top of page

MÜSLÜMANLARIN TIKANDIĞI YER!

MÜSLÜMANLARIN TIKANDIĞI YER! Kuş bakışı ile baksam da İslam tarihinde kara sayfalar olan Cemel savaşı, Sıffın savaşı ve Nehrevan savaşı denilen bu üç grubun tıkandığı yer aynı noktadır. Her ne kadar Aişe binti Ebubekir’in, Zübeyir’ in, Talha’nın tıkandığı yerler kişisel gösterilse bile onlar tek başlarına bu zulme ve fitneye sebep olmadılar. Ya da Muaviye, Amr bin As, Mervan bin Hakem gibiler dünya hırsı ve güç isteseler de bu üç kişi bu kadar zulme ve dinin ters yüz olmasını başaramazlardı. Ya da Haricler de dini bir at bakışına çevirerek, bu şekilde algılanmasında üç beş kişinin hareketiyle toplumun büyük bir kesimini etkileyemezdi. Bu üç gruba da yığınlar destek oldu. Onların arkasında kalabalık bir topluluk oluştu. O halde kişisel isteklerin tetiklediği ancak genelde ise tüm yığınların tıkandığı nokta neresiydi? Bu cevabı vermediğimizde bu sorun kıyamet sürecine kadar da ne yazık ki devam edecektir. Yüce Allah’ın yeryüzünde dilediği kendisinin hidayeti idi. Her yarattığı kulun hidayete gelmesini isterdi. Taha süresi/ 50 “Mûsâ, "Rabbimiz, her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara hidayet yolunu gösterendir" dedi.” Ancak tüm bu halk ta bunu biliyordu. Ve çoğunluğu da buna inanarak bu zulmü hidayetin bir gereği olarak düşünerek, bir parçası oldular. Neden hidayet anlaşılmadı. Yüce Allah her insan ve her kavimden hidayet etmelerini isterken onlara yolunu göstermedi mi? And olsun ki yüce Allah, insanların hidayete ermeleri için her daim bir hidayet yolunu gösteren ve bir de kitap vermiştir. Hiçbir kavim ne hidayet önderinden, ne de ellerinde kitaptan mahrum kalmamıştır. Her dönemde hem hidayet önderi, hem ilahi kitap ellerinde olmuştu. Hz. Âdem yaratıldığında ilk halife, ilk hüccet, ilk hidayete çağıran bir seçilmiş olarak kendisine suhuf verilmişti. Bu şekildeki yani “hidayete çağıran ve İlahî kitap” denilen ikili, tarihin her döneminde beraberdi. Burada bazı peygamber ve vasilerinin kendilerine özel kitap veya suhuf verilmemesi de söz konusu değildir. Çünkü kendi ellerine ulaşan tahrif edilmemiş kitap veya suhuf ile sorumluydular. O deliller ile yola devam edeceklerdi. Örneğin; Hz. Zekeriyya(as)’nın elinde duran kitap ve sorumlu olduğu şeriat Hz. Musa (as)’nın elinden miras gelen Tevrat idi. Bu durum onu kitapsız göstermezdi. Nüzulü Hz. Musa (as)’ya verilmişti ancak bir sonraki şeriata kadar bu kitap ile hükmedeceklerdi. Yani aynı kitaptan sorumluydular. Yani kısaca her dönemin bir hidayet edeni ve izlenen kitabı vardı. Teorik ve pratik ilahi meram insanların yol bulması için her daim var olacaktı. Ve bu ikisi asla birbirinden ayrılmayacaktı. Bu ikisi beden ile ruh gibiydi. Her ikisi birbirini tamamlıyordu. İkisinden birisi olmazsa davet gerçekleşemezdi. “ Kâfirler derler ki: “Onun üzerine Rabbinden bir ayet/mucize indirilmesi gerekmez miydi?” Sen ancak bir uyarıcısın, her kavmin yol göstericisi vardır.” (Rad  süresi/7) Hz. Peygamber(saa)’den sonra o kavmin yol göstericisi Ali Bin Ebu Talib (as) idi. Acaba insanlar bu ayetlere nasıl cevap vereceklerini düşünüyorlardı? Bakara süresi/213 “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” Üstelik peygambere de söz vermişlerdi. Ali İmran süresi/ 81-83 “  Hani, Allah peygamberlerden, "Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz" diye söz almış ve "Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?" demişti. Onlar, "Kabul ettik" demişlerdi. Allah da, "Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım" demişti.  