnasında pür dikkat ne söylediğini bilerek, muhatabın Allah olduğunu bilerek ve bunun gibi bilinçli hareket etmektir namaz psikolojisinde olması gereken. Allah “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye dek namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)” buyurmuştur. Sarhoş olmak için alkol almaya mı gerek var? Hayır. Sarhoşluk tanımına uyan şekilde alkol almadığımız halde davranıyorsak biz de sarhoşuz. Yaratılmış insanlar bir iş yaptıklarında bu işin sebepleri vardır ve sonuç doğurur. Namaz kılmak da bir iştir. Öyleyse bu hareketin bir sebebi ve sonucu olmak zorundadır. Sebebin “bilinç” ile yapılması canlının hayvan veya insan olarak ayırt edilmesindeki dayanak noktasıdır. Hayvanların hareketleri içgüdüleriyle olurken insanların güdüleri olmasına karşın zihinleriyle bu güdüleri gerçekleştirme veya bastırma gibi seçenekleri seçme olanakları mevcuttur. Yani insan bir işi yaparken beyninde birtakım süreçlerden, süzgeçlerden geçirirken hayvanlar için bu söz konusu değildir. Namazın “insanlara” farz olduğunu düşünürsek, öyleyse bu ibadetin “bilinçle” yapılması mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Öyleyse namaz esnasında bilinçli olmak zorundayız, sarhoş olmamalıyız.
Örneğin müziğin insanı sarhoş edici özellikleri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Müzik de insanı sarhoş edebilir. Yani alkol almıyorsak sarhoş değiliz diye düşünmemeliyiz. Ne zaman mağazaya girsek müzik çaldığınızı görürüz neden? Çünkü kanıtlanmıştır ki müziğin insanı uyuşturucu ve harekete geçirici özelliği bulunmakla. O an insanlar da harekete geçerek daha fazla alışveriş yapsınlar ve mağaza sahipleri de insanların düşüncelerinin uyuşukluğunu kullanarak satış yapsınlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta günümüzde ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın kısmıdır. Çünkü çoğumuz namazda ne söylediğimizi bilmiyoruz. Evet öğrenmiş oluyoruz. Evet zihnimiz bunu biliyor çünkü insan zihni hiçbir şeyi unutmadığı araştırmalarca kanıtlanmış. Sadece bilgiyi çağırmanın yolunu bilmek gerekiyor. Bilinçaltımızda bir yerlerde öğrendiğimiz her şey duruyor. Evet okuduğumuz sureleri, duaların anlamını öğrendik ama namazda bunları geri çağırmadığımız sürece, ne söylediğimizi bilmediğimiz sürece bizim namazımızın ne kadar kabul olduğu da Allah’ın bildiği bir iştir.
Bilinçli bir şekilde namaz kıldığımızı varsayarsak ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Namazda sürekli kendimize telkin ediyoruz. Telkin ettiğimiz şeylere örnek olarak:
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.
- Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır.
- (O) Rahman ve Rahimdir.
- Cezâ ve mükâfat gününün sahibidir.
- Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
- Bizi doğru yola hidayet et.
- Nimet verdiğin kimselerin yoluna; (onlar) ki ne kendilerine gazap edilmiştir ve ne de sapmışlardır.
De ki: Allah birdir.
- Allah ihtiyaçsızdır. (Ve her şey O’na muhtaçtır.)
- Doğurmaz ve doğmamıştır.
- Ve O’nun bir benzeri yoktur.
Her şeyden yüce olan Rabbim münezzehtir ve O’na hamd ederim.
Bir insan nasıl olurda gün içerisinde ve ömrü boyunca düzenli olarak Allah’ı tanıtan ayetleri ve kendisinin yaratılış sebebini zihnine telkin ettiğinde nasıl olur da ömrünü sırati müstakim de geçirmez? İşte namaz kılmamızın sonuçları olarak, günde en az 5 defa zihnimize telkin ettiğimiz, o sözler bizim kişiliğimize yaptığımız telkinlerdir aslında. Namaz insanın kişiliğini şekillendiren bir iştir. İnsan üzerindeki sonuçları; aynı saatlerde aynı işi yapmanın hayatı düzene sokması, hem kılan hem de gören bireylere Allah’ı hatırlatması, yeni nesillere örnek olması, kararlı ve sabırlı bir karaktere sahip olmasını örnek verebiliriz. Namaz kılma sebebi değiştiğinde insan için sonuçları da değişmektedir. Allah rızası için kılınan namaz ile riya için kılınan namazın sonuçlarının aynı olmasını beklemek mümkün olamaz. Riya ile kılınan namazda zaten insana ne etkisi olur ki? Yapılan bir araştırmaya bakalım.
“15 ile 65 yaş ve üzeri kişiler üzerinde namaz ibadeti ile psikolojik iyi olma arasındaki ilişkiyi din psikolojisi açısından incelemeyi amaç edinen araştırmamızda ölçme aracı olarak “Kişisel Bilgi Formu” ve “Psikolojik İyi Olma Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmanın sonucunda örneklemin beş vakit namaz ve nafile namaz kılma durumları ile psikolojik iyi olma düzeyleri arasında pozitif yönde ve anlamlılık derecesinde bir ilişki olduğu gözlenmiştir.
Namaz kılma niyetlerine göre katılımcıların psikolojik iyi oluş düzeylerinde istatiksel olarak anlamlılık derecesinde farklılıklar olduğu görülmüştür. Başka bir deyişle örneklemin Allah rızası için namaz kılma fikrine katılma dereceleri arttıkça psikolojik iyi oluş düzeylerinin de arttığı tespit edilmiştir.”
Her namazda kendisine telkin eden insan zamanla nasıl bir ruh hali içerisine girmektedir? Girmiş olduğu ruh hali kime benzemektedir? Birçok defa İmamların (a.s) namaz kılarken renklerinin attığından bahsetmiştik. Çünkü İmamlar (a.s) namazda ne söylediklerini ve söylediklerini kimin duyduğunu biliyorlardı. Beşeri her şeyden arınık, yaptıklarıyla Allah’ın karşısında olduklarını biliyorlardı. Secdeye gittiklerinde Allah ile insan arasındaki perdenin kalktığını biliyorlardı. Namaz psikolojisi işte budur. İnsan namaz için şunu bilmelidir ki, Allah, kuluna namazı nasip ettiğinde ve o kul secdeye kapandığında insan yaptıklarıyla Allah’ın karşısında, engelsiz, perdesiz durmaktadır. Dünyada insan bedenini örten, kusurları gizleyen ve insana güven veren kıyafetlerin olmadığında gelecek utanma hissi, insanın her şeyiyle çıplak kalmasının vereceği güvensizlik, korku duygularını namazda amellerimizle Allah’ın karşısında çıplak kaldığımızda da duymalıyız ki namazın ne olduğunu anlayabilelim. Amellerimizin azlığı ve günahlarımızın çokluğu karşısında secde etme isteğimiz artacaktır ve zamanla hayatımız, kişiliğimiz Allah’ı razı eden insanların hayatına ve kişiliğine benzeyecektir.
EYLEM KARABAĞ

ROL MODEL HZ. MUHAMMED (S.A.A) VE BENLİK GELİŞİMİ
Ben, benlik ve kişilik genellikle aynı anlamda kullanılır. Kişiyi o kişi yapar, kişiyi başkalarından ayıran duygu, tutum ve davranışların örgütlenmiş bütünlüğünü anlatır. Benlik kavramı, insanın kendi benliğini algılama ve kavrama biçimi olarak tanımlanır. Kişinin kendisini nasıl gördüğünü ve kendisine nasıl değer verdiğini anlatır.
Uzmanlar kişiliği genellikle bireyi başkalarından ayıran doğuştan getirdiği ve sonradan kazanılan, tutarlı olarak sergilenen özelliklerin bütünü olarak tanımlarlar. Kişilik, bireyin zihinsel, duygusal, sosyal ve fiziksel özelliklerinin süreklilik gösteren yönlerini içerir. Bu anlamıyla kişiliğin, bireyin göreceli olarak kalıcı eğilim, davranış ve ilişki kalıpları ile tepkilerini belirleyen en temel unsur olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka tanımlamada kişiliğin; bireyin kendine özgü düşüncelerini ve sergilediği davranışlarını belirleyen sistemlerin bütünü olduğu vurgulanmıştır.
İnsan gelişimi fiziksel, zihinsel, sosyal ve ahlak gelişimi gibi çeşitli temel boyutlardan oluşan karmaşık bir süreçtir ve her bir boyut arasında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Gelişimin bazı yönleri kalıtımdan bazı yönleri de çevreden etkilenirken, birçok yönü ise her ikisinden de etkilenmektedir. Kısacası kişilik gelişiminde, doğuştan gelen genlerle yani ana babalardan çocuklara geçen özelliklerle çevresel etmenler etkili olmaktadır.
Genetik etkenler daha çok çocuğun potansiyelinin belirlenmesinde ön planda iken, çevresel faktörler de bu potansiyelin kullanımına yöneliktir. Genetik etkenler arasında anne babanın zekâ düzeyleri, kişilik özellikleri, becerileri; çevresel etkenler arasında da beslenme ve beş duyu ile elde edilen deneyimlerin yanı sıra çocuğun içinde doğduğu aile ve özellikle de ilk yıllarda ana baba gelmektedir.
Kişilik gelişiminde bireyin çevresi de genetik etkenler kadar önemlidir. Gelişimin ilk yıllarında en önemli etken bireyin anne baba tutumları iken yaş ilerledikçe çember genişlemekte ve arkadaşlar, öğretmenler, sevilen bir akraba üyesi gibi geniş çevreye doğru ilgi kayar. Ergenliğin sonlarına kadar bazı uzmanlara göre ise yetişkinlikte de küçük de olsa devam eden kişilik gelişimi, duygu, düşünce davranış boyutlarında bireyin tutarlı ve bütünlük sağlayan bir yapıya ulaşması ile oluşmuş sayılmaktadır. İçinde çatışmaları daha az ve dengeli olduğunu düşündüğümüz bu yapı, zaman sürecinde değişikliklere uğramasına rağmen temel özelliklerini sürdürme eğilimindedir. Çocuk çevresinden kültürü alır, içselleştirir veya araştırma sürecine girerek başka bir kültürü içselleştirir. Fakat kabul etse de etmese de kültür bireylerin kişiliğinin oluşmasında çok fazla etkilidir. Kültürel öğelerde inançlar, değerler, nasıl iletişim kuracağı, oturup kalkma ve selamlaşma şekli gibi bir sürü davranış kalıpları ve dolayısıyla kişiliğini etkileyen faktörleri bulundurmaktadır. Bu nedenle bireyin doğduğu çevre, o çevrenin bireye sunduğu insanlar, bireyin etkileşime girdiği kişiler kişilik gelişiminde çok önemlidir. Birey algısıyla çevresindeki insanlardan onaylanan davranış kalıplarını, inançları, hoşuna giden tarzları benimser ve kişiliğini oluşturur. Kişiliğin de farklı boyutları vardır.
Psikoloji kuramcılarından Strong (1957) dört temel benlik kavramından bahseder.
Bunlar:
Kişinin benlik değeri, rolleri ve yeteneklerinin olan “bütünsel benlik kavramı”,
Başarı veya başarısızlık gibi düzensiz ve geçici olaylardan etkilenen duruma göre değişen “değişken benlik kavramı”,
Başkalarının kişiyi kabul etmesi ve kişinin sosyal yeterliliğine bağlı olan “sosyal benlik kavramı”,
Kişinin olmak istediği benlik yapısını ifade eden “ideal benlik”tir.
Benlik kavramı, insan kişiliğinin temelinde bulunan ve birey için çok önemli olan algı, duygu ve düşüncelerin bütünü olarak tanımlanır. Benlik kavramı, bireyin algıladığı biçimde kendisinin ne olduğunun, neyi niçin yapmak istediğinin bir ifadesidir. İnsanlar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya çıkarır. İdeal benlik kişinin olmak istediği benliği ifade eder. Bu benlikte genellikte idol olarak seçilmiş bir kişilik tipi vardır. İlkokul çağlarında çocuklar genellikle öğretmenlerini, ilerleyen yıllarda popüler olan bir sanatçıyı zamanla kendi kişiliğinin de oturmasıyla toplum tarafından fazlaca ilgi gören ve kişinin de dikkat alanının içerisinde olan ve olmak istediği kişiye doğru ideal benlik geliştirir. İdeal benliğe yakın hareket eden kişi mutlu, huzurlu, yaşamda dengeli hareket ederken; ideal benlikten aykırı hareket eden bireyler maalesef bilişsel çatışma yaşayarak ruhsal ve davranışsal problemler yaşarlar. Kendilerini sıkışmış, başarısız, rahatsız, mutsuz hissedebilirler. Bu nedenle erken yaşlardan itibaren bireylerin dengeli bir benlik oluşturmasına ve ideal benliklerinin fark etmelerine yardımcı olacak şekilde hayatta tecrübe kazanmalarına yardım etmek gerekmektedir. Çocuğun toplumda kabul görmesi, kendi bireysel özelliklerinin toplumla uyumlu olmasına yardımcı olacak beceriler geliştirmesi için aileler ve öğretmenler çaba harcamalıdır.
Kişilerin ilk modelleri ebeveynleridir. Daha sonra çevreden kendilerine model alırlar. Yanlış modeller bireyleri kötü sonuçlara ulaştırır. Bu nedenle ideal gençliğin yetiştirilmesinde model seçimi hem bir ihtiyaç hem de önemli bir ayrıntıdır. Şayet gençliğin eğitiminde iyi bir model örneklendirilmesi yapılmazsa eğitim içerisinde olan gençler, durum ve şartlar gereğince kendine rastgele, ya da kötü bir örnek seçebilirler. Bu durumda onların karakteri kötü yönde gelişir ve maalesef ömürlerini ziyan etmiş ve hatta hiçbir zaman istemeyecekleri sonsuz azaba mahkûm olarak dünyadan göçerler. Bu bakımdan bir genç eğitilirken güzel model örnekliğiyle birlikte eğitilmesi gerekir. Din bu noktada insanlık için kurtarıcıdır. Rol model olarak birçok dinde rol model olabilecek kişiler karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın ruh sağlığını bozabilecek birtakım olumsuzluklar sonucunda ortaya çıkabilen stres, depresyon ve anlamsızlık hislerine karşı dinî iman âdeta bir ilaç gibidir. Amerika’da 4000 yaşlı üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, uzun süre düzenli olarak dinî ibadetlere katılanların, katılmayanlara oranlar daha az depresyona girdikleri tespit edilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, inanma ve bir dine bağlanma duygusu sağlıklı bir ruhsal yaşam için gereklidir.
İnsanlık için en iyi rol model Hz. Muhammed (s.a.a)’dir. O’ndan sonrada devamı gelen zamanın önderleri olan Ehl-i Beyt imamlarıdır. Kur’an ve risalet insanlara rol modelin nasıl olması gerektiğini çeşitli ayetlerde açıklamıştır. İdeal insanın nasıl olması gerektiğini bize çeşitli metotlarla tanımlamıştır. Kur’an’ın metotlarından biri, emir ve nehiylerini örneklerle sunmasıdır. Hem pedagojik olarak hem de konuyu daha iyi kavrama noktasında önemli yer tutan örnekler, yaşanmış tecrübeler, kıssalar, meseller ve alınması gereken dersler vb. gibi konuların daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
Kur’an’ı Kerimde şahıslar noktasında örnek kelimesi karşılığında “kudve “ve “usve” kelimeleri kullanılır. Kur’an da kıssalar, misaller, bazı şahısları ve kavimleri örnek sunma ve bunlardan dersler çıkarma gibi benzer kavramlarda birçok âyet bulunmaktadır. Ancak şahıslar bağlamında konuyu değerlendirdiğimizde model olma noktasında “usve” ve “kudve” terimlerinin kullanıldığını görmekteyiz.
Kur’an’da usve, üç yerde; kudve kelimesi de iki yerde geçmektedir. “Usve” sözlükte uyma, örnek edinme, numune-i imtisal, örnek gibi manalara gelmektedir. “Kudve” ise, taklit etmek, örnek almak, yanında yer almak, tabi olmak, uymak, tabi olanlar, yolunda gidenler gibi anlamları ihtiva eder. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a) için Kuran’da bu kelime kullanılmıştır. Nitekim âyeti kerimede; “And olsun ki Allahın Resulünde sizin için, Allaha ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” buyrulmaktadır. Kurtubiye göre; “usve/örnek”; “Kendisine uyulan örnek” anlamındadır. Kendisine uyulan ve haline bakılarak tesellide bulunulan ve böylelikle bütün fiillerinde kendisine uyulup, bütün halleri örnek alınarak teselli bulunulan kimsedir.
Kur’an mümin kişiliği inşa ederken dikey olarak müslim (teslim olan), mümin (güvenilir), salih, sadık, mütevekkil, muttaki (görev bilincine sahip), muhlis (iyi niyetli) ve muhsin vasıflarını özümseyerek insanı mükemmel bir mümin olma yolunda terakki etmesini ister.
Kur’an yatay düzlemde ise örnek toplumun oluşmasında mümine iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma sorumluluğunu yüklemiştir. Bununla hedeflenen amaç toplumda iyilik ve güzelliklerin yaygınlaşması, kötülük ve günahların yok edilmesidir. Diğer taraftan infakı emrederek toplumdaki ekonomik dengeyi sağlamayı, zengin-fakir ilişkisinin sağlıklı bir zeminde yürümesini hedeflemektedir. Toplumun ıslahında, can, mal, inanç ve namus emniyetinin sağlanmasında cihad, din ve dünya işlerinin düzenlenmesinde ise çaba ve gayret gösterme (ictihad) sorumluğu vermiştir. Kur’an müminden toplumda adaleti tesis etmesini, zulme ve zalime destek çıkmamasını emretmiş, hak ve hukuktan yana tavır almasını istemiştir.
Sonuç itibariyle mümin bir taraftan Allah’a karşı kulluk görev ve sorumluluğunu yerine getirmek, diğer yandan toplumu ıslah, çevreyi imar, sosyal ilişkilerde değer ve iyilik üretmekle (ameli salih) yükümlüdür. Kur’an mümin kişiliği bu görev ve sorumluluklarını sağlıklı bir şekilde yerine getirebilme özellikleri ve vasıflarıyla inşa etmektedir. Bu inşa süreci vahyin nüzul ortamında Peygamberimizin örnekliği ve rehberliğinde gerçekleşmiş, sonuçta fedakar ve samimi duygulara sahip ideal insanlardan oluşan örnek bir toplum oluşmuştur. Bu rol model kişilik bugün müminin kişilik inşasına örneklik teşkil etmektedir. Kur’an ve sünnet ise bu kişilik inşasının en temel kaynaklarındandır.
DERLEYEN PSİKOLOJİK DANIŞMAN
EYLEM KARABAĞ
KAYNAKÇA Karakaş, F. (2019). İlahi Geleneğin İdealindeki Gençlik için Rol Model Olarak Hz. Yusuf (Master’s thesis, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Koç, B. (2008). Çocuğun dini gelişiminde rol model olarak anne ve baba. Dini Araştırmalar, 11(31).
Özdemir, O., Özdemir, P. G., Kadak, M. T., & Nasıroğlu, S. (2012). Kişilik gelişimi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 4(4), 566-589.
Aydin, A. R. (2009). İnanma ihtiyacı ve dinî ritüellerin psikolojik değeri. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 9(2), 87-100.
Ünal, Y., Pekdemir, Ş., Gündoğdu, Y. B., & İyibilgin, O. (2016). ULUSLARARASI KİŞİLİK VE KARAKTER İNŞÂSINDA DİNİN YERİ SEMPOZYUMU.
https://www.psikosentez.com/benlik-kavrami-nedir
Uzmanlar kişiliği genellikle bireyi başkalarından ayıran doğuştan getirdiği ve sonradan kazanılan, tutarlı olarak sergilenen özelliklerin bütünü olarak tanımlarlar. Kişilik, bireyin zihinsel, duygusal, sosyal ve fiziksel özelliklerinin süreklilik gösteren yönlerini içerir. Bu anlamıyla kişiliğin, bireyin göreceli olarak kalıcı eğilim, davranış ve ilişki kalıpları ile tepkilerini belirleyen en temel unsur olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka tanımlamada kişiliğin; bireyin kendine özgü düşüncelerini ve sergilediği davranışlarını belirleyen sistemlerin bütünü olduğu vurgulanmıştır.
İnsan gelişimi fiziksel, zihinsel, sosyal ve ahlak gelişimi gibi çeşitli temel boyutlardan oluşan karmaşık bir süreçtir ve her bir boyut arasında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Gelişimin bazı yönleri kalıtımdan bazı yönleri de çevreden etkilenirken, birçok yönü ise her ikisinden de etkilenmektedir. Kısacası kişilik gelişiminde, doğuştan gelen genlerle yani ana babalardan çocuklara geçen özelliklerle çevresel etmenler etkili olmaktadır.
Genetik etkenler daha çok çocuğun potansiyelinin belirlenmesinde ön planda iken, çevresel faktörler de bu potansiyelin kullanımına yöneliktir. Genetik etkenler arasında anne babanın zekâ düzeyleri, kişilik özellikleri, becerileri; çevresel etkenler arasında da beslenme ve beş duyu ile elde edilen deneyimlerin yanı sıra çocuğun içinde doğduğu aile ve özellikle de ilk yıllarda ana baba gelmektedir.
Kişilik gelişiminde bireyin çevresi de genetik etkenler kadar önemlidir. Gelişimin ilk yıllarında en önemli etken bireyin anne baba tutumları iken yaş ilerledikçe çember genişlemekte ve arkadaşlar, öğretmenler, sevilen bir akraba üyesi gibi geniş çevreye doğru ilgi kayar. Ergenliğin sonlarına kadar bazı uzmanlara göre ise yetişkinlikte de küçük de olsa devam eden kişilik gelişimi, duygu, düşünce davranış boyutlarında bireyin tutarlı ve bütünlük sağlayan bir yapıya ulaşması ile oluşmuş sayılmaktadır. İçinde çatışmaları daha az ve dengeli olduğunu düşündüğümüz bu yapı, zaman sürecinde değişikliklere uğramasına rağmen temel özelliklerini sürdürme eğilimindedir. Çocuk çevresinden kültürü alır, içselleştirir veya araştırma sürecine girerek başka bir kültürü içselleştirir. Fakat kabul etse de etmese de kültür bireylerin kişiliğinin oluşmasında çok fazla etkilidir. Kültürel öğelerde inançlar, değerler, nasıl iletişim kuracağı, oturup kalkma ve selamlaşma şekli gibi bir sürü davranış kalıpları ve dolayısıyla kişiliğini etkileyen faktörleri bulundurmaktadır. Bu nedenle bireyin doğduğu çevre, o çevrenin bireye sunduğu insanlar, bireyin etkileşime girdiği kişiler kişilik gelişiminde çok önemlidir. Birey algısıyla çevresindeki insanlardan onaylanan davranış kalıplarını, inançları, hoşuna giden tarzları benimser ve kişiliğini oluşturur. Kişiliğin de farklı boyutları vardır.
Psikoloji kuramcılarından Strong (1957) dört temel benlik kavramından bahseder.
Bunlar:
Kişinin benlik değeri, rolleri ve yeteneklerinin olan “bütünsel benlik kavramı”,
Başarı veya başarısızlık gibi düzensiz ve geçici olaylardan etkilenen duruma göre değişen “değişken benlik kavramı”,
Başkalarının kişiyi kabul etmesi ve kişinin sosyal yeterliliğine bağlı olan “sosyal benlik kavramı”,
Kişinin olmak istediği benlik yapısını ifade eden “ideal benlik”tir.
Benlik kavramı, insan kişiliğinin temelinde bulunan ve birey için çok önemli olan algı, duygu ve düşüncelerin bütünü olarak tanımlanır. Benlik kavramı, bireyin algıladığı biçimde kendisinin ne olduğunun, neyi niçin yapmak istediğinin bir ifadesidir. İnsanlar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya çıkarır. İdeal benlik kişinin olmak istediği benliği ifade eder. Bu benlikte genellikte idol olarak seçilmiş bir kişilik tipi vardır. İlkokul çağlarında çocuklar genellikle öğretmenlerini, ilerleyen yıllarda popüler olan bir sanatçıyı zamanla kendi kişiliğinin de oturmasıyla toplum tarafından fazlaca ilgi gören ve kişinin de dikkat alanının içerisinde olan ve olmak istediği kişiye doğru ideal benlik geliştirir. İdeal benliğe yakın hareket eden kişi mutlu, huzurlu, yaşamda dengeli hareket ederken; ideal benlikten aykırı hareket eden bireyler maalesef bilişsel çatışma yaşayarak ruhsal ve davranışsal problemler yaşarlar. Kendilerini sıkışmış, başarısız, rahatsız, mutsuz hissedebilirler. Bu nedenle erken yaşlardan itibaren bireylerin dengeli bir benlik oluşturmasına ve ideal benliklerinin fark etmelerine yardımcı olacak şekilde hayatta tecrübe kazanmalarına yardım etmek gerekmektedir. Çocuğun toplumda kabul görmesi, kendi bireysel özelliklerinin toplumla uyumlu olmasına yardımcı olacak beceriler geliştirmesi için aileler ve öğretmenler çaba harcamalıdır.
Kişilerin ilk modelleri ebeveynleridir. Daha sonra çevreden kendilerine model alırlar. Yanlış modeller bireyleri kötü sonuçlara ulaştırır. Bu nedenle ideal gençliğin yetiştirilmesinde model seçimi hem bir ihtiyaç hem de önemli bir ayrıntıdır. Şayet gençliğin eğitiminde iyi bir model örneklendirilmesi yapılmazsa eğitim içerisinde olan gençler, durum ve şartlar gereğince kendine rastgele, ya da kötü bir örnek seçebilirler. Bu durumda onların karakteri kötü yönde gelişir ve maalesef ömürlerini ziyan etmiş ve hatta hiçbir zaman istemeyecekleri sonsuz azaba mahkûm olarak dünyadan göçerler. Bu bakımdan bir genç eğitilirken güzel model örnekliğiyle birlikte eğitilmesi gerekir. Din bu noktada insanlık için kurtarıcıdır. Rol model olarak birçok dinde rol model olabilecek kişiler karşımıza çıkmaktadır.
İnsanın ruh sağlığını bozabilecek birtakım olumsuzluklar sonucunda ortaya çıkabilen stres, depresyon ve anlamsızlık hislerine karşı dinî iman âdeta bir ilaç gibidir. Amerika’da 4000 yaşlı üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, uzun süre düzenli olarak dinî ibadetlere katılanların, katılmayanlara oranlar daha az depresyona girdikleri tespit edilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, inanma ve bir dine bağlanma duygusu sağlıklı bir ruhsal yaşam için gereklidir.
İnsanlık için en iyi rol model Hz. Muhammed (s.a.a)’dir. O’ndan sonrada devamı gelen zamanın önderleri olan Ehl-i Beyt imamlarıdır. Kur’an ve risalet insanlara rol modelin nasıl olması gerektiğini çeşitli ayetlerde açıklamıştır. İdeal insanın nasıl olması gerektiğini bize çeşitli metotlarla tanımlamıştır. Kur’an’ın metotlarından biri, emir ve nehiylerini örneklerle sunmasıdır. Hem pedagojik olarak hem de konuyu daha iyi kavrama noktasında önemli yer tutan örnekler, yaşanmış tecrübeler, kıssalar, meseller ve alınması gereken dersler vb. gibi konuların daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
Kur’an’ı Kerimde şahıslar noktasında örnek kelimesi karşılığında “kudve “ve “usve” kelimeleri kullanılır. Kur’an da kıssalar, misaller, bazı şahısları ve kavimleri örnek sunma ve bunlardan dersler çıkarma gibi benzer kavramlarda birçok âyet bulunmaktadır. Ancak şahıslar bağlamında konuyu değerlendirdiğimizde model olma noktasında “usve” ve “kudve” terimlerinin kullanıldığını görmekteyiz.
Kur’an’da usve, üç yerde; kudve kelimesi de iki yerde geçmektedir. “Usve” sözlükte uyma, örnek edinme, numune-i imtisal, örnek gibi manalara gelmektedir. “Kudve” ise, taklit etmek, örnek almak, yanında yer almak, tabi olmak, uymak, tabi olanlar, yolunda gidenler gibi anlamları ihtiva eder. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a) için Kuran’da bu kelime kullanılmıştır. Nitekim âyeti kerimede; “And olsun ki Allahın Resulünde sizin için, Allaha ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” buyrulmaktadır. Kurtubiye göre; “usve/örnek”; “Kendisine uyulan örnek” anlamındadır. Kendisine uyulan ve haline bakılarak tesellide bulunulan ve böylelikle bütün fiillerinde kendisine uyulup, bütün halleri örnek alınarak teselli bulunulan kimsedir.
Kur’an mümin kişiliği inşa ederken dikey olarak müslim (teslim olan), mümin (güvenilir), salih, sadık, mütevekkil, muttaki (görev bilincine sahip), muhlis (iyi niyetli) ve muhsin vasıflarını özümseyerek insanı mükemmel bir mümin olma yolunda terakki etmesini ister.
Kur’an yatay düzlemde ise örnek toplumun oluşmasında mümine iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma sorumluluğunu yüklemiştir. Bununla hedeflenen amaç toplumda iyilik ve güzelliklerin yaygınlaşması, kötülük ve günahların yok edilmesidir. Diğer taraftan infakı emrederek toplumdaki ekonomik dengeyi sağlamayı, zengin-fakir ilişkisinin sağlıklı bir zeminde yürümesini hedeflemektedir. Toplumun ıslahında, can, mal, inanç ve namus emniyetinin sağlanmasında cihad, din ve dünya işlerinin düzenlenmesinde ise çaba ve gayret gösterme (ictihad) sorumluğu vermiştir. Kur’an müminden toplumda adaleti tesis etmesini, zulme ve zalime destek çıkmamasını emretmiş, hak ve hukuktan yana tavır almasını istemiştir.
Sonuç itibariyle mümin bir taraftan Allah’a karşı kulluk görev ve sorumluluğunu yerine getirmek, diğer yandan toplumu ıslah, çevreyi imar, sosyal ilişkilerde değer ve iyilik üretmekle (ameli salih) yükümlüdür. Kur’an mümin kişiliği bu görev ve sorumluluklarını sağlıklı bir şekilde yerine getirebilme özellikleri ve vasıflarıyla inşa etmektedir. Bu inşa süreci vahyin nüzul ortamında Peygamberimizin örnekliği ve rehberliğinde gerçekleşmiş, sonuçta fedakar ve samimi duygulara sahip ideal insanlardan oluşan örnek bir toplum oluşmuştur. Bu rol model kişilik bugün müminin kişilik inşasına örneklik teşkil etmektedir. Kur’an ve sünnet ise bu kişilik inşasının en temel kaynaklarındandır.
DERLEYEN PSİKOLOJİK DANIŞMAN
EYLEM KARABAĞ
KAYNAKÇA Karakaş, F. (2019). İlahi Geleneğin İdealindeki Gençlik için Rol Model Olarak Hz. Yusuf (Master’s thesis, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Koç, B. (2008). Çocuğun dini gelişiminde rol model olarak anne ve baba. Dini Araştırmalar, 11(31).
Özdemir, O., Özdemir, P. G., Kadak, M. T., & Nasıroğlu, S. (2012). Kişilik gelişimi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 4(4), 566-589.
Aydin, A. R. (2009). İnanma ihtiyacı ve dinî ritüellerin psikolojik değeri. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 9(2), 87-100.
Ünal, Y., Pekdemir, Ş., Gündoğdu, Y. B., & İyibilgin, O. (2016). ULUSLARARASI KİŞİLİK VE KARAKTER İNŞÂSINDA DİNİN YERİ SEMPOZYUMU.
https://www.psikosentez.com/benlik-kavrami-nedir

RİYA
Bismillahirrahmanirahim
Hamd yüce Allah’a mahsustur. Allah’ın salat ve selamı hatem-ul enbiya ve seçkin kullarının efendisi olan Resulullah’a ve O’nun mübarek temiz pak Ehl-i Beyt’ine olsun.
Kerbela olayına nasıl gidildi? Olaylar o noktaya nasıl hangi sebeplerle ulaştı, hangi şartlar, durumlar, hastalıklar o facianın yaşanmasına sebep oldu?
Bu hastalıların ilk başlangıç noktası nefis tebriyesi olmaması ve dünya perest olmak. Yani dünyaya bağlanmak,sevmek. Bu hastalık insana bulaştı mı virüs gibi dallanıp budaklanıp tüm vücudu, ruhu, aklı sarıp kangrene dönüşüyor.
Halbu ki insanın yaratılışı şu üç kısımdan oluşur. Nedir bu kısımlar?
Akıl
Ruh
Cisimdir.
Bu kısımların kendilerine has ibadetleri ve bu ibadetlerinin de dereceleri vardır.
Akılın ibadeti; ilimdir, iman, marifet, inançtır, hidayettir…
Ruhun ibadeti; güzel ahlaktır, her türlü kötü hal ve davranışlardan uzak olmaktır. Yaratılışta fıtratımıza yerleştirilen o güzel ahlak üzere olmaktır.
Cismin ibadeti; namaz, oruç, hac, zekât…
Bu ibadetlerde en yüksek derece değer aklın ibadetine verilmiştir, ikinci olarak ruhun ibadetine değer verilmiş, son olarak cismin ibadetine değer verilmiş.
Akıl, ruh ve bedenin bir olduğu ibadet Allah katında değerlidir en âlâ olandır.
Bunların her biri ayrı yerlerde oldu mu hastalıklarda peşi sıra olur.
Bu hastalığın dallarından biride Riyadır ki çok kötü bir hastalıktır.
Fatiha suresin de her gün defalarca okuduğumuz ihdina sırat-el müstakim kelimelerine baktığımızda hedef ve yolun bize gösterildiğini görüyoruz. Hidayet ve o hidayete giden doğru yol. Bu yol üzerinde dikkat etmemiz gereken korunmamız gereken hastalıkların başında riya gelir.
Kulluğumuzun amacı olan Rabbimizin rızasını yine onun gösterdiği yolla, peygamberi, kitabı, hüccetleri ile kazanmaya çalışırken (hayatımızın her alanında ibadet eş iş çocuk eğitim kariyer …) riyaya bulaşmak en tehlikeli düşman ve hastalıktır. Büyük günahlardan biridir ve insanın tevhit inancından çıkmasına ve amellerin sabun köpüğü gibi yok olmasına ki bu da insanın helak olması anlamına gelir. Riyanın kaynağı yine dünyaya olan meyildir.
Riya rüyet kelimesinden gelir. Yaptığı amelleri iyilikleri olabildiğince çok insanın görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensin diye birçok yapmacık hareketler yapmak, tüm yaptıklarını ibadetlerini her halini gösteriş içine sokmasına deniyor. Bu fiilleri yapanlara da riyakâr deniyor. Allah’ın rızası dışında başkalarının rızasını kazanmanın peşinde olmak anlamına geliyor.
Ayetlerde bu konuya şiddetli uyarılar ile Allah’u Teâlâ bizleri uyarmaktadır.
Bakara 264:”Ey iman edenler; sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, allaha ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü bu gösteriş hali, üzerinde az bir toprak bulunan kaya parçasına benzer ki ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerinde ki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş halinde bırakır.”
Ayet açık bir şekilde ifade ediyor ki, ibadetler cömert desinler, dindar desinler, alim desinler yapıldığında hiçbir kıymetinin olmadığı gibi kayanın üzerinde ki toprağın silinip sert kayanın ortaya çıkması gibi imanın yok olup imansız kalınacağını bize ayet açık olarak anlatıyor. Ayrıca can alıcı noktalardan biride gösteriş için yapılan ibadetlerin Allah’a ve ahirete inanmayanların safına geçmesine sebep olduğudur.
Riyakarlığın ileri derecesi zamanla öyle bir hal alır ki insanda münafıklık oluşur. En hafif derecesi de yapılan amel ne olursa olsun samimiyetsizliktir.
İbadetleri yaparken insanlardan övgü ve saygı beklemek Allah’a karşı yapılan saygısızlık ve samimiyetsizlik. Allah ki insanların yaptığı amellerin ibadetlerin kimler için yapıldığını bilendir o sinelerin içini bilindir. İnsan ancak kendini ve diğer insanları kandırabilir.
HZ. RESULULLAH (SAA) buyuruyor: “insanlara öyle bir zaman gelecek ki o zamanda insanların dünyaya olan tamahlarından dolayı batınları çirkin ama zahirleri güzel olacak. Riya ile Allah katında olanı irade etmezler, onların dini riya üzere olacak.” Usul-i kâfi c. 2
İmam Cafer-i Sadık(as) buyuruyor: riyanın her türlüsü şirktir. Şüphesiz insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için ibadet edenlerin sevabı ise Allah’ın üzerinedir.
Her iki hadisten de anlaşıldığı gibi yapılan her ne iş ya da amel olursa olsun niyette Allah rızası yok ise Allahtan gayrsini ona ortak koşmuş olur.
Riyanın insan üzerinde etki ettiği kısımlar var.
İnsanın inancında riyaya düşmesi: insan özünde batınında Allah’a kıyamet gününe onun emir ve yasaklarına inanmayıp, Allah’ın hükümlerine değer vermemesi sadece insanların gözünde onların kalbini kazanmak, menfaatler elde etmek amacı ile ya da ulaşmak istediği makam ve kariyeri elde etmek ya da kendisine gelebilecek zararlardan korunmak için iman gösterişinde bulunarak dindarlık etmesi inançta riya olur.
Riya aynı zamanda iki niyetliliktir. Allah için ibadet ederken niyetimize Allah dışında başka bir şeyi ortak edersek şirke bulaşılmış olur. Hastalık kronikleşir.
Sadece Ramazan ayında ya da Muharrem ayında dindar olunma durumları oluyor. Ramazan aynında namaz kılınması, hicaplanılması, Kur’an okunması…. Gibi daha birçok amel yapılıyor. Bunlar da acaba riya olmuyor mu?
İnsanın amellerinde riyaya düşmesi: amelde riya yapan insan kalben Allah’a inanmaktadır ama yaptığı ibadetlerde kıldığı namazda, tuttuğu oruçta, verdiği zekâtlarda Allah’ın hükmünü yerine getirmek, Allah’ın rızasını kazanmak hedefi ile yapmaz. Aksine tüm bu yaptıklarını diğer insanların kalbini kazanmak, insanlar kendisi hakkında hep iyi düşünsünler, kötü düşünmesinler diye yapar. Burada amaç Allah rızası değil, ahireti kazanmak değil, insanların rızasını, dünyayı kazanmak oluyor.
Hz. İmam Ali (as) buyuruyor:” Riyakarın üç alameti vardır. İnsanları görünce şevkle amel eder, yalnız kaldığında tembellik eder, yaptığı her işten dolayı övülmek ister.”
Yine imam Cafer-i Sadık (as) buyuruyor: “Allah şöyle buyuruyor,” ben en hayırlı şerikim, herkim yaptığı bir amelde bana bir başkasını şerik kılacak olursa, ben sırf halisane benim için olanını kabul ederim.”
Ameller sadece ve sadece Allah’a halis kılınarak yapıldığında kabul olur.
Gösteriş için ibadet yapanların aynı zamanda dini yalanlayanlar olduğunu yüce Allah maun suresinde çok açık bir şekilde buyurmuştur.
Maun suresi:
1-Gördün mü o dine yalan diyeni? 2- İşte yetimi itip kakan odur! 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez. 4- Fakat veyl o namaz kılanlara ki, 5- Namazlarında yanılmaktadırlar. 6- Onlar ki, gösteriş yaparlar. 7- Ve yardımlığı sakınır (zekâtı vermezler).
Maun suresi konusunda, biri Allah’ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş için yapan riyakâr olmak üzere iki tip insandan bahsediyor. Ayette Riyakarlığı, inkâr eden nankörlerin peşinden vurguluyor.
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor: Nisa suresi 142. Ayet:” Bakın bu ikiyüzlülere, Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah onların [kendi kendilerini] kandırmalarını sağlıyor. Onlar namaz için kalktıklarında, gönülsüzce, sadece insanlar görüp takdir etsinler diye kalkarlar; Allah’ı da nadiren anarlar.”
Ayette anlaşıldığı gibi riyakâr insan sadece kendini kandırır ve riyakarlığından dolayı Allah Teâlâ onun kendisi kandırmasını daha da arttıracağını buyurmaktadır. Bu da Allah’ın insanı, emir ve yasaklarına uyulmamasından dolayı insanı kendi haline bırakması olur.
3)insanın konuşmalarında riyaya düşmesi:
Bu gruptaki insan bulunduğu toplumda cemaat içinde beğeni toplamak, kendisini dindar göstermek için nasihat eder, ayet ve hadisler anlatarak konuşursa bu konuşmasıyla riyakârlık yapmış olur. Kimsenin olmadığı yerde zikir etmek aklına bile gelmez ama insan içinde toplumda fark edilecek şekilde dudaklarını hareket ettirerek zikir etmeye başlarlar. Elbette hem yalnızken hem de toplum içinde olduğunda Allah’ı zikretmek güzel bir ameldir. Ama yalnızken Allah’ı unutup sadece tolum içinde bunu yapıyorsa riya etmiş olur.
Dini ilim alıp bunu dünyalık için kullanmakta bu gruba girer. Dünyalık için öğrenilen ilim insanı cehenneme götürür.
4)Davranışlarda ve giyim kuşamda riyakarlık.
Bu guruptaki insanın hal hareket ve kıyafetleri ile insanları aldatmaya yöneliktir. Kendisini dindar ağırbaşlı tevazulu ağırbaşlı göstermek için yürüyüşü konuşması sözleri ve hareketlerini olduğundan farklı gösterir. İnsan içinde kendisine zahit süsü verip dinin yasak ettiklerinden uzak duruyormuş gibi giyinip davranması şekilde davranışlarda kıyafetlerde yapılan riyadır.
Peki riya neden kaynaklanır insanın riyaya düşme sebebi nedir?
Riya insanın Allah’ı iyi tanımamasından tevhit inancının eksikliğinden ve Allah’ın mükafatlarına marifeti yani tanıması olmamasından kaynaklanır. Allah’ı tanıyan emin olan kişi, insanların takdir etmelerine iştahlanmaz, gösteriş yarışına girmezler.
Kerbela olayı ile riyanın ne alakası var dersek?
Kerbela katışıksız saf iman ile Allah rızasının tek hedef olduğu İslam dini ile münafıklığın savaşı idi aynı zamanda. Kerbela İslam tarihinde riyacı dini kullanan istismarcı dincilik ile Allah’ın beğendiği kâmil karar kıldığı, İslam’ın diğerlerinden ayrışmasının adıdır. Kerbela’nın, Hz. İmam Hüseyin’in hedefi buydu.
İmam Hüseyin as. gibi masum yüce bir şahsiyet elbette yezit gibi alçak birine biat etmezdi de ve İslam’ı gelecek nesillere dünyevi hastalıklardan riyadan ayrıştırmış şekilde ulaştırdı.
O gün imamın karşısında duran dünya sevgisinden gözü dönmüş, kendilerini ve insanları riyakârlıkları ile kandırmaya çalışan binler vardı. İslam’dılar, Müslümandılar, ihramdan çıkıp savaş meydanına gelmişlerdi ve çoğunun ilmi de vardı. Peki neydi onların hem dünyalarını hem de ahiretlerini kaybetmelerine sebep olan? Dünyaya olan iştahları ve bu iştahın getirdiği her türlü hastalık içinde de riyakârlık.
Bizler bugün zamanımızın imamı Hz. Mehdi (as)’a olan inancımız, muhabbetimiz ile yaşadığımız bu dünyayı ahiretin tarlası olarak görürsek elbette onun yardımcılarından, dostlarından olmak için kullanarak; inançta, amelde, konuşmada, ilimde riyadan uzak durmaya çalışalım.
Dedik ki riya hastalıktır teşhisini de yaptık. Peki tedavisi nedir?
İmanımızı güçlendireceğiz.
Gösteriş ve takdir edilme arzumuzu yeneceğiz.
Tenkit edilme, eleştirilme korkumuzu yeneceğiz.
Menfaat elde etme arzumuzu yeneceğiz.
Elde olanı kaybetme endişesini yeneceğiz.
Hz. İmam Ali as buyuruyor.” İnsanın değeri, değer verdiğinden anlaşılır.”
Biz kulların değer vereceği tek şey yegâne tek olan Allah’tır, O’nun yoludur, seçtikleridir. Bunlardan gayrısı değersizliktir, hastalıklara kapılma sebebidir, riyakâr olma sebebidir.
Rabbim bilerek ya da bilmeyerek yapılabilecek riyakârlıklardan bizi uzak etsin. Daha da bilinçlenmeyi nasip etsin ki her durum ve şartta riyadan uzak durabilelim inşallah.
FİGEN KOÇ
Hamd yüce Allah’a mahsustur. Allah’ın salat ve selamı hatem-ul enbiya ve seçkin kullarının efendisi olan Resulullah’a ve O’nun mübarek temiz pak Ehl-i Beyt’ine olsun.
Kerbela olayına nasıl gidildi? Olaylar o noktaya nasıl hangi sebeplerle ulaştı, hangi şartlar, durumlar, hastalıklar o facianın yaşanmasına sebep oldu?
Bu hastalıların ilk başlangıç noktası nefis tebriyesi olmaması ve dünya perest olmak. Yani dünyaya bağlanmak,sevmek. Bu hastalık insana bulaştı mı virüs gibi dallanıp budaklanıp tüm vücudu, ruhu, aklı sarıp kangrene dönüşüyor.
Halbu ki insanın yaratılışı şu üç kısımdan oluşur. Nedir bu kısımlar?
Akıl
Ruh
Cisimdir.
Bu kısımların kendilerine has ibadetleri ve bu ibadetlerinin de dereceleri vardır.
Akılın ibadeti; ilimdir, iman, marifet, inançtır, hidayettir…
Ruhun ibadeti; güzel ahlaktır, her türlü kötü hal ve davranışlardan uzak olmaktır. Yaratılışta fıtratımıza yerleştirilen o güzel ahlak üzere olmaktır.
Cismin ibadeti; namaz, oruç, hac, zekât…
Bu ibadetlerde en yüksek derece değer aklın ibadetine verilmiştir, ikinci olarak ruhun ibadetine değer verilmiş, son olarak cismin ibadetine değer verilmiş.
Akıl, ruh ve bedenin bir olduğu ibadet Allah katında değerlidir en âlâ olandır.
Bunların her biri ayrı yerlerde oldu mu hastalıklarda peşi sıra olur.
Bu hastalığın dallarından biride Riyadır ki çok kötü bir hastalıktır.
Fatiha suresin de her gün defalarca okuduğumuz ihdina sırat-el müstakim kelimelerine baktığımızda hedef ve yolun bize gösterildiğini görüyoruz. Hidayet ve o hidayete giden doğru yol. Bu yol üzerinde dikkat etmemiz gereken korunmamız gereken hastalıkların başında riya gelir.
Kulluğumuzun amacı olan Rabbimizin rızasını yine onun gösterdiği yolla, peygamberi, kitabı, hüccetleri ile kazanmaya çalışırken (hayatımızın her alanında ibadet eş iş çocuk eğitim kariyer …) riyaya bulaşmak en tehlikeli düşman ve hastalıktır. Büyük günahlardan biridir ve insanın tevhit inancından çıkmasına ve amellerin sabun köpüğü gibi yok olmasına ki bu da insanın helak olması anlamına gelir. Riyanın kaynağı yine dünyaya olan meyildir.
Riya rüyet kelimesinden gelir. Yaptığı amelleri iyilikleri olabildiğince çok insanın görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensin diye birçok yapmacık hareketler yapmak, tüm yaptıklarını ibadetlerini her halini gösteriş içine sokmasına deniyor. Bu fiilleri yapanlara da riyakâr deniyor. Allah’ın rızası dışında başkalarının rızasını kazanmanın peşinde olmak anlamına geliyor.
Ayetlerde bu konuya şiddetli uyarılar ile Allah’u Teâlâ bizleri uyarmaktadır.
Bakara 264:”Ey iman edenler; sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, allaha ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü bu gösteriş hali, üzerinde az bir toprak bulunan kaya parçasına benzer ki ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerinde ki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş halinde bırakır.”
Ayet açık bir şekilde ifade ediyor ki, ibadetler cömert desinler, dindar desinler, alim desinler yapıldığında hiçbir kıymetinin olmadığı gibi kayanın üzerinde ki toprağın silinip sert kayanın ortaya çıkması gibi imanın yok olup imansız kalınacağını bize ayet açık olarak anlatıyor. Ayrıca can alıcı noktalardan biride gösteriş için yapılan ibadetlerin Allah’a ve ahirete inanmayanların safına geçmesine sebep olduğudur.
Riyakarlığın ileri derecesi zamanla öyle bir hal alır ki insanda münafıklık oluşur. En hafif derecesi de yapılan amel ne olursa olsun samimiyetsizliktir.
İbadetleri yaparken insanlardan övgü ve saygı beklemek Allah’a karşı yapılan saygısızlık ve samimiyetsizlik. Allah ki insanların yaptığı amellerin ibadetlerin kimler için yapıldığını bilendir o sinelerin içini bilindir. İnsan ancak kendini ve diğer insanları kandırabilir.
HZ. RESULULLAH (SAA) buyuruyor: “insanlara öyle bir zaman gelecek ki o zamanda insanların dünyaya olan tamahlarından dolayı batınları çirkin ama zahirleri güzel olacak. Riya ile Allah katında olanı irade etmezler, onların dini riya üzere olacak.” Usul-i kâfi c. 2
İmam Cafer-i Sadık(as) buyuruyor: riyanın her türlüsü şirktir. Şüphesiz insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerine, Allah için ibadet edenlerin sevabı ise Allah’ın üzerinedir.
Her iki hadisten de anlaşıldığı gibi yapılan her ne iş ya da amel olursa olsun niyette Allah rızası yok ise Allahtan gayrsini ona ortak koşmuş olur.
Riyanın insan üzerinde etki ettiği kısımlar var.
İnsanın inancında riyaya düşmesi: insan özünde batınında Allah’a kıyamet gününe onun emir ve yasaklarına inanmayıp, Allah’ın hükümlerine değer vermemesi sadece insanların gözünde onların kalbini kazanmak, menfaatler elde etmek amacı ile ya da ulaşmak istediği makam ve kariyeri elde etmek ya da kendisine gelebilecek zararlardan korunmak için iman gösterişinde bulunarak dindarlık etmesi inançta riya olur.
Riya aynı zamanda iki niyetliliktir. Allah için ibadet ederken niyetimize Allah dışında başka bir şeyi ortak edersek şirke bulaşılmış olur. Hastalık kronikleşir.
Sadece Ramazan ayında ya da Muharrem ayında dindar olunma durumları oluyor. Ramazan aynında namaz kılınması, hicaplanılması, Kur’an okunması…. Gibi daha birçok amel yapılıyor. Bunlar da acaba riya olmuyor mu?
İnsanın amellerinde riyaya düşmesi: amelde riya yapan insan kalben Allah’a inanmaktadır ama yaptığı ibadetlerde kıldığı namazda, tuttuğu oruçta, verdiği zekâtlarda Allah’ın hükmünü yerine getirmek, Allah’ın rızasını kazanmak hedefi ile yapmaz. Aksine tüm bu yaptıklarını diğer insanların kalbini kazanmak, insanlar kendisi hakkında hep iyi düşünsünler, kötü düşünmesinler diye yapar. Burada amaç Allah rızası değil, ahireti kazanmak değil, insanların rızasını, dünyayı kazanmak oluyor.
Hz. İmam Ali (as) buyuruyor:” Riyakarın üç alameti vardır. İnsanları görünce şevkle amel eder, yalnız kaldığında tembellik eder, yaptığı her işten dolayı övülmek ister.”
Yine imam Cafer-i Sadık (as) buyuruyor: “Allah şöyle buyuruyor,” ben en hayırlı şerikim, herkim yaptığı bir amelde bana bir başkasını şerik kılacak olursa, ben sırf halisane benim için olanını kabul ederim.”
Ameller sadece ve sadece Allah’a halis kılınarak yapıldığında kabul olur.
Gösteriş için ibadet yapanların aynı zamanda dini yalanlayanlar olduğunu yüce Allah maun suresinde çok açık bir şekilde buyurmuştur.
Maun suresi:
1-Gördün mü o dine yalan diyeni? 2- İşte yetimi itip kakan odur! 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez. 4- Fakat veyl o namaz kılanlara ki, 5- Namazlarında yanılmaktadırlar. 6- Onlar ki, gösteriş yaparlar. 7- Ve yardımlığı sakınır (zekâtı vermezler).
Maun suresi konusunda, biri Allah’ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş için yapan riyakâr olmak üzere iki tip insandan bahsediyor. Ayette Riyakarlığı, inkâr eden nankörlerin peşinden vurguluyor.
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor: Nisa suresi 142. Ayet:” Bakın bu ikiyüzlülere, Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah onların [kendi kendilerini] kandırmalarını sağlıyor. Onlar namaz için kalktıklarında, gönülsüzce, sadece insanlar görüp takdir etsinler diye kalkarlar; Allah’ı da nadiren anarlar.”
Ayette anlaşıldığı gibi riyakâr insan sadece kendini kandırır ve riyakarlığından dolayı Allah Teâlâ onun kendisi kandırmasını daha da arttıracağını buyurmaktadır. Bu da Allah’ın insanı, emir ve yasaklarına uyulmamasından dolayı insanı kendi haline bırakması olur.
3)insanın konuşmalarında riyaya düşmesi:
Bu gruptaki insan bulunduğu toplumda cemaat içinde beğeni toplamak, kendisini dindar göstermek için nasihat eder, ayet ve hadisler anlatarak konuşursa bu konuşmasıyla riyakârlık yapmış olur. Kimsenin olmadığı yerde zikir etmek aklına bile gelmez ama insan içinde toplumda fark edilecek şekilde dudaklarını hareket ettirerek zikir etmeye başlarlar. Elbette hem yalnızken hem de toplum içinde olduğunda Allah’ı zikretmek güzel bir ameldir. Ama yalnızken Allah’ı unutup sadece tolum içinde bunu yapıyorsa riya etmiş olur.
Dini ilim alıp bunu dünyalık için kullanmakta bu gruba girer. Dünyalık için öğrenilen ilim insanı cehenneme götürür.
4)Davranışlarda ve giyim kuşamda riyakarlık.
Bu guruptaki insanın hal hareket ve kıyafetleri ile insanları aldatmaya yöneliktir. Kendisini dindar ağırbaşlı tevazulu ağırbaşlı göstermek için yürüyüşü konuşması sözleri ve hareketlerini olduğundan farklı gösterir. İnsan içinde kendisine zahit süsü verip dinin yasak ettiklerinden uzak duruyormuş gibi giyinip davranması şekilde davranışlarda kıyafetlerde yapılan riyadır.
Peki riya neden kaynaklanır insanın riyaya düşme sebebi nedir?
Riya insanın Allah’ı iyi tanımamasından tevhit inancının eksikliğinden ve Allah’ın mükafatlarına marifeti yani tanıması olmamasından kaynaklanır. Allah’ı tanıyan emin olan kişi, insanların takdir etmelerine iştahlanmaz, gösteriş yarışına girmezler.
Kerbela olayı ile riyanın ne alakası var dersek?
Kerbela katışıksız saf iman ile Allah rızasının tek hedef olduğu İslam dini ile münafıklığın savaşı idi aynı zamanda. Kerbela İslam tarihinde riyacı dini kullanan istismarcı dincilik ile Allah’ın beğendiği kâmil karar kıldığı, İslam’ın diğerlerinden ayrışmasının adıdır. Kerbela’nın, Hz. İmam Hüseyin’in hedefi buydu.
İmam Hüseyin as. gibi masum yüce bir şahsiyet elbette yezit gibi alçak birine biat etmezdi de ve İslam’ı gelecek nesillere dünyevi hastalıklardan riyadan ayrıştırmış şekilde ulaştırdı.
O gün imamın karşısında duran dünya sevgisinden gözü dönmüş, kendilerini ve insanları riyakârlıkları ile kandırmaya çalışan binler vardı. İslam’dılar, Müslümandılar, ihramdan çıkıp savaş meydanına gelmişlerdi ve çoğunun ilmi de vardı. Peki neydi onların hem dünyalarını hem de ahiretlerini kaybetmelerine sebep olan? Dünyaya olan iştahları ve bu iştahın getirdiği her türlü hastalık içinde de riyakârlık.
Bizler bugün zamanımızın imamı Hz. Mehdi (as)’a olan inancımız, muhabbetimiz ile yaşadığımız bu dünyayı ahiretin tarlası olarak görürsek elbette onun yardımcılarından, dostlarından olmak için kullanarak; inançta, amelde, konuşmada, ilimde riyadan uzak durmaya çalışalım.
Dedik ki riya hastalıktır teşhisini de yaptık. Peki tedavisi nedir?
İmanımızı güçlendireceğiz.
Gösteriş ve takdir edilme arzumuzu yeneceğiz.
Tenkit edilme, eleştirilme korkumuzu yeneceğiz.
Menfaat elde etme arzumuzu yeneceğiz.
Elde olanı kaybetme endişesini yeneceğiz.
Hz. İmam Ali as buyuruyor.” İnsanın değeri, değer verdiğinden anlaşılır.”
Biz kulların değer vereceği tek şey yegâne tek olan Allah’tır, O’nun yoludur, seçtikleridir. Bunlardan gayrısı değersizliktir, hastalıklara kapılma sebebidir, riyakâr olma sebebidir.
Rabbim bilerek ya da bilmeyerek yapılabilecek riyakârlıklardan bizi uzak etsin. Daha da bilinçlenmeyi nasip etsin ki her durum ve şartta riyadan uzak durabilelim inşallah.
FİGEN KOÇ

KİBİRLİ MİSİNİZ?

