HZ. FATIMA (AS) Hamilelik günleri tamamlandı, doğum zamanı iyice yaklaştı. Hatice karnındaki bebekle arkadaşlık kuruyor ve onun doğacak olmasından dolayı derin bir sevinç yaşıyordu. Doğum vakti gelince, böyle durumlarda kadınların yapacakları işleri yapmak üzere gelmeleri için Kureyş kadınlarına ve Haşimoğulları kadınlarına haber gönderdi. Kadınlar ona şu haberi ilettiler: "Bize isyan ettin. Sözümüzü dinlemedin. Ebu Talib'in yetimi, hiçbir malı olmayan bir yoksulla, Muhammed'le evlendin. Biz gelmeyeceğiz ve yükünü hafifletmek için hiçbir şey yapmayacağız." Hatice buna çok üzüldü. O, bu şekilde derin üzüntüler içindeyken, dört tane uzun boylu kadın yanına geldi. Haşimoğulları kadınlarına benziyorlardı. Hatice, onlardan korktu. Onlardan biri şöyle dedi: "Ey Hatice! Üzülme. Biz Rabbin tarafından sana gönderilmiş elçileriz. Biz senin kardeşleriniz. Ben, Sara, bu da Mezahim kızı Asiye'dir. O senin cennetteki arkadaşındır. Bu da İmran kızı Meryem'dir. Bu ise, Musa b. İmran'ın (a.s) kız kardeşi Gülsüm'dür. Senin doğum esnasında çekeceğin zorlukları hafifletmek için Allah bizi sana gönderdi." Böylece biri Hatice'nin sağında, biri solunda, biri önünde, biri de arkasında oturdu. Derken temiz ve pak olarak Fatıma (a.s) doğdu. Dediler ki: "Ey Hatice! Temiz, pak, arı ve uğurlu olarak al onu. Ona ve soyuna bereket verilmiştir." Hatice sevinçli ve güler yüzle çocuğunu aldı. Göğsünü verdi. Derhal sütü kaynamaya başladı. Hatice'nin bir çocuğu dünyaya geldiğinde onu süt anneye verirdi. Fatıma (a.s) doğduğunda ise Hatice'den başka kimse onu emzirmedi. Ebu Basir, İmam Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) doğumunun (milâdının) kırk beşinci senesinin cemaziyelahir ayının yirminci gününde dünyaya geldi. Mekke'de sekiz yıl, Medine'de ise on yıl kaldı. Babasının ölümünden yetmiş beş gün sonra, hicretin on birinci senesinin cemaziyelahir ayının üçüncü gününe denk gelen salı günü vefat etti." Hz. Fatıma'nın (a.s) doğduğu ortamı incelediğimiz zaman, -o sırada- Arap Yarımadası'nın son derece tehlikeli hadiselere, mücadelelere sahne olduğunu, kritik bir dönemden geçtiğini görürüz. Bu kritik ortamda Hz. Peygamber'in (s.a.a) sunduğu davet, toplumu bir yol ayrımına getirmişti. Doğası gereği Yarımada, ekonomik açıdan yoksuldu. Sadece Yemen ve Şam bölgeleriyle yapılan ticarete dayanan zayıf bir ekonomik hareket söz konusuydu. Sosyal açıdan, küfür esaslı dinlerin, çürümüş, kokuşmuş geleneklerin, kabileci ırkçılığın hâkim olduğu bir yapı arz ediyordu. Bir kabilenin başka bir kabileye karşı gerçekleştirdiği saldırılar, savaşlar eksik olmuyordu. Çoğu zaman bunların makul bir sebebi de olmazdı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olgusu, toplumsal geri kalmışlığın en acımasız göstergesiydi. İşte böyle bir ortamda Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak gönderildi. O sırada kırk yaşındaydı. Tek başına evrensel inkârın, puta tapıcılığın ve müşrikliğin karşısına dikildi. Çok girift problemi ve tehlikeli zorluğu aştı. İlk başlarda davetini gizli sundu. Daveti düşmanlardan korumak için böyle bir önlem almak zorundaydı. Sonra, daveti açıkça ilân etmesine ve batılın saflarında gedikler açmasına ilişkin ilâhî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Resul (s.a.a) davetini ilân etti. İnsanları İslâm'a çağırdı. Günden güne Müslümanların sayısı artmaya başladı. İslâm düşmanları, yeni akımın oluşturduğu tehlikeyi sezmekte gecikmediler. Her kabile, mensuplarından olup İslâm dinine giren zayıf kimselere eziyetler etmeye başladılar. Onları bir yere hapsediyor, çeşitli işkence yöntemlerine maruz bırakıyor, açlığa terk ediyor, kızgın kumların üzerine yatırıyorlardı. Vücutlarını ateşle dağlıyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden döndürme amacına yönelikti. Resulullah (s.a.a), ashabının bu ağır baskılara maruz kaldığını görünce onlara şöyle dedi: "Allah, bu durumunuzdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar Habeşistan'a gitseniz daha iyi olur." Müslümanlar Resulullah'ın emrine icabet ettiler. Yurtlarını ve mallarını geride bırakarak yola koyuldular. Dinden döndürme amaçlı baskılara uğramamak ve dinlerini Allah'ın himayesinde korumak için. Kureyşliler, Hz. Resul'ün (s.a.a) ashabının kendilerine direndiklerini, eziyetlerine katlandıklarını ve İslâm'ın gün geçtikçe önem kazandığını, kabileler arasında hızla yayıldığını, dolayısıyla İslâmî hareketi önleme hususunda başarısız olduklarını görünce, aralarında, Hz. Peygamber'i bir suikast sonucu öldürmek için plân hazırladılar. Ebu Talib, bu plânı fark edince, vadisine çekildi. Haşimoğulları ve Abdulmuttalib oğulları da Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumak amacıyla vadide toplandılar. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza sabaha kadar kapısında nöbet tutuyordu. Kureyşliler vadiye çekilenlere karşı şiddetli bir ekonomik boykot uyguladı. Onlara bir şey satmamak ve onlardan bir şey satın almamak hususunda bir sözleşme hazırlayıp imzaladılar. Var güçlerini kullanarak iki ya da üç yıl boyunca bu boykotu sürdürdüler. Müslümanlara ancak gizlice bir şeyler ulaşıyordu. Haşimoğulları için açlık had safhaya ulaşmıştı. Bazen açlıktan ağlayan çocukların feryadı yükseliyordu. Bu zor ve acılı şartlarda Hz. Zehra (a.s), emzirme döneminin bir dönemini Ebu Talib vadisinde geçirdi. Sonra sütten kesildi. Vadinin kızgın kumlarının üzerinde yürümeye başladı. Aç çocukların iniltileri, yokluktan yükselen feryatları arasında konuşmayı öğrendi. Yokluk ve yoksulluk zamanında yemeye başladı. Gecenin bir yarısında uyandığı zaman, nöbetçilerin, büyük bir dikkatle babasının etrafında döndüklerini, gece karanlığında düşman saldırısından korumaya çalıştıklarını görürdü. Hz. Zehra (a.s) yaklaşık olarak üç yıl boyunca bu zindanda yaşadı. Onu dış dünyaya bağlayan bir bağ yoktu. Bu durum beş yaşına girinceye kadar böyle devam etti. Zor ve ağır abluka yılları geçiyordu. Resulullah (s.a.a) ve beraberindekiler, artık boykot ve ablukadan çıkıyorlardı. Allah onlara zafer ve üstünlük yazmıştı. Hatice de ablukadan çıkıyordu. Yıllar onu ağırlaştırmış, boykot ve yoksulluğun yükü onu takatsiz bırakmıştı. Cihadın aydınlığıyla parlayan ömrünü sabır ve kararlılıkla geçirmişti. Bir kadın açısından eşsiz ve ideal bir hayat yaşamıştı. Artık Hatice'nin eceli yaklaşmıştı. Allah onu katına almayı dilemişti. Ve Haşimoğulları'nın ablukadan çıkmaya başladıkları bu yılda Hatice vefat ediyordu. Bisetin onuncu yılıydı. Aynı yıl, Peygamber'in (s.a.a) amcası, İslâm davetinin koruyucusu, İslâm'ın yardımcısı Ebu Talib de öldü. Bu iki ölüm, Resulullah'ı (s.a.a) çok üzdü. Derin bir hüzün ve keder hissediyordu. Ayrılık ve yalnızlık duyguları içindeydi. O, bir sevgiliyi, bir yardımcıyı, bir dert ortağını; eşi, sevgilisi ve yardımcısı Hatice'yi yitirmişti. Bunun yanında koruyucusu ve savunucusu olan amcasını yitirmişti. Bu yüzden bu yıla "Hüzün Yılı" adını verdi. Bu yıl musibete uğrayan sadece Resulullah (s.a.a) değildi. Anne şefkatine ve sevgisine henüz doymamış küçük Fatıma'nın payına da, acıların bir kısmı düşmüştü. Musibeti yaşayanlardan biri de oydu. Bu hüzünlü yılda, bela dört koldan onu sarmıştı. Yetimlik tertemiz hayatının üzerine çökerken, yüreğinin derinliklerinde hüznün kavurucu elemini hissediyordu. Baba, Hz. Peygamber (s.a.a) de hüznün Fatıma'nın yüreği üzerindeki ağırlığının farkındaydı. Yanaklarından aşağıya doğru göz yaşlarının süzüldüğünü görüyordu. Merhametli kalbini paramparça ediyordu bu manzara. Allah Resulü (s.a.a), Fatıma'yı (a.s) kucaklıyor, onu, sevgisi ve şefkatiyle sarıyordu. Annesinin ölümüyle yitirdiğini düşündüğü sevgi, koruma ve şefkat duygularını, babalık sevgisi, şefkati ve koruyuculuğuyla dolduruyordu. Resulullah (s.a.a) Fatıma'yı seviyordu. Fatıma da onu. Resulullah (s.a.a) derin bir şefkat duygusuyla Fatıma'ya düşkündü, Fatıma da ona. Fatıma'dan daha çok sevdiği veya Fatıma'dan daha çok kalbine yakın olan bir başka insan yoktu. Fatıma'yı seviyordu ve Fatıma'ya karşı beslediği bu ilgiyi gerekli gördüğü her defasında vurguluyordu. Onun işgal ettiği makama ve ümmeti içindeki konumuna işaret ediyordu. O, Fatıma'yla doğrudan bağlantısı bulunan büyük bir olaya, önemli bir olguya hazırlıyordu ümmetini. Bu büyük olayın, Fatıma'dan sonra, zürriyetiyle ilgisi vardı. Neticede tüm İslâm ümmetini ilgilendiren bir olaydı. Peygamberimiz (s.a.a) bunu vurguluyordu ki, Müslümanlar Fatıma'nın, Fatıma'nın soyundan gelen imamların değerini, makamını bilsinler, Fatıma'nın hakkını eksiksiz versinler, onun saygınlığını korusunlar. Sonra, bu tertemiz sülâleyi hakkıyla gözetip korusunlar. Bakınız Hz. Resul (s.a.a), Fatıma'yı nasıl tanıtıyor Müslümanlara: "Fatıma benden bir parçadır. Onu öfkelendiren, beni öfkelendirmiş olur." Fatıma (a.s) büyüyor, gençlik çağına giriyordu. Onunla beraber babasının sevgisi de gençleşiyordu. Fatıma'ya düşkünlüğü her geçen gün biraz daha artıyordu. Fatıma da bu sevgiye karşılık veriyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.a) kalbi, Fatıma'ya yönelik sevgi ve şefkat duygularıyla doluydu. Ona "babasının annesı" diyordu. Peygamberimizin (s.a.a) bu tavrı, çocuklarının kişiliğinin oluşmasında aktif rol oynayan, hayatlarını ve hayat biçimlerini yönlendiren babalık misyonunun etkili örneklerinden biridir. Peygamber'in (s.a.a) bu tavrı, İslâm dininde kızların gözetilmesine, onlara özen gösterilmesine ve saygın konumlarının belirlenmesine ilişkin prensiplerin ideal bir pratik örneğini oluşturmaktadır. Yüce Allah, Fatıma'nın, davetin Mekke sürecinin bir dönemine tanıklık olmasını diledi. Babasının (s.a.a) geçtiği ağır imtihanı görmesini istedi. O, Hz. Peygamber'e (s.a.a) yapılan eziyetleri, ona uygulanan baskıları görüyordu. Mekke atmosferinin, peygamberliğin doğduğu eve, hidayet, iman ve erdem evine düşman olduğunu görüyordu. Babasının ve imanda herkese göre öncelikli olan İslâm davetçisi bir grup müminin destansı bir mücadele ve kahramanca bir direnç gösterdiklerini gözlemliyordu. Bu cihat ağırlıklı atmosferin onun kişiliğinin, nefsinin üzerinde derin etkileri oluyordu. Kişiliğinin oluşmasına yardımcı oluyordu. Onu hayata ve zorluklara katlanmaya hazırlıyordu. Fatıma, henüz çocukluk çağını doldurmamışken bütün bunları yaşamıştı. Annesinin ölümünden sonra babasıyla (s.a.a) beraber en ağır sıkıntıları yaşadı. Babası, onun dert ortağıydı, arkadaşı ve seveniydi. Hayatın yükünü, acılarını ve baskılarını hafifletiyordu. Peygamberimiz (s.a.a) amcası, davetin hamisi ve Resulullah'ın savunucusu Ebu Talib'i yitirdikten sonra baskılar daha da artmıştı. Kureyşliler, Ebu Talib hayattayken Hz. Peygamber'e (s.a.a) saldırmaya, eziyet etmeye cesaret edemiyorlardı. Ama ona bir zarar vermek için her zaman tetikte bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Ebu Talib'in vefatından sonra, onun bu koruyuculuğuna şu sözleriyle işaret etmişti: "Ebu Talib ölünceye kadar, Kureyşliler benim karşımda zayıf ve korkak bir konumdaydılar." Resul-i Ekrem (s.a.a), daveti uğruna, ilkeleri ve risaleti yolunda, hiçbir peygamberin çekmediği zorluğa, meşakkate katlandı. Kureyş'in beyinsiz ayak takımından birisi, bir avuç toprak alarak Resulullah'ın (s.a.a) yüzüne ve başına serpti. Resulullah (s.a.a) bu eziyete tahammül etti. Sabrederek, Allah'tan bu sabrının ecrini umarak evine döndü. Yüzü, başı toprak içindeydi. Evine doğru yol alıyorken, Fatıma (a.s) onun bu hâlini, Kureyş'in ona reva gördüğü bu eziyeti gördü. Kureyş'in kibrinin ve gururunun devam ettiğini ibretle seyretti. İçinde yakıcı bir acı hissetti. Beyinsizlerin bu cüretini, cahiliye tağutlarından cesaret alan bu aldanmışların küstahlığı, büyüklük taslayan ceberutların Hz. Resul'e (s.a.a) karşı takındıkları bu korkunç ve iğrenç tavrı ona ağır geliyordu. Bir yandan da babasını karşılıyor, yüzünden gözünden toprakları siliyor, su getirerek mübarek başını ve yüzünü yıkıyordu. Bu acılı sahne onun ruhu üzerinde derin etkiler bıraktı. Babası, rehber Resul'ün (s.a.a) maruz kaldığı bu durumdan ötürü ağır bir hüzün ve acı yüreğinin üzerine çökmüştü. Ağlıyordu, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve doğru yola, hidayete iletmek isteyen bu adama karşı, cahiliye tağutlarının küstahlığı karşısında onulmaz acılar içinde kıvranıyordu. Fatıma'nın bu hâli, babasını (s.a.a) da etkiliyordu. Kavurucu bir elemin o körpecik yüreğini yaktığını hissediyordu. Bu yüzden, bu acılarını hafifletmeye, onu direnmeye, sabretmeye teşvik ediyordu. Mübarek ellerini uzatıyor, başının üzerine koyuyor, şefkatle, sevgiyle okşuyordu. Bir yandan da şunları söylüyordu: "Ağlama kızım; Allah babanı koruyacaktır. O, dininin ve risaletinin düşmanlarına karşı onun yardımcısıdır." Hz. Peygamber (s.a.a) bu cihada ilişkin eğitici sözleriyle kızına yüksek bir cihat ruhu aşılamaya, kalbini sabır ve zafere güven duygusuyla doldurmaya çalışıyordu. Bu dramatik, bu etkileyici sahneler bununla bitmedi. Kureyş'in, Hz. Peygamber'e (s.a.a) yaptığı eziyetler, onu, hak davasını, hidayet ve özgürlük çağrısını küçümsemesi bu kadarıyla kalmadı. Bilâkis sapıklığına devam etti, inatçılığını ısrarla sürdürdü, gittikçe daha derin bir büyüklük kompleksine kapıldı. Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet edilir: "Hz. Peygamber'in (s.a.a)a) Kureyşlilere beddua ettiğini bir tek gün gördüm. Peygamberimiz (s.a.a) o gün namaz kılıyordu. Bir grup Kureyşli de orada oturuyorlardı. Yeni doğum yapmış bir devenin cenin zarı da oraya atılmıştı. Dediler ki: 'Kim bu zarı alıp onun sırtına koyacak?' İçlerinden biri kalktı -Ukbe b. Ebu Muayt- ve zarı alıp Peygamber'in (s.a.a) sırtının üzerine koydu. Peygamberimiz (s.a.a) öylece secdede kaldı. Sonra Fatıma (a.s) gelip bu zarı sırtının üzerinden attı. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: Allah'ım! Kureyş'in ileri gelenlerini sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Utbe b. Rabia'yı sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Şeybe b. Rabia'yı sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Ebu Cehil b. Hişam'ı sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Ukbe b. Ebu Muayt'ı sana şikâyet ediyorum. Allah'ım! Ubey b. Halef ve Ümeyye b. Halef'i sana şikâyet ediyorum." Peygamber (s.a.a) bisetin on üçüncü senesinde, canını ve davasını korumak amacıyla Mekke'den Yesrib'e (Medine'ye) hicret etti. Hicret edeceği gece, Ali b. Ebu Talib'ten (a.s) müşrikleri yanıltmak ve oyalamak maksadıyla yatağında gecelemesini istedi. Bu arada ona diğer bazı tavsiyelerde de bulundu. Bu tavsiyelerden biri şudur: Hz. Peygamber (s.a.a) güvenli bir yere ulaşınca, ona birini gönderecek ve o da Hz. Peygamber'in (s.a.a) ailesini, Fatıma'ları ve diğer bazı kadınları alıp Peygamber'in (s.a.a) yanına gelecekti. Hz. Peygamber de bulunan bütün emanetleri sahiplerine iade edecek ve onun borçlarını ödeyecekti. Hz. Peygamber (s.a.a), Yesrib'e birkaç mil uzaklıktaki Kuba'ya varip oraya yerleşince, Ebu Vakid el-Leysî aracılığıyla Ali'ye (a.s) bir yazı göndererek, emanetleri sahiplerine verdikten sonra Fatıma'ları alıp yanına gelmesini istedi. Emirü'l-Müminin (a.s) derhal harekete geçti, hemen yolculuk için lazım olan binekler satın aldı. Yolculuk ve Mekke'den hicret etme hazırlıklarına başladı. Bu arada kendisiyle beraber olan diğer bazı zayıf müminlere de, karanlık iyice çöküp bütün vadileri kaplayınca yanlarına taşınması zor ağır şeyler almadan gizlice sıvışıp Mekke yakınlarındaki Zîtuva vadisine gelmelerini söyledi. Ali (a.s) bütün emanetleri sahiplerine ulaştırdı. Sonra Kâbe'de yüksek sesle şöyle dedi: "Ey insanlar! Emanetini almayan biri kaldı mı? Vasiyeti olan biri var mı? Resulullah'ın (s.a.a) kendisine bir hususta söz verdiği kimse var mı?" Kimseden ses çıkmayınca ve kimse kendisine müracaat etmeyince, Mekke'den ayrılıp Resulullah'a (s.a.a) katıldı. Hz. Ali gün ağarınca Fatıma'larla birlikte (Resulullah'ın kızı Fatıma, Annesi Fatıma bint-i Esed el-Haşimiyye, Fatıma bint-i Zübeyr b. Abdulmuttalib ve Fatıma bint-i Hamza b. Abdulmuttalib) yola çıktı. Onların arkasından Peygamber'in (s.a.a) bakıcısı ve hizmetçisi Burke Ümmü Eymen ve oğlu Eymen (Resulullah'ın azatlısı) de yola çıktılar. Kafileyle birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderdiği elçi Ebu Vakid el-Leysî de geri döndü. Ebu Vakid binekleri sert bir şekilde sürmeye başladı. İmam Ali (a.s) ona dedi ki: "Ey Ebu Vakid! Kadınlara acı, onlar zayıftırlar." Dedi ki: "Peşimize düşenlerin bizi yakalamalarından korkuyorum." Ali (a.s) şu karşılığı verdi: "Sabredip bekle rahatla . Böyle yapmana gerek yok. Çünkü Resulullah (s.a.a) bana şöyle dedi: Ey Ali! Şu andan itibaren sana hoşlanmadığın bir şey yapamazlar." Sonra Ali (a.s) develeri daha yumuşak bir şekilde sürmeye başladı. Bir yandan da şu beyitleri söylüyordu: "Allah var sadece. Öyleyse zannını yok et Önemsediğin şeylerde, insanların Rabbi sana yeter." Hz. Ali (a.s) yola devam etti. "Dacnan" denilen yere vardıklarında, peşlerine düşenler onları yakaladılar. Bunlar, Kureyş'in en cesur atlılarından yedi kişiydiler. Yüzlerini kapatmışlardı. Sekizincileri ise Haris b. Ümeyye'nin azatlısı Cenah adlı biriydi. Cenah cesur ve atılgan biriydi. Atlıları gördükten sonra İmam Ali (a.s) Eymen'e ve Ebu Vakid'e dönüp şöyle dedi: "Develeri yatırın ve ayaklarını bağlayın." Kendisi de öne çıkarak kadınların inmelerine yardımcı oldu. Atlılar iyice yaklaştılar. Ali kılıcını çekerek onları karşıladı. Ona doğru hareket ederek şöyle dediler: "Kadınları alarak kurtulacağını mı sandın? Dön! Seni babası ölesice seni." Ali (a.s), "Peki, dönmezsem?" diye karşılık verdi. Dediler ki: Ya zorla götürürüz ya da kelleni götürürüz." Atlılar kadınlara ve binek hayvanlarına doğru yaklaştılar. Amaçları kadınları korkutmak ve bu hayvanları ürkütmekti. Ali (a.s) öne geçip onlara engel oldu. Cenah kılıcını çekerek Ali'ye karşı hamle yaptı. Ali (a.s) onun darbesinden yara almadan kurtulmayı başardı. Bu sefer Ali (a.s) ona hamle yaptı, boynunun yukarısından bir kılıç indirdi. Kılıç atın eğerine kadar adamı ikiye biçti. Ali kılıcıyla onları korkuttu. Bunun üzerine şöyle dediler: "Ey Ebu Talib'in oğlu! Bizden vazgeç." Dedi ki: "Ben amcamın oğlu Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidiyorum. Etini doğrayıp kanını dökmem kimin hoşuna gidiyorsa, peşimden gelsin." Atlılar eli boş ve hezimete uğramış bir şekilde geri döndüler. Sonra arkadaşları Eymen ve Ebu Vakid'e döndü ve onlara, "Bineklerinizi çözün." dedi. Sonra kafileyi muzaffer bir şekilde "Dacnan" denilen yere götürüp orada konakladı. Orada bir gün bir gece kaldı. Arkalarından gelen zayıf Müslümanlar da onlara yetiştiler. Gecelerini Allah'ı zikrederek geçirdiler. Ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarak Allah'ı anıyorlardı. Şafak atıncaya kadar bu şekilde devam ettiler. İmam Ali (a.s) onlara sabah namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Nihayet Medine yakınlarında "Kuba" denilen yere vardılar. Orada kendilerini bekleyen Resulullah'a (s.a.a) katıldılar. Daha onlar yetişmeden, onlarla ilgili vahiy geldi Resulullah'a (s.a.a). Allah Kur'ân'da onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar." Hz. Peygamber (s.a.a) on beş gün boyunca, Kuba'da bu kafilenin gelmesini bekledi. Bu süre içinde Kuba mescidi kuruldu ve bu mescid hakkında apaçık ayetler nazil oldu. "Daha ilk günden takva temeli üzerinde kurulan mescid, içinde kıyam etmene daha lâyıktır." Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) Müslümanları orada namaz kılmaya teşvik etmiş, onun ihya edilmesini istemiş ve orada namaz kılanlara büyük ecirler verileceğinden söz etmiştir. Sonradan gelen kafilenin de dinlenmesinden sonra, Hz. Peygamber (s.a.a) beraberindeki arkadaşlarının ve ailesinin eşliğinde Yesrib'e doğru yola çıktı. Müslüman kitleler onu şiirler, maniler, hoş geldin sedalarıyla karşıladılar. Yesrib'in ileri gelenleri, Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri onu karşıladılar ve gelişinden duydukları memnuniyeti belirttiler. Bütün malî ve askerî imkânları onun emrine verdiler. Yesrib'in bir mahallesinden geçerken, o mahallenin ileri gelenleri, mahallelerine konuk olsun diye devesinin yularını tutup kendisini konuk etmeye ve korumaya hazır olduklarını belirtirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayır duada bulunur ve şöyle derdi: "Deveyi serbest bırakın, istediği gibi yoluna devam etsin. Çünkü bir emre göre hareket ediyor." Sonra deve, Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evinin yakınlarında geniş bir araziye çöktü. Resulullah (s.a.a) oraya indi. Hz. Fatıma (a.s) da diğer Fatıma'larla birlikte orada bineklerin sırtlarından indiler. Fatıma'lar Ümmü Halid'in evine konuk oldular. Hz. Fatıma (a.s) yedi ay boyunca babasıyla beraber kaldı. Nihayet mescidin ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) evinin yapımı tamamlandı. Peygamber'in mütevazı evi, bazısı taştan örülmüş birkaç odadan meydana geliyordu. Diğer bazı odalar ise, hurma çubuğundan yapılmıştı. Odaların yüksekliğine gelince, Resulullah'ın (s.a.a) torunu İmam Hasan'dan (a.s) gelen bir rivayette şöyle deniyor: "Ben buluğ çağına ermiş bir delikanlı iken, Resulullah'ın (s.a.a) evlerine girerdim. Elim tavana yetişirdi." Hz. Peygamber'in (s.a.a) evi için hazırladığı eşyalar ise, son derece basit, sert ve mütevazıydılar. Hurma lifiyle birbirine bağlanmış tahtalardan yapılmış bir sedir yaptı kendisi için. Hz. Fatıma da hicret yurdunda babasının evine yerleşti. İslâm yurdundaki bu basit ve mütevazı evde kalmaya devam etti. Babasının gözetiminden, sevgisinden ve korumasından sonuna kadar yararlandı. Bu öyle bir gözetim, öyle bir sevgi ve öyle bir korumaydı ki, ondan başka hiçbir kadın ve hiçbir insan böylesini yaşamamıştır. Fatıma bint-i Muhammed (s.a.a) Mekke'den hicret ederek bu mütevazı eve yerleşti. Uğruna canlarını feda etmeye hazır ensarın ve de onlarla birlikte muhacirlerin arasında babasını görmek için... Artık Evs ve Hazreç kabilelerinden Müslüman olan kardeşlerinin arasında yaşadıkları için kendilerini güvende hissediyorlardı. Hz. Peygamber'le (s.a.a) birlikte İslâm'a davete vermişlerdi kendilerini. Daha iyi yarınlar için plânlar yapıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) muhacirlerle, Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik uygulamasını başlatmıştı. Ki muhacirler yabancılık çekmesinler, kendilerini aynı amaç etrafında birleştiren kardeşlik duygularıyla kenetlensinler. Onların ortak paydaları, tek ve ortaksız ilâh olarak Allah'a iman etmekti. Ali'yi ise kendine ayırdı. Muhacir ve ensardan oluşan kalabalık bir grubun içinde Ali'nin elinden tuttu ve şöyle dedi: "Bu benim kardeşimdir, benden sonraki vasim ve vârisimdir." Ali'nin (a.s) eriştiği Peygamber'e (s.a.a) kardeş olma bahtiyarlığının üzerinden uzun bir zaman geçmeden, bu sefer Peygamber'in (s.a.a) dünürü, en sevdiği, kalbinde ve ruhunda en aziz bildiği kızlarından birinin kocası oldu. Resulullah efendimiz (s.a.a) Medine'ye yerleştikten kısa bir süre sonra "Sevde" ile evlendi. Hz. Hatice'den (r.a) sonra evlendiği ilk kadındı. Sonra "Ümmü Seleme bint-i Ebu Ümeyye" ile evlendi ve kızı Fatıma'nın (a.s) işlerinin idaresini ona havale etti. Ümmü Seleme şöyle der: "Resulullah (s.a.a) benimle evlendi ve kızı Fatıma'nın (a.s) işlerinin idaresini bana havale etti. Fatıma'yı seviyordum ve ona birçok konuda rehberlik ediyordum. Fakat, Allah'a yemin ederim ki, Fatıma benden daha edepli ve her şeyi benden daha iyi biliyordu." Daha çocuk denilecek bir yaşta iken, fikrî olgunluğu ve aklî isabetliliğiyle belirginleşmişti. Allah ona olgun bir akıl, aydın bir zihin, keskin bir zeka ve bir güzellik vermişti ki, nuranî parlaklığı her tarafı aydınlatıyordu. Doğuştan ne çok yeteneğe, ne büyük erdemlere sahip kılınmıştı. (Allah'ın selâmı üzerine olsun.) O bu meziyetleriyle, Hz. Peygamber'in (s.a.a) kontrolünde günden güne büyüyor, gelişiyordu. Nihayet kadınlık yaşına gelmişti. Hicretin üzerinden iki sene geçmişti ki, Müslümanlar Medine'de kalıcı bir egemenlik kurduklarını fark etmeye başladılar. O günlerde, Kureyş'in ileri gelenlerinden fazilet sahibi, İslâm'da önceliği bulunan, şeref ve mal sahibi birçok kişi Fatıma'yı Hz. Peygamber'den istemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.a) de onları kırmadan hoşlukla reddediyor ve onu istemeye gelen herkese, "Onun hakkında Allah'ın emrini bekliyorum." diyordu. Onlardan mübarek yüzünü çevirirdi. Bu yüzden her biri, Peygamber'in (s.a.a) kendisine kızdığını sanırdı. Resulullah (s.a.a) onu Ali için tutuyordu ve Ali'nin onu kendisinden istemesini arzu ediyordu. Bureyde'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Ebubekir, Fatıma'yı istedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: 'O henüz küçüktür. Ben onun hakkında ilâhî takdiri bekliyorum.' Ebubekir Ömer'le karşılaştı, olayı anlattı. Ömer, 'Seni reddetmiştir.' dedi. Sonra Ömer gidip istedi. Peygamberimiz (s.a.a) onu da reddetti." İmam Ali (a.s), Hz. Fatıma'yı (a.s) istemeyi düşünüyordu. Ancak hem kendisinin, hem de İslâm toplumunun o sırada yaşadığı yoksulluk, geçim sıkıntısı onu bu isteğini pratikte gerçekleştirmekten alıkoyuyordu. Bu yüzden evlilik fikrini erteliyor, bir aile kurma arzusunu bir süre için unutmaya çalışıyordu. Bu toplumsal durumdu. Fakat kişisel olarak Ali (a.s), yirmi bir yaşını geride bırakmıştı. Fatıma ile evlenmenin de tam zamanıydı. Çünkü Ali'den başka Fatıma'ya denk bir erkek ve Fatıma'dan başka Ali'ye denk bir kadın yoktu. Bunlar, bir tekrarı artık dokunmayacak eşsiz bir kumaştan idiler. Günlerden bir gün, İmam (a.s) işlerini tamamladı, sulama işinde kullandığı devesini çözdü ve evine doğru yola koyuldu. Deveyi evde bağladıktan sonra, Resulullah'ın (s.a.a) evine doğru yürüdü. Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ümmü Seleme'nin evinde bulunuyordu. İmam daha yolda iken, gökten bir melek Peygamberimize (s.a.a) şu ilâhî emri getirdi: "Nuru nur ile, yani Fatıma'yı Ali ile evlendir." Ali (a.s) kapıyı çaldı. Ümmü Seleme, "Kim o?" dedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Kalk, ey Ümmü Seleme! Ona kapıyı aç ve içeri girmesini iste. Çünkü bu, Allah ve Resulü'nün sevdiği, kendisi de Allah ve Resulü'nü seven bir adamdır."Ümmü Seleme dedi ki: "Anam-babam sana kurban olsun, görmediğin hâlde hakkında bu övücü sözleri söylediğin adam kimdir?" Buyurdu ki: "Yavaş ol, ey Ümmü Seleme! Bu adam, ahmak ve sefih birisi değildir. O, benim kardeşim, amcamın oğlu ve yeryüzünde en çok sevdiğim kimsedir." Ümmü Seleme der ki: "Bunun üzerine yerimden fırladım, az kalsın üzerime bağladığım peştamala takılıp düşecektim. Kapıyı açtım. Karşımda Ali b. Ebu Talib'i görmeyeyim mi?!" Ali, Resulullah'ın (s.a.a) yanına girdi ve şöyle dedi: "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun, ey Resulallah!" Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: "Ve selâm senin de üzerine olsun, ey Ebu'l-Hasan! Otur." Ali (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a) tam karşısına oturdu. Sürekli olarak yere bakıyordu. Bir şey istemeye gelmiş de utandığından söyleyemiyormuş gibi duruyordu. Resulullah'tan (s.a.a) utandığı için başını yerden kaldırmıyordu. Hz. Peygamber(s.a.a) Ali'nin içinden geçenleri biliyormuş gibi, ona sordu: "Ey Ebu'l-Hasan! Bir ihtiyacın için gelmişsin gibi geliyor bana. İhtiyacın neyse söyle, içinden ne geliyorsa açıkla. Çünkü senin ne ihtiyacın varsa, benim tarafımdan karşılanacaktır." Ali (a.s) şöyle dedi: "Anam-babam sana kurban olsun. Ben daha bir çocukken, beni, amcan Ebu Talip'ten ve Fatıma bint-i Esed'den aldın. Yediğinin aynısını bana da yedirdin, beni kendi edebinle edeplendirdin. İyilik ve şefkat bakımından, benim için Ebu Talip'ten ve Fatıma bint-i Esed'den daha iyiydin. Allah senin aracılığınla ve senin elinle beni doğru yola iletti. Allah'a yemin ederim ki, sen ya Resulallah, dünya ve ahiret hazinem ve zahiremsin. Allah'ın benim pazumu seninle güçlendirmesinin yanında, bir evimin, kendisiyle huzur bulacağım bir eşimin olmasını istedim. Sana kızını istemek için geldim. Kızın Fatıma'yı senden istiyorum. Beni Fatıma'yla evlendirir misin, ya Resulallah?" Resulallah'ın (s.a.a) yüzü sevinçten ve memnuniyetten parladı. Fatıma'nın yanına gitti ve şöyle dedi: "Ali seni istiyor. Sen onu tanıyorsun." Fatıma sustu. Peygamberimiz (s.a.a), "Allahu Ekber! Susması kabul etmesi anlamına gelir." dedi. Dışarı çıktı ve Fatıma'yı Ali ile evlendirdi." Ümmü Seleme der ki: Resulullah'ın (s.a.a) yüzünün sevinçten ve memnuniyetten parladığını gördüm. Sonra Ali'nin (a.s) yüzüne bakıp gülümsedi ve şöyle dedi: "Ey Ali! karşılığında seni evlendireceğim bir şeyin var mı?" Ali (a.s) şöyle dedi: "Anam-babam sana feda olsun. Allah'a yemin ederim ki, benimle ilgili hiçbir şey sana gizli değildir. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de sulama işinde kullandığım bir devem var. Bunların dışında hiçbir şeyim yok." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Ey Ali! Kılıcına ihtiyacın var; onunla Allah yolunda cihat edersin, onunla Allah düşmanlarıyla savaşırsın. Deveni de hurmalarını sulamak ve ailene su taşımak için kullanırsın, yolculuklarında yükünü onunla taşırsın. Ama zırhın karşılığında seni evlendiriyorum. Onu almayı kabul ediyorum.""Ey Ebu'l-Hasan! Sana bir müjde vereyim mi?" Ali (a.s) şu cevabı verdiğini söyler: "Evet, anam-babam sana feda olsun. Bana müjdeyi ver. Çünkü uğurlu bir seciyeye, bereketli bir karaktere ve işlerinde hikmete sahipsin. Allah'ın salat ve selâmı üzerine olsun." Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Ben seni yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeden önce, Allah gökte seni onunla evlendirdi. Sen bana gelmeden önce, gökten bir melek şuracıkta bana geldi ve şöyle dedi: 'Ey Muhammed! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Mahlukatı içinde seni seçerek elçi olarak gönderdi. Sonra ikinci kez yeryüzüne nazar etti. Orada senin için bir kardeş, bir vezir, bir arkadaş ve bir damat seçti. Kızın Fatıma'yı (a.s) onunla evlendirdi. Gökteki melekler bu olayı kutladılar. Ey Muhammed! Allah bana, Ali'yi yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeni söylememi ve onları, tertemiz, seçkin, arınmış, hayırlı, dünyada ve ahirette erdem sahibi iki oğulla müjdelemeni emretti.' Ey Ali! Allah'a yemin ederim, daha melek göğe yükselmemişti ki, sen kapıyı çaldın." Enes anlatıyor: Resulullah'ın (s.a.a) yanında oturduğum bir sırada, vahiy geldiği sıralardaki baygınlık hâli gerçekleşti. Kendine gelince şöyle dedi: "Ey Enes! Cebrail'in, Arş'ın sahibinden bana ne getirdiğini biliyor musun?" Dedim ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir. Anam-babam sana feda olsun. Cebrail ne getirdi?" Buyurdu ki: "Allah bana Fatıma'yı Ali ile evlendirmemi emretti. Git, muhacirleri ve ensarı bana çağır." Gidip muhacirleri ve ensarı çağırdım. Herkes oturduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle dedi: "Nimetlerinden dolayı hamdedilen, kudretinden dolayı ibadet edilen, saltanatından dolayı itaat edilen, katındaki nimetlerden dolayı arzu edilen, azabından dolayı sakınılan, yerinde ve göğünde emirleri yürürlükte olan, mahlukatı kudretiyle yaratan, hükümleriyle onları birbirinden ayrı ve farklı kılan, diniyle onları aziz yapan, peygamberi Muhammed'le onlara lütufta bulunan Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz Allah, evlilik yoluyla gerçekleşen akrabalığı nesebin devamının vesilesi ve akrabalığın bir çeşidi kılmıştır. Allah'ın emri kazâsına uygun gerçekleşir, kazâsı ise kaderine dayanır. Her takdirin de bir süresi vardır. Ve her süre de yazılmıştır: 'Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.' Haberiniz olsun! Allah bana Fatıma'yı Ali ile evlendirmemi emretti. Eğer Ali buna razı olursa, benim onu dört yüz mıskal gümüş karşılığında Fatıma ile evlendirdiğime şahit olun." Ali orada yoktu. Resulullah (s.a.a) onu bir iş için bir yere göndermişti. Sonra Resulullah (s.a.a) içinde taze hurma bulunan bir tabak getirmelerini emretti. Tabağı önümüze koydu, "Yiyin." dedi. Biz taze hurmaları yerken Ali (a.s) çıkageldi. Resulullah (s.a.a) ona bakıp gülümsedi, sonra şöyle dedi: "Ey Ali! Allah bana, Fatıma'yı seninle evlendirmemi emretti. Onu, eğer kabul edersen, dört yüz mıskal gümüş karşılığında seninle evlendirdim." Ali şöyle dedi: "Razıyım, ya Resulallah!" Sonra Ali bir kenara çekilip Allah için şükür secdesine kapandı. Ardından şöyle dedi: "Beni, mahlukatın en hayırlısı Resulullah Muhammed'e sevdiren Allah'a hamdolsun." Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurdu: "Allah ikinize bereket versin. Sizi bereketli kılsın ve size mutluluk versin. Sizden çok sayıda tertemiz nesiller meydana getirsin." Ali, zırhını Osman'a sattıktan sonra mihri alıp getirdi. Mihir dört yüz hecerî siyah dirhemden ibaretti. Resulullah (s.a.a) dirhemleri aldı, yeni ev için eşya alsınlar diye parayı ashabından ve kendi eşlerinden bazılarına teslim etti. Fatıma'nın çeyizi şundan ibaretti: ) Yedi dirhem değerinde bir gömlek. ) Dört dirhem değerinde bir baş örtüsü. ) Hayber malı siyah bir kadife. ) Üzeri kaytan türü iplerle örtülüp bağlanmış bir divan. ) Mısır keteninden mamul, birinin içi lifle, öbürünün ise yünle doldurulmuş iki döşek. ) İçleri izhirden (bir çeşit kokulu bitkiden) doldurulmuş Taif derisinden dört yastık. ) Yünden yapılmış bir örtü. ) Hecer yapımı bir hasır. ) Bir el değirmeni. ) Deriden yapılmış bir su kabı. ) İçinde elbise yıkanılan bakır bir leğen. ) Bir süt kasesi. ) Küçük su kovası. ) Sızdırmasın diye içi ziftlenmiş leğen. ) Yeşil bir testi. ) Kiremitten iki bardak. ) Bir meşin minder. ) Katrani aba. ) Su kovası... Çeyizi düzmekle görevlendirilen sahabeler şöyle demişlerdir: Bu eşyaların tümünü taşıdık, Resulullah'ın (s.a.a) önüne koyduk. Resulullah (s.a.a) çeyize bakınca ağladı ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Sonra başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: "Allah'ım! Kaplarının büyük kısmı çanak çömlekten ibaret olan bu topluluğa bereket ver." Ali (a.s) evini donattı. Evin tabanına yumuşak kum döktü. Bu arada yıkanmış elbise asmak için bir duvardan ötekine uzanan bir tahta koydu. Yere de koç derisi serdi ve hurma lifinden yapılmış yastıklar bıraktı. Güneş batmaya yüz tutunca, Resulullah (s.a.a), "Ey Ümmü Seleme! Bana Fatıma'yı çağır." dedi. Ümmü Seleme gidip Fatıma'yı getirdi. Etekleri yerde sürünüyordu. Resulullah'tan utandığı için yüzünden şapır şapır ter dökülüyordu. Bir ara ayağı takılıp tökezledi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Allah seni dünya ve ahirette tökezlemekten korusun." Fatıma, Resulullah'ın (s.a.a) önüne gelince, Resulullah yüzündeki perdeyi kaldırdı ve Ali yüzünü gördü. Hz. Peygamber (s.a.a), Abdulmuttalib'in kızlarına ve muhacir ve ensar kadınlarına, Fatıma'ya arkadaşlık etmelerini, sevinmelerini, eğlendirici maniler söylemelerini, tekbir getirip hamdetmelerini ve Allah'ın hoşnut olmayacağı herhangi birşey söylememelerini emretti. Cabir der ki: Resulullah (s.a.a) Fatıma'yı devesine ya da kırçıl katırına bindirdi. Selman bineğin dizginlerini tutarak yola koyuldu. Etrafında yetmiş bin huri vardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Hamza, Akil, Cafer ve Haşimoğulları'nın diğer erkekleri de kılıçlarını çekerek arkasında yürüyorlardı. Peygamber'in (s.a.a) eşleri ise Fatıma'nın önünde mâni söylüyorlardı. Kadınlar, her mâninin ilk beytini tekrarlıyor, sonra tekbir getiriyorlardı. Böylece eve girdiler. Sonra Resulullah (s.a.a) Ali'nin yanına giderek onu çağırdı, ardından Fatıma'yı çağırdı. Fatıma'nın elinden tutup Ali'nin elinin üstüne koydu ve şöyle buyurdu: "Allah, bu evliliği Resulullah'ın kızına mübarek kılsın. Ey Ali! Ne güzel eştir Fatıma! Ve ey Fatıma! Ne güzel eştir Ali!" Sonra şöyle buyurdu: "Ey Ali! Şu Fatıma, Allah'ın ve Resulullah'ın senin yanındaki emanetidir. Allah'ın ve benim emanetimi koru." Ardından şöyle dua etti: "Allah'ım! Onların birliğini koru. Kalplerini kaynaştır. Onları ve zürriyetlerini nimetler cennetinin vârislerinden kıl. Onlara temiz, güzel ve mübarek bir zürriyet ver. Onları, senin emrinle insanları sana ibadet etmeye ileten ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar kıl." Sonra şöyle buyurdu: "Evinize gidin ve ben size gelinceye kadar bir şey yapmayın." Ali der ki: Fatıma'nın ellerinden tuttum ve onu evin avlusunun bir kenarına oturttum. Ben de onun yanına oturdum. Benden utandığı için başını önüne eğip yere bakıyordu. Ben de ondan utandığım için hep yere bakıyordum. Çok geçmeden Resulullah (s.a.a) geldi, elinde bir çıra vardı. Çırayı evin bir köşesine koydu. Sonra bana dedi ki: "Ey Ali! Şu bardağı al, şu tulumdan biraz su çıkar." Dediğini yaptım ve suyu ona getirdim... İçine birkaç kez mübarek ağzının suyundan karıştırdı. Sonra bardağı bana verdi ve "İç." dedi. İçtim, ardından bardağı Resulullah'a (s.a.a) verdim. Bardağı Fatıma aldı. Resulullah (s.a.a) dedi ki: "İç, ey sevgili kızım!" Fatıma ondan üç yudum içti. Sonra bardağı Peygamber'e (s.a.a) verdi. Suyun geri kalanını aldı, benim ve Fatıma'nın göğsüne serpti. Ardından şöyle buyurdu: "Allah, en çok sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ey Ehl-i Beyt!" Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle dedi: "Ey Rabbim! Sen gönderdiğin her peygambere bir zürriyet bahşettin. Allah'ım! Benim, yol gösterici zürriyetimi Ali ve Fatıma'dan kıl." Sonra Resulullah (s.a.a) onların yanından ayrıldı. Kapının pervazından tutarak şöyle dedi: "Allah sizi ve neslinizi pak kılmıştır. Sizinle barış yapana ben de barış yaparım. Sizinle savaşana ben de savaş açarım. Sizi Allah'a emanet ediyorum ve sizi O'na bırakıyorum." Kapıyı kapattı ve kadınlara da çıkmalarını emretti. Ali (a.s) der ki: "Resulullah (s.a.a) Dördüncü günün sabahı yanımıza geldi..." Peygamberimiz (s.a.a) o sabah eve girince, Ali'den dışarı çıkmasını istedi. Fatıma ile yalnız kaldı ve dedi ki: "Nasılsın kızım? Kocanı nasıl buldun?" Dedi ki: "Babacığım! O çok iyi bir kocadır. Ancak Kureyş'ten bazı kadınlar yanıma geldiler ve 'Resulullah (s.a.a) seni, malı olmayan fakir biriyle evlendirdi.' dediler." Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: "Kızım! Ne baban, ne de kocan fakirdir. Bana yeryüzünün hazineleri sunuldu; ama ben, Rabbimin yanındaki nimetleri tercih ettim. Allah'a yemin ederim ki, ey kızım! O kadınlar sana doğru öğüt vermemişler. Ben seni, herkesten önce Müslümanlığı kabul eden, en bilgili ve en ağırbaşlı biriyle evlendirdim.""Kızım! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Yeryüzü halkından iki adam seçti. Biri baban, biri de kocan... Kızım! Çok iyi adamdır kocan. Onun emrine isyan etme." Sonra Resulullah (s.a.a) Ali'ye seslendi: "Ey Ali!" "Buyur ya Resulallah!" dedi. Buyurdu ki: "Evine gir, karına karşı nazik ol. Ona yumuşak davran. Çünkü Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten şey beni de incitir. Onu sevindiren şey beni de sevindirir. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Sizi O'na bırakıyorum." Hz. Peygamber'in (s.a.a) hicretin ikinci senesinin zilhicce ayının başında Fatıma'yı (a.s) Ali (a.s) ile evlendirdiği de rivayet edilmiştir. İmam Ali (a.s) ile Fatıma'nın (a.s) Harise b. Nu'man'ın evinde ne kadar kaldıkları kesin olarak bilinmiyor. Fakat Resulullah'ın (s.a.a), mescidine bitişik bir yerde ona bir ev yaptığını ve eşleri için yaptığı odalarda olduğu gibi bu evin bir kapısının mescide açılmasını sağladığını biliyoruz. Hz. Fatıma (a.s) Allah'ın evine bitişik ve Resulullah'ın (s.a.a) evine komşu bu yeni eve taşındı. Resulullah efendimiz (s.a.a) bu nebevî fidanı yalnız bırakacak, gözetmeyecek, bağrına basmayacak ve direktifleriyle yönlendirmeyecek değildi. Karı-koca Resulullah'ın (s.a.a) gölgesinde, onun yanı başında yaşamlarını sürdürdüler. Fatıma (a.s) kocasının himayesinde göz aydınlığını ve ruh mutluluğunu yaşıyordu. Sadelik ondan hiçbir zaman ayrılmaz, hayatın kaba ve haşin yanları eksik olmazdı. O ideal bir eşti. Müslümanların kahramanı Ali'nin (a.s) eşi. Resulullah'ın (s.a.a) veziri, ilk danışmanı, zafer ve cihat sancağının taşıyıcısı. Bu yüzden Hz. Fatıma'nın (a.s) bu ağır sorumluluk düzeyinde olması bir zorunluluktu. Annesi Hatice Resulullah'ın cihadına, sabrına katıldığı, hayatın acımasızlıklarına ve risaletin meşakkatli davetine katlandığı gibi, o da Ali'nin cihadına, sabrına katılmalı, hayatın acımasızlıklarına katlanmalı ve risaleti tebliğ ederken davetin zorluklarına sabretmeliydi. Fatıma (a.s), Allah'ın kendisine biçtiği rolü hakkıyla yerine getirdi. O, risalete uygun yaşayan salih Müslümanın, örnek Müslüman kadının bir timsaliydi. İçinde masum, tertimiz kılınmış, günah işlemekten ve hata etmekten uzak tutulmuş, her türlü ahlâkî erdemle nitelenmiş ve her türlü insanî değerle bezenmiş bir karı-kocanın yaşadığı tek ev, Ali ve Fatıma'nın eviydi. Ali (a.s) İslâm'da kâmil, ideal erkeğin örneği, Fatıma da İslâm'da kâmil ve ideal kadının örneğiydi. Her ikisi Resul-i Ekrem'in (s.a.a) gölgesinde büyümüş, serpilmiş, onun ilminden ve diğer erdemlerinden beslenmişlerdi. Duyarlı kulakları ta çocukluktan itibaren Kur'ân-ı Kerim'e aşinaydı. Resulullah'ın (s.a.a) Kur'ân'ı gece-gündüz ve her zaman okuduğunu görüyor, dinliyorlardı. Böylece gaybin kaynaklarına dokunacak kadar yakın oluyor, İslâmî bilgi ve irfanı asıl kaynağından, tatlı membaından alıyorlardı. İslâm'ı Resulullah'ın (s.a.a) şahsında hareket eden canlı bir varlık olarak görüyorlardı. Böyleyken, onların oluşturduğu aile, ideal Müslüman aile olmaz mıydı? Ali ve Fatıma'nın evi, saflığın, ihlâsın, sevginin ve merhametin en göz kamaştırıcı örneklerinin yaşandığı bir mekândı. Ali ve Fatıma, tam bir uyum ve şefkatle evin idaresi ve ev işlerinin yerine getirilmesi hususunda yardımlaşıyorlardı. Resulullah efendimiz (s.a.a) evin iç idaresini gerçekleştirmeyi ve ev içi işleri görmeyi Fatıma'ya, dış idaresini gerçekleştirmeyi ve ev dışı işleri görmeyi de Ali'ye tevdi etmişti. (Kapının beri tarafı Fatıma'ya, öte tarafı Ali'ye aitti.) Fatıma (a.s) şöyle der: "Resulullah'ın (s.a.a) beni erkeklere özgü görevleri üstlenmekten muaf tutmasından dolayı ne kadar sevindiğimi ancak Allah bilir." Ali (a.s) devamla şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.a), onun bir ihtiyacı için geldiğini anlamıştı. Ertesi sabah Resulullah (s.a.a) evimize geldi. Bizler üzerimize bir yorgan çekmiş uzanıyorduk. 'es-Selâmu aleykum.' dedi. 'Ve aleyke's-selâm ya Resulallah, içeri gir!' dedim. Yanımıza oturur oturmaz dedi ki: Ey Fatıma! Dün ne ihtiyacın vardı ki Muhammed'e gelmiştin?" Ali der ki: "Fatıma'nın cevap vermeden Peygamber'in (s.a.a) kalkıp gitmesinden korktum." Ali (a.s) Fatıma'nın ihtiyacını anlattı. Dedim ki: "Ya Resulallah! Onun neye ihtiyacının olduğunu ben sana anlatırım. Tulum ile su taşımaktan göğsünde izi çıktı. El değirmeniyle un öğütmekten elleri nasır bağladı. Ev süpürmekten üstü başı toz-duman içinde kaldı. Tencerenin dibindeki ateşi tutuşturmaktan elbiseleri ise-dumana bulandı. Ben de ona dedim ki: Babana gitsen, ondan bir hizmetçi istesen ve bu işleri yapmaktan dolayı yıpranmanı önlese olmaz mı?" Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Size, hizmetçiden daha iyi olan bir şeyi haber vereyim mi? Uyumak üzere olduğunuz zaman otuz üç kere 'subhanallah', otuz üç kere 'elhamdülillah' ve otuz dört kere 'Allahu ekber' deyin." Bir gün Resulullah (s.a.a), Ali'nin (a.s) evine gider. Onun ve Fatıma'nın el değirmeniyle buğday öğüttüklerini görür. "Hanginiz yoruldunuz?" der. Ali, "Fatıma yoruldu, ya Resulallah!" der. Peygamberimiz (s.a.a): "Kalk kızım." der. Fatıma kalkar ve Peygamberimiz (s.a.a) onun yerine oturur. Ali ile birlikte buğdayı öğütürler. Cabir el-Ensarî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma'yı üzerinde deve derisinden bir giysi olduğu hâlde, bir yandan elleriyle buğday öğütürken, bir yandan da çocuğunu emzirirken gördü. Resulullah'ın (s.a.a) gözleri doldu. Dedi ki: "Kızım! Dünya acılarına karşılık ahiret mutluluğuna kavuşmak için acele et." Fatıma (a.s) dedi ki: "Ya Resulallah! Nimetlerinden dolayı Allah'a hamdolsun. O'nun lütuf ve bağışlarından dolayı şükürler olsun O'na." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "İleride Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." Enes anlatıyor: Bilal sabah namazına geç kaldı. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: "Niçin geç kaldın?" Dedi ki: "Fatıma'ya uğradım. Buğday öğütüyordu, çocuğu da ağlıyordu." Dedim ki: "İstersen ben senin yerine buğday öğüteyim, sen de çocuğu sustur. İstersen ben çocukla ilgileneyim, sen de buğday öğüt." Bana, "Ben sana göre, oğluma daha şefkatli davranırım." dedi. Bu yüzden geç kaldım. Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Sen ona acıdın, Allah da sana merhamet etsin." Esma bint-i Umeys, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'dan rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bize geldi, "Nerede oğullarım?" dedi. Hasan ve Hüseyin'i kastediyordu. Fatıma dedi ki: "Yanımızda tadılacak hiçbir yiyecek olmadığı hâlde sabahladık. Ali de, 'Onları falana götürüyorum.' dedi." Resulullah (s.a.a) onların bulunduğu tarafa yöneldi. Onların bir su başında oynadıklarını gördü. Önlerinde de artmış biraz hurma vardı. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: "Ey Ali! Sıcaklık iyice bastırmadan oğullarımı götürsen olmaz mı?" Ali (a.s) şu karşılığı verdi: "Bu gece evimizde yiyecek hiçbir şey olmadan sabahladık. Biraz otursanız, ben de Fatıma için bir miktar hurma toplasam olmaz mı?" Ali bir miktar hurma topladıktan sonra, onları eteğine koyarak eve döndü." İmran b. Husayn'in şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber'in (s.a.a) yanında oturuyordum. Bir ara Fatıma çıkageldi ve Peygamber'in (s.a.a) önünde durdu. Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma'nın (a.s) yüzüne baktı. Yüzünün rengi sararmıştı. Açlığın şiddetinden yüzünde kan kalmamıştı. Dedi ki: "Yaklaş Fatıma!" Fatıma yaklaştı. Bir kere daha, "Yaklaş Fatıma!" dedi. Fatıma, tam önüne gelinceye kadar yaklaştı. Peygamberimiz (s.a.a) ellerini göğsündeki gerdanlık yerinin üzerine koydu, parmaklarının arası açıktı. Dedi ki: "Allah'ım! Ey açları doyuran! Ey düşmüşleri kaldıran! Muhammed kızı Fatıma'yı aç bırakma." Hz. Zehra'nın (a.s) hayatına irdeleyici bir gözle baktığımız zaman, onun zorluklarla iç içe geçen hayatının, çok mala ve geniş hayat imkânlarına -özellikle Benî Nadır ve Hayber fetihlerinden ve Fedek arazisine sahip olmasından sonra- kavuştuktan sonra da değişmediğini görürüz. Gelirinin yüksek meblağlarda olmasına rağmen Fatıma'nın hayatı değişmeden devam etmiştir. Rivayet edilir ki, Fedek'in yıllık geliri yirmi dört bin, bir diğer rivayete göre yetmiş bin dinar tutuyordu. Çünkü Fatıma (a.s), bu gelirlerle evler yapmıyor, saraylar, köşkler kurmuyordu. İpek ve atlas elbiseler giymiyor, göz alıcı mücevherler takıp takıştırmıyordu. Bilâkis bu gelirin tümünü yoksullara, miskinlere dağıtıyor, Allah'a davet ve İslâm'ı yayma uğruna harcıyordu... Kocası Ali (a.s) de öyleydi. O da sulak bir yerden yüz pınar çıkararak bunları hacılara vakfetmişti. Ali'nin mallarının bir yıllık sadakasının miktarı kırk bin dinardı. Ali'nin verdiği bu sadakalar, büyük bir topluma yeterdi, demesek bile, bütün Haşimoğulları'na yeterdi. Özellikle, hizmet edecek bir cariye satın almak için otuz dirhemin yettiğini, o dönemde bir dirhemle birçok ihtiyacın karşılanabildiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu meblağın büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar. Hz. Zehra (a.s), Resulullah'tan (s.a.a) sonra, bu ümmetin istisnasız en büyük şahsiyetinin evinde yaşadı. Tek amacı İslâm sancağını taşımak ve onu savunmak olan adamın... Siyasal koşulların son derece hassas ve gayet tehlikeli olduğu bir dönemdi. İslâm orduları daima teyakkuz hâlindeydi. Her yıl kanlı savaşlara tutuşmak durumundaydı ve Ali (a.s) de bu savaşların çoğuna katılıyordu. Hz. Zehra (a.s), bu müşterek hanede gerekli atmosferi, sıcaklığı ve istenen şefkati fazlasıyla oluşturuyordu. O, bu hâliyle Ali'nin (a.s) cihadına da ortak bulunmuş oluyordu. Çünkü bir hadiste de vurguladığı gibi, "Kadının cihadı iyi bir eş olmasıdır." Hz. Zehra (a.s), eşini yüreklendiriyor, cesaretini ve fedakârlığını övüyordu. Gelmekte olan çatışmalar öncesinde onu güçlendiriyordu, kalbini teskin ediyor, acılarını dindiriyor, yorgunluğunu gideriyordu. İmam Ali (a.s) şöyle der:"Fatıma'ya bakardım. Ona baktığım anda bütün kederler ve hüzünler bir anda beni terk ederdi." Fatıma (a.s), eş olmanın kendisine yüklediği görevleri eksiksiz yerine getirmeye büyük bir özen gösterirdi. Eşinin izni olmadan bir gün dahi evinden çıkmadı. Bir gün olsun ona kızmadı, evinde yalan söylemedi, ona ihanet etmedi, hiçbir emrine karşı çıkmadı. Hz. Ali (a.s) de ona aynı hürmeti gösterir, sevgisini eksik etmezdi. Ali (a.s), Fatıma'nın (a.s) yüksek makamını ve derecesini bilirdi. Bir keresinde şöyle demişti: "Allah'a yemin ederim ki, Allah onu katına alıncaya kadar, onu hiç kızdırmadım, üzmedim. O da beni hiçbir zaman kızdırmadı, hiçbir emrime karşı çıkmadı." İmam Ali (a.s), ömrünün son demlerinde kendisine tavsiyelerde bulunmak isteyen Fatıma'ya hatırlatır. Fatıma şöyle der: "Ey amcamın oğlu! Benden yalan bir söz işittin mi? Bir ihanetimi gördün mü? Benimle beraber olduğun günden beri bir kere olsun sana karşı çıktığıma şahit oldun mu?" Ali (a.s) şu karşılığı verir: "Allah'a sığınırım. Sen, Allah'ı en iyi bilenlerden birisin. En çok iyilik eden, en fazla O'ndan korkan ve en çok O'ndan sakınansın. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) vefatıyla başıma gelen musibeti yeniden yaşattın bana. Senin vefatın, benim seni yitirmem, büyük bir musibettir benim için. Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz." Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilir: Bir gün Ali b. Ebu Talib (a.s) acıkmış bir hâlde sabahladı. Dedi ki: "Ey Fatıma! Bana verebileceğin bir yiyecek var mı?" "Hayır." dedi, "Babama peygamberliği, sana vasiliği bahşeden Allah'a yemin ederim ki, benimle bu sabaha hiçbir yiyecek çıkmadı ve iki günden beri yediğimiz hiçbir şey yoktur. Sadece bir yiyecek vardı. Onu da, kendime ve Hasan ile Hüseyin'e tercih ederek sana vermiştim." Ali (a.s) dedi ki: "Ey Fatıma! Bana söyleseydin ya, sizin için yiyecek bulmaya çıksaydım?" Dedi ki: "Ey Ebu'l-Hasan! Sana, güç yetiremeyeceğin bir şeyi yüklemek hususunda Allah'tan utanırım." Annelik, Hz. Zehra'nın (a.s) omuzlarındaki görevlerin en hassası ve en ağırı idi. Beş çocuk dünyaya getirmişti. Hasan, Hüseyin, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve bir de düşük yaptığı Muhsin. Yüce Allah, Resulullah'ın (s.a.a) soyunun, zürriyetinin Fatıma (a.s) kanalıyla devam etmesini takdir etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.a) da bunu şöyle haber vermiştir: "Allah, her peygamberin soyunun kendi sulbünden devam etmesini sağlamış, benim soyumu ise Ali b. Ebu Talib'in sulbünden devam etmesini dilemiştir." Vahyin ve nübüvvetin eğitiminden geçmiş Hz. Zehra (a.s), İslâm eğitim metodunu, terbiye yöntemini çok iyi biliyordu. Bunu, Hz. Hasan'ın (a.s) şahsında gerçekleştirdiği örnek terbiyede gözlemleyebiliriz. Onu, Müslümanların önderliği sorumluluğunu üstlenecek, risalet tarihinin en zor zamanlarında kederini yutkunacak, İslâm dinini ve mümin toplumu korumak için Muaviye ile, içinde derin acılar hissetmesine rağmen anlaşma imzalayabilecek sağlam karakterli biri olarak yetiştirmişti. Hz. Zehra'nın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen İmam Hasan (a.s), bu tavrıyla dünyaya şu mesajı vermişti: İslâm barış dinidir. Düşmanlarına, iç meseleleri; dine darbe vurmak, dini zayıflatmak için kullanma fırsatını vermez... O bu davranışıyla Muaviye'nin tüm kozlarını boşa çıkarmıştı. Plânını geçersiz kılmış, cahiliyeyi yeniden canlandırma amaçlı komploların başına geçirmişti. Bir süre sonra dahi olsa, onun sapıklığını bütün dünyaya göstermişti. Muaviye'nin Müslümanlara oynamak istediği oyunu bozmuştu. Zehra (a.s), Hüseyin (a.s) gibi birini yetiştirmişti. Hüseyin ki, canını, bütün ailesini ve en sevdiği arkadaşlarını Allah yolunda zulümle ve zalimlerle vuruşma uğruna feda etti. O, kanıyla, henüz yeşeren İslâm ağacını sulamıştı. Zehra (a.s), Zeyneb ve Ümmü Gülsüm gibi zirve kadınları yetiştirmişti. Onlara, fedakârlık, serdengeçtilik ve zalimler karşısında direniş derslerini vermişti. Zalime, onun gücüne karşı eğilmesinler, boyun eğmesinler diye. Görkemli bir cesaret ve açıklıkla Ümeyyeoğulları zorbalarına karşı hakkı haykırsınlar diye... Dine ve resuller efendisinin ümmetine karşı kurulan tuzakları ortaya çıkarsınlar diye... Hz. Fatıma (a.s), bu zor cihat döneminin bütün koşullarını ve bütün boyutlarını bizzat yaşadı. Eşinin ve babasının himayesinde bu adımları birer birer geçti. Her şeyi ruhuyla ve duygularıyla yaşıyordu. Evinde sürdürdüğü cihadıyla, babasının yanında yer almasıyla, babasının çektiği zorlukları ve sıkıntıları paylaşarak yaşıyordu. Babasının cihadına, sabrına ve direncine tanık olmuştu. Uhud'da yaralandığını, dişinin kırıldığını, bu esnada münafıkların onu yalnız bıraktığını görmüştü. Babasının amcası, Allah'ın arslanı Hamza'nın ve bir grup seçkin müminin şehit düşmelerine tanık olmuştu. Tarih bize, Fatıma'nın (a.s), birçok yerde, babasının savaşına, sabrına ve cihadına, ruhuyla ve duygularıyla katıldığını anlatır. Rivayet edilir ki, Resulullah efendimiz (s.a.a), bir gazveden geri dönmüştü. İlk iş olarak mescide girdi, orada iki rekât namaz kıldı. Sonra her zaman olduğu gibi, eşlerinin evlerinden önce Fatıma'nın evine gitti. Onu ziyaret etmek ve görüp sevinmek için. Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) yüzünde yorgunluk ve bitkinlik belirtilerini görünce üzüldü ve ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.a) sordu: "Niçin ağlıyorsun ey Fatıma?" Şöyle cevap verdi: "Renginin solduğunu gördüğüm için." Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ey Fatıma! Yüce Allah babanı öyle bir dinle göndermiştir ki, yeryüzünde kerpiç ya da kıl çadırdan bir tek ev kalmayacaktır ki, bu din sayesinde azizlik ve onurluluk ya da rezillik ve alçaklık o eve girmesin. Karanlığın çöktüğü her yere ulaşacaktır." Fatıma'nın (a.s), büyük komutan ve son resul babasına (s.a.a) yönelik katkıları sadece bu duygusallıktan ibaret değildi. O, babasını kendisine tercih eder, onu her bakımdan önemser, onun sıkıntılarına ve zorluklarına ortak olurdu. Fatıma (a.s) Medine çevresinde hendek kazıldığı gün oraya gelmiş ve ashabıyla birlikte, Medine'yi ve İslâm'ı korumak maksadıyla toz toprak içinde çalışan babasını (s.a.a) görmüştü. Fatıma'nın elinde bir parça ekmek vardı. Ekmeği babasına (s.a.a) verdi. Peygamberimiz (s.a.a), "Bu nedir Fatıma?" dedi. Dedi ki: "Oğullarım için pişirdiğim ekmeğin bir parçasını sana getirdim." Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kızım! Biliyor musun, üç günden beri babanın ağzına girecek ilk yemektir bu!" Müslüman kadının cihadını yansıtan bu göz kamaştırıcı tabloyu Fatıma (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) gölgesinde çiziyordu. Fatıma (a.s), sahip olduğu her şeyle, Resulullah'ın (s.a.a) cihadına katılarak İslâm'ın temellerinin sağlamlaşması için çaba sarf ediyordu. Aynı meydanda ve aynı hendekte (mevzide) babasıyla, kocasıyla ve oğullarıyla omuz omuza mücadele veriyordu. Bu şekilde o, tarih sayfalarına, Müslüman ümmetin gelecek nesillerine pratik bir ders işliyordu. Malayanilikten, anlamsızlıktan ve gayesizlikten uzak tevhit inancının şekillendirdiği iman hayatını öğretiyordu. Kadınların efendisi, büyük bir mutluluk yaşıyordu. Çünkü Arap Yarımadası'nın önemli bir kısmının İslâm'ın egemenliği altına girdiğini, babasının risaletini benimsediğini görüyordu. Kureyş bile, onca inatçılığına, kibrine karşın, liderlerinden birini, İslâm'ın başkenti Yesrib'e, Hz. Peygamber'in (s.a.a) hicretin altıncı senesinde umre yapmaya giderken imzalanan Hudeybiye Antlaşması'yla sağlanan ateşkesin süresini uzatmak amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere göndermişti. Kureyş, daha önce imzalanan antlaşmayı ihlâl ettikten sonra, liderlerinden Ebu Süfyan'ı elçi olarak göndermişti. Ebu Süfyan, Hz. Peygamber'e (s.a.a) Kureyş'in talebini iletmiş, ama olumlu bir cevap almamıştı. Bunun üzerine, bir grup Müslümandan eman ve himaye talebinde bulunmuş, ama kimse bu isteğini kabul etmemişti. Hatta Hz. Peygamber'in (s.a.a) eşi olan kızı Ramle (Ümmü Habibe) dahi ona olumlu bir karşılık vermemişti. Sonunda Resulullah'ın yanında kendisine aracı olmaları için Ali ve Fatıma'nın yanına gitmişti. Ali, Fatıma ve oğulları Hasan ve Hüseyin de bu isteğini geri çevirmişlerdi. Hiçbir Müslümanın bu konuda kendisine yardımcı olmayacağını anlayınca, ümitsizlik içinde, korkarak, yenilmiş, başarısızlığı ve hezimeti ruhunun derinliklerinde hissederek geri dönmüştü. Hz. Zehra (a.s), babasının, Ebu Süfyan'a karşı takındığı tavırdan, onun Mekke'yi fethedeceğini anlamıştı. Derken günler yaklaştı ve Resulullah (s.a.a), on bin Müslümanla birlikte harekete geçti. Bayrağı, amcasının oğlu ve vasisi Ali b. Ebu Talib'e (a.s) vermişti. Hz. Zehra (a.s) da, orduyla beraber sefere çıkan kadınlar arasındaydı. Zehra (a.s), Allah'ın bahşettiği zaferin mutluluğunu içinde hissederek babasının (s.a.a) yanı başında duruyordu. Putların, babasının ayakları altında olduğunu görüyordu. Kureyşlilerin ona sığındıklarına, ona, "Kerim kardeşin oğlu kerim bir kardeş." dediklerine tanık oluyordu. Babası da Kureyşlilere, "Gidin! Hepiniz serbestsiniz!" diyordu. Babası ve eşiyle beraber, çocukluk günlerini geçirdiği, ailesinin ve sevenlerinin anayurdu Mekke'yi arkasında bırakarak ensarın şehrine, Yesrib'e döndü. Bu yolculuktan sonra iki yıl daha yaşadı. Bunlar, hayatının en mutlu yıllarıydı. İslâm, Arap Yarımadası'nın her tarafına yayılmış ve artık bölgenin en çok mensubu bulunan büyük dini hâline gelmişti. O günler, acısıyla tatlısıyla geride kaldı. Hicretin onuncu senesinde Hz. Peygamber (s.a.a) bütün Müslümanları hac ibadetini eda etmeye çağırdı. Müslümanlarla birlikte veda haccını yaptı. Müslümanlara haccın hükümlerini ve menasikini (hac zamanı yerine getirilen ibadetleri) öğretti. Dönüş yolunda kafile Gadir-i Hum denilen yerde durdu. Hz. Peygamber (s.a.a) deve mahfesinden oluşturulan bir minberin üzerine çıktı. Bir iki giriş cümlesinden sonra yüksek sesle şöyle dedi: "Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım! Ona dost olana sen de dost ol. Ona düşman olana sen de düşman ol." Böylece Ali'yi kendisinden sonraki halife olarak tayin etti. Sonra Müslümanlara Ali'ye biat etmelerini ve "müminlerin emiri" olarak selâmlamalarını emretti. Derken herkes memleketine, Peygamberimiz (s.a.a) de Medine'ye döndü. Hicretin on birinci senesinde, safer ayının son günlerinde Hz. Peygamber (s.a.a), büyük acılar hissettiği bir hastalıktan şikâyet etmeye başladı. Roma devletine karşı bir sefer düzenleme kararındaydı. Bir ordu hazırlamış ve henüz genç bir delikanlı olan Usame b. Zeyd'i bu ordunun komutanlığına getirmişti. Bütün muhacir ve ensara bu orduya katılmalarını emretti. Onları sefere çıkmaya, her vesileyle teşvik ediyordu. Bazılarını özellikle ismen zikrediyordu. Muhaliflerin ve karşıtların Medine'den uzaklaşmalarını, İmam Ali'nin (a.s) hilâfetine karşı olanların, problem çıkarma fırsatını bulmamalarını amaçlıyordu. Resulullah efendimizden (s.a.a) sonra, İslâm tarihinde, kıvılcımları her tarafa yayılan ve büyük bir sarsıntı meydana getiren en zor ve en ağır olayların başında, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından hemen sonraki gelişmeler gelir. İslâm toplumunda böyle acı bir mücadelenin meydana gelmiş olması, büyük bir kesimin, İslâm inanç sistemini bütün boyutlarıyla ve bütün sınırlarıyla kavrayıp özümsemediğinin somut bir kanıtıydı. Bu kavganın bir sonucu olarak İslâmî deneyimde sapmalar baş gösterdi. Bunun, Müslümanlar üzerindeki kötü ve olumsuz etkileri günümüze kadar devam etmektedir. Resulullah'ın (s.a.a) vefatını izleyen dönem, birbiriyle çelişen ve ani gelişen birtakım olaylara sahne oldu. Hz. Fatıma'nın hayatını sağlıklı bir şekilde inceleyebilmemiz için, bu dönemde meydana gelen olaylara dair genel bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekir. O günkü toplumun sosyal yapısını, etkin güç merkezlerini, bu güçler arasındaki etkileşim ve iletişimi, bu gelişmelerin genelde Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'i, özelde Hz. Fatıma üzerindeki etkilerini, özellikle zulüm ve saldırıları kavramamız böyle bir durum değerlendirmesi yapmamıza bağlıdır. İlk karşımıza çıkansa, Sakife toplantısıdır. Çünkü bu toplantı, sonraki tüm gelişmelere ilişkin temel bir rol oynamış, kendisinden sonraki süreçlerin şekillenmesine neden olmuştur. İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'i, Haşimoğulları ve onların yakın dostları, Hz. Peygamber'in (s.a.a) cenaze işleriyle ilgileniyor, defin işlemleri için hazırlık yapıyorlardı. Toplumun liderliğini ele geçirmeye, iktidara gelmeye dair niyetler taşıyan birtakım odaklar, onların bu meşguliyetlerini fırsat bilerek, gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirdiler. Hz. Peygamber'in (s.a.a) dile getirdiği ilâhî emir ve yasakları dikkate almadan hem de. Ortada iki tavır vardı. Biri Ömer b. Hattab'ın tavrıydı. Peygamber'in (s.a.a) evini sarmış, yüreklerini hüzün kaplamış Müslümanların arasında bağırıyordu: "Peygamber ölmedi." diye. Peygamber'in (s.a.a) öldüğünü söyleyenleri tehdit edip duruyordu. Bu kuşku uyandırıcı davranışını Ebubekir Medine dışından gelinceye kadar sürdürdü. İkinci tavır ise, ensardan bir topluluğun Benî Sâide Sakifesi'nde Hazreçli Sa'd b. Ubade başkanlığında toplanmış olmalarıydı. Bütün tarihçiler ve hadisçiler, Ömer'in bu tavrının, Ebubekir'in gelip insanlara "Muhammed ancak bir peygamberdir…" ayetini okuyunca sona erdiği hususunda görüş birliği içindedirler. Ebubekir gelince, Ömer'in panik hâli sona eriyor ve ikisi birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.a) evinden çıkıyorlar. Onu (s.a.a), ölümünden dolayı musibetli olan ailesiyle baş başa bırakıyorlar. Karinelerden ve olayların akışından anladığımız kadarıyla Ebubekir ve Ömer, gerekli tedbirleri almak için önceden belirledikleri bir yere gitmişlerdi. Yine olayların akışından anlaşılıyor ki, başta Sa'd b. Ubade olmak üzere ensar, Ali'den başkasının hilâfet iddiasında bulunacağını hesaba katmamışlardı. Nitekim Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat de hiç kimsenin Ali'nin (a.s) halifeliğine karşı çıkmayacağı yönündeydi. Fakat çok geçmeden ensar, muhacirlerin ileri gelenlerinin hilâfeti Ali'ye vermemek, iktidarı ele geçirmek, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ali'nin halifeliği ile ilgili sözlerini görmezlikten gelmek niyetinde olduklarını, onların bu Kureyş ittifakıyla eski cahiliyeyi ve kabile taassubunu yeniden canlandırmak niyetinde olduklarını anladılar. Halbuki ensar, İslâm davasına ve bu davanın tebliğcisine canlarını ve mallarını feda etmişlerdi ki, şimdi Peygamber'den (s.a.a) sonra hilâfet makamına oturmak isteyen muhacirlerden hiçbiri böyle bir fedakârlıkta bulunmamıştı. Ensar bunu anladıktan sonra, içlerinde bir grup Sa'd b. Ubade liderliğinde, hilâfet meselesini ele almak üzere Benî Sâide Sakifesi'nde toplandı. İçlerinden bazıları, hilâfet için Sa'd b. Ubade'nin ismini ortaya attı. Sa'd'dan hoşlanmayan ve onun aleyhine faaliyet gösteren ensardan bazı kimseler aracılığıyla bu haber muhacirlere ulaştırılınca, derhal bulundukları yerden ayrıldılar ve Benî Sâide Sakifesi'ne gittiler. Ensar adına konuşmak üzere biri ayağa kalktı ve ensarı, tavırlarını ve İslâm uğruna gerçekleştirdikleri fedakârlıkları saydı. Muhacirlere de onları görmezlikten gelmemelerini ve iktidarda onlara bir pay vermelerini önerdi. Ondan sonra Ebubekir konuştu. Kureyş'in faziletinden ve üstünlüğünden bahsetti. İnsanlara Arapların İslâm öncesi tavırlarını hatırlattı. Bu sözleriyle, soy-sopla övünmeye ilişkin eski gelenekleri canlandırır gibiydi. İkdu'l-Ferid adlı eserde yer alan rivayette Ebubekir'in şöyle dediği belirtiliyor: "Biz muhacirler, insanlar içinde ilkönce Müslüman olmuş kimseleriz. En üstün soy bizimdir. Yurdumuz da tam ortadadır. İnsanlar içinde seçkin yüzlere sahip bizleriz. Akrabalık bakımından da Resulullah'a (s.a.a) en yakın olanlar da biziz…" Devamla şöyle dedi: "Araplar, Kureyş'in bu oymağından başkasına boyun eğmez. Allah'ın verdiği lütuflar hususunda kardeşleriniz olan muhacirlerle yarışmayın. Sizin için halife olarak şu iki adamdan birine razı oldum..." Bunu söylerken Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı işaret etti. Ebubekir Kureyş'ten, üstünlüklerinden ve muhacirlerden ve faziletlerinden söz ederken, altın bir fırsat buldu. Beşir b. Sa'd el-Hazrecî, evin bir köşesinde yüksek sesle bağırıyordu. Bu adam amcasının oğlu Sa'd b. Ubade'yi çekemiyordu. Şöyle diyordu: "Ey insanlar! Biliyorsunuz ki, Muhammed Kureyş'tendir. Onun kavmi herkesten daha çok ona yakındır, onun yerine geçmeye lâyıktır. Allah'a yemin ederim ki, bu işle ilgili olarak onlarla çekiştiğimi hiçbir zaman göremeyeceksiniz." İnsanlar arasında böyle bir üslûpla ortaya çıkıp konuşmasından dolayı Habbab b. Münzir el-Hazrecî onu eleştirdi. Bunun bozgunculuk, nifak eseri bir konuşma olduğunu, amcasının oğlunu kıskandığı için böyle konuştuğunu belirtti. Dedi ki: "Peygamber'den (s.a.a) sonra, amcasının oğlunun yönetime geçmesi, Beşir b. Sa'd'a ağır geldi, amcasının oğlunu kıskandığı, çekemediği için. Ama, bir hak sahibinin hakkını almasına karşı çıkmak istemeyen biri gibi meydana atılıyor." Ardından şunları söyledi: "Böyle yapmaya ne ihtiyacın vardı ey Beşir?! Amcanın oğlu Sa'd b. Ubade'nin emirliğine karşı çıkmanın sebebi neydi?" Tartışmalar burada son bulmadı. Bu arada, Evs kabilesinin reislerinden biri olan Useyd b. Hudayr ayağa kalktı. İnsanların içlerindeki cahiliye kinlerini, düşmanlıklarını yeniden kışkırttı. Eski yaraları kaşıdı. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ayrılıkları, kinleri ve düşmanlıkları hatırlattı. İslâm'ın söndürdüğü bu ateşi yeniden alevlendirmeye çalıştı. Evslilere hitap ederek şunları söyledi: "Ey Evsoğulları! Allah'a yemin ederim ki, eğer bir kere Sa'd'ı başınıza emir olarak tayin ederseniz, kıyamete kadar Hazreçliler bundan dolayı sizden üstün olacaklardır. Bu hususta ebediyen size bir pay vermezler." Bu bölünmeyi sağlayan Beşir B. Sa'd'ın sözlerini fırsat bildi Ebubekir. Ardından Ömer ve Ebu Ubeyde'nin elinden tutarak şöyle seslendi: "Ey insanlar! Bu Ömer, bu da Ebu Ubeyde. Bunlardan istediğinize biat edin." Habbab b. Münzir, önceden hazırlanmış bu üçlü plânı fark ettikten sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Elinize sahip çıkın ve bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Yoksa sizin bu işteki payınızı alıp götürürler." Bu sözler karşısında Ömer b. Hattab öfkelendi ve büyük bir kızgınlıkla şunları söyledi: "Muhammed'in iktidarı ve emirliği hususunda bizimle çekişecek olan kimmiş? Biz onun yakınları ve aşiretiyiz. Allah'a yemin ederim ki, sapıklığa dalmış, günahla hemhal olmuş ya da helâkete düşmek üzere olan birinden başkası böyle bir cüreti gösteremez." Habbab b. Münzir, Ömer'in bu meydan okuyuşunu ve sert üslûbunu duyunca ensara döndü ve şöyle dedi: "Eğer bunlar istediğinizi kabul etmezlerse, onları bu memleketten çıkarın. Çünkü Allah'a yemin ederim ki, siz bu işte onlardan daha çok hak sahibisiniz. Bu dini kabul edenler, sizin kılıçlarınız sayesinde kabul ettiler…" Bunları söyledikten sonra kılıcını çekti ve şöyle dedi: "Ben onun kaşınma kütüğüyüm ve sığınağıyım. Allah'a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu köksüz bir dala çeviririz…" Bu sözler karşısında Ömer büyük bir öfkeye kapıldı. İki taraf arasında büyük bir kavganın çıkması an meselesiydi. Ebu Ubeyde b. Cerrah bir fitne çıkmaması izin araya girdi. Gayet yumuşak ve sakin bir sesle şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! İlk yardım eden ve koruyan sizsiniz, değiştiren ve dönüştürenlerin ilki olmayın." Rica eder bir üslûpla, nazik bir dille konuşmaya başladı. Çok geçmeden öfkeleri dindi. Ensar da kendi aralarında bölünmüşlerdi. Ömer, bu diyalogdan sonra Ebubekir'e yöneldi ve dedi ki: "Uzat elini ey Ebubekir! Allah'ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni uzak tutamaz." Onun ardından Ebu Ubeyde b. Cerrah ayağa kalktı ve ona dedi ki: "Sen muhacirlerin en faziletlisisin, mağaradaki iki kişinin ikincisisin. Resulullah olmadığı zaman onun yerine namaz kılan kimsesin." Bunun üzerine Ebubekir ellerini uzattı, onlar da biat ettiler. Onların ardından Beşir b. Sa'd ve Hazreç kabilesinden bazı kimseler kalkıp ona biat ettiler. Useyd b. Hudayr da Evs kabilesinden bazı kimselerle birlikte biat etti. Ebubekir'i kutlayarak Benî Sâide Sakifesi'nden çıktılar. Önlerine çıkan herkesten biat aldılar. Buna karşı çıkanları da Ömer kırbacıyla dövüyordu. Ebubekir'in yanındaki kalabalık gittikçe artıyordu, bu da başkalarının da biat etmeleri için bir tür baskı aracı olarak kullanılıyordu. Böylece Ebubekir'e, birçokları için sürpriz olacak bir şekilde biat alınmış oldu. Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman, Ali'yi iktidardan uzak tutma plânının o anda spontane gelişmiş bir eylem olmadığını anlıyoruz. Birçok olay da bunun tanığıdır. Buna karşılık, Sa'd b. Ubade liderliğinde ensarın düzenlediği toplantı ise, tamamen kendiliğinden gelişmiş bir olaydı. Önceden bunun için bir hazırlık yapılmamıştı. Görüş ayrılıklarına düşmeleri ve birbirlerine karşıt fikirler savunmaları da bunun göstergesidir. Yine anlıyoruz ki, Ebubekir, Ömer b. Hattab ve İbn Cerrah Kureyş partisinin liderleriydiler. Bu partinin amacı, iktidarı ele geçirmek ve Ali'yi iktidardan uzak tutmaktı. Ensara karşı kullandıkları argümanlar ise ikiyi geçmiyordu: Birincisi: Muhacirler ilkönce Müslüman olan kimselerdir. İkincisi: Onlar insanlar içinde Resulullah'a en yakın olan kimselerdirler, onun birinci dereceden akrabalarıdırlar. Aslında Kureyş partisinin bu liderleri ortaya attıkları bu kanıtla, bizzat kendileriyle çelişmiş oluyorlardı. Çünkü hilâfet, iddia ettikleri gibi, ilkönce Müslüman olmakla ve Peygamber'e akraba olmakla elde edilen bir makam idiyse, bu sadece Ali'nin hakkı olabilirdi. Çünkü insanlar içinde ilkönce Müslüman olan, ilkönce iman getiren ve Muhammed b. Abdullah'ın risaletini ilkönce tasdik eden oydu. Bu hususta bütün Müslümanlar görüş birliği içindedirler. Ayrıca Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Medine'de muhacirler ve ensar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik uygulaması uyarınca da Peygamber'in kardeşidir. Soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğludur. Peygamber'in (s.a.a) kalben onu herkesten çok sevdiği, herkesten çok kendisine yakın hissettiği biri olduğu hususunda da kimsenin kuşkusu yoktur. Ebubekir, ensara karşı Peygamber'e yakınlığı, ilkönce Müslüman oluşu argüman olarak kullanırken, bu arada hilâfete Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı önerirken, onların ensardan önce Müslüman olduklarını, Peygamber'e akrabalık bakımından daha yakın olduklarını gerekçe gösterirken kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Çünkü bunları söylediği sırada, daha üç ay önce Gadir-i Hum'da binlerce kişinin biat ettiği Ali b. Ebu Talib'i görmezlikten geliyordu. Ali ise, bütün