Artık bundan sonra kim yüz çevirirse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.  Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez O'na boyun eğmişken ve O'na döndürülüp götürülecekken onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?” Peygambere yardım edeceklerine, her sözüne itaat edeceklerine bu ümmet söz vermişti. Bir gün Abdurrahman b. Semure şöyle demişti: “Ey Allah’ın Resulü! Beni, kurtuluş ( yoluna) hidayet et.” Allah Resulü (s.a.a) : “Ey  Semure’nin  oğlu! istekler farklılaştığında ve görüşler ayrıldığında Ali b. Ebi  Talib   ile birlikte ol.  Çünkü o, benim ümmetimin imamı ve benim onlar üzerindeki halifemdir. O, öyle faruktur ki, onun vesilesiyle hak ve batıl birbirinden ayrılıp belirginleşir.  Herkim ona sorarsa cevabını verir. Herkim ondan yol göstermesini isterse, ona yol gösterir. Herkim hakkı ararsa onu Ali’nin yanında bulur. Herkim hidayet isterse, onu Ali’nin yanında bulur. Herkim ona sığınırsa onu koruması altına alır. Herkim ona tutunursa, onu kurtuluşa erdirir ve herkim ona tabi olursa, yoluna götürür. Ey Semure’nin oğlu! Sizden her biriniz ona teslim olur ve sevenlerinden olursa, kurtulur. Herkim de onu reddeder ve ona düşmanlık ederse helak olur. Ey Semure’nin oğlu! Ali bendendir. Ruhu, benim ruhumdan ve balçığı, benim balçığımdandır. O,  benim kardeşimdir ve ben de onun kardeşiyim. O,  başlangıçtan sonuna kadar dünya kadınlarının hanımefendisi olan kızım Fatıma’nın eşidir.   Ümmetimin iki imamı, cennet gençlerinin iki Efendisi Hasan ve Hüseyin, yine Hüseyin’’in evlatlarından dokuz kişi ondandır. Onların dokuzuncusu ümmetimin Kaim’idir. O, yeryüzünü sitem ve zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracaktır.” (Kemalu’d Din kitabı/ s. 579) Bu gibi yüzlerce hadisler ile hatırlatma yapılabilir. Ancak kısaca görünen tablo şu ki; insanlar peygamberden sonra çok kısa zamanda içerisinde hidayet eden ilahi önder (imam ) ile ilahi meram olan kitab(Kur’an)ı ayırdılar. Ancak şu gerçeği göz ardı ediyorlar. İlahi kitap onun kalbindedir. Ayırmaya çalışsalar da ayıramazlar. Çünkü Kur’an’ın tüm tevili ve tefsiri onunladır. “Ey İnsanlar! Allah dininizi imametle kâmil buyurmuştur. O halde Kıyamet gününe ve aziz ve celil olan Allah’ın huzuruna varılacağı güne kadar her kim ona ve benim çocuklarımdan ve O’nun soyundan vasilere iktida etmezse, böyle kimselerin amelleri dünya ve ahirette yok olmuş olur ve sürekli azap içinde bulunurlar. Azapları asla hafifletilmez ve onlara fırsat verilmez. Ey İnsanlar! Bu Ali sizlerden bana en çok yardım eden, bana en layık olan, bana en yakın bulunan ve nezdimde en değerli olan kimsedir. Aziz ve celil olan Allah ve ben, ondan razıyız. Kur’an’da Ali dışında hiç kimse hakkında rızayet ayeti (kendisinden razı olunduğunu bildiren bir ayet) inmemiştir. Allah, müminlere hitap ettiği her yerde önce ona hitap etmiştir. Kur’an’da var olan övgü ayetleri onun hakkındadır ve Allah İnsan suresinde sadece onun cennete gireceğine şahadette