top of page

HZ. ALİ (AS)

“ Ben fıtrat üzere doğdum. Herkesten önce imana koştum. İlk hicret eden benim.” HZ. ALİ (AS) Hicretten yirmi üç yıl önce Mekke’de, Mescid-i Haram’da, Kâbe’nin içinde fil ayında, recep ayının on üçünde, Cuma günü dünyaya geldi. Tarihte ilk ve son örnektir, Kâbe’de doğması. Hz. Hatice ve Hz. Muhammed evlendiği günden beri amcasının evinde kalıyordu. Bu yüzden Hz. Ali, doğumundan hayatının sonuna kadar peygamberin eğitimi ve gözetimi altında idi. Hz. Ali altı yaşında iken, onu da yanına alarak ayrı bir eve taşınan Hz. Muhammed ile yeni bir sürece girerler. Hz. Ali onların ilk çocukları gibidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali her yerde beraber idiler. İleri ki dönemde beraber ticaret işi ile de uğraşırlar. Resul (s.a.a)’e ilk vahiy geldiğinde, peygamberliğine iman eden ilk kişi Hz. Ali (as)‘dir. Enes bin malik’ ten şöyle rivayet edilir. “Peygamberlik Hz. Muhammed’e pazartesi günü indi, Ali (as) Salı günü namaz kılmaya başladı.” (Tarih-i Taberi 2/55) Selman-ı Farisî'den ise şöyle rivayet edilir: “Bu ümmetten kıyamet günü Kevser havuzunun başında Peygamber'inin yanına ilk gidecek kişi, ona ilk iman edip Müslüman olan Ali b. Ebu Talip'tir.” (Tarih-i Taberi 2/55) Abbas b. Abdulmuttalib'in, Ömer b. Hattab'ın şöyle dediğini işittiği rivayet edilir: “Ali b. Ebu Talip hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyin. Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.a):"Ali'de üç haslet vardır." dediğini duydum. Ki bu hasletlerden sadece birinin bende olması, benim için üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli olurdu. Şöyle ki: Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Resulullah'ın ashabından bir grupla birlikte bir yerde bulunuyorduk. Bu sırada Resulullah, Ali'nin omzuna vurdu ve dedi ki:- "Ey Ali! Sen, İslâm'ı ilk önce kabul eden Müslümansın. Sen iman eden ilk müminsin. Musa için Harun neyse, benim için de sen osun. Senden nefret ettiği hâlde beni sevdiğini iddia eden kimse yalan söyler.” (el-Fusûlü'l-Mühimme, İbn Sabbağ Malikî, 126) "En yakın akrabalarını uyar."(Şuara 214) ayeti nazil olunca, Resulullah (s.a.a) Kureyş'in inatçılığını ve kıskançlığını bildiği için bu emri yerine getirme hususunda bir sıkıntı çekti. Bunun üzerine uyarı ve tebliğ hususunda kendisine yardımcı olması için Ali'yi çağırdı. İmam Ali (a.s) şöyle anlatır: “Resulullah (s.a.a) beni çağırdı ve bana dedi ki: "Ey Ali! Allah bana en yakın aşiretimi uyarmamı emretti. Ama bu emri yerine getirme hususunda sıkıntı içindeyim. Çünkü biliyorum ki, onlara bunu anlatmaya başladığım anda, onlardan hoşlanmadığım davranışlar göreceğim. Bu yüzden bir süre bir şey yapmadan bekledim. Daha sonra Cebrail geldi ve dedi ki: 'Ey Muhammed! Eğer sana emredileni yapmazsan, Rabbin sana azap eder.”  Sen şimdi bizim için bir kazan yemek pişir ve bu yemeğin üzerine bir koyun budu koy. Bizim için bir maşrapaya da süt koy. Sonra Abdulmuttaliboğulları'nı benim için topla. Onlarla konuşayım, bana emredilen hususu tebliğ edeyim." Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) kendisine emrettiklerini yapar ve onları çağırır. O gün kırk kişiden bir fazla veya bir eksiktiler. Aralarında amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Hep beraber yemek yediler. Hz. Ali der ki: ‘’Herkes yemeğini yedi. Hiç kimse bir şey istemez oldu. Ama yemekte ellerini daldırdıkları yerden başka bir boşluk görmüyordum. Ali'nin nefsini elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, onların tümünün yediği yemeği bir tek kişi yiyebilirdi.’’ Sonra Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Topluluğa içecek ver." Onlara süt dolu maşrapayı getirdim. Hepsi ondan içti. Tümü de iyice kandı. Allah'a yemin ederim ki, onlardan bir tanesi, tümünün içtiği sütü içebilirdi. Peygamberimiz (s.a.a) onlarla konuşmak isteyince, Ebu Leheb atıldı: "Arkadaşınız sizi büyüledi."  Bunun üzerine topluluk dağıldı ve Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla konuşma fırsatını bulamadı.” Ertesi gün Ali'ye, dünküne benzer bir hazırlık yapmasını emretti. Toplantıya katılanlar yiyip içtikten sonra Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi: “Ey Abdulmuttaliboğulları! Allah'a yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim size getirdiğim gibi bir şey getiren bir genç daha bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah bana, sizi buna davet etmemi istedi. İçinizde kim, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olmak üzere bana yardımcı olacak?” Ali'den başka hiç kimseden ses çıkmadı. Ali coşkulu ve heyecanlı bir sesle haykırdı: "Ben, ey Resulullah! Senin vezirin olurum." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali'nin omzuna elini attı ve şöyle dedi: “Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda benim halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.” Oradakiler gülerek ayağa kalktılar. Bir yandan da Ebu Talib'e şöyle diyorlardı: "Oğlunu dinlemeni, ona itaat etmeni emretti, duydun mu!" Buna göre, "Ev Günü", gerek Peygamber'in (s.a.a) hayatında, gerekse İslâmî davetin hayatında yeni bir aşamanın başladığının açık bir ilânıydı. Bu aşamanın belirgin özelliği karşılıklı meydan okumaların yaşanmasıydı. İslâm ve şirk arasındaki doğrudan yüzleşmeler bu aşamaya damgasını vurdu. Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatını inceleyenler, onun yaşadığı olaylara ilişkin bilgileri en ayrıntılı şekilde edinenler, ilâhî emirler doğrultusunda İslâmî hükümetin oluşumundan, hükümlerin yasalaştırılmasından ve toplumsal düzenin rayına konulmasından itibaren Ali'nin (a.s) her işte Peygamber'in (s.a.a) veziri olduğunu, düşmanlarına karşı ona arka çıktığını, ona yardım ettiğini, mübarek ömrünün sonuna kadar onun uğruna vuruştuğunu, onun yanından ayrılmadığını göreceklerdir. Ev Günü, diğer bir ifadeyle Uyarı Günü, bir start alma, harekete geçme günüydü ki, bilinç, cihat ve fedakârlık bakımından Ali b. Ebu Talip gibi başka bir sembol şahsiyete de tanık olmadı o gün. (- Tarih-i Taberî, 2/63; el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/62. Benzeri bir rivayet Şeyh Müfid'in el-İrşad adlı eserinde de yer alır: el-İrşad, s.42, bab: 2, böl. 7; Mecmau'l-Beyan, 7/206; Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir, 1/86) O günden sonra zor günler başlar. Kınamalar, alaylar, hakaretler, saldırılar… Hz. Ali peygamberin yanında dayanmaya çalışır. Gizli haberleşmeyi Ali yapar. Boykot ve işkence günlerinde Ali hep peygamberin yanındadır. Hz. Ali Taif yolculuğunda peygamberle beraber taşlanır. En sonunda hicret kararı alınır. En büyük rol yine Hz. Ali ‘ye düşer. Suikast ihtimaline karşı canını riske atar. Peygamberin emanetlerini sahiplerine O ulaştırır.  