top of page

TERVİYE GÜNÜ

TERVİYE GÜNÜ Sizde de olduğunu düşünüyorum.  Bazı simgeler insana bazı şeyler çağrıştırır. Terviye günü deyince de bana ilk gelen  çağrışım İmam Hüseyin(as) olur. Hüzünlenirim o gün. Sanki o anı bende yaşarım. Sözlükte terviye “düşünmek, akıl yormak; sulamak, suya kandırmak” manalarına gelir. Terviye günü Kurban bayramının arefe gününden bir gün öncesine denir. Yani Arafat’a çıkma hazırlığıdır. Marifet ehli olmanın gayretidir. Sanki Ahiret gününde Rabb’ine kendi referansını verircesine…. Biliyorsunuz ki Kâbe, Arafat, Mina, Müzdelife, Safa ve Merve hepsi Allah’ın şiarlarıdır… Elbette hepsi taştır. Ancak onlar Rabbinden çeşitli mesajların işaretleridir. Ben tüm bu şiarlar arasında canlı bir şiarın marifetinden yoksun olunuşuna bugün dokunmak istiyorum. Çünkü biz bu bağlantıyı görmediğimizde canlı şiarı okuyamayan cansız şiarları asla okuyamaz. Gelelim Terviye gününe… Yıl H. 60.(M. yıl 682) Müslümanların tepesinde Muaviye b. Sufyan vardı. Ömrünün son yıllarında koltuğunu kendi oğlu Yezid adına sağlama almak için, oğlu Yezid’i başa getirmek yönetimi saltanata çevirmek istiyordu. Ancak kendilerinin Müslümanların meşru önderi olmadıklarını kendileri de biliyordu. Halkta biliyordu. Dolayısıyla oğlu Yezid’in yerini sağlamlaştırmak için İmam Hasan’ı(as) zehirlettirerek şehid ettirdi. Şimdi sırada İmam Hüseyin (as) vardı. İzlediği ilk politika onu yalnızlaştırmak oldu. Tüm halktan zorla veya rüşvetle biatı aldı. Birkaç kişi biat etmedi. Onları da ölüm anında oğluna katledilmesi için vasiyet etti. Oğlu Yezid ve ona destek verenler vasiyeti bir an önce uygulamaya koyuldular. İmam Hüseyin (as) o sırada ceddinin şehri olan Medine’de idi. Ancak toplumun yeni bir sürece, saltanat sistemine geçtiğinden ve kendisinin engel teşkil ettiğinden her an suikast olabileceğini biliyordu. Ancak mesele kendisinin öldürülmesi değildi. Zaten bu aile şehadet ailesi idi. Ancak ümmet ve gelecek nesillerin İslam dünyasına vedası oluyordu. İmam Hüseyin halkı uyandırmak için Mekke’ye gitti. Orada Allah’ın şiarlarının hatırına belki insanlar konuya daha hassas olabilirdi. Defalarca ceddi peygamberin çizgisini, ayetlerin çağrısını, gidişatın olumsuzluklarını hatırlattı. Ancak hac zamanı gelmesine, halkın hac menasiklerini için Mekke’de yoğunlaşmasına, Allah’ın huzurunda vakfe durmalarına rağmen bu çağrıları duymayacaklardı. Çünkü bu halk daha imamını, dininin ne buyurduğunu bile anlamamışlardı. O imam Peygamberin vasisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, sıradaki hücceti, zamanının imamı idi. Ama insanlar onu duymuyorlardı bile! İmam Hüseyin (as), son güne kadar bekledi. İnsanlara süre verdi. Artık denilecek bir şey yoktu. Yezid hükümeti bu beldeleri kana boyayacaktı. En doğru karar buradan ayrılmak, kendi velayetini kabul eden Kûfe şehrinin davetlerine icabet etmekti. Hac zamanı Terviye günü Mekke’den, ailesi ve dostları ile ayrılacaktı. 27. Recep H. 60 günü Medine’den ayrılan İmam Hüseyin (as),  3 Şaban H. 60 günü Mekke’ye girmişti. Uzun bir süre baskılara rağmen gerekli tüm tebliğlerini yapmıştı. Ancak gerekli olan icabeti burada da görmemişti. Dolayısıyla umresini tamamlayıp, terviye günü Mekke’den ayrıldı. Aklımıza şöyle bir soru gelebilir? Bu topluluk Müslüman bir toplum. Haram aylarda adam öldürmek cahiliye zamanında bile hoş karşılanmıyordu. Şimdi bunu yapabilirler miydi? Evet, nitekim kaç defa imam Hüseyin (as) suikastın uçurumundan dönmüştü. Nitekim bu halk babasını Ramazan ayında, hem de muhtemel kadir gecesinde katletmişlerdi. Abisi İmam Hasan (as)’ı da şehid etmişlerdi. Kendi imamını öldüren bir toplum başka hürmetleri de önemsemezdi. Bu nedenle ailesi ile beraber gelen tüm dostları ile yola koyuldu. Ailesini yanına alan imam Hüseyin(as)’e yine eleştiri gelebilir. Neden ailesini yanında götürüyor diye? Birincisi imam Hüseyin (as) gittikten sonra ailesi üzerinden de tehditler yapılabilir, işkencelere maruz kalabilirlerdi. Onları böyle bir zillet ortamına bırakamazdı.  