ZİYARETNAMELER NİÇİN?

HAC; DİRİLİŞ DERSİ
HAC; DİRİLİŞ DERSİ
Haram ve helal sınırlarının karıştığını bir düşünün. Ortaya çıkan tablo; ilkesizlik hastalığı olacaktır. İşte tablo önümüzde.
Yanlışlık ve kötülük cesaret aldı. Doğrular ve güzellikler sindirildi. Ortada ne kaldı? İnsan olmanın ne anlamı olabilir artık? İnsan parasız yaşayabilir. İnsan evsiz, çocuksuz, eşsiz, annesiz, babasız, vs. olabilir. Ama insan sevgisiz, güvensiz, şefkatsiz, merhametsiz yaşayamaz.
İlkelerin çiğnendiği yerde gerçek manada sevgi ölmüştür. Adalet ölmüştür. Güven ölmüştür. Merhamet ölmüştür. Güzel olan ne varsa, doğru olan ne ise her şey yok olmuştur. Doğrusu insan kaynaklarının hepsi ölmüştür. İnsan kalbinin ölmesi insanın ölmesi demektir, tükendik.
Nerede, nerede insan kaynakları!?
İnsan kaynakları nelerdi. Elbette insanın insan olmasındaki özellikleri idi. İnsan insancıl olmalıydı. O Allah’ın emrinden gelen ruh değil miydi? Allah nasıl merhametli, adil, cömert, dürüst, sözünde duran, vermeyi seven, sevgiye önem veren vs. idi insan da onun kulu olarak öyle olmalıydı. O’nun kul örnekliğini yapan, insan olmanın şerefini taşıyan Hz. Muhammed (saa) idi.
Resul, insan kaynaklarının üreticisiydi. O hep güzel şeyler üretti. Biz ise tüketicisi olduk. Güzel olan ne varsa onu harcadık yok ettik.
Resulün merhameti sadece insanlara değil akrabaya, yetime, yoksula, fakire, çocuğa, bitkiye, hayvana, dağa, taşa, toprağa, suya oldu. Biz ise kendimize bile merhamet etmedik.
Resulün sevgisi geçmiştekileri de kuşatıyordu, gelecekteki ümmeti de. örneğin yoksuldu. Arabistan ortamında herkes erkek deve kurban ederken o bir keçi kurban etti ve şöyle dedi.
“Ya Rabbi bu benden ve ümmetimin kesemediklerinden…”
Biz ise kendimizden başka kimseyi sevmez olduk. Bencil olduk. Biz başkalarını sevmektense “herkes bizi sevsin” dedik. Sevdiklerimizden de bedel istedik.
Resul cömert idi. Hep verirdi. Vermeyi severdi. Karşılık beklemeden. Sadece “Allah için” derdi. Biz ise malımızı başkasından esirger olduk, cimri olduk. Hep almayı istedik. Kimden veya kimlerden olursa, isteyerek veya istemeyerek hep aldık. İnsanları kendi nefsimiz için sıkıntıya soktuk, zorladık.
En iyi ikramlar, en iyi hediyeler, en iyi arzular bizim olsun, istedik.
Resul adil olmaya önem verirdi. Onun için erkek olsun, kadın olsun, Müslüman olsun, gayri Müslüman olsun. Ondan eşit haklar görürdüler. Biz ise ayırdık kendimizi. Zenginler – fakirler, kadınlar- erkekler, Kürtler- Türkler, mevki de olanlar – mevkide olmayanlar, güzeller – çirkinler gibi ayırdık. En küçük parçalara bölündük. Ve sonra istedik ki bizim tarafımız baskın çıksın.
Ya Resul! Ne desem ki sen ilme, öğrenmeye, okumaya önem verdin. Biz ise cehalete, tembelliğe, eğlenceye, boş şeylere önem verdik. Siz bunlardan Allah’a sığınırken, şimdi Allah’tan bunlara sığınır olduk.
Dürüstlük senin ana ilken iken, şaka ve esprilerin de bile yalan yokken, yalan, bizim marifetimiz oldu. Yalana çare gibi, deva gibi baktık.
Sana savaştığın müşrikler bile güvenip yanına emanet bırakırken bana Müslümanlar bile güvenemedi. Şimdi Müslümanlar emanetlerini müşriklerin yanına bırakır oldu.
Ya Rasulullah! Anlayacağın sen insanlığı üretirken biz tüketir olduk. Bizde hiçbir şeye kalmadı. Cömertlik – cimriliğe, dürüstlük yalancılığa, sözünde durma riyakarlığa, güven ihanete, sevgi nefrete, cesaret korkuya, araçlar amaca, merhamet zulme, alçakgönüllülük kibire dönüştü.
En büyük hastalığımız budur. En iyi reçetemiz senin gösterdiğin insanlık. O kadar çok ihtiyacımız var ki önderliğine. Öyle zor ki böyle bir ortamda yaşamak. insan babasına güvenemiyorsa, insan yetiştirdiği çocuğunu sevemiyorsa, insan eşine dürüst olamıyorsa, insan akrabasına koşamıyorsa, insan emeğini alamıyorsa, insan hissettiği gibi, düşündüğü gibi, anladığı gibi yaşayamıyorsa neden insan olsun ki. İnsanda olamıyor ki. Tabiatı hayvanlaşan insan topluluğu, birbirine acımasız, sevgisiz, hoyratça, açça, kibirlice, yüksekçe bakıyorsa neden, neden yaşasın ki? Karısını ezen koca, çocuğundan menfaatlenen baba, bebeğini katleden anne dininden, malından, canından, namusundan, aklından emin olmadığın, olamayacağın bir ortam. Neden yaşasın ki ? insan olmak sende kaldı ya Resul. İnsan olamadık.
Bu yüzyılda teknoloji çok gelişti. Ama insanlık gelişmedi ya Resul. Tükenen yalnız Allah inancı değil, Kur’an inancı değil, ahiret inancı değil, namaz inancı değil, başörtü inancı değil, sermayemiz değil, emeğimiz değil, tükenen hayvanlar değil, bitkiler değil petroller değil, altınlar değil, sular değil.
Tükenen erkekler, kadınlar, çocuklar, delikanlılar, aileler, toplumlar…
Tükenen son şeyde insanlık.
Dizlerinin dibinde durup sana yakın olmayı ne kadar çok isterdim. Sendeki güveni, sevgiyi, merhameti, paylaşmayı, bana sunmanı ne kadar çok isterdim. O kadar çok ihtiyacımız var ki insan olmaya ve insan görmeye.
Biliyorum problemin nereden olduğunu. Allah’tan gelen ruh bedenimizde. Fakat biz Allah’tan uzaklaşınca biz biz olmaktan çıktık.
Şeytana yaklaştık. Şeytanlaştık, şeytani bir kişilik almaya başladık.
Suç bizde, nefsimizde ya Resul! Dilerim senin gibi bizde Allah’a yaklaşırız. Yaklaştıkça da insan olmaya başlarız..
Allah’ım sana sığınıyorum. Şeytanlaşan bedenimde beni bana kavuşturmayı nasip et. Ruhum çaresiz, bedenim gaflette. Beni kurtar ya Rabb! İnsan olmak benim bedenimin hakkı. O yüzden bedenimle ruhumu kavuşturmayı nasıp et. Her ikisinin, ruhumun ve bedenimin barışmasını ve sana kavuşmasını. (amin)
Tükenmek istemiyorum. Dirilmek istiyorum. Sevmek, sevilmek istiyorum. Güvenmek istiyorum. Merhamet görmek istiyorum. Ama kalpler taşlaşmışsa bunları kim sağlayabilir? Para mı? Mevki mi? Yoksa benim gibi kalbi taşlaşmış olanlar mı? Hiç kimse.
Ancak sonsuz sevginin, güvenin, merhametin sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah, ancak O kalplerdekini değiştirebilir. İnsan olmak için yönlerimizi mutlak olarak O’na döndürmeliyiz. O’na yönelmek, O’nu dinlemek, ilkelerini ilken olarak kabul etmekle olur. Ancak O ruhundaki, kalbindeki ve iradendeki katılıkları ve çelişkileri giderip seni fıtratına getirebilir. Bu yüzden yalnızca O’na dön. Değişmek için, dirilmek için, yeniden doğmak için, insan olmak için O’na dön. Dön ve dönder kalbini Allah’a ve O’nun ilkelerine.
Bugününün en büyük hastalığı ilkesizlik. Eğer sen helal ve haram ilkeleri bilseydin ve bunun sınırlarını koruyabilseydin ne mazlum olacaktın ne de zalim. Ne hakkını çiğnetecektin, ne de hak çiğneyecektin.
İnsanlık görmek için insanca davranacaktın. Sevilmek için sevmek, güvenilmek için güvenmek, şefkat için merhamet edecektin. Bu yüzden ilkeli olmalısın. Öyle bir duruma düştük ki. Ne büyük hastalık ya Rabb! İnsanlık çok büyük bir sancı çekiyor. Anne – babalar huzur evinde, çocuklar çocuk yurdunda, kadınlar pazarda, erkekler piyasada, toplumlar katliamda. Varlıkta yokluk çekiyor insanlık. Ekmek bol, ama karınlar doymuyor. Teknoloji ilerlemiş ama insanlık yararlanamıyor. Din var ama yabancı, Anne var ama şefkatsiz, baba var ama sorumsuz, amir var ama hizmetsiz, derman var ama tarifsiz, emek var ama amaçsız, hukuk var ama haksız, kültür var ama etkisiz, kalp var ama çaresiz, düşünce var ama ifadesiz, alim var ama öğrencisiz, kitap var ama okursuz………..
Ne olacak bu insanların hali? İşte haram aylar bir kere daha düşünmeye davet ediyor. İlkelerin sahibine dön. Göreceksin tüm bu sancıların geçecek. İşte istiyorsan gel bir provasını yapalım, ikna olacaksın, işte Hacc.
Hac ile hayat yolunda bir arınma daha. Namaz, oruç, sadaka, nasıl nefsi terbiye etmede bir metot ise, Hacc’ta aynı amaçla bir metottur. Rabb’in önce sınıf sınıf aşamalardan geçirdikten sonra hacc sınıfına sokuyor. Namazdan, oruçtan, Kur’an’dan vs. nasibini alamayanlar hacc adayı da olamazlar. Belki imkanları yeterlidir. Hacc’a gidebilirler. Fakat hacc’tan maksada ulaşamazlar. Öncelikle diğer değişim metotlarını (namaz, oruç, sadaka, vs.) aşmış olması gerekir ki değişim sürecine devam etsin. Ta ki iyice arınsın, Rabb’inin huzuruna çıkabilecek kadar ak, pak olsun.
Hac da diğer ibadetler gibi, yürek işidir. Yüreği hazır olmayanlar, hacda amaca ve sonuca varamaz. Bu yüzden ilk önce adaylar yürek ve irade temizliği yapmaya kesin karar vermelidirler. Her şeyden önce hacc kelime manasıyla ikna etmek demektir. Yani Rabb’ini ikna edecek bu aday “Lebbeyk, Lebbeyk (buyurdum, buyurdum, davetine icabet ettim. Ben sana teslim olanlardanım, ben sana layık bir kulum. Ya Rabb ne olur bana inan; ben müslümanlardanım…….) “ demektir. İkna edebilecek misin Rabb’ini? İşte bu büyük ana, daha hayattayken hazır olmalısın. Sen müslümanlardan mısın, emin misin?
Hz. İbrahim (as) için Rabb’in buyuruyor.(Çünkü Kâbe inşaasını yapan o ve oğludur) “O müşriklerden değildi, O hanifti.”
Rabbin senin için de aynı hükmü verir mi?!
Sen de müşriklerden değil misin? Sende Hanif misin? Yani katışıksın ve tam imanla teslim olmuş musun?
Haram ve helal sınırlarının karıştığını bir düşünün. Ortaya çıkan tablo; ilkesizlik hastalığı olacaktır. İşte tablo önümüzde.
Yanlışlık ve kötülük cesaret aldı. Doğrular ve güzellikler sindirildi. Ortada ne kaldı? İnsan olmanın ne anlamı olabilir artık? İnsan parasız yaşayabilir. İnsan evsiz, çocuksuz, eşsiz, annesiz, babasız, vs. olabilir. Ama insan sevgisiz, güvensiz, şefkatsiz, merhametsiz yaşayamaz.
İlkelerin çiğnendiği yerde gerçek manada sevgi ölmüştür. Adalet ölmüştür. Güven ölmüştür. Merhamet ölmüştür. Güzel olan ne varsa, doğru olan ne ise her şey yok olmuştur. Doğrusu insan kaynaklarının hepsi ölmüştür. İnsan kalbinin ölmesi insanın ölmesi demektir, tükendik.
Nerede, nerede insan kaynakları!?
İnsan kaynakları nelerdi. Elbette insanın insan olmasındaki özellikleri idi. İnsan insancıl olmalıydı. O Allah’ın emrinden gelen ruh değil miydi? Allah nasıl merhametli, adil, cömert, dürüst, sözünde duran, vermeyi seven, sevgiye önem veren vs. idi insan da onun kulu olarak öyle olmalıydı. O’nun kul örnekliğini yapan, insan olmanın şerefini taşıyan Hz. Muhammed (saa) idi.
Resul, insan kaynaklarının üreticisiydi. O hep güzel şeyler üretti. Biz ise tüketicisi olduk. Güzel olan ne varsa onu harcadık yok ettik.
Resulün merhameti sadece insanlara değil akrabaya, yetime, yoksula, fakire, çocuğa, bitkiye, hayvana, dağa, taşa, toprağa, suya oldu. Biz ise kendimize bile merhamet etmedik.
Resulün sevgisi geçmiştekileri de kuşatıyordu, gelecekteki ümmeti de. örneğin yoksuldu. Arabistan ortamında herkes erkek deve kurban ederken o bir keçi kurban etti ve şöyle dedi.
“Ya Rabbi bu benden ve ümmetimin kesemediklerinden…”
Biz ise kendimizden başka kimseyi sevmez olduk. Bencil olduk. Biz başkalarını sevmektense “herkes bizi sevsin” dedik. Sevdiklerimizden de bedel istedik.
Resul cömert idi. Hep verirdi. Vermeyi severdi. Karşılık beklemeden. Sadece “Allah için” derdi. Biz ise malımızı başkasından esirger olduk, cimri olduk. Hep almayı istedik. Kimden veya kimlerden olursa, isteyerek veya istemeyerek hep aldık. İnsanları kendi nefsimiz için sıkıntıya soktuk, zorladık.
En iyi ikramlar, en iyi hediyeler, en iyi arzular bizim olsun, istedik.
Resul adil olmaya önem verirdi. Onun için erkek olsun, kadın olsun, Müslüman olsun, gayri Müslüman olsun. Ondan eşit haklar görürdüler. Biz ise ayırdık kendimizi. Zenginler – fakirler, kadınlar- erkekler, Kürtler- Türkler, mevki de olanlar – mevkide olmayanlar, güzeller – çirkinler gibi ayırdık. En küçük parçalara bölündük. Ve sonra istedik ki bizim tarafımız baskın çıksın.
Ya Resul! Ne desem ki sen ilme, öğrenmeye, okumaya önem verdin. Biz ise cehalete, tembelliğe, eğlenceye, boş şeylere önem verdik. Siz bunlardan Allah’a sığınırken, şimdi Allah’tan bunlara sığınır olduk.
Dürüstlük senin ana ilken iken, şaka ve esprilerin de bile yalan yokken, yalan, bizim marifetimiz oldu. Yalana çare gibi, deva gibi baktık.
Sana savaştığın müşrikler bile güvenip yanına emanet bırakırken bana Müslümanlar bile güvenemedi. Şimdi Müslümanlar emanetlerini müşriklerin yanına bırakır oldu.
Ya Rasulullah! Anlayacağın sen insanlığı üretirken biz tüketir olduk. Bizde hiçbir şeye kalmadı. Cömertlik – cimriliğe, dürüstlük yalancılığa, sözünde durma riyakarlığa, güven ihanete, sevgi nefrete, cesaret korkuya, araçlar amaca, merhamet zulme, alçakgönüllülük kibire dönüştü.
En büyük hastalığımız budur. En iyi reçetemiz senin gösterdiğin insanlık. O kadar çok ihtiyacımız var ki önderliğine. Öyle zor ki böyle bir ortamda yaşamak. insan babasına güvenemiyorsa, insan yetiştirdiği çocuğunu sevemiyorsa, insan eşine dürüst olamıyorsa, insan akrabasına koşamıyorsa, insan emeğini alamıyorsa, insan hissettiği gibi, düşündüğü gibi, anladığı gibi yaşayamıyorsa neden insan olsun ki. İnsanda olamıyor ki. Tabiatı hayvanlaşan insan topluluğu, birbirine acımasız, sevgisiz, hoyratça, açça, kibirlice, yüksekçe bakıyorsa neden, neden yaşasın ki? Karısını ezen koca, çocuğundan menfaatlenen baba, bebeğini katleden anne dininden, malından, canından, namusundan, aklından emin olmadığın, olamayacağın bir ortam. Neden yaşasın ki ? insan olmak sende kaldı ya Resul. İnsan olamadık.
Bu yüzyılda teknoloji çok gelişti. Ama insanlık gelişmedi ya Resul. Tükenen yalnız Allah inancı değil, Kur’an inancı değil, ahiret inancı değil, namaz inancı değil, başörtü inancı değil, sermayemiz değil, emeğimiz değil, tükenen hayvanlar değil, bitkiler değil petroller değil, altınlar değil, sular değil.
Tükenen erkekler, kadınlar, çocuklar, delikanlılar, aileler, toplumlar…
Tükenen son şeyde insanlık.
Dizlerinin dibinde durup sana yakın olmayı ne kadar çok isterdim. Sendeki güveni, sevgiyi, merhameti, paylaşmayı, bana sunmanı ne kadar çok isterdim. O kadar çok ihtiyacımız var ki insan olmaya ve insan görmeye.
Biliyorum problemin nereden olduğunu. Allah’tan gelen ruh bedenimizde. Fakat biz Allah’tan uzaklaşınca biz biz olmaktan çıktık.
Şeytana yaklaştık. Şeytanlaştık, şeytani bir kişilik almaya başladık.
Suç bizde, nefsimizde ya Resul! Dilerim senin gibi bizde Allah’a yaklaşırız. Yaklaştıkça da insan olmaya başlarız..
Allah’ım sana sığınıyorum. Şeytanlaşan bedenimde beni bana kavuşturmayı nasip et. Ruhum çaresiz, bedenim gaflette. Beni kurtar ya Rabb! İnsan olmak benim bedenimin hakkı. O yüzden bedenimle ruhumu kavuşturmayı nasıp et. Her ikisinin, ruhumun ve bedenimin barışmasını ve sana kavuşmasını. (amin)
Tükenmek istemiyorum. Dirilmek istiyorum. Sevmek, sevilmek istiyorum. Güvenmek istiyorum. Merhamet görmek istiyorum. Ama kalpler taşlaşmışsa bunları kim sağlayabilir? Para mı? Mevki mi? Yoksa benim gibi kalbi taşlaşmış olanlar mı? Hiç kimse.
Ancak sonsuz sevginin, güvenin, merhametin sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah, ancak O kalplerdekini değiştirebilir. İnsan olmak için yönlerimizi mutlak olarak O’na döndürmeliyiz. O’na yönelmek, O’nu dinlemek, ilkelerini ilken olarak kabul etmekle olur. Ancak O ruhundaki, kalbindeki ve iradendeki katılıkları ve çelişkileri giderip seni fıtratına getirebilir. Bu yüzden yalnızca O’na dön. Değişmek için, dirilmek için, yeniden doğmak için, insan olmak için O’na dön. Dön ve dönder kalbini Allah’a ve O’nun ilkelerine.
Bugününün en büyük hastalığı ilkesizlik. Eğer sen helal ve haram ilkeleri bilseydin ve bunun sınırlarını koruyabilseydin ne mazlum olacaktın ne de zalim. Ne hakkını çiğnetecektin, ne de hak çiğneyecektin.
İnsanlık görmek için insanca davranacaktın. Sevilmek için sevmek, güvenilmek için güvenmek, şefkat için merhamet edecektin. Bu yüzden ilkeli olmalısın. Öyle bir duruma düştük ki. Ne büyük hastalık ya Rabb! İnsanlık çok büyük bir sancı çekiyor. Anne – babalar huzur evinde, çocuklar çocuk yurdunda, kadınlar pazarda, erkekler piyasada, toplumlar katliamda. Varlıkta yokluk çekiyor insanlık. Ekmek bol, ama karınlar doymuyor. Teknoloji ilerlemiş ama insanlık yararlanamıyor. Din var ama yabancı, Anne var ama şefkatsiz, baba var ama sorumsuz, amir var ama hizmetsiz, derman var ama tarifsiz, emek var ama amaçsız, hukuk var ama haksız, kültür var ama etkisiz, kalp var ama çaresiz, düşünce var ama ifadesiz, alim var ama öğrencisiz, kitap var ama okursuz………..
Ne olacak bu insanların hali? İşte haram aylar bir kere daha düşünmeye davet ediyor. İlkelerin sahibine dön. Göreceksin tüm bu sancıların geçecek. İşte istiyorsan gel bir provasını yapalım, ikna olacaksın, işte Hacc.
Hac ile hayat yolunda bir arınma daha. Namaz, oruç, sadaka, nasıl nefsi terbiye etmede bir metot ise, Hacc’ta aynı amaçla bir metottur. Rabb’in önce sınıf sınıf aşamalardan geçirdikten sonra hacc sınıfına sokuyor. Namazdan, oruçtan, Kur’an’dan vs. nasibini alamayanlar hacc adayı da olamazlar. Belki imkanları yeterlidir. Hacc’a gidebilirler. Fakat hacc’tan maksada ulaşamazlar. Öncelikle diğer değişim metotlarını (namaz, oruç, sadaka, vs.) aşmış olması gerekir ki değişim sürecine devam etsin. Ta ki iyice arınsın, Rabb’inin huzuruna çıkabilecek kadar ak, pak olsun.
Hac da diğer ibadetler gibi, yürek işidir. Yüreği hazır olmayanlar, hacda amaca ve sonuca varamaz. Bu yüzden ilk önce adaylar yürek ve irade temizliği yapmaya kesin karar vermelidirler. Her şeyden önce hacc kelime manasıyla ikna etmek demektir. Yani Rabb’ini ikna edecek bu aday “Lebbeyk, Lebbeyk (buyurdum, buyurdum, davetine icabet ettim. Ben sana teslim olanlardanım, ben sana layık bir kulum. Ya Rabb ne olur bana inan; ben müslümanlardanım…….) “ demektir. İkna edebilecek misin Rabb’ini? İşte bu büyük ana, daha hayattayken hazır olmalısın. Sen müslümanlardan mısın, emin misin?
Hz. İbrahim (as) için Rabb’in buyuruyor.(Çünkü Kâbe inşaasını yapan o ve oğludur) “O müşriklerden değildi, O hanifti.”
Rabbin senin için de aynı hükmü verir mi?!
Sen de müşriklerden değil misin? Sende Hanif misin? Yani katışıksın ve tam imanla teslim olmuş musun?

MEKTEBİMİZİ SEVİYOR MUYUZ?
MEKTEBİMİZİ SEVİYOR MUYUZ?
Bu mektebin en çok ilham aldığı ayetlerden biri de şûra süresinin 23. Ayet-i Kerime’sidir.
Bilir mektebin her dostu; Ehl-i Beyt’i sevmedikçe Peygamber (s.a.a)’i ve Rabb’ini razı edemeyeceğini… Ancak dile getirmek istediğim sorun; sevip sevmemek değil, sevdiğini iddia edenlerin gerçekten kalplerinin sevgi ile dolu olup olmadığıdır.
Bu soru sevdiğini söyleyen herkese yani bu mektebi kabul görmüşleredir. Gerçekten, istenilen kadar sevgi ile dolu muyuz?
Aynı hedefe tutunmuş olabiliriz, aynı yolu kabul etmiş olabiliriz. Ancak birlik ve beraberlik için bu kadarı yeterli değildir. Kalplerin de birbirilerini sevmesi gerekir. Ki birbirilerine bağlanabilsinler, birbirilerinin hatalarını gizleyebilsinler, birbirlerine fedakâr olsunlar, beraber hareket edebilsinler….
Ancak sevgi yoksunluğu yaşanıldığını düşünüyorum.
Su; insan bedeninin yaşam ve canlılık kaynağı olduğu gibi, sevgi de insan ruhunun canlı ve sağlam kalmasının tek kaynağıdır. Sevgi üzerine yaratılmıştır insan.
Sevgi üzerine yaşama isteği olur insanda, o sevgi anne babayı çocuğuna hizmetçi eder, karı-koca aynı yastığa kırk yıl koyar, dostluğun tadına yıllarca yaşanmasına rağmen doyulmaz, sevgi ile ölüme dahi isteyerek koşulur…
Yani sevgi hayatın her boyutunda bir kaynaktır. Bu yüzden hak yolda kararlı ve istekli olmak için sevgiye çok ihtiyacımız vardır. Yoksa sabır, güven ve gayret nereden beslenebilir? Dolayısıyla imanımızı besleyen sevgi yoksunluğunu gidermemiz kaçınılmazdır. Kara kara düşünürken “bunu nasıl yapacağız?” diye, Meryem süresinin / 96. Ayet-i Kerime’si bize çözüm önerisini getiriyor.
“ İman eden ve salih amel işleyenler için Rahman bir sevgi yaratacak.”
Bu ayetin öznesi yani faili “Rahman” olan yüce Allah’tır. Allah’ımız bu ayet-i kerime’de “ Rahman” ismini dile getirmesine dikkat çekmiştir. Çünkü Rabb’imiz sevginin kimin elinde olduğunu hatırlatmak istiyor. Somut şeylerin yaratıcısı olduğuna göre, soyut olanların da yaratıcısı O’dur.
O, sevgiyi var edecek tek merciidir. Bu nedenle sevgi yalnızca yüce Allah’tan istenilir.
İkinci önemli noktada sadece yalın bir sevgi değildir istenen. Sevgi ile beraberinde güven, merhamet, paylaşım, ilim, hayır,hikmet, adalet, hak, koruma gibi tüm diğer iyilikler de vardır… Yalnızca “Rahman” bu şekilde sevgiyi bizim için yaratabilir.
Rahman olandır kalpleri elinde tutan… O, kalbe indirmediği sürece hiç bir sevgi kalbe giremez. Ne çocuk, ne eş, ne dost… Yani onları vesile kılan Rahman’dır. Gerçekte izin veren O’dur. Bu nedenle sevgide de şirk koşulma hatasına düşülmemelidir.
İşte insan çocuğu, eşi, arkadaşı ile ilgilenirken gerçekte vechini yüce Allah’a yöneltecek ve diyecek ki “ Rahman olan Rabb’im, bizim için bir sevgi yarat, ki kalpleri evirip çeviren sensin. Kalplere indiren ve hükmeden sensin. Senin ortağın ve benzerin yoktur. Bu nedenle sen, senin sevdiklerini bana sevmemi, senin sevmediklerimi bana sevmememi sağla. Mektebimde sevgi ile yol almama yardım et!
Karı –koca arasına, çocuk ve anne-baba arasına, iki arkadaş arasına, akrabalar arasına, kardeşler arasına, ümmet ve peygamber arasına sevgi verdiğin gibi bu mektebin dostlarının arasına da sevgi ver. Hatta o kadar çok ver ki büyük bir birlik ve beraberlik olsun! Kocaman bir sevgi yumağına dönüşsün!”
İbadet etme isteği istediğin gibi, kazandığını verme sevgisi gibi, ilim öğrenme hazzı gibi, yaşama sarıldığın gibi Rabb’inden mektep sevgisi iste!
Züleyha’nın yanılgısına düşme. Sevgiyi Yusuf (as)’tan istiyordu. Bu algılamanın yanlışlığını geç olsa da anlamıştı, esasta sevginin kaynağı yüce Allah’tı. Yüce Allah’tan istemeliydi.
Sevginin kaynağı ellerimizin arasındaki küçük bebeğimiz değil, yüce Allah’tır. Sevginin kaynağı bize iyi olan eşimiz değil, yüce Allah’tır. Bu nedenle vesilelerden değil, asıl kaynağın sahibinden talep etmeliyiz…
İşte Rahman olan Rabb’imizden istiyoruz!
“Yarabbi kalbimi yumuşat, katılaşmaktan kurtar beni!
Yarabbi kalbimi karanlıklardan kurtar, aydınlığa çıkar beni!
Yarabbi kalbimi sevgi ile donat, sevginin gücünü tattır bana!
Yarabbi kişisel kaygılardan kurtar, mektep sevgisini ver bana!
Yarabbi Peygamber’imin ve Ehl-i Beyt imamlarımın gayreti bana da gelsin!…İstiyorum Ya Rabb!”
İşte ilahî cevap geliyor.
“ İman eden ve salih amel işleyenler için Rahman bir sevgi yaratacak.”
“ Sevgi yaratmak” için iki şart var …
1- İman etmek
2- Salih amel işlemek
İman etmek güvenmek, itimad etmektir. Yüce Allah’ın zatına, isimlerine, sıfatlarına, fiillerine, dediklerine, gösterdiklerine, işaret ettiklerine inanmak demekti.
Rabb’imizin tüm isimlerinin arasında bir ismine şüphe ile bakmak güveni sarsardı.
Rabb’imizin tüm dediklerinin arasında bir dediğine şüphe ile bakmak itimadı sarsardı. Rabb’imizin tüm işaret ettiklerinin arasında birine güvenmemek imanı sarsardı.
İşte bu nedenle iman etmenin altı, doğru ve tam doldurulması gereken önemli bir başlıktı.
Salih amel ise bu başlık üzerine bina edilmeli idi. Herhangi bir ameli, salih amelden ayıran nokta iman üzere olması idi. Yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için olursa, salih amel olur. Yani ameli salih yapan kişinin, ne kadar ihlaslı olması ile ilgilidir.
Amelin salih olması da arkasından gelecek sevgi lutfuna zemin hazırlar.
Bu nedenle Âl-i İmran süresi /31. ayet-i kerime de şöyle bir açıklama gelir.
“ Deki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana itaat edin ki, Allah ta sizi sevsin”
Bu yöntemi öğreten yüce Allah, bu çağrıyı yapan da peygamberin kendisidir.
İşte mektebimizin güçlenmesi için aynı hedef, aynı yol olmasının yanı sıra aynı kalp atışlarının olması gerekmektedir. Birlik ve beraberlik sevginin büyüklüğü ve gücü ile orantılıdır. İşte sevginin çoğalmasının ve tecellisinin yolu; imanların kuvvetlenmesi, salih amellerin çoğaltılması ile olur. Bu yolda plan ve projeler arka arkaya gelmeli, bu gönül yolcuları hiç durmamalıdırlar. Gayret üzerine gayretli olmalıdırlar. İmanları kuvvetlendirme ve salih amelleri çoğaltma yolunda hiç bir fırsatı kaçırmamalıdırlar.
İmam Cafer Sadık(s.a) vech kavramını yorumlarken şöyle bir açıklama getirir. Vech; bakılan yön demektir. Yüce Allah’ın vechi, kulları için “Rahmeti üzerine yazması”dır. Kulların vechi ise iman edip salih amel işlemesidir. Sevgi dili belli olmuş olur. Rabb’imizin sevgisi rahmettir, kulların sevgisi ise salih amellerdir.
Sevgiye en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde sevmek ve sevilmek için Rahman olan Rabbimizin iki şartını asla göz ardı etmemeliyiz. Ki sevgi bir rahmet yağmuru gibi bu mektep yolcularının hepsini ıslatsın.
Rahman’ın rahmeti ile bizim salih amellerimiz buluşsun, yeryüzü cennete, insanlar da cennet ehline dönüşsün inşallah…
Bu mektebin en çok ilham aldığı ayetlerden biri de şûra süresinin 23. Ayet-i Kerime’sidir.
Bilir mektebin her dostu; Ehl-i Beyt’i sevmedikçe Peygamber (s.a.a)’i ve Rabb’ini razı edemeyeceğini… Ancak dile getirmek istediğim sorun; sevip sevmemek değil, sevdiğini iddia edenlerin gerçekten kalplerinin sevgi ile dolu olup olmadığıdır.
Bu soru sevdiğini söyleyen herkese yani bu mektebi kabul görmüşleredir. Gerçekten, istenilen kadar sevgi ile dolu muyuz?
Aynı hedefe tutunmuş olabiliriz, aynı yolu kabul etmiş olabiliriz. Ancak birlik ve beraberlik için bu kadarı yeterli değildir. Kalplerin de birbirilerini sevmesi gerekir. Ki birbirilerine bağlanabilsinler, birbirilerinin hatalarını gizleyebilsinler, birbirlerine fedakâr olsunlar, beraber hareket edebilsinler….
Ancak sevgi yoksunluğu yaşanıldığını düşünüyorum.
Su; insan bedeninin yaşam ve canlılık kaynağı olduğu gibi, sevgi de insan ruhunun canlı ve sağlam kalmasının tek kaynağıdır. Sevgi üzerine yaratılmıştır insan.
Sevgi üzerine yaşama isteği olur insanda, o sevgi anne babayı çocuğuna hizmetçi eder, karı-koca aynı yastığa kırk yıl koyar, dostluğun tadına yıllarca yaşanmasına rağmen doyulmaz, sevgi ile ölüme dahi isteyerek koşulur…
Yani sevgi hayatın her boyutunda bir kaynaktır. Bu yüzden hak yolda kararlı ve istekli olmak için sevgiye çok ihtiyacımız vardır. Yoksa sabır, güven ve gayret nereden beslenebilir? Dolayısıyla imanımızı besleyen sevgi yoksunluğunu gidermemiz kaçınılmazdır. Kara kara düşünürken “bunu nasıl yapacağız?” diye, Meryem süresinin / 96. Ayet-i Kerime’si bize çözüm önerisini getiriyor.
“ İman eden ve salih amel işleyenler için Rahman bir sevgi yaratacak.”
Bu ayetin öznesi yani faili “Rahman” olan yüce Allah’tır. Allah’ımız bu ayet-i kerime’de “ Rahman” ismini dile getirmesine dikkat çekmiştir. Çünkü Rabb’imiz sevginin kimin elinde olduğunu hatırlatmak istiyor. Somut şeylerin yaratıcısı olduğuna göre, soyut olanların da yaratıcısı O’dur.
O, sevgiyi var edecek tek merciidir. Bu nedenle sevgi yalnızca yüce Allah’tan istenilir.
İkinci önemli noktada sadece yalın bir sevgi değildir istenen. Sevgi ile beraberinde güven, merhamet, paylaşım, ilim, hayır,hikmet, adalet, hak, koruma gibi tüm diğer iyilikler de vardır… Yalnızca “Rahman” bu şekilde sevgiyi bizim için yaratabilir.
Rahman olandır kalpleri elinde tutan… O, kalbe indirmediği sürece hiç bir sevgi kalbe giremez. Ne çocuk, ne eş, ne dost… Yani onları vesile kılan Rahman’dır. Gerçekte izin veren O’dur. Bu nedenle sevgide de şirk koşulma hatasına düşülmemelidir.
İşte insan çocuğu, eşi, arkadaşı ile ilgilenirken gerçekte vechini yüce Allah’a yöneltecek ve diyecek ki “ Rahman olan Rabb’im, bizim için bir sevgi yarat, ki kalpleri evirip çeviren sensin. Kalplere indiren ve hükmeden sensin. Senin ortağın ve benzerin yoktur. Bu nedenle sen, senin sevdiklerini bana sevmemi, senin sevmediklerimi bana sevmememi sağla. Mektebimde sevgi ile yol almama yardım et!
Karı –koca arasına, çocuk ve anne-baba arasına, iki arkadaş arasına, akrabalar arasına, kardeşler arasına, ümmet ve peygamber arasına sevgi verdiğin gibi bu mektebin dostlarının arasına da sevgi ver. Hatta o kadar çok ver ki büyük bir birlik ve beraberlik olsun! Kocaman bir sevgi yumağına dönüşsün!”
İbadet etme isteği istediğin gibi, kazandığını verme sevgisi gibi, ilim öğrenme hazzı gibi, yaşama sarıldığın gibi Rabb’inden mektep sevgisi iste!
Züleyha’nın yanılgısına düşme. Sevgiyi Yusuf (as)’tan istiyordu. Bu algılamanın yanlışlığını geç olsa da anlamıştı, esasta sevginin kaynağı yüce Allah’tı. Yüce Allah’tan istemeliydi.
Sevginin kaynağı ellerimizin arasındaki küçük bebeğimiz değil, yüce Allah’tır. Sevginin kaynağı bize iyi olan eşimiz değil, yüce Allah’tır. Bu nedenle vesilelerden değil, asıl kaynağın sahibinden talep etmeliyiz…
İşte Rahman olan Rabb’imizden istiyoruz!
“Yarabbi kalbimi yumuşat, katılaşmaktan kurtar beni!
Yarabbi kalbimi karanlıklardan kurtar, aydınlığa çıkar beni!
Yarabbi kalbimi sevgi ile donat, sevginin gücünü tattır bana!
Yarabbi kişisel kaygılardan kurtar, mektep sevgisini ver bana!
Yarabbi Peygamber’imin ve Ehl-i Beyt imamlarımın gayreti bana da gelsin!…İstiyorum Ya Rabb!”
İşte ilahî cevap geliyor.
“ İman eden ve salih amel işleyenler için Rahman bir sevgi yaratacak.”
“ Sevgi yaratmak” için iki şart var …
1- İman etmek
2- Salih amel işlemek
İman etmek güvenmek, itimad etmektir. Yüce Allah’ın zatına, isimlerine, sıfatlarına, fiillerine, dediklerine, gösterdiklerine, işaret ettiklerine inanmak demekti.
Rabb’imizin tüm isimlerinin arasında bir ismine şüphe ile bakmak güveni sarsardı.
Rabb’imizin tüm dediklerinin arasında bir dediğine şüphe ile bakmak itimadı sarsardı. Rabb’imizin tüm işaret ettiklerinin arasında birine güvenmemek imanı sarsardı.
İşte bu nedenle iman etmenin altı, doğru ve tam doldurulması gereken önemli bir başlıktı.
Salih amel ise bu başlık üzerine bina edilmeli idi. Herhangi bir ameli, salih amelden ayıran nokta iman üzere olması idi. Yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için olursa, salih amel olur. Yani ameli salih yapan kişinin, ne kadar ihlaslı olması ile ilgilidir.
Amelin salih olması da arkasından gelecek sevgi lutfuna zemin hazırlar.
Bu nedenle Âl-i İmran süresi /31. ayet-i kerime de şöyle bir açıklama gelir.
“ Deki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana itaat edin ki, Allah ta sizi sevsin”
Bu yöntemi öğreten yüce Allah, bu çağrıyı yapan da peygamberin kendisidir.
İşte mektebimizin güçlenmesi için aynı hedef, aynı yol olmasının yanı sıra aynı kalp atışlarının olması gerekmektedir. Birlik ve beraberlik sevginin büyüklüğü ve gücü ile orantılıdır. İşte sevginin çoğalmasının ve tecellisinin yolu; imanların kuvvetlenmesi, salih amellerin çoğaltılması ile olur. Bu yolda plan ve projeler arka arkaya gelmeli, bu gönül yolcuları hiç durmamalıdırlar. Gayret üzerine gayretli olmalıdırlar. İmanları kuvvetlendirme ve salih amelleri çoğaltma yolunda hiç bir fırsatı kaçırmamalıdırlar.
İmam Cafer Sadık(s.a) vech kavramını yorumlarken şöyle bir açıklama getirir. Vech; bakılan yön demektir. Yüce Allah’ın vechi, kulları için “Rahmeti üzerine yazması”dır. Kulların vechi ise iman edip salih amel işlemesidir. Sevgi dili belli olmuş olur. Rabb’imizin sevgisi rahmettir, kulların sevgisi ise salih amellerdir.
Sevgiye en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde sevmek ve sevilmek için Rahman olan Rabbimizin iki şartını asla göz ardı etmemeliyiz. Ki sevgi bir rahmet yağmuru gibi bu mektep yolcularının hepsini ıslatsın.
Rahman’ın rahmeti ile bizim salih amellerimiz buluşsun, yeryüzü cennete, insanlar da cennet ehline dönüşsün inşallah…