Genç olmasına rağmen körpe omuzlarında dağlar ağırlığınca yük taşır. Nitekim o peygamberin terbiyesinde büyümüştür. İmam Ali (a.s), öğretmeni, terbiye edicisi Nebiyy-i Ekrem'den (s.a.a) aldığı terbiyenin boyutlarına, kapsamlılığına ve etkisinin derinliğine "Kasıâ" adıyla bilinen hutbesinde şöyle işaret ediyor: Resulullah'ın (s.a.a) yanındaki yerimi, O’na ne kadar yakın olduğumu, O’nun katındaki özel yerimi biliyorsunuz. Ben henüz küçük bir çocukken beni evine aldı. Beni bağrına basıyor, beni yatağında uyutuyordu. Teni tenime değerdi. O güzel kokusunu bana koklatırdı. Ağzında çiğnediği lokmayı bana yedirirdi. Benden yalan bir söz ve yanlış bir davranış bulmamıştır.” Devamla şöyle der: “Deve yavrusunun annesinin ardından gitmesi gibi O’nu izlerdim. Her gün, ahlâkından bir işareti, açık bir erdemi benim için yükseltir, bana gösterirdi ve buna uymamı emrederdi. Her sene Mekke yakınlarındaki Hira dağındaki mağaraya çekilirdi. Ben O’nu görürdüm, benden başka hiç kimse O’nu görmezdi. O gün daha İslâm'ı kabul eden tek bir ev yoktu. Sadece Resulullah (s.a.a) ve Hatice vardı. Ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve Risalet nurunu görürdüm. Nübüvvet rüzgârının kokusunu alırdım. Vahiy indiği sırada şeytanın inlemelerini duyardım. Bunun üzerine dedim ki: "Ya Resulullah! Bu inleme de nedir?" Buyurdu ki: "Bu şeytandır. Kendisine kulluk edilmesinden artık ümidini kestiği için inlemektedir. Sen, benim duyduğumu duyuyor, benim gördüğümü görüyorsun. Ancak sen peygamber değilsin. Fakat sen vezirsin. Hiç kuşkusuz sen hayır üzeresin." (Şerh-u Nehci'l-Belâğa, Feyzü'l-İslâm, 702, Hutbe: 234; Süphi Salih, Hutbe: 192) Hz. Ali (as) Resulullah’ın arkasından Fatıma’ları da alarak hicret eder. Âlemlerin efendisi peygamber Hz. Muhammed (s.a.a) Medine’deki kardeşlik uygulamasında Hz. Ali’yi kendine seçer. Hatta aralarında şöyle bir muhabbet geçer. – Ya Resulullah! Beni dışarıda bırakarak gerçekleştirdiğin uygulamayı görünce ruhumun bedenimden ayrıldığını ve belimin takatsiz kesildiğini hissettim. Eğer bana öfkelendiğin için bunu yaptıysan, hoşnutluk ve saygınlık senindir. Resulullah (s.a.a) dedi ki: – Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, seni kendime ayırdım. Musa için Harun ne idiyse, benim için sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sen benim kardeşim ve mirasçımsın. Ali (a.s) dedi ki: – Senden sonra neyin mirasçısı olacağım? Buyurdu ki: – Benden önceki peygamberler neyi miras bıraktıysalar; Rablerinin kitabını ve peygamberlerinin sünnetini... Sen cennetteki kasrımda benimle beraber olacaksın. ( Menakıb-u Ali (a.s), Ahmed b. Hanbel; Tarih-i Dimaşk, İbn A-sakir, 6/201; Kenzü'l-Ummal, el-Muttaki el-Hindî, 5/40; Keşfu'l-Gum-me, 1/326) Hicretin üzerinden iki yıl geçmişken Hz. Ali (as) ile Zehra (as)’yı Resulullah(s.a.a) kendi elleriyle evlendirir. Onların evlerinin kapısı da Mescid-i Haram’a açıktır. Sadece Resul’ün ve Ehl-İ Beyt’in evlerinin kapısı mescide doğrudur. Mekke müşrikleri ile kısa bir süre sonra Bedir civarında bir karşılaşma olur. Hz. Ali bu karşılaşmada ön saflarda savaşır. Uhud Savaşı’nda da cesurca durur. Müslümanların bir kısmı ganimete koşarken, bir kısmı dağa doğru kaçarak savaşı terk ederler. Peygamberi yalnız bırakırlar. O kargaşanın içinde Hz. Ali peygamberin yanında, canı pahasına O’nu savunur. Bu savaşta Resulullah (s.a.a) “Ali benden ve ben de ondanım” der. Bunun üzerine Cebrail (as) şöyle der. “ Ben de sizdenim”. Bu sırada semalardan “ Zülfikar gibi kılıç ve Ali gibi yiğit yoktur” nidası gelir. Zor günlerden sonra Mekke müşrikleri yerinde durmazlar. Medine’deki münafıklar ve Yahudiler ile paralel hareket ederek Medine’yi kuşatırlar. Bu savaşta da Hz. Ali yine öne çıkar. Peygamber kendi sarığını Ali’nin başına sararak, kendi kılıcını kuşandırarak ve kendi zırhını giydirerek Hz. Ali ‘yi zalim olan Amr’ın karşısına çıkartarak şöyle dua eder. “Allah'ım! Ubeyde'yi Bedir günü, Hamza'yı da Uhud günü aldın. Bu da kardeşim ve amcamın oğlu Ali'dir. Beni yalnız başıma bırakma ve sen mirasçıların en hayırlısısın.” ( Mevsuatu't-Tarihi'l-İslâmî, 2/491-492; Şerh-u Nehci'l-Belâğa, 19 /61'den naklen. bk. el-Menakıb, Harezmî, 144; es-Siretü'l-Halebiyye, 2/ 318) Ali savaş meydanına çıkmadan önce Resulullah (s.a.a) şöyle der. “İmanın tamamı, küfrün tamamının karşısına çıktı.” (Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 19/61; Yenabiu'l-Me-vedde, bab: 23) Hendek savaşının ardından Medine’yi kuşatan müşrikler dağılırlar. İçerideki Yahudi ve münafıklarla birçok sorun yaşanır. Bu sorunlar çözüldükten sonra Müslümanlar Mekke’ye yönelip Kâbe’yi ziyaret etmek isterler. Müslümanlara karşı çıkan Mekkeli müşriklerle bir anlaşma yapılır. Hudeybiye Anlaşması’dır. O günleri Hz. Ali şöyle anlatır. “Hudeybiye Antlaşması'nın imzalandığı gün, müşriklerden bazı insanlar gelip Resulullah'a (s.a.a) dediler ki: "Ey Muhammed! Oğullarımızdan, kardeşlerimizden ve kölelerimizden bazı insanlar sana katılmışlar. Bunların din hakkında derin bir bilgileri de yoktur. Sadece mallarımıza ve eşyalarımıza bakmamak için kaçtılar. Onları bize geri ver." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi onların din hakkında derin bilgileri yoksa biz onlara öğretiriz." Peygamber (s.a.a) buna ek olarak şunları söyledi: "Ey Kureyş topluluğu! Ya bu inatçı tutumunuzdan vazgeçersiniz ya da Allah, boyunlarınızı kılıçla vuracak birini üzerinize salar. Ki Allah onun kalbini imanla sınamıştır." Ebu Bekir, Ömer ve oradaki müşrikler dediler ki: "Bu adam kimdir ya Resulullah?" Buyurdu ki: "O adam, ayakkabı dikendir." O sırada Peygamberimiz (s.a.a) ayakkabısını dikmesi için Ali'ye vermişti. İki taraf barış antlaşmasının maddeleri üzerinde görüş birliğine varınca, Resulullah (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'i çağırdı ve ona dedi ki: "Yaz, ey Ali! Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla..." Süheyl dedi ki: "Rahman mı? Allah'a yemin ederim ki, onun kim olduğunu bilmiyorum. Fakat şöyle yaz: “ Senin adınla Allah'ım..." Müslümanlar: "Allah'a yemin olsun, rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla ifadesinden başka bir şeyi yazmayız." dediler. Peygamberimiz (s.a.a): "Senin adınla Allah'ım, diye yaz." buyurdu: "Bu, Resulullah Muhammed'in yaptığı antlaşmadır." Süheyl şöyle dedi: "Eğer senin Resulullah olduğunu bilseydik, Kâbe'yi ziyaret etmene engel olmaz, seninle savaşmazdık. Bunun yerine, 'Abdullah oğlu Muhammed' diye yaz." Peygamberimiz (s.a.a): "Siz yalanlasanız da, ben Allah'ın Resul'üyüm." Sonra Ali'ye (a.s) şöyle dedi: "Resulullah ifadesini sil." Hz. Ali şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin peygamberlik vasfını silmeye elim varmaz." Resulullah (s.a.a) belgeyi aldı ve ibareyi sildi. Sonra Ali'ye şöyle dedi: “Senin başına da buna benzer bir şey gelecek ve sen buna mecbur kalacaksın.” ( Tarih-i Taberî, 2/282; el-Kâmil, İbn Esir, 2/404) Mekke müşrikleri ile anlaşma ile durum kontrol altına alınınca, sürekli fitne ve kargaşa çıkaran Yahudilerin kalesi durumunda olan Hayber’e doğru yürünür. Kuşatma kimin komutanlığına verildiyse de kale ele geçirilemez. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurur. “Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, o Allah ve Resulü'nü sever, Allah ve Resulü de onu severler. Döne döne vuruşur, asla düşmana sırt çevirip kaçmaz. Allah onun önünü açar. Cebrail sağında ve Mikail de solunda olur” (Tarih-i Taberî, 2/300; Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir, 1/166) Ertesi gün Resulullah kendi elleriyle Ali’yi hazırlar. Kendi kılıcı Zülfikar’ı ona verir. Şu tavsiyelerde bulunur. “Onların topraklarına varıncaya kadar yola devam et. Sonra onları İslâm'a davet et ve Müslüman olmaları durumunda Allah'ın kendilerinin üzerinde ne gibi haklarının oluşacağını bildir. Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir adam senin yol göstericiliğinle hidayete ererse -veya Allah, senin yol göstericiliğinle birini hidayete erdirirse- bu, senin için kızıl develerinin olmasından daha hayırlıdır.” Seleme şöyle der: "Ali yola çıktı. Allah'a yemin ederim ki, seğirterek yürüyordu ve biz de arkasından koşuyorduk. Nihayet sancağını kalenin dibindeki bir taş yığınının ortasına dikti. Kalenin burcunda bir Yahudi onu fark etti: “Kimsin sen?” dedi.  “Ben Ali b. Ebu Talib'im.” dedi. Yahudi, arkadaşlarına dönüp şöyle dedi: “ Musa'ya indirilene and olsun, yenildiniz.” (A'yanu'ş-Şia, 1/401) Daha sonra kaledekilerden bazıları onunla teke tek vuruşmak üzere kalenin dışına çıkmaya başladılar. İlk olarak dışarı çıkan kişi, cesaretiyle nam salmış Merhab'ın kardeşi Haris'ti. Haris'i gören Müslümanlar geri çekildiler.  Ali ise yerinden sıçrayıp Haris'in karşısına çıktı. Şiddetli bir vuruşma ve çatışma yaşandı. Sonunda Ali (a.s) onu öldürdü. Yahudiler bozguna uğrayarak kaleye geri döndüler. Daha sonra Merhab çıktı. Üst üste iki zırh giymiş, iki kılıç kuşanmış ve başına iki sarık birden bağlamıştı. Elinde ise çatallı bir mızrak vardı. O ve Ali birbirlerine karşılıklı olarak birer darbe indirdiler. Ali bir darbe indirdi. Başının üzerine yerleştirdiği taş parçasını ve miğferi parçaladı ve kafasını ikiye ayırdı. Kılıç azı dişlerine kadar batmıştı. Yahudiler, savaşçıları Merhab'a olanları görünce, bozguna uğramış olarak kaleye geri döndüler ve kapıları üzerlerine kilitlediler. Ali (a.s) kapıya yöneldi ve kapıyı açıncaya kadar zorladı. İnsanların çoğu kalenin etrafındaki hendeğin öbür tarafında bulunuyorlardı ve onunla birlikte karşı tarafa geçmemişlerdi. Ali kalenin kapısını kavradı ve yerinden söktü. Onu hendeğin üzerine bir köprü gibi yerleştirdi. Ardından Müslümanlar kapının üzerinden karşı tarafa geçtiler. Kaleyi ele geçirip sayısız ganimetler elde ettiler. ( Tarih-i Taberî, 2/103; el-İrşad, Şeyh Müfid, s.114, böl. 31, bap: 2; Biharu'l-Envar, 21/16) Rivayet edilir ki, daha sonra, Ali'nin tek başına yerinden söküp köprü gibi hendeğin üzerine koyduğu bu kapıyı yerinden oynatmak için birkaç kişi uğraşmışlarsa da kapıyı yerinden oynatamamışlar. İbn Amr şöyle der: Biz, yüce Allah'ın Hayber'i Ali (a.s) aracılığıyla bize açmasına şaşırmadık. Ama Ali'nin tek başına kale kapısını yerinden sökmesine, kapıyı kırk zira arkaya doğru fırlatmasına şaşırdık. Nitekim kırk kişi birden kapıyı yerinden oynatmak için uğraştıysalar da başaramadılar. Bu olay Peygamberimize (s.a.a) haber verilince, şöyle buyurdu: “Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ona kırk tane melek yardım ediyordu.” Rivayete göre Emirü'l-Müminin (a.s) Sehl b. Huneyf'e gönderdiği bir mektupta şöyle buyurmuştur: “Allah'a yemin ederim ki, Hayber kalesinin kapısını yerinden sökmeyi, sonra onu kırk zira arkaya doğru fırlatmayı bedenimin gücüyle ve beslenmenin bana verdiği hareket kabiliyetiyle gerçekleştirmedim. Bilakis beni, melekûtî bir güç ve nefsimi aydınlatan Rabbimden gelen bir nurla bunu gerçekleştirdim. Benim Ahmed (Hz. Peygamber) karşısındaki konumum, ışığın ışık karşısındaki konumu gibiydi.”( el-Emali, Şeyh Saduk, hadis: 10) Mekke’nin fethinde de en önemli iş Hz. Ali (a.s)’ye verilir; Kâbe’deki putların yıkılması. Hz. Ali (a.s) o günleri şöyle anlatır: “ Resulullah (s.a.a) beni putları kırmak üzere götürdü. Bana: "Otur." dedi. Kâbe'nin yanına çömeliverdim. Sonra Resulullah (s.a.a) omuzlarıma çıktı ve "Ayağa kalk." dedi. Onu yukarı doğru kaldırdım. Benim altında zayıf olduğumu fark edince: "Otur." dedi. Oturdum ve o da omuzlarımdan aşağıya indi. Sonra: "Ey Ali! Omuzlarıma çık." dedi. Peygamber'in (s.a.a) omuzlarına çıktım. Sonra beni yukarı doğru kaldırdı. O anda istersem göğe ulaşabilirim, diye düşündüm. Kâbe'nin damına çıktım. Bakırdan yapılmış ve demir kazıklarla bağlanmış en büyük put Kâbe'nin üzerindeydi. Bana: "Onu yerinden sök." dedi. Ben putu yerinden sökmek için uğraşırken, Peygamberimiz (s.a.a) de: "...İyi... İyi..." diyerek beni teşvik ediyordu. Nihayet putu yerinden söktüm. Bana: "Onu parçala." dedi. Ben de putu kırıp parçaladım, sonra aşağı indim.” ( el-Müstedrek Ale's-Sahihayn, 2/367 ve 3/5. Benzeri bir rivayeti İbn Cevzî Tezkiretü'l-Havass'ta rivayet etmiştir. s.34; Yenabiu'l-Me-vedde, Kunduzî, s.254) Huneyn gününde de Resulullah sancağı Hz. Ali ‘nin eline verir. Tebük seferine çıkmak için hazırlık yapılırken Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’yi kendi yerine Medine de temsilci olarak bırakır. Hz. Ali, Hz. Resul’e bu durumu sorunca şöyle cevap alır. “Ya Ali! Medine bensiz ya da sensiz düzelmez.” Resulullah (s.a.a) Tebük'e doğru yola çıkınca, Hz. Ali'nin (a.s) İslâm devletinin başkentinde mahallî idarenin başında kalması münafıklara ağır gelir. Medine'nin sağlam bir koruma altında olduğunu ve bu konuda besledikleri amaçlarını gerçekleştirmelerine imkân olmadığını anlarlar. Bu onların canını sıkar. Dolayısıyla toplantılarında ve oturumlarında, Peygamber'in (s.a.a) Ali'yi aşağıladığı ve ona kızdığı için geride bıraktığını söylemeye başlarlar. Bununla Ali'ye (a.s) iftira ediyorlardı. Ali (a.s) münafıkların kendisiyle ilgili bu sözlerini duyunca, onları yalanlamak ve yüzlerini kızartmak için kılıcını ve silâhlarını alarak Hz. Peygamber'e (s.a.a) koştu. Dedi ki: "Ya Resulullah! Münafıklar, seni, beni aşağılamak ve bana duyduğun öfkeyi belirtmek için beni geride bıraktığını ileri sürüyorlar." Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: “Yerine geri dön. Çünkü Medine bensiz ya da sensiz olmaz. Sen ailem, hicret yurdum ve kavmim hususunda benim halifemsin. Ey Ali! Musa için Harun neyse, sen de benim için o olmak istemez misin? Şu kadarı var ki benden sonra peygamber gelmeyecektir.” Bunun üzerine Ali (a.s) Medine'ye geri döner ve Resulullah (s.a.a) da yoluna devam eder. (Tarih-i Taberî, 2/368; el-İrşad, Şeyh Müfid, s.138, böl. 43; es-Si-retü'l-Halebiyye, 3/132; Sahih-i Buharî, Bab-u Gazvet-i Tebuk, 6/3; Sa-hih-i Müslim, Kitab-u Fadaili's-Sahabe, 5/23, Hadis: 2404; Tirmizî, 2/ 300; Müsned-i Ahmed, 1/185 ve 284, Hadis: 508; Sünen-i İbn Mace, 1/ 42; Tarih-i Bağdad, 1/432, No: 6323) Artık peygamber (s.a.a) Mekke müşriklerine son noktasını vuracaktır. Nazil olan Tevbe süresinin ilk ayetlerinin müşriklere bildirilmesi için Ebubekir’e görev verilir. Ama Cebrail (as) ile bu görevlendirme değiştirilir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) Ali'yi (a.s) gönderir ve ayetleri Ebu Bekir'den alıp kendisinin tebliğ etmesini emreder. Ali (a.s) Peygamber'in (s.a.a) devesine binerek Mekke'ye doğru yola çıkar. Yolda Ebu Bekir'e yetişir. Ebu Bekir devenin gürültüsünü duyunca deveyi tanır ve korkmuş bir hâlde dışarı çıkar. Resulullah'ın geldiğini zanneder. Gelen Ali'dir. Ali ayetleri ondan alır. Ebu Bekir, kendisinin hakkında Peygamber'i kızdıracak bir şeyin nazil olmasından korkar. Der ki: "Ya Resulullah! Benim hakkımda bir şey mi indi?" Peygamberimiz: "Hayır."  "Ancak bana, “o ayetleri benim veya benden olan birinin tebliğ etmesi emredildi."der. (el-Kâmil Fi't-Tarih, İbn Esir, 2/291, Fedailu'l-Hamse Min'es-Si-hahi's-Sitte, 2/343) İslâmî tebliğin bir devamı olarak Resulullah efendimiz (s.a.a), Ali b. Ebu Talib'i (a.s) Yemen'e gönderir. Rivayete göre Ali (a.s) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.a) beni Yemen'e gönderdiği zaman, dedim ki: "Ya Resulullah! Beni bunlara gönderiyorsun; ama benim yaşım henüz çok genç ve yargılamayı nasıl yapacağımı bilmiyorum." Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) elini benim göğsümün üzerine koydu ve şöyle buyurdu:"Allah'ım! Onun dilini doğruluk üzere sabit kıl ve kalbini doğruya ilet." Sonra dedi ki: "Sana birbiriyle davalı iki kişi geldiği zaman, her ikisini de dinlemeden aralarında hüküm verme. İkisini de dinlediğin zaman, hüküm senin için belirginleşecektir." Ali (a.s) der ki: “Allah'a yemin ederim ki, iki kişi arasında hüküm verirken hiçbir zaman kuşkuya düşmedim.” Sonra Ali (a.s) ganimetleri topladı, bunların humusunu (beşte birlik Resulullah ve Ehlibeyt payını) çıkardı. Gerisini arkadaşları arasında paylaştırdı. Bu arada Ali (a.s) Peygamberimizin hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke'ye doğru yola çıktığı haberini aldı. Mekke'de Peygamber'e yetişmek için hızla yola koyuldu. Rivayet edilir ki, Ali'nin (a.s) seriyesinde bulunan bazı adamlar, onun hakkı yerine getirme hususunda gösterdiği sert tutumundan şikâyetçi olmuşlardı. Peygamberimiz bunu duyunca şöyle demişti: “Ey insanlar! Ali'den şikâyetçi olmayın. Allah'a yemin ederim ki, Ali, ilâhî haklarla ilgili çok serttir ve bu hususta şikâyetçi olmanın faydası yoktur.” Amr b. Şas el-Eslemî'nin şöyle dediği rivayet edilir: “Resulullah'ın (s.a.a) Ali'yle beraber Yemen'e gönderdiği atlılar içinde ben de bulunuyordum. Ona karşı içimde bir hoşnutsuzluk vardı. Medine'ye geldiğim zaman, her toplantıda ve karşılaştığım herkese onu şikâyet ediyordum. Bir gün mescitte oturan Resulullah (s.a.a) ile karşılaştım. Benim kendisine baktığımı görünce, gözleriyle beni yanına çağırdı. Yanına gidip oturunca bana şöyle dedi:"Yeter, ey Amr! Beni incitiyorsun." Dedim ki: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz). Resulullah'ı incitmekten Allah'a ve İslâm'a sığınırım." Buyurdu ki: "Ali'yi inciten beni incitmiş olur." (es-Siretü'n-Nebeviyye, 4/202) Resulullah'ın (s.a.a) bu tutumunu Kur'ân şu ayetle pekiştiriyordu: “De ki: Ona (peygamberlik görevine) karşılık akrabalarımı sevmenizden başka bir ücret talep etmiyorum.” ( Şûrâ süresi, 23) Yemenden sonra Hz. Ali;  peygambere yetişmek için Mekke’ye hacca varan Ali'ye: Peygamber "Nasıl tehlil getirdin?" diye sordu. Dedi ki: “Ya Resulullah! Nasıl tehlil getirildiğini bana yazmamıştın. Ben de bilmiyordum. Ben de niyetimi senin niyetine bağladım ve dedim ki: "Allah'ım! Peygamber'inin tehlili gibi tehlil getiriyorum." Beraberimde de otuz dört tane kurbanlık deve getirdim.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allahu ekber!  Ben de beraberimde altmış altı kurbanlık getirmiştim. Sen hacda, ibadetlerdeve kurbanda benim ortağımsın. İhramlı olarak kalk ve ordunun yanına dön. Mekke'de buluşmak üzere onları bir an önce getir.” Ali (a.s) Mekke yakınlarına geldiklerinde, ordusunu geride bırakıp gelmiş ve içlerinden birini onların başına komutan olarak görevlendirmişti. (el-İrşad, Şeyh Müfid, 1/172; es-Siretü'n-Nebeviyye, İbn Kesir, 4 /205) Peygamber (s.a.a) hac ve umre menasikini/amellerini, ibadetlerini yerine getirirken Ali (a.s) de yanındaydı. "Mina’nın tamamı kurban kesme yeridir." buyurur. Mübarek elleriyle kurbanlık develerden altmış üçünü keser. Ali de otuz yedi tanesini keser. Böylece kurbanlıkların sayısı yüze tamamlanmış olur. Sonra insanlar toplanır ve Peygamber (s.a.a) derin anlamlar içeren bir konuşma yapar. Müslümanlara vaaz eder, onlara öğüt verir. (es-Siretü'l-Halebiyye, 3/283; es-Siretü'n-Nebeviyye, İbn Kesir, 4 /291) Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanlarla birlikte Mina'daki menasiklerini (hac amellerini) tamamladıktan sonra Mekke'ye geri döner ve şehre girer. Veda tavafını yapar ve ardından Medine'ye yönelir. Yolda “Gadir Hum” denilen yere varınca şu ayet nazil olur: ‘’Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et…’’  (Maide 67) Bunun üzerine Hz. Peygamber Müslümanlara toplanmalarını emreder ve yüzbin kişi orada toplanır. Onlara şöyle buyurur: “Ey insanlar! Davet edilip de daveti kabul etmiş gibiyim. Size iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'im. Benden sonra bunlara karşı nasıl bir tavır takınacağınıza bakın! Bu ikisi havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar.” Ardından şunları söyler: “Allah benim mevlâmdır ve ben de her mümin erkek ve kadının mevlâsıyım.” Bunu dedikten sonra Ali'nin (a.s) elinden tuttu ve şöyle dedi: “Ben kimin mevlâsıysam, işte Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım! Onu veli ve dost edineni sen de veli ve dost edin. Ona düşman olana sen de düşman ol. Ona yardım edene sen de yardım et. Onu yalnız bırakıp yardım etmeyeni sen de yalnız bırak ve yardım etme. Nereye giderse gitsin, hakkın onunla beraber olmasını sağla. Dikkat edin! Bu sözlerimi burada bulunanlar, burada bulunmayanlara ulaştırsınlar.” Daha oradan ayrılmamışlardı ki Eminü'l-Vahy Cebrail şu ayeti indirir: “Bu gün dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum.” (Maide 3) Bu ayetin inmesi üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurur: “Allahu ekber, dinin kemale ermesinden ve nimetini tamamlamasından dolayı.” Sonra insanlar Emirü'l-Müminin'i kutlamaya başlarlar. Onu kutlayan sahabelerin en başında Şeyheyn Ebu Bekir ve Ömer de vardır. Diyorlardı ki: "Peh, peh! Ne mutlu sana ey Ebu Talib'in oğlu! Artık benim ve bütün mümin erkek ve kadınların mevlâsı oldun." (es-Siretü'l-Halebiyye, 3/274; el-Menakıb, İbnu'l-Meğazilî eş-Şa-fiî, s.16; el-Fusûlü'l-Mühimme, İbn Sabbağ el-Malikî, s.40; Yenabiu'l-Mevedde, Kunduzî, s.40Esbabu'n-Nüzul, Nişaburî; Metalibu's-Seul, Kemalu'd-Din eş-Şafiî; Mefatihu'l-Gayb, Razî; el-Menar, Muhammed Abduh; Tef-sir-i İbn Şureyh; Tezkiretü'l-Havass, İbnu'l-Cevzî; Müsned-i İmam Ah-med; Zehairu'l-Ukba, Taberî; er-Riyazu'n-Nazıra, Muhibbuddin Tabe-rî) Rivayete göre, Peygamber efendimiz (s.a.a), Ali için bir çadır kurulmasını istemiş ve Müslümanlara da gruplar hâlinde yanına girerek Emirü'l-Müminin sıfatıyla onu selâmlamalarını emretmiştir. Bütün Müslümanlar bunu yaparlar. Hatta o sırada Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunan eşleri ve diğer Müslümanların hanımları da çadıra girip Emirü'l-Müminin olarak Ali'yi