İkincisi savaşmak için yola koyulmuyordu. Ve daha nice hikmetleri de daha sonra anlaşılacaktı. İmam Hüseyin (as), aile ve dostları ile Terviye günü yani 8 Zilhicce H. 60’ta Mekke’den ayrılmıştı. Mekke’de yaklaşık beş aya yakın kalmıştı. Ancak meramını kimse duymamıştı. Ben yine derin düşüncelere dalıyorum. Eğer bu insanlar İmamını anlamıyorsa Kâbe’yi nasıl tavaf edebiliyor, Arafat'ta nasıl vakfe duruyor, ihramı niçin giyiniyor, Rabb’inin nasıl misafiri olabiliyor… Bu yapacakları rükünlerin anlamı nedir acaba? Yaptıkları tüm rükünler Allah’ı birlemek içindir, o halde tağuta başkaldırmak ve toplumun ıslah olması için mücadele etmek kendilerinin de sorumluluğu değil miydi? Bu amaç için imamlarına yardım etmeleri gerekmez miydi? Hem de imamlarına yardım etmedikleri halde bu dini getiren Peygamber’e ve dolayısıyla Rabbb'ine cevap vereceklerdi? Gerçekten dinin içi boşaltılmıştı. Din, sadece bir kabuk oluvermişti. İmam’ın Kûfe’ye doğru gitmemesi için onun yanına gelip akıl verenler çok olmuştu. İmam’a teslim olup, itaat etme yerine ona nasihatte bulunuyorlardı. Muhammed b. Hanefiye, Abdullah b. Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Zübeyr, Abdullah b. Muti, Ömer bin Ali, Amr b. Levzan gibi. Her birinin farklı bir dayanağı vardı. Kimisi iyi niyetinden gelip, onun gitmesini istemiyordu, kimisinin de başkaca sebepleri vardı. İster iyi niyet, ister kötü niyet fark etmezdi, hangi sebep olursa olsun İmam’a itaat ve yardım etmeleri kendilerine farz idi.  Anlaşılan o dur ki imam Hüseyin (as)’in imamet makamını anlamamışlar ki, imanlarının zarar gördüklerinin farkında değillerdi. Onların imama gelip endişe veya iyiliğini istiyormuş gibi konuşmaları zaten kendilerini ele veriyordu. İmam’ı anlamamakla, marifetten ne kadar uzak olduklarını yansıtmış oluyorlardı. Acaba imam İlahî korumadan, bâtıni ilimden, hidayet metodundan, gizli hikmetlerden mahrum mudur? Yorum yapmaları abes bir durumdur. Sanki İmam onların velisi değil, onlar imam üzerinde velilermiş gibi! Yine de imam Hüseyin (as) hepsinin hidayetini tamamlayacak şekilde ayrı ayrı onlara açıklama getirmektedir. Bu konuları belki de tek tek incelemek gerek. Ancak konu çok uzayacak bu nedenle tarihsel sürece baktığımızda lütfen bu pencereleri de görelim. İmam hiçbir yerde, hiçbir şekilde insanların tıkanıklıklarda kalmasını istemiyor, her eksik ve yanlış yapmamalarına karşı hidayet yolunu görmeleri için elinden geleni yapıyor. Kişisel algılara hiç kapı aralamıyor. Kişilerin algıları ile hidayet yolunun kapatılmasına izin vermiyor. Bu ayrıntılara dikkat ettiğimizde imamızdan öğreneceğimiz çok sünnetler ortaya çıkıyor. Ancak İmam Hüseyin (as) bu toplumun İsrail oğullarının Cumartesi günü imtihanı gibi kendi üzerlerinden de imtihanda olduklarını bir daha hatırlatıyordu. Bu imtihandan gerçekten hak ehli, marifet sahibi olan geçebilecekti. Dolayısıyla İmam’a yani imamet makamına nasıl yaklaşılmalı bu önemli bir marifetti. Bunu bilmek gerekirdi. Şimdi aralarında konuşan, yürüyen, idrak eden, bildiren, anlatan, yaşayan, faruk, sıddık, şifa, nur, hikmet, Kur’an olan imam Hüseyin(as) varken onu anlamamışlardı, o cansız şiarları nasıl anlayacaklardı? Onlar üzerinden Rabb’lerine verdikleri ahidlerde ne kadar samimi olacaklardı? Bunu artık her insanın kendi şapkasını önüne koyup kendisinin düşünmesi gerekiyordu. Terviye günü marifete hazırlıktı, kana kana marifetten içmekti. Marifet deryası olan İmam’ını anlamayanlar, marifet damlasından yudumlayabilirler miydi? İmam Hüseyin(as) o gün oradan ayrıldı. Ancak bugün, Terviye gününde onun makamında, bu toplumun önünde İmam Mehdi(a.f) var. Ya marifet deryasını duymaya ve anlamaya çalışacağız ya da aynı hatayı bir daha tekerrür edeceğiz? Bizim de şapkamızı önümüze koyup düşünme zamanı gelmiştir. Marifet deryasını seçenlerden oluruz inşallah!

0 görüntüleme0 yorum

Son Paylaşımlar

Hepsini Gör

ET-TAHİR

İFTAR, KADER VE İMAM Fe- ta-re harflerinde oluşan bir kavramdır. Anlamı uzunlamasına yarılmaktır. Kimi zaman bozmak, kimi zaman da düzenlemek yoluyla olur. Bu fiilden oluşan kavramlardan biri de fıtr

bottom of page