ORUCUN HİKMETLERİ
ORUCUN HİKMETİ VE YARARLARI
Orucun sayısız maddî ve manevî faydaları vardır. Vücuda şifa verir, cana güç ve kudret kazandırır. İnsanı cismanî rezilliklerden temizler; doğru ve faydalı fertler eğitmede, düzenli ve müreffeh bir toplum kurmada son derece etkilidir. Nefsin ıslahında ve arıtılmasında, insanın tek düze bir yaşamdan sıyrılmasında ve vücudun ihtiyaçlarını teminden başka bir şey düşünmeme hastalığından kurtulmasında çok önemli rolü vardır.
Oruç ve Sıhhat
İnsanı kemale doğru götüren orucun tıbbî ve sıhhî yararları, sayılmayacak kadar çoktur. Hemen hemen herkes tarafından az veya çok bilinen bu yararları tekrarlamaya ve hepsini açıklamaya gerek olmadığından, biz burada bunların bazılarına özetle değinmekle yetineceğiz.
Mide ve sindirim sistemi, insanın en çok çalışan organlarındandır. Günde normal olarak üç defa yemek yenilerek alınan gıdaların sindirimi, ayrımı, gerekli olanların emilmesi ve gereksiz olanların atılması için sindirim sistemi bütün gün boyunca durmadan çalışır. Oruç, bir yandan bu organların çabuk yıpranmasını engelleyerek onların dinlenip yeni güç kazanmalarını sağlarken, diğer yandan sağlık açısından önemli tehlikelere yol açan birikmiş yağların dışarıya atılmasını ve azalmasını sağlar.
Bazı tembel ve gevşek kimselerin tam imanla olmasa da bari sıhhî yararlarını göz önünde bulundurarak oruç farizasını yerine getirmeleri ve onun çeşitli yararlarından faydalanabilmeleri için nakledilen hadislerde apaçık bir şekilde orucun cismî yararlarına da değinilmiştir.
Bu hususla ilgili olarak Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Oruç tutun ki sağlam ve sıhhatli olasınız.”
Yine diğer bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Mide bütün hastalıkların kaynağıdır. Açlık ise, bütün ilaçların başıdır.”
Oruçlu kişinin gün boyunca tuttuğu orucu iftardan sonra aşırı yiyerek telafi etmeye çalışmaması durumunda o sıhhî faydaların daha iyi elde edilebileceği açıktır.
Tıp biliminin gelişmesi sonucu bazı uzman doktorlar yemek ve içmekten perhiz edip oruç tutmanın, tedavi için en iyi metot olduğunu tespit etmişlerdir. Bu konuda bir uzman şöyle demektedir: “Oruç aracılığıyla tedavi metodu öylesine mucizeler yaratmaktadır ki bu metodun uygulanması hâlinde pratik ve cerrahi tıp alanında birçok metot değişikliği meydana geleceği kesindir. Çünkü oruç tıp bilimine yepyeni ufuklar açmakta ve hastalıklarla mücadele alanında bu bilime çok etkili bir silah kazandırmaktadır. Bu, çok değişik şekillerde kullanılabilen ve çeşitli hastalıkların tedavisini mümkün kılabilecek bir silah olup çeşitli hastalıklara neden olan birçok şeyle mücadele ve birçok hastalığı iyileştirme alanında olumlu sonuçlar vermiş, istenen amaca ulaştırmıştır.”
Orucun tıbbî ve sıhhî yararları üzerine yapılan araştırmalar bu kadarla bitmiyor. Bu konuda daha pek çok ilginç araştırmalar vardır. Bu konuda daha çok bilgi sahibi olmak isteyenler, bu dalda yazılan kitaplara başvurabilirler.
Dar görüşlülerin sanılarının tam tersine sağlıklı kimseler için orucun hiçbir zararı yoktur. Oruç tutamayacak durumdaki hastalar ise, bu emirden muaftırlar. Ayrıca bir hastanın oruç tutması hâlinde hastalığı artacak veya uzun sürecekse, oruç tutmakla günah işlemiş olacağı gibi tuttuğu oruç da Allah katında kabul olmaz. Orucun kendisine zararlı olduğunu bilen birisi oruç tutmamalı, tamamen iyileştikten sonra yediği günler sayısınca kaza etmelidir.
Oruç, sağlığa zararlı olmadığı gibi vücut sağlığı için son derece yararlı bir ibadettir. Kendileri oruç tutmamakla yetinmeyip başkalarının da oruç tutmasını engelleyen ve orucun ülsere yol açtığını sanan bazı mideperestlerin bu iddiaları tamamen geçersiz ve asılsızdır. Bu tür saçma yalanlar, tembel ve midelerinin esiri olan zavallıların tek bahaneleridir. Böyleleri insanoğlunun özelliği olan azim ve iradeden yoksundurlar.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, orucun cismî ve sıhhî faydaları inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Ancak orucun en önemli yararları onun sadece sağlık üzerindeki etkileri değildir. Ne yazık ki orucun faydaları üzerinde araştırma yapanlardan bazıları sadece onun bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Oysa orucun en önemli yararları onun manevî boyutuyla ilgilidir. İnsanın kendisini hata ve kötülüklerden arındırması ve eğitip yetiştirmesi konusunda orucun manevî etkileri, cismî etkileriyle kıyaslanamayacak kadar değerli ve önemlidir.
Kaldı ki, söz konusu tıbbî yararları bile, İslâm dininin asaletini göstermektedir. Çünkü bu fıtrata dayalı semavî kurallar, bundan on dört asır önce yüce Allah’tan başkası tarafından gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kapsam ve derin görüşlülükle zamanın cahil Arap ortamında öylesine tesis edilmiştir ki çağımızın medenî tıp bilginleri kendi dallarında bunca ilerlemiş olmalarına rağmen her geçen gün onun bilim ve hikmetinin ancak küçük bir kısmını anlayabilmekte ve keşfetmektedirler.
Oruç Ve Günahtan Sakınmak
Oruç, takva ve sakınma ruhunun oluşmasında ve onu güçlendirmede önemli rol oynayan bir unsurdur. Kurân-ı Kerim orucun bu büyük yararına “Umulur ki sakınırsınız.” ifadesiyle işaret etmiş ve bu ibadetin takva elde etmede önemli bir etken olduğunu açıklamıştır.
Takva ve Allah’tan korkarak günahtan sakınma, bir Müslümanın kendisini eğitmesinde, ıslah etmesinde ve in-sana layık bir şahsiyet kazanmasında çok önemli rol oynar. İşte bu pek değerli sonuca ulaşabilmek içindir ki, ramazan ayında günahlardan sakınmak, ibadetlerin en üstünü olarak gösterilmiştir.
Peygamber efendimiz (s.a.a) bir hutbesinde Müslümanlara mübarek ramazan ayının faziletlerini anlatırken, Hz. Ali’nin (a.s) kendilerine “Bu ayın en iyi ameli nedir?” diye sorması üzerine şöyle buyurmuştur: “Ey Ebu’l-Ha-san! Bu ayda en iyi amel, takva ve Allah’ın haramlarından kaçınmaktır…”
Oruç tutan kimse, orucunun mükemmel olmasının tek şartı olan bu ilâhî görevi yerine getirmekle, kendinde takva ruhunu canlandırır. İnsanın kendisini kontrol etmesi bu ayda ve oruç hâlinde çok daha kolaydır. Çünkü açlık, susuzluk ve oruçlu olmanın beraberinde getirdiği diğer kısıtlamalar, isyankâr olan hayvanî içgüdüler ve arzuların yaktığı ateşi önemli ölçüde söndürür. Geçici olsa bile akıl ve canı şehvetlerin pençesinden kurtararak oruçlu kimse için takva ve sakınmaya elverişli bir eğitim ortamı hazırlar. Böylece bir ay boyunca tekrarlanan bu eğitim, denetim ve sürekli kendini kontrol ediş sonucunda, günahtan sakın-masını sağlayacak bir “koruyucu güç” oluşur. Bunun doğal bir sonucu olarak da o insanda günah, kötülük ve yanlışlıklardan çekinme huyu, bir alışkanlık olarak kök salmaya ve giderek gelişmeye başlar. Bu bir aylık denetimin kendisine kazandırdığı tecrübe sonucu ramazan ayından sonra da söz konusu çekinme ve sakınmayı sürdürür. Böylece Kur’ân’ın tabiriyle insanın kerametinin kendisine bağlı ol-duğu “takva”nın yüce makamına sonsuza dek sahip olmak üzere erişebilmeyi başarır.
Takva, insana birçok şey kazandırır. Biz sadece birkaçına değinmekle yetiniyoruz:
a) Takvalı kimse, hayatında hiçbir zaman şaşırıp kalmaz. Her türlü hadisede nasıl hareket edeceğini ve ne yapacağını bilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu kılar.”
b) Takva sahibi insan, karşılaştığı tüm hadiselerde hakla batılı birbirinden ayırt edebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Ey inananlar, Allah’tan korkup-sakınırsanız, O size (hakla batılı, hayırla şerri) ayırt etme kabiliyeti verir.”
c) Takva sahibi insan, işlerinde devamlı kolaylık görür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, Allah onun işine bir kolaylık verir.”
d) Takva, insanlara hem gökten, hem de yerden sayısız bolluklar ve bereketler inmesini sağlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Eğer o ülkelerin halkı inanıp kötülüklerden sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar ve bereketler açardık; fakat onlar ya-lanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakaladık.”
Gerçek takvalı insana tahmin edemediği ve hesaplayamadığı yerden rızk ulaşır ve sıkıntısı giderilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa… Allah onu ummadığı yerden rızıklandırır.”
e) Kur’ân-ı Kerim bütün insanların hidayeti için gönderilmesine rağmen kendisinden ancak takva sahiplerinin yararlanabileceğini vurguluyor. Kur’ân’ın nurundan ve i-çermiş olduğu hidayet belgelerinden sadece takvalılar faydalanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Bu, kendisinde asla şüphe olmayan bir kitaptır. Takva sahiplerine yol göstericidir.”
Müminlere şifa ve rahmet olarak indirilen Kur’ân-ı Kerim, zalimlere kendi yaptıklarından dolayı asla yarar sağlamaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Biz Kur’-ân’dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiririz. Oysa o, zalimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.”
Şimdiye kadar söz konusu edilen hususlar, takvanın dünyevî sonuçlarından bazılarıydı sadece. Takvanın birçok uhrevî semereleri de vardır. Bunlardan en önemlisi takvanın keramet ölçüsü olmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız (ırk ya da soyca üstün olanınız değil), en çok korunanızdır…”
Bu hususta fazla bilgi edinmek isteyenler, ilgili ayet ve hadis kitaplarına bakabilirler.
Oruç ve Allah’a Tazim
Orucun farz kılınması, insanlara doğru yolu göstermesine ve onları hidayet etmesine karşılık, Allah’a tazimde bulunmak içindir. Oruç tutmak, insanoğluna Kur’ân’ı indiren Allah’ın ululuğunu ve büyüklüğünü fiilen izhar etmek içindir. Nitekim yüce Allah oruçla ilgili ayette şöyle buyurmuştur: “(Size oruç farz kılındı)… Sizi hidayet etmesine karşılık Allah’ı ululamanız için.”
Oruç, nasıl tutulursa tutulsun, nasıl yerine getirilirse getirilsin, dış görünüş itibariyle Allah’ın büyüklüğüne delâlet eder, yüce Allah’a tazim sayılır. Çünkü orucun ve bedensel ihtiyaçlara bir süre ara verme eyleminin dış görünüşü, halis niyeti içerse de, içermese de, yüce Allah’ın azametine ve ululuğuna delâlet eder.
Oruç ve Allah’a Şükretmek
Oruç, indirdiği kitap vasıtasıyla hak ile batılı birbirinden ayıran Rabbe şükür ifadesidir. Nitekim yüce Allah oruçla ilgili üç ayetin sonunda şöyle buyurmuştur: “…Umulur ki şükredersiniz.” Orucun Allah’ın nimetlerine, özellikle en büyük nimeti olan Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesine karşılık bir şükür ifadesi olarak nitelendirilişi, ancak oruç ibadetinin anlamını, hakikatini kapsamasına bağlıdır. Eğer orucun anlamı tam olarak bilinir ve orucun hakikatine uygun olarak gerçekleşirse, böyle bir oruç şükür olarak nitelenebilir. Başka bir ifadeyle oruç o zaman şükür sayılabilir ki, tabiatın kirliliklerinden arınma ve nefsin en büyük arzu ve isteklerine ara verme eylemi, sırf Allah’ın rızasına yönelik olarak yapılmış olsun.
İnsan orucu tam anlamıyla ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için tutarsa, o zaman şükür sayılabilir. Ancak sırf Allah’ın rızasını kazanmak için tutulmazsa, şükür ifadesi olarak algılanamaz; çünkü şükür verilen nimetleri kendi yerinde ve amacına uygun olarak kullanmak demektir. Oruçla ilgili olarak bunun gerçekleşmesi birtakım şartlara bağlıdır. Bu şartların en önemlisi, orucun ihlâsla, halis niyetle tutulması, gerçek anlamının bilinmesi, felsefe ve hikmetlerinin idrak edilmesidir.
Bu yüzden, ayette orucun Allah’ı ululamak için tutulduğunu ifade eden cümleyle onun bir şükür ifadesi olduğunu açıklayan cümle arasında fark vardır. İlk cümlede net bir ifade kullanmıştır; ancak ikinci cümlede “Umulur ki” fiiline yer verilmiştir. Bu, orucun birtakım şartlara bağlı olduğunu gösterir. Nitekim oruçtan amacın takva olduğunu bildiren ayette de böyle bir ifade kullanılmıştı; her iki yerde de verilmek istenen mesaj aynıdır. Yani, ancak şartları gözetilerek tutulan oruç insanın takvalı olmasını sağlar ve böyle bir oruç şükür ifadesi sayılır. Aksi takdirde oruç Allah’a karşı yapılan tazimden başka bir şey olmaz. İnsan böyle bir oruçla ramazan ayının bereketlerinden hakkiyle yararlanamaz. İnsana açlık ve susuzluktan başka bir şey kalmaz, tabiat âleminden melekler âlemine yükselemez.
Oruç ve İradenin Güçlenmesi
Şehvet ve içgüdülerin insan üzerindeki hakimiyeti, ha-kimiyet türlerinin en tehlikelisi olup insanı tamamen güçsüz ve tutsak bir hâle getirir; insanı alçaklık ve rezalet uçurumuna iter. İslâm’ın şehvetlerin sultasına karşı mücadeleyi, yiğitçe ayak diremeyi ve şehvetlerin zorlayıcı gücü karşısında dağ gibi iradeyle dikilmeyi “büyük cihat” olarak adlandırmasında yatan asıl hikmet de bu olsa gerek.
İlmihâl kitaplarında açıklanan şeylerden kaçınmaktan ibaret olan oruç, gerçekte insanın kendi benliğinin istekleriyle savaşması ve kendinde bulunan içgüdülere karşı direnmesidir. Bunun defalarca tekrarlanması ve insanın kendini sürekli eğitmesi, iradenin güçlenmesine yol açar. Canı, arzu ve isteklerin sultasından kurtararak özgür kılar. Çünkü kendisine önceden helâl olan şeylerden sakınan kimse, Allah’ın haram kıldığı şeylerden de kolaylıkla kaçınabilir. Nitekim müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: “İnsanların en üstünü, nefsinin isteklerine karşı mücadele eden ve en güçlüsü de bu isteklere karşı zafer kazanan kimsedir.”
Dolayısıyla oruç tutanlar, halkın en iyileridirler. Çünkü onlar nefislerinin isteklerine karşı mücadele etmektedirler. Eğer gayret eder de tuttukları bu oruçla nefislerine egemen olmayı becerirlerse, halkın en güçlüleri de onlar olacaklardır elbet.
Oruç ve Gönül Berraklığı
Oruç, insanın derinliklerinde bilgi ve anlayış meşalesini tutuşturur:
“İçini yiyecekten temizle ki
Onda bilgi ışığını göresin.”
Oruç, şehvetlerin ve şeytanî tutkuların egemenliğinin, yerini takva ve ilâhî emirlere itaat edişe bırakmasıdır. Böylece şehvet ve arzuların ruhta yarattığı karanlık, iç aydınlığına ve gönül nuruna dönüşür.
Oruçtan kaynaklanan bu berraklık ve temizlik sonucu kişi, kendini bilerek sadece ağzını ve midesini yiyecek ve içeceğe kapamakla yetinmez; aynı zamanda elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini ve kısacası vücudunun tüm organlarını ve benliğini, Allah’ın haram kıldığı her şeye kapar. Böylece günahı düşünmekten çekinen bir takva derecesine ulaşabilir. Bu, orucun yarattığı en doruk noktadır.
Emir’ül-Müminin Ali (a.s) de bu yüce mertebeyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kalbin günah düşüncesine karşı oruçlu olması midenin, yiyecek ve içeceğe karşı oruçlu olmasından daha üstündür.”
Tabi ki bu, orucun dış görüntüsünü teşkil eden yemek ve içmekten kaçınmayı bırakmak anlamına gelmez. Aksine, bununla yetinmeyip aynı zamanda orucun manevî sonuçlarını da elde etmeye çalışmak gerektiği anlamına gelir.
Çok ilginçtir; dış görüntüsüyle yetinilerek tutulan oruç bile, oruç tutan kimselerin ruhlarında bir devrim yaratmaktadır. Hepimizin bildiği gibi mübarek ramazan ayında kötülük ve fesat oranı çok azalmaktadır. Mübarek ramazan ayı gelip çattığında cinayet ve fesat eylemleri önemli ölçüde azalır; alabildiğine sarhoş olup nara atmalar, bıçak çekmeler ve sokak kavgaları özel bir azalma gösterir.
Kısacası şöyle diyebiliriz: Oruçtan kaynaklanan berraklık, temizlik ve oruçlu kimsenin kötülüklerden kendini koruması, onu günah işlemekten doğan ilâhî azabın ateşinden koruyan bir siper gibidir. Nitekim Peygamber efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir siperdir.”
Oruç ve Sabır
Sabır, İslâm’da önemle vurgulanan ahlâkî erdemlerden birisidir. İnsan bireysel veya toplumsal yaşantısında birtakım sorunlarla karşılaşır. İnsanın ulaşmasını istediği birtakım amaçları vardır ve bu amaçlar uğruna mücadele etmek zorundadır. Sabır ve tahammül olmaksızın bu sorunları yenmek ve hedefe varmak mümkün değildir. Sabır, insanın direncini artırır, iradesini güçlendirir ve ona yapabilirlik gücü kazandırır. Zorluklara direniş göstermeyen bir toplum, kendi sorunlarını çözemez, düşmanlarına karşı koyamaz. Zalimlerin üstesinden gelmenin ve sömürücülerden kurtulmanın tek yolu, direniş ve sabır göstermektir.
Oruç, -özellikle susuzluğun tahammül sınırlarını zorladığı sıcak ve uzun yaz günlerinde- gözle görülür bir şekilde insana sabır ve direnç kazandırır. Zorluk ve sıkıntılara karşı tahammülü kolaylaştırır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.” buyrulmuştur. Sabretmenin en somut örneklerinden birisi oruç tutmaktır. Nitekim bu ayetle ilgili olarak el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir: “Bu ayette geçen ‘sabır’ kavramından maksat, oruçtur.”
Yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Birisi zor bir durumla karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun. Çünkü yüce Allah ‘Sabrederek… yardım dileyin.’ buyuruyor.”
Yine İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Hz. Ali (a.s) korkunç bir hadiseyle karşılaşınca, he-men namaza durur ve ‘Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.’ ayetini okurdu.”
Bu rivayetlerden, felaketlerin ve zorlukların baş gösterdikleri durumlarda oruç tutmanın ve namaz kılmanın müstehap olduğu anlaşılıyor.
Şunu da hatırlatalım ki, söz konusu ayet sadece oruçla sınırlı değildir. Sabrı oruca yorumlamak, genel kavramı örneklerine tatbik etmek babındandır.
Oruç ve Kanaat Etmek
Maddeci okulların tam tersine İslâm dini, dünya ve onun maddî nimetlerini manevî mükemmellik aracı ve ahiretin ebedi mutluluğuna götüren bir vesile olarak kabul eder. Bu nedenle İslâm kültürü zevk, lezzet alış ve tüketim kültürü değildir; aksine yetinme, fedakârlık ve üretim kültürüdür. Maddeci okullarda insan vücudu ve bu vücudun yemek, içmek, yatmak vb. istekleri üstün ve asil istekler olarak kabul edilir. Oysa daha çok maddî yararlar elde edebilme hırsı ve sonu gelmez istekler, insana ancak ayak bağı olurlar. İslâm’da üstünlük ve insanı yüceltecek şey, ancak onun manevî boyutudur. Kanaat, fedakârlık ve azla yetinme, insanlığın yüce mertebesine ulaştıran araçlar olarak kabul edilir.
Oruç, Müslümanı maddecilik içinde boğulmaktan, maddî lezzetler için hırsa kapılmaktan, tüketim ve cana düşkünlük yarışına girmekten korur ve başkalarını düşünmeyi, yaşamında diğer insanlara da yer vermeyi ona öğretir. Benliğinin cismanî isteklerine hakim olması, ihtiyacı kadar tüketimle yetinmesi, israf ve savurganlıktan kaçınması yolunda onu eğitir.
Oruç, Müslümana az ile de yaşanılabileceğini, hırs ve tamahın ancak maddiyat içinde boğulmak ve maneviyattan sapmak demek olduğunu öğretir. Yaşamak için ille de bü-tün varlığıyla vücudunun zevklerini tatmine çalışmasının şart olmadığını pratik olarak gösterir. Oruç, Müslümana yetinmeyi, ileri görüşlü ve kendine hakim olmayı öğretir.
Pek yüce ve değerli bir sıfat olan takva ve zühde erişme yolunda bu özelliğin bıraktığı etki ve değer inkâr edilemez. Azla kanaat edip yetinmesini bilen kişi, başkalarına muhtaç değildir. Artık bu yüzden zillete düşmez ve alçalmaz. Kendi kendine yeterli olmayı öğrenen bir toplumun kendine olan güven ve inancı artar. Böylece yersiz ve aşırı masraf ve tüketimden sakınarak kendi ayakları üzerinde durur ve yabancılara el açmaz artık.
Evet, oruç Müslümana az bir tüketimle yaşamayı öğretir ve böyle bir yaşamla tanıştırır onu. Gerçekten de Müslüman millet yararlı oruç farizasının verdiği ilhamla tüketim seviyesini aşağı indirerek elindekiyle yetinebilir ve böylece sömürücü güçlere karşı ekonomik açıdan süregelen bağımlılıklardan kurtulabilir. İslâm’ın ilk döneminde yaşayan Müslümanlar işte bu ruhla Allah yolunda kendilerine ait her şeyden vazgeçebiliyorlardı. Hatta savaş meydanlarında birkaç hurmaya kanaat eden bu yüce insanlar, sahip oldukları insanî değerle zaferler yaratmışlardır. Birçok defalar Müslümanlar İslâm düşmanlarıyla yaptıkları savaşı oruçlu olarak sürdürmüş ve çoğu kez oruçlarını şahadet şerbetiyle iftar etmişlerdir. Allah’a kavuşma arzusu ve O’nunla buluşma hasretiyle yanıp tutuşan yiğitlerin yarattıkları kahramanlık destanları tarihin iftihar dolu sayfalarına geçmiştir. Onlar ölümsüzdürler. Selâmların en yücesi onlara; Allah’ın ve meleklerin selâmı üzerlerine olsun.
Oruç ve Fakirlerle dert ortaklığı
Orucun apaçık sonuçlarından biri de fakir ve eli darda kalmış yoksulların derdini paylaşma duygusunu tahrik et-mesidir insanda. Rahat bir yaşamları olan, fakirliğin sıkıntısını çekmemiş, açlık ve susuzluğu tatmamış insanlar yoksulların hâlinden habersiz olabilirler. Oruç, bu gibi insanları gafletten kurtarır, yoksul insanları hatırlatır onlara. Böylece yoksulların elinden tutulmasına ve onların dertlerinin giderilmesine yardımcı olur. İnsan oruç sayesinde, acıma ve merhamet duygularının ön plâna çıkmasıyla yücelik kazanır.
Bu nedenle mübarek ramazan ayında bağışlarda bulunmak, yoksulları yedirip içirmek ve bu tür yardımlaşmalar önemle hatırlatılmıştır.
Ve yine bu nedenle ramazan ayı, “Muvasat ayı” olarak adlandırılmıştır. “Muvasat” rızık ve geçimde kardeşlerin ortak edilmesi demektir. Bundan amaç, Müslümanların birbirlerine ihsanda bulunmalarını sağlamak ve bu değerli özelliği kişiliklerine mal ederek toplumu kin ve garazdan kurtarmaktır. Böylece toplumun bütün bireyleri bir arada kardeşçe yaşayacak ve Allah’ın nimetlerinden hep birlikte yararlanacaklardır. Oruç tutan Müslümanlar, orucun bu insanî boyutlarına dikkat etmeli ve oruç farizasını gerektiği gibi yerine getirerek ramazan ayını, bu aya layık bir şekilde bitirmelidirler. Bu durumda İslâm’ın bu yapıcı programlarından toplumun tüm bireyleri yararlanabilir ancak.
İmam Hasan Askeri’den (a.s), “Oruç niçin farz edilmiştir?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular: “Zengin açlığın ıstırabını tatsın ve fakirle ilgilensin diye.”
Hişam, İmam Sadık’tan (a.s) orucun farz ediliş nedenini sorunca, İmam şu cevabı vermişlerdir: “Yüce Allah, fakirle zenginin birbirleriyle eşit olması için orucu farz kılmıştır. Çünkü zengin, açlığın ne demek olduğunu bilmemiştir ki fakire acısın!… Daima istediğini elde edebilecek imkâna sahip olmuştur. Yüce Allah, kulları arasında bir tekdüzelik yaratmak ve zenginin açlığı tatmasını sağlamak istemiştir. Eğer böyle olmasaydı zengin, yoksulluk ve açlık içinde kıvranan insanlara acımaz, onlara merhamet etmezdi.”
Peygamber efendimiz Şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Her kim bu ayda oruçlu bir mümine iftar verirse ona bir köle azat etmenin sevabı verilir ve geçmiş günahları affedilir.”
Birinin, “Ya Resulullah (s.a.a)! Bizim hepimiz bir mü-mine iftar verecek güçte değiliz.” demesi üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Bir hurma tanesiyle veya bir içim suyla da olsa cehennem ateşinden kurtulmaya çalışın.”
Oruçla ilgili amaçlanan bu faydanın gerçekleştiği herkesçe malumdur. Bu ayda yoksulları yedirip içirme ve bağış oranı artmaktadır.
Oruç ve Düzen
Vaktin değerini bilip zamanı gereğince değerlendirmek, işlerde düzen ve disiplin oluşu, uygar olmanın bir göstergesi, başarı ve ilerlemenin önemli etkenlerinden biridir. Bazıları bunun Batılıların yaşam özelliklerinin ve onların uygarlıklarının bir parçası olduğunu sanabilirler. Oysa disiplin ve vaktin düzenli bir şekilde tanzim edilip ayarlanması, İslâm’ın asil tavsiyelerinden biridir. Müminlerin emiri Hz. Ali (a.s), vasiyetnamesinin ilk satırlarında çocuklarına şöyle buyurmaktadır: “Size, tüm ço-cuklarıma, bana bağlı olanlara ve vasiyetimin kendilerine ulaştığı herkese takvalı, disiplinli ve düzenli olmayı tavsiye ederim.”
İslâm farizaları, genellikle İslâm’ın düzen ve disipline verdiği önemin şahididirler. Günlük namazlar, kendilerine has vakitlerinde kılınmalıdır; öyle ki özel vakitler bir dakika bile ileri yahut geri alınamaz. Hac merasimi, kendine mahsus bir zaman ve mekânda yerine getirilmelidir. Nitekim oruç da mübarek ramazan ayında hilâlin görülmesiyle başlayıp şevval ayında hilâlin görülmesiyle sona erer. Aynı şekilde oruç için saptanan gün boyu da tan yerinin ağarmasından akşam vaktinin başlamasına kadardır. Ramazan ayının Kamerî aylardan olması nedeniyle yılın dört mevsimi zamanla ramazana tekabül eder. Kimi zaman u-zun yaz günlerine rastlar. Hangi şartlarda olursa olsun, tan yerinin ağarışı ve akşam vaktinin girişi tam dakik olarak belirlenmelidir. Oruç tutan kimse bu düzen ve disiplinden asla cayamaz. Bizzat bu şartlar, Müslümanın dakik ve muntazam olması gerektiğini, kendi yaşamını böylesine bir disiplin ve sistematize üzerine kurmasının şart olduğunu göstermektedir.
Buraya kadar söz konusu edilenler, orucun sonuç ve etkilerinden birkaç örnekti sadece. Oruç ayının birey ve toplumun İslâm’a uygun bir şekilde eğitilmesinde pek önemli etkileri olan başka yönleri de vardır.
Orucun sayısız maddî ve manevî faydaları vardır. Vücuda şifa verir, cana güç ve kudret kazandırır. İnsanı cismanî rezilliklerden temizler; doğru ve faydalı fertler eğitmede, düzenli ve müreffeh bir toplum kurmada son derece etkilidir. Nefsin ıslahında ve arıtılmasında, insanın tek düze bir yaşamdan sıyrılmasında ve vücudun ihtiyaçlarını teminden başka bir şey düşünmeme hastalığından kurtulmasında çok önemli rolü vardır.
Oruç ve Sıhhat
İnsanı kemale doğru götüren orucun tıbbî ve sıhhî yararları, sayılmayacak kadar çoktur. Hemen hemen herkes tarafından az veya çok bilinen bu yararları tekrarlamaya ve hepsini açıklamaya gerek olmadığından, biz burada bunların bazılarına özetle değinmekle yetineceğiz.
Mide ve sindirim sistemi, insanın en çok çalışan organlarındandır. Günde normal olarak üç defa yemek yenilerek alınan gıdaların sindirimi, ayrımı, gerekli olanların emilmesi ve gereksiz olanların atılması için sindirim sistemi bütün gün boyunca durmadan çalışır. Oruç, bir yandan bu organların çabuk yıpranmasını engelleyerek onların dinlenip yeni güç kazanmalarını sağlarken, diğer yandan sağlık açısından önemli tehlikelere yol açan birikmiş yağların dışarıya atılmasını ve azalmasını sağlar.
Bazı tembel ve gevşek kimselerin tam imanla olmasa da bari sıhhî yararlarını göz önünde bulundurarak oruç farizasını yerine getirmeleri ve onun çeşitli yararlarından faydalanabilmeleri için nakledilen hadislerde apaçık bir şekilde orucun cismî yararlarına da değinilmiştir.
Bu hususla ilgili olarak Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Oruç tutun ki sağlam ve sıhhatli olasınız.”
Yine diğer bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Mide bütün hastalıkların kaynağıdır. Açlık ise, bütün ilaçların başıdır.”
Oruçlu kişinin gün boyunca tuttuğu orucu iftardan sonra aşırı yiyerek telafi etmeye çalışmaması durumunda o sıhhî faydaların daha iyi elde edilebileceği açıktır.
Tıp biliminin gelişmesi sonucu bazı uzman doktorlar yemek ve içmekten perhiz edip oruç tutmanın, tedavi için en iyi metot olduğunu tespit etmişlerdir. Bu konuda bir uzman şöyle demektedir: “Oruç aracılığıyla tedavi metodu öylesine mucizeler yaratmaktadır ki bu metodun uygulanması hâlinde pratik ve cerrahi tıp alanında birçok metot değişikliği meydana geleceği kesindir. Çünkü oruç tıp bilimine yepyeni ufuklar açmakta ve hastalıklarla mücadele alanında bu bilime çok etkili bir silah kazandırmaktadır. Bu, çok değişik şekillerde kullanılabilen ve çeşitli hastalıkların tedavisini mümkün kılabilecek bir silah olup çeşitli hastalıklara neden olan birçok şeyle mücadele ve birçok hastalığı iyileştirme alanında olumlu sonuçlar vermiş, istenen amaca ulaştırmıştır.”
Orucun tıbbî ve sıhhî yararları üzerine yapılan araştırmalar bu kadarla bitmiyor. Bu konuda daha pek çok ilginç araştırmalar vardır. Bu konuda daha çok bilgi sahibi olmak isteyenler, bu dalda yazılan kitaplara başvurabilirler.
Dar görüşlülerin sanılarının tam tersine sağlıklı kimseler için orucun hiçbir zararı yoktur. Oruç tutamayacak durumdaki hastalar ise, bu emirden muaftırlar. Ayrıca bir hastanın oruç tutması hâlinde hastalığı artacak veya uzun sürecekse, oruç tutmakla günah işlemiş olacağı gibi tuttuğu oruç da Allah katında kabul olmaz. Orucun kendisine zararlı olduğunu bilen birisi oruç tutmamalı, tamamen iyileştikten sonra yediği günler sayısınca kaza etmelidir.
Oruç, sağlığa zararlı olmadığı gibi vücut sağlığı için son derece yararlı bir ibadettir. Kendileri oruç tutmamakla yetinmeyip başkalarının da oruç tutmasını engelleyen ve orucun ülsere yol açtığını sanan bazı mideperestlerin bu iddiaları tamamen geçersiz ve asılsızdır. Bu tür saçma yalanlar, tembel ve midelerinin esiri olan zavallıların tek bahaneleridir. Böyleleri insanoğlunun özelliği olan azim ve iradeden yoksundurlar.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, orucun cismî ve sıhhî faydaları inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Ancak orucun en önemli yararları onun sadece sağlık üzerindeki etkileri değildir. Ne yazık ki orucun faydaları üzerinde araştırma yapanlardan bazıları sadece onun bu yönüne dikkat çekmişlerdir. Oysa orucun en önemli yararları onun manevî boyutuyla ilgilidir. İnsanın kendisini hata ve kötülüklerden arındırması ve eğitip yetiştirmesi konusunda orucun manevî etkileri, cismî etkileriyle kıyaslanamayacak kadar değerli ve önemlidir.
Kaldı ki, söz konusu tıbbî yararları bile, İslâm dininin asaletini göstermektedir. Çünkü bu fıtrata dayalı semavî kurallar, bundan on dört asır önce yüce Allah’tan başkası tarafından gerçekleşmesi mümkün olmayan bir kapsam ve derin görüşlülükle zamanın cahil Arap ortamında öylesine tesis edilmiştir ki çağımızın medenî tıp bilginleri kendi dallarında bunca ilerlemiş olmalarına rağmen her geçen gün onun bilim ve hikmetinin ancak küçük bir kısmını anlayabilmekte ve keşfetmektedirler.
Oruç Ve Günahtan Sakınmak
Oruç, takva ve sakınma ruhunun oluşmasında ve onu güçlendirmede önemli rol oynayan bir unsurdur. Kurân-ı Kerim orucun bu büyük yararına “Umulur ki sakınırsınız.” ifadesiyle işaret etmiş ve bu ibadetin takva elde etmede önemli bir etken olduğunu açıklamıştır.
Takva ve Allah’tan korkarak günahtan sakınma, bir Müslümanın kendisini eğitmesinde, ıslah etmesinde ve in-sana layık bir şahsiyet kazanmasında çok önemli rol oynar. İşte bu pek değerli sonuca ulaşabilmek içindir ki, ramazan ayında günahlardan sakınmak, ibadetlerin en üstünü olarak gösterilmiştir.
Peygamber efendimiz (s.a.a) bir hutbesinde Müslümanlara mübarek ramazan ayının faziletlerini anlatırken, Hz. Ali’nin (a.s) kendilerine “Bu ayın en iyi ameli nedir?” diye sorması üzerine şöyle buyurmuştur: “Ey Ebu’l-Ha-san! Bu ayda en iyi amel, takva ve Allah’ın haramlarından kaçınmaktır…”
Oruç tutan kimse, orucunun mükemmel olmasının tek şartı olan bu ilâhî görevi yerine getirmekle, kendinde takva ruhunu canlandırır. İnsanın kendisini kontrol etmesi bu ayda ve oruç hâlinde çok daha kolaydır. Çünkü açlık, susuzluk ve oruçlu olmanın beraberinde getirdiği diğer kısıtlamalar, isyankâr olan hayvanî içgüdüler ve arzuların yaktığı ateşi önemli ölçüde söndürür. Geçici olsa bile akıl ve canı şehvetlerin pençesinden kurtararak oruçlu kimse için takva ve sakınmaya elverişli bir eğitim ortamı hazırlar. Böylece bir ay boyunca tekrarlanan bu eğitim, denetim ve sürekli kendini kontrol ediş sonucunda, günahtan sakın-masını sağlayacak bir “koruyucu güç” oluşur. Bunun doğal bir sonucu olarak da o insanda günah, kötülük ve yanlışlıklardan çekinme huyu, bir alışkanlık olarak kök salmaya ve giderek gelişmeye başlar. Bu bir aylık denetimin kendisine kazandırdığı tecrübe sonucu ramazan ayından sonra da söz konusu çekinme ve sakınmayı sürdürür. Böylece Kur’ân’ın tabiriyle insanın kerametinin kendisine bağlı ol-duğu “takva”nın yüce makamına sonsuza dek sahip olmak üzere erişebilmeyi başarır.
Takva, insana birçok şey kazandırır. Biz sadece birkaçına değinmekle yetiniyoruz:
a) Takvalı kimse, hayatında hiçbir zaman şaşırıp kalmaz. Her türlü hadisede nasıl hareket edeceğini ve ne yapacağını bilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu kılar.”
b) Takva sahibi insan, karşılaştığı tüm hadiselerde hakla batılı birbirinden ayırt edebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Ey inananlar, Allah’tan korkup-sakınırsanız, O size (hakla batılı, hayırla şerri) ayırt etme kabiliyeti verir.”
c) Takva sahibi insan, işlerinde devamlı kolaylık görür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa, Allah onun işine bir kolaylık verir.”
d) Takva, insanlara hem gökten, hem de yerden sayısız bolluklar ve bereketler inmesini sağlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Eğer o ülkelerin halkı inanıp kötülüklerden sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar ve bereketler açardık; fakat onlar ya-lanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakaladık.”
Gerçek takvalı insana tahmin edemediği ve hesaplayamadığı yerden rızk ulaşır ve sıkıntısı giderilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah’tan korkup-sakınırsa… Allah onu ummadığı yerden rızıklandırır.”
e) Kur’ân-ı Kerim bütün insanların hidayeti için gönderilmesine rağmen kendisinden ancak takva sahiplerinin yararlanabileceğini vurguluyor. Kur’ân’ın nurundan ve i-çermiş olduğu hidayet belgelerinden sadece takvalılar faydalanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Bu, kendisinde asla şüphe olmayan bir kitaptır. Takva sahiplerine yol göstericidir.”
Müminlere şifa ve rahmet olarak indirilen Kur’ân-ı Kerim, zalimlere kendi yaptıklarından dolayı asla yarar sağlamaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Biz Kur’-ân’dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiririz. Oysa o, zalimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.”
Şimdiye kadar söz konusu edilen hususlar, takvanın dünyevî sonuçlarından bazılarıydı sadece. Takvanın birçok uhrevî semereleri de vardır. Bunlardan en önemlisi takvanın keramet ölçüsü olmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız (ırk ya da soyca üstün olanınız değil), en çok korunanızdır…”
Bu hususta fazla bilgi edinmek isteyenler, ilgili ayet ve hadis kitaplarına bakabilirler.
Oruç ve Allah’a Tazim
Orucun farz kılınması, insanlara doğru yolu göstermesine ve onları hidayet etmesine karşılık, Allah’a tazimde bulunmak içindir. Oruç tutmak, insanoğluna Kur’ân’ı indiren Allah’ın ululuğunu ve büyüklüğünü fiilen izhar etmek içindir. Nitekim yüce Allah oruçla ilgili ayette şöyle buyurmuştur: “(Size oruç farz kılındı)… Sizi hidayet etmesine karşılık Allah’ı ululamanız için.”
Oruç, nasıl tutulursa tutulsun, nasıl yerine getirilirse getirilsin, dış görünüş itibariyle Allah’ın büyüklüğüne delâlet eder, yüce Allah’a tazim sayılır. Çünkü orucun ve bedensel ihtiyaçlara bir süre ara verme eyleminin dış görünüşü, halis niyeti içerse de, içermese de, yüce Allah’ın azametine ve ululuğuna delâlet eder.
Oruç ve Allah’a Şükretmek
Oruç, indirdiği kitap vasıtasıyla hak ile batılı birbirinden ayıran Rabbe şükür ifadesidir. Nitekim yüce Allah oruçla ilgili üç ayetin sonunda şöyle buyurmuştur: “…Umulur ki şükredersiniz.” Orucun Allah’ın nimetlerine, özellikle en büyük nimeti olan Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesine karşılık bir şükür ifadesi olarak nitelendirilişi, ancak oruç ibadetinin anlamını, hakikatini kapsamasına bağlıdır. Eğer orucun anlamı tam olarak bilinir ve orucun hakikatine uygun olarak gerçekleşirse, böyle bir oruç şükür olarak nitelenebilir. Başka bir ifadeyle oruç o zaman şükür sayılabilir ki, tabiatın kirliliklerinden arınma ve nefsin en büyük arzu ve isteklerine ara verme eylemi, sırf Allah’ın rızasına yönelik olarak yapılmış olsun.
İnsan orucu tam anlamıyla ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için tutarsa, o zaman şükür sayılabilir. Ancak sırf Allah’ın rızasını kazanmak için tutulmazsa, şükür ifadesi olarak algılanamaz; çünkü şükür verilen nimetleri kendi yerinde ve amacına uygun olarak kullanmak demektir. Oruçla ilgili olarak bunun gerçekleşmesi birtakım şartlara bağlıdır. Bu şartların en önemlisi, orucun ihlâsla, halis niyetle tutulması, gerçek anlamının bilinmesi, felsefe ve hikmetlerinin idrak edilmesidir.
Bu yüzden, ayette orucun Allah’ı ululamak için tutulduğunu ifade eden cümleyle onun bir şükür ifadesi olduğunu açıklayan cümle arasında fark vardır. İlk cümlede net bir ifade kullanmıştır; ancak ikinci cümlede “Umulur ki” fiiline yer verilmiştir. Bu, orucun birtakım şartlara bağlı olduğunu gösterir. Nitekim oruçtan amacın takva olduğunu bildiren ayette de böyle bir ifade kullanılmıştı; her iki yerde de verilmek istenen mesaj aynıdır. Yani, ancak şartları gözetilerek tutulan oruç insanın takvalı olmasını sağlar ve böyle bir oruç şükür ifadesi sayılır. Aksi takdirde oruç Allah’a karşı yapılan tazimden başka bir şey olmaz. İnsan böyle bir oruçla ramazan ayının bereketlerinden hakkiyle yararlanamaz. İnsana açlık ve susuzluktan başka bir şey kalmaz, tabiat âleminden melekler âlemine yükselemez.
Oruç ve İradenin Güçlenmesi
Şehvet ve içgüdülerin insan üzerindeki hakimiyeti, ha-kimiyet türlerinin en tehlikelisi olup insanı tamamen güçsüz ve tutsak bir hâle getirir; insanı alçaklık ve rezalet uçurumuna iter. İslâm’ın şehvetlerin sultasına karşı mücadeleyi, yiğitçe ayak diremeyi ve şehvetlerin zorlayıcı gücü karşısında dağ gibi iradeyle dikilmeyi “büyük cihat” olarak adlandırmasında yatan asıl hikmet de bu olsa gerek.
İlmihâl kitaplarında açıklanan şeylerden kaçınmaktan ibaret olan oruç, gerçekte insanın kendi benliğinin istekleriyle savaşması ve kendinde bulunan içgüdülere karşı direnmesidir. Bunun defalarca tekrarlanması ve insanın kendini sürekli eğitmesi, iradenin güçlenmesine yol açar. Canı, arzu ve isteklerin sultasından kurtararak özgür kılar. Çünkü kendisine önceden helâl olan şeylerden sakınan kimse, Allah’ın haram kıldığı şeylerden de kolaylıkla kaçınabilir. Nitekim müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: “İnsanların en üstünü, nefsinin isteklerine karşı mücadele eden ve en güçlüsü de bu isteklere karşı zafer kazanan kimsedir.”
Dolayısıyla oruç tutanlar, halkın en iyileridirler. Çünkü onlar nefislerinin isteklerine karşı mücadele etmektedirler. Eğer gayret eder de tuttukları bu oruçla nefislerine egemen olmayı becerirlerse, halkın en güçlüleri de onlar olacaklardır elbet.
Oruç ve Gönül Berraklığı
Oruç, insanın derinliklerinde bilgi ve anlayış meşalesini tutuşturur:
“İçini yiyecekten temizle ki
Onda bilgi ışığını göresin.”
Oruç, şehvetlerin ve şeytanî tutkuların egemenliğinin, yerini takva ve ilâhî emirlere itaat edişe bırakmasıdır. Böylece şehvet ve arzuların ruhta yarattığı karanlık, iç aydınlığına ve gönül nuruna dönüşür.
Oruçtan kaynaklanan bu berraklık ve temizlik sonucu kişi, kendini bilerek sadece ağzını ve midesini yiyecek ve içeceğe kapamakla yetinmez; aynı zamanda elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini ve kısacası vücudunun tüm organlarını ve benliğini, Allah’ın haram kıldığı her şeye kapar. Böylece günahı düşünmekten çekinen bir takva derecesine ulaşabilir. Bu, orucun yarattığı en doruk noktadır.
Emir’ül-Müminin Ali (a.s) de bu yüce mertebeyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kalbin günah düşüncesine karşı oruçlu olması midenin, yiyecek ve içeceğe karşı oruçlu olmasından daha üstündür.”
Tabi ki bu, orucun dış görüntüsünü teşkil eden yemek ve içmekten kaçınmayı bırakmak anlamına gelmez. Aksine, bununla yetinmeyip aynı zamanda orucun manevî sonuçlarını da elde etmeye çalışmak gerektiği anlamına gelir.
Çok ilginçtir; dış görüntüsüyle yetinilerek tutulan oruç bile, oruç tutan kimselerin ruhlarında bir devrim yaratmaktadır. Hepimizin bildiği gibi mübarek ramazan ayında kötülük ve fesat oranı çok azalmaktadır. Mübarek ramazan ayı gelip çattığında cinayet ve fesat eylemleri önemli ölçüde azalır; alabildiğine sarhoş olup nara atmalar, bıçak çekmeler ve sokak kavgaları özel bir azalma gösterir.
Kısacası şöyle diyebiliriz: Oruçtan kaynaklanan berraklık, temizlik ve oruçlu kimsenin kötülüklerden kendini koruması, onu günah işlemekten doğan ilâhî azabın ateşinden koruyan bir siper gibidir. Nitekim Peygamber efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir siperdir.”
Oruç ve Sabır
Sabır, İslâm’da önemle vurgulanan ahlâkî erdemlerden birisidir. İnsan bireysel veya toplumsal yaşantısında birtakım sorunlarla karşılaşır. İnsanın ulaşmasını istediği birtakım amaçları vardır ve bu amaçlar uğruna mücadele etmek zorundadır. Sabır ve tahammül olmaksızın bu sorunları yenmek ve hedefe varmak mümkün değildir. Sabır, insanın direncini artırır, iradesini güçlendirir ve ona yapabilirlik gücü kazandırır. Zorluklara direniş göstermeyen bir toplum, kendi sorunlarını çözemez, düşmanlarına karşı koyamaz. Zalimlerin üstesinden gelmenin ve sömürücülerden kurtulmanın tek yolu, direniş ve sabır göstermektir.
Oruç, -özellikle susuzluğun tahammül sınırlarını zorladığı sıcak ve uzun yaz günlerinde- gözle görülür bir şekilde insana sabır ve direnç kazandırır. Zorluk ve sıkıntılara karşı tahammülü kolaylaştırır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.” buyrulmuştur. Sabretmenin en somut örneklerinden birisi oruç tutmaktır. Nitekim bu ayetle ilgili olarak el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir: “Bu ayette geçen ‘sabır’ kavramından maksat, oruçtur.”
Yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Birisi zor bir durumla karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun. Çünkü yüce Allah ‘Sabrederek… yardım dileyin.’ buyuruyor.”
Yine İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Hz. Ali (a.s) korkunç bir hadiseyle karşılaşınca, he-men namaza durur ve ‘Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.’ ayetini okurdu.”
Bu rivayetlerden, felaketlerin ve zorlukların baş gösterdikleri durumlarda oruç tutmanın ve namaz kılmanın müstehap olduğu anlaşılıyor.
Şunu da hatırlatalım ki, söz konusu ayet sadece oruçla sınırlı değildir. Sabrı oruca yorumlamak, genel kavramı örneklerine tatbik etmek babındandır.
Oruç ve Kanaat Etmek
Maddeci okulların tam tersine İslâm dini, dünya ve onun maddî nimetlerini manevî mükemmellik aracı ve ahiretin ebedi mutluluğuna götüren bir vesile olarak kabul eder. Bu nedenle İslâm kültürü zevk, lezzet alış ve tüketim kültürü değildir; aksine yetinme, fedakârlık ve üretim kültürüdür. Maddeci okullarda insan vücudu ve bu vücudun yemek, içmek, yatmak vb. istekleri üstün ve asil istekler olarak kabul edilir. Oysa daha çok maddî yararlar elde edebilme hırsı ve sonu gelmez istekler, insana ancak ayak bağı olurlar. İslâm’da üstünlük ve insanı yüceltecek şey, ancak onun manevî boyutudur. Kanaat, fedakârlık ve azla yetinme, insanlığın yüce mertebesine ulaştıran araçlar olarak kabul edilir.
Oruç, Müslümanı maddecilik içinde boğulmaktan, maddî lezzetler için hırsa kapılmaktan, tüketim ve cana düşkünlük yarışına girmekten korur ve başkalarını düşünmeyi, yaşamında diğer insanlara da yer vermeyi ona öğretir. Benliğinin cismanî isteklerine hakim olması, ihtiyacı kadar tüketimle yetinmesi, israf ve savurganlıktan kaçınması yolunda onu eğitir.
Oruç, Müslümana az ile de yaşanılabileceğini, hırs ve tamahın ancak maddiyat içinde boğulmak ve maneviyattan sapmak demek olduğunu öğretir. Yaşamak için ille de bü-tün varlığıyla vücudunun zevklerini tatmine çalışmasının şart olmadığını pratik olarak gösterir. Oruç, Müslümana yetinmeyi, ileri görüşlü ve kendine hakim olmayı öğretir.
Pek yüce ve değerli bir sıfat olan takva ve zühde erişme yolunda bu özelliğin bıraktığı etki ve değer inkâr edilemez. Azla kanaat edip yetinmesini bilen kişi, başkalarına muhtaç değildir. Artık bu yüzden zillete düşmez ve alçalmaz. Kendi kendine yeterli olmayı öğrenen bir toplumun kendine olan güven ve inancı artar. Böylece yersiz ve aşırı masraf ve tüketimden sakınarak kendi ayakları üzerinde durur ve yabancılara el açmaz artık.
Evet, oruç Müslümana az bir tüketimle yaşamayı öğretir ve böyle bir yaşamla tanıştırır onu. Gerçekten de Müslüman millet yararlı oruç farizasının verdiği ilhamla tüketim seviyesini aşağı indirerek elindekiyle yetinebilir ve böylece sömürücü güçlere karşı ekonomik açıdan süregelen bağımlılıklardan kurtulabilir. İslâm’ın ilk döneminde yaşayan Müslümanlar işte bu ruhla Allah yolunda kendilerine ait her şeyden vazgeçebiliyorlardı. Hatta savaş meydanlarında birkaç hurmaya kanaat eden bu yüce insanlar, sahip oldukları insanî değerle zaferler yaratmışlardır. Birçok defalar Müslümanlar İslâm düşmanlarıyla yaptıkları savaşı oruçlu olarak sürdürmüş ve çoğu kez oruçlarını şahadet şerbetiyle iftar etmişlerdir. Allah’a kavuşma arzusu ve O’nunla buluşma hasretiyle yanıp tutuşan yiğitlerin yarattıkları kahramanlık destanları tarihin iftihar dolu sayfalarına geçmiştir. Onlar ölümsüzdürler. Selâmların en yücesi onlara; Allah’ın ve meleklerin selâmı üzerlerine olsun.
Oruç ve Fakirlerle dert ortaklığı
Orucun apaçık sonuçlarından biri de fakir ve eli darda kalmış yoksulların derdini paylaşma duygusunu tahrik et-mesidir insanda. Rahat bir yaşamları olan, fakirliğin sıkıntısını çekmemiş, açlık ve susuzluğu tatmamış insanlar yoksulların hâlinden habersiz olabilirler. Oruç, bu gibi insanları gafletten kurtarır, yoksul insanları hatırlatır onlara. Böylece yoksulların elinden tutulmasına ve onların dertlerinin giderilmesine yardımcı olur. İnsan oruç sayesinde, acıma ve merhamet duygularının ön plâna çıkmasıyla yücelik kazanır.
Bu nedenle mübarek ramazan ayında bağışlarda bulunmak, yoksulları yedirip içirmek ve bu tür yardımlaşmalar önemle hatırlatılmıştır.
Ve yine bu nedenle ramazan ayı, “Muvasat ayı” olarak adlandırılmıştır. “Muvasat” rızık ve geçimde kardeşlerin ortak edilmesi demektir. Bundan amaç, Müslümanların birbirlerine ihsanda bulunmalarını sağlamak ve bu değerli özelliği kişiliklerine mal ederek toplumu kin ve garazdan kurtarmaktır. Böylece toplumun bütün bireyleri bir arada kardeşçe yaşayacak ve Allah’ın nimetlerinden hep birlikte yararlanacaklardır. Oruç tutan Müslümanlar, orucun bu insanî boyutlarına dikkat etmeli ve oruç farizasını gerektiği gibi yerine getirerek ramazan ayını, bu aya layık bir şekilde bitirmelidirler. Bu durumda İslâm’ın bu yapıcı programlarından toplumun tüm bireyleri yararlanabilir ancak.
İmam Hasan Askeri’den (a.s), “Oruç niçin farz edilmiştir?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular: “Zengin açlığın ıstırabını tatsın ve fakirle ilgilensin diye.”
Hişam, İmam Sadık’tan (a.s) orucun farz ediliş nedenini sorunca, İmam şu cevabı vermişlerdir: “Yüce Allah, fakirle zenginin birbirleriyle eşit olması için orucu farz kılmıştır. Çünkü zengin, açlığın ne demek olduğunu bilmemiştir ki fakire acısın!… Daima istediğini elde edebilecek imkâna sahip olmuştur. Yüce Allah, kulları arasında bir tekdüzelik yaratmak ve zenginin açlığı tatmasını sağlamak istemiştir. Eğer böyle olmasaydı zengin, yoksulluk ve açlık içinde kıvranan insanlara acımaz, onlara merhamet etmezdi.”
Peygamber efendimiz Şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Her kim bu ayda oruçlu bir mümine iftar verirse ona bir köle azat etmenin sevabı verilir ve geçmiş günahları affedilir.”
Birinin, “Ya Resulullah (s.a.a)! Bizim hepimiz bir mü-mine iftar verecek güçte değiliz.” demesi üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Bir hurma tanesiyle veya bir içim suyla da olsa cehennem ateşinden kurtulmaya çalışın.”
Oruçla ilgili amaçlanan bu faydanın gerçekleştiği herkesçe malumdur. Bu ayda yoksulları yedirip içirme ve bağış oranı artmaktadır.
Oruç ve Düzen
Vaktin değerini bilip zamanı gereğince değerlendirmek, işlerde düzen ve disiplin oluşu, uygar olmanın bir göstergesi, başarı ve ilerlemenin önemli etkenlerinden biridir. Bazıları bunun Batılıların yaşam özelliklerinin ve onların uygarlıklarının bir parçası olduğunu sanabilirler. Oysa disiplin ve vaktin düzenli bir şekilde tanzim edilip ayarlanması, İslâm’ın asil tavsiyelerinden biridir. Müminlerin emiri Hz. Ali (a.s), vasiyetnamesinin ilk satırlarında çocuklarına şöyle buyurmaktadır: “Size, tüm ço-cuklarıma, bana bağlı olanlara ve vasiyetimin kendilerine ulaştığı herkese takvalı, disiplinli ve düzenli olmayı tavsiye ederim.”
İslâm farizaları, genellikle İslâm’ın düzen ve disipline verdiği önemin şahididirler. Günlük namazlar, kendilerine has vakitlerinde kılınmalıdır; öyle ki özel vakitler bir dakika bile ileri yahut geri alınamaz. Hac merasimi, kendine mahsus bir zaman ve mekânda yerine getirilmelidir. Nitekim oruç da mübarek ramazan ayında hilâlin görülmesiyle başlayıp şevval ayında hilâlin görülmesiyle sona erer. Aynı şekilde oruç için saptanan gün boyu da tan yerinin ağarmasından akşam vaktinin başlamasına kadardır. Ramazan ayının Kamerî aylardan olması nedeniyle yılın dört mevsimi zamanla ramazana tekabül eder. Kimi zaman u-zun yaz günlerine rastlar. Hangi şartlarda olursa olsun, tan yerinin ağarışı ve akşam vaktinin girişi tam dakik olarak belirlenmelidir. Oruç tutan kimse bu düzen ve disiplinden asla cayamaz. Bizzat bu şartlar, Müslümanın dakik ve muntazam olması gerektiğini, kendi yaşamını böylesine bir disiplin ve sistematize üzerine kurmasının şart olduğunu göstermektedir.
Buraya kadar söz konusu edilenler, orucun sonuç ve etkilerinden birkaç örnekti sadece. Oruç ayının birey ve toplumun İslâm’a uygun bir şekilde eğitilmesinde pek önemli etkileri olan başka yönleri de vardır.