bulunmuştur. Bu sureyi ondan başkası hakkında nazil buyurmamış ve bu sureyle ondan başkasını övmemiştir. Ey insanlar! O (Ali) Allah’ın dininin yardımcısı, Allah Resulü’nün (s.a.a) savunucusudur. O takvalı, temiz, hidayet eden ve hidayet olmuş kimsedir. Peygamberiniz en iyi Peygamber, vasiniz en iyi vasi, onun çocukları da en iyi vasilerdir.” (Gadir Hum Hutbesinden) Peygamberin hem bireysel hem de toplumsal söylemlerinde hep aynı noktayı görüyoruz. “Hidayet eden ve ilahi kitap” her daim var olacaktı. “Peygamber ve Kur’an” islamın ilk şiarıydılar. Hz. Peygamberden sonra da bu dinin şiarı “İmam Ali ve Kur’an” olacaktı. Aynen Gadir Hum ve diğer hutbelerde de buyurduğu gibi peş peşe diğer vasiler ve Kur’an gelecekti. İmam Ali’den sonra “İmam Hasan ve Kur’an”, “imam Hüseyin ve Kur’an”, “imam Ali bin Hüseyin ve Kur’an”, “İmam Muhammed Bakır ve Kur’an”, “imam Cafer Sadık ve Kur’an”, “İmam Musa Kazım ve Kur’an”, “İmam Ali Rıza ve Kur’an”, “İmam Muhammed Taki ve Kur’an”, “İmam Ali Naki ve Kur’an”, “İmam Hasan Askeri ve Kur’an” ve en son vasi olarak “İmam Mehdi ve Kur’an” olacaktı. Son din, son peygamber, son vasi ve son kitap süreci böyle idi. Ve Hz. Peygamber(saa) de özellikle bunun üzerinde defalarca durdu ve bildirdi. Yirmi üç yılın sonunda Hz. Peygamber(saa)’e şöyle bir ayet inmişti. Maide süresi /67” Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun verdiği peygamberlik görevini tamamlamamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” Sakaleyn hadisi bunu ifade ediyordu. Risaletin imamet ile devam edeceğiydi. İmam Ve Kur’an iki ağır emanet idi. Ve Hz. Peygamber(saa)’in ısrarla vurguladığı bir nokta da şuydu. “ O ikisi asla birbirinden ayrılmazlar” burası önemli bir ayrıntı idi. Ancak bazıları göremedi, bazıları da görmek istemedi. Bu ikisini o günlerin topluluğundan çok az kısmı hariç çoğunluk birbirinden ayırdı. Elbette bu süreç bir kereden oluşmadı. Demek ki daha peygamber hacdan dönerken bile Gadir Hum hutbesini verdiğinde, Hz. peygamber ve Kuran ikilisini görmeyen ve bu ikiliyi iyice hazmedemeyen kişiler vardı ki Sakife de bu anlayışlarını hemen dışarı vurdular. Daha Hz. peygamber şehid olmadan günler önce. Ehl-i Beyt’e yapılan tavırlarda bunun ispatı olmuştu. Ve gelişen her olay bu düşünceyi daha da güçlendiriyor, bu fitne algısını daha da dallandırıyor, topluma kök saldırıyordu. İmam Ali de bu günlerde yine hatırlatıyordu.  “Bu ümmetten hiç kimse Muhammed (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'iyle mukayese edilemez. Hiç bir zaman (Ehl-i Beyt'in) nimetlerinin üzerine aktığı kimseyle (Ehl-i Beyt) bir sayıl­maz. Onlar dinin esası, yakinin direğidir. İleri gidip aşırıya kaçanlar döner, onlara katılır. Geri ka­lan gelir onlara uyar (Orta yol anlardır.) Velayet hakkının özellikleri sadece onlarındır. Vasiyet ve veraset de onlar­dadır. Hak şimdi ehline döndü ve intikal etmesi gereken yerine intikal etti.” (Nechu’l Belağa/2. hutbeden) “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzereyim ve nebimin yoluna uymaktayım. Ben, apaçık bir yol üzerinde bilinçlice ilerlemekteyim. Nebinizin Ehl-i Beyt'ine bakın, yollarına uyun, izlerini takip edin. Sizi asla doğru yoldan çıkarmazlar, sapıklığa itmezler. Durduklarında durun, hareket ettiklerinde hareket edin. Onlardan öne geçmeyin ki dalalete düşersiniz ve onlardan geri kalmayın ki helak olursunuz.”