selâmlarlar. (el-İrşad, Şeyh Müfid, 1/176) Rivayet edilir ki Sa'd b. Ubade, kalabalık bir topluluğun içinde şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: "Ben öldüğüm zaman, heva ve hevesler sapar ve insanlar gerisin geri dönerler. O gün hak, Ali ile beraber olur." “Eğer Ali'nin (a.s) peşinden giderseniz -ki sizin bunu yapacağınızı sanmıyorum- onun doğru yol üzere giden bir yol gösterici olduğunu, sizi apaydınlık bir yola ileteceğini görürsünüz” diyordu peygamber… Hilyetu'l-Evliya, Ebu Nuaym, 1/64; Muhtasar-u Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir, 18/32 Sekaleyn (iki ağır emanet/Kur'ân ve Ehlibeyt) hadisi, İslâm akidesinin selâmeti ve sapmalar karşısında korunması için Ali'ye (a.s) itaat etmenin, onun rehberliğinde yol almanın, onun velâyeti yolunda hareket etmenin zorunluluğunu gösteren bir diğer kanıttır. Daha sonra Resulullah (s.a.a), Ali'nin (a.s) müminlerin emiri olarak atanmasına ilişkin ilâhî emri gerçekleştirmek için yeni bir plân hazırlamaya başlar. (Merkezden uzakta bir görevi üstlenmek için) büyük bir ordu hazırlar. Bu orduya, İmam Ali'ye (a.s) karşı siyasal mücadele içinde yer alabilecek, İslâm toplumunun önderliği noktasında onunla sürtüşmeye girebilecek veya en azından devlet organında kendisi için siyasal bir mevki isteyebilecek bütün kişileri alır. Çünkü bu siyasal kavganın gerçekleşmesi ve İmam Ali’nin (a.s) önderliğinin önlenmesi durumunda,  İslâmî risalet doğal çizgisinden sapacak, dosdoğru yolundan çıkacak veya en azından siyasal talepleri İmam Ali (a.s) tarafından reddedilen kimseler, İslâmî çizgiye karşı düşmanca bir tavır takınacak, bu da Peygamber'in (s.a.a) yokluğunda İslâm ümmetinin başına onarılmaz gedikler açacaktı. Bu nedenle üsame bin zeyd komutanlığına tüm muhalif olabilecek kimseleri verir. Peygamber (s.a.a) Müslümanlara öleceğini haber verir. Risaletin devamını, mutluluk ve başarının gerçekleşmesini garanti eden tavsiyelerde bulunur. Der ki: “Ey insanlar! Ölümüm yaklaşmış bulunuyor. Aranızdan ayrılmak üzereyim. Size önceden söyledim ki, herhangi bir mazeretiniz olmasın. Haberiniz olsun! Size Allah'ın kitabını ve Ehlibeyt'imi bırakıyorum.” Sonra Ali'nin (a.s) elini tutar ve şöyle der: “Bu Ali daima Kur'ân'la beraberdir, Kur'ân da onunla beraberdir. Havuz başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar.” Durumu anlayan Üsame komutasındaki ordu bir türlü yola çıkmaz.  Peygamberin ısrarına rağmen yola çıkmayan bu ordu ve sahabelere şöyle söyler Resulullah (s.a.a); “Üsame'nin ordusunu gönderin. Üsame'nin ordusundan geri kalana Allah lânet etsin.” (es-Siretü'l-Halebiyye, 3/34) Peygamber'in (s.a.a) hastalığı iyice şiddetlenir. Bir ara bayılır. Kendine gelince şöyle der: “Bana kardeşimi ve arkadaşımı çağırın.” Peygamber iyice zayıf düşmüştü. Aişe: "Ebu Bekir'i çağırayım.", Hafsa da: "Ömer'i çağırayım." diye düşünür. Ve öyle de yaparlar. Bunlar, Peygamber'in (s.a.a) yanında toplandıkları zaman Peygamber (s.a.a) şöyle buyurur: “Dağılın. Eğer size ihtiyacım olursa, sizi çağırırım.” (Tarih-i Taberî, 2/439) Sonra Ali'yi çağırırlar. Ali (a.s) Peygamber'e yaklaşınca, onu eliyle yanına çağırır. Ali iyice Peygamber'e sokulur. Peygamberimiz (s.a.a) uzun uzun kulağına bir şeyler fısıldar. Sonra Resulullah iyice ağırlaşır ve ölmesi an meselesidir. Son nefesi çıkmak üzereyken Ali'ye (a.s) şöyle der: “Başımı göğsüne yasla. Artık Allah'ın emri geldi. Nefesim çıkınca onu elinle alıp yüzüne sür. Sonra yüzümü kıbleye çevir, kefen ve defin işlerimi sen yap. Bütün insanlar içinde ilk önce sen namazımı kıl. Beni kabre koyuncaya kadar benden ayrılma. Bu hususta Allah'tan yardım iste.” (el-İrşad, Şeyh Müfid, 1/186) Hayatının son demlerinde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında Ali'den ve Haşimoğulları'ndan başka kimse yoktu. İnsanlar, kadınların ağlaşmalarından ve ağıtlar yakmalarından Peygamber'in (s.a.a) vefat ettiğini anlarlar. Derhal mescitte ve mescidin dışında toplanmaya başlarlar. Herkes dehşet içindedir. Ağlamaktan ve feryat etmekten başka yapacak bir şeyleri yoktur. Müslümanlar bu derin keder içindeyken, Ömer tuhaf bir tavır sergiler. Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına girip çıktıktan sonra, elinde kılıcı etrafa tehdit savurarak şöyle der: “Bazı münafıklar Resulullah'ın öldüğünü iddia ediyorlar. Allah'a yemin ederim ki, o ölmedi. Bilakis Musa b. İmran gibi Rabbinin yanına gitti.” (el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/323) Ebu Bekir, Peygamber'in (s.a.a) yüzünü açıp bakar, derhal dışarı çıkarak şöyle der: “Ey insanlar! Kim Muhammed'e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa, bilsin ki Allah daima diri ve ölümsüzdür.” Sonra şu ayeti okur: “Muhammed ancak bir elçidir; ondan önce de elçiler gelip geçti...”  (Al-i İmran, 144) Ardından Ömer, Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde b. Cerrah Hz. Peygamber'in (s.a.a) mübarek naaşının bulunduğu evden çıkarlar. Resul’ün naaşını, ölümünden dolayı büyük bir üzüntüye gark olan Ali'ye ve Ehl-i Beyt'ine bırakırlar. Hz. Ali ve Ehl-i Beyt, Peygamber'i (s.a.a) teçhiz etmek, namazını kılmak ve mübarek na'şını defnetmekle meşgul olurlar. Peygamber’in defin işlemlerini terk ederek, Hz. Ali’yi yalnız başına bırakırlar. Bu sırada Ensar, hilâfet meselesini konuşmak üzere Benî Saide Sakife'sinde toplantı yaparlar. Ebu Bekir bir usta konuşmacı olarak söze başlar. Ensara onları okşayıcı bir üslûpla hitap eder. Konuşmasında tahrik edici, öfkelendirici bir tek kelime kullanmaz. Şöyle der: “Biz muhacirler ilk önce Müslüman olan insanlarız. Bizim soyumuz diğer insanlardan daha şereflidir. Bizim yurdumuz en ortadadır. Bizim yüzlerimiz daha güzeldir. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabaları biziz. Siz İslâm'da bizim kardeşlerimizsiniz. Dinde ortaklarımızsınız. Yardım ettiniz ve destek oldunuz. Allah sizi hayırla ödüllendirsin. Bu da gösteriyor ki, biz emir, siz de vezirsiniz. Size danışmadan bir karar almayız. Siz olmadan hiçbir işi çözmeyiz.” Bu sırada Habbab b. Münzir b. Cümuh şöyle der: “Ey Ensar topluluğu! İşinize sahip çıkın. Çünkü insanlar şu anda sizin gölgenizdedirler. Hiç kimse size aykırı bir işe girişmeye cesaret edemez. Hiç kimse sizin görüşünüzü almadan, bir hüküm çıkaramaz. Siz onur sahibi ve caydırıcı kimselersiniz. Yeterli sayınız ve çoğunluğunuz var. Şiddetiniz ve sonuç alıcı gücünüz var. Şu anda insanlar sizin takınacağınız tavra bakıyorlar. Sakın ayrılığa düşmeyin. O zaman bütün işleriniz bozulur. Eğer bunlar sizin duyduğunuz bu sözlerinden başkasını kabul etmiyorlarsa, o zaman bir emir bizden, bir emir de onlardan olsun.” Burada Ömer araya girerek şöyle der: “Heyhat! İki kılıç bir kına girmez. Allah'a yemin ederim ki, Araplar, peygamberleri sizden başka bir topluluğa mensupken sizin emirliğinize razı olmazlar. Araplar, peygamberlerinin mensup olduğu kavmin emirliği elinde bulundurmasına da engel olmazlar. O hâlde biz Muhammed'in dostları ve aşiretiyken, kim bizim egemenliğimize karşı çıkabilir?!” Habbab b. Münzir şöyle der: “Ey Ensar topluluğu! Kozlarınıza