RAMAZAN AYININ FAZİLETLERİ
RAMAZAN AYININ FAZİLETLERİ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Merhum Şeyh Saduk, muteber bir senet ile İmam Rıza’dan (a.s), o da babalarından onlar da Hz. Emir-ül Muminin Ali’den (a.s) şöyle rivayet etmişlerdir; buyurdu: Resul-i Ekrem (s.a.a) bir gün bize hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, Allah’ın ayı bereket, rahmet ve mağfiret ile size doğru gelmekte, öyle bir ayki Allah katında en üstün aydır. Onun günleri en faziletli günler, geceleri en faziletli geceler ve saatleri en faziletli saatlerdir. Bu ayda siz Allah’ın ziyafetine davet edilmiş ve Allah’ın değer verdiği kimselerden sayılmışsınız. Nefesleriniz bu ayda tespih (zikir) ve uykunuz ibadet sayılır. Amelleriniz kabul ve dualarınız icabet edilir. O halde doğru niyetler ve temiz kalplerle Allah’tan isteyin ki sizi bu ayın orucunu tutmaya ve kendi Kitabını (Kur’an’ı) okumaya muvaffak eylesin; zira hiç şüphesiz gerçek bedbaht (kimseler), bu yüce ayda Allah’ın mağfiretinden mahrum kalan kimselerdir. Bu ayda açlık ve susuzluğunuzla kıyamet gününün açlık ve susuzluğunu hatırlayın. Fakir ve düşkünlerinize sadaka verin. Büyüklerinize saygılı ve küçüklerinize karşı şefkatli olun; yakınlarınıza sılayı rahim yapın. Dilinizi koruyun gözlerinizi haram olan şeylere yumun ve kulaklarınızı haram olan şeylere tıkayın. Halkın yetimlerine şefkatli davranın ki sizin yetimlerinize de şefkatli davranılsın.
Günahlarınızdan Allah’a tövbe edin ve namaz vakitleri en faziletli vakitlerdir. O vakitlerde Allah kullarına rahmet gözüyle bakar. Onunla münacat ettiklerinde cevap verir. Onu çağırdıklarında lebbeyk der ve ona dua ettiklerinde icabet eder.
Ey insanlar, canlarınız amellerinizin elinde rehindir. Onları istiğfar dileyerek kurtarın; sırtlarınız vizr-u vebaliniz ağırlaşmıştır; uzun secdelerinizle onları hafifletmeye çalışın. Şunu bilin ki hiç şüphesiz, şanı yüce Allah, namaz kılan ve secde edenleri azap etmemeğe, insanlar Rabb’ul-alemin’in huzurunda durup (hesap verecekleri) sırada onları korkutmamaya dair kendi izzetine ant içmiştir. Ey insanlar kim bu ayda mümin bir oruçluya iftar yemeği verirse, Allah katında bir köle bağışlamanın sevabını alır ve geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur.
“Ya Resulullah, hepimizin buna gücü yetmiyor.” denilince, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir yarım hurmayla da olsa cehennem ateşinden korunmaya çalışın. Bir içim suyla da olsa cehennem ateşinden korunmaya çalışın. Zira Allah-u Teala bu azı yapan kimseye de aynı mükafatı verir eğer ondan fazlasına gücü yetmez ise.
Ey insanlar, içinizden kim bu ayda ahlakını güzelleştirirse, bu, ayakların kaydığı günde sırattan (rahatlıkla) geçmesini sağlar. Kim bu ayda eli altında olanlara (hizmetçilere, çoluk, çocuklara ve…) kolaylık sağlar ve yüklerini hafifletirse Allah da onun hesabını hafifletir.
Kim bu ayda (başkalarına karşı yapabileceği) şer ve kötülüklerinin önünü alırsa, Allah da onu mülakat edeceği günde, ona karşı gazabının önünü alır. Kim bu ayda bir yetime değer verir ona ikram ederse, Allah da kıyamette ona değer verir, merhamet eder. Bu ayda yakınlarına sılayı rahimde bulunan kimseyi Allah kendisini mülakat edeceği günde rahmetine kavuşturur, akrabalarıyla ilişkisini kesen kimseyi de Allah kıyamet gününde kendi rahmetinden mahrum kılar. Bu ayda müstehap bir namaz kılanın Allah cehennem ateşinden kurtuluşunu yazar. Kim bu ayda farz bir namazı kılarsa diğer aylarda kıldığı yetmiş farzın sevabını almış olur. Kim bu ayda bana çok salat-u selam getirirse terazilerin hafif olacağı günde Allah onun (amel) terazisini ağırlaştırır. Bu ayda Kur’an’dan bir ayet okuyan kimse diğer aylarda bir Kur’an hatmetmenin sevabını alır.
Ey insanlar! Cennetin kapıları bu ayda açıktır, Rabbinizden isteyin ki onları yüzünüze kapatmasın. Cehennem kapıları ise kapalıdır; Rabbinizden dileyin ki onları sizin yüzünüze açmasın. Şeytanlar da bu ayda bağlanmışlardır. Rabbinizden dileyin ki onları size musallat etmesin…”
Yine merhum Şeyh Saduk’un nakline göre Resulullah (s.a.a) Ramazan ayı girdiğinde ellerinde bulunan bütün esirleri serbest bırakırdı ve her dilenciye bağışta bulunurdu. Mefatih-ul Cinan kitabının yazarı merhum Şeyh Abbas Kummi şöyle devam ediyor: Ramazan ayı alemlerin Rabbi Allah-u Teala’nın ayıdır ve ayların en faziletlisi ve en üstünüdür; öyle bir aydır ki sema kapıları, cennet kapıları ve Allah’ın rahmet kapıları onda açılır ve cehennem kapıları kapanır, bu ayda öyle bir gece vardır ki onda Allah’a yapılan ibadet bin ayda yapılandan daha hayırlıdır. O halde bu mübarek ayda gafletten kaçın ve gece gündüzlerini nasıl değerlendireceğine, kendini ve uzuvlarını Allah’a günahtan nasıl koruyacağına dikkat et. Sakın gecelerini uykuyla geçiren, gündüzlerini ise Hakkın zikrinden gafil olanlardan olma. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Ramazan ayının her günü, iftar vaktinde Allah bir milyon insanı cehennem ateşinden azad eder, ( Ramazanın) Cuma gecesi ve gündüzü olduğunda ise bütün Ramazan’da azad olanların sayısı kadar insan azaptan kurtulur.”
O halde ey aziz, sakın Ramazan ayı geçip de bir günahı bile kalan kimselerden, istiğfar ve duadan mahrum sayılan günahkarlardan olma; zira İmam Sadık’tan (a.s.) şöyle rivayet edilmiştir: “Ramazan ayında bağışlanmayan kimse artık gelecek Ramazana kadar bağışlanmaz; Arafat çölünde bulunmaya muvaffak olup da (orada istiğfar ve tövbe eden) kimseler hariç.”
Evet nefsini Allah’ın haram ettiği şeylere bulaşmaktan ve haram şeylerle iftar etmekten koru ve İmam Sadık’ın şu tavsiyelerine amel etmeyi ihmal etme; buyuruyor ki;
“Oruçlu olduğun zaman, kulağın, gözün, tüylerin, derin ve bütün uzuvların da (günahlara ve hatta mekruhlara karşı) oruç tutsun.” Yine buyuruyor ki: “Oruçlu olduğun gün ile oruçlu olmadığın gün aynı olmasın.” Bir başka hadisinde, “Oruç sadece yemek ve içmeğe karşı değildir. Oruç tuttuğunuz vakit, dillerinizi yalandan koruyun ve gözlerinizi Allah’ın haram kıldığı şeylere kapayın. Birbirlerinizle çekişmeyin; birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine (yalan yere, hatta doğru yere) yemin etmeyin, birbirinize sövmeyin; küfürleşmeyin. Birbirinize zulmetmekten, akılsız davranışlarda bulunmaktan ve eziyet etmekten kaçının; Allah’ın zikrinden ve namazından gaflette olmayın. Susmayı (boş yere konuşmamayı), sabır ve doğruluğu, kötü insanlardan kaçınmayı, kendinize düstur edinin. Batıl sözler, yalan, iftira, düşmanlık, kötü zanda bulunmak, gıybet, söz taşımak gibi (kötü sıfatlardan) kaçının.
Her an ahirete meyleden ve kurtuluş günlerinizi (Hz. Mehdi’nin -a.f- zuhurunu) ve Allah’ın vaat ettiklerini gerçekleştirmesini bekleyen ve Allah’ın likasına hazırlanan kimselerden olun. Sükûnet, vakâr, (Allah’a karşı) huşu ve huzuyu elden bırakmayın ve Allah karşısında, efendisinden korktuğu halde onun şefkatine ümit bağlayan ve ona karşı kendisini zelil ve hakir gören köleler gibi olun.
Ey oruçlu olan, kalbin ayıplardan, batinin habasetten, cismin kir ve pislikten temizlensin. Allah’tan gayri her şeyden beri olup, velayeti Allah’a halis kılmaya çalış ve Allah’ın nehyettiği şeylerden, gizlide ve aşikarda oruçlu ol (onlardan kaçın). Gizli ve aşikarda Allah’tan korkup oruç günlerinde kendi nefsini O’na (Allah’a) hediye et. Kalbini tamamıyla ona ayır ve nefsini Allah’ın emir ve nehiylerini yerine getirmeye ada. Bütün bu zikrettiklerimden hangisini eksik edersen, orucunda da o kadar eksiklik meydana getirmiş olursun. Babam (a.s) şöyle söylemiştir: “Resulullah (s.a.a) oruçlu bir kadının, cariyesine küfür ettiğini görünce, bir miktar yemek isteyerek kadına, “Hadi ye!” buyurdu; kadın: “Ben oruçluyum ya Resulullah”! deyince Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Cariyene küfür ettiğin halde nasıl oruçlu olabilirsin? Oruç sadece yemek ve içmeye karşı değildir. Allah orucu aslında yemek ve içmek dışında olan fiili ve sözlü kötülüklerden uzak durmak için engelleyici bir vesile olsun diye emretmiştir. Evet ne azdır oruç tutanlar; ne çoktur aç kalanlar.”
Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Nice oruç tutanlar var ki orucundan, susuzluktan başka bir şey nasip alamaz ve nice gece ibadete duranlar var ki yorgunluktan başka bir nasibi olamaz. Ne güzeldir akıllıların uykusu ve oruç tutmaları! (olanların uykusu ahmakların orucu ve gece ibadetlerinden daha hayırlıdır.)
Cabir b. Yezid, İmam Muhammed Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.a) Cabir b. Abdullah’a şöyle buyurmuştur: “Ey Cabir, işte bu Ramazan ayıdır; kim bu ayın gündüzünü oruç tutup, gecesinin bir miktarını ibadetle geçirir, karnını ve fercini haramdan korur ve diline hâkim olursa (onu haram ve boş şeylerden korursa) Ramazandan çıktığı gibi günahlarından da çıkar.”
Cabir: “Ya Resulullah, ne güzeldir bu hadis!” deyince Resul-i Ekrem (s.a.a) de “Ne de zordur bu şartlar!” diye buyurdu.
AYETULLAH EL-UZMA FAZIL LENKARANİ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Merhum Şeyh Saduk, muteber bir senet ile İmam Rıza’dan (a.s), o da babalarından onlar da Hz. Emir-ül Muminin Ali’den (a.s) şöyle rivayet etmişlerdir; buyurdu: Resul-i Ekrem (s.a.a) bir gün bize hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, Allah’ın ayı bereket, rahmet ve mağfiret ile size doğru gelmekte, öyle bir ayki Allah katında en üstün aydır. Onun günleri en faziletli günler, geceleri en faziletli geceler ve saatleri en faziletli saatlerdir. Bu ayda siz Allah’ın ziyafetine davet edilmiş ve Allah’ın değer verdiği kimselerden sayılmışsınız. Nefesleriniz bu ayda tespih (zikir) ve uykunuz ibadet sayılır. Amelleriniz kabul ve dualarınız icabet edilir. O halde doğru niyetler ve temiz kalplerle Allah’tan isteyin ki sizi bu ayın orucunu tutmaya ve kendi Kitabını (Kur’an’ı) okumaya muvaffak eylesin; zira hiç şüphesiz gerçek bedbaht (kimseler), bu yüce ayda Allah’ın mağfiretinden mahrum kalan kimselerdir. Bu ayda açlık ve susuzluğunuzla kıyamet gününün açlık ve susuzluğunu hatırlayın. Fakir ve düşkünlerinize sadaka verin. Büyüklerinize saygılı ve küçüklerinize karşı şefkatli olun; yakınlarınıza sılayı rahim yapın. Dilinizi koruyun gözlerinizi haram olan şeylere yumun ve kulaklarınızı haram olan şeylere tıkayın. Halkın yetimlerine şefkatli davranın ki sizin yetimlerinize de şefkatli davranılsın.
Günahlarınızdan Allah’a tövbe edin ve namaz vakitleri en faziletli vakitlerdir. O vakitlerde Allah kullarına rahmet gözüyle bakar. Onunla münacat ettiklerinde cevap verir. Onu çağırdıklarında lebbeyk der ve ona dua ettiklerinde icabet eder.
Ey insanlar, canlarınız amellerinizin elinde rehindir. Onları istiğfar dileyerek kurtarın; sırtlarınız vizr-u vebaliniz ağırlaşmıştır; uzun secdelerinizle onları hafifletmeye çalışın. Şunu bilin ki hiç şüphesiz, şanı yüce Allah, namaz kılan ve secde edenleri azap etmemeğe, insanlar Rabb’ul-alemin’in huzurunda durup (hesap verecekleri) sırada onları korkutmamaya dair kendi izzetine ant içmiştir. Ey insanlar kim bu ayda mümin bir oruçluya iftar yemeği verirse, Allah katında bir köle bağışlamanın sevabını alır ve geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur.
“Ya Resulullah, hepimizin buna gücü yetmiyor.” denilince, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir yarım hurmayla da olsa cehennem ateşinden korunmaya çalışın. Bir içim suyla da olsa cehennem ateşinden korunmaya çalışın. Zira Allah-u Teala bu azı yapan kimseye de aynı mükafatı verir eğer ondan fazlasına gücü yetmez ise.
Ey insanlar, içinizden kim bu ayda ahlakını güzelleştirirse, bu, ayakların kaydığı günde sırattan (rahatlıkla) geçmesini sağlar. Kim bu ayda eli altında olanlara (hizmetçilere, çoluk, çocuklara ve…) kolaylık sağlar ve yüklerini hafifletirse Allah da onun hesabını hafifletir.
Kim bu ayda (başkalarına karşı yapabileceği) şer ve kötülüklerinin önünü alırsa, Allah da onu mülakat edeceği günde, ona karşı gazabının önünü alır. Kim bu ayda bir yetime değer verir ona ikram ederse, Allah da kıyamette ona değer verir, merhamet eder. Bu ayda yakınlarına sılayı rahimde bulunan kimseyi Allah kendisini mülakat edeceği günde rahmetine kavuşturur, akrabalarıyla ilişkisini kesen kimseyi de Allah kıyamet gününde kendi rahmetinden mahrum kılar. Bu ayda müstehap bir namaz kılanın Allah cehennem ateşinden kurtuluşunu yazar. Kim bu ayda farz bir namazı kılarsa diğer aylarda kıldığı yetmiş farzın sevabını almış olur. Kim bu ayda bana çok salat-u selam getirirse terazilerin hafif olacağı günde Allah onun (amel) terazisini ağırlaştırır. Bu ayda Kur’an’dan bir ayet okuyan kimse diğer aylarda bir Kur’an hatmetmenin sevabını alır.
Ey insanlar! Cennetin kapıları bu ayda açıktır, Rabbinizden isteyin ki onları yüzünüze kapatmasın. Cehennem kapıları ise kapalıdır; Rabbinizden dileyin ki onları sizin yüzünüze açmasın. Şeytanlar da bu ayda bağlanmışlardır. Rabbinizden dileyin ki onları size musallat etmesin…”
Yine merhum Şeyh Saduk’un nakline göre Resulullah (s.a.a) Ramazan ayı girdiğinde ellerinde bulunan bütün esirleri serbest bırakırdı ve her dilenciye bağışta bulunurdu. Mefatih-ul Cinan kitabının yazarı merhum Şeyh Abbas Kummi şöyle devam ediyor: Ramazan ayı alemlerin Rabbi Allah-u Teala’nın ayıdır ve ayların en faziletlisi ve en üstünüdür; öyle bir aydır ki sema kapıları, cennet kapıları ve Allah’ın rahmet kapıları onda açılır ve cehennem kapıları kapanır, bu ayda öyle bir gece vardır ki onda Allah’a yapılan ibadet bin ayda yapılandan daha hayırlıdır. O halde bu mübarek ayda gafletten kaçın ve gece gündüzlerini nasıl değerlendireceğine, kendini ve uzuvlarını Allah’a günahtan nasıl koruyacağına dikkat et. Sakın gecelerini uykuyla geçiren, gündüzlerini ise Hakkın zikrinden gafil olanlardan olma. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Ramazan ayının her günü, iftar vaktinde Allah bir milyon insanı cehennem ateşinden azad eder, ( Ramazanın) Cuma gecesi ve gündüzü olduğunda ise bütün Ramazan’da azad olanların sayısı kadar insan azaptan kurtulur.”
O halde ey aziz, sakın Ramazan ayı geçip de bir günahı bile kalan kimselerden, istiğfar ve duadan mahrum sayılan günahkarlardan olma; zira İmam Sadık’tan (a.s.) şöyle rivayet edilmiştir: “Ramazan ayında bağışlanmayan kimse artık gelecek Ramazana kadar bağışlanmaz; Arafat çölünde bulunmaya muvaffak olup da (orada istiğfar ve tövbe eden) kimseler hariç.”
Evet nefsini Allah’ın haram ettiği şeylere bulaşmaktan ve haram şeylerle iftar etmekten koru ve İmam Sadık’ın şu tavsiyelerine amel etmeyi ihmal etme; buyuruyor ki;
“Oruçlu olduğun zaman, kulağın, gözün, tüylerin, derin ve bütün uzuvların da (günahlara ve hatta mekruhlara karşı) oruç tutsun.” Yine buyuruyor ki: “Oruçlu olduğun gün ile oruçlu olmadığın gün aynı olmasın.” Bir başka hadisinde, “Oruç sadece yemek ve içmeğe karşı değildir. Oruç tuttuğunuz vakit, dillerinizi yalandan koruyun ve gözlerinizi Allah’ın haram kıldığı şeylere kapayın. Birbirlerinizle çekişmeyin; birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine (yalan yere, hatta doğru yere) yemin etmeyin, birbirinize sövmeyin; küfürleşmeyin. Birbirinize zulmetmekten, akılsız davranışlarda bulunmaktan ve eziyet etmekten kaçının; Allah’ın zikrinden ve namazından gaflette olmayın. Susmayı (boş yere konuşmamayı), sabır ve doğruluğu, kötü insanlardan kaçınmayı, kendinize düstur edinin. Batıl sözler, yalan, iftira, düşmanlık, kötü zanda bulunmak, gıybet, söz taşımak gibi (kötü sıfatlardan) kaçının.
Her an ahirete meyleden ve kurtuluş günlerinizi (Hz. Mehdi’nin -a.f- zuhurunu) ve Allah’ın vaat ettiklerini gerçekleştirmesini bekleyen ve Allah’ın likasına hazırlanan kimselerden olun. Sükûnet, vakâr, (Allah’a karşı) huşu ve huzuyu elden bırakmayın ve Allah karşısında, efendisinden korktuğu halde onun şefkatine ümit bağlayan ve ona karşı kendisini zelil ve hakir gören köleler gibi olun.
Ey oruçlu olan, kalbin ayıplardan, batinin habasetten, cismin kir ve pislikten temizlensin. Allah’tan gayri her şeyden beri olup, velayeti Allah’a halis kılmaya çalış ve Allah’ın nehyettiği şeylerden, gizlide ve aşikarda oruçlu ol (onlardan kaçın). Gizli ve aşikarda Allah’tan korkup oruç günlerinde kendi nefsini O’na (Allah’a) hediye et. Kalbini tamamıyla ona ayır ve nefsini Allah’ın emir ve nehiylerini yerine getirmeye ada. Bütün bu zikrettiklerimden hangisini eksik edersen, orucunda da o kadar eksiklik meydana getirmiş olursun. Babam (a.s) şöyle söylemiştir: “Resulullah (s.a.a) oruçlu bir kadının, cariyesine küfür ettiğini görünce, bir miktar yemek isteyerek kadına, “Hadi ye!” buyurdu; kadın: “Ben oruçluyum ya Resulullah”! deyince Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Cariyene küfür ettiğin halde nasıl oruçlu olabilirsin? Oruç sadece yemek ve içmeye karşı değildir. Allah orucu aslında yemek ve içmek dışında olan fiili ve sözlü kötülüklerden uzak durmak için engelleyici bir vesile olsun diye emretmiştir. Evet ne azdır oruç tutanlar; ne çoktur aç kalanlar.”
Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Nice oruç tutanlar var ki orucundan, susuzluktan başka bir şey nasip alamaz ve nice gece ibadete duranlar var ki yorgunluktan başka bir nasibi olamaz. Ne güzeldir akıllıların uykusu ve oruç tutmaları! (olanların uykusu ahmakların orucu ve gece ibadetlerinden daha hayırlıdır.)
Cabir b. Yezid, İmam Muhammed Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir. Resulullah (s.a.a) Cabir b. Abdullah’a şöyle buyurmuştur: “Ey Cabir, işte bu Ramazan ayıdır; kim bu ayın gündüzünü oruç tutup, gecesinin bir miktarını ibadetle geçirir, karnını ve fercini haramdan korur ve diline hâkim olursa (onu haram ve boş şeylerden korursa) Ramazandan çıktığı gibi günahlarından da çıkar.”
Cabir: “Ya Resulullah, ne güzeldir bu hadis!” deyince Resul-i Ekrem (s.a.a) de “Ne de zordur bu şartlar!” diye buyurdu.
AYETULLAH EL-UZMA FAZIL LENKARANİ

RAMAZAN OKULUNA HAZIR MISINIZ!

İÇİMİZDEKİ SAVAŞ
İÇİMİZDEKİ SAVAŞ
Vahyin de, vesvesenin de iniş üssü insanın kalbidir. Kalp ise İnsanın en özel alanıdır.
Ancak vahy insanın lehine üsse iner. Vesvese ise insanın aleyhine iner. Vahy izin alarak inişe geçer. Vesvese ise zorakidir. Resmen insana tahakküm eder.
İnsan aklını iyi kullanamıyorsa, kalbini çevreleyen perdeler ile üssüne inip çıkanların farkında olamaz. Bu yüzden kendi içinde yaşadığı çatışmalar yüzünden binlerce saldırış arasında kalır. Bu içindeki savaşı anlamayan, çözemeyen veya göremeyen, nitekim düşman istilasının farkında da olamaz.
Halbuki zaman sosyal medyanın güçlü olduğu, toplum mühendisliklerin çok olduğu, fitne odaklarının organize çalıştığı bir dönemdir. Bu nedenle kendi içindeki savaşı yenemeyen, dışarıdan gelen saldırılarında farkında değildir. Ve bu savaşlarda esarete düşmesi kaçınılmazdır.
Psikolojik savaş, tüm ifsadların başı durumundadır. Diğer tüm alanlardaki savaş bundan sonra başlar. Bu alanda kazananlar ve kaybedenler, diğer sahalarda da kazanır ve kaybederler. Bu yüzden bu savaş herkesin iç mücadelesi ile başlar. Ve herkesin kendi mücadelesidir. Bunun üzerine iman güçlenir veya zayıflar. Bu daireler genişleyerek bu toplumu ya diriltir, yada öldürür.
Elbetteki her sorunun cevabı gibi bu durumun açıklamaları da ayetler arasındadır. Ayetler arasında da psikolojik mücadelede iman edenlerin hallerinden, iman etmeyenlerin hallerinden bahsedilir.
Ancak ikinci olarakta vahylerin hayat bulduğu ilahi önderlerimizin de psikolojik duruşlarına da bakmak gerekir. Onların olaylar karşısındaki duruşu ve tutumu bizler için incelenmesi gereken sahalardır. Örneğin ;
Bakara süresi/ 185 “ Allah sizin için kolaylığı istemektedir, zorluğu değil.” Ayeti kerimesiyle ilgili olarak imam Cafer sadık (sa) “ Söz konusu kolaylık, Emir’ul- mü’minin Ali bin Ebi Talip’tir.” demiştir.
Bu ne demektir? İnandım diyenlerin peygamberden sonraki dönemde imam Ali (sa)’yi takip etmeleri hayatlarında büyük bir kolaylıktı.
Neden böyle dile getirilmişti? Çünkü İmam Ali’nin olaylar ve şartlar karşısında izlediği yol, tutum ve hangi boyuttan olaylara bakması, inananların hangi psikolojiye girmesi için bir örnekliktir. Bu yüzden bir kolaylıktı. İnananların tıkandığı yerlerde kendine ayna tutacakları bir modeldi.
İmam Muhammed bakır(sa) “ Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe süresi/119) ayetini tefsir ederken şöyle demişti. “ yani Ali ile birlikte olun.” Bunun gibi peygamberlerin ve seçilmiş tüm önderlerimizin hayat kıssalarında metodlarını öğrenmemiz gerektiği gibi doğru psikolojiyi de anlamamız gerekmektedir.
Buradan yola çıkarak, önce içimizdeki savaşın galibi olmalıyız. Bunun için vahy ve önderlerimizin izlediği psikolojik harita çok önemli kaynaklardır. Daha sonrasında da dışarıdan gelecek olan hedef şaşırtmaları, yol değişimi, etki ve tepkilerden hiç biri, insanın duruşunu ve mücadelesini değiştiremez. Dolayısıyla böyle bir insan, dış dünyasının da galibi olur. Alemlerin Rabb’i Allah yolunu açar.
Yeter ki psikolojisini doğru yönlendirsin.
Vahyin de, vesvesenin de iniş üssü insanın kalbidir. Kalp ise İnsanın en özel alanıdır.
Ancak vahy insanın lehine üsse iner. Vesvese ise insanın aleyhine iner. Vahy izin alarak inişe geçer. Vesvese ise zorakidir. Resmen insana tahakküm eder.
İnsan aklını iyi kullanamıyorsa, kalbini çevreleyen perdeler ile üssüne inip çıkanların farkında olamaz. Bu yüzden kendi içinde yaşadığı çatışmalar yüzünden binlerce saldırış arasında kalır. Bu içindeki savaşı anlamayan, çözemeyen veya göremeyen, nitekim düşman istilasının farkında da olamaz.
Halbuki zaman sosyal medyanın güçlü olduğu, toplum mühendisliklerin çok olduğu, fitne odaklarının organize çalıştığı bir dönemdir. Bu nedenle kendi içindeki savaşı yenemeyen, dışarıdan gelen saldırılarında farkında değildir. Ve bu savaşlarda esarete düşmesi kaçınılmazdır.
Psikolojik savaş, tüm ifsadların başı durumundadır. Diğer tüm alanlardaki savaş bundan sonra başlar. Bu alanda kazananlar ve kaybedenler, diğer sahalarda da kazanır ve kaybederler. Bu yüzden bu savaş herkesin iç mücadelesi ile başlar. Ve herkesin kendi mücadelesidir. Bunun üzerine iman güçlenir veya zayıflar. Bu daireler genişleyerek bu toplumu ya diriltir, yada öldürür.
Elbetteki her sorunun cevabı gibi bu durumun açıklamaları da ayetler arasındadır. Ayetler arasında da psikolojik mücadelede iman edenlerin hallerinden, iman etmeyenlerin hallerinden bahsedilir.
Ancak ikinci olarakta vahylerin hayat bulduğu ilahi önderlerimizin de psikolojik duruşlarına da bakmak gerekir. Onların olaylar karşısındaki duruşu ve tutumu bizler için incelenmesi gereken sahalardır. Örneğin ;
Bakara süresi/ 185 “ Allah sizin için kolaylığı istemektedir, zorluğu değil.” Ayeti kerimesiyle ilgili olarak imam Cafer sadık (sa) “ Söz konusu kolaylık, Emir’ul- mü’minin Ali bin Ebi Talip’tir.” demiştir.
Bu ne demektir? İnandım diyenlerin peygamberden sonraki dönemde imam Ali (sa)’yi takip etmeleri hayatlarında büyük bir kolaylıktı.
Neden böyle dile getirilmişti? Çünkü İmam Ali’nin olaylar ve şartlar karşısında izlediği yol, tutum ve hangi boyuttan olaylara bakması, inananların hangi psikolojiye girmesi için bir örnekliktir. Bu yüzden bir kolaylıktı. İnananların tıkandığı yerlerde kendine ayna tutacakları bir modeldi.
İmam Muhammed bakır(sa) “ Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe süresi/119) ayetini tefsir ederken şöyle demişti. “ yani Ali ile birlikte olun.” Bunun gibi peygamberlerin ve seçilmiş tüm önderlerimizin hayat kıssalarında metodlarını öğrenmemiz gerektiği gibi doğru psikolojiyi de anlamamız gerekmektedir.
Buradan yola çıkarak, önce içimizdeki savaşın galibi olmalıyız. Bunun için vahy ve önderlerimizin izlediği psikolojik harita çok önemli kaynaklardır. Daha sonrasında da dışarıdan gelecek olan hedef şaşırtmaları, yol değişimi, etki ve tepkilerden hiç biri, insanın duruşunu ve mücadelesini değiştiremez. Dolayısıyla böyle bir insan, dış dünyasının da galibi olur. Alemlerin Rabb’i Allah yolunu açar.
Yeter ki psikolojisini doğru yönlendirsin.

SOSYAL GÜVEN(LİK) NEREDE?
SOSYAL GÜVEN(LİK) NEREDE?!
Sosyal güven(lik)denince; insanların aklına sağlık güvencesi ya da mali dayanağı gelir. Oysa sosyal güvenlik; İnsanların toplum içerisinde kendilerini her açıdan güvende hissetmesidir. Başka bir tabirle insanın kanunlar kalesinde korunması gereken can, mal, din, akıl ve haysiyetinin güven altına alınmasıdır. Hatta bazı durumlar var ki akıl, din ve haysiyetinin güvende olması can ve mal emniyetinden de daha önemlidir. Çünkü bunların çiğnenmesi insanlarda can ve maldan daha büyük tahribatlar bırakır.
İşte İslam dini, toplumda her yönden güvenliğin hâkim olmasını ister. İnsanların bedenen birbirlerine saldırmaları bir yana dursun, dil yarasından(alaya alma, ayıplama, kötü lakap takma, kötü zanda bulunma, gizlilikleri araştırma, gıybet, iftira) ve hatta kötü düşüncelerden ve bakışlardan yana bile insanların güvende olmalarını hedeflemiştir.
İnsanlar birbirlerine karşı düşüncede bile olsa, saldırı oklarını yöneltmedikleri durumda İslam’ın istediği güvenlik sağlanmış olur. Bu da mümin bir topluluktan başka hiçbir toplumda gerçekleşmesi mümkün olmayan en üst düzey bir emniyettir.
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
“Allah; Müslüman’ın kanını, malını ve haysiyetini diğerlerine haram kılmıştır.”
Tüm ilahi kitaplarda ve Kur’an’da geçen ilkeleri hatırlayalım.
Bakara süresi/83-84 “Hani İsrail oğullarından, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin; anne babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik edin, insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın ve zekâtı verin.” diye söz almıştık. Ama sonra, pek azınız hariç, (haktan) yüz çevirerek (sözünüzden) döndünüz.
Hani, “birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız.” diye sizden söz almıştık. Sonra siz de bunu kabul etmiştiniz ve buna (geçmişlerinizin bunu kabul ettiğine) siz de tanık idiniz.”
Bu ayet-i kerime’de geçen zulümlere kapı aralayan ve sosyal güvenliği tehdit eden sıralayacağımız bu unsurlar basit gibi görülebilir ama hayati meselelerdir. Çünkü sosyal yapımız ve duruşumuz bu ilkeler üzerinde gelişecektir.
Sosyal güvenliğin delinmesi ilk önce insanların kendi aralarında olan bu kopmalar ile başlar. Yeni doğan bu küçük yılan, bir süre sonra anakonda olur ve tüm insanları yutar. Önünüze büyük bir sosyal patlama olarak geri döner.
Bu yüzden tedavi de buradan başlamalıdır. Önce çözülme yerlerini tedavi edip daha büyük uçurumların oluşmasına engel olunmalıdır. Bu nedenle aşağıda sıralanan bu meseleler ayetlere kadar girmiş olup, toplumun pek duyarlı olmadığı ama insanları birbirine bağlayan ve birbirine dayandıran en güçlü sebeplerdir. Bu yüzden soruların cevabı yine sorunun kendisindedir. Şimdi cevabı kendisinde olan bu sorunları sıralayalım.
1.“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının…”
Kötü zan; sadece karşı tarafa zarar vermede kalmayıp onu insanlarla işbirliğinden ve toplumsal işlerden alıkoymasına neden olacaktır. Bir dünya yalnızlık, korku, dehşet ve inzivayla baş başa bırakacaktır.
Hz. Ali(a.s) ;” Her kim (diğerleri hakkında) kendi (kötü) zannını iyiye çevirmezse, bütün herkesten korkar ve dehşete kapılır” (Gureru’l – Hikem s; 697, hadis; 5333)
Bir insanı diğer canlılardan ayıran ve tekâmüle götüren, toplumsal işbirliği ve yardımlaşmadır.
Bunun gerçekleşmesi içinde hoşgörü ve itimadın köklü olmasına bağlıdır. Oysaki kötü zan, itimadı kökünden sarsar. Toplum içerisindeki birlik ve yardımlaşma duygusunu zayıflatır.
Sadece kötü zan değil, gizlilikleri araştırma ve gıybette aynı darbeyi vurmaktadır. İyimserlikten uzak olan kimseler, bütün her şeyden yana korku ve tedirginlik içinde olurlar, bu onların ruhlarına işler. Ne kendileri için dert ortağı bulabilirler, ne de kendileri toplumsal sorunları gidermede ortak olurlar.
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Şüphesiz, bazı zanlar günahtır.”
“Zannın çoğundan” tabirinden maksat; ,insanlar arasında iyi zanlardan daha fazla yaygın olan kötü zanlardır. İşte bu nedenden dolayı “çok” tabiri kullanılmıştır. Aksi takdirde “hüsnü zan” yani iyi zanda bulunmak, yasak olması bir tarafa, bilakis beğenilen işlerdendir.
Nur suresi/12 “Erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarında iyi bir zanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi?”
“Onu (iftirayı) duyduğunuzda, mümin erkeklerle mümin kadınların, (kendileri gibi olan onlar hakkında) kendileri hakkında hayır düşünmeleri gerekmez miydi?”
Burada zannın çoğundan diyerek, amaç onun kötü sonuçlarını önlemektir. Kötü zanna inanarak ona göre amel etmektir.
Peygamberimiz(s.a.a): Üç şeyin varlığı mümine yakışmaz ve bunlardan kurtulmak mümkündür. Onlardan birisi kötü zannıdır ki; oradan kurtulmanın yolu, onu ameli boyuta vardırmamaktır.”
İnsan farklı konular hakkında düşünerek, kötü zannına galip gelebilir.
Hz. Ali (s.a) “Zannın aksine bir hüküm oluşması için Müslüman kardeşinin amellerini en güzel şekilde yorumla. Müslüman kardeşinden işittiğin söz, güzele yorumlanabildiği müddetçe kötü zanda bulunma.”
2. “Asla birbirinizin gizliliklerini araştırmayın.”
“Tecessüs” ve “Tehessüs” her iki kelimenin anlamı; gizlilikleri araştırmak manası taşırlar. Ancak birinci kelime genellikle olumsuz işlerde kullanılır. İkincisi ise genellikle hayır işlerde kullanılır.
Aslında kötü zan kusur aramaya, kusur arama gizli ayıpları ve sırları açığa çıkarmaya, onlardan haberdar olmakta gıybet etmeye sebep olmaktadır. Bu nedenle İslam dini, insanların özel yaşantısının ve özellerinin açığa çıkartılmasına hiçbir surette izin vermemiştir. Başka bir deyişle İslam dini, kişilerin özel yaşantısının güven içinde olmasını ister. Eğer birbirilerinin ayıpları ve eksikliklerini araştırma izni verilecek olursa, bütün insanların onur ve saygınlıkları ayaklar altına alınır. Bu da bir toplum için azap ortamıdır.
Buna dayanarak insanların özeli olan hayatın içindekiler örneğin mektuplar, telefonlar, e-mailler gibi özel alanlara izinsiz bakılmamalıdır. Olur olmaz vakitlerde evlere girilmemelidir. Açık pencerelerden, kapılardan gözetleme yapılmamalıdır. İnsanların ayıpları, gizlilikleri, sırları korunmalıdır. Böylelikle özelleri güven altında olur.
3. “ Bazılarınız, bazılarınızın gıybetini yapmasın”
Kötü zan, kusur arama, ayıpları ve sırları açığa çıkarma gıybet yapmaya götürür. Gıybetin en büyük zararı insanlarda ona karşı bir “ önyargı” oluşturmasıdır. Böylelikle toplumsal bağları gevşetir, güveni yok eder ve yardımlaşma temellerini sarsar. Vahdet bu kadar önemli iken birlikteliği bozar. İslam vahdeti bozan her türlü davranıştan nefret eder.
Gıybet insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumlarını kalplere serper. Kimi zaman kan dökülmesine bile sebep olur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a); “ İnsanın faizden elde ettiği bir dirhem, Allah katında günahı otuz altı zinadan daha büyüktür. Her faizden daha büyük olanı ise, Müslüman kimsenin haysiyeti ve onurudur.”
Bu mukayese zina suçunun ne kadar çirkin ve kötü olduğundan dolayıdır ve bu günah Allah hakkındadır. Fakat “ faiz yeme” ve ondan daha kötüsü insanların haysiyet ve onurunu gıybet etme yolu veya diğer bir şeyle kırmak kul hakkına girer.
Bir gün Hz. Peygamber (s.a.a) yüksek sesle şöyle hutbede bulundu. “ Ey diliyle iman edip, kalbiyle iman etmeyen topluluk! Müslümanların gıybetini etmeyin. Onların ayıplarını araştırmayın. Artık kim din kardeşinin gizli ayıplarını araştırırsa, Allah kendisinin sırlarını ortaya çıkarır ve kendi evinde onu rezil eder.”
Yine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur. “ Gıybetin müslümanın dinindeki gösterdiği etki, cüzzam hastalığının bedende gösterdiği etkiden daha hızlıdır.”
İmam Cafer sadık (as) şöyle buyurur. “ Her kim bir mümini, insanların gözünden düşürmek kastıyla onun ayıbını ortaya çıkarır veya haysiyet ve onurunu zedelemek için bir söz söylerse, Allah onu kendi velayeti altından çıkarır ve şeytanın velayeti altına sokar. Ancak şeytan da onu kendi velayeti altına kabul etmez.”
Karşılıklı itimadın sarsılmaması, bağ ve sevginin azalmaması için gıybetten kaçınılmalıdır. Bu işin çirkinliği ve kötülüğünü tamamen yansıtmak için şöyle buyrulmaktadır.
“ Bazılarınız, bazılarınızın gıybetini etmesin….”
“ Biriniz ölü kardeşinin etini yemeği sever mi?”
“ Hiç kuşkusuz işte bundan dolayı hepiniz tiksindiniz…”
HUCURAT SÜRESİ/ 12
Müslüman kardeşinin haysiyeti onun bedeninin eti gibidir. Gıybet etmek ve gizli sırlarını açığa çıkarmak vesilesiyle onun haysiyetiyle oynamak, onun etini yemek gibidir. “ Ölü” tabirinin kullanılması kişilerin bulunmadığı bir ortamda gıybet edilmesi ve kendilerini savunamayacakları bir durumda gerçekleştiğindendir. Bu, insanın kardeşi hakkında reva gösterebileceği en namert ve kötü zulümlerden biridir.
4.“ Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.”
Farklı müslüman toplulukları arasında çıkabilecek çekişme ve tartışmalarda Müslümanlar ihtilaf ve farklılıkları öne sürerek birbirilerini ayıplamamalıdır. Alaya almanın asıl kaynağı, insanın kendini üstün görmesi ve bu kibir de her türlü hastalığın ve zulmün en büyük sebeplerindendir.
“Kendini üstün görme” de genellikle zahiri değerler ve maddiyattan kaynaklanır. Zenginlik, soy, evlatların çokluğu, kariyer gibi nefsani kuruntularla başka toplulukları küçük görürler. Halbuki Allah katında üstünlük “takva” dadır. Bu da kalp temizliğine, iyi niyet ve amelin halis olmasına bağlıdır.
5. “ Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın”
İnsanları aşağılamak, kişiliklerini karalamak veya intikam almak için çirkin isimler takarlar. Hatta geçmişte kötü bir iş sahibi olup, Tevbe etmiş kimselerin ayıplarını ortaya çıkarmak amacıyla da incitmek, kötülemek ve çirkin lakap takanlar da vardır. insanlar olumlu şekilde değişebilirler. Kendisinin ve Rabbinin kapattığı bir dosyayı başkalarının açmaya hakkı yoktur.
Tekrardan eskide olanları gündeme getirip insanların onur ve haysiyetleri ile oynanmamalıdır. İnsanlar arasında çirkin anılmasına izin verilmemelidir. İslam bu çirkin işleri yasaklamıştır. Bir müslümanın aşağılanmasına neden olabilecek en küçük lakabı veya bir ismi dahi yasak kılmıştır.
Bu sıralananlar bir toplumun güvencesi için elbette yeterli değildir. Zina, faiz, dünya sevgisi gibi sorunlarda güvenliği delen önemli meselelerdir. İnşallah bu aşamalarda dile getirilecektir.
Saydığımız bu birkaç seçenekler bile kişileri, dolayısıyla bir toplumu güven altına almada önemli basamaklardır. Elbette ki o toplumun bireyleri bu kurallara uymaya itina gösterirlerse “Sosyal Güvenlik” kazanılmış olur. Böylece herkes güvene erer ve birbirine güvenir.
Bu aşamalarda da “Mümin” olmanın hakkını vermek gerekir.
Sosyal güven(lik)denince; insanların aklına sağlık güvencesi ya da mali dayanağı gelir. Oysa sosyal güvenlik; İnsanların toplum içerisinde kendilerini her açıdan güvende hissetmesidir. Başka bir tabirle insanın kanunlar kalesinde korunması gereken can, mal, din, akıl ve haysiyetinin güven altına alınmasıdır. Hatta bazı durumlar var ki akıl, din ve haysiyetinin güvende olması can ve mal emniyetinden de daha önemlidir. Çünkü bunların çiğnenmesi insanlarda can ve maldan daha büyük tahribatlar bırakır.
İşte İslam dini, toplumda her yönden güvenliğin hâkim olmasını ister. İnsanların bedenen birbirlerine saldırmaları bir yana dursun, dil yarasından(alaya alma, ayıplama, kötü lakap takma, kötü zanda bulunma, gizlilikleri araştırma, gıybet, iftira) ve hatta kötü düşüncelerden ve bakışlardan yana bile insanların güvende olmalarını hedeflemiştir.
İnsanlar birbirlerine karşı düşüncede bile olsa, saldırı oklarını yöneltmedikleri durumda İslam’ın istediği güvenlik sağlanmış olur. Bu da mümin bir topluluktan başka hiçbir toplumda gerçekleşmesi mümkün olmayan en üst düzey bir emniyettir.
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
“Allah; Müslüman’ın kanını, malını ve haysiyetini diğerlerine haram kılmıştır.”
Tüm ilahi kitaplarda ve Kur’an’da geçen ilkeleri hatırlayalım.
Bakara süresi/83-84 “Hani İsrail oğullarından, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin; anne babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik edin, insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın ve zekâtı verin.” diye söz almıştık. Ama sonra, pek azınız hariç, (haktan) yüz çevirerek (sözünüzden) döndünüz.
Hani, “birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız.” diye sizden söz almıştık. Sonra siz de bunu kabul etmiştiniz ve buna (geçmişlerinizin bunu kabul ettiğine) siz de tanık idiniz.”
Bu ayet-i kerime’de geçen zulümlere kapı aralayan ve sosyal güvenliği tehdit eden sıralayacağımız bu unsurlar basit gibi görülebilir ama hayati meselelerdir. Çünkü sosyal yapımız ve duruşumuz bu ilkeler üzerinde gelişecektir.
Sosyal güvenliğin delinmesi ilk önce insanların kendi aralarında olan bu kopmalar ile başlar. Yeni doğan bu küçük yılan, bir süre sonra anakonda olur ve tüm insanları yutar. Önünüze büyük bir sosyal patlama olarak geri döner.
Bu yüzden tedavi de buradan başlamalıdır. Önce çözülme yerlerini tedavi edip daha büyük uçurumların oluşmasına engel olunmalıdır. Bu nedenle aşağıda sıralanan bu meseleler ayetlere kadar girmiş olup, toplumun pek duyarlı olmadığı ama insanları birbirine bağlayan ve birbirine dayandıran en güçlü sebeplerdir. Bu yüzden soruların cevabı yine sorunun kendisindedir. Şimdi cevabı kendisinde olan bu sorunları sıralayalım.
1.“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının…”
Kötü zan; sadece karşı tarafa zarar vermede kalmayıp onu insanlarla işbirliğinden ve toplumsal işlerden alıkoymasına neden olacaktır. Bir dünya yalnızlık, korku, dehşet ve inzivayla baş başa bırakacaktır.
Hz. Ali(a.s) ;” Her kim (diğerleri hakkında) kendi (kötü) zannını iyiye çevirmezse, bütün herkesten korkar ve dehşete kapılır” (Gureru’l – Hikem s; 697, hadis; 5333)
Bir insanı diğer canlılardan ayıran ve tekâmüle götüren, toplumsal işbirliği ve yardımlaşmadır.
Bunun gerçekleşmesi içinde hoşgörü ve itimadın köklü olmasına bağlıdır. Oysaki kötü zan, itimadı kökünden sarsar. Toplum içerisindeki birlik ve yardımlaşma duygusunu zayıflatır.
Sadece kötü zan değil, gizlilikleri araştırma ve gıybette aynı darbeyi vurmaktadır. İyimserlikten uzak olan kimseler, bütün her şeyden yana korku ve tedirginlik içinde olurlar, bu onların ruhlarına işler. Ne kendileri için dert ortağı bulabilirler, ne de kendileri toplumsal sorunları gidermede ortak olurlar.
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Şüphesiz, bazı zanlar günahtır.”
“Zannın çoğundan” tabirinden maksat; ,insanlar arasında iyi zanlardan daha fazla yaygın olan kötü zanlardır. İşte bu nedenden dolayı “çok” tabiri kullanılmıştır. Aksi takdirde “hüsnü zan” yani iyi zanda bulunmak, yasak olması bir tarafa, bilakis beğenilen işlerdendir.
Nur suresi/12 “Erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarında iyi bir zanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi?”
“Onu (iftirayı) duyduğunuzda, mümin erkeklerle mümin kadınların, (kendileri gibi olan onlar hakkında) kendileri hakkında hayır düşünmeleri gerekmez miydi?”
Burada zannın çoğundan diyerek, amaç onun kötü sonuçlarını önlemektir. Kötü zanna inanarak ona göre amel etmektir.
Peygamberimiz(s.a.a): Üç şeyin varlığı mümine yakışmaz ve bunlardan kurtulmak mümkündür. Onlardan birisi kötü zannıdır ki; oradan kurtulmanın yolu, onu ameli boyuta vardırmamaktır.”
İnsan farklı konular hakkında düşünerek, kötü zannına galip gelebilir.
Hz. Ali (s.a) “Zannın aksine bir hüküm oluşması için Müslüman kardeşinin amellerini en güzel şekilde yorumla. Müslüman kardeşinden işittiğin söz, güzele yorumlanabildiği müddetçe kötü zanda bulunma.”
2. “Asla birbirinizin gizliliklerini araştırmayın.”
“Tecessüs” ve “Tehessüs” her iki kelimenin anlamı; gizlilikleri araştırmak manası taşırlar. Ancak birinci kelime genellikle olumsuz işlerde kullanılır. İkincisi ise genellikle hayır işlerde kullanılır.
Aslında kötü zan kusur aramaya, kusur arama gizli ayıpları ve sırları açığa çıkarmaya, onlardan haberdar olmakta gıybet etmeye sebep olmaktadır. Bu nedenle İslam dini, insanların özel yaşantısının ve özellerinin açığa çıkartılmasına hiçbir surette izin vermemiştir. Başka bir deyişle İslam dini, kişilerin özel yaşantısının güven içinde olmasını ister. Eğer birbirilerinin ayıpları ve eksikliklerini araştırma izni verilecek olursa, bütün insanların onur ve saygınlıkları ayaklar altına alınır. Bu da bir toplum için azap ortamıdır.
Buna dayanarak insanların özeli olan hayatın içindekiler örneğin mektuplar, telefonlar, e-mailler gibi özel alanlara izinsiz bakılmamalıdır. Olur olmaz vakitlerde evlere girilmemelidir. Açık pencerelerden, kapılardan gözetleme yapılmamalıdır. İnsanların ayıpları, gizlilikleri, sırları korunmalıdır. Böylelikle özelleri güven altında olur.
3. “ Bazılarınız, bazılarınızın gıybetini yapmasın”
Kötü zan, kusur arama, ayıpları ve sırları açığa çıkarma gıybet yapmaya götürür. Gıybetin en büyük zararı insanlarda ona karşı bir “ önyargı” oluşturmasıdır. Böylelikle toplumsal bağları gevşetir, güveni yok eder ve yardımlaşma temellerini sarsar. Vahdet bu kadar önemli iken birlikteliği bozar. İslam vahdeti bozan her türlü davranıştan nefret eder.
Gıybet insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumlarını kalplere serper. Kimi zaman kan dökülmesine bile sebep olur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a); “ İnsanın faizden elde ettiği bir dirhem, Allah katında günahı otuz altı zinadan daha büyüktür. Her faizden daha büyük olanı ise, Müslüman kimsenin haysiyeti ve onurudur.”
Bu mukayese zina suçunun ne kadar çirkin ve kötü olduğundan dolayıdır ve bu günah Allah hakkındadır. Fakat “ faiz yeme” ve ondan daha kötüsü insanların haysiyet ve onurunu gıybet etme yolu veya diğer bir şeyle kırmak kul hakkına girer.
Bir gün Hz. Peygamber (s.a.a) yüksek sesle şöyle hutbede bulundu. “ Ey diliyle iman edip, kalbiyle iman etmeyen topluluk! Müslümanların gıybetini etmeyin. Onların ayıplarını araştırmayın. Artık kim din kardeşinin gizli ayıplarını araştırırsa, Allah kendisinin sırlarını ortaya çıkarır ve kendi evinde onu rezil eder.”
Yine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur. “ Gıybetin müslümanın dinindeki gösterdiği etki, cüzzam hastalığının bedende gösterdiği etkiden daha hızlıdır.”
İmam Cafer sadık (as) şöyle buyurur. “ Her kim bir mümini, insanların gözünden düşürmek kastıyla onun ayıbını ortaya çıkarır veya haysiyet ve onurunu zedelemek için bir söz söylerse, Allah onu kendi velayeti altından çıkarır ve şeytanın velayeti altına sokar. Ancak şeytan da onu kendi velayeti altına kabul etmez.”
Karşılıklı itimadın sarsılmaması, bağ ve sevginin azalmaması için gıybetten kaçınılmalıdır. Bu işin çirkinliği ve kötülüğünü tamamen yansıtmak için şöyle buyrulmaktadır.
“ Bazılarınız, bazılarınızın gıybetini etmesin….”
“ Biriniz ölü kardeşinin etini yemeği sever mi?”
“ Hiç kuşkusuz işte bundan dolayı hepiniz tiksindiniz…”
HUCURAT SÜRESİ/ 12
Müslüman kardeşinin haysiyeti onun bedeninin eti gibidir. Gıybet etmek ve gizli sırlarını açığa çıkarmak vesilesiyle onun haysiyetiyle oynamak, onun etini yemek gibidir. “ Ölü” tabirinin kullanılması kişilerin bulunmadığı bir ortamda gıybet edilmesi ve kendilerini savunamayacakları bir durumda gerçekleştiğindendir. Bu, insanın kardeşi hakkında reva gösterebileceği en namert ve kötü zulümlerden biridir.
4.“ Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.”
Farklı müslüman toplulukları arasında çıkabilecek çekişme ve tartışmalarda Müslümanlar ihtilaf ve farklılıkları öne sürerek birbirilerini ayıplamamalıdır. Alaya almanın asıl kaynağı, insanın kendini üstün görmesi ve bu kibir de her türlü hastalığın ve zulmün en büyük sebeplerindendir.
“Kendini üstün görme” de genellikle zahiri değerler ve maddiyattan kaynaklanır. Zenginlik, soy, evlatların çokluğu, kariyer gibi nefsani kuruntularla başka toplulukları küçük görürler. Halbuki Allah katında üstünlük “takva” dadır. Bu da kalp temizliğine, iyi niyet ve amelin halis olmasına bağlıdır.
5. “ Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın”
İnsanları aşağılamak, kişiliklerini karalamak veya intikam almak için çirkin isimler takarlar. Hatta geçmişte kötü bir iş sahibi olup, Tevbe etmiş kimselerin ayıplarını ortaya çıkarmak amacıyla da incitmek, kötülemek ve çirkin lakap takanlar da vardır. insanlar olumlu şekilde değişebilirler. Kendisinin ve Rabbinin kapattığı bir dosyayı başkalarının açmaya hakkı yoktur.
Tekrardan eskide olanları gündeme getirip insanların onur ve haysiyetleri ile oynanmamalıdır. İnsanlar arasında çirkin anılmasına izin verilmemelidir. İslam bu çirkin işleri yasaklamıştır. Bir müslümanın aşağılanmasına neden olabilecek en küçük lakabı veya bir ismi dahi yasak kılmıştır.
Bu sıralananlar bir toplumun güvencesi için elbette yeterli değildir. Zina, faiz, dünya sevgisi gibi sorunlarda güvenliği delen önemli meselelerdir. İnşallah bu aşamalarda dile getirilecektir.
Saydığımız bu birkaç seçenekler bile kişileri, dolayısıyla bir toplumu güven altına almada önemli basamaklardır. Elbette ki o toplumun bireyleri bu kurallara uymaya itina gösterirlerse “Sosyal Güvenlik” kazanılmış olur. Böylece herkes güvene erer ve birbirine güvenir.
Bu aşamalarda da “Mümin” olmanın hakkını vermek gerekir.