(Nechu’l Belağa/ 97. Hutbeden) Sakife’den başlayarak Fedek dahil tüm miras haklarının gasp edilmesi, kendi aralarında halife ilan etmeleri, imam Ali’nin elinden Kur’an’ın kabul edilmemesi, hadislerin yasaklanması, Ehl-i Beyt ve yakınlarını yönetim ve sosyal hayattan tecrit etmeleri, ikinci halife ilan etmeleri, Şûra gecesi ve gelinen noktalar ki, Cemel fitnesi, Sıffın zulmü, Harici mantığı hepsi, İmam’ı kabul etmemeleri ve Kur’an’ı omuz daşı olmadan düşünmeleri oldu. İkisini birbirinden ayırdılar. Nasıl ki imam Ali (as)’yi sıradan bir Müslüman haline getirdiler, Kur’an’ı da sıradan bir seviyeye çektiler. Öyle ki herkes kendisi tevil ediyor, her isteyen istediği gibi Kur’an’ı konuşturuyordu. Bir türlü anlamıyorlardı ki Kur’an da Allah’ın emridir, hidayete çağıran imam Ali de Allah’ın emridir. Bu ikisini bir düşünemeyecekleri sürece, bir türlü düzen ve vahdet olamayacaktı. Ve Allah katında Kur’an ve Onu taşıyan seçilmiş kişi yani hidayet önderi birbirine sımsıkı düğümlenmiştir. Kitap(tevili) onun kalbindedir. Tevhidi yakalamayan zihniyette nasıl vahdeti oluşturacaktı? Elbette olmayacaktı.  Hz. Peygamberin şehadeti ile Rabbimizin yeryüzü ile bağlantısının kapandığını sanıyorlardı. Hâlbuki yüce Allah teşrî yasalarını bildirmişti. Ancak ilgi ve rahmetini kapatmamıştı. İmamet üzerinden yine bize lutuf ve keremini verecekti. Dolayısıyla bu pencereyi göremeyenler kendi akıllarınca genelde insanlara, özelde de müslümanlara yol göstermeye başladılar. Hâlbuki seçilen İmam, Rabbimizin yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla imam insanlar üzerinde Allah’ın eli, gözü, kulağı… Ancak onlar İmamlığı sadece bir iktidar koltuğu olarak düşündüler. Bu bakış açısı kaldığı sürece de bu sorunlar çözülmeyecekti. Ve sonunda korkulanda oldu. Hz. Peygamber(saa)’i Kur’an’dan ayıran mantık, zamanın imamı ile Kur’an’ı da çoktan birbirinden ayrı görmüştü. Nitekim Sakife’de doğan, Cemel’de ergenleşen, Sıffın’da olgunlaşan ve Nehrevan’da meyve veren fitne, risalet ağacını katletmeye kadar götürecekti. Ve nihayet delaletteki bakışlarını, içlerindeki yanlış tasavvurlarını dışa vurdular. Kur’an-ı Natık’ı katlettiler. Bu günler ve geceler kendince Müslüman olan biri tarafından İmam Ali bin Ebu Talib (as)’in mübarek başına zehirli bir kılıçla vurduğu günlerdir. Hem de Ramazan ayında ve muhtemel kadir geceleri olan bu günlerde… Bütün ümmet bir vücuttur. İmam ise onların kimliği, ruhu, iradesi, başı idi. Ne yazık ki imamı katleden bir şahıs gibi görünse de gerçekte Hz. Peygamberi anlamayan bir topluluğun kendi imamına ihaneti idi. Kur’an’a ihaneti idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber ve Rabbine ihaneti idi. bu ihanetler defalarca da yapılmıştı. Gelinen nokta şu ki; acaba şimdi bizler de aynı hatayı yapıyor muyuz? “İmam Mehdi(af) ile Kur’an" ı beraber mi görüyoruz? Yoksa biz de birbirinden ayıranlardan mıyız?

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

ET-TAHİR

İFTAR, KADER VE İMAM Fe- ta-re harflerinde oluşan bir kavramdır. Anlamı uzunlamasına yarılmaktır. Kimi zaman bozmak, kimi zaman da düzenlemek yoluyla olur. Bu fiilden oluşan kavramlardan biri de fıtr

bottom of page