Müslümanlardan daha önce Müslüman olmuştu. Soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluydu, onun din kardeşiydi. Bütün tarihçiler ve muhaddisler bu hususta görüş birliği içindedirler. Onun yiğit çıkışları ve fedakârlığı ve cihadıyla İslâm'ın mesajı istikrar buldu, şirke karşı üstünlük sağladı, putperestliği ve Kureyş'i yenilgiye uğrattı. Ama Kureyş, şu anda, Ali'nin (a.s) şahsında ve çizgisinde Muhammed'e (s.a.a) yeniden savaş başlatmış görünüyordu. Bunun bir kanıtı da, Ebubekir, hilâfet için Ömer b. Hattab'ı veya Ebu Ubeyde'yi önerirken, Ömer'in duraksamadan verdiği şu cevaptır: "Sen yaşıyorken bu mu olacak? Resulullah'ın (s.a.a) seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz!" Ömer'in bu cevabı, önceden Ebubekir'in halifeliği esasına dayalı olarak hazırlanan bir plânın varlığını ortaya koymaktadır. Bu arada Ömer b. Hattab kamuoyunu yanıltmak ve zihinlerini karıştırmak için de Resulullah'ın onu bu makama oturttuğunu söylüyor. "Resulullah'ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz." diyerek kafaları karıştırıyor. Oysa Resulullah'ın (s.a.a) hayatını inceleyen önde gelen tarihçilerin hiçbiri, Peygamber'in hadislerini ezberleyen ve onu sonraki kuşaklara ileten hadisçilerden ve güvenilir ravilerden hiç kimse, Peygamber'in (s.a.a) uzaktan da olsa, Ömer ve adamlarının ele geçirmek için uğraş verdikleri bu makamla ilgili olarak Ebubekir lehine bir işarette bulunduğunu söylememiştir. Bilâkis, Peygamberimizin (s.a.a) onunla ilgili tavrı, bu söylenenlerin tam tersi istikametteydi. Resulullah (s.a.a) Ebubekir'e herhangi bir vaatte bulunmamıştı, onu başkalarından ayrıcalıklı kılacak hiçbir makama getirmemişti. Onu bir müfrezenin başında devriye görevine gönderdiği zaman -Selasil gazvesinde olduğu gibi- veya ona ordu sancağını teslim ettiği zaman -Hayber Savaşı'nda olduğu gibi- başarısız ve hezimete uğramış olarak geri dönerdi. Peygamberimiz (s.a.a) hayatının sonlarında, ecelinin yaklaştığını anladığı zaman da onu ve Ömer'i herhangi bir Müslüman asker olarak, yaşı yirmiyi henüz bulmamış genç Usame'nin ordusu ile beraber Medine'nin dışına göndermek istemişti. Ebu Ubeyde'nin ensar ile konuşurken işaret ettiği, Ebubekir'in, Peygamberimizin (s.a.a) hastalığının son demlerinde insanlara namaz kıldırması olayına gelince, Peygamberimizden (s.a.a) başkasının da zaman zaman insanlara namaz kıldırması, bu gün de, o gün de yaygın bir uygulamaydı; büyük küçük, fazilet sahibi olan, olmayan herkesin kıldırması mümkündü. Ebubekir'in de insanlara namaz kıldırdığı doğru olsa bile, o, sırf bundan dolayı diğer insanlara karşı bir üstünlük kazanamaz. Namaz kıldırmak sırf peygamberlere, velilere ve ermişlere özgü bir özellik değildir. Nitekim Ebubekir'i namaz kıldırmaya çağıran da kızı Aişe idi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.a) hasta yatağındaydı ve yatağından çıkacak durumda değildi. Peygamberimiz (s.a.a) durumu anlayınca Ali'nin ve Abbas'ın desteğiyle ayağa kalktı ve Ebubekir'i mihrabından uzaklaştırdı. Hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, acılar içinde insanlara namaz kıldırdı. Aklın ve mantığın kabul etmediği nokta, bu olayı, Ebubekir'in halifeliği hak etmesini sağlayan bir üstünlük alâmeti olarak değerlendirmeleridir. Öte yandan yine muhaddisler, hicret gecesi, Uhud günü, Hendek Savaşı, Hudeybiye Barışı, Hayber Savaşı, Huneyn Cengi, Tebuk Seferi ve Gadir-i Hum günü Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye karşı nasıl bir tavır içinde olduğunu da kabul ediyorlar. Onu gerek Mekke'de, gerekse Medine'de kendisinin kardeşi olarak ilân ettiğini de itiraf ediyorlar. Ama bu Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddisleri, bütün bunları, Peygamberimizin (s.a.a) Ali'yi (a.s) kendisinden sonraki halife olarak seçip tayin ettiğinin işareti olarak algılamıyorlar. Hatta bunları, Peygamberimizin (s.a.a) onu seçtiğinin dolaylı birer iması mesabesinde dahi görmüyorlar. Buna karşılık Ebubekir'in Müslümanlara iki rekat namaz kıldırmasını, Peygamberimizin (s.a.a) onu kendisinden sonra ümmetin liderliğine hazırladığının ve bu liderliğin tüm salahiyet ve yetkilerini ona verdiğinin açık bir kanıtı olarak değerlendiriyorlar. Ensarın Sakife'de toplanmasının, Kureyş'in iktidarı ele geçirmek üzere ortaya koyduğu plâna karşı bir hareket niteliğinde olduğunun kanıtlarından biri Zübeyr b. Bekkar'dan rivayet edilen şu sözlerdir: "Grup Ebubekir'e biat edince, onu Mescid'e doğru getirdiler. Etrafında tezahürat yapıyorlardı. Günün sonuna doğru, ensardan bir grup ve muhacirlerden bir grup bir yerde toplandılar. Birbirlerinin ardından konuya dair söz aldılar. Abdurrahman b. Avf şunları söyledi: Ey ensar topluluğu! Gerçi siz erdemli, yardım eden ve önceliği bulunan kimselersiniz; ama aranızda Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebu Ubeyde gibi birisi yoktur." "Bunun üzerine Zeyd b. Erkam şunları söyledi: Ey Abdurrahman! Biz, senin adını zikrettiğin kimselerin faziletini inkâr etmiyoruz. Ama bizden de ensarın efendisi Sa'd b. Ubade vardır. Allah, Resul'üne (s.a.a) O'nun selâmını iletmesini, kendisinden Kur'ân öğrenilmesini emrettiği Ubey b. Kâ'b, kıyamet günü âlimlerin başında gelecek olan Muaz b. Cebel, Resulullah'ın (s.a.a), onun şahitliğini iki adamın şahitliğine denk saydığı Huzeyme b. Sabit gibi isimler vardır. Yine biliyoruz ki, Kureyş'te, ismini zikrettiğin kimseler arasında öyle birisi vardır ki, şayet halifeliğe talip olsa hiç kimse buna itiraz etmeyecektir. O da Ali b. Ebu Talip'tir." Tarih-i Taberî'de belirtildiğine göre, Ebubekir, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab'tan birinin halife seçilmesini önerdiği zaman, bu ikisi Ebubekir lehine halifelik adaylığından çekildiler. Buna ensarın tepkisi şöyle oldu: "Biz Ali b. Ebu Talib'ten başkasına biat etmeyiz." Bu iki rivayet açıkça ortaya koyuyor ki, şayet muhacirlerin halife adayı Ali b. Ebu Talib olsaydı, ensar buna itiraz etmeyecekti. Bu da gösteriyor ki, ensarın Sakife'de Ebubekir'e karşı sergilediği tavır, Kureyş'in, iktidarı ele geçirmek ve halifeliğin meşru sahibini bu hakkından uzak tutmak için kurduğu plânı reddetme anlamına geliyordu. Üstad Tevfik Ebu İlm "Ehlu'l-Beyt" adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapıyor: "Sa'd b. Ubade'nin; muhacirlerin, halifeliği asıl sahibine vermemeyi plânladıklarını anladıktan sonra onu kendisi için istemeye başlamış olması uzak bir ihtimal değildir." Her neyse. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin (s.a.a) Ali'ye (a.s) karşı tavırları, çeşitli münasebetlerle, onunla ilgili olarak yaptığı açıklamaları, Müslümanların kahir ekseriyetinin nazarında, Ali'yi (a.s) halifeliğe tayin edilmiş biri konumunda göstermektedir. Hatta bizzat Ali (a.s) bile bu görevin kendisinden başkasına verilebileceğine ihtimal vermiyordu. İbn Ebi'l-Hadid'in Nehcu'l-Belâğa Şerhi'nde deniliyor ki: "Ali (a.s), halifeliğin kendisinin hakkı olduğundan kuşku duymuyordu ve herhangi bir insanın bu hususta kendisiyle mücadele edeceğini aklına dahi getirmiyordu." Adı geçen yazar devamla şunları söylüyor: "Nitekim Abbas ona şöyle demişti: 'Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar, 'Peygamber'in (s.a.a) amcası, Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluna biat etti.' diyecekler. Böylece iki kişi dahi senin halifeliğine itiraz etmez.' Ali (a.s) Abbas'a şu cevabı vermişti: 'Ey Amca! Benden başkası, halifeliği ister mi?!' Abbas şu cevabı vermişti: 'Göreceksin.' Ali (a.s), 'Ben, bu işin kapalı kapılar ardında bana tevdi edilmesini istemem.' diye cevap vermişti." Doğal olarak o ve beraberindekiler, Ebubekir'in bir damadın gerdeğe gönderilişi gibi insanlar tarafından alayişle mescide doğru götürüldüğünü duydukları zaman, gördükleri bu manzara karşısında, bu büyük olay nedeniyle dehşete kapıldılar. Peygamber'in (s.a.a) naşı hâlâ ailesinin ve eşlerinin arasında olduğu yerde yatıyordu. Peygamber'in (s.a.a) kefenlenip cenaze merasiminin tamamlanıp kabre konulmasını bekliyorlardı. Ali (a.s), Ebubekir'in, kendisine muhalefet eden ensara karşı, Peygamber'in (s.a.a) akrabası oluşunu ve ilkönce Müslüman olmasını kanıt ve gerekçe olarak ileri sürdüğünü duyduğunda, onun da Ebubekir ve taraftarlarına aynı kanıtla karşı çıkması kaçınılmazdı. Kuşkusuz Ali (a.s), onların ensara karşı ileri sürdükleri bu kanıtın doğruluğunu ve önemini de kabul etmiyordu. Ayrıca o, tartışma kabul etmez onlarca kanıt da ortaya koyabilirdi. Ama bunun için mantık kurallarına uyan, savundukları görüşlerin kesin kanıtlara dayanmasının gerekliliğine inanan kimselerin bulunması gerekirdi. Buna rağmen Ali (a.s), onların ensara karşı kullandıkları ve ensarı bu sayede saf dışı bıraktıkları kanıtın aynısını onlara karşı kullandı. Resulullah'ın (s.a.a) kendisi hakkındaki övücü sözleri, görkemli geçmişi, cihadı ve Peygamber'in (s.a.a) kardeşi oluşunu ileri sürdü. O, hakkını sonuna kadar savundu. Hemen yanı başında da dünya kadınlarının efendisi eşi vardı. Kendisine bahşedilmiş hakları ve kocasının halifelik hakkını savunuyordu. Birçok ravi, Ebu Süfyan'ın hararetli bir Ali (a.s) taraftarı olduğu görüşündedir. Etrafına tehditler savuruyor, birtakım vaatlerde bulunuyor ve şöyle diyordu: "Allah'a yemin ederim ki, onlara karşı bu vadiyi suvariler ve piyadelerle doldururum." Ali (a.s), Ebu Süfyan'ın bu davranışının, Müslümanları birbirine düşürme amacına yönelik olduğunu bilmiyor değildi. O, fitne ateşini yakmak istiyordu ki, kendisi gibi şirki ve nifakı içlerinde gizleyen kimselere gün doğsun. Bir kargaşa ortamında, amaçlarına ulaşabilsinler. İslâm'a karşı besledikleri düşmanca niyetlerini rahatlıkla tatbik edebilsinler. Ebu Süfyan ki, bu dine ve bu dinin hamilerine karşı yirmi yıl savaşmıştı. Kaldı ki onun ve insan ciğerini yiyen karısı Hind'in Mekke'nin fethedildiği gün Müslüman oluşları da, Müslümanların o güne kadar tanık oldukları en zor bir teslimiyetin, Müslüman oluşun örneğiydi. Çünkü bu, elinden bütün imkânları ve gereçleri alınmış bir mağlubun Müslüman oluşuydu. O da sonunda diğer Müslümanlarla birlikte İslâm'a girmek zorunda kalmıştı. Ama içinde, fırsatını buldukça kendini dışa vuran onulmaz acılar ve kinler saklayarak. Taberî'nin, ayrıca İbn Esir'in el-Kâmil adlı eserde rivayet ettiklerine göre, Emirü'l-Müminin (a.s), Ebu Süfyan b. Harb'ı itti ve ona şu karşılığı verdi: "Allah'a yemin ederim ki, senin tek amacın fitne çıkarmaktır. Sen, Allah'a yemin ederim ki, İslâm için yeterince kötülük temenni ettin. Senin yardımına ihtiyacımız yoktur." Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." Bize göre, bu ayette hitap Hz. Peygamber'e (s.a.a) yöneliktir. Burada yüce Allah, Peygamberi'ne, akrabalara haklarını vermesini emrediyor. Peki kimlerdir bu akrabalar? Nedir bunların hakları? Müfessirler, bu ayette sözü edilen akrabalardan maksadın, Hz. Peygamber'in (s.a.a) akrabaları olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bunlar da, (üzerlerine selâm olsun) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir. Dolayısıyla, ayetteki hitabın anlamı şudur: Akrabalarına haklarını ver. Suyuti'nin ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde Ebu Said el-Hudri'nin şöyle dediği belirtiliyor: "Akrabaya hakkını ver… ayeti nazil olunca, Hz. Resulullah (s.a.a) Fatıma'yı çağırdı ve ona Fedek'i verdi." İbn Hacer el-Askalanî es-Savaiku'l-Muhrika adlı eserinde şöyle der: "Ömer dedi ki: Size bu meseleyi anlatacağım. Bu ganimet hususunda Allah, bazı şeyleri sadece Peygamberi'ne (s.a.a) özgü kılmıştır ve bundan, onun dışında hiç kimseye herhangi bir pay vermemiştir. Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın, onlardan Peygamber'ine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, Peygamber'ini dilediği kimselere karşı üstün kılar…' Dolayısıyla şu Fedek arazisi de sadece Peygamber'e (s.a.a) özgüdür." Tarihî rivayetlerden Fedek'in Fatıma'nın elinde olduğu anlaşılıyor. Bu araziler üzerinde tasarruf hakkı ona aitti. Yine İmam Ali'nin (a.s) Basra'ya vali olarak tayin ettiği Osman b. Hüneyf'e gönderdiği mektuptan da anlaşılacağı üzere o dönemde Fedek Âl-i Resul'ün elindeydi. "Evet, Fedek bizim elimizdeydi. Göğün gölgelediği şeylerin içinde sadece bu kadarı bize aitti. Ama bazıları onun bizde olmasını kıskandılar, bazıları da öfkelendiler. Fakat Allah ne güzel hakemdir!…" Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Ebubekir halifelik makamına oturur oturmaz Fedek'i Fatıma'dan (a.s) aldı. Bunun anlamı şudur: Fedek, Resulullah (s.a.a) zamanından beri Fatıma'nın elinde ve onun tasarrufu altındaydı ve Ebubekir onu Fatıma'dan aldı. Allâme Meclisî'nin rivayetinde şöyle deniyor: "Resulullah (s.a.a) Fedek bölgesini ele geçirdikten sonra Medine'ye girince, Fatıma'nın (a.s) yanına gitti ve şöyle dedi: 'Ey Kızım! Allah babana Fedek'i ganimet olarak verdi, bu araziyi ona özgü kıldı. Başka hiçbir Müslüman için değil, sadece ona bu arazi üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisini verdi. Dolayısıyla bu arazi ile ilgili olarak dilediğimi yapabilirim. Annen Hatice'nin babanın üzerinde mehir borcu vardı. Bu mehir karşılığında Fedek'i sana veriyorum. Sana ve senden sonra da senin çocuklarına bağışlıyorum bu araziyi.' Peygamberimiz (s.a.a) bu sözleri söyledikten sonra bir deri parçasının getirilmesini, ardından da Ali b. Ebu Talib'in çağırılmasını istedi. Ali'ye dedi ki: 'Yaz. Fedek Resulullah'ın Fatıma'ya bağışıdır.' Buna Ali b. Ebu Talib, Resulullah'ın azatlısı ve Ümmü Eymen şahittir." Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir iktidara geçtikten on gün sonra, bütün iktidarın dizginlerini iyice eline geçirdi. Sonra Fedek'e birini göndererek Resulullah'ın kızı Fatıma'nın vekilini oradan çıkardı. Rivayet edilir ki, Fatıma Ebubekir'e şu haberi gönderir: "Sen mi Resulullah'ın (s.a.a) vârisisin, yoksa ailesi mi?" Ebubekir, "Elbette ailesi." diye cevap verir. Fatıma şöyle der: "Öyleyse Resulullah'ın (s.a.a) payına ne oldu?" Ebubekir şu karşılığı verir: "Ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Allah, Peygamber'ine bir tadımlık tattırmıştır…' Sonra Allah Peygamber'in ruhunu kabzetti. Onun mirasını da ondan sonra onun yerine geçen kimseye vermiş oldu. Ondan sonra göreve ben geldim. Ben de Fedek'i Müslümanlara geri veriyorum." Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Fatıma Ebubekir'e haber göndererek Resulullah'ın (s.a.a) mirasından payına düşenleri istedi. Fatıma o sırada Medine'de, Fedek'te ve Hayber humusundan Resulullah'ın payına düşen kısımları istiyordu. Ebubekir şu karşılığı verdi: Resulullah (s.a.a): 'Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geride kalan mal sadakadır… Âl-i Muhammed bu maldan sadece yiyebilir.' buyurmuştur. Allah'a yemin ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) sadakalarının durumunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Resulullah (s.a.a) zamanında nasıl idiyse, bundan sonra da öyle olacaktır. Bunlar üzerinde Resulullah'ın yaptığı tasarrufun aynısını yapacağım. Böylece Ebubekir Peygamber'in (s.a.a) mirasından Fatıma'ya bir pay vermeyi kabul etmedi." İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ali, Fatıma'ya (a.s) dedi ki: 'Git ve baban Resulullah'tan (s.a.a) sona kalan mirasını iste.' Bunun üzerine Fatıma, Ebubekir'in yanına geldi ve şöyle dedi: 'Niçin, babam Resulullah'ın (s.a.a) mirasını bana vermiyorsun? Neden benim vekilimi Fedek arazisinden çıkardın? Orayı Resulullah'ın (s.a.a), Allah'ın emriyle bana verdiğini bilmiyor musun?' Ebubekir şöyle dedi: 'Allah dilerse, hiç şüphesiz sen haktan başka bir şey söylemezsin. Ama bunun için şahitler getirmen gerekiyor.' Bunun üzerine Ümmü Eymen geldi ve Ebubekir'e şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Resulullah'ın söylediği bir sözü senin karşına kanıt olarak sunmadıkça şahitlik etmeyeceğim. Allah adına seni yemine veriyorum, Resulullah (s.a.a),'Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.' dediğini bilmiyor musun?' Ebubekir, 'Evet, biliyorum.' dedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen şöyle dedi: 'Ben şahitlik ediyorum ki yüce Allah, Akrabalara hakkını ver… ayetiyle Resul'üne tavsiyede bulundu, o da Allah'ın bu emri doğrultusunda Fatıma'ya Fedek'i verdi.' Sonra Ali (a.s) geldi, o da aynı şekilde şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Ebubekir, Fedek'in Fatıma'ya ait olduğunu belirten bir yazı yazarak ona verdi. Bu sırada Ömer içeri girdi ve 'Bu yazı nedir?' diye sordu. Ebubekir, 'Fatıma, Fedek'in kendisine ait olduğunu iddia etti, Ümmü Eymen ve Ali de onun lehine tanıklıkta bulundular. Ben de ona bu yazıyı verdim.' dedi. Ömer yazıyı Fatıma'dan aldı, içine tükürerek parçaladı. Fatıma ağlayarak dışarı çıktı." Rivayet edilir ki: "İmam Ali (a.s) mescitte bulunan Ebubekir'in yanına geldi ve dedi ki: 'Ey Ebubekir! Niçin Fatıma'ya Resulullah'tan (s.a.a) kalan mirasını vermiyorsun? Fatıma, Resulullah (s.a.a) yaşarken bu araziye sahip olmuştu.'Ebubekir ona şu karşılığı verdi: 'Burası Müslümanlara kalan bir ganimettir. Resulullah'ın (s.a.a) burayı kendisine verdiğine dair şahit getirmesi gerekir. Aksi takdirde buranın üzerinde bir hak iddia edemez.' Bunun üzerine Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Sen, bizim hakkımızda, Müslümanlar için verdiğin hükümden farklı bir hüküm mü veriyorsun?' 'Hayır.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'Müslümanların elinde sahip oldukları bir şey varsa, ben gelip bu şey üzerinde hak iddia etsem, kimden belge istersin?' 'Senden isterim.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şu karşılığı verdi: 'Öyleyse, şu anda elinde bulunan, üstelik Resulullah'ın (s.a.a) zamanından, onun ölümünden sonraya kadar sahip olduğu bir arazi ile ilgili olarak ne diye Fatıma'dan belge istiyorsun? Niçin Fatıma'nın elinde bulunan bu arazi üzerinde hak iddia eden Müslümanlardan, tıpkı benden istediğin gibi, belge ve şahit istemiyorsun?...' Ebubekir bir şey söylemeden öylece susup kaldı." "Bunu gören Ömer şöyle dedi: 'Ey Ali! Bizimle konuşmaya son ver. Çünkü senin sunacağın kanıtlara karşı koyabilecek güçte değiliz. Ya adil şahitler getirirsin, ya da orası Müslümanlara kalmış ganimettir; Fatıma'nın da, senin de orada herhangi bir hakkınız yoktur.' İmam Ali (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Allah'ın kitabını okuyor musun?' 'Evet.' dedi. 'Peki bana, 'Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister.'ayetinin kimin hakkında indiğini söyler misin? Bizim hakkımızda mı, yoksa başkalarının hakkında mı inmiştir?' dedi. 'Tabi ki, sizin hakkınızda inmiştir.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: 'Peki, bazı kimseler, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'nın hayâsızca bir davranışta bulunduğuna dair şahitlik etseler, Fatıma'ya ne yaparsın?' 'Diğer kadınlara uyguladığım gibi, ona da had cezasını uygularım.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'O zaman, Allah katında kâfirlerden olursun.' 'Niçin?' dedi. 'Çünkü, Allah'ın, onun tertemiz olduğuna ilişkin tanıklığını reddetmiş, şahitlerin onun aleyhindeki şahitliklerini dikkate almış oluyorsun. Tıpkı Allah'ın hükmünü ve Peygamber'in (s.a.a) Fedek'i Fatıma'ya ait kılan hükmünü reddedip, onun Müslümanlara kalmış bir ganimet olduğunu iddia ettiğin gibi. Oysa Resulullah (s.a.a), 'Belge getirmek, iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir.' buyurmuştur.' buyurdu. Bunun üzerine ortalık dalgalanmaya başladı ve bazıları bazılarının görüşünü reddeder biçimde bir kaynaşma meydana geldi. Sonunda dediler ki: Allah'a andolsun, Ali doğru söylüyor." İktidar grubu Fatıma'ya Fedek'i vermemeyi kararlaştırdıklarında ve Fatıma (a.s) da bundan haberdar olduğunda, mescide giderek zulme uğradığını ilân etmeyi, insanlara bu hususta önemli bir konuşma yapmayı kararlaştırdı. Fatıma'nın aldığı bu karara dair haber bir anda bütün Medine'ye yayıldı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ciğerparesi, gülü, babasının mescidinde insanlara konuşmak istiyordu. Haber Medine'nin her tarafında yankılandı. İnsanlar bu önemli konuşmayı dinlemek için mescidi hıncahınç doldurdular. Abdullah b. Hasan, atalarından (hepsine selâm olsun), bu konuşmanın bir kısmını bize rivayet etmiştir. Diyor ki: Ebubekir ve Ömer, Fedek'i Fatıma'ya (a.s) vermeme hususunda karar alınca, Fatıma'nın bundan haberi oldu. Derhal başörtüsünü başına bağladı, cilbabını (çarşafını) giyindi, hizmetçilerinden ve akrabalarının kadınlarından oluşan bir grupla birlikte harekete geçti. Yürürken, etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti. Resulullah'ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı yürüyüşü. Nihayet Ebubekir'in yanına geldi. Ebubekir muhacir ve ensardan ve başkalarından oluşan bir grupla oturuyordu. Fatıma (a.s) ile diğer insanlar arasına bir perde asıldıktan sonra, (Resulullah'ın mezarı başında) oturdu ve öyle derin bir ah çekti ki, oradakiler de heyecanlanıp ağlamaya başladılar. Ağlama seslerinden mescit âdeta kaynıyordu. Bir süre bekledi. Dinleyicilerin sesleri dindikten sonra, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Allah'a hamd ve sena edip Resul'üne (s.a.a) salât ederek sözlerine başladı. İnsanlar tekrar ağlamaya başladılar. İnsanlar susunca yeniden konuşmaya başladı ve şöyle dedi: "Hamdolsun Allah'a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O'na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O'na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının bölünemez sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamdetmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır." "Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah'tan başka ilah yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O'nu görmesi yasaktır ve dillerin O'nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır." "Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlukatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti). Sonra ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı, kullarını intikamından uzaklaştırmak için, onları toplayıp cennetine sevk etmek için." "Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O'nun elçisidir. Onu elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti; henüz mahlukatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken... Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O'nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O'nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak için gönderdi, hükmünü yürürlüğe koymaya karar verdiği için, takdir ettiği rahmetini etkin kılmayı dilediği için. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah'ı inkâr ettiklerini gördü." "Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlukatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı." "Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur / bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah'ın civarına yerleşmiştir. Allah'ın peygamberi, vahyinin emini, mahlukatın içinde en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed'e salât olsun. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun." Sonra orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi: "Siz, ey Allah'ın kulları! O'nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah'ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah'ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O'ndan gelen hakkın lideri (Kur'ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah'ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah'ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur'ân'ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah'ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah'ın aydınlık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır." "Allah sizin için imanı, şirkten arınmanın; namazı büyük günahlardan temizlenmenin; zekâtı, nefsi temizlemenin ve rızkı genişletmenin; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmanın; haccı, dini ayakta tutmanın; adaleti, kalpleri uzlaştırmanın aracı kıldı. Bize (Ehl-i Beyt'e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm'ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı. Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı, eksik tartıp ölçmenin neden olduğu kötülükleri ortadan kaldırmak için farz kıldı. İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı. Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır." "O hâlde Allah'tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün.""Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah'a itaat edin. Çünkü ancak alim kulları Allah'tan korkar." Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: "Biliniz ki, ben Fatıma'yım ve babam da Muhammed'dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum. 'Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.' Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali'nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir. O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rabbinin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar. Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şakşakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız. Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i Kitab'ın azgınlarına tutsak düştükten sonra Allah sizi Muhammed'le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali'yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürmedikçe onlardan vazgeçmezdi. O, Allah'ın zatı için var gücünü harcar, Allah'ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah'a (s.a.a) yakını, Allah'ın velilerinin önderidir. Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında kınayanların kınamasından korkmazdı. Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız." "Allah, Peygamber'inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular. Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber'in na'şını kabre koymamıştık. 'Fitne çıkmasından korkuyoruz.' diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız. Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır." "Heyhat! Ne oldu size? Allah'ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Halbuki Allah'ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır." "Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber'in (s.a.a) sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama, sütü de içip bitirdiniz.Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!" "Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Allah'ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah'ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız? Çünkü Allah'ın kitabında, 'Ve Süleyman Davud'a mirasçı oldu.' deniliyor. Zekeriyya Peygamber'in (a.s) oğlu Yahya'dan söz edilirken de şöyle deniyor: 'Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub'un soyuna mirasçı olsun.' Ve yine şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.' Yine buyurmuştur ki: 'Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.' Yine buyurmuştur ki: Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır." "Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti? Yoksa, her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur'ân'ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali'den) daha mı iyi bileceksiniz?" "Fedek'i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır. Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da." Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi: "Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm'ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: 'Kişinin saygınlığı çocuklarında devam eder.' Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz. Yoksa 'Muhammed öldü' mü diyorsunuz? Evet onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı. Bu, Allah'a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah'ın kitabı bunu duyurmuştu. Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi: Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir." Ah Kıyleoğulları, ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz? İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki, biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu. Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?" "Verdikleri sözü bozan, Peygamber'i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilkönce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır” "Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz. Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır." Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim. Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin deşarj olması, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler. Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah'ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah'ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. (Bilin ki,) yaptıklarınız Allah'ın gözünün önündedir. 'Zalimler yakında hangi inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz." Bu konuşmadan sonra Ebubekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki: "Ey Resulullah'ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz. O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah'ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz." "Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.' Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günahkârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır. Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın). Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?" Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Suphanallah! Babam Allah'ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilâkis Kur'ân'ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi. Yoksa siz, ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah'ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: 'Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak… Yine diyor ki: 'Süleyman Davud'a mirasçı oldu. Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah'tan yardım ister. " Ebubekir dedi ki: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah'ın (s.a.a) kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler." Bu, Ebubekir'in, Müslümanların duygularını bastırma ve Fatıma'ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti. Bunun ardından Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi: "Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur'ân'ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?! Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah'a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün... O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi: "Senden sonra ne haberler var, ne musibetler! Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi Kavmin bozuldu, sen gittin gideli Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar. Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle Sen gittin hayır gizlendi perdelerle Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle! Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar." Hz. Zehra (a.s) hakkı en açık bir şekilde ortaya koyduğu konuşmasına son verdi. Halifeden açıklama istedi ve onun plânlarını apaçık kanıtlarla ve sağlam ve parlak belgelerle çürütüp utanç verici bir duruma soktu. İslâm'ın istediği gerçek halifenin erdemlerini, olması gereken kemalatını açıkladı. Bunun üzerine ortam gerginleşti. Genel kanaat Fatıma'nın (a.s) lehine değişti. Ebubekir ise köşeye sıkışmıştı, kendini çıkmaz bir sokakta görüyordu. İbn Ebi'l-Hadid der ki: Bir gün Bağdat'taki Batı Medresesi'nin müderrisi olan İbnu'l-Farukî'ye sordum: "Fatıma doğru mu söylüyordu?" "Evet." dedi. "Peki, doğru söylediği hâlde, Ebubekir niçin ona Fedek arazisini vermedi?" dedim. Güldü, sonra çok hoş bir cevap verdi: "Eğer o gün Fedek'i sırf Fatıma'nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik makamını isteyecekti ve Ebubekir'i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp karşı durmak mümkün olmazdı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti. Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı." Meclis bir anda karıştı, gürültüden kimse kimseyi duymuyordu. İnsanlar ağlar hâlde dağılmaya başladılar. Herkesin dilinde Hz. Zehra'nın (a.s) konuşması vardı. Neticede Ebubekir tehditler savurmaya ve göz korkutmaya başladı. Rivayet edilir ki: Ebubekir, Zehra'nın (a.s) konuşmasının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi görünce, Ömer'e şöyle dedi: "Ellerin bağlansın! Beni bıraksan olmaz mı? Belki böylece rüzgar diner ve yırtık da kapanmış olur! Böylesi bizim için daha isabetli değil mi?" Ömer şu karşılığı verdi: "Eğer ona taviz verirsen, bu otoritenin zayıflaması ve emirlerinin ciddiye alınmaması sonucunu doğurur. Ben sadece sana acıyorum." Ebubekir dedi ki: "Yazıklar olsun sana! Muhammed'in kızını ne yapacağız? Bütün insanlar onun ne istediğini ve bizim nasıl ona kalleşlik yaptığımızı biliyorlar?" Dedi ki: "Bu suyun kabarması gibi bir şeydir. Biraz sonra çekilir, eski mecrasına döner, hiç olmamış gibi olur." Bunun üzerine Ebubekir elini Ömer'in omzuna vurdu ve şöyle dedi: "Nice sıkıntıları giderdin ey Ömer!" Sonra insanları cemaat namazına çağırdı. Herkes toplandı. Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi: "Ey insanlar! Şu her dedikoduya inanmak da nedir? Bu gibi arzular Resulullah (s.a.a) döneminde var mıydı? Bir şey duyan varsa söylesin. Bir şeye tanık olan varsa konuşsun. Ama şıracının şahidi bozacı gibi bir durum var ortada. O, şahidi kuyruğu olan bir tilkiye benzemer. O ki, her fitneyi beslemekte ve şöyle demektedir: 'Yaşlandıktan sonra bir daha onu (fitneyi) gençleştirin!' Zayıflardan yardım istiyorlar. Kadınların arkasına sığınıyorlar. Tıpkı Ümmü Tıha gibi, onun için ailesinin en sevimlisi azgınlıktır (fuhuştur). Haberiniz olsun! Eğer ben istersem konuşurum. Eğer konuşursam, açık seçik söylerim. Ama, bana karışılmadığı sürece de susarım." Sonra ensara döndü ve şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Sizden bazı beyinsizlerin sözlerini duydum. Herkesten daha çok siz Resulullah (s.a.a) dönemindeki gibi davranmaya lâyıksınız. Çünkü Resulullah (s.a.a) size geldi ve siz de onu barındırdınız, ona yardım ettiniz. Haberiniz olsun! Ben, içimizde bunu hak etmeyenlere elimi ve dilimi uzatacak değilim." Ardından minberden indi. İbn Ebi'l-Hadid şöyle der: Bu konuşmayı Nakib Ebu Yahya Cafer b. Ebî Yahya b. Ebî Zeyd el-Basrî'ye okudum ve dedim ki: "Burada kimi ima ediyor?" Dedi ki: "İma etmiyor, açıkça işaret ediyor." Dedim ki: "Eğer açıkça işaret etseydi, sana sormazdım." Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: "Ali b. Ebu Talib'i ima ediyor." Dedim ki: "Peki, ensar ne söylüyordu ki, böyle bir konuşma yapma gereğini duydu?" Dedi ki: "Ali'nin sözlerini söylüyorlardı. Bu yüzden, işin aleyhlerine bozulmasından korktu ve bir daha bu sözleri tekrarlamalarını yasakladı." Hz. Zehra, topluluğa yaptığı konuşmayı tamamladıktan sonra, Resulullah'ın (s.a.a) kabrinin başında ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki göz yaşlarından kabir ıslandı. Sonra evine çekildi. Emirü'l-Müminin (a.s), onun dönmesini, çıkagelmesini bekliyordu. Zehra (a.s) eve gelince Emirü'l-Müminin'e (a.s) şunları söyledi: "Ey Ebu Talib'in oğlu! (Ana rahmindeki) cenin gibi dizlerini kucaklamışsın, töhmetliler gibi çömelip kalmışsın. Sen ki savaş meydanlarında, savaş erlerini alt ederdin, şimdi ne oldu da kanatları yolunmuş bir kuş sana ihanet etti. Şu Ebu Kuhafe'nin oğlu, babamın bağışını, oğullarımın rızkını benden zorla alıyor. Açıkça bana karşı çıktı, onu benimle konuşurken inatçı ve sert bir hasım olarak gördüm. Ensar, bana yardımını esirgedi, muhacirler ise akrabalık bağını benim hakkımda gözetmediler. Toplum, bana reva görülen muameleye göz yumdu; ne beni savundular, ne de haksızlıklara engel oldular. Öfkeli olarak çıkmıştım evden, gururu kırılmış ve zelil olarak geri döndüm. Yoksa sen, keskinliğini yitirdiğin gün, boyun mu eğdin? Kurtları avlardın, şimdi topraklara mı yatıyorsun? Konuşmaktan geri durmadın ve batıla hiçbir zaman destek olmadın. Artık benim bir seçeneğim yok. Keşke aşağılanmadan önce, zillete düşürülmeden ölseydim! Sen beni desteklesen de, desteklemesen de, yardımcım Allah'tır. Ah çekerim, her gün doğumunda. Dayanağım öldü. Güçsüz hâle düştüm. Şikâyetim babamadır. Derdimi Rabbime iletiyorum. Allah'ım! Senin gücünden ve kudretinden daha şiddetlisi, senin azabın ve tepelemenden daha keskini yoktur." Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi: "Senin ah çekmen gerekmez. Asıl ah çekmesi gereken, sana hınç duyandır. Ey seçilmişin kızı! Ve ey peygamberliğin bakiyesi! Heyecanına hâkim ol, sakin ol biraz! Ben dinimde gevşekliğe düşmediğim gibi, yapabilirliğim hususunda da yanılgıya düşmüş değilim. Eğer istediğin yiyecekse, senin rızkın garanti edilmiştir. Sana kefil olan da güvenilirdir. Senin için hazırlanan, senden alınandan daha hayırlıdır. Öyleyse sadece Allah ile yetin." Bunun üzerine Fatıma (a.s), "Allah bana yeter!" dedi ve sustu. Hz. Fatıma (a.s), yaptığı bu konuşmayla yetinmedi. Tam tersine, cihadını sürdürdü. Bu aşamadan sonra, Ebubekir'le konuşmama yolunu seçti ve herkesin önünde, "Allah'a yemin ederim ki, yaşadığım sürece seninle bir tek kelime konuşmayacağım." dedi. Fatıma (a.s) sıradan bir insan değildi. Bu yüzden, halifeyle ilişkilerini kesmesi, etkilenmeyecek, önemsenmeyecek, üzerinde durmaya değmeyen bir davranış olarak algılanamazdı. Fatıma (a.s), Peygamber'in (s.a.a) en aziz evlâdı ve sevgilisiydi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ona gösterdiği özen, ona karşı beslediği sevgi kimseye gizli değildi. O, Peygamber'in (s.a.a) hakkında, "Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitmiş olur." dediği Fatıma'ydı. Haber yavaş yavaş yayılmaya başladı: Peygamber'in (s.a.a) kızı Fatıma, Ebubekir'e kızgındır ve onunla konuşmuyor!... Bu haberi Medine'nin içinde ve dışında uzak yakın herkes duydu. Birbirlerine sormaya başladı insanlar. Gün be gün halifeye duydukları kin ve nefret artıyordu. Halife, birkaç kere ilişkileri normale döndürmek ve Hz. Zehra (a.s) ile barışmak için girişimde bulunduysa da, o, cihadını sürdürdü ve mazlum bir şehit olarak Rabbinin huzuruna çıkıncaya kadar direnişini kararlılıkla devam ettirdi. İmam Ali ve Zehra'nın (a.s) İslâm hilâfetini, sapıklık mecrasından çıkarıp yeniden normal çizgisine yerleştirmek için başlattıkları doğrultma hareketi, çeşitli görünümlere ve değişik yöntemlere göre gelişiyordu. Hz. Zehra (a.s), açık siyasal cepheye önderlik ediyordu. İmam Ali'nin (a.s) hilâfet hakkını talep etmede değişik üsluplara baş vuruyordu. Bunlardan biri de Fedek arazisini istemekti. Hatta Fedek arazisini talep ederken de değişik yöntemlere baş vurduğu oluyordu. İmam Ali (a.s), Ebubekir'e biat etmeyi reddetti ve egemen düzene karşı olduğunu ilân etti. Bununla dünyaya şunu ilân etmiş oluyordu: Resulullah'tan (s.a.a) sonra ilk İslâm'ı seçen bu adamın karşı çıktığı mevcut hilâfet rejimi, Resulullah'ın (s.a.a) gerçek hilâfetini temsil etmiyor. Nitekim Fatıma (a.s) da aynı şeyi yaptı. O da bu muhalefetiyle dünyaya şu mesajı veriyordu: Peygamberlerinin (s.a.a) kızı, onlara öfkelidir; bu rejime boyun eğmiyordur. Şu hâlde egemen düzen, meşruiyetten yoksundur. Öte yandan İmam Ali (a.s), şer'î hakkı gasp edenlere karşı pasif bir cihat başlattı. Muhacir ve ensarın seçkinlerinden bir grup da İmam'ın (a.s) yanında yer aldılar. Bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) faziletlerine işaret ettiği kimselerdi. Ki aynı zamanda olayların gerçek yüzünü de idrak edebilecek basirete sahiptiler: Abbas b. Abdulmuttalib, Ammar b. Yasir, Ebuzer el-Gıfarî, Selman-ı Farisî, Mikdad b. Esved, Huzeyme Zu'ş-Şehadeteyn, Ubade b. Samit, Huzeyfe b. Yeman, Sehl b. Hüneyf, Osman b. Hüneyf, Ebu Eyyub el-Ensarî… gibi. Estirilen terör havası ve gürültüler bunları etkisi altına alamamıştı ve bu yiğitler istikametlerini bozmamışlardı. Hilâfeti ele geçiren grubun, başta Ömer b. Hattab'ın tehditleri bunları korkutmamıştı. Ebubekir'e biat etmeye karşı çıkan sahabelerden bazıları, Ebubekir'le tartıştılar. Mescitte ve başka yerlerde aralarında sert konuşmalar oldu. İktidarın tehditlerine aldırmıyorlardı. Oysa birçok insan bu tehditlerden sonra sinmiş, duygularını bastırmış, konjonktüre uyarak bir kenarda pısmışlardı. Daha sonra bazıları, akılları başlarına gelince hatalarını anlamış, alelacele verdikleri karardan, düşünmeden Ebubekir'e biat etmekten pişman olmuşlardı. İktidar grubunun Ehl-i Beyt'e karşı açık bir düşmanlık sergilemeleri, onların akıllarını başlarına getirmişti. Medine çevresinde yaşayan, Esed, Fezare, Benî Hanife… gibi bazı mümin aşiretler vardı. Bunlar, Gadir günü (Gadir-i Hum) biatine tanık olan aşiretlerdi. O gün Resulullah (s.a.a), kendisinden sonraki müminlerin emiri olarak Ali (a.s) adına biat almıştı. Bunlar aradan çok zaman geçmeden, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefat edip yüce dostun katına çıktığını, Ebubekir'e biat edildiğini ve Ebubekir'in hilâfet makamına kurulduğunu duydular. Bu olay karşısında dehşete kapıldılar. Ebubekir'e biat etmeyi topluca reddettiler. Gayri meşru bildikleri yeni yönetime zekât vermeyi kabul etmediler. Ortalığın pustan, dumandan kurtulmasına kadar bekleme kararı aldılar. Bu aşiretler İslâm'a bağlılıklarını sürdürüyor, namaz kılıyor ve bütün İslâmî şiarları uyguluyorlardı. Fakat iktidar grubu, mevcut yönetim açısından büyük bir tehlike arz eden bu gibi tutumlara bir sınır koymanın uygun olacağını düşündü. İmam Ali'nin (a.s) ve eşinin muhalefeti sürdükçe de bu gibi tutumlar devam edecekti. İmam Ali (a.s) ve eşi Fatıma (a.s), İslâm devleti (!) için bir iç tehlike olarak görülüyordu. Bu aşamada Ebubekir ve yardımcıları, kendilerini ve yönetimlerini saran büyük tehlikeyi fark ettiler. Bu muhalif akımı durdurmayacak olurlarsa, muhalefet dalgası gittikçe büyüyecek ve iktidarlarını yerle bir edecekti. Muhalefetin başı Ali b. Ebu Talib'i (a.s) Ebubekir'e biat etmeye zorlamaktan başka çare yoktu. Bazı tarihçiler şöyle anlatıyor: Ömer b. Hattab, Ebubekir'e gelip şöyle dedi: "Sana biat etmekten kaçınan bu adamdan neden biat almıyorsun? Be adam! Ali sana biat etmedikçe hiçbir şey yapamazsın! Çağır, gelip sana biat etsin." Bunun üzerine Ebubekir, Kunfuz'u, Emirü'l-Müminin'e (a.s) gönderdi, "Resulullah'ın (s.a.a) halifesinin çağrısına uy." dedi. Ali (a.s) şu karşılığı verdi: "Ne çabuk Resulullah adına yalan söylemeye başladınız?" Kunfuz geri döndü ve Ali'nin (a.s) sözlerini Ebubekir'e iletti. Ebubekir uzun süre ağladı. Ömer bir kez daha söyledi: "Bu adamın, sana biat etmesini geciktirme. Ebubekir Kunfuz'a şöyle dedi: "Ona bir kez daha git ve 'Resulullah'ın (s.a.a) halifesi, kendisine biat etmen için seni çağırıyor.' de.&qu