KORKU (REHBET) VE CÜRETKÂRLIK (KÜSTAHLIK)
KORKU (REHBET) VE CÜRETKÂRLIK (KÜSTAHLIK)
Korku (Rehbet)
“Rehbet” kelimesi korku anlamındadır. “Rehban” kelimesi ise korkuda aşırı gitmektir. “Ruhban” ise “rahib”in çoğuludur. “Ruhban”ın çoğulu ise “rehabin” kelimesidir. “Rehbaniyyet” ise insanlardan uzak durmak ve ibadetle meşgul olmak için dünya lezzetlerinden bir kenara çekilmektir. Bu haslet İslam’da yasaklanmıştır.
Bir şahıs, ben ruhbanlığa yönelmek istiyorum deyince Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bunu yapma, şüphesiz ümmetimin ruhbanlığı camilerde oturmaktır.” (Bihar’ul Envar, c.80, s.381)
Aklın askerlerinden ve nefsin maslahatlarından biri olan, Allah’tan korkmak ise cehaletin askerlerinden biri olan Allah’a karşı küstahlığın karşıtıdır ve o anlamda bir ruhbanlığın gereği değildir. Aksine marifet ehlinin dilinde olan halvet, insanlardan uzaklaşmak değildir.
Kalbin Allah’tan gayrisiyle meşgul olmayı terk etmesinden ibaret olan marifet ehli nezdindeki halvet, bazen sadece uzlete çekilmenin ve insanlara karışmayı terk etmenin bir mertebesi ile hasıl olmaktadır. Bu anlam da ruhbanlık değildir. Aksine akıl ve şeriat açısından üstün bir konudur. Özetle aklın askerlerinden biri olan “rehbet”, Hak Teala’dan korkmaktır ve bu da rahmeti ümit etmeye aykırı değildir. Bu yüzden ümit de karamsarlığın karşıtı olup aklın askerlerinden biridir.
Korkunun Derece Farklılıklarının Beyanı Hakkında:
Genel olarak bilmek gerekir ki korkunun derecelerinin farklılığı, ibadet edenlerin ve Allah’a doğru süluk edenlerin derece farklılığından ve marifet derecelerinin ihtilafından kaynaklanmaktadır.
O halde korkunun birinci derecesi, ceza ve azaptan korkmaktır ve bu genelin korkusudur. Genellikle korkanların korkusu bu türdendir.
Sevaptan mahrumiyet ve sevimli lezzetlere ulaşmama korkusu da bu dereceye girmektedir. Bu derecede bulunan bir korku, Allah’tan korku değildir. Nitekim bu korku üzere yapılan ibadet de halis ibadet değildir. “Bu ibadet, kölelerin veya işçilerin ibadetidir.” (İmam Ali (as), Vesail’uş-Şia, c.1, s.59-60)
İnsan nefsinin ve nefsani şehvetlerin esaretinde kaldıkça, bencillik içinde çırpındıkça ve özetle şeytani renk olan nefsani renk içinde oldukça, ne ibadet ve itaati Allah’a ibadet sayılır, ne de korku ve rağbeti Hak Teala’dan korku ve rağbet olarak kabul edilir. Aksine bu makamdaki bir insanın bütün şekilsel, manevi, kalbi ve kalbi amelleri nefsanidir ve de şeytan nefis rengine bürünmüştür.
Korkunun ikinci derecesi ise, has (özel) kimselerin korkusudur. Bu da kınanmaktan korkudur. Bunlar Allah-u Teala’nın mukaddes dergahından uzak düşmekten, kınanmaktan ve inayetten mahrum kalmaktan korkarlar. Bunlar, hayvani lezzetlerden ve doğal şehvetlerden uzaktırlar. Ama manevi lezzetler, ruhlarında mevcuttur. Makam yakınlığı dilerler, bu dilek olduğu müddetçe de nefsaniyet renginden ve şeytani renkten halis ve arınmış değillerdir. İbadetler ve itaatler, bu amaçla olursa her türlü renkten arınması gereken Allah’ın dini olamaz.
“Bilin ki halis din Allah içindir.” (Zümer, 3)
Korkunun üçüncü derecesi ise, Ehes’ul-Havas’ın (hasların hassının) korkusudur. O da örtülü olmaktan korkudur. Bu kimseler de ihsan ve bağışa teveccüh etmez, huzur şevki ve lezzeti, bu kimseleri iki dünyadan koparmıştır. Ama işin içinde nefsaniyet oldukça, müşahade ve huzur iştiyakı bulundukça, hakiki ihlas ve Allah sevgisi olarak sayılamaz.
Gerçi, bu da öyle yüce bir makamdır ki marifet ehlinden halis kılınmış kimseler dışında hiç kimse bu makama ulaşamaz. Bizim gibi örtülü olan kimselerin tamah eli bu makama ulaşmaktan uzaktır.
Korkunun dördüncü derecesi ise, velilerin korkusudur ki onlar, varlık ve bencillik renginden temizlenmişlerdir ve Allah’ın rengine bürünmüşlerdir. “Boyası Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Bakara, 138) Onlar, kalplerine yansıyan celal ve cemalin tecellilerinden dolayı korku içindedirler. Bilmek gerekir ki, her cemalde bir celal ve azamet gizlidir. Bu açıdan cemalin cilvesinden korku hasıl olmaktadır. Bu azamet korkusu genel olarak, üç mertebeye ulaşmaktadır. Zira, detaylarını anlatmak ise burada mümkün değildir. Hakiki korku, nefsaniyet ve bencilliğin olmadığı bu son dereceden ibarettir.
Korkunun bu derecelerinden her birinin karşıtında ise, cür’et ve küstahlıktan bir derece vardır. Nitekim birinci derecenin karşısında günahlar hususunda cür’et vardır. İkinci derecenin karşısında, sürçmeler hususundaki cür’et vardır. Üçüncü derecenin karşısında ise iradesiyle hicaplara girme hakkında hicap vardır. Dördüncü derecenin karşısında ise bencillik hususunda zat, sıfat ve fiil olarak nefsani ve şeytani renge bürünme cür’eti vardır.
Korku Aklın ve Rahmanın Askerlerindendir,
Cür’et ise Cehalet ve Şeytanın Askerlerindendir.
Biz örtülülerin kalbi Hak Teala’dan korkudan yoksun olması, Allah’ın azametini derk etmememizden kaynaklanmaktadır. Bu fıtrat tabiatın, kalın perdeleri ile örtüldüğü için, Allah’a karşı küstahlığa yönelmektedir. Ama tabiat örtüsünden sıyrılan ve Allah’ın azametinin kalplerine tecelli ettiği kimselerin, hiçbir zarar ve yarara teveccüh etmeksizin, cennet ve cehenneme itina göstermeksizin, kalpleri azamet ve celal tecellisinden dolayı titremektedir. Bu kimseler Allah korkusundan kendinden geçiyordu. Bu kimseler evliyanın huzur zamanı ve yakınlık miracı olan namaz esnasında renkleri sararıyor, bedenleri titriyor ve kendilerinden geçiyorlardı.
Mirac gecesinde de Resulullah (s.a.a) azamet tecellilerini görünce de kendinden geçiyor, ondan sonra üns ve rahmet tecellisiyle kendine getiriliyordu. (Bihar’ul Envar, c.79, s.241) Orası azamet dışında herhangi bir şeyden korku makamı değildi. Azap ve cezadan bir eser yoktu. Orada aşk ve muhabbet fıtratı, bütün hakikatiyle ve rağbet ve korku fıtratı bütün anlamıyla örtülü olmaksızın vücuduna hükmediyordu ve fıtratın hükmü, Hakk’ın hükmünden ayrı değildi.
Buradan da bilmek gerekir ki hangi mertebede olursa olsun cür’et ve küstahlık, fıtrattan örtülü olmaksızın ortaya çıkamaz. Örtülü olma derecesi esasınca, Hak Teala’dan korku da, diğer korkulara dönüşür, korkuların en yücesi ise, azamet ve celal yurdundan ef’ali tecelliler hasebiyle ortaya çıkan korkudur. Bunun en üstün mertebesi ise sıfati tecellilerdir.
Son mertebenin sıfati tecelliler olduğunu söylememizin nedeni ise zati tecellilerin korkunun fena ve yokluk makamı olmasıdır. “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 62) Belki buradaki delillerden maksat da tümel fenaya ulaşmış olan mutlak velilerdir. Onlar, kendilerinden ve korkunun bütün mertebelerinden kopmuşlardır.
Veya korku, örtülü olma anında hasıl olmaktadır. Bu makamda ortaya çıkan her korku, Hakk’a karşı küstahlaşmanın aynısı olan İblis ve nefsin tasarrufatından biridir. Zira, Hakk’tan gayrısı için, Hakk’tan gayrısından korkmak, Hakk için değildir. Kendisine gelme (sehv) halinden sonra büyük velilere ve kamil peygamberlere hasıl olan korkular ile örtülü olan diğerleri için ortaya çıkan korku arasında büyük bir fark vardır. Onların korku ve rağbetinin diğerlerinin korku ve rağbetinden büyük bir farkı olduğu açığa kavuşmaktadır.
İmam Humeyni (r.a)
Akıl ve Cehalet Askerleri
Korku (Rehbet)
“Rehbet” kelimesi korku anlamındadır. “Rehban” kelimesi ise korkuda aşırı gitmektir. “Ruhban” ise “rahib”in çoğuludur. “Ruhban”ın çoğulu ise “rehabin” kelimesidir. “Rehbaniyyet” ise insanlardan uzak durmak ve ibadetle meşgul olmak için dünya lezzetlerinden bir kenara çekilmektir. Bu haslet İslam’da yasaklanmıştır.
Bir şahıs, ben ruhbanlığa yönelmek istiyorum deyince Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bunu yapma, şüphesiz ümmetimin ruhbanlığı camilerde oturmaktır.” (Bihar’ul Envar, c.80, s.381)
Aklın askerlerinden ve nefsin maslahatlarından biri olan, Allah’tan korkmak ise cehaletin askerlerinden biri olan Allah’a karşı küstahlığın karşıtıdır ve o anlamda bir ruhbanlığın gereği değildir. Aksine marifet ehlinin dilinde olan halvet, insanlardan uzaklaşmak değildir.
Kalbin Allah’tan gayrisiyle meşgul olmayı terk etmesinden ibaret olan marifet ehli nezdindeki halvet, bazen sadece uzlete çekilmenin ve insanlara karışmayı terk etmenin bir mertebesi ile hasıl olmaktadır. Bu anlam da ruhbanlık değildir. Aksine akıl ve şeriat açısından üstün bir konudur. Özetle aklın askerlerinden biri olan “rehbet”, Hak Teala’dan korkmaktır ve bu da rahmeti ümit etmeye aykırı değildir. Bu yüzden ümit de karamsarlığın karşıtı olup aklın askerlerinden biridir.
Korkunun Derece Farklılıklarının Beyanı Hakkında:
Genel olarak bilmek gerekir ki korkunun derecelerinin farklılığı, ibadet edenlerin ve Allah’a doğru süluk edenlerin derece farklılığından ve marifet derecelerinin ihtilafından kaynaklanmaktadır.
O halde korkunun birinci derecesi, ceza ve azaptan korkmaktır ve bu genelin korkusudur. Genellikle korkanların korkusu bu türdendir.
Sevaptan mahrumiyet ve sevimli lezzetlere ulaşmama korkusu da bu dereceye girmektedir. Bu derecede bulunan bir korku, Allah’tan korku değildir. Nitekim bu korku üzere yapılan ibadet de halis ibadet değildir. “Bu ibadet, kölelerin veya işçilerin ibadetidir.” (İmam Ali (as), Vesail’uş-Şia, c.1, s.59-60)
İnsan nefsinin ve nefsani şehvetlerin esaretinde kaldıkça, bencillik içinde çırpındıkça ve özetle şeytani renk olan nefsani renk içinde oldukça, ne ibadet ve itaati Allah’a ibadet sayılır, ne de korku ve rağbeti Hak Teala’dan korku ve rağbet olarak kabul edilir. Aksine bu makamdaki bir insanın bütün şekilsel, manevi, kalbi ve kalbi amelleri nefsanidir ve de şeytan nefis rengine bürünmüştür.
Korkunun ikinci derecesi ise, has (özel) kimselerin korkusudur. Bu da kınanmaktan korkudur. Bunlar Allah-u Teala’nın mukaddes dergahından uzak düşmekten, kınanmaktan ve inayetten mahrum kalmaktan korkarlar. Bunlar, hayvani lezzetlerden ve doğal şehvetlerden uzaktırlar. Ama manevi lezzetler, ruhlarında mevcuttur. Makam yakınlığı dilerler, bu dilek olduğu müddetçe de nefsaniyet renginden ve şeytani renkten halis ve arınmış değillerdir. İbadetler ve itaatler, bu amaçla olursa her türlü renkten arınması gereken Allah’ın dini olamaz.
“Bilin ki halis din Allah içindir.” (Zümer, 3)
Korkunun üçüncü derecesi ise, Ehes’ul-Havas’ın (hasların hassının) korkusudur. O da örtülü olmaktan korkudur. Bu kimseler de ihsan ve bağışa teveccüh etmez, huzur şevki ve lezzeti, bu kimseleri iki dünyadan koparmıştır. Ama işin içinde nefsaniyet oldukça, müşahade ve huzur iştiyakı bulundukça, hakiki ihlas ve Allah sevgisi olarak sayılamaz.
Gerçi, bu da öyle yüce bir makamdır ki marifet ehlinden halis kılınmış kimseler dışında hiç kimse bu makama ulaşamaz. Bizim gibi örtülü olan kimselerin tamah eli bu makama ulaşmaktan uzaktır.
Korkunun dördüncü derecesi ise, velilerin korkusudur ki onlar, varlık ve bencillik renginden temizlenmişlerdir ve Allah’ın rengine bürünmüşlerdir. “Boyası Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Bakara, 138) Onlar, kalplerine yansıyan celal ve cemalin tecellilerinden dolayı korku içindedirler. Bilmek gerekir ki, her cemalde bir celal ve azamet gizlidir. Bu açıdan cemalin cilvesinden korku hasıl olmaktadır. Bu azamet korkusu genel olarak, üç mertebeye ulaşmaktadır. Zira, detaylarını anlatmak ise burada mümkün değildir. Hakiki korku, nefsaniyet ve bencilliğin olmadığı bu son dereceden ibarettir.
Korkunun bu derecelerinden her birinin karşıtında ise, cür’et ve küstahlıktan bir derece vardır. Nitekim birinci derecenin karşısında günahlar hususunda cür’et vardır. İkinci derecenin karşısında, sürçmeler hususundaki cür’et vardır. Üçüncü derecenin karşısında ise iradesiyle hicaplara girme hakkında hicap vardır. Dördüncü derecenin karşısında ise bencillik hususunda zat, sıfat ve fiil olarak nefsani ve şeytani renge bürünme cür’eti vardır.
Korku Aklın ve Rahmanın Askerlerindendir,
Cür’et ise Cehalet ve Şeytanın Askerlerindendir.
Biz örtülülerin kalbi Hak Teala’dan korkudan yoksun olması, Allah’ın azametini derk etmememizden kaynaklanmaktadır. Bu fıtrat tabiatın, kalın perdeleri ile örtüldüğü için, Allah’a karşı küstahlığa yönelmektedir. Ama tabiat örtüsünden sıyrılan ve Allah’ın azametinin kalplerine tecelli ettiği kimselerin, hiçbir zarar ve yarara teveccüh etmeksizin, cennet ve cehenneme itina göstermeksizin, kalpleri azamet ve celal tecellisinden dolayı titremektedir. Bu kimseler Allah korkusundan kendinden geçiyordu. Bu kimseler evliyanın huzur zamanı ve yakınlık miracı olan namaz esnasında renkleri sararıyor, bedenleri titriyor ve kendilerinden geçiyorlardı.
Mirac gecesinde de Resulullah (s.a.a) azamet tecellilerini görünce de kendinden geçiyor, ondan sonra üns ve rahmet tecellisiyle kendine getiriliyordu. (Bihar’ul Envar, c.79, s.241) Orası azamet dışında herhangi bir şeyden korku makamı değildi. Azap ve cezadan bir eser yoktu. Orada aşk ve muhabbet fıtratı, bütün hakikatiyle ve rağbet ve korku fıtratı bütün anlamıyla örtülü olmaksızın vücuduna hükmediyordu ve fıtratın hükmü, Hakk’ın hükmünden ayrı değildi.
Buradan da bilmek gerekir ki hangi mertebede olursa olsun cür’et ve küstahlık, fıtrattan örtülü olmaksızın ortaya çıkamaz. Örtülü olma derecesi esasınca, Hak Teala’dan korku da, diğer korkulara dönüşür, korkuların en yücesi ise, azamet ve celal yurdundan ef’ali tecelliler hasebiyle ortaya çıkan korkudur. Bunun en üstün mertebesi ise sıfati tecellilerdir.
Son mertebenin sıfati tecelliler olduğunu söylememizin nedeni ise zati tecellilerin korkunun fena ve yokluk makamı olmasıdır. “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus, 62) Belki buradaki delillerden maksat da tümel fenaya ulaşmış olan mutlak velilerdir. Onlar, kendilerinden ve korkunun bütün mertebelerinden kopmuşlardır.
Veya korku, örtülü olma anında hasıl olmaktadır. Bu makamda ortaya çıkan her korku, Hakk’a karşı küstahlaşmanın aynısı olan İblis ve nefsin tasarrufatından biridir. Zira, Hakk’tan gayrısı için, Hakk’tan gayrısından korkmak, Hakk için değildir. Kendisine gelme (sehv) halinden sonra büyük velilere ve kamil peygamberlere hasıl olan korkular ile örtülü olan diğerleri için ortaya çıkan korku arasında büyük bir fark vardır. Onların korku ve rağbetinin diğerlerinin korku ve rağbetinden büyük bir farkı olduğu açığa kavuşmaktadır.
İmam Humeyni (r.a)
Akıl ve Cehalet Askerleri

TEVAZU VE KİBİR
TEVAZU VE KİBİR
Büyük cihadımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ancak, değerli incivemercan.com takipçilerimizden “psikolojimizi en iyi Rabbimiz anlar” ana başlığı altında daha önce incelediğimiz konularımızı tekrar gözden geçirerek hatırlamalarını tavsiye ediyoruz. Çünkü nefis ile cihad, bir anlık veya bir günlük bir mesele değil tüm hayatımızı kaplayan, her an mücadele etmek zorunda olduğumuz en önemli sorundur.
Bizleri yeni takip etmeye başlayan okuyucularımızın da önceki konuları okumaları kendilerine faydalı olacaktır.
Tevazu ve Kibrin Anlamı
Tevazu; tekebbürün değil, kibrin karşıtıdır ve nefsani sıfatlardan biridir.
Tekebbür; kibirlenmeyi izhar etmek (açığa vurmak, belirtmek) anlamına gelir.
Örf ve lügat açısından tevazu ise küçüklüğünü izhar etmektir.
İnsanın kendi nefsine beslediği aşırı sevgi bencilliğe, dolayısıyla da kendi eksiklik ve ayıplarını, kötülüklerini görmemesine sebep olur. Hatta bazen, faziletlerini kat kat gördüğü için kendi kötülüklerini bile iyilik olarak zannedebilmektedir. Ve yine nefsi ona başkalarının faziletlerini ve iyiliklerini örtmekte, eksikliklerini de kat kat fazla göstermektedir. İşte insan kendinde küçücük de olsa kemal bir sıfat görünce, nefsine beslediği aşırı sevginin de etkisiyle nefsinde kendine karşı bir beğeni hali ortaya çıkar. Bu “ucb” dur.Bundan sonra da bir büyüklenme içine girer ve kendisini başkalarından üstün görmeye başlar. Bu hal de “kibir” dir. Bu kalbi halet bedenine yansıyarak tuğyan eder, büyüklenir, başkalarına karşı üstünlük taslar ise bu da “tekebbür” dür. Başka ifadeyle tekebbür, kalpte saklanan kibrin âşikâr olmasıdır.
Eğer insan nefsinin kendisine oynadığı bu oyunu farkeder, bu perdeyi aralar ve kendini olduğu gibi görmeyi başarabilirse; eksikliklerini farkeder, kendine kınayıcı bir gözle bakar, başkalarının üstünlük ve faziletlerini görür. Bu bakış açısına sahip olduğu zaman ise gerek Allah’ın celal ve cemal sıfatları, rububiyeti karşısında olsun, gerekse Allah’ın kulları karşısında olsun yavaş yavaş nefiste kendini küçük görme haleti ortaya çıkmaya başlar. Bu halet ise kalbi bir “tevazu” dur. Bu kalbi halet bedenine yansıyarak âşikâr olunca da “tevazu gösterdi, alçakgönüllü davrandı” denilmektedir.
Tevazu ve Kibrin Dereceleri
Tevazunun bir takım dereceleri vardır ki tekebbür her derecede onun karşısında yer almaktadır.
Birincisi; büyük peygamberlerin ve kâmil velilerin tevazusudur.
Bu gruptaki kimselerin tevazusu Allah içindir, O’nun rububiyeti, celal ve cemal sıfatları karşısında gösterilen tevazudur. Dolayısıyla Allah-u Tealâ’nın kullarına da bundan dolayı tevazu gösterirler. Tevazunun yanı sıra muhabbet makamına da sahiptirler ve Hak Tealâ’nın mazharlarına muhabbet, Hakk’a muhabbet ile birliktedir ve bu muhabbet ile birlikte olan tevazu da, tevazu mertebelerinin en kâmilidir.
Allah’ın yarattıklarının en ârifi, Allah’ın kulllarının en yücesi olan son peygamber Hz. Muhammed (saa), Allah-u Tealâ karşısında varlıkların en alçakgönüllüsü idi.
İkincisi; marifet ehli kimselerin tevazusudur ki onlarda da velilerin tevazusu vardır ancak daha eksik bir aşamada.
Üçüncüsü; rütbe açısından ikinci gruptan sonra gelen hikmet sahiplerinin tevazusudur. Lokmanî hikmetlerde, bu konuda özel tavsiyelerde bulunulmuştur:
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.” (Lokman, 18)
Dördüncüsü; müminlerin tevazusudur. Müminler de iman nuru ile Allah hakkında ilim kazanmış ve kendilerini nurlarının aydınlattığı kadarıyla ıslah etmişlerdir. Dolayısıyla da Allah ve yarattıkları için tevazu gösterirler.
Şimdi bir de kibrin derecelerine göz atalım.
Birincisi; Allah-u Tealâ karşısında kibirlenmek. En çirkin ve helak edici derecesi bu derecedir. Küfür ve fücur ehli kimseler ile uluhiyet iddiasında bulunan kimselerde görülmektedir. Firavun gibi.
İkincisi; Enbiya, Resuller ve Evliya (as) karşısında kibirlenmek. Bu grup bizzat nebiler zamanında oldukça fazla görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber veriliyor:
“Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?” (Mü’minun, 47)
Günümüzde de halen İslâm iddiasında bulunan bazı kimselerde bulunmaktadır.
Üçüncüsü; Allah-u Tealâ’nın emirleri karşısında kibirlenmek ki bu da Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.
Bazı günahkâr kimselerde görülmektedir. Bu tür bir insan, mesela ihram elbisesi ve benzeri amelleri kendine yakıştıramadığı için hac gibi bir farzı kolayca terkedebilmektedir. Bazen ilim veya ibadet ehli kimselerde görülür ki tekebbüre kapıldığından kendisi gibi veya kendisinden aşağı seviyede olan kimselerden hak bir söz işitse bile kabullenmezler.
Dördüncüsü; Allah’ın kullarına karşı kibirlenmek ki bu da Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.
Bazen görüldüğü gibi insan herhangi bir meseleyi kendi dost veya arkadaşlarından duyunca büyük bir şiddetle reddeder, bu sözün sahibini kınar ve şiddetle eleştirir. Ama aynı meseleyi bir din veya dünya büyüğünden işitince hemen kabullenir. Bunun tersi de mümkündür. Bu şahıs, hakkın talibi değildir.
Allah’ın kullarına, daha da kötüsü ilahi alim ve bilginlere tekebbür etmek hepsinden daha kötü ve zararı hepsinden daha fazladır. Fakirlerle oturmaktan çekinmek, meclislerde daima önde bulunmayı istemek, işte bu kibirden kaynaklanmaktadır. Bu tür kibir en cahilinden en alimine, en fakirinden en zenginine kadar birçok insan arasında yaygın ve revaç halindedir.
Bazen tevazu, yaltakçılık ve tekebbürü birbirinden ayırd etmek oldukça zordur. Bilmek gerekir ki tevazu, yaltaklanmaktan ve kibir de izzeti nefisten farklıdır. Hem temel, hem hedefler ve hem de neticeler açısından farklılık arzetmektedir.
Tevazunun kaynağı Allah ve nefis hakkında ilim sahibi olmaktır. Hedefi Allah’tır veya Allah’ın yüceliği. Neticesi ve ürünü ise nefsani kemâldir.
Yaltaklanmanın ise, kaynağı şirk ve cehalettir. Hedefi nefistir. Neticeleri ise küçülme, horluk, noksanlık ve utançtır.
Tekebbürün kaynağı ise bencillik, kendini sevmek, cehalet, Hak Tealâ’dan ve mazharlarından gaflet etmektir. Hedefi nefis ve gösteriştir. Neticesi ise tuğyan ve isyandır.
İzzet-i nefsin kaynağı ise, Allah’a tevekkül etmek, Hak Tealâ’ya dayanmaktır. Hedefi Allah’tır. Neticesi ise Allah’tan gayrısını terk etmektir.
Tekebbürün Sebepleri
Tekebbürün birçok sebebi olmasına karşın aslında hepsi bir tek sebebe dönmektedir.
İnsan kendisinde bir kemal görünce ucba kapılır, bu nefs sevgisiyle de karışınca başkalarının kemâlini görmesine engel teşkil eder ve dolayısıyla da onların kendisinden çok geride ve eksik olduklarını zanneder. Bu da kalbî veya zahirî büyüklenmeye sebep olmaktadır.
Tekebbür etmenin sebeplerinden biri de aklın küçüklüğü, kabiliyetin zayıflığı, alçaklık, düşkünlük, sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. Özetle insan sınırlı ve sabırsız bir varlık olduğundan kendisinde iyi bir şey görünce veya üstünlük ve imtiyaz farkedince, hemen bir makam ve mevki sahibi olduğu kuruntusuna kapılmaktadır. Aslında düşünse eksikliklerinin yanında bunun bir hiç kaldığını görecektir.
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 79)
“Putların annesi, sizin nefis putunuzdur. Zirâ o put yılan, bu put ise ejderhadır.” (Mevlâna)
Birçok ilim-irfan sahibi kişiler de maalesef bu çukura düşmüşlerdir ve bu tekebbür çukurundan bir türlü çıkamamaktadırlar. Kendilerinin de çok iyi bildiği gibi ilahi irfan insanı tevhide erdirir. Ancak bu kimseler kalplerini kendi varlığında kaybetmiş, ilahi rengi kendi cisminin rengi ile kapatmıştır. Oysa tüm ilimlerin kaynağı Allah değil midir? Sahip olunan ilimler Rabbimizin bir lütfu değil midir? O halde bu kibir Rabb’e karşı mı?
Bunlardan daha aşağı olanı ise mal, evlat, akraba ve taifesi gibi dış ve harici işler sebebiyle tekebbür eden kimsedir. Şüphesiz tüm arzu ve gayesi dünya olan kimse, dünyanın kulu ve ehlidir. Kendisinde olan şeyden başkalarında görünce ya onun yanında köle gibi olmakta veya ona hased edip başka bir hastalığa doğru yuvarlanmaktadır.
Bazen de hased tekebbürün kaynağı durumundadır. Çünkü hiçbir kemale sahip olmayan kimse, kemal sahibi kimseleri görünce hased etmekte ve bu kimselere karşı tebkebbür etmektedir. Mesela, fakir zengine ve cahil alime karşı kibirlenebilir.
Göülmektedir ki tekkebbürün en kuvvetli sebeplerinden biri, fikri ufkun küçüklüğü ve kabiliyet haddinin aşağılığıdır. Ve dünya ve nefis sevgisi insanı aşağıların aşağısına doğru çekmektedir.
Göğüs Genişliği ve Darlığı
Tevazu ve tekebbürün birçok nedenleri vardır ki bunlardan biri de göğüs genişliği ve darlığıdır. Göğüs genişliğine sahip olan bir insan, kendisinde ne kadar kemâl, cemâl, mal, mülk, devlet ve azamet görse dahi ona önem vermez, bunları büyük görmez. Böyle bir insanın varlık genişliği o kadar yücedir ki kalbe giren bütün duygulara galip gelir ve vücut kapasitesini hiçbir şey dolduramaz. Bu göğüs genişliği Hak Tealâ’nın marifetinden ortaya çıkmıştır ve de Allah ile ünsiyet liyakatine yardımcı olan hususlarda kalbi itminan ve güven makamına ulaştırmaktadır.
Allah-u Tealâ’yı zikretmek de kalbi tabiat makamlarından geri çevirir, bütün dünyayı ve içindeki herşeyi gözünden düşürür. Böylece kalp, Allah’tan başka hiç kimseye bağlanmaz, hiçbir şeye ısınmaz ve varlık alemindeki bütün alemler onun gözüne küçük gelir. Dolayısıyla da kalbine hangi duygular gelirse gelsin onu esir edemez. Bu da Hak Tealâ karşısında tevazu göstermesine sebep olur. İnsanlara karşı da tevazu gösterir zira yaratıklar Hak Tealâ’ya aittir.
İşte hedefin Allah olması insana göğüs genişliği verir, göğüs genişliği ise tevazu ve izzet-i nefse sebep olur.
Buna karşılık bencillik ise göğsün dar olmasındandır, aynı zamanda da göğüs darlığına neden olmaktadır. Bu da tekebbürün kaynağıdır. Kabiliyet zayıflığına ve göğüs darlığına sahip olduğu için, kendisinde ne görürse büyük görür, onunla büyüklenir. Nefsine esir olur, hedeflerine ulaşmak için de tamahladığı dünya ehli nezdinde zillet, horluk ve yaltaklanmaya sürüklenir.
Tekebbürün Tedavisi
Şunu iyi bilmeliyiz ki bir hastalığı tedavi etmekteki en önemli iki yardımcı teşhis ve hastalığın sebebidir. Önce hastalığı teşhis etmeli, derecesini bulmalı, kabullenmeli, sebebini bulmalı ve tedavi aşamasına geçilmelidir.
Unutmayalım ki şeytan tekebbür etmiş ve Allah’ın huzurundan kovulmuştu (Araf, 12; Sad, 76). Bu onun bir sıfatı ve Allah’ın dergâhından kovulma sebebi olduğundan arif, alim, sıradan halk ve cahili de kendisine yoldaş kılmak istiyor. Tekebbür etmek şeytanın yolundan gitmek ve onun askeri olmak demektir. Ahirette ise hem şeytani bir surette ve hem de küçük bir karınca suretinde haşrolunacaktır.
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurmuştıur:
“Mütekebbir kimseler, zayıf karıncalar haline dönecek ve insanlar Allah hesaplarını görünceye kadar onları ayakları altında çiğneyecektir.” (Usul-i Kafi, c.2, s.235)
Yine İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık (as)’dan rivayetle bir hadiste şöyle buyurulur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremez.”
İmam Bakır (as) şöyle buyurmuştur:
“Kibir, ateşin bineğidir.”
Peygamberimiz (saa) şöyle buyurmuştur:
“Cehennem ehlinin çoğu mütekebbirlerdir.”
Evet bütün bunları öğrendikten sonra acaba nefsimizi ıslah etmenin ve hastalıklarımızı tedavi etmenin zamanı gelmedi mi? Gençliğimiz elden gitti, gençlerimizi de yavaş yavaş kaybetmekteyiz. Ahir zamanda yaşıyor ve zuhuru bekliyorken daha ne kadar bu durumumuzu görmezden geleceğiz?
Nefsi ıslah etmek için gençlik daha uygun bir zamandır. Hem irade güçlüdür, hem de günah yükü henüz ağırlaşmamıştır ve fıtrata daha yakındır. Gençler, gençlik günlerinin değerini bilmelidirler ki bu büyük nimeti gaflet içinde geçirmesinler.
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Tealâ’nın Davud’a(as) vahyettiği şeylerden biri de şuydu: ‘Ey Davud! Şüphesiz insanlardan Allah’a en yakın olanları, tevazu sahipleri ve aynı şekilde Allah’tan uzak olanları ise Allah’a karşı tekebbürde bulunanlardır.” (Usul-i Kafi, c.2, s.111)
Rabbimiz pis bir meni iken bize hayat verdi, değer verdi. Sonra rahmetinin genişliği ile bizleri büyütüp özelliklerimizi daha bir fazlalaştırdı. Kimimize ilim verdi, kimimize evlat, kimimize ise mal. Sahip olduğumuz ne varsa O’na borçlu olduğumuz halde bu büyüklenmek de niye? Hiçbir şey bizim tasarrufumuzda değil. Ne gençliğimizi ne de güzelliğimizi koruyacak durumdayız. Hastalansak onu kendimizden def edemiyoruz. Eğer bir gün aç kalacak olsak murdar şeyleri bile yemeye kalkışırız. Eğer susuz kalsak en pis ve kokmuş suyu, hatta idrarımızı dahi içmeye kalkarız hayatta kalmak için. Ölsek birkaç gün içinde kokuşmuş iğrenilecek bir hale geliriz. Bu kadar aciz, zelil ve çaresiz bir kuluz işte. Ama Rabbimiz bize meleklerden de üstün olmanın yolllarını göstermiştir.
Allah’ı tanımak, Allah sevgisine neden olur bu sevgi kemale erince de insanı kendisinden koparır. İnsan kendisinden kopunca da bütün alemlerden kopar, tamah gözüyle kendisine ve başkalarına bakmaz, şeytan ve tabiatın pisliğinden temizlenir, ezel nuru kalbinin batınında tecelli eder, batınından zahire sirayet eder, böylece fiil ve sözleri nurani olur, dolayısıyla da mütevazi olduğu halde Allah’ın yaratıklarının hiçbiri karşısında yaltaklanmaz, ümit ve tamah gözüyle hiç kimseye bakmaz ve asla gözlerini yaratıklara dikmez.
Her kimin cehaleti fazla ve aklı az ise kibri daha fazladır. Aynı şekilde her kimin de ilmi daha fazla, ruhu daha büyük ve göğsü geniş ise daha çok mütevazi ve alçakgönüllüdür. Alemlere rahmet olarak yaratılan son peygamber Hz. Muhammed (saa), tüm cahili adetleri ve batıl dinleri ayaklar altına aldı. Tüm kitapları neshetti ve nübüvvet dairesini sona erdirdi. Buna rağmen herkesten daha fazla mütevazi idi. Ashabın kendisine ihtiram için ayağa kalkmasını çirkin görüyordu. Bir meclise girdiğinde daima alt köşede oturuyordu. Yemeğini yerde yer ve yerde otururdu.
İmam Sadık (as)’dan nakledildiğine göre Resulullah (saa) semeri olmayan merkebe binmeyi severdi ve Allah’ın kullarıyla daima alçak bir yerde oturur, yemek yerdi. Fakirlere iki eliyle ihsanda bulunurdu. Kölelerle birarada otururdu. Ailesine ev işlerinde yardımcı olurdu. Kendi eliyle koyun sağar, elbise ve ayakkabısını dikerdi.
Aynı şekilde İmam Ali (as) da tamamıyla Resulullah’ın ahlakı ile ahlaklanmıştı.
Öyleyse ey Müslüman! Eğer tekebbür manevi kemal için ise onların manevi kemali herkesten daha fazlaydı. Ama buna rağmen herkesten daha çok mütevazi idiler. Onların pak nazarında meclislerin ön veya arkası ile baş veya alt köşesinin hiçbir farkı yoktu.
Bilmeliyiz ki tevazu, ilim ve marifetin ürünüdür. Kibir ve tekebbür ise cehalet ve bilgisizliğin neticesidir. Şeytanın sıfatını bir kenara bırakıp, enbiyanın sıfatı ile sıfatlanmalıdır.
Nefse muhalefet edilmelidir ancak çok dikkatli olunmalıdır. Zira nefs insan için başka bir yoldan tuzak hazırlamakta ve insanı gafil avlayarak sırt üstü yere vurmaktadır. Mesela bazıları meclisin alt köşesine öyle bir otururlar ki, orda bulunanlara adeta “benim makam ve mevkim buradan çok daha yüksek ve yücedir. Ama ben tevazu gösteriyorum.” demek ister. Kendisinden makamca daha düşük olan birini kendinden öne geçirir. Bunlar hep nefsin hileleridir. Bunlar kibrin üstüne riyayı ilave etmekten ibarettir.
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
“İlim taleb ediniz ve ilimle birlikte sabır ve vakar ile süsleniniz, ilim öğrettiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimseye karşı tevazu içinde olunuz, batılları, haklarını ortadan kaldıran cabbar alimlerden olmayınız.” (Usul-u Kafi, c.1, s.28)
Halis bir niyetle mücadeleye girişmek gerekiyor. Elbette o zaman nefs mutlaka ıslah olacaktır. İlk önceleri zor olsa bile. Asıl olan insanın ıslaha niyetlenmesi ve uykudan uyanmasıdır. İnsanlığın ilk menzili “yakza” (uyanmak) dır. İnsanın gaflet uykusundan uyanması ve tabiat sarhoşluğundan kendine gelmesidir. Bir yolcu olduğunu hatırlamasıdır. Bu yolun korku ve tehlike dolu olduğunu, karanlık, kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu; bu yolun nurunun ise iman ve övülmüş hasletler olduğunu anlamasıdır. Eğer gevşeklik eder ve gecikirse bu sırattan geçemeyip yüzüstü ateşe düşecektir.
Bu manevi pisliklerin giderilmesi için onları tevbe ve pişmanlık ateşi ile yakmak gerekmektedir. Nefsi kınama fırınında yakmak, pişmanlık ateşi ile eritmek ve Allah’a dönmek gerekmektedir. Bu işi bu dünyada kendimiz yapmalıyız. Aksi takdirde ilahi azap ocağında “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi” (Hümeze, 6) yakıp eritecektir.
SEHER UMUT
Büyük cihadımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ancak, değerli incivemercan.com takipçilerimizden “psikolojimizi en iyi Rabbimiz anlar” ana başlığı altında daha önce incelediğimiz konularımızı tekrar gözden geçirerek hatırlamalarını tavsiye ediyoruz. Çünkü nefis ile cihad, bir anlık veya bir günlük bir mesele değil tüm hayatımızı kaplayan, her an mücadele etmek zorunda olduğumuz en önemli sorundur.
Bizleri yeni takip etmeye başlayan okuyucularımızın da önceki konuları okumaları kendilerine faydalı olacaktır.
Tevazu ve Kibrin Anlamı
Tevazu; tekebbürün değil, kibrin karşıtıdır ve nefsani sıfatlardan biridir.
Tekebbür; kibirlenmeyi izhar etmek (açığa vurmak, belirtmek) anlamına gelir.
Örf ve lügat açısından tevazu ise küçüklüğünü izhar etmektir.
İnsanın kendi nefsine beslediği aşırı sevgi bencilliğe, dolayısıyla da kendi eksiklik ve ayıplarını, kötülüklerini görmemesine sebep olur. Hatta bazen, faziletlerini kat kat gördüğü için kendi kötülüklerini bile iyilik olarak zannedebilmektedir. Ve yine nefsi ona başkalarının faziletlerini ve iyiliklerini örtmekte, eksikliklerini de kat kat fazla göstermektedir. İşte insan kendinde küçücük de olsa kemal bir sıfat görünce, nefsine beslediği aşırı sevginin de etkisiyle nefsinde kendine karşı bir beğeni hali ortaya çıkar. Bu “ucb” dur.Bundan sonra da bir büyüklenme içine girer ve kendisini başkalarından üstün görmeye başlar. Bu hal de “kibir” dir. Bu kalbi halet bedenine yansıyarak tuğyan eder, büyüklenir, başkalarına karşı üstünlük taslar ise bu da “tekebbür” dür. Başka ifadeyle tekebbür, kalpte saklanan kibrin âşikâr olmasıdır.
Eğer insan nefsinin kendisine oynadığı bu oyunu farkeder, bu perdeyi aralar ve kendini olduğu gibi görmeyi başarabilirse; eksikliklerini farkeder, kendine kınayıcı bir gözle bakar, başkalarının üstünlük ve faziletlerini görür. Bu bakış açısına sahip olduğu zaman ise gerek Allah’ın celal ve cemal sıfatları, rububiyeti karşısında olsun, gerekse Allah’ın kulları karşısında olsun yavaş yavaş nefiste kendini küçük görme haleti ortaya çıkmaya başlar. Bu halet ise kalbi bir “tevazu” dur. Bu kalbi halet bedenine yansıyarak âşikâr olunca da “tevazu gösterdi, alçakgönüllü davrandı” denilmektedir.
Tevazu ve Kibrin Dereceleri
Tevazunun bir takım dereceleri vardır ki tekebbür her derecede onun karşısında yer almaktadır.
Birincisi; büyük peygamberlerin ve kâmil velilerin tevazusudur.
Bu gruptaki kimselerin tevazusu Allah içindir, O’nun rububiyeti, celal ve cemal sıfatları karşısında gösterilen tevazudur. Dolayısıyla Allah-u Tealâ’nın kullarına da bundan dolayı tevazu gösterirler. Tevazunun yanı sıra muhabbet makamına da sahiptirler ve Hak Tealâ’nın mazharlarına muhabbet, Hakk’a muhabbet ile birliktedir ve bu muhabbet ile birlikte olan tevazu da, tevazu mertebelerinin en kâmilidir.
Allah’ın yarattıklarının en ârifi, Allah’ın kulllarının en yücesi olan son peygamber Hz. Muhammed (saa), Allah-u Tealâ karşısında varlıkların en alçakgönüllüsü idi.
İkincisi; marifet ehli kimselerin tevazusudur ki onlarda da velilerin tevazusu vardır ancak daha eksik bir aşamada.
Üçüncüsü; rütbe açısından ikinci gruptan sonra gelen hikmet sahiplerinin tevazusudur. Lokmanî hikmetlerde, bu konuda özel tavsiyelerde bulunulmuştur:
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.” (Lokman, 18)
Dördüncüsü; müminlerin tevazusudur. Müminler de iman nuru ile Allah hakkında ilim kazanmış ve kendilerini nurlarının aydınlattığı kadarıyla ıslah etmişlerdir. Dolayısıyla da Allah ve yarattıkları için tevazu gösterirler.
Şimdi bir de kibrin derecelerine göz atalım.
Birincisi; Allah-u Tealâ karşısında kibirlenmek. En çirkin ve helak edici derecesi bu derecedir. Küfür ve fücur ehli kimseler ile uluhiyet iddiasında bulunan kimselerde görülmektedir. Firavun gibi.
İkincisi; Enbiya, Resuller ve Evliya (as) karşısında kibirlenmek. Bu grup bizzat nebiler zamanında oldukça fazla görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber veriliyor:
“Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?” (Mü’minun, 47)
Günümüzde de halen İslâm iddiasında bulunan bazı kimselerde bulunmaktadır.
Üçüncüsü; Allah-u Tealâ’nın emirleri karşısında kibirlenmek ki bu da Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.
Bazı günahkâr kimselerde görülmektedir. Bu tür bir insan, mesela ihram elbisesi ve benzeri amelleri kendine yakıştıramadığı için hac gibi bir farzı kolayca terkedebilmektedir. Bazen ilim veya ibadet ehli kimselerde görülür ki tekebbüre kapıldığından kendisi gibi veya kendisinden aşağı seviyede olan kimselerden hak bir söz işitse bile kabullenmezler.
Dördüncüsü; Allah’ın kullarına karşı kibirlenmek ki bu da Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.
Bazen görüldüğü gibi insan herhangi bir meseleyi kendi dost veya arkadaşlarından duyunca büyük bir şiddetle reddeder, bu sözün sahibini kınar ve şiddetle eleştirir. Ama aynı meseleyi bir din veya dünya büyüğünden işitince hemen kabullenir. Bunun tersi de mümkündür. Bu şahıs, hakkın talibi değildir.
Allah’ın kullarına, daha da kötüsü ilahi alim ve bilginlere tekebbür etmek hepsinden daha kötü ve zararı hepsinden daha fazladır. Fakirlerle oturmaktan çekinmek, meclislerde daima önde bulunmayı istemek, işte bu kibirden kaynaklanmaktadır. Bu tür kibir en cahilinden en alimine, en fakirinden en zenginine kadar birçok insan arasında yaygın ve revaç halindedir.
Bazen tevazu, yaltakçılık ve tekebbürü birbirinden ayırd etmek oldukça zordur. Bilmek gerekir ki tevazu, yaltaklanmaktan ve kibir de izzeti nefisten farklıdır. Hem temel, hem hedefler ve hem de neticeler açısından farklılık arzetmektedir.
Tevazunun kaynağı Allah ve nefis hakkında ilim sahibi olmaktır. Hedefi Allah’tır veya Allah’ın yüceliği. Neticesi ve ürünü ise nefsani kemâldir.
Yaltaklanmanın ise, kaynağı şirk ve cehalettir. Hedefi nefistir. Neticeleri ise küçülme, horluk, noksanlık ve utançtır.
Tekebbürün kaynağı ise bencillik, kendini sevmek, cehalet, Hak Tealâ’dan ve mazharlarından gaflet etmektir. Hedefi nefis ve gösteriştir. Neticesi ise tuğyan ve isyandır.
İzzet-i nefsin kaynağı ise, Allah’a tevekkül etmek, Hak Tealâ’ya dayanmaktır. Hedefi Allah’tır. Neticesi ise Allah’tan gayrısını terk etmektir.
Tekebbürün Sebepleri
Tekebbürün birçok sebebi olmasına karşın aslında hepsi bir tek sebebe dönmektedir.
İnsan kendisinde bir kemal görünce ucba kapılır, bu nefs sevgisiyle de karışınca başkalarının kemâlini görmesine engel teşkil eder ve dolayısıyla da onların kendisinden çok geride ve eksik olduklarını zanneder. Bu da kalbî veya zahirî büyüklenmeye sebep olmaktadır.
Tekebbür etmenin sebeplerinden biri de aklın küçüklüğü, kabiliyetin zayıflığı, alçaklık, düşkünlük, sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. Özetle insan sınırlı ve sabırsız bir varlık olduğundan kendisinde iyi bir şey görünce veya üstünlük ve imtiyaz farkedince, hemen bir makam ve mevki sahibi olduğu kuruntusuna kapılmaktadır. Aslında düşünse eksikliklerinin yanında bunun bir hiç kaldığını görecektir.
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 79)
“Putların annesi, sizin nefis putunuzdur. Zirâ o put yılan, bu put ise ejderhadır.” (Mevlâna)
Birçok ilim-irfan sahibi kişiler de maalesef bu çukura düşmüşlerdir ve bu tekebbür çukurundan bir türlü çıkamamaktadırlar. Kendilerinin de çok iyi bildiği gibi ilahi irfan insanı tevhide erdirir. Ancak bu kimseler kalplerini kendi varlığında kaybetmiş, ilahi rengi kendi cisminin rengi ile kapatmıştır. Oysa tüm ilimlerin kaynağı Allah değil midir? Sahip olunan ilimler Rabbimizin bir lütfu değil midir? O halde bu kibir Rabb’e karşı mı?
Bunlardan daha aşağı olanı ise mal, evlat, akraba ve taifesi gibi dış ve harici işler sebebiyle tekebbür eden kimsedir. Şüphesiz tüm arzu ve gayesi dünya olan kimse, dünyanın kulu ve ehlidir. Kendisinde olan şeyden başkalarında görünce ya onun yanında köle gibi olmakta veya ona hased edip başka bir hastalığa doğru yuvarlanmaktadır.
Bazen de hased tekebbürün kaynağı durumundadır. Çünkü hiçbir kemale sahip olmayan kimse, kemal sahibi kimseleri görünce hased etmekte ve bu kimselere karşı tebkebbür etmektedir. Mesela, fakir zengine ve cahil alime karşı kibirlenebilir.
Göülmektedir ki tekkebbürün en kuvvetli sebeplerinden biri, fikri ufkun küçüklüğü ve kabiliyet haddinin aşağılığıdır. Ve dünya ve nefis sevgisi insanı aşağıların aşağısına doğru çekmektedir.
Göğüs Genişliği ve Darlığı
Tevazu ve tekebbürün birçok nedenleri vardır ki bunlardan biri de göğüs genişliği ve darlığıdır. Göğüs genişliğine sahip olan bir insan, kendisinde ne kadar kemâl, cemâl, mal, mülk, devlet ve azamet görse dahi ona önem vermez, bunları büyük görmez. Böyle bir insanın varlık genişliği o kadar yücedir ki kalbe giren bütün duygulara galip gelir ve vücut kapasitesini hiçbir şey dolduramaz. Bu göğüs genişliği Hak Tealâ’nın marifetinden ortaya çıkmıştır ve de Allah ile ünsiyet liyakatine yardımcı olan hususlarda kalbi itminan ve güven makamına ulaştırmaktadır.
Allah-u Tealâ’yı zikretmek de kalbi tabiat makamlarından geri çevirir, bütün dünyayı ve içindeki herşeyi gözünden düşürür. Böylece kalp, Allah’tan başka hiç kimseye bağlanmaz, hiçbir şeye ısınmaz ve varlık alemindeki bütün alemler onun gözüne küçük gelir. Dolayısıyla da kalbine hangi duygular gelirse gelsin onu esir edemez. Bu da Hak Tealâ karşısında tevazu göstermesine sebep olur. İnsanlara karşı da tevazu gösterir zira yaratıklar Hak Tealâ’ya aittir.
İşte hedefin Allah olması insana göğüs genişliği verir, göğüs genişliği ise tevazu ve izzet-i nefse sebep olur.
Buna karşılık bencillik ise göğsün dar olmasındandır, aynı zamanda da göğüs darlığına neden olmaktadır. Bu da tekebbürün kaynağıdır. Kabiliyet zayıflığına ve göğüs darlığına sahip olduğu için, kendisinde ne görürse büyük görür, onunla büyüklenir. Nefsine esir olur, hedeflerine ulaşmak için de tamahladığı dünya ehli nezdinde zillet, horluk ve yaltaklanmaya sürüklenir.
Tekebbürün Tedavisi
Şunu iyi bilmeliyiz ki bir hastalığı tedavi etmekteki en önemli iki yardımcı teşhis ve hastalığın sebebidir. Önce hastalığı teşhis etmeli, derecesini bulmalı, kabullenmeli, sebebini bulmalı ve tedavi aşamasına geçilmelidir.
Unutmayalım ki şeytan tekebbür etmiş ve Allah’ın huzurundan kovulmuştu (Araf, 12; Sad, 76). Bu onun bir sıfatı ve Allah’ın dergâhından kovulma sebebi olduğundan arif, alim, sıradan halk ve cahili de kendisine yoldaş kılmak istiyor. Tekebbür etmek şeytanın yolundan gitmek ve onun askeri olmak demektir. Ahirette ise hem şeytani bir surette ve hem de küçük bir karınca suretinde haşrolunacaktır.
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurmuştıur:
“Mütekebbir kimseler, zayıf karıncalar haline dönecek ve insanlar Allah hesaplarını görünceye kadar onları ayakları altında çiğneyecektir.” (Usul-i Kafi, c.2, s.235)
Yine İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık (as)’dan rivayetle bir hadiste şöyle buyurulur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremez.”
İmam Bakır (as) şöyle buyurmuştur:
“Kibir, ateşin bineğidir.”
Peygamberimiz (saa) şöyle buyurmuştur:
“Cehennem ehlinin çoğu mütekebbirlerdir.”
Evet bütün bunları öğrendikten sonra acaba nefsimizi ıslah etmenin ve hastalıklarımızı tedavi etmenin zamanı gelmedi mi? Gençliğimiz elden gitti, gençlerimizi de yavaş yavaş kaybetmekteyiz. Ahir zamanda yaşıyor ve zuhuru bekliyorken daha ne kadar bu durumumuzu görmezden geleceğiz?
Nefsi ıslah etmek için gençlik daha uygun bir zamandır. Hem irade güçlüdür, hem de günah yükü henüz ağırlaşmamıştır ve fıtrata daha yakındır. Gençler, gençlik günlerinin değerini bilmelidirler ki bu büyük nimeti gaflet içinde geçirmesinler.
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Tealâ’nın Davud’a(as) vahyettiği şeylerden biri de şuydu: ‘Ey Davud! Şüphesiz insanlardan Allah’a en yakın olanları, tevazu sahipleri ve aynı şekilde Allah’tan uzak olanları ise Allah’a karşı tekebbürde bulunanlardır.” (Usul-i Kafi, c.2, s.111)
Rabbimiz pis bir meni iken bize hayat verdi, değer verdi. Sonra rahmetinin genişliği ile bizleri büyütüp özelliklerimizi daha bir fazlalaştırdı. Kimimize ilim verdi, kimimize evlat, kimimize ise mal. Sahip olduğumuz ne varsa O’na borçlu olduğumuz halde bu büyüklenmek de niye? Hiçbir şey bizim tasarrufumuzda değil. Ne gençliğimizi ne de güzelliğimizi koruyacak durumdayız. Hastalansak onu kendimizden def edemiyoruz. Eğer bir gün aç kalacak olsak murdar şeyleri bile yemeye kalkışırız. Eğer susuz kalsak en pis ve kokmuş suyu, hatta idrarımızı dahi içmeye kalkarız hayatta kalmak için. Ölsek birkaç gün içinde kokuşmuş iğrenilecek bir hale geliriz. Bu kadar aciz, zelil ve çaresiz bir kuluz işte. Ama Rabbimiz bize meleklerden de üstün olmanın yolllarını göstermiştir.
Allah’ı tanımak, Allah sevgisine neden olur bu sevgi kemale erince de insanı kendisinden koparır. İnsan kendisinden kopunca da bütün alemlerden kopar, tamah gözüyle kendisine ve başkalarına bakmaz, şeytan ve tabiatın pisliğinden temizlenir, ezel nuru kalbinin batınında tecelli eder, batınından zahire sirayet eder, böylece fiil ve sözleri nurani olur, dolayısıyla da mütevazi olduğu halde Allah’ın yaratıklarının hiçbiri karşısında yaltaklanmaz, ümit ve tamah gözüyle hiç kimseye bakmaz ve asla gözlerini yaratıklara dikmez.
Her kimin cehaleti fazla ve aklı az ise kibri daha fazladır. Aynı şekilde her kimin de ilmi daha fazla, ruhu daha büyük ve göğsü geniş ise daha çok mütevazi ve alçakgönüllüdür. Alemlere rahmet olarak yaratılan son peygamber Hz. Muhammed (saa), tüm cahili adetleri ve batıl dinleri ayaklar altına aldı. Tüm kitapları neshetti ve nübüvvet dairesini sona erdirdi. Buna rağmen herkesten daha fazla mütevazi idi. Ashabın kendisine ihtiram için ayağa kalkmasını çirkin görüyordu. Bir meclise girdiğinde daima alt köşede oturuyordu. Yemeğini yerde yer ve yerde otururdu.
İmam Sadık (as)’dan nakledildiğine göre Resulullah (saa) semeri olmayan merkebe binmeyi severdi ve Allah’ın kullarıyla daima alçak bir yerde oturur, yemek yerdi. Fakirlere iki eliyle ihsanda bulunurdu. Kölelerle birarada otururdu. Ailesine ev işlerinde yardımcı olurdu. Kendi eliyle koyun sağar, elbise ve ayakkabısını dikerdi.
Aynı şekilde İmam Ali (as) da tamamıyla Resulullah’ın ahlakı ile ahlaklanmıştı.
Öyleyse ey Müslüman! Eğer tekebbür manevi kemal için ise onların manevi kemali herkesten daha fazlaydı. Ama buna rağmen herkesten daha çok mütevazi idiler. Onların pak nazarında meclislerin ön veya arkası ile baş veya alt köşesinin hiçbir farkı yoktu.
Bilmeliyiz ki tevazu, ilim ve marifetin ürünüdür. Kibir ve tekebbür ise cehalet ve bilgisizliğin neticesidir. Şeytanın sıfatını bir kenara bırakıp, enbiyanın sıfatı ile sıfatlanmalıdır.
Nefse muhalefet edilmelidir ancak çok dikkatli olunmalıdır. Zira nefs insan için başka bir yoldan tuzak hazırlamakta ve insanı gafil avlayarak sırt üstü yere vurmaktadır. Mesela bazıları meclisin alt köşesine öyle bir otururlar ki, orda bulunanlara adeta “benim makam ve mevkim buradan çok daha yüksek ve yücedir. Ama ben tevazu gösteriyorum.” demek ister. Kendisinden makamca daha düşük olan birini kendinden öne geçirir. Bunlar hep nefsin hileleridir. Bunlar kibrin üstüne riyayı ilave etmekten ibarettir.
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
“İlim taleb ediniz ve ilimle birlikte sabır ve vakar ile süsleniniz, ilim öğrettiğiniz ve kendisinden ilim öğrendiğiniz kimseye karşı tevazu içinde olunuz, batılları, haklarını ortadan kaldıran cabbar alimlerden olmayınız.” (Usul-u Kafi, c.1, s.28)
Halis bir niyetle mücadeleye girişmek gerekiyor. Elbette o zaman nefs mutlaka ıslah olacaktır. İlk önceleri zor olsa bile. Asıl olan insanın ıslaha niyetlenmesi ve uykudan uyanmasıdır. İnsanlığın ilk menzili “yakza” (uyanmak) dır. İnsanın gaflet uykusundan uyanması ve tabiat sarhoşluğundan kendine gelmesidir. Bir yolcu olduğunu hatırlamasıdır. Bu yolun korku ve tehlike dolu olduğunu, karanlık, kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu; bu yolun nurunun ise iman ve övülmüş hasletler olduğunu anlamasıdır. Eğer gevşeklik eder ve gecikirse bu sırattan geçemeyip yüzüstü ateşe düşecektir.
Bu manevi pisliklerin giderilmesi için onları tevbe ve pişmanlık ateşi ile yakmak gerekmektedir. Nefsi kınama fırınında yakmak, pişmanlık ateşi ile eritmek ve Allah’a dönmek gerekmektedir. Bu işi bu dünyada kendimiz yapmalıyız. Aksi takdirde ilahi azap ocağında “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi” (Hümeze, 6) yakıp eritecektir.
SEHER UMUT

DUYGULAR BİR BIÇAK GİBİ
DUYGULAR BİR BIÇAK GİBİ
Her yaratılış çift olduğu gibi, duygularda çift yönlüdür. İnsan bu duygular arasında doğruyu ve dengeyi yakalamak zorundadır. Bu da ancak Fatiha bilincini alarak doğru hedef, doğru yol, doğru rehber ve doğru yöntem ile olur.
Duyguların bu şekilde kanalize edilmesi gerekir. Hedefini bilmiyorsa, rehberine sarılmamışsa, yolunu tanımıyorsa duygular insanın içinde kasırgalara, volkanlara, depremlere her türlü büyük afetlere dönüşür. Duygular ifrat ve tefrit arasında med- cezir dokurken, sahibini büyük hatalara ve hatta geri dönüşümü olmayan sonuçlara götürebilir. Bu yüzden duyguların amacını, ayarını ve sonuçlarını iyi düşünmek gerek.
Her duygu bir analizden geçmelidir.
Korkular; bir yandan günahlardan korurken, diğer yandan o kişiyi pasif, çekimser ve içe kapanık yapabilir.
Ümit; bazen insana yaşama ve mücadele isteği verirken, bazen de tembelliğin arkasına itebilir.
Heyecan; bazen insanı coştururken, bazen de hata üzerine hata yapmaya ve fevri çıkışlara sürükleyebilir.
Hüzün; bazen kalbin derinliklerine götürürken, bazen de ümitsizliğe düşürebilir.
Öfke; bazen insanı mücadeleci ve kendine ait şeyleri savunmaya götürürken, bazen de adaletsizliğe götürebilir.
Sevgi; bazen insandaki güzellikleri beslerken, bazen de hayallerde kalmayı sağlayabilir.
Gördüğünüz gibi her duygu bir ilaç gibi iki yönlüdür. Nerelerde, ne zaman, ne dozda alınması gerek önemlidir. İlaç her hastalıkta alınamayacağı gibi, kişiden kişiye de aynı hastalıkta alınmaz. Kullanım sebebi, kullanım zamanı, kullanım miktarını bilmek gerek. İlaç tedavi edebileceği gibi zehirleyebilir de. Bir bıçak gibi bozuk dokuları kesebileceği gibi, sağlam dokuları da yokedebilir.
Doğruyu söylüyorum derken, kalp kırmak gibi.
Cömert olayım derken, aşağılamak gibi.
Korkuyorum derken, yalan söylemek gibi.
Ümitliyim derken, günahlara dalmak gibi.
Heyecanlıyım derken, engel tanımamak gibi.
İlim yapıyorum derken, kibirlenmek gibi.
Kıskanıyorum derken, boğmak gibi.
İsraftan kaçınıyorum derken, cimri olmak gibi…
Kalplere temiz kan gelmeli. Ama pompalama düzenli olmalı. Doğru yoldan gelmeli. en önemlisi sebebi bilinmeli…
Duyguları pozitif duygular ve negatif duygular olarak ikiye ayırırlar. Genel sınıflandırma şöyledir. Cömertlik, adalet, ümit, merhamet, dürüstlük, sevgi gibi duygular olumlu kategoride görülür.
Korku, cimrilik, şiddet, kıskançlık, riya, tutku gibi duygular da olumsuz olarak varsayılır.
Bu doğru bir sınıflandırma değildir.
Nefsini ayyuka çıkaran bir insana cömert olmak ne kadar doğrudur. Topluma zülüm reva gören, insanların canına, malına ve değerlerine saldıran birisine merhamet etmek, düşmanı sevmek, yalancı birine ümit bağlamak, korkan birisiyle işbirliği yapmak, riyakâr birisine sır vermek, israf eden birisine cömert olmak ne kadar doğru düşünülebilir…
İşte verdiğimiz tüm bu örnekler bize şunu anlatmaktadır.
Her duygunun iki zıt yönü vardır. Önemli olan, hangi duygu olursa olsun onu doğru kullanmak önemlidir.
Doğru kullanıldığında ise tablo şöyle gelişir.
Korku; yüce Allah’tan çekinmeye yönlendirirken, günahlardan sakınmaya ve cesarete yönlendirebilir.
Sevgi; isteyerek yapmaya yönlendirirken, kendisi, ailesi ve çevresi için en iyi olanı tespit etmeye yönlendirebilir.
Öfke; yanlışlara muhalefet ettirirken, değerleri savunmaya götürebilir.
Kıskançlık; kendi hakları gibi başkalarının haklarını da hatırlatabilir.
Cimrilik; kötülüklere fırsat vermeyip, malın doğru alanlarda kullanımını sağlayabilir.
Cömertlik; mağdur olanları korurken, hayırlı kapıların açılmasını sağlayabilir…
İşte önemli olan her duyguyu doğru kullanmaktır.
Bakara süresi / 177 “(Ey ibadet edenler!) İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyi ve erdemli (muttakî) kişi; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a (Kur’an’a) ve peygamberlere inanıp malı(nı), sevgisine rağmen (Allah rızası için) akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda/sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara (kurtulmaları için ihlâsla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir. İşte (imanlarında, yaptığı iyilik ve taatte) doğru olanlar onlardır. Ve takvâya erenler de onlardır. ”
Bu ayet; önemli bir formüldür. Bu duygular, bu kolonlar üzerine bina edilmelidir.
“…Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitab’a ve peygamberlere inanıp….”
Aksi takdirde kalpler mutmain olmaz. Afetler durmaz.
Her yaratılış çift olduğu gibi, duygularda çift yönlüdür. İnsan bu duygular arasında doğruyu ve dengeyi yakalamak zorundadır. Bu da ancak Fatiha bilincini alarak doğru hedef, doğru yol, doğru rehber ve doğru yöntem ile olur.
Duyguların bu şekilde kanalize edilmesi gerekir. Hedefini bilmiyorsa, rehberine sarılmamışsa, yolunu tanımıyorsa duygular insanın içinde kasırgalara, volkanlara, depremlere her türlü büyük afetlere dönüşür. Duygular ifrat ve tefrit arasında med- cezir dokurken, sahibini büyük hatalara ve hatta geri dönüşümü olmayan sonuçlara götürebilir. Bu yüzden duyguların amacını, ayarını ve sonuçlarını iyi düşünmek gerek.
Her duygu bir analizden geçmelidir.
Korkular; bir yandan günahlardan korurken, diğer yandan o kişiyi pasif, çekimser ve içe kapanık yapabilir.
Ümit; bazen insana yaşama ve mücadele isteği verirken, bazen de tembelliğin arkasına itebilir.
Heyecan; bazen insanı coştururken, bazen de hata üzerine hata yapmaya ve fevri çıkışlara sürükleyebilir.
Hüzün; bazen kalbin derinliklerine götürürken, bazen de ümitsizliğe düşürebilir.
Öfke; bazen insanı mücadeleci ve kendine ait şeyleri savunmaya götürürken, bazen de adaletsizliğe götürebilir.
Sevgi; bazen insandaki güzellikleri beslerken, bazen de hayallerde kalmayı sağlayabilir.
Gördüğünüz gibi her duygu bir ilaç gibi iki yönlüdür. Nerelerde, ne zaman, ne dozda alınması gerek önemlidir. İlaç her hastalıkta alınamayacağı gibi, kişiden kişiye de aynı hastalıkta alınmaz. Kullanım sebebi, kullanım zamanı, kullanım miktarını bilmek gerek. İlaç tedavi edebileceği gibi zehirleyebilir de. Bir bıçak gibi bozuk dokuları kesebileceği gibi, sağlam dokuları da yokedebilir.
Doğruyu söylüyorum derken, kalp kırmak gibi.
Cömert olayım derken, aşağılamak gibi.
Korkuyorum derken, yalan söylemek gibi.
Ümitliyim derken, günahlara dalmak gibi.
Heyecanlıyım derken, engel tanımamak gibi.
İlim yapıyorum derken, kibirlenmek gibi.
Kıskanıyorum derken, boğmak gibi.
İsraftan kaçınıyorum derken, cimri olmak gibi…
Kalplere temiz kan gelmeli. Ama pompalama düzenli olmalı. Doğru yoldan gelmeli. en önemlisi sebebi bilinmeli…
Duyguları pozitif duygular ve negatif duygular olarak ikiye ayırırlar. Genel sınıflandırma şöyledir. Cömertlik, adalet, ümit, merhamet, dürüstlük, sevgi gibi duygular olumlu kategoride görülür.
Korku, cimrilik, şiddet, kıskançlık, riya, tutku gibi duygular da olumsuz olarak varsayılır.
Bu doğru bir sınıflandırma değildir.
Nefsini ayyuka çıkaran bir insana cömert olmak ne kadar doğrudur. Topluma zülüm reva gören, insanların canına, malına ve değerlerine saldıran birisine merhamet etmek, düşmanı sevmek, yalancı birine ümit bağlamak, korkan birisiyle işbirliği yapmak, riyakâr birisine sır vermek, israf eden birisine cömert olmak ne kadar doğru düşünülebilir…
İşte verdiğimiz tüm bu örnekler bize şunu anlatmaktadır.
Her duygunun iki zıt yönü vardır. Önemli olan, hangi duygu olursa olsun onu doğru kullanmak önemlidir.
Doğru kullanıldığında ise tablo şöyle gelişir.
Korku; yüce Allah’tan çekinmeye yönlendirirken, günahlardan sakınmaya ve cesarete yönlendirebilir.
Sevgi; isteyerek yapmaya yönlendirirken, kendisi, ailesi ve çevresi için en iyi olanı tespit etmeye yönlendirebilir.
Öfke; yanlışlara muhalefet ettirirken, değerleri savunmaya götürebilir.
Kıskançlık; kendi hakları gibi başkalarının haklarını da hatırlatabilir.
Cimrilik; kötülüklere fırsat vermeyip, malın doğru alanlarda kullanımını sağlayabilir.
Cömertlik; mağdur olanları korurken, hayırlı kapıların açılmasını sağlayabilir…
İşte önemli olan her duyguyu doğru kullanmaktır.
Bakara süresi / 177 “(Ey ibadet edenler!) İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyi ve erdemli (muttakî) kişi; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a (Kur’an’a) ve peygamberlere inanıp malı(nı), sevgisine rağmen (Allah rızası için) akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda/sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara (kurtulmaları için ihlâsla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir. İşte (imanlarında, yaptığı iyilik ve taatte) doğru olanlar onlardır. Ve takvâya erenler de onlardır. ”
Bu ayet; önemli bir formüldür. Bu duygular, bu kolonlar üzerine bina edilmelidir.
“…Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitab’a ve peygamberlere inanıp….”
Aksi takdirde kalpler mutmain olmaz. Afetler durmaz.

TERCİH; ŞÜKÜR VEYA NANKÖRLÜK

İMAN MI, KÜFÜR MÜ?
İMAN MI, KÜFÜR MÜ?
Akıl ve cehalet askerlerini tanımaya devam ediyoruz. Cehalet askeri olan küfrü kalbimizden çıkartıp, akıl ve rahmanî asker olan imanı kalbimize yerleştirmeliyiz.
İmanın Anlamı
İman, ilim ve idrakten apayrı bir şeydir. Zira ilim ve idrak aklın, iman ise kalbin payıdır.
İnsan; Allah, melekleri, elçileri ve kıyamet günü hakkında ilim elde eder etmez hemen mümin olarak adlandırılmaz. Nitekim İblis de bunları ilim ve idrak açısından biliyordu. Ama buna rağmen Allah onu kâfir olarak adlandırdı.
Biz akli delil ve idrak hasebiyle biliyoruz ki ölüler, insana asla zarar veremez. Âlemdeki bütün ölüler bir sinek kadar dahi hareket edemez. Ayrıca karanlıkta ölülerin dirilmeyeceğini de biliyoruz. Buna rağmen karanlık bir gecede ölülerden korkuyoruz. Vehim, aklımıza üstün gelmektedir. Zira bu aklî hakikate kalp iman etmemiş ve bu aklî idrak kalbe erişmemiştir.
O halde anlaşıldığı üzere ilim imandan ve amelden ayrıdır. Bu husus lügat açısından da imanın anlamı ile uyum içindedir. İman lügatte sağlamlık, tasdik, itminan, boyun eğme ve huşu anlamındadır. Farsça’da ise yönelmek ve meyletmek anlamındadır. Eğilim göstermek ve inanmak, ilim ve idrakten apayrı bir şeydir.
Konunun Açıklanması
Hak inanç ilkelerine ve ilahi marifetlere iman sadece şu takdirde gerçekleşir: Birinci olarak hakikatleri tefekkür adımı, akli riyazet, ayet, apaçık aklî delillerle idrak etmelidir. Bu aşama imanın girişi konumundadır. Akıl nasibini aldıktan sonra bununla yetinmez. Zira bu aşamada marifetlerin eseri oldukça azdır. Daha sonra insanın kalbi riyazetlerle meşgul olmalıdır. Bu hakikatleri riyazet ile kalbe ulaştırmalıdır ki kalp onlara yönelsin.
O halde burada imanın mertebeleri farklıdır. Belki de “İlim bir nurdur ki Allah onu dilediğinin kalbine koyar” hadisi buna işaret etmektedir. Zira Allah hakkındaki ilim akıl düzeyinde oldukça, bir nurdur. Kalbî riyazetler sonunda Hak Teâlâ o nuru uygun kalplere koyar ve kalp o nura yönelir.
Örneğin Allah-u Teâlâ’ya tevekkül de tevhid ve imanın dallarından biridir. Tevekkül konusunu daha önce ayrıntılı bir şekilde rahmanî bir asker olarak tanıtmıştık. Biz genellikle delil veya delile benzer şeylerle tevekkülümüzü tamamlamış oluruz. Ama tevekkül hakikati bizde hâsıl olmamaktadır. Biz biliyoruz ki Allah’ın kayyumî izni ve “ol” demesi olmaksızın hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Hiç kimsenin iradesi Allah’ın güçlü iradesine galip gelemez. Bunu bile bile biz servet ve mal erbabından olan ihtiyaçlarımızı dünya ehlinden talep etmekte; Hak Teâlâ’dan gaflet göstermekteyiz. Tabiat durumlarına ve işlerine tevekkülümüz, Hak Teâlâ’ya olan tevekkülümüzden binlerce kat daha fazladır. Bunun sebebi de fiiller tevhidi hakikatinin kalbimizde yer etmemesidir. “Varlık âleminde Allah’tan başka bir etken yoktur” diyoruz ama ihtiyaçlarımızı Allah’tan gayrisinden diliyoruz. “Allah’tan başka bir güç ve kuvvet yoktur” ve “Allah’tan başka ilah yoktur” diyoruz ama gözlerimiz başkalarının ellerinde. Biz hepimiz tevhidden dem vuruyor ve Hak Teâlâ’nın “Göz ve kalpleri çevirici” olduğunu söylüyoruz ama yine de Allah’ın kullarının kalbini elde etmeye çalışıyoruz. Bunların sebebi bilgilerimiz, ya kalbin haberdar olamadığı hakikatlerdir veya hakiki zikir mertebesine ulaşamayan dil lakırtısıdır.
Biz hepimiz de biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim, ilahi vahiy kaynağından insanı kemale erdirmek ve dünya tabiatının karanlık zindanından kurtarmak için nazil olmuştur. Bütün müjde ve uyarıları apaçık hak ve sabit hakikatlerdir. Bütün marifetlerinde aksilik söz konusu değildir. Buna rağmen bu büyük ilahi kitap bizim katı kalplerimizde bir hikâye kitabı kadar etki yaratmamaktadır. Ne müjdelerine gönül bağlıyoruz ki kalbimizi bu aşağılık dünyadan ve fani âlemden koparıp o baki âleme bağlanalım; ne de o uyarılardan bir korkumuz var ki ilahi günahlardan ve velinimete muhalefetten sakınalım. Bunun sebebi de şudur ki Kur’an’ın hakkaniyeti henüz kalbimize erişmemiş, kalbimiz Kur’an’a yönelmemiş ve aklî idrakin de tesiri oldukça azdır. Bizde olan bütün eksiklikler, bütün isyanlar, muhalefetler ve marifetlerden mahrumiyet de işte bu yüzdendir.
Aklî ve Naklî Deliller
Allah-u Teâlâ Enfal suresinde şöyle buyurmaktadır:
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2) Sonunda ise şöyle buyurmaktadır: “İşte gerçek müminler onlardır.” (Enfal, 4)
Özellikle vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: “Müminler sadece şu birkaç sıfata sahip olanlardır. Bunlardan başkası mümin değildir.” Son olarak da şöyle demektedir: “Gerçek müminler sadece bunlardır.”
Müminler için beyan edilen sıfatlardan biri, “ Allah anılınca kalplerinin korkması” dır. İkinci sıfatları ise kendilerine Allah’ın ayetleri okununca o ayetlerin, imanlarını arttırmasıdır. Ayrı bir özellikle de sadece yaratıcılarına tevekkül edişleridir. Şimdi biz kendimize bir bakalım; bu özelliklerden hangisi kalplerimizde mevcut, müminin alameti olan o korku var mı?
Elbette Hak Teâlâ’nın celâl ve azametini hissedemeyen ve Hakk’ın yücelik ve büyüklüğünü içinde bulamayan bir kalp Allah anıldığı zaman korkmaz.
Mümin; kalbi, Hakk’ın huzurunu ve o mukaddes zâtın kayyumî ihatasını, celâl ve azâmetini algılayabilen kimsedir.
Elbette insanın büyük sultânın huzurunda küçülmesi ve korkması da fıtri işlerdendir. Her ne kadar kendinde bir kusur görmese ve kendini hizmetçi bilse dahi bu böyledir.
Müminin özelliklerinden biri de “ayet-i şerifeler okununca imanının artması” dır. Oysa bizlere nice ayetler okunduğu ve gösterildiği halde, bunlar imanımızı arttıracağına, örtülerimizi (manevi perdelerimizi) arttırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’i bu kadar okumamıza ve başkalarından işitmemize rağmen kalbimizde iman nuru ortaya çıkmadı, ayetlerden bir uyanış ve hatırlayış hâsıl olmadı. Demek ki öğrendiklerimiz bilgiden öteye geçemedi ve kalbe ulaşmadı.
Şimdi de şu ayete bir bakalım, bir de kendimize:
“De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar.)”
Müminler için Kur’an-ı Kerim’den hâsıl olan o hidayet ve batınî hastalıkların şifası nerede? Ne olmuş ki bu ayet-i şerifeler bir türlü kulağımıza girmiyor ve bizler için hicap üstüne hicap oluyor? Bunun tek sebebi şudur ki iman nuru kalbimize girmemiş, ilimlerimiz ilmi sınırda bâki kalmış ve kalp sayfamıza girememiştir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet mevcuttur.
(Enfal2-4; Müminun 1-11; Bakara 165; Şura 36-43 ve iman ehlini nitelendiren diğer ayetler.) Halimizi bu ayetlerle kıyaslayacak ve sıfatlarımızı o ayetlere uyarlayacak olursak halimiz güzel bir şekilde ortaya çıkar.
Müminin üçüncü sıfatı ise, “Rablerine tevekkül ederler” ayetindeki “tevekkül”dür. Tevekkülün hakikati ise insanın her işini vekiline bırakması ve vekâletine itimat etmesidir. Başkalarından yüz çevirmektir. Başkalarına ümit gözüyle bakmamaktır. Daha önce de tanıttığımız gibi tevekkülün esası dört şeye dayalıdır:
Birincisi insanın, vekilinin kendi hacetini bildiğini bilmesidir. İkincisi vekilinin ihtiyaçlarını giderecek güce sahip olduğunu bilmesidir. Üçüncüsü vekilinin kendisine rahmet ve şefkatinin olduğunu bilmesidir. Dördüncüsü ise vekilinin cimrilikten uzak olduğunu bilmesidir.
O halde şimdi kendi halimize bir müracaat edelim. Hepimiz Allah’ın zâtı hakkındaki bu dört ilme sahip bulunmaktayız. Hepimiz Allah’ın kâinattaki tüm zerreleri bildiğini ve ilminin bütün varlıkları kuşattığını biliyoruz. Allah’ın iradesinin yer ve göklerde etkili olduğunu kabul etmekte ve geniş rahmetinin her şeyi sardığına inanmaktayız. Allah’ın bütün noksanlıklardan –ki cimrilik de bunlardan biridir- beri olduğuna inanmaktayız. Tevekkülün tüm esaslarının ilmi açıdan bizlere hâsıl olduğuna ve bu dört hususta hiçbir şek içinde olmadığımızı bilmemize rağmen bizlerde tevekkülden bir eser bulunmamaktadır. İnsanlara itimadımız ve yaratılmışlara diktiğimiz ümit gözümüz, yaratıcıya olandan çok daha fazladır. Bunun sebebi bu ilkeleri bilmenin imandan ayrı olduğu gerçeğidir. Kalbimiz bu ilimlerden boş olduğundan bu esaslar kalbimize girmediğinden dolayı da bu ilmimizden bir sonuç alamamaktayız.
Semae’den naklen şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
“Ebi Abdillah’a şöyle arzettim: ‘Bana islam ve imanın (ne olduğunu) haber ver. Bunlar farklı şeyler midir?’… İmam sonunda şöyle buyurdu: ‘İslam La ilahe illallah sözünü dillendirmek, Resulullah’ı tasdik etmektir. Bununla kanlar korunur, nikah ve miras hakları uygulanır. Müslüman toplumu onun zahiriyle meydana gelir. İman ise hidayettir. İslam’ın sıfatlarından kalpte sabit olan ve amelin menşei olan şeydir.” (Usul-i Kafi, c.2, s.21; Kitab’ul İman ve Kufr, 15.bab)
Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Allah’ın birliğine şehadette bulunmak ve risalete inanmak İslam’dır. Ama iman kalpte tecelli eden hidayet nurudur. İslam’ın sıfatı olan şey kalbe ulaşır ve kalpte sabitleşirse o imandır. İmanın gereği ise ameldir. Bu temel esaslara amel etmenin, imanın hakikatinde bir katkısı olduğu anlamında değildir. Aksine daha önce de beyan edildiği üzere temel esaslara imanın bir gereğidir.
Başka bir hadiste de şöyle geçer:
“Kul aziz ve celil olan Allah’ın haram kıldığı küçük veya büyük günahlardan birini işleyince imandan çıkar, iman ismi düşer ve üzerinde sadece İslam ismi kalır. Ama eğer tevbe eder ve bağışlanma dilerse iman yurduna geri döner.” (Usul-i Kafi, c.2, s.23)
Bir diğer hadiste de şöyle nakledilir:
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Babam şöyle buyurdu: ‘Her mümin kulun kalbinde iki nur vardır. Korku nuru ve ümit nuru. O tartılacak olursa bundan ve bu tartılacak olursa ondan ağır gelmez.” (Usul-i Kafi, c.2, s.55; Kitabu’l İman ve’l Kufr, 33.bab)
Tabi başka bir hadiste de “Mümin kimse korku ve ümit arasında yaşar. Korktuğu ve ümit ettiği şeylerle amel etmediği müddetçe de korkan ve ümit eden kimse olmaz.” buyrulur.
İmanı Elde Etmenin Yolu
Buraya kadar imanın ilimden ayrı bir hakikat olduğunu anladık. Bizlerde marifetler, tevhit hakikatleri, isim ve sıfatlar hususunda var olan bilgiler ilimdir ve kalbimizin onlardan hiçbir haberi yoktur ve bilindiği gibi bu tür şeyler, kalbe ulaşmadığı ve kalp onlara iman etmediği müddetçe de etkisi oldukça azdır. Dolayısıyla insan, iman elde etmeye çalışmalıdır. Eğer Allah korusun değişim yurdu olan, sıfatların ve kalbî durumların değiştirilme imkânının bulunduğu bu âlemden iman etmeden çıkacak olursak; bu bizlere büyük zarar verecektir ve büyük bir hüsrana uğrayacağız. Artık o âlemde nefsin hiçbir haleti düzeltilemez. Eğer burada iman elde edilememişse, o âlemde asla elde edilemez.
O halde insan bu âlemde, önündeki kalan bu kısacık hayatı ganimet saymalı ve ne pahasına olursa olsun imanı elde etmeye çalışmalı, kalbini imanla tanıştırmalıdır.
Bunu elde etmek için evvela marifetler ve imani hakikatler elde edilmeli, niyet halis kılınmalıdır. Kalp tekrar ve tezekkür sayesinde ihlâs ve sevgi ile âşina olmalıdır ki ihlâs kalbe yerleşsin. Zira eğer işin içinde ihlâs olmazsa, İblis’in eli işe karışacak ve de İblis bencillik ve egoistlikten ibaret olan nefsin tasarrufuyla hiçbir marifet elde edemez. Hatta bizzat tevhit ilmi, ihlâs olmadığı takdirde insanı tevhit ve marifet hakikatinden uzak düşürür, ilahi yakınlık dergâhından uzaklaştırır. İblis’in halini bir düşünelim. İblis bencillik ve kendini beğenmişlik içinde olduğundan ilmi asla ameli olmadı ve de kendisine saadet yolunu gösteremedi.
İrfanî bir yoruma göre, hak ve batıl riyazetler arasındaki ölçü, nefis ve bencillik adımı ve de hak ve hakkı talep etme adımıdır. Yani dünyevî ve uhrevî şehvetler için olan bir namaz, müminin mirac’ı ve takva sahiplerinin Allah’a yakınlaşma vesilesi olan namaz değildir. O namaz insanı sadece ilahî yakın dergâhtan uzak düşürür.
Özetle ihlâs elde edildikten sonra hakikat yoluna girmek mümkündür. Ondan sonra da günahlardan halis bir tevbe gelir. Günahlarla doldurduğumuz kalbimizi, temizleyerek iman hakikatinin girebileceği şekilde hazırlamamız gerekir.
Kalp, pisliklerden temizlenince, Allah’ı zikretmeye ve Allah’ın kitabını okumaya hazırlanır. Tabiat âleminin pislikleri kalpte olduğu müddetçe de zikir ve Kur’an’dan faydalanması mümkün değildir. Vakıa suresinde bu gerçeğe şöyle işaret edilir:
“Hiç tartışmasız bu, Kur’an-ı Kerim’dir. Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır. Ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunmaz.” (Vakıa 77-78-79)
“Size mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O’dur. Allah’a yönelenden başkası ibret almaz.” (Mümin 13)
Kalp Allah’ı zikretmeye ve Kur’an-ı Kerim okumaya hazırlanınca da tevhit ilkeleri ve tenzihi kalp huzuru ve temizlik haleti üzere kalbe telkin eder. Yani kalbi, dili olmayan bir çocuk gibi farz eder ve onu konuşturmaya çalışır. Nitekim orada kelimeyi tekrar edip çocuğun söylemesini sağlamak için ifade ettiği gibi burada da tevhit kelimesini itminan ve kalp huzuru içinde insan kalbine telkin etmeli ve okumalıdır. Böylece dilini açmaya çalışmalıdır.
Elbette her halette kendi noksanlığını, acizliğini ve Hak Teâlâ’nın kudret ve rahmetini hatırlamalıdır. İhtiyaç ellerini mukaddes zâtın huzuruna uzatmalı ve dilemelidir. Eğer bir müddet bu iş ile meşgul olursa nefsin tevhide âdet etmesi ve tevhit nurunun kalpte tecelli etmesi ümit edilir. Elbette zikrin genel şartlarından da gaflet edilmemelidir. Kur’an okumanın ve namazın şartları gibi.
Eğer gece veya gündüz birkaç dakika kalbinin teveccüh ve yönelişini yani kalbin huzur içinde olduğu durum hasebince, nefsini iman nurunu elde etmede hesaba çekerse ve ondan iman nurunu talep ederse ve imanın eserlerini ondan isterse, inşallah daha çabuk sonuç elde edilebilir.
Ve bundan sonra artık imanı hayatımızın her safhasında görmeli, ona göre amel etmeliyiz. Yoksa imanı kalbimize hapsetmiş oluruz. Ve hayatımıza karıştırmadığımız iman kalpten çıkar gider.
Küfür
“Kâfirlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir, gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 6-7)
Bunlar hiç inanmayan, kâfirliklerini sürdüren ve gerçeği kabul etmeme duygusu karakteristik bir özellik olarak kalplerine yerleşmiş bulunan kimselerdir. Bunlar bellidir ve fazla üzerinde durmaya gerek yok.
Biz Müslüman olduktan sonra küfre düşer miyiz ona bakalım.
El-Kafi kitabında, Zübeyri şöyle rivayet eder: İmam Sadık’(a.s)dan, Allah’ın kitabında kaç çeşit küfürden bahsettiğini sordum:
“Allah’ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir: a) İnkâra dayalı küfür. Bunun da iki çeşidi vardır. b) Nimete karşı nankörlük etme anlamında küfür. c) Allah’ın emirlerini terk etmeye dayalı küfür. d) Uzak olduğunu bildirme, ilişkiyi kesme, tanımama anlamında küfür.”
Küfrün birinci çeşidindeki inkâra dayalı küfür, Rablik makamını inkâr etmektir. “Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur” diyenler gibi. Bu, zındıklar zümresine mensup iki grubun sözüdür. Bunlara dehriler de denir. “Bizi yok eden ancak zaman (dehr)dır” dedikleri için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlatmaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında: “Onlar sadece zannediyorlar.” (Casiye, 24) buyuruyor. Yani ‘herhalde böyledir’ diyerek kendilerini avutuyorlar. Yine buyuruyor ki: “Kâfirlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.” (Bakara, 6-7). Yani Allah’ın birliğini kabul etmezler buyuruyor. İşte küfrün bir çeşidi budur.
Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkâr etmektir. Bununla kastettiğimiz, kişinin gerçek olduğunu kesin olarak bildiği halde bir şeyi inkâr etmesidir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Neml, 14). Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “Daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!” (Bakara, 89). İşte inkârcılığın iki çeşidinin açıklaması budur.
Küfrün üçüncü çeşidi ise, nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah bu durumu Hz. Süleyman’ın diliyle şöyle ifade etmektedir: “Bu Rabbimin lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml, 40).
Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: “Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz azâbım pek çetindir.” (İbrahim, 7). Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
Küfrün dördüncü çeşidi de, Yüce Allah’ın emirlerini terk etmektir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye sizden kesin söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiş, siz de buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarınızdan çıkarıyorsunuz; onlara karşı günâh ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara, 84). Burada Yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nispet ediyor. Fakat bu imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar sağlamayacağını da şöyle vurguluyor: “Sizden bunu yapmanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınız bilmez değildir.” (Bakara, 85)
Küfrün beşinci çeşidi de: Uzak olduğunu bildirme, tanımama anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de Yüce Allah’ın Hz. İbrahimin (a.s) diliyle aktardığı şu ifadelerdir: “Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.” (Mümtehine, 4).
Yani Hz. İbrahim, biz sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı demek istiyor. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: (Şeytan, kıyamet günü insanlar arasındaki dostlarıyla bir ilişkisinin olmadığını dile getiriyor): “Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten.” (İbrahim, 22).
Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: “Siz dünya hayatında birbirinizi sevmek için Allah’ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımaz ve birbirinizi lanetlersiniz. Varacağınız yer de ateştir ve hiçbir yardımcınız da yoktur.” (Ankebut, 25)
Bu rivayet, küfrün güçlülük ve zayıflık arz edebilecek bir nitelik olduğunu açıklayıcı mahiyettedir.
Evet, şimdi kalplerimize, sözlerimize, amellerimize, ilişkilerimize kısaca hayatımıza bir göz atalım. Kendimizi alıp bu ayetlere bir vuralım bakalım ne kadar benziyoruz ve ne kadar uzağız? Bakalım kalplerimizde iman mı bulacağız yoksa (Allah korusun) küfür mü?
Akıl ve cehalet askerlerini tanımaya devam ediyoruz. Cehalet askeri olan küfrü kalbimizden çıkartıp, akıl ve rahmanî asker olan imanı kalbimize yerleştirmeliyiz.
İmanın Anlamı
İman, ilim ve idrakten apayrı bir şeydir. Zira ilim ve idrak aklın, iman ise kalbin payıdır.
İnsan; Allah, melekleri, elçileri ve kıyamet günü hakkında ilim elde eder etmez hemen mümin olarak adlandırılmaz. Nitekim İblis de bunları ilim ve idrak açısından biliyordu. Ama buna rağmen Allah onu kâfir olarak adlandırdı.
Biz akli delil ve idrak hasebiyle biliyoruz ki ölüler, insana asla zarar veremez. Âlemdeki bütün ölüler bir sinek kadar dahi hareket edemez. Ayrıca karanlıkta ölülerin dirilmeyeceğini de biliyoruz. Buna rağmen karanlık bir gecede ölülerden korkuyoruz. Vehim, aklımıza üstün gelmektedir. Zira bu aklî hakikate kalp iman etmemiş ve bu aklî idrak kalbe erişmemiştir.
O halde anlaşıldığı üzere ilim imandan ve amelden ayrıdır. Bu husus lügat açısından da imanın anlamı ile uyum içindedir. İman lügatte sağlamlık, tasdik, itminan, boyun eğme ve huşu anlamındadır. Farsça’da ise yönelmek ve meyletmek anlamındadır. Eğilim göstermek ve inanmak, ilim ve idrakten apayrı bir şeydir.
Konunun Açıklanması
Hak inanç ilkelerine ve ilahi marifetlere iman sadece şu takdirde gerçekleşir: Birinci olarak hakikatleri tefekkür adımı, akli riyazet, ayet, apaçık aklî delillerle idrak etmelidir. Bu aşama imanın girişi konumundadır. Akıl nasibini aldıktan sonra bununla yetinmez. Zira bu aşamada marifetlerin eseri oldukça azdır. Daha sonra insanın kalbi riyazetlerle meşgul olmalıdır. Bu hakikatleri riyazet ile kalbe ulaştırmalıdır ki kalp onlara yönelsin.
O halde burada imanın mertebeleri farklıdır. Belki de “İlim bir nurdur ki Allah onu dilediğinin kalbine koyar” hadisi buna işaret etmektedir. Zira Allah hakkındaki ilim akıl düzeyinde oldukça, bir nurdur. Kalbî riyazetler sonunda Hak Teâlâ o nuru uygun kalplere koyar ve kalp o nura yönelir.
Örneğin Allah-u Teâlâ’ya tevekkül de tevhid ve imanın dallarından biridir. Tevekkül konusunu daha önce ayrıntılı bir şekilde rahmanî bir asker olarak tanıtmıştık. Biz genellikle delil veya delile benzer şeylerle tevekkülümüzü tamamlamış oluruz. Ama tevekkül hakikati bizde hâsıl olmamaktadır. Biz biliyoruz ki Allah’ın kayyumî izni ve “ol” demesi olmaksızın hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Hiç kimsenin iradesi Allah’ın güçlü iradesine galip gelemez. Bunu bile bile biz servet ve mal erbabından olan ihtiyaçlarımızı dünya ehlinden talep etmekte; Hak Teâlâ’dan gaflet göstermekteyiz. Tabiat durumlarına ve işlerine tevekkülümüz, Hak Teâlâ’ya olan tevekkülümüzden binlerce kat daha fazladır. Bunun sebebi de fiiller tevhidi hakikatinin kalbimizde yer etmemesidir. “Varlık âleminde Allah’tan başka bir etken yoktur” diyoruz ama ihtiyaçlarımızı Allah’tan gayrisinden diliyoruz. “Allah’tan başka bir güç ve kuvvet yoktur” ve “Allah’tan başka ilah yoktur” diyoruz ama gözlerimiz başkalarının ellerinde. Biz hepimiz tevhidden dem vuruyor ve Hak Teâlâ’nın “Göz ve kalpleri çevirici” olduğunu söylüyoruz ama yine de Allah’ın kullarının kalbini elde etmeye çalışıyoruz. Bunların sebebi bilgilerimiz, ya kalbin haberdar olamadığı hakikatlerdir veya hakiki zikir mertebesine ulaşamayan dil lakırtısıdır.
Biz hepimiz de biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim, ilahi vahiy kaynağından insanı kemale erdirmek ve dünya tabiatının karanlık zindanından kurtarmak için nazil olmuştur. Bütün müjde ve uyarıları apaçık hak ve sabit hakikatlerdir. Bütün marifetlerinde aksilik söz konusu değildir. Buna rağmen bu büyük ilahi kitap bizim katı kalplerimizde bir hikâye kitabı kadar etki yaratmamaktadır. Ne müjdelerine gönül bağlıyoruz ki kalbimizi bu aşağılık dünyadan ve fani âlemden koparıp o baki âleme bağlanalım; ne de o uyarılardan bir korkumuz var ki ilahi günahlardan ve velinimete muhalefetten sakınalım. Bunun sebebi de şudur ki Kur’an’ın hakkaniyeti henüz kalbimize erişmemiş, kalbimiz Kur’an’a yönelmemiş ve aklî idrakin de tesiri oldukça azdır. Bizde olan bütün eksiklikler, bütün isyanlar, muhalefetler ve marifetlerden mahrumiyet de işte bu yüzdendir.
Aklî ve Naklî Deliller
Allah-u Teâlâ Enfal suresinde şöyle buyurmaktadır:
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2) Sonunda ise şöyle buyurmaktadır: “İşte gerçek müminler onlardır.” (Enfal, 4)
Özellikle vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: “Müminler sadece şu birkaç sıfata sahip olanlardır. Bunlardan başkası mümin değildir.” Son olarak da şöyle demektedir: “Gerçek müminler sadece bunlardır.”
Müminler için beyan edilen sıfatlardan biri, “ Allah anılınca kalplerinin korkması” dır. İkinci sıfatları ise kendilerine Allah’ın ayetleri okununca o ayetlerin, imanlarını arttırmasıdır. Ayrı bir özellikle de sadece yaratıcılarına tevekkül edişleridir. Şimdi biz kendimize bir bakalım; bu özelliklerden hangisi kalplerimizde mevcut, müminin alameti olan o korku var mı?
Elbette Hak Teâlâ’nın celâl ve azametini hissedemeyen ve Hakk’ın yücelik ve büyüklüğünü içinde bulamayan bir kalp Allah anıldığı zaman korkmaz.
Mümin; kalbi, Hakk’ın huzurunu ve o mukaddes zâtın kayyumî ihatasını, celâl ve azâmetini algılayabilen kimsedir.
Elbette insanın büyük sultânın huzurunda küçülmesi ve korkması da fıtri işlerdendir. Her ne kadar kendinde bir kusur görmese ve kendini hizmetçi bilse dahi bu böyledir.
Müminin özelliklerinden biri de “ayet-i şerifeler okununca imanının artması” dır. Oysa bizlere nice ayetler okunduğu ve gösterildiği halde, bunlar imanımızı arttıracağına, örtülerimizi (manevi perdelerimizi) arttırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’i bu kadar okumamıza ve başkalarından işitmemize rağmen kalbimizde iman nuru ortaya çıkmadı, ayetlerden bir uyanış ve hatırlayış hâsıl olmadı. Demek ki öğrendiklerimiz bilgiden öteye geçemedi ve kalbe ulaşmadı.
Şimdi de şu ayete bir bakalım, bir de kendimize:
“De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar.)”
Müminler için Kur’an-ı Kerim’den hâsıl olan o hidayet ve batınî hastalıkların şifası nerede? Ne olmuş ki bu ayet-i şerifeler bir türlü kulağımıza girmiyor ve bizler için hicap üstüne hicap oluyor? Bunun tek sebebi şudur ki iman nuru kalbimize girmemiş, ilimlerimiz ilmi sınırda bâki kalmış ve kalp sayfamıza girememiştir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet mevcuttur.
(Enfal2-4; Müminun 1-11; Bakara 165; Şura 36-43 ve iman ehlini nitelendiren diğer ayetler.) Halimizi bu ayetlerle kıyaslayacak ve sıfatlarımızı o ayetlere uyarlayacak olursak halimiz güzel bir şekilde ortaya çıkar.
Müminin üçüncü sıfatı ise, “Rablerine tevekkül ederler” ayetindeki “tevekkül”dür. Tevekkülün hakikati ise insanın her işini vekiline bırakması ve vekâletine itimat etmesidir. Başkalarından yüz çevirmektir. Başkalarına ümit gözüyle bakmamaktır. Daha önce de tanıttığımız gibi tevekkülün esası dört şeye dayalıdır:
Birincisi insanın, vekilinin kendi hacetini bildiğini bilmesidir. İkincisi vekilinin ihtiyaçlarını giderecek güce sahip olduğunu bilmesidir. Üçüncüsü vekilinin kendisine rahmet ve şefkatinin olduğunu bilmesidir. Dördüncüsü ise vekilinin cimrilikten uzak olduğunu bilmesidir.
O halde şimdi kendi halimize bir müracaat edelim. Hepimiz Allah’ın zâtı hakkındaki bu dört ilme sahip bulunmaktayız. Hepimiz Allah’ın kâinattaki tüm zerreleri bildiğini ve ilminin bütün varlıkları kuşattığını biliyoruz. Allah’ın iradesinin yer ve göklerde etkili olduğunu kabul etmekte ve geniş rahmetinin her şeyi sardığına inanmaktayız. Allah’ın bütün noksanlıklardan –ki cimrilik de bunlardan biridir- beri olduğuna inanmaktayız. Tevekkülün tüm esaslarının ilmi açıdan bizlere hâsıl olduğuna ve bu dört hususta hiçbir şek içinde olmadığımızı bilmemize rağmen bizlerde tevekkülden bir eser bulunmamaktadır. İnsanlara itimadımız ve yaratılmışlara diktiğimiz ümit gözümüz, yaratıcıya olandan çok daha fazladır. Bunun sebebi bu ilkeleri bilmenin imandan ayrı olduğu gerçeğidir. Kalbimiz bu ilimlerden boş olduğundan bu esaslar kalbimize girmediğinden dolayı da bu ilmimizden bir sonuç alamamaktayız.
Semae’den naklen şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
“Ebi Abdillah’a şöyle arzettim: ‘Bana islam ve imanın (ne olduğunu) haber ver. Bunlar farklı şeyler midir?’… İmam sonunda şöyle buyurdu: ‘İslam La ilahe illallah sözünü dillendirmek, Resulullah’ı tasdik etmektir. Bununla kanlar korunur, nikah ve miras hakları uygulanır. Müslüman toplumu onun zahiriyle meydana gelir. İman ise hidayettir. İslam’ın sıfatlarından kalpte sabit olan ve amelin menşei olan şeydir.” (Usul-i Kafi, c.2, s.21; Kitab’ul İman ve Kufr, 15.bab)
Bu hadisten de anlaşıldığı üzere Allah’ın birliğine şehadette bulunmak ve risalete inanmak İslam’dır. Ama iman kalpte tecelli eden hidayet nurudur. İslam’ın sıfatı olan şey kalbe ulaşır ve kalpte sabitleşirse o imandır. İmanın gereği ise ameldir. Bu temel esaslara amel etmenin, imanın hakikatinde bir katkısı olduğu anlamında değildir. Aksine daha önce de beyan edildiği üzere temel esaslara imanın bir gereğidir.
Başka bir hadiste de şöyle geçer:
“Kul aziz ve celil olan Allah’ın haram kıldığı küçük veya büyük günahlardan birini işleyince imandan çıkar, iman ismi düşer ve üzerinde sadece İslam ismi kalır. Ama eğer tevbe eder ve bağışlanma dilerse iman yurduna geri döner.” (Usul-i Kafi, c.2, s.23)
Bir diğer hadiste de şöyle nakledilir:
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Babam şöyle buyurdu: ‘Her mümin kulun kalbinde iki nur vardır. Korku nuru ve ümit nuru. O tartılacak olursa bundan ve bu tartılacak olursa ondan ağır gelmez.” (Usul-i Kafi, c.2, s.55; Kitabu’l İman ve’l Kufr, 33.bab)
Tabi başka bir hadiste de “Mümin kimse korku ve ümit arasında yaşar. Korktuğu ve ümit ettiği şeylerle amel etmediği müddetçe de korkan ve ümit eden kimse olmaz.” buyrulur.
İmanı Elde Etmenin Yolu
Buraya kadar imanın ilimden ayrı bir hakikat olduğunu anladık. Bizlerde marifetler, tevhit hakikatleri, isim ve sıfatlar hususunda var olan bilgiler ilimdir ve kalbimizin onlardan hiçbir haberi yoktur ve bilindiği gibi bu tür şeyler, kalbe ulaşmadığı ve kalp onlara iman etmediği müddetçe de etkisi oldukça azdır. Dolayısıyla insan, iman elde etmeye çalışmalıdır. Eğer Allah korusun değişim yurdu olan, sıfatların ve kalbî durumların değiştirilme imkânının bulunduğu bu âlemden iman etmeden çıkacak olursak; bu bizlere büyük zarar verecektir ve büyük bir hüsrana uğrayacağız. Artık o âlemde nefsin hiçbir haleti düzeltilemez. Eğer burada iman elde edilememişse, o âlemde asla elde edilemez.
O halde insan bu âlemde, önündeki kalan bu kısacık hayatı ganimet saymalı ve ne pahasına olursa olsun imanı elde etmeye çalışmalı, kalbini imanla tanıştırmalıdır.
Bunu elde etmek için evvela marifetler ve imani hakikatler elde edilmeli, niyet halis kılınmalıdır. Kalp tekrar ve tezekkür sayesinde ihlâs ve sevgi ile âşina olmalıdır ki ihlâs kalbe yerleşsin. Zira eğer işin içinde ihlâs olmazsa, İblis’in eli işe karışacak ve de İblis bencillik ve egoistlikten ibaret olan nefsin tasarrufuyla hiçbir marifet elde edemez. Hatta bizzat tevhit ilmi, ihlâs olmadığı takdirde insanı tevhit ve marifet hakikatinden uzak düşürür, ilahi yakınlık dergâhından uzaklaştırır. İblis’in halini bir düşünelim. İblis bencillik ve kendini beğenmişlik içinde olduğundan ilmi asla ameli olmadı ve de kendisine saadet yolunu gösteremedi.
İrfanî bir yoruma göre, hak ve batıl riyazetler arasındaki ölçü, nefis ve bencillik adımı ve de hak ve hakkı talep etme adımıdır. Yani dünyevî ve uhrevî şehvetler için olan bir namaz, müminin mirac’ı ve takva sahiplerinin Allah’a yakınlaşma vesilesi olan namaz değildir. O namaz insanı sadece ilahî yakın dergâhtan uzak düşürür.
Özetle ihlâs elde edildikten sonra hakikat yoluna girmek mümkündür. Ondan sonra da günahlardan halis bir tevbe gelir. Günahlarla doldurduğumuz kalbimizi, temizleyerek iman hakikatinin girebileceği şekilde hazırlamamız gerekir.
Kalp, pisliklerden temizlenince, Allah’ı zikretmeye ve Allah’ın kitabını okumaya hazırlanır. Tabiat âleminin pislikleri kalpte olduğu müddetçe de zikir ve Kur’an’dan faydalanması mümkün değildir. Vakıa suresinde bu gerçeğe şöyle işaret edilir:
“Hiç tartışmasız bu, Kur’an-ı Kerim’dir. Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır. Ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunmaz.” (Vakıa 77-78-79)
“Size mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O’dur. Allah’a yönelenden başkası ibret almaz.” (Mümin 13)
Kalp Allah’ı zikretmeye ve Kur’an-ı Kerim okumaya hazırlanınca da tevhit ilkeleri ve tenzihi kalp huzuru ve temizlik haleti üzere kalbe telkin eder. Yani kalbi, dili olmayan bir çocuk gibi farz eder ve onu konuşturmaya çalışır. Nitekim orada kelimeyi tekrar edip çocuğun söylemesini sağlamak için ifade ettiği gibi burada da tevhit kelimesini itminan ve kalp huzuru içinde insan kalbine telkin etmeli ve okumalıdır. Böylece dilini açmaya çalışmalıdır.
Elbette her halette kendi noksanlığını, acizliğini ve Hak Teâlâ’nın kudret ve rahmetini hatırlamalıdır. İhtiyaç ellerini mukaddes zâtın huzuruna uzatmalı ve dilemelidir. Eğer bir müddet bu iş ile meşgul olursa nefsin tevhide âdet etmesi ve tevhit nurunun kalpte tecelli etmesi ümit edilir. Elbette zikrin genel şartlarından da gaflet edilmemelidir. Kur’an okumanın ve namazın şartları gibi.
Eğer gece veya gündüz birkaç dakika kalbinin teveccüh ve yönelişini yani kalbin huzur içinde olduğu durum hasebince, nefsini iman nurunu elde etmede hesaba çekerse ve ondan iman nurunu talep ederse ve imanın eserlerini ondan isterse, inşallah daha çabuk sonuç elde edilebilir.
Ve bundan sonra artık imanı hayatımızın her safhasında görmeli, ona göre amel etmeliyiz. Yoksa imanı kalbimize hapsetmiş oluruz. Ve hayatımıza karıştırmadığımız iman kalpten çıkar gider.
Küfür
“Kâfirlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar. Allah, onların kalplerini mühürlemiştir, gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 6-7)
Bunlar hiç inanmayan, kâfirliklerini sürdüren ve gerçeği kabul etmeme duygusu karakteristik bir özellik olarak kalplerine yerleşmiş bulunan kimselerdir. Bunlar bellidir ve fazla üzerinde durmaya gerek yok.
Biz Müslüman olduktan sonra küfre düşer miyiz ona bakalım.
El-Kafi kitabında, Zübeyri şöyle rivayet eder: İmam Sadık’(a.s)dan, Allah’ın kitabında kaç çeşit küfürden bahsettiğini sordum:
“Allah’ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir: a) İnkâra dayalı küfür. Bunun da iki çeşidi vardır. b) Nimete karşı nankörlük etme anlamında küfür. c) Allah’ın emirlerini terk etmeye dayalı küfür. d) Uzak olduğunu bildirme, ilişkiyi kesme, tanımama anlamında küfür.”
Küfrün birinci çeşidindeki inkâra dayalı küfür, Rablik makamını inkâr etmektir. “Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur” diyenler gibi. Bu, zındıklar zümresine mensup iki grubun sözüdür. Bunlara dehriler de denir. “Bizi yok eden ancak zaman (dehr)dır” dedikleri için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlatmaya çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında: “Onlar sadece zannediyorlar.” (Casiye, 24) buyuruyor. Yani ‘herhalde böyledir’ diyerek kendilerini avutuyorlar. Yine buyuruyor ki: “Kâfirlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar.” (Bakara, 6-7). Yani Allah’ın birliğini kabul etmezler buyuruyor. İşte küfrün bir çeşidi budur.
Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkâr etmektir. Bununla kastettiğimiz, kişinin gerçek olduğunu kesin olarak bildiği halde bir şeyi inkâr etmesidir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.” (Neml, 14). Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “Daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!” (Bakara, 89). İşte inkârcılığın iki çeşidinin açıklaması budur.
Küfrün üçüncü çeşidi ise, nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah bu durumu Hz. Süleyman’ın diliyle şöyle ifade etmektedir: “Bu Rabbimin lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml, 40).
Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: “Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz azâbım pek çetindir.” (İbrahim, 7). Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
Küfrün dördüncü çeşidi de, Yüce Allah’ın emirlerini terk etmektir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız, diye sizden kesin söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiş, siz de buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarınızdan çıkarıyorsunuz; onlara karşı günâh ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara, 84). Burada Yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nispet ediyor. Fakat bu imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar sağlamayacağını da şöyle vurguluyor: “Sizden bunu yapmanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınız bilmez değildir.” (Bakara, 85)
Küfrün beşinci çeşidi de: Uzak olduğunu bildirme, tanımama anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de Yüce Allah’ın Hz. İbrahimin (a.s) diliyle aktardığı şu ifadelerdir: “Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.” (Mümtehine, 4).
Yani Hz. İbrahim, biz sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı demek istiyor. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: (Şeytan, kıyamet günü insanlar arasındaki dostlarıyla bir ilişkisinin olmadığını dile getiriyor): “Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten.” (İbrahim, 22).
Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: “Siz dünya hayatında birbirinizi sevmek için Allah’ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımaz ve birbirinizi lanetlersiniz. Varacağınız yer de ateştir ve hiçbir yardımcınız da yoktur.” (Ankebut, 25)
Bu rivayet, küfrün güçlülük ve zayıflık arz edebilecek bir nitelik olduğunu açıklayıcı mahiyettedir.
Evet, şimdi kalplerimize, sözlerimize, amellerimize, ilişkilerimize kısaca hayatımıza bir göz atalım. Kendimizi alıp bu ayetlere bir vuralım bakalım ne kadar benziyoruz ve ne kadar uzağız? Bakalım kalplerimizde iman mı bulacağız yoksa (Allah korusun) küfür mü?

TEVEKKÜL VE HIRS

GIYBETTE TEDAVİ YOLLARI
Gıybet tehlikeli sonuçlar doğuran bir günahtır. Bu tür günahlar zamanında tedavi edilmediği takdirde birtakım ruhsal bozukluklara yol açar. Artık gıybet, tiksinilmesi gereken bir davranış olması gereken yerde zevk duyulan bir alışkanlık haline gelir.
Gıybet iki yolla tedavi edilir:
1-Bilimsel Tedavi Yolları
2-Pratik Tedavi Yolları
1-BİLİMSEL TEDAVİ YOLLARI
1.YOL: Gıybetin Nedenlerini Bulmak:
Her hastalığın mutlaka bir sebebi vardır. Hastalıkla mücadele edebilmek için öncelikli olarak hastalığın sebebi bilinmelidir. Tedavinin ilk şartı budur. Gıybet için de aynı şey geçerlidir.
İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
‘’Gıybetin on sebebi vardır:
1-Öfkeyi yatıştırmak
2-Başkalarına yardım etmek (konuşulanları tasdik etmek)
3-Araştırma yapmadan haberi doğrulamak
4-Töhmet etmek
5-Suizan etmek
6-Hased etmek
7-Alay etmek
8-Şaşkınlık
9-Rencide olmak
10-Anlatılanları güzel göstermek.’’
Gıybete Neden Olan Sebepler
1-Öfkeyi Yatıştırmak: İnsan bazen sevmediği bir kimseyi hatırladığında, daha önce ona karşı duymuş olduğu öfkesini yatıştırmak için karşı tarafın gıybetini eder ve böylece rahatlamaya veya kendisini tatmin etmeye çalışır. Dolayısıyla ‘’gıybete neden olan başlıca sebeplerden biri öfkedir’’ diyebiliriz.
2-Kin ne Nefret: İnsan, bazen nefret ettiği bir kimse yanında saygıyla anıldığında veya övüldüğünde ona karşı duymuş olduğu kin ve nefretinden dolayı karşı tarafın bilinmeyen kusurlarını sergilemeye başlar. Demek ki gıybetin bir diğer sebebi kin ve nefrettir.
3-Kıskançlık/Hased: Bazıları, kıskandıkları bir kimsenin adı iyilik ve övgüyle anıldığında kıskançlıklarından dolayı onun bilinmeyen kusurlarını dile getirmeye, övgü ve saygı sözcükleri yerine düşmanlık çıkarır, böylece içlerindeki ateşi yatıştırmaya çalışırlar. Bu yüzden ‘’gıybete neden olan başlıca sebeplerden biri de haseddir’’ diyebiliriz.
4-Şaka Yapmak: Bazen de gıybet gülmek, eğlenmek ve başkalarını güldürmek için yapılır. Bu tür gıybetler genelde hiçbir kötü niyet olmadığı halde yapılmaktadır.
5-Alay Etmek: Bazen başkalarıyla alay etmek için gıybet yapılmaktadır. Başkalarının kusurları deşifre edildiği için bu da gıybet sebeplerinden sayılmıştır.
6-Övünmek: İnsan bazen kendi üstünlüklerini ortaya çıkarmak için başkalarının kusurlarını dile getirme tekniğinden faydalanır. Örneğin; kendisinin bilgili ve takvalı olduğunu meclistekilere anlatmak için; ‘’Falanca şahıs bilgili değil!’’ der. Veya ‘’Takvalı sandığınız kimseyi filan işi yaparken gördüm! Ama asıl takvalıları göremiyorsunuz, ben ne yapayım?’’ der. Dolayısıyla bu da gıybetin sebeplerindendir.
7-Nefsi Müdafaa: İnsan bazen yapmadığı halde kendisine isnat edilen kusurlardan kurtulmak ve kendisini savunmak için; ‘’Bu işi ben yapmadım, şu şahıs yaptı!’’ diyerek gıybet eder. Nefsi müdafaa her ne kadar doğal bir olay olsa da bu, haram bir yolla olmamalıdır. Dolayısıyla savunma amaçlı gıybet etmek caiz değildir.
8-Herhangi Bir Kusur İçin Delil Göstermek: İnsan bazen yapmış olduğu çirkin ve yanlış işlerini temize çıkarmak ve buna delil göstermek için başkasının gıybetini eder. Örneğin; ‘’Bunu neden yapıyorsun, haram değil mi?’’ diye soran birine ‘’Falan şahıs da aynını yapıyor! O yaparken bir şey olmuyor da, ben neden yapınca itiraz ediyorsunuz?’’ gibi sözler delil olmadığı gibi, gıybettir de.
Kıyamet günü her koyun kendi bacağından asılacaktır, dolayısıyla bir başkasının yaptığı günah, hiç kimse için mazeret olamaz. İnsan öncelikli olarak kendisini, daha sonra da etrafındakileri kurtarmalıdır. Asıl üstünlük buradadır.
9-Arkadaşlık Ortamı: Bazı kimseler bir arkadaşlık ortamında kendilerinin de aynı arkadaş grubundan olduklarını ispatlamak ve anlatılanlara katkıda bulunmak için gıybet ederler. Dışlanmak korkusuyla gıybet eden arkadaşlara ses çıkarmamak ve anlatılanlara ortak olmak da bir diğer gıybet sebeplerindendir.
10-Başkasının İtibarını Zedelemek: Bazen de insan önemli bir kişinin yanında kendi gıybetinin edileceğini düşünerek, kusurunu açmasından korktuğu kimsenin itibarını zedelemeye çalışır. Böylece, anlatacaklarına kimsenin itibar etmemesi için karşı tarafı kötü tanıtarak veya kusurlarını açığa vurarak gıybet eder. İnsanların gözünden düşmemek için başkalarının gıybetini ederek Allah ile savaşmayı tercih etmek, şaşkınlığın ve zavallılığın göstergesidir.
11-Başkalarının Haline Dert Yanmak: İnsanlar bazen de başkalarında gördüğü bir kusurdan rahatsızlık duyarak, bu kusuru bir başkasına dert yanma amacıyla açarlar. Örneğin; komşusunun eşine hakaret ettiğini gören bir kimse, bundan rahatsızlık duyar ve dert yanmak amacıyla başkalarına, ‘’Zavallı kadının bu canavardan çektiği nedir?’’ gibi sözler eder. İşte bu gibi dert yanmalar da gıybettir.
12-Allah Rızasını Bahane Etmek: Görülen veya duyulan bir hatayı Allah rızasını bahane göstererek veya buna inanarak bildirmek de yine gıybetin sebepleri arasındadır. Genelde bu tür gıybetler, dini iyi tanımayan ve kendilerini çok dindar sanan cahiller tarafından yapılmaktadır. Zira toplumumuzda bu tür insanların bu ve benzeri gıybetleri helal saydıklarını görmekteyiz. Bu tür insanlar Allah’a yakınlaşmak isterken O’ndan uzaklaştıklarının ve O’na düşman olduklarının farkında bile değillerdir.
13-Bir Şaşkınlığı İfade Etmek: İnsanlar bazen de görmüş oldukları bir kusur karşısında şaşkınlıklarını belirtmek için gıybet ederler. Örneğin yalan konuşan bir yetişkin için ‘’Şu adama bakın, yaşı şu kadar olmuş, hâlâ yalan konuşuyor!’’ demek gıybettir. Dolayısıyla şaşkınlık da gıybet sebeplerinden biridir.
14-Suizan Etmek ve Kusurları Araştırmak: Suizan etmek herşeyi kötüye yormak demektir. İnsanlar gördükleri bazı şeyleri bazen yanlış algılayarak, bazen de zanlarına dayanarak kötüye yorarlar. Bu, dinimizde büyük günahlardandır.
Başkalarına karşı kötü zanda bulunmak, onların kusurlarını araştırmayı gerektirir. Bu da elde edilen bilgileri başkalarına açmaya ve gıybet etmeye neden olur. O halde ‘’gıybete neden olan şeylerden biri de başkalarının kusurlarını aramaktır’’ diyebiliriz.
Gıybet etmemek için bu kötü huyu veya alışkanlığı temelden yok etmek gerekir. Bunu yapan bir kimse başkalarına kötü zanda bulunmayacak, kimsenin kusurlarını araştırmayacak, başkalarına ait özel bilgileri öğrenemeyecek ve dolayısıyla gıybet etmeyecektir.
15-Araştırma Yapmaksızın Konuşulanları Doğrulamak: Birtakım toplumsal sorunların bu yüzden ortaya çıktığı görülmektedir. Nitekim yüce Allah, bu konuda şöyle buyurur:
‘’Ey inananlar! Bir fasık size haber getirdiğinde onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.’’ (Hucurat Suresi 6.ayet)
2.YOL: Mantıklı Düşünmek:
Akıllı bir kimse biraz düşünecek olsa, asla gıybet etmez. Zira gıybetini edeceği kimse onun dostuysa, sırrını ve hatalarını başkalarına söylemekle ona ihanet etmiş olur. Aynı şekilde, bu kimse eğer düşmanıysa, nasıl olur da gıybetini ederek düşmanının günahlarını üzerine alır ve çeşitli zahmetlerle elde ettiği iyi amellerini ona hediye edebilir? Doğrusu bu büyük bir çılgınlık olur. Oysaki gıybet, başlı başına büyük bir çılgınlıktır. Zira annenin evladından, evladın babasından ve herkesin herkesten kaçtığı kıyamet gününde, iyi amelleri düşmana teslim etmek, onun günahlarını yüklenmek ve cehenneme doğru adeta fedakârlık edercesine yol almak elbette ki büyük bir hüsran ve büyük bir çılgınlıktır.
3.YOL: Yaratanı Eleştirmemek:
Gıybet eden kimsenin açığa vurduğu kusurlar iki şekilde düşünülebilir:
a)Bedensel kusurlar
b)Ruhsal (ahlakî) kusurlar
İnsanın yaratılışsal kusuru dile getirilerek gıybet ediliyorsa, gerçekte bu, yaratıcıyla alay etmek sayılır. Zira yaratılandaki kusurla alay etmek, yaratanla alay etmek veya O’nu eleştirmek demektir.
Sonradan elde edilen kusurlara gelince; bilinmelidir ki, başkalarının kusurunu açan kimsenin kendi kusurları da halka açılır. Daha önce değinildiği gibi, Allah, böyle insanların gizli kusurlarını teşhir edeceğine ve hatta onu kendi evinde bile rüsva edeceğine dair ahdetmiştir.
Eğer ‘’Benim başkalarına söylenecek kusur veya yanlışım yok!’’ deniliyorsa; o zaman şu hadis tekrar gözden geçirilmelidir:
‘’Günahından dolayı kim bir mümini kınarsa (gıybetini ederse), aynı günahı kendi de işlemedikçe asla ölmez.’’ (Vesailu’ş-Şia, c.8, s.596; Usul-u Kafi, s.472; el-Mahasin, s.104)
4.YOL: Yüce Derecelere Ulaşmayı Hedeflemek:
Arifler, gıybeti, insan için en çirkin sıfat olarak nitelendirirler. Allah katında asıl kulluğun, oruç ve namazdan ziyade kul hakkını gözetmek olduğunu vurgulamışlar, bunun tam tersini ise münafıkların özelliklerinden saymışlar, bu yüzden gıybet terk edilmedikçe irfan ve seyr-i sülûkta yüce derecelere ulaşılamayacağını beyan etmişlerdir.
Peygamberimiz (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyurur:
‘’Namazı güzel kılanlar, ailesiyle iyi geçinen evliler, az malı olanlar ve Müslümanların gıybetini etmeyenler cennette benimle beraberdir.’’ (el-Mehasin, s.433)
Demek ki bu hadise göre gıybet eden bir kimse, namaz kılan biri olsa bile cennette Peygamberimizle beraber olamayacaktır.
6.YOL: Gıybetin Bir Nevi Günaha Teşvik Olduğunu Düşünmek:
Gıybet sadece tek taraflı bir günah değildir. Bu suça hem anlatan, hem de dinleyenler ortaktır. Bir kimsenin kusuru bir veya daha fazla kimseye iletildiğinde sadece onlar günah işlemekle kalmaz, buna bir de hakkında gıybet edilen kimsenin yapacakları da eklenir. Şöyle ki; hakkında gıybet edildiğini duyan kimse, intikam almak veya başka nedenlerden dolayı gıybete gıybetle karşılık vermek isteyebilir. Bu da günaha teşvik sayılır. Dolayısıyla insan, bunun dünya ve ahiret vebalini de düşünmek zorundadır.
İnsan nasıl kendi kusurlarının örtülü kalmasını istiyorsa, başkalarının kusurlarına da aynı gözle bakmalı, örtmeli ya da en azından kimseye açmamalıdır.
Nice insanlar vardır ki, halk arasında zahiri davranışlarından ötürü sevilip sayılırlar. Aynı kimseler, bazen beşerî zaaflarından dolayı gizli kusurlar işlerler, bazen pişman olurlar, bazen de tevbe etmeyi geciktirirler. Bu tür kusurları fark eden bir kimse, her şeyden önce kendisini de düşünmeli, kimsenin şahsiyetiyle oynamamalıdır. Çünkü insan kendi kusurlarının da gün yüzüne çıkmasını veya bu kusurlardan dolayı rezil olmayı istemez. O halde insan kendi için ne düşünüyorsa, başkaları için de onu düşünmelidir.
Ne yazık ki bazı insanlar, özellikle din konusunda İslamî esasları değil de şahısları esas alırlar. Dolayısıyla saygı duydukları bir kimsenin küçük de olsa bir günah işlediğini duyduklarında bunu kendilerine bir mazeret olarak gösterir, aynı günahın daha ağırını işlemeye başlarlar. Oysaki bu, günaha teşvikin en bariz örneğidir. İmam Ali (a.s) günahın ifşa edilmesini kınayan bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: ‘’İhanetlerin en çirkini sırrı/gizlide olanı ifşa etmektir.’’ (Müstedrek, c.12, s.305, h.14155)
2-PRATİK TEDAVİ
a) Bir oturumda veya bir sohbet sırasında ille de konuşmak gerekiyorsa, konuşmadan önce ne konuşulacağı ve konuşulanların nasıl olması gerektiği düşünülmelidir. Böyle yapıldığı takdirde dille yapılan günahlardan kaçınılmış olur.
b) Diyalog hâlinde olunan kimselere, özellikle de arkadaş çevrelerine dikkat edilmeli, gıybet etmeyen kimselerle irtibat kurulmalıdır. Zira gıybet konusunda hassasiyet gösterilmesine rağmen bazen arkadaş çevresinin gıybetleri kaçınılmaz olabilir. Daha önce de değinildiği üzere gıybeti dinlemek gıybetten yetmiş kat daha çirkin olduğu için, gıybet eden kimselerden kaçınmak ya da onlarla irtibatı kesmek en iyi yol olacaktır.
c) Gerek dualarda, gerekse münacatlarda özellikle gıybet ortamlarında nefsi korumak ve gıybetin şerrinden uzak kalmak için Allah’tan yardım dilenmelidir. Nitekim Ehlibeyt (a.s) da bazı dualarında böyle yapmışlardır. (Biharu’l Envar, c.94, s.343, h.2)
d) Sadece haram gıybetlerin değil, caiz olan gıybetlerden bile sakınmak gerekir. Zira bir şeyin caiz olması, o şeyin mutlaka yapılması anlamına gelmez.
Allah rızasını göz önünde bulundurarak, nefsi ıslah etme amacıyla caiz olarak bilinen yerlerde dahi gıybet etmemeye çalışmak uygun bir davranış olacaktır. Zira nefis ve şeytan, bu tür yerlerde birtakım fitnelerle pusuda bekler ve insanı kolayca aldatırlar.
O halde başkalarının kötülüklerinden ziyade iyi yönleri göz önüne getirilmeli ve bundan ibret alınmalıdır.
Rivayet edilir ki; bir gün Hz. İsa (a.s) havarileriyle birlikte bir köpek leşinin yanından geçiyordu. Havariler,’’Bu leş ne kadar da pis kokuyor!’’ dediler. Bunun üzerine Hz. İsa şöyle cevap verdi: ‘’Dişleri ne kadar beyazmış!’’ (Biharu’l Envar, c.14, s.327)
Gıybet iki yolla tedavi edilir:
1-Bilimsel Tedavi Yolları
2-Pratik Tedavi Yolları
1-BİLİMSEL TEDAVİ YOLLARI
1.YOL: Gıybetin Nedenlerini Bulmak:
Her hastalığın mutlaka bir sebebi vardır. Hastalıkla mücadele edebilmek için öncelikli olarak hastalığın sebebi bilinmelidir. Tedavinin ilk şartı budur. Gıybet için de aynı şey geçerlidir.
İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
‘’Gıybetin on sebebi vardır:
1-Öfkeyi yatıştırmak
2-Başkalarına yardım etmek (konuşulanları tasdik etmek)
3-Araştırma yapmadan haberi doğrulamak
4-Töhmet etmek
5-Suizan etmek
6-Hased etmek
7-Alay etmek
8-Şaşkınlık
9-Rencide olmak
10-Anlatılanları güzel göstermek.’’
Gıybete Neden Olan Sebepler
1-Öfkeyi Yatıştırmak: İnsan bazen sevmediği bir kimseyi hatırladığında, daha önce ona karşı duymuş olduğu öfkesini yatıştırmak için karşı tarafın gıybetini eder ve böylece rahatlamaya veya kendisini tatmin etmeye çalışır. Dolayısıyla ‘’gıybete neden olan başlıca sebeplerden biri öfkedir’’ diyebiliriz.
2-Kin ne Nefret: İnsan, bazen nefret ettiği bir kimse yanında saygıyla anıldığında veya övüldüğünde ona karşı duymuş olduğu kin ve nefretinden dolayı karşı tarafın bilinmeyen kusurlarını sergilemeye başlar. Demek ki gıybetin bir diğer sebebi kin ve nefrettir.
3-Kıskançlık/Hased: Bazıları, kıskandıkları bir kimsenin adı iyilik ve övgüyle anıldığında kıskançlıklarından dolayı onun bilinmeyen kusurlarını dile getirmeye, övgü ve saygı sözcükleri yerine düşmanlık çıkarır, böylece içlerindeki ateşi yatıştırmaya çalışırlar. Bu yüzden ‘’gıybete neden olan başlıca sebeplerden biri de haseddir’’ diyebiliriz.
4-Şaka Yapmak: Bazen de gıybet gülmek, eğlenmek ve başkalarını güldürmek için yapılır. Bu tür gıybetler genelde hiçbir kötü niyet olmadığı halde yapılmaktadır.
5-Alay Etmek: Bazen başkalarıyla alay etmek için gıybet yapılmaktadır. Başkalarının kusurları deşifre edildiği için bu da gıybet sebeplerinden sayılmıştır.
6-Övünmek: İnsan bazen kendi üstünlüklerini ortaya çıkarmak için başkalarının kusurlarını dile getirme tekniğinden faydalanır. Örneğin; kendisinin bilgili ve takvalı olduğunu meclistekilere anlatmak için; ‘’Falanca şahıs bilgili değil!’’ der. Veya ‘’Takvalı sandığınız kimseyi filan işi yaparken gördüm! Ama asıl takvalıları göremiyorsunuz, ben ne yapayım?’’ der. Dolayısıyla bu da gıybetin sebeplerindendir.
7-Nefsi Müdafaa: İnsan bazen yapmadığı halde kendisine isnat edilen kusurlardan kurtulmak ve kendisini savunmak için; ‘’Bu işi ben yapmadım, şu şahıs yaptı!’’ diyerek gıybet eder. Nefsi müdafaa her ne kadar doğal bir olay olsa da bu, haram bir yolla olmamalıdır. Dolayısıyla savunma amaçlı gıybet etmek caiz değildir.
8-Herhangi Bir Kusur İçin Delil Göstermek: İnsan bazen yapmış olduğu çirkin ve yanlış işlerini temize çıkarmak ve buna delil göstermek için başkasının gıybetini eder. Örneğin; ‘’Bunu neden yapıyorsun, haram değil mi?’’ diye soran birine ‘’Falan şahıs da aynını yapıyor! O yaparken bir şey olmuyor da, ben neden yapınca itiraz ediyorsunuz?’’ gibi sözler delil olmadığı gibi, gıybettir de.
Kıyamet günü her koyun kendi bacağından asılacaktır, dolayısıyla bir başkasının yaptığı günah, hiç kimse için mazeret olamaz. İnsan öncelikli olarak kendisini, daha sonra da etrafındakileri kurtarmalıdır. Asıl üstünlük buradadır.
9-Arkadaşlık Ortamı: Bazı kimseler bir arkadaşlık ortamında kendilerinin de aynı arkadaş grubundan olduklarını ispatlamak ve anlatılanlara katkıda bulunmak için gıybet ederler. Dışlanmak korkusuyla gıybet eden arkadaşlara ses çıkarmamak ve anlatılanlara ortak olmak da bir diğer gıybet sebeplerindendir.
10-Başkasının İtibarını Zedelemek: Bazen de insan önemli bir kişinin yanında kendi gıybetinin edileceğini düşünerek, kusurunu açmasından korktuğu kimsenin itibarını zedelemeye çalışır. Böylece, anlatacaklarına kimsenin itibar etmemesi için karşı tarafı kötü tanıtarak veya kusurlarını açığa vurarak gıybet eder. İnsanların gözünden düşmemek için başkalarının gıybetini ederek Allah ile savaşmayı tercih etmek, şaşkınlığın ve zavallılığın göstergesidir.
11-Başkalarının Haline Dert Yanmak: İnsanlar bazen de başkalarında gördüğü bir kusurdan rahatsızlık duyarak, bu kusuru bir başkasına dert yanma amacıyla açarlar. Örneğin; komşusunun eşine hakaret ettiğini gören bir kimse, bundan rahatsızlık duyar ve dert yanmak amacıyla başkalarına, ‘’Zavallı kadının bu canavardan çektiği nedir?’’ gibi sözler eder. İşte bu gibi dert yanmalar da gıybettir.
12-Allah Rızasını Bahane Etmek: Görülen veya duyulan bir hatayı Allah rızasını bahane göstererek veya buna inanarak bildirmek de yine gıybetin sebepleri arasındadır. Genelde bu tür gıybetler, dini iyi tanımayan ve kendilerini çok dindar sanan cahiller tarafından yapılmaktadır. Zira toplumumuzda bu tür insanların bu ve benzeri gıybetleri helal saydıklarını görmekteyiz. Bu tür insanlar Allah’a yakınlaşmak isterken O’ndan uzaklaştıklarının ve O’na düşman olduklarının farkında bile değillerdir.
13-Bir Şaşkınlığı İfade Etmek: İnsanlar bazen de görmüş oldukları bir kusur karşısında şaşkınlıklarını belirtmek için gıybet ederler. Örneğin yalan konuşan bir yetişkin için ‘’Şu adama bakın, yaşı şu kadar olmuş, hâlâ yalan konuşuyor!’’ demek gıybettir. Dolayısıyla şaşkınlık da gıybet sebeplerinden biridir.
14-Suizan Etmek ve Kusurları Araştırmak: Suizan etmek herşeyi kötüye yormak demektir. İnsanlar gördükleri bazı şeyleri bazen yanlış algılayarak, bazen de zanlarına dayanarak kötüye yorarlar. Bu, dinimizde büyük günahlardandır.
Başkalarına karşı kötü zanda bulunmak, onların kusurlarını araştırmayı gerektirir. Bu da elde edilen bilgileri başkalarına açmaya ve gıybet etmeye neden olur. O halde ‘’gıybete neden olan şeylerden biri de başkalarının kusurlarını aramaktır’’ diyebiliriz.
Gıybet etmemek için bu kötü huyu veya alışkanlığı temelden yok etmek gerekir. Bunu yapan bir kimse başkalarına kötü zanda bulunmayacak, kimsenin kusurlarını araştırmayacak, başkalarına ait özel bilgileri öğrenemeyecek ve dolayısıyla gıybet etmeyecektir.
15-Araştırma Yapmaksızın Konuşulanları Doğrulamak: Birtakım toplumsal sorunların bu yüzden ortaya çıktığı görülmektedir. Nitekim yüce Allah, bu konuda şöyle buyurur:
‘’Ey inananlar! Bir fasık size haber getirdiğinde onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.’’ (Hucurat Suresi 6.ayet)
2.YOL: Mantıklı Düşünmek:
Akıllı bir kimse biraz düşünecek olsa, asla gıybet etmez. Zira gıybetini edeceği kimse onun dostuysa, sırrını ve hatalarını başkalarına söylemekle ona ihanet etmiş olur. Aynı şekilde, bu kimse eğer düşmanıysa, nasıl olur da gıybetini ederek düşmanının günahlarını üzerine alır ve çeşitli zahmetlerle elde ettiği iyi amellerini ona hediye edebilir? Doğrusu bu büyük bir çılgınlık olur. Oysaki gıybet, başlı başına büyük bir çılgınlıktır. Zira annenin evladından, evladın babasından ve herkesin herkesten kaçtığı kıyamet gününde, iyi amelleri düşmana teslim etmek, onun günahlarını yüklenmek ve cehenneme doğru adeta fedakârlık edercesine yol almak elbette ki büyük bir hüsran ve büyük bir çılgınlıktır.
3.YOL: Yaratanı Eleştirmemek:
Gıybet eden kimsenin açığa vurduğu kusurlar iki şekilde düşünülebilir:
a)Bedensel kusurlar
b)Ruhsal (ahlakî) kusurlar
İnsanın yaratılışsal kusuru dile getirilerek gıybet ediliyorsa, gerçekte bu, yaratıcıyla alay etmek sayılır. Zira yaratılandaki kusurla alay etmek, yaratanla alay etmek veya O’nu eleştirmek demektir.
Sonradan elde edilen kusurlara gelince; bilinmelidir ki, başkalarının kusurunu açan kimsenin kendi kusurları da halka açılır. Daha önce değinildiği gibi, Allah, böyle insanların gizli kusurlarını teşhir edeceğine ve hatta onu kendi evinde bile rüsva edeceğine dair ahdetmiştir.
Eğer ‘’Benim başkalarına söylenecek kusur veya yanlışım yok!’’ deniliyorsa; o zaman şu hadis tekrar gözden geçirilmelidir:
‘’Günahından dolayı kim bir mümini kınarsa (gıybetini ederse), aynı günahı kendi de işlemedikçe asla ölmez.’’ (Vesailu’ş-Şia, c.8, s.596; Usul-u Kafi, s.472; el-Mahasin, s.104)
4.YOL: Yüce Derecelere Ulaşmayı Hedeflemek:
Arifler, gıybeti, insan için en çirkin sıfat olarak nitelendirirler. Allah katında asıl kulluğun, oruç ve namazdan ziyade kul hakkını gözetmek olduğunu vurgulamışlar, bunun tam tersini ise münafıkların özelliklerinden saymışlar, bu yüzden gıybet terk edilmedikçe irfan ve seyr-i sülûkta yüce derecelere ulaşılamayacağını beyan etmişlerdir.
Peygamberimiz (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyurur:
‘’Namazı güzel kılanlar, ailesiyle iyi geçinen evliler, az malı olanlar ve Müslümanların gıybetini etmeyenler cennette benimle beraberdir.’’ (el-Mehasin, s.433)
Demek ki bu hadise göre gıybet eden bir kimse, namaz kılan biri olsa bile cennette Peygamberimizle beraber olamayacaktır.
6.YOL: Gıybetin Bir Nevi Günaha Teşvik Olduğunu Düşünmek:
Gıybet sadece tek taraflı bir günah değildir. Bu suça hem anlatan, hem de dinleyenler ortaktır. Bir kimsenin kusuru bir veya daha fazla kimseye iletildiğinde sadece onlar günah işlemekle kalmaz, buna bir de hakkında gıybet edilen kimsenin yapacakları da eklenir. Şöyle ki; hakkında gıybet edildiğini duyan kimse, intikam almak veya başka nedenlerden dolayı gıybete gıybetle karşılık vermek isteyebilir. Bu da günaha teşvik sayılır. Dolayısıyla insan, bunun dünya ve ahiret vebalini de düşünmek zorundadır.
İnsan nasıl kendi kusurlarının örtülü kalmasını istiyorsa, başkalarının kusurlarına da aynı gözle bakmalı, örtmeli ya da en azından kimseye açmamalıdır.
Nice insanlar vardır ki, halk arasında zahiri davranışlarından ötürü sevilip sayılırlar. Aynı kimseler, bazen beşerî zaaflarından dolayı gizli kusurlar işlerler, bazen pişman olurlar, bazen de tevbe etmeyi geciktirirler. Bu tür kusurları fark eden bir kimse, her şeyden önce kendisini de düşünmeli, kimsenin şahsiyetiyle oynamamalıdır. Çünkü insan kendi kusurlarının da gün yüzüne çıkmasını veya bu kusurlardan dolayı rezil olmayı istemez. O halde insan kendi için ne düşünüyorsa, başkaları için de onu düşünmelidir.
Ne yazık ki bazı insanlar, özellikle din konusunda İslamî esasları değil de şahısları esas alırlar. Dolayısıyla saygı duydukları bir kimsenin küçük de olsa bir günah işlediğini duyduklarında bunu kendilerine bir mazeret olarak gösterir, aynı günahın daha ağırını işlemeye başlarlar. Oysaki bu, günaha teşvikin en bariz örneğidir. İmam Ali (a.s) günahın ifşa edilmesini kınayan bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: ‘’İhanetlerin en çirkini sırrı/gizlide olanı ifşa etmektir.’’ (Müstedrek, c.12, s.305, h.14155)
2-PRATİK TEDAVİ
a) Bir oturumda veya bir sohbet sırasında ille de konuşmak gerekiyorsa, konuşmadan önce ne konuşulacağı ve konuşulanların nasıl olması gerektiği düşünülmelidir. Böyle yapıldığı takdirde dille yapılan günahlardan kaçınılmış olur.
b) Diyalog hâlinde olunan kimselere, özellikle de arkadaş çevrelerine dikkat edilmeli, gıybet etmeyen kimselerle irtibat kurulmalıdır. Zira gıybet konusunda hassasiyet gösterilmesine rağmen bazen arkadaş çevresinin gıybetleri kaçınılmaz olabilir. Daha önce de değinildiği üzere gıybeti dinlemek gıybetten yetmiş kat daha çirkin olduğu için, gıybet eden kimselerden kaçınmak ya da onlarla irtibatı kesmek en iyi yol olacaktır.
c) Gerek dualarda, gerekse münacatlarda özellikle gıybet ortamlarında nefsi korumak ve gıybetin şerrinden uzak kalmak için Allah’tan yardım dilenmelidir. Nitekim Ehlibeyt (a.s) da bazı dualarında böyle yapmışlardır. (Biharu’l Envar, c.94, s.343, h.2)
d) Sadece haram gıybetlerin değil, caiz olan gıybetlerden bile sakınmak gerekir. Zira bir şeyin caiz olması, o şeyin mutlaka yapılması anlamına gelmez.
Allah rızasını göz önünde bulundurarak, nefsi ıslah etme amacıyla caiz olarak bilinen yerlerde dahi gıybet etmemeye çalışmak uygun bir davranış olacaktır. Zira nefis ve şeytan, bu tür yerlerde birtakım fitnelerle pusuda bekler ve insanı kolayca aldatırlar.
O halde başkalarının kötülüklerinden ziyade iyi yönleri göz önüne getirilmeli ve bundan ibret alınmalıdır.
Rivayet edilir ki; bir gün Hz. İsa (a.s) havarileriyle birlikte bir köpek leşinin yanından geçiyordu. Havariler,’’Bu leş ne kadar da pis kokuyor!’’ dediler. Bunun üzerine Hz. İsa şöyle cevap verdi: ‘’Dişleri ne kadar beyazmış!’’ (Biharu’l Envar, c.14, s.327)

İLİM VE CEHALET
‘’ Haydi Müslümanlar Cihada’’ başlıklı yazımızın ardından bir aydan fazla zaman geçti. Nefis ile cihada başlayan kardeşlerimize Rabbimizin yardımcı olması ve başlamayan kardeşlerimizin de bugünden itibaren başlaması temennilerimizle ‘’Rahmani’’ ordular ile ‘’Şeytani’’ orduları tanımaya başlıyoruz.
‘’İlim’’ ve zıddı olan ‘’Cehalet’’. Biri Rahmani, diğeri ise şeytani. Bize düşen görev bu iki orduyu tanıyıp şeytanın askerlerini vücut ülkesinden çıkarıp yerine Rahmani askerleri yerleştirmek.
İlim kelimesi Arapça ‘’âlime’’ ‘’bildi’’ fiilinden gelir. İlim Allah tarafından peygamberlere ve masum imamlara nazil olan, her şeyi hakkı ve hakikatiyle açıklayan bilgilerin tümüdür. İlim sahibi âlim de her şeyi hakkıyla ve hakikatiyle, hiç bir ayrıntısını ve parçasını dışarıda olmamak üzere bilendir.
‘’ Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. ‘’ (Neml/ 15)
‘’İşte böylece biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır.’’ (Ra’d/ 37)
Bizler Peygamber veya masum olmadığımız ve bize de herhangi bir ilim nazil kılınmadığı halde bize düşen görev nedir?
Cevap ilk nazil olan ayeti kerime, yani ‘’OKU’’.
Bizler “Müslüman” olduğumuzu söylüyoruz. Ama birçoğumuz daha Kur’an-ı Kerim’i bile doğru düzgün okuyamıyoruz. Yıllardır kulaktan duyma bilgilerle dinimizi yaşamaya çalıştığımız için ne ayetlerde bize ne emredildiğinin farkındayız, ne de cahilliğimizin. En iyi yaptığımız şey ise onu bunu şunu eleştirmek.
İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: ‘’İnsanlar bilmedikleri şeye düşman kesilirler.’’ (Nehc’ül Belağa 172. Hikmet s. 462)
Evet bizim düşmanlıklarımız da bilmediğimizden kaynaklanıyor. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:
‘’Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.’’ (Zümer 9)
Şu anda dünyadaki gelişmeleri okuyamamamız, kim nerede kimin safında yer almış anlayamamamız araştırma gereği duymadan ön yargılı yaklaşımlarımızdan. Oysa öğrenmenin yaşı yoktur. Bir an önce bu durumumuzu sonlandırıp artıya geçmemiz gerekiyor. İmam Ali (a.s) yine şöyle buyuruyor:
‘’Ey Kumeyl! Bu kalpler bir çeşit kaplardır; en hayırlısı içindekini en iyi koruyandır. Sana söylediklerimi iyi belle ve aklında tut. İnsanlar üç kısımdır: Biri, rabbani âlim; diğeri kurtuluş yolu için ilim öğrenen öğrenci; geriye kalanlar ise her seslenene (bilmeden) uyan her esintiye kapılıp giden değersiz sineklerdir; ne ilim nuruyla aydınlanmışlar ve ne de sağlam bir desteğe sığınmışlardır.
Ey Kumeyl! İlim maldan hayırlıdır; zira ilim seni korur; ama malı sen korursun. Mal harcandığında azalır; (ama) ilim harcandığında çoğalır; malın verdiği makam ve şahsiyet malın yok olmasıyla yok olur.
Ey Kumeyl! İlim öğrenmek kendisiyle mükâfat verilecek bir dindir, insan hayatında onunla Allah’a itaat eder; ilim hâkimdir; mal ise mahkûmdur.
Ey Kumeyl! Mal biriktirenler, diri oldukları halde helak olmuşlardır. Ama ulema, zaman (dünya) baki kaldıkça bakidirler. Bedenler yok olmuştur; ama söz ve eserleri gönüllerde mevcuttur…’’ (Nehc’ül Belağa, 147.hikmet, s.457)
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘’Şüphesiz ilim üç çeşittir: Muhkem ayet(inanç), doğru farz (ahkâm) ve ayakta duran sünnet(ahlak). Bunun dışındakiler ise üstünlüktür.”
Cehalet kelimesi Arapça ‘’cehl’’ veya ‘’ce-ha-le’’ yani ‘’bilmeme, habersiz olma’’ kelimesinden gelir. Cahil bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına da gelir. Halk arasında ise yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan anlamına gelir. Cahilin içinde bulunduğu duruma da cehalet denir.
Cahillik hakkında İmam Ali (a.s) bakın neler buyuruyor:
‘’İnsandaki cahillik, bedeni yiyip bitiren hastalıktan daha zararlıdır.’’
‘’Cahillik inatçı bir binektir; ona binen sürçer, yoldaş olan sapar.’’
‘’Cahillik yok edici düşmandır.’’
‘’Cahillik ayak sürçtürür ve pişmanlığı miras bırakır.’’
‘’Şüphe yok ki siz, cahillikle asla bir ihtiyacınızı gideremez, hayırlı bir vesileye ulaşamaz ve onunla ahiretle ilgili bir konuyu idrak edemezsiniz.’’
‘’Cahilliği ilimle geri çevirin.’’
‘’Kişinin kendi ayıbını bilmemesi onun cahilliğine yeter.’’
‘’Cahilliğin en son noktası, insanın cehaletiyle mutlu olmasıdır.’’
(Gureru’l Hikem, c.1, s.255-256-257258-259)
Burada bir nokta önemli, cehalet de kısım kısımdır. Bir cehalet var ki bilgisizlikten kaynaklanır. Bunun tedavisi kolaydır. İnsan araştırır, öğrenir, kendini geliştirir.
Bir cehalet var ki yanlış ve gereksiz bilgilerle donanmaktır. Hak ile batıl birbirine karıştırılır. Gerçek bilgiye ihtiyaç hissettirmez, bilgi tokluğu yaşatır.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: ‘’Sözün hayırlısı faydalı olanıdır. Fayda vermeyen ilimde hayır olmadığını bil. Faydalanılmayan bilgi öğrenilmeye layık değildir. ( Nehc’ül Belağa, 31.Mektup).
Bu tip cehaletin tedavisi de zor olup imkânsız değildir. Kişi önyargılarını bir kenara itip aklıyla hareket ederek araştırır, doğruyu yanlıştan ayırt edebilir.
Bir cehalet daha var ki en zor ve en korkunç olanıdır. Buna pozitif cehalet de diyebiliriz. Burada kişi doğru bilgiyle donanmıştır ancak ilmiyle amel etmez. Nefsi aklına ve ilmine galip gelmiştir. Sözüyle ameli birbirini tutmaz. İlmi onu diğer cahillerden ayırt etmiyordur.
İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurur: ‘’İnsanların yaptığının aynını kendi de yaptığı halde kişinin bunu inkâr etmesi, onun cahilliğine yeter.”
Cahiller zümresiyle haşr olmamamız dileğiyle…
SEHER UMUT
‘’İlim’’ ve zıddı olan ‘’Cehalet’’. Biri Rahmani, diğeri ise şeytani. Bize düşen görev bu iki orduyu tanıyıp şeytanın askerlerini vücut ülkesinden çıkarıp yerine Rahmani askerleri yerleştirmek.
İlim kelimesi Arapça ‘’âlime’’ ‘’bildi’’ fiilinden gelir. İlim Allah tarafından peygamberlere ve masum imamlara nazil olan, her şeyi hakkı ve hakikatiyle açıklayan bilgilerin tümüdür. İlim sahibi âlim de her şeyi hakkıyla ve hakikatiyle, hiç bir ayrıntısını ve parçasını dışarıda olmamak üzere bilendir.
‘’ Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. ‘’ (Neml/ 15)
‘’İşte böylece biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır.’’ (Ra’d/ 37)
Bizler Peygamber veya masum olmadığımız ve bize de herhangi bir ilim nazil kılınmadığı halde bize düşen görev nedir?
Cevap ilk nazil olan ayeti kerime, yani ‘’OKU’’.
Bizler “Müslüman” olduğumuzu söylüyoruz. Ama birçoğumuz daha Kur’an-ı Kerim’i bile doğru düzgün okuyamıyoruz. Yıllardır kulaktan duyma bilgilerle dinimizi yaşamaya çalıştığımız için ne ayetlerde bize ne emredildiğinin farkındayız, ne de cahilliğimizin. En iyi yaptığımız şey ise onu bunu şunu eleştirmek.
İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: ‘’İnsanlar bilmedikleri şeye düşman kesilirler.’’ (Nehc’ül Belağa 172. Hikmet s. 462)
Evet bizim düşmanlıklarımız da bilmediğimizden kaynaklanıyor. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:
‘’Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.’’ (Zümer 9)
Şu anda dünyadaki gelişmeleri okuyamamamız, kim nerede kimin safında yer almış anlayamamamız araştırma gereği duymadan ön yargılı yaklaşımlarımızdan. Oysa öğrenmenin yaşı yoktur. Bir an önce bu durumumuzu sonlandırıp artıya geçmemiz gerekiyor. İmam Ali (a.s) yine şöyle buyuruyor:
‘’Ey Kumeyl! Bu kalpler bir çeşit kaplardır; en hayırlısı içindekini en iyi koruyandır. Sana söylediklerimi iyi belle ve aklında tut. İnsanlar üç kısımdır: Biri, rabbani âlim; diğeri kurtuluş yolu için ilim öğrenen öğrenci; geriye kalanlar ise her seslenene (bilmeden) uyan her esintiye kapılıp giden değersiz sineklerdir; ne ilim nuruyla aydınlanmışlar ve ne de sağlam bir desteğe sığınmışlardır.
Ey Kumeyl! İlim maldan hayırlıdır; zira ilim seni korur; ama malı sen korursun. Mal harcandığında azalır; (ama) ilim harcandığında çoğalır; malın verdiği makam ve şahsiyet malın yok olmasıyla yok olur.
Ey Kumeyl! İlim öğrenmek kendisiyle mükâfat verilecek bir dindir, insan hayatında onunla Allah’a itaat eder; ilim hâkimdir; mal ise mahkûmdur.
Ey Kumeyl! Mal biriktirenler, diri oldukları halde helak olmuşlardır. Ama ulema, zaman (dünya) baki kaldıkça bakidirler. Bedenler yok olmuştur; ama söz ve eserleri gönüllerde mevcuttur…’’ (Nehc’ül Belağa, 147.hikmet, s.457)
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘’Şüphesiz ilim üç çeşittir: Muhkem ayet(inanç), doğru farz (ahkâm) ve ayakta duran sünnet(ahlak). Bunun dışındakiler ise üstünlüktür.”
Cehalet kelimesi Arapça ‘’cehl’’ veya ‘’ce-ha-le’’ yani ‘’bilmeme, habersiz olma’’ kelimesinden gelir. Cahil bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına da gelir. Halk arasında ise yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan anlamına gelir. Cahilin içinde bulunduğu duruma da cehalet denir.
Cahillik hakkında İmam Ali (a.s) bakın neler buyuruyor:
‘’İnsandaki cahillik, bedeni yiyip bitiren hastalıktan daha zararlıdır.’’
‘’Cahillik inatçı bir binektir; ona binen sürçer, yoldaş olan sapar.’’
‘’Cahillik yok edici düşmandır.’’
‘’Cahillik ayak sürçtürür ve pişmanlığı miras bırakır.’’
‘’Şüphe yok ki siz, cahillikle asla bir ihtiyacınızı gideremez, hayırlı bir vesileye ulaşamaz ve onunla ahiretle ilgili bir konuyu idrak edemezsiniz.’’
‘’Cahilliği ilimle geri çevirin.’’
‘’Kişinin kendi ayıbını bilmemesi onun cahilliğine yeter.’’
‘’Cahilliğin en son noktası, insanın cehaletiyle mutlu olmasıdır.’’
(Gureru’l Hikem, c.1, s.255-256-257258-259)
Burada bir nokta önemli, cehalet de kısım kısımdır. Bir cehalet var ki bilgisizlikten kaynaklanır. Bunun tedavisi kolaydır. İnsan araştırır, öğrenir, kendini geliştirir.
Bir cehalet var ki yanlış ve gereksiz bilgilerle donanmaktır. Hak ile batıl birbirine karıştırılır. Gerçek bilgiye ihtiyaç hissettirmez, bilgi tokluğu yaşatır.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurur: ‘’Sözün hayırlısı faydalı olanıdır. Fayda vermeyen ilimde hayır olmadığını bil. Faydalanılmayan bilgi öğrenilmeye layık değildir. ( Nehc’ül Belağa, 31.Mektup).
Bu tip cehaletin tedavisi de zor olup imkânsız değildir. Kişi önyargılarını bir kenara itip aklıyla hareket ederek araştırır, doğruyu yanlıştan ayırt edebilir.
Bir cehalet daha var ki en zor ve en korkunç olanıdır. Buna pozitif cehalet de diyebiliriz. Burada kişi doğru bilgiyle donanmıştır ancak ilmiyle amel etmez. Nefsi aklına ve ilmine galip gelmiştir. Sözüyle ameli birbirini tutmaz. İlmi onu diğer cahillerden ayırt etmiyordur.
İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurur: ‘’İnsanların yaptığının aynını kendi de yaptığı halde kişinin bunu inkâr etmesi, onun cahilliğine yeter.”
Cahiller zümresiyle haşr olmamamız dileğiyle…
SEHER UMUT

STRESTEN KURTULMAK İSTİYOR MUSUNUZ?
Stres, vücudun gergin olması, baskı altında hissetmesi, bunalması, ruhun dengeden çıkması anlamlarına gelir. Takdir edersiniz ki stres, çağımızın en büyük sorunlarındandır. Baş ağrısı, uykusuzluk, halsizlik, mide kramplarından tutun ilerlediği ve sürekli olduğu durumlarda çok ciddi beden ve ruh hastalıklarına neden olmaktadır.
Beden rahatsızlıkları; hipertansiyon, kanser, diyabet, obozite, bağışıklık sistemi hastalıkları, gastrit, ülser, cilt hastalıkları, cinsel sorunlar, kalp hastalıkları, adet bozukluğu…
Ruhi hastalıklar; fobiler, kronik yorgunluk, karakter bozuklukları, şizofren, panik ataklar, bayılmalar, sinirlilik, iştahsızlık…
Sosyal sorunlar; iletişim bozuklukları, bulunduğu ortama adapte olamama problemleri, çalışma problemleri, kötü alışkanlıklar olan sigara, içki, uyuşturucu maddeler, evlilikte sorunlar, rol çatışması, intihar eğilimleri, yalnızlık…
Bunlar sorunlardan bazıları. Stres, direk ve indirek olarak beden ve ruhu tehdit eden önemli bir unsurdur. Bu nedenle stresi yenebilmeyi öğrenmek gerekir.
Stres bir iç baskıdır.
Vücudun sorunlarla mücadele edemediği takdirde yükün altında ezilme hissidir. O halde stresten nasıl kurtulunur?. Hiçbir sorumluluk, görev veya iş almadan kurtulunur mu? Hayır. Çünkü beden ve ruh bir doyuma ulaşmadığı takdirde yine strese girebiliyor. O halde stres sadece bedeni ilgilendiren bir konu değildir. Örneğin eviniz var, arabanız var, kredi kartlarınızı zamanında ödüyorsunuz, eşinizi seviyorsunuz, çocuklarınız okullarında başarılı, iş hayatınız mükemmel gidiyor…
Yine de strese girebilirsiniz. Bunlar bedeni rahatlatıyor. Ya ruh?
Ruhun açlığı giderilmediği takdirde, ruh bir dostu ile iletişim kuramıyorsa, kendini yalnızlığa mahkûm ediyorsa, ihtiyaçları giderilmiyorsa yine de bir iç baskı oluşmaz mı? Fıtrat kendi yolunda yol alamıyorsa bu insana sıkıntı vermez mi? İnsanı strese sokan sadece dış etkenler değildir. Ayrıca insanı zorlayan iç etkenler de vardır. Örneğin insan hayatını anlamlandıramıyorsa, çaba ve çırpınışlarına manevi bir boyut yüklemiyorsa, hayatına kutsi bir hedef kazandırmıyorsa insan elbette mutlu olmayacaktır.
İşte, bu nedenle stresi peygamberlerimiz de göremiyoruz.
Peygamberlerimiz de stres hiç gündeme gelmiyor. Elbette onların tıkandıkları, zorlandıkları, sıkıştıkları dönemler oldu. Ama onlar tevekkül ile Rablerine sığındılar. Rahmet, yardım, lütuf, ikram, sabır, ecir, hikmet, hayır onların ilacı oldu. Onlar Rabbinin verdiği ve vermediği, daralttığı ve çoğalttığı, rahatlık ve zorluk gibi tüm dönemlerde Allah’a dayanarak güç aldılar. Böylece üzerindeki yüklerini indirmiş oldular. Bu da onlara rahatlık verdi.
Allah’a dayanmış ve çocuğunu kaybetmiş bir annenin durumu ile Allah’ı kabul etmeyen ve çocuğunu kaybetmiş bir annenin durumu aynı değildir. Veya 3 ay ömrü kalan kanserli, inanan bir adamın psikolojisi ile 3 ay ömrü kalan kanserli bir inanmayanın psikolojisi aynı değildir. Veya fakir bir inanan ile fakir olan bir inanmayanın, hayata tutunma şekli bir değildir.
Allah’ın rızasını hedef edinen ve o yolda yürüyen bir insan ne kadar sıkıntılı olsa da, görev altına girse de, dünya hayatı zor olsa da stresten uzak olacaktır. Çünkü o hayatını, vekili olan Rabbinin eline bırakmıştır. Tüm güç, sabır ve medetini Allah’tan bekler.
Ama Rabbine bağlanmayan ve güvenmeyen insan en basit zorlukta tökezler, düşer. Çünkü insan bedenen de, ruhen de acizdir. Eksikliklerden uzak olan Rabbine dayanmıyorsa, ne yapacak? Elbette bunalacak, dengeyi kaybedecek. Beden ve ruh taleplerine cevap alamıyorsa üzülecek, küsecek.
İşte stres ve sonuçlarından kurtulmak istiyorsak, en önemli çözüm Rabbimize sığınmaktır. Bunun dışındaki çözüm önerileri kişiyi geçici olarak oyalayabilir, rahatlatabilir. Ama kurtaramaz.
Bu nedenle stresten kurtulmak istiyorsak Rabb’imize ve O’nun gösterdiği yola yönelmeliyiz. O’nun daveti kesinlikle tüm bedenlere ve ruhlara hayat verecektir.
Enfal süresi/24 “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Resul’e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
Yeter ki biz stresten kurtulmak isteyelim. Stressiz günlere vesselam.
Beden rahatsızlıkları; hipertansiyon, kanser, diyabet, obozite, bağışıklık sistemi hastalıkları, gastrit, ülser, cilt hastalıkları, cinsel sorunlar, kalp hastalıkları, adet bozukluğu…
Ruhi hastalıklar; fobiler, kronik yorgunluk, karakter bozuklukları, şizofren, panik ataklar, bayılmalar, sinirlilik, iştahsızlık…
Sosyal sorunlar; iletişim bozuklukları, bulunduğu ortama adapte olamama problemleri, çalışma problemleri, kötü alışkanlıklar olan sigara, içki, uyuşturucu maddeler, evlilikte sorunlar, rol çatışması, intihar eğilimleri, yalnızlık…
Bunlar sorunlardan bazıları. Stres, direk ve indirek olarak beden ve ruhu tehdit eden önemli bir unsurdur. Bu nedenle stresi yenebilmeyi öğrenmek gerekir.
Stres bir iç baskıdır.
Vücudun sorunlarla mücadele edemediği takdirde yükün altında ezilme hissidir. O halde stresten nasıl kurtulunur?. Hiçbir sorumluluk, görev veya iş almadan kurtulunur mu? Hayır. Çünkü beden ve ruh bir doyuma ulaşmadığı takdirde yine strese girebiliyor. O halde stres sadece bedeni ilgilendiren bir konu değildir. Örneğin eviniz var, arabanız var, kredi kartlarınızı zamanında ödüyorsunuz, eşinizi seviyorsunuz, çocuklarınız okullarında başarılı, iş hayatınız mükemmel gidiyor…
Yine de strese girebilirsiniz. Bunlar bedeni rahatlatıyor. Ya ruh?
Ruhun açlığı giderilmediği takdirde, ruh bir dostu ile iletişim kuramıyorsa, kendini yalnızlığa mahkûm ediyorsa, ihtiyaçları giderilmiyorsa yine de bir iç baskı oluşmaz mı? Fıtrat kendi yolunda yol alamıyorsa bu insana sıkıntı vermez mi? İnsanı strese sokan sadece dış etkenler değildir. Ayrıca insanı zorlayan iç etkenler de vardır. Örneğin insan hayatını anlamlandıramıyorsa, çaba ve çırpınışlarına manevi bir boyut yüklemiyorsa, hayatına kutsi bir hedef kazandırmıyorsa insan elbette mutlu olmayacaktır.
İşte, bu nedenle stresi peygamberlerimiz de göremiyoruz.
Peygamberlerimiz de stres hiç gündeme gelmiyor. Elbette onların tıkandıkları, zorlandıkları, sıkıştıkları dönemler oldu. Ama onlar tevekkül ile Rablerine sığındılar. Rahmet, yardım, lütuf, ikram, sabır, ecir, hikmet, hayır onların ilacı oldu. Onlar Rabbinin verdiği ve vermediği, daralttığı ve çoğalttığı, rahatlık ve zorluk gibi tüm dönemlerde Allah’a dayanarak güç aldılar. Böylece üzerindeki yüklerini indirmiş oldular. Bu da onlara rahatlık verdi.
Allah’a dayanmış ve çocuğunu kaybetmiş bir annenin durumu ile Allah’ı kabul etmeyen ve çocuğunu kaybetmiş bir annenin durumu aynı değildir. Veya 3 ay ömrü kalan kanserli, inanan bir adamın psikolojisi ile 3 ay ömrü kalan kanserli bir inanmayanın psikolojisi aynı değildir. Veya fakir bir inanan ile fakir olan bir inanmayanın, hayata tutunma şekli bir değildir.
Allah’ın rızasını hedef edinen ve o yolda yürüyen bir insan ne kadar sıkıntılı olsa da, görev altına girse de, dünya hayatı zor olsa da stresten uzak olacaktır. Çünkü o hayatını, vekili olan Rabbinin eline bırakmıştır. Tüm güç, sabır ve medetini Allah’tan bekler.
Ama Rabbine bağlanmayan ve güvenmeyen insan en basit zorlukta tökezler, düşer. Çünkü insan bedenen de, ruhen de acizdir. Eksikliklerden uzak olan Rabbine dayanmıyorsa, ne yapacak? Elbette bunalacak, dengeyi kaybedecek. Beden ve ruh taleplerine cevap alamıyorsa üzülecek, küsecek.
İşte stres ve sonuçlarından kurtulmak istiyorsak, en önemli çözüm Rabbimize sığınmaktır. Bunun dışındaki çözüm önerileri kişiyi geçici olarak oyalayabilir, rahatlatabilir. Ama kurtaramaz.
Bu nedenle stresten kurtulmak istiyorsak Rabb’imize ve O’nun gösterdiği yola yönelmeliyiz. O’nun daveti kesinlikle tüm bedenlere ve ruhlara hayat verecektir.
Enfal süresi/24 “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Resul’e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
Yeter ki biz stresten kurtulmak isteyelim. Stressiz günlere vesselam.

HAYDİ, MÜSLÜMANLAR CİHADA!
Her geçip giden yıl bir şeyler alır götürür bizden. Ve her yeni yıldan beklentilerimiz vardır. Yeni bir ev, daha iyi bir iş, okulu bitirmek, atanmak, evlenmek vs. uzadıkça uzar bu liste. Gelin bu yıl hayatımızda bir değişiklik yapalım.
2015 yılında yeniden doğalım. Nasıl mı?
Her bebek İslam fıtratı üzere doğar, tertemiz. Ancak biz büyüdükçe bizimle beraber büyüyen bir şey daha var: nefsimiz.
Eğer tezkiye olmaksızın başıboş bırakırsak günün birinde kendimizi korkunç bir mahlûk olarak bulabiliriz.
Sözlük anlamıyla ‘’tezkiye’’ ve ‘’tezekkî’’, insanın nefsini, ona bulaşan kir ve pastan temizlemesinden veya temizlenip arınılması gereken şeyden temizlenip arınmaktan ibarettir.
İmam Muhammed Bâkır (A.S)’Dan Şöyle Rivayet Edilmiştir:
‘’ Her kulun kalbinde beyaz bir nokta vardır. Bir günah işlediğinde oraya siyah bir nokta konar, sonra tevbe ederse o siyah nokta yok olur. Ama eğer günaha devam ederse orası siyah noktalarla dolar ve derken tamamen kararır. O beyaz nokta tamamen karardığında o kalbin sahibi bir daha asla iyilik ve doğruluğa dönemez.’’ (Usul-u Kâfi 3/274, İman ve Küfür Babı, Günah Babı, 20.Hadis)
Gelin kalplerimiz tamamen kararmadan, iş işten geçmeden, bedenimiz yaşlanıp da savaşacak gücümüzü kaybetmeden bir adım atalım.
İmam Ali Naki (A.S) Şöyle Buyurur:
‘’Dünya bir pazardır; bir grup onda kâr eder, diğer bir grup zarar.’’ (Tuhafu’l Ukul, s.1033)
Biz zarardan dönelim ve kâra geçelim.
BÜYÜK CİHAD
Peygamberimiz bir gün bir grup müslümanları cihada gönderdi. Döndüklerinde Peygamber (s.a.a) onlara şöyle buyurdu: ‘’Merhaba küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihad baki kalanlara.’’ Denildi ki, ‘’Ya Resulullah! Büyük cihad da neyin nesi?’’ Resulullah (s.a.a), ‘’Nefis ile cihad!’’ buyurdu. (Furu-u Kafi, c.5, s.12; Kitabu’l Cihad Bab-u Vucuh’ilCihad, 3.Hadis)
SAVAŞ MEYDANI
Evet, savaş meydanı kendimiziz. Bu savaş şu cephelerde gerçekleşecek: göz, kulak, dil, kalp, mide, tenasül organı, el ve ayak. Savaşan taraflar ise Rahmanî (aklanî) ordular ile Şeytanî (cehlanî) ordular. Eğer Rahmani ordular galip gelecek olursa insan mutluluk ve rahmet ehli olur; enbiya, evliya ve salihler ile haşrolur. Eğer şeytan ve cehalet ordusu gaip gelirse, gazap ve mutsuzluk ehli olur; şeytanlar, kâfirler ve (Allah’ın rahmetinden) mahrumlar zümresiyle haşrolur.
İLK ADIM: TEFEKKÜR
Nefis ile mücadele ve Hak Teâlâ’ya doğru hareketin ilk şartı tefekkürdür. Her gece ve gündüz az da olsa, bizi dünyaya getiren, rahatlığımız için her türlü vesileyi hazırlayan, bize salim bir beden veren, bunca nimet ve rahmet sistemini genişleten, bir taraftan bunca peygamberler gönderen, kitaplar nazil kılan, kılavuzluk eden Rabb’imiz karşısında ne gibi bir vazife ve sorumluluğumuz olduğunu derince düşünmeliyiz.
Kuran-ı Kerim’de tefekkür ile ilgili birçok ayet mevcuttur.
‘’Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz?’’ (Nahl, 17)
‘’O gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır; öğüt alıp düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler için.’’ ( Furkan, 62)
‘’Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?’’ (Secde, 4)
İmam Rıza (A.S) Şöyle Buyurur:
‘’ İbadet, çok namaz kılmak ve çok oruç tutmak değildir; ibadet Allah’ın işleri üzerinde tefekkür etmektir.’’ (Biharu’l Envar c.78, s.352)
Evet, düşünelim, acaba bütün bu işler, tüm hayvanlarla ortak yönümüz olan bu şehvetlerin tatmini ve dünyevi hayat için mi öngörülmüştür? Yoksa başka bir maksat mı var? Acaba Peygamberler, salihler ve insanları doğru yola davet edip onları hayvani şehvetler ve bu fani dünyadan sakındıran değerli âlimler bizim kadar bilmiyorlar mıydı?
Akıllı insan düşünmeli ki bu yaratılıştan maksat, daha yüce ve büyük bir âlemdir.
Bu hayvani hayat asıl maksat değildir. Düşünmeli ve kendisine şöyle demelidir: Ey yıllardır arzu ve isteklerinin peşinde koşan nefis! Ey çevresindeki olaylardan, insanlardan, ölenlerden hiç ders almadan kendini başıboş bırakmış çaresiz insan! Bu gidiş nereye? Daha ne kadar yüreğinin çırpınışlarını görmezden geleceksin? Böyle yaptın da bugüne kadar eline ne geçti? Kendine acı biraz. Rabbin seni ‘’Ahseni Takvîm’’ olarak yarattı. Kendini bu ‘’Esfele Safilîn’’ e atma çabası neden? Kendine acı da daimi saadete sebep olacak ebedi hayat yoluna, ‘’Sırat-I Müstakîm’’ e bir adım at.
İKİNCİ ADIM: AZÎM
Tefekkür menzilinden bir mücahit olarak çıkan insan için sırada azîm makamı vardır. Bu makamda söz konusu olan azim ise, günahları terk etmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve henüz hayattayken vaktinde eda edemediği ibadetlerini kaza etmekten ibarettir. Önce zahirden başlıyoruz ki ilerde batınımızı düzeltmeye muvaffak olalım.
AZMİN AFATI:
Azîm ve irade sahibi olabilmek için ciddi bir şekilde çalışmalıyız. Allah göstermesin bu dünyadan azimsiz olarak göçecek olursak, ahirette insan şeklinde haşrolmayız. Zira o âlem batının keşif ve sırların zuhur mahallidir.
Günah işlemeye cüret etmek insanı yavaş yavaş azimsiz kılar ve bu değerli cevheri insandan çekip alır. İnsanın irade ve azmini her şeyden çok daha fazla yok eden şey, tağanniyata (müziğe) kulak vermesidir.
Öyleyse ey kardeş! Günahlardan sakınalım ve Allah’a doğru hicret etmeye azmedelim. Zahirimizi insan zahiri kılalım, peygamberler ve salihlerin yoluna girelim, halvet köşelerinde de Allah’u Teâlâ’dan bu maksadımızda bize yardımcı olmasını dileyelim. Zira insanın hayatında o kadar derin sürçmeler vardır ki, bir an içinde insanın bu felaket uçurumuna düşmesi ve böylece de kendisi için hiç bir şey yapamaz hale gelmesi mümkündür. Belki de artık kendisi için bir çare bile düşünemez hale gelir ve o zaman da şefaatçilerin şefaatinden mahrum kalır. Biz bir adım atar ve yola koyulursak, sürçmelerimizde de inşallah Rabb’imiz elimizden tutacaktır.
ÜÇÜNCÜ ADIM: MUŞARETE, MURAKABE VE MUHASEBE
MUŞARETE: İnsanın kendisiyle şartlaşması ve bu hususta ciddi karar almasıdır. Mesela her günün başlangıcında, ‘’Bugün Allah ve Tebareke ve Teala’ya karşı muhalefet etmeyeceğine’’ dair söz vermesidir. İnsanın bir gün rabbine muhalefet etmemesi kolaydır ve üstesinden gelebilinir. Bu nedenle başlangıçta şartlaşmalar günlük olmalıdır. Ancak yine de şeytanın orduları bu işi gözümüzde büyütmeye çalışabilir. Ama fark edelim ki bu şeytanın bir hilesidir.
MURAKABE:
Bu da şart koşulduğu müddet boyunca amel etmeye dikkat etmek ve kendini bu hususta yükümlü bilmekten ibarettir. Eğer Allah’ın emrinin hilafına olan bir işe bulaşmak gönlümüzden geçerse, bilelim ki bu şeytan ve onun ordusundandır ve bizi şartlaştığımız husustan saptırmak, kaydırmak istemektedir. Onlara lanet edelim ve şerlerinden Allah’a sığınalım.
Şeytana diyelim ki: ‘’Ben Rabbime söz verdim ve bugün O’na aykırı davranışlarda bulunmayacağım. O ki bana uzun yıllardır sayısız nimet vermiş, sıhhat, selamet ve emniyet bağışlamış; ebediyete kadar kendisine hizmet edecek bile olsam uhdesinden gelemeyeceğim merhametler ihsan etmiştir. Bunları bile bile ahde vefa göstermemem doğru değildir.’’
MUHASEBE:
Akşam oldu şartlaşma süresi bitti ve artık muhasebe vaktidir. Bu da ‘’şartlaştığım hususlara riayet ettim mi etmedim mi?’’ diye kendimizi hesaba çekmemizdir. Eğer ahdimize vefa etmişsek, Allah’a şükredelim ve bilelim ki bir adım ilerledik de ilahi nazar altına girdik. Allah bize dünya ve ahiret işlerimizin ilerlemesi için kılavuzluk edecek ve yarınki işimiz daha bir kolaylaşacaktır. Bir müddet bu hal üzere kalalım. O zaman artık Allah’a itaat etmek ve günahlardan kaçınmaktan bu dünyada lezzet almaya başlayacağız. İlahi lezzeti ise ahirettedir.
Muhasebe esnasında şart koştuğumuz hususta bir gevşeklik ve zaaf görecek olursak Allah’u Teâlâ’dan özür dileyelim ve şartlaştığımız üzere amel edeceğimize dair yarın için yeniden söz verelim.
HAYALİN KONTROL ALTINA ALINMASI:
Bilmeliyiz ki bu makamda ve diğer makamlarda mücahid için şeytana ve şeytan ordusuna galibiyetin kaynağı olabilecek ilk şart hayal kuşunun kontrol altına alınmasıdır. Zira bu hayal her an yeni bir dala konan ve uçmakta mahir olan bir kuşa benzemektedir. Hayal, şeytanın bir bahanesidir ki, insanı onunla zavallılaştırmakta ve şekavete davet etmektedir.
Kendisini ıslah etmek isteyen, batınını sefalı kılıp, iblis ordusundan temizlemek isteyen mücahid, hayalin dizginlerini ellerine almalı ve (kendisini) günah ve şeytanlık gibi fasid ve batıl hayallere kapılmaktan korumalıdır. Hayalini daima şeref ve izzet dolu işlere yöneltmelidir.
Dikkatli olup bilmeliyiz ki, çirkin ve fasid hayaller ve batıl düşünceler şeytanın telkinleridir ve bizim batın memleketimize kendi ordularını yerleştirmek istemektedir. Şeytan ve ordularıyla savaşan bir mücahid olduğumuz ve nefis sayfasını ilahi-rahmani bir memleket kılmayı istediğimiz için de o lanetlinin hile ve tuzaklarına dikkat etmeli ve Allah’ın rızasına aykırı olan evhamları kendimizden uzaklaştırmalıyız. Ta ki, Allah’ın izniyle bu iç savaşta oldukça önemli olan bu mevziyi şeytan ve ordularının elinden alabilelim. Zira bu mevzi sınır konumundadır. Eğer burada galip gelecek olursak işimiz daha kolay olacak. Ve her zaman olduğu gibi bu mevzide de Allah’tan yardım dilemeyi ihmal etmemeliyiz.
NEFİSLE MÜCADELENİN SONUCU:
Eğer iblis ordusunu bu memleketten (kendimizden) çıkarır ve rahmani orduları yerleştirmeyi başarırsak o zaman Sırat-ı Müstakim bizim için kolaylaşır ve neşeyle bu yolda yürümeye başlarız. Yüzümüze cennet ve bereket kapıları bir bir açılır. Cehennem kapısı ise tümüyle kapanır. Allah’u Teâlâ lütuf nazarıyla bakar, iman ehlinin arasına katılır, mutluluk ehlinden ve Ashab-ı Yemin’den oluruz, Allah da tehlikeli yolda elimizden tutar ve yardım eder.
Ancak burada bir noktaya dikkat çekmek gerek. İlim arttıkça şeytanın tuzakları da artar. Aklın hissesi ilim, kalbin hissesi ise teslim olmaktır. İnsan habisliği kendisinden uzaklaştırmazsa ne kadar okur ve ilim tahsil ederse etsin hiçbir yararı olmayacağı gibi zararları da vardır. İlim bir nurdur ama siyah bir yürek ve kokuşmuş bir gönülde sadece zulmeti artırır, karanlıkları çoğaltır. Bu yüzden ilim için bir adım atınca, nefsanî isteklerimizi ezme, ruhani güçlerimizi takviye, ahlakımızı güzelleştirme, maneviyat ve takvamızı artırma yolunda da bir adım atmalıyız.
‘’Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.’’ (Kalem,4)
‘’Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.’’ (Ahzab, 21)
‘’Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.’’ Resulullah (s.a.a)
İlim konusunda en üst makamda olan model insan Peygamberler, ahlak konusunda da en üst makamdadırlar. Bugün bütün peygamberleri bir araya getirecek olsak birbirleriyle asla ihtilafa düşmezler, zerrece anlaşmazlıkları olmaz. Çünkü gaye ve maksatları birdir, hepsinin yüreği Hak Teâlâ’ya yönelmiş durumdadır, yüreklerinde dünya sevgisi yoktur.
Bu konuda tefekkür edelim. Bir sonraki adımımız şeytani ve rahmani orduları tanıma olacak. Ancak bu arada yukarıda sıraladığımız adımları atarken bir taraftan da ‘’TAKVA’’ konusunu ayet ve hadislerle araştıralım inşallah. Alla yardımcımız olsun.
2015 yılında yeniden doğalım. Nasıl mı?
Her bebek İslam fıtratı üzere doğar, tertemiz. Ancak biz büyüdükçe bizimle beraber büyüyen bir şey daha var: nefsimiz.
Eğer tezkiye olmaksızın başıboş bırakırsak günün birinde kendimizi korkunç bir mahlûk olarak bulabiliriz.
Sözlük anlamıyla ‘’tezkiye’’ ve ‘’tezekkî’’, insanın nefsini, ona bulaşan kir ve pastan temizlemesinden veya temizlenip arınılması gereken şeyden temizlenip arınmaktan ibarettir.
İmam Muhammed Bâkır (A.S)’Dan Şöyle Rivayet Edilmiştir:
‘’ Her kulun kalbinde beyaz bir nokta vardır. Bir günah işlediğinde oraya siyah bir nokta konar, sonra tevbe ederse o siyah nokta yok olur. Ama eğer günaha devam ederse orası siyah noktalarla dolar ve derken tamamen kararır. O beyaz nokta tamamen karardığında o kalbin sahibi bir daha asla iyilik ve doğruluğa dönemez.’’ (Usul-u Kâfi 3/274, İman ve Küfür Babı, Günah Babı, 20.Hadis)
Gelin kalplerimiz tamamen kararmadan, iş işten geçmeden, bedenimiz yaşlanıp da savaşacak gücümüzü kaybetmeden bir adım atalım.
İmam Ali Naki (A.S) Şöyle Buyurur:
‘’Dünya bir pazardır; bir grup onda kâr eder, diğer bir grup zarar.’’ (Tuhafu’l Ukul, s.1033)
Biz zarardan dönelim ve kâra geçelim.
BÜYÜK CİHAD
Peygamberimiz bir gün bir grup müslümanları cihada gönderdi. Döndüklerinde Peygamber (s.a.a) onlara şöyle buyurdu: ‘’Merhaba küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihad baki kalanlara.’’ Denildi ki, ‘’Ya Resulullah! Büyük cihad da neyin nesi?’’ Resulullah (s.a.a), ‘’Nefis ile cihad!’’ buyurdu. (Furu-u Kafi, c.5, s.12; Kitabu’l Cihad Bab-u Vucuh’ilCihad, 3.Hadis)
SAVAŞ MEYDANI
Evet, savaş meydanı kendimiziz. Bu savaş şu cephelerde gerçekleşecek: göz, kulak, dil, kalp, mide, tenasül organı, el ve ayak. Savaşan taraflar ise Rahmanî (aklanî) ordular ile Şeytanî (cehlanî) ordular. Eğer Rahmani ordular galip gelecek olursa insan mutluluk ve rahmet ehli olur; enbiya, evliya ve salihler ile haşrolur. Eğer şeytan ve cehalet ordusu gaip gelirse, gazap ve mutsuzluk ehli olur; şeytanlar, kâfirler ve (Allah’ın rahmetinden) mahrumlar zümresiyle haşrolur.
İLK ADIM: TEFEKKÜR
Nefis ile mücadele ve Hak Teâlâ’ya doğru hareketin ilk şartı tefekkürdür. Her gece ve gündüz az da olsa, bizi dünyaya getiren, rahatlığımız için her türlü vesileyi hazırlayan, bize salim bir beden veren, bunca nimet ve rahmet sistemini genişleten, bir taraftan bunca peygamberler gönderen, kitaplar nazil kılan, kılavuzluk eden Rabb’imiz karşısında ne gibi bir vazife ve sorumluluğumuz olduğunu derince düşünmeliyiz.
Kuran-ı Kerim’de tefekkür ile ilgili birçok ayet mevcuttur.
‘’Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz?’’ (Nahl, 17)
‘’O gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır; öğüt alıp düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler için.’’ ( Furkan, 62)
‘’Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?’’ (Secde, 4)
İmam Rıza (A.S) Şöyle Buyurur:
‘’ İbadet, çok namaz kılmak ve çok oruç tutmak değildir; ibadet Allah’ın işleri üzerinde tefekkür etmektir.’’ (Biharu’l Envar c.78, s.352)
Evet, düşünelim, acaba bütün bu işler, tüm hayvanlarla ortak yönümüz olan bu şehvetlerin tatmini ve dünyevi hayat için mi öngörülmüştür? Yoksa başka bir maksat mı var? Acaba Peygamberler, salihler ve insanları doğru yola davet edip onları hayvani şehvetler ve bu fani dünyadan sakındıran değerli âlimler bizim kadar bilmiyorlar mıydı?
Akıllı insan düşünmeli ki bu yaratılıştan maksat, daha yüce ve büyük bir âlemdir.
Bu hayvani hayat asıl maksat değildir. Düşünmeli ve kendisine şöyle demelidir: Ey yıllardır arzu ve isteklerinin peşinde koşan nefis! Ey çevresindeki olaylardan, insanlardan, ölenlerden hiç ders almadan kendini başıboş bırakmış çaresiz insan! Bu gidiş nereye? Daha ne kadar yüreğinin çırpınışlarını görmezden geleceksin? Böyle yaptın da bugüne kadar eline ne geçti? Kendine acı biraz. Rabbin seni ‘’Ahseni Takvîm’’ olarak yarattı. Kendini bu ‘’Esfele Safilîn’’ e atma çabası neden? Kendine acı da daimi saadete sebep olacak ebedi hayat yoluna, ‘’Sırat-I Müstakîm’’ e bir adım at.
İKİNCİ ADIM: AZÎM
Tefekkür menzilinden bir mücahit olarak çıkan insan için sırada azîm makamı vardır. Bu makamda söz konusu olan azim ise, günahları terk etmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve henüz hayattayken vaktinde eda edemediği ibadetlerini kaza etmekten ibarettir. Önce zahirden başlıyoruz ki ilerde batınımızı düzeltmeye muvaffak olalım.
AZMİN AFATI:
Azîm ve irade sahibi olabilmek için ciddi bir şekilde çalışmalıyız. Allah göstermesin bu dünyadan azimsiz olarak göçecek olursak, ahirette insan şeklinde haşrolmayız. Zira o âlem batının keşif ve sırların zuhur mahallidir.
Günah işlemeye cüret etmek insanı yavaş yavaş azimsiz kılar ve bu değerli cevheri insandan çekip alır. İnsanın irade ve azmini her şeyden çok daha fazla yok eden şey, tağanniyata (müziğe) kulak vermesidir.
Öyleyse ey kardeş! Günahlardan sakınalım ve Allah’a doğru hicret etmeye azmedelim. Zahirimizi insan zahiri kılalım, peygamberler ve salihlerin yoluna girelim, halvet köşelerinde de Allah’u Teâlâ’dan bu maksadımızda bize yardımcı olmasını dileyelim. Zira insanın hayatında o kadar derin sürçmeler vardır ki, bir an içinde insanın bu felaket uçurumuna düşmesi ve böylece de kendisi için hiç bir şey yapamaz hale gelmesi mümkündür. Belki de artık kendisi için bir çare bile düşünemez hale gelir ve o zaman da şefaatçilerin şefaatinden mahrum kalır. Biz bir adım atar ve yola koyulursak, sürçmelerimizde de inşallah Rabb’imiz elimizden tutacaktır.
ÜÇÜNCÜ ADIM: MUŞARETE, MURAKABE VE MUHASEBE
MUŞARETE: İnsanın kendisiyle şartlaşması ve bu hususta ciddi karar almasıdır. Mesela her günün başlangıcında, ‘’Bugün Allah ve Tebareke ve Teala’ya karşı muhalefet etmeyeceğine’’ dair söz vermesidir. İnsanın bir gün rabbine muhalefet etmemesi kolaydır ve üstesinden gelebilinir. Bu nedenle başlangıçta şartlaşmalar günlük olmalıdır. Ancak yine de şeytanın orduları bu işi gözümüzde büyütmeye çalışabilir. Ama fark edelim ki bu şeytanın bir hilesidir.
MURAKABE:
Bu da şart koşulduğu müddet boyunca amel etmeye dikkat etmek ve kendini bu hususta yükümlü bilmekten ibarettir. Eğer Allah’ın emrinin hilafına olan bir işe bulaşmak gönlümüzden geçerse, bilelim ki bu şeytan ve onun ordusundandır ve bizi şartlaştığımız husustan saptırmak, kaydırmak istemektedir. Onlara lanet edelim ve şerlerinden Allah’a sığınalım.
Şeytana diyelim ki: ‘’Ben Rabbime söz verdim ve bugün O’na aykırı davranışlarda bulunmayacağım. O ki bana uzun yıllardır sayısız nimet vermiş, sıhhat, selamet ve emniyet bağışlamış; ebediyete kadar kendisine hizmet edecek bile olsam uhdesinden gelemeyeceğim merhametler ihsan etmiştir. Bunları bile bile ahde vefa göstermemem doğru değildir.’’
MUHASEBE:
Akşam oldu şartlaşma süresi bitti ve artık muhasebe vaktidir. Bu da ‘’şartlaştığım hususlara riayet ettim mi etmedim mi?’’ diye kendimizi hesaba çekmemizdir. Eğer ahdimize vefa etmişsek, Allah’a şükredelim ve bilelim ki bir adım ilerledik de ilahi nazar altına girdik. Allah bize dünya ve ahiret işlerimizin ilerlemesi için kılavuzluk edecek ve yarınki işimiz daha bir kolaylaşacaktır. Bir müddet bu hal üzere kalalım. O zaman artık Allah’a itaat etmek ve günahlardan kaçınmaktan bu dünyada lezzet almaya başlayacağız. İlahi lezzeti ise ahirettedir.
Muhasebe esnasında şart koştuğumuz hususta bir gevşeklik ve zaaf görecek olursak Allah’u Teâlâ’dan özür dileyelim ve şartlaştığımız üzere amel edeceğimize dair yarın için yeniden söz verelim.
HAYALİN KONTROL ALTINA ALINMASI:
Bilmeliyiz ki bu makamda ve diğer makamlarda mücahid için şeytana ve şeytan ordusuna galibiyetin kaynağı olabilecek ilk şart hayal kuşunun kontrol altına alınmasıdır. Zira bu hayal her an yeni bir dala konan ve uçmakta mahir olan bir kuşa benzemektedir. Hayal, şeytanın bir bahanesidir ki, insanı onunla zavallılaştırmakta ve şekavete davet etmektedir.
Kendisini ıslah etmek isteyen, batınını sefalı kılıp, iblis ordusundan temizlemek isteyen mücahid, hayalin dizginlerini ellerine almalı ve (kendisini) günah ve şeytanlık gibi fasid ve batıl hayallere kapılmaktan korumalıdır. Hayalini daima şeref ve izzet dolu işlere yöneltmelidir.
Dikkatli olup bilmeliyiz ki, çirkin ve fasid hayaller ve batıl düşünceler şeytanın telkinleridir ve bizim batın memleketimize kendi ordularını yerleştirmek istemektedir. Şeytan ve ordularıyla savaşan bir mücahid olduğumuz ve nefis sayfasını ilahi-rahmani bir memleket kılmayı istediğimiz için de o lanetlinin hile ve tuzaklarına dikkat etmeli ve Allah’ın rızasına aykırı olan evhamları kendimizden uzaklaştırmalıyız. Ta ki, Allah’ın izniyle bu iç savaşta oldukça önemli olan bu mevziyi şeytan ve ordularının elinden alabilelim. Zira bu mevzi sınır konumundadır. Eğer burada galip gelecek olursak işimiz daha kolay olacak. Ve her zaman olduğu gibi bu mevzide de Allah’tan yardım dilemeyi ihmal etmemeliyiz.
NEFİSLE MÜCADELENİN SONUCU:
Eğer iblis ordusunu bu memleketten (kendimizden) çıkarır ve rahmani orduları yerleştirmeyi başarırsak o zaman Sırat-ı Müstakim bizim için kolaylaşır ve neşeyle bu yolda yürümeye başlarız. Yüzümüze cennet ve bereket kapıları bir bir açılır. Cehennem kapısı ise tümüyle kapanır. Allah’u Teâlâ lütuf nazarıyla bakar, iman ehlinin arasına katılır, mutluluk ehlinden ve Ashab-ı Yemin’den oluruz, Allah da tehlikeli yolda elimizden tutar ve yardım eder.
Ancak burada bir noktaya dikkat çekmek gerek. İlim arttıkça şeytanın tuzakları da artar. Aklın hissesi ilim, kalbin hissesi ise teslim olmaktır. İnsan habisliği kendisinden uzaklaştırmazsa ne kadar okur ve ilim tahsil ederse etsin hiçbir yararı olmayacağı gibi zararları da vardır. İlim bir nurdur ama siyah bir yürek ve kokuşmuş bir gönülde sadece zulmeti artırır, karanlıkları çoğaltır. Bu yüzden ilim için bir adım atınca, nefsanî isteklerimizi ezme, ruhani güçlerimizi takviye, ahlakımızı güzelleştirme, maneviyat ve takvamızı artırma yolunda da bir adım atmalıyız.
‘’Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.’’ (Kalem,4)
‘’Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.’’ (Ahzab, 21)
‘’Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.’’ Resulullah (s.a.a)
İlim konusunda en üst makamda olan model insan Peygamberler, ahlak konusunda da en üst makamdadırlar. Bugün bütün peygamberleri bir araya getirecek olsak birbirleriyle asla ihtilafa düşmezler, zerrece anlaşmazlıkları olmaz. Çünkü gaye ve maksatları birdir, hepsinin yüreği Hak Teâlâ’ya yönelmiş durumdadır, yüreklerinde dünya sevgisi yoktur.
Bu konuda tefekkür edelim. Bir sonraki adımımız şeytani ve rahmani orduları tanıma olacak. Ancak bu arada yukarıda sıraladığımız adımları atarken bir taraftan da ‘’TAKVA’’ konusunu ayet ve hadislerle araştıralım inşallah. Alla yardımcımız olsun.

ÖLÜ ETİ YEMEK

RESUL’U İNCİTENLER…

Psikolojimizi En İyi Rabbimiz Anlar
bottom of page