sahip çıkın. Bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Onlar sizin bu işteki payınızı elinizden alırlar. Eğer sizin istediğinize uymazlarsa, onları yurtlarınızdan çıkarın. Siz bu işe onlardan daha lâyıksınız. Çünkü sizin kılıçlarınız sayesinde insanlar bu dine boyun eğdiler. Ben onun kaşınma kütüğüyüm. Ben heybetli dalıyım. Ben arslan inindeki arslan yavrusu babasıyım. Allah'a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu gövdesine geri döndürürüz.” Bu noktada hava iyice gerilir. İki taraf arasında bir kavganın çıkması an meselesidir. Ebu Ubeyde b. Cerrah bunun önüne geçmek için harekete geçer. Plânlarının bozulmasını önler. Ensara sakin bir sesle hitap eder: “Ey Ensar topluluğu! Yardım edenlerin ve barındıranların ilki sizsiniz. Dinlerini değiştirenlerin ilki olmayın.” Ebu Ubeyde'nin sakin sözleri etkili olur. Bir süre kimseden ses çıkmaz. Bu sefer Beşir b. Sa'd bu sessizliği muhacirlerin lehine kullanmak ister. Sa'd b. Ubade'yi kıskandığı için böyle davranır. Der ki: “Ey Ensar topluluğu! Haberiniz olsun! Muhammed Kureyş'tendir. Kavmi ona herkesten daha yakındır. Allah'a yemin ederim ki, bu hususta onlarla çekişmeyeceğim.” Üç muhacir, Ensar cephesinde açılan bu gediği iyi kullanırlar. Derhal birbirlerini ileri sürmeye başlarlar. Bu yüzden Ebu Bekir der ki: – İşte Ömer ve Ebu Ubeyde! Onlardan istediğinize biat edin. ( el-İmame ve's-Siyase, 1/15; Tarih-i Taberî, 2/458; el-Kâmil Fi't-Ta-rih, 2/325) Ömer dedi ki: – Ey Ebu Ubeyde! Elini uzat sana biat edeyim. Çünkü sen şu ümmetin eminisin.( et-Tabakatü'l-Kübra, 3/181) Ebu Bekir: – Ey Ömer! Uzat elini sana biat edelim, dedi. Ömer dedi ki: – Sen benden daha üstünsün. Ebu Bekir: – Sen benden daha güçlüsün, dedi. Ömer: – Benim kuvvetim, senin üstünlüğünle beraber sana aittir. Uzat elini sana biat edeyim, dedi.[3] Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde'nin kendisine biat etmeleri için elini uzatınca, Beşir b. Sa'd erken davranır ve Ebu Bekir'e biat eder. Bunun üzerine Habbab b. Münzir şunları söyler: “Ey Beşir! Büyük bir hayırsızlık örneği sergiledin, vefasız çıktın. Emirliğin amcan oğlundan başkasına geçmesi için mi yarıştın?” Evs kabilesi, Beşir'in yaptıklarını ve Hazrec'in de Sa'd'ı emir yapma çabalarını görünce, birbirleriyle konuşmaya başlarlar. Aralarında büyükleri olan Üseyd b. Hudayr de vardır. Der ki: "Allah'a yemin ederim ki, eğer Hazrec'i bir kez yönetime getirirseniz, size karşı sonsuza dek bu fazileti sürdürürler. Kalkın ve Ebu Bekir'e biat edin." Böylece Sa'd ve Hazrec'in plânı suya düşer. Üseyd'in arkadaşları Ebu Bekir'e biat etmeye başlarlar.( el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/330) Bu arada ensardan bazı kimseler: "Ali'den başkasına biat etmeyiz." derler. (Tarih-i Taberî, 2/443) Sonra Ebu Bekir ve etrafını saran grup mescide doğru yönelir. Ebu Bekir'in etrafını saranlar, gelini zifafa uğurlar gibi onu mescide uğurlarlar.( Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 6/8) Peygamber'in (s.a.a) na'şı hâla yerinde duruyordur. Ömer, Ebu Bekir'in etrafında fır dönüyordur. Bağırıp çağırmaktan ağzı köpürmüştür. Yemen kumaşından süslü elbiseler giyen Ömer ve adamları Ebu Bekir'in yanından ayrılmıyorlardır. Kimin yanına gitseler, Ebu Bekir'i öne çıkarıyor, ellerini istese de, istemese de Ebu Bekir'in ellerine sürüp biat ettirir.( Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/219) Kureyş hizbinin Sakife'de ensara karşı ileri sürdüğü iki argüman vardır. 1- Muhacirler bütün insanlar içinde ilk önce Müslüman olan kimselerdir. 2- Muhacirler Resulullah'a (s.a.a) en yakın kimselerdir ve akrabalık bakımından en yakın olanlardır. Aslında bunlar bu argümanları ileri sürmekle kendilerini de bağlamış oluyorlardı. Çünkü -iddia ettikleri gibi- hilâfet ilk önce Müslüman olmakla ve Resulullah'ın yakın akrabası olmakla hak ediliyorduysa, bu hak sadece Ali'nindi. Çünkü bütün insanlar içinde ilk önce İslâm'a giren, iman eden, İslâm risaletini tasdik eden oydu. Öte yandan Peygamberimiz (s.a.a) Mekke'de muhacirler arasında, Medine'de mu-hacirlerle ensar arasında kardeşlik ilân ederken Ali'yi (a.s) kardeşi olarak ilân etmişti. Ali (a.s) soy olarak da Peygamber'in (s.a.a) amcasının oğluydu. İnsanlar içinde Peygamber'e (s.a.a) ve sevgi olarak Peygamber'in kalbine en yakın insan olduğu, kuşku götürmez bir gerçekti. Ebu Bekir Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediğini iddia eder : "Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Bizden geride kalan mallar, sadakadır." Şu halde Hz. Peygamber (s.a.a) de miras bırakmamıştır. Ondan geriye kalan mallar Müslüman yoksullara ve miskinlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. ( Sünen-i Beyhakî, 6/301; Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Ha-did, 16/218-224; Delalilu's-Sıdk, el-Muzaffer, 3/32) böylece ehl-i Beyti hak sahibi olmaktan muaf tutturur. Nitekim insanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) mescidinde toplanırlar. Seçkin sahabelerden biri olan Huzeyme b. Sabit kalkar ve şöyle der: “Ey insanlar! Bilmez misiniz ki, Resulullah (s.a.a) bir konuyla ilgili olarak benim tek başıma yaptığım şahitliği kabul ederdi ve ikinci bir kişinin daha bu konu hakkında şahitlik etmesini istemezdi?” "Evet." derler. Bunun üzerine şöyle der: “O zaman şahitlik ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: "Benim Ehl-i Beyti'm hak ile batılı birbirinden ayırır. Onlar, uyulan imamlardır." Ben bildiğimi size söyledim. Elçiye düşen, apaçık bir duyurudan başka bir şey değildir.” Ammar b. Yasir de kanıtlarını ortaya koyar ve şöyle der: “Ey Kureyş topluluğu! Ve ey Müslümanlar! Şayet biliyorsanız, ne ala! Eğer bilmiyorsanız, bilin ki, Peygamberinizin (s.a.a) Ehl-i Beyt'i ona daha yakındırlar, onun mirasçısı olmaya daha uygundurlar. Dinî hususları daha iyi ayakta tutabilirler. Onlar, müminler için daha güvencelidirler. Peygamber'in (s.a.a) getirmiş olduğu dini, daha iyi korurlar ve ümmet için en hayırlısını isterler. Gidin arkadaşınıza söyleyin; ipiniz iyice bir kör düğüme dönüşmeden, işlerinizde zayıflık baş göstermeden, aranızda ayrılıklar çıkmadan ve başınızdaki fitne iyice büyümeden hakkı sahibine iade etsin." Sehl b. Huneyf de şunları söyledi: “Ey Kureyş topluluğu! Ben şahidim; Resulullah şurada -Peygamber mescidini kastediyor- durdu, Ali b. Ebu Talib'in elinden tutarak şunları söyledi: "Ey insanlar! Bu Ali, benden sonra sizin imamınızdır. Ben yaşarken de, benden sonra da benim vasimdir. Borcumu ödeyendir, sözlerimi yerine getirendir. Havuzumun başında ilk önce benimle musafahalaşacak olan da odur. Ne mutlu ona uyanlara ve ona yardım edenlere. Yazıklar olsun ona karşı çıkanlara, onu yalnız bırakanlara." Sonra Ebu'l-Heysem b. Teyhan söz aldı ve şunları söyledi: Ben şahidim; Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü Ali'yi ayağa kaldırdı ve insanlara gösterdi. Ensar dedi ki: Resulullah (s.a.a) onu halife olarak tayin etmek için ayağa kaldırdı. Bazıları da şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), kendisini mevla edinenlerin onu da mevlâ edinmesi için onu kaldırdı." Bu konuyla ilgili çok tartışma çıktı. Sonra aramızdan bir adamı Resulullah'a (s.a.a) gönderdik ve bunun ne anlama geldiğini sorduk. Buyurdu ki: "O, benden sonra müminlerin velisidir ve insanlar içinde ümmetimin hayrını en fazla düşünen kimsedir." Ben bizzat yaşadığım bu olaya şahitlik ederim. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Hiç kuşkusuz hak ile batılın ayrılacağı hüküm günü, vakit olarak belirlenmiştir.” Başkaları da kalkıp konuştular. Bunlar arasında Ebuzer, Ebu Eyyub el-Ensarî, Utbe b. Ebu Leheb, Nu'man b. Aclan ve Selman-i Farisî gibi isimler vardı. Her biri karşı tarafın aleyhine somut kanıtlar ortaya koyarlar. ( Tarih-i Ebi'l-Feda, 1/156; el-Hisal, Şeyh Saduk, s.432; el-İhticac, Tabersî, 1/186) Ömer, Ebu Bekir'in yanına gelir ve şöyle der: "Şu biat etmekten kaçınan adamdan biat almayacak mısın? Be adam! Ali sana biat etmedikçe, bir şey yapmamışsın! Onu çağır, gelip sana biat etsin." Sonunda İmam Ali (a.s)’ı zorla Ebu Bekir'e biat etmek durumunda bırakmaya karar verirler. Bir grup asker gönderirler. Askerler Ali'nin (a.s) evini kuşatırlar ve zorla eve girerler. Ali'yi (a.s) evden, Peygamber'in (s.a.a), hakkında: "Musa için Harun ne ise, benim için de sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurduğu bir şahsiyete yakışmayacak şekilde yaka paça çıkarırlar. Ebu Bekir'in yanına götürürler. Öfkeyle ve şiddetle bağırırlar: "Ebu Bekir'e biat et!" İmam kendine güvenen, cesur ve yiğit bir mantıkla onlara cevap verir: “Bu iş sizden çok benim hakkımdır. Ben size biat etmem. Asıl sizin bana biat etmeniz gerekir. Bu işi Ensardan aldınız. Alırken de onlara karşı, Peygamber'in (s.a.a) akrabaları olduğunuzu kanıt olarak ileri sürdünüz. Şimdi de bu işi biz Ehl-i Beyt'ten gasp ediyorsunuz. Siz değil miydiniz Ensara, Hz. Muhammed'in (s.a.a) akrabaları olduğunuz için bu işe daha lâyık olduğunuzu söyleyenler? Bu gerekçeye dayalı olarak onlar da size liderliği ve emirliği teslim etmediler mi? Ben de, sizin Ensara karşı kullandığınız kanıtın aynısını size karşı kullanıyorum. Biz hayattayken de, ölümünden sonra da herkesten daha çok Resulullah'a yakınız. Bize karşı adil olun, eğer inanmışsanız. Aksi takdirde bile bile zulmetmiş olursunuz. (el-İmame ve's-Siyase, s.28) İmam bu açık tavrıyla, onların iktidarı ele geçirmek için kullandıkları siyasal gerekçenin gerçek mahiyetini ortaya koymuş olur. Bundan sonra ya teslim olacaklardır, ya da zihinlerinde olan ve nefislerinde dolaşan gizli düşünceye dayanarak reddedeceklerdir. İmam Ali'nin (a.s) kesin kanıtı karşısında söyleyecek şey bulamayan Hattab'ın oğlu öfkelenir. Sertlik yolunu tutarak şöyle der: "Biat etmedikçe seni bırakmayız." İmam onu iterek şöyle der: “Yarısı senin olan sütü sağ. Yarın sana döndürmesi için bu gün onun (Ebu Bekir'in) işini iyi bağla (sağlamlaştırmaya çalış). Allah'a yemin ederim ki ey Ömer, senin sözünü kabul etmiyorum ve ona biat etmiyorum.”   Ensabu'l-Eşraf, 1/587; Şerh-u Nehci'l-Belâğa, 2/2-5 İmam Ali (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra insanlarda dine karşı bir vurdumduymazlık, bir hafiflik görür. Bunun üzerine Kur'ân'ı toplamadıkça üzerine bir rida almamaya yemin eder. Evinden üç gün çıkmaz. Bu süre içinde Kur'ân'ı bir araya getirir.( el-Fihrist, İbn Nedim, s.30) Ömer ona şu karşılığı verİr: “Eğer senin yanında Kur'ân varsa, bizim yanımızda da aynısı vardır. Bizim ikinize de ihtiyacımız yoktur.” Emirü'l-Müminin Hz. Ali şöyle anlatır: “Resulullah'a (s.a.a) inen hiçbir Kur'ân ayeti yoktur ki, bana okumuş ve yazdırmış olmasın. Ben de bu ayetleri yazardım. Resulullah (s.a.a) ayetlerin tevilini, tefsirini; nasıhını, mensuhunu; muhkemini, müteşabi-hini bana öğretti. Allah'a, onların anlamını bana öğretmesi için dua etti. Allah'ın kitabından hiçbir ayeti unutmadım. Bana öğretip de yazdığım hiçbir bilgi aklımdan çıkmadı. Allah'ın kendisine öğrettiği helâlı, haramı, emri ve yasağı bana da öğretti. Geçmişte olmuş, gelecekte olacak olan bütün itaatleri ve isyanları bana da bildirdi ve ben bütün bunları ezberledim. Bunlardan bir tek harf bile unutmadım.( Kifayetu't-Talib, el-Gencî, s.199; el-İtkan, Suyutî, 2/187; Biha-ru'l-Envar, 92/99) İmam Ali (a.s) hâlâ mazlumdu, kendisinden alınan hakkını savunmaya devam eder. Gittikçe zayıflayan İslâmî risaletten dolayı acı çeker. Ağır başlılıkla sabretmekten başka yol bulamaz. Nitekim daha sonra, o günlerdeki hüznünü ünlü Şıkşıkıyye hutbesinde şöyle dile getirmiştir: “Allah'a yemin ederim ki, İbn Ebu Kuhafe (Ebu Bekir) onu (hilâfeti) bir gömlek gibi üzerine geçirdi. Fakat o, hilâfetle benim ilişkimin değirmen taşıyla değirmen mili arasındaki ilişki gibi olduğunu biliyordu. Sel benden akardı ve hiçbir kuş benim uçtuğum yere uçmazdı. O makamla arama bir perde çektim. Onu koltuğumdan tutup attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim, yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamen çökertir, çocuğu kocaltır, mümin de Rabbine ulaşıncaya kadar bu zulmette zahmet çeker. Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi onu İbn Hattab'a verip gitti. Ne şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi. Ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu ikisi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. ( Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 3) İki yıl gibi kısa bir süre sonra ebübekir hastalanır. Vasisi olarak Ömer ibni Hattab’ı tayin eder. Ömer kendi vasisi olarak isim listesini belirterek bir şura kurdurur. Çünkü her biri hakkında kesin karar veremez. Ömer şurayı seçiyor ve şunları diyor. “Allah'a yemin ederim ki, ey Sa'd, seni halife olarak tayin etmememin nedeni, sertliğin ve kabalığındır. Bunun yanında sen savaş adamısın. Ey Abdurrahman, seni halife olarak tayin etmememin nedeni de, senin şu ümmetin Firavun'u olmandır. Seni halife olarak seçmememin nedeni ey Zübeyir, senin memnunken mümin, kızarken kâfir olmandır. Ey Talha, seni seçmememin nedeni ise, kendini beğenmiş kibirli biri olmandır. [Orada bulunanlara dönerek] Eğer hilâfeti o üstlenirse, mührü karısının parmağına koyar. Ey Ali, seni halife olarak seçmememin nedeni ise, senin bu işi çok istemendir. Yoksa sen bu işe bunların içinde en lâyık olan kimsesin. Eğer halife olursan, bu görevi apaçık hak ve dosdoğru yol üzere yerine getirirsin.”  (el-İmame ve's-Siyase, s.43) Hz. Ali (as)durumunu şöyle açıklar; “ Ey insanlar! Benim bu işte başkalarından daha çok hak sahibi olduğumu biliyorsunuz. Ama iş gördüğünüz sonuca gelip dayandı. Allah'a yemin ederim ki, Müslümanların işleri iyiye gidiyor olduğu sürece barış içinde olurum. Bu işte, benden başkasına zulmedilmediği sürece susarım. Bunu, sabrın ecrini ve üstünlüğünü elde etmek, sizin dünyanızın süs-püsünde, özenti-bezentisinde gözüm olmadığı için yapıyorum.” ( Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 74) Emirü'l-Müminin'in (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Ben diğerleriyle birlikte şûraya katılıyorum; çünkü Ömer beni halifeliğe lâyık gördüğünü gösterdi. Oysa daha önce; 'Resulullah, Peygamberlik ve imamlık aynı evde toplanmaz, dedi.' diye iddia ediyordu. Bu şûraya katılıyorum ki, insanlar, onun yaptığı ile rivayetinin arasındaki çelişkiyi görsünler. ( Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 1/186) Şûradan “Kur’an, peygamber, Ebubekir ve Ömer’in sünneti” isteği ısrar edilince Osman ‘a biat ettiler. Yine imam Hz. Ali yalnız kalmıştı. Çünkü o “Allah’ın ve peygamberin sünneti”yle hükmederim” demişti. Osman'a biat etme törenleri tamamlandıktan sonra, Ebu Süfyan, Osman b. Affan'ın evine gitti. Ev Osman'ın ailesi ve yandaşları tarafından hıncahınç dolmuştur. İktidara gelme başarısından dolayı büyük bir coşku yaşanıyordu. Ebu Süfyan'ın da oldukça sevinçli ve mutlu olduğu her hâlinden belliydi. Düşmanına galip gelmiş kinci ve şımarık bir insanın yüz ifadesi vardı yanaklarında. Çünkü büyükleri İslâm tarafından zelil kılındıktan sonra tekrar üstünlük kurmanın belirtileri ufuklarda görünmeye başlamıştı. Sağa bakar, sola bakar, Osman'ın evinde toplananlara sorar: "İçinizde sizden olmayan biri var mı?" "Yok." diye cevap verirler. Bunun üzerine şöyle der: “Ey Ümeyyeoğulları! Bu makamı bir top gibi birbirinize atın. Ebu Süfyan'ın yemin ettiğine andolsun ki, ne cennet var, ne de cehennem. Hesap vermek ve ceza görmek de yok... Ben bu egemenliği sizin için arzu ediyordum. Bu egemenlik, artık miras olarak sizin çocuklarınıza yetişecektir.( Mürucu'z-Zeheb, 1/440) Sonra şehitlerin efendisi Hamza b. Abdulmuttalib'in kab-rinin başına gitti. Kabri tekmeleyerek şöyle der: “Ey Ebu Ammare! Uğruna kılıcınla bizimle vuruştuğun din, şu anda bizim çocuklarımızın elinde bir oyuncak oldu. Oynuyorlar onunla.”  Ebu Zer, Osman’ın isteği üzere sürgün edilir. İmam Ali (a.s) Ebuzer'e veda ederken şunları söyler: “Ey Ebuzer! Sen Allah için kızdın; O'ndan ümidini kesme. Bu iktidar sahipleri dünyalarından dolayı sen-den korktular. Sen de dininden dolayı onlardan korktun. Zarar vermenden korktukları şeyi onlara bırak. Onların zarar vermelerinden korktuğun şeyi de alıp kaç. Onların, senin onlardan alıp götürdüğün şeye ne çok ihtiyaçları var! Fakat senin, onların senden esirgedikleri şeye hiçbir ihtiyacın yok. Yarın kimin daha çok kazançlı çıktığını ve kimin daha çok kıskançlık çekeceğini bileceksin.” Ali (a.s) Ebuzer'i yolcu edip dönünce, bazı insanlar onu karşılayıp şöyle derler: "Osman sana çok kızdı." Ali (a.s) şu cevabı verdi: "Normaldir. At ağzına gem vurulmasına kızar." ( Mürucu'z-Zeheb, 2/350 Şerh-u Nehci'l-Belâğa, 3/54; Ebu Bekir Ahmed b. Abdulaziz de es-Sakife adlı kitabında bu olayı anlatmıştır. A'yanu'ş-Şia, 3/336) Osman bin Affan o kadar çok hatalar yaptı ki, kendi ölümüne sebep oldu. Ortalık fitne ve fesad ile doluydu. Bu sorunların üstesinden ancak Hz. Ali gelebilirdi. Ve Hz. Ali (as)’a baskı yapmaya başladılar. Kitleler halifeliği kabul etmesinde ısrar edince de onlara şöyle der: “Eğer sizin isteğinizi kabul edersem, sizi bildiğim gibi yönetirim... Eğer beni bırakırsanız, ben de sizden biri gibiyim. Şunu bilin, idareyi kime verirseniz, onu en çok dinleyeniniz, ona en çok itaat edeniniz ben olacağım.” İmam'ın yanında toplanan kalabalık gittikçe çoğalır. Halifeliği kabul etmesi için kendisine doğru gelişlerini şöyle vasf eder: “Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanların boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar; bu hengâmede iki tarafımda çizikler ve yaralar oluştu.” Bundan dolayı İmam Ali (a.s) şöyle demiştir: “Allah'a yemin ederim ki, Benî Ümeyye'den bir iri tekenin ümmetin başına musallat olup Allah'ın kitabıyla oynamasından korktuğum için halifeliği kabul ettim. Ey insanlar! Sizin bu işinizde, kendinizin emir olarak seçtiğinizden başkasının bir hakkı yoktur. Dün ayrıldığımızda ben sizin bu işinizi istemiyordum. Siz ise mutlaka benim sizin başınızda olmamı istediniz. Haberiniz olsun! Sizden habersiz bir dirhem dahi almayacağım. Eğer isterseniz, sizin için vazgeçerim. Yoksa hiç kimseyi sorumlu tutmayacağım...” Halk tek bir ağızdan bağırdılar: "Biz dün senin yanından ayrılırken hangi düşüncede idiysek, bugün de aynı düşüncedeyiz." Ardından dediler ki: "Biz Allah'ın kitabı üzerine sana biat ediyoruz." İmam (a.s): "Allah'ım! Üzerlerine şahit ol" dedi. (Ensabu'l-Eşraf, 5/22) Osman onları yanına çekmek için onlara malları vermişti. İmam bu hususta şöyle diyor: “Haberiniz olsun! Osman'ın verdiği bütün araziler, Allah'ın malından bağışladığı bütün mallar beytülmale geri verilecektir. Çünkü hiçbir uygulama hakkı geçersiz kılmaz. Bu mallarla kadınlarla evlenilmiş, cariyelere sahip olunmuş ve başka diyarlara göçülmüş olduğunu dahi görsem, onları geri getireceğim. Çünkü adalette genişlik vardır. Kim adaletten sıkılırsa, bilsin ki, zulüm daha da sıkıcıdır.” İmam'ın (a.s) izlediği bu maliye politikası Kureyş'i memnun etmedi. Kureyş'in bazı ileri gelenleri İmam'ın (a.s) bu kararlarına azgınlık, kibir ve üstünlük duygularıyla dolmuşlardı. Mervan b. Hakem, Talha ve Zübeyir bunlar arasındaydı. İmam'ın (a.s) ciddi olduğunu anlayınca, fitne çıkarmaya, İmam'ın hükümet tarzına eleştiriler getirmeye başladılar. İmam Ali (a.s) bu hususa şöyle işaret eder: “Hiç kuşkusuz heva ve heveslere tâbi olunması ve uydurma hükümlere uyulması, Allah'ın kitabına aykırı hareket edilmesi, insanların Allah'ın dininden bir dayanak olmaksızın kendileri gibi adamları önder edinmeleri fitnelerin başlangıcıdır. Eğer batıl, hakka ilişkin özelliklerden tamamen soyutlanırsa, tereddüt içinde olanlardan yana bir endişe olmaz. Şayet hak batıl örtüsünden tamamen soyutlanırsa, artık inatçı düşmanların hakka karşı söyleyebilecekleri bir şeyleri kalmaz. Ama şundan bir demet, şundan da bir demet alınıp karıştırılır. İşte o zaman şeytan dostlarına egemen olur. Ama Allah'ın kendilerine iyilik yazdığı kimseler bundan kurtulur.”  Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 50 İmam (a.s), insanları Peygamber'in (s.a.a) hadislerini rivayet etmeye, tedvin etmeye ve hadis derslerini vermeye davet eder. Çünkü hadislerin nakledilmesi önceden engellenmişti. Hz. Ali şöyle der: “İlmi yazıyla kaydedin.” Sünnet ilimleri üzerinde araştırma yapılmasını emretti. Şöyle diyordu: “Hadisleri öğrenmek ve irdelemek amacıyla birbirinizi ziyaret edin ve hadislerin kaybolup gitmesine, silinmesine izin vermeyin.”Kenzü'l-Ummal, c.10, Hadis: 29522 Aişe, Talha ve zübeyr ile İmam Ali'ye (a.s) karşı savaş cephesini genişletmek ister. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (s.a.a) eşlerini kendisiyle beraber Ali'ye (a.s) karşı isyan etmeye çağırır. Peygamber'in (s.a.a) eşleri buna yanaşmazlar. Ümmü Seleme bu yanlışlığından dönmesi, ümmetin başına belâlar açmaması, kan dökülmesine sebep olmaması için Aişe'ye nasihat eder ve şöyle der: “Sen düne kadar insanları Osman'a karşı isyana çağırıyordun, onun hakkında en çirkin sözler söylüyordun. Ondan söz ederken "na'sel" diyordun. Ayrıca sen Ali b. Ebu Talib'in Resulullah (s.a.a) nezdindeki yerini de biliyorsun. Bunu sana hatırlatmama gerek var mı? Hatırlıyor musun; bir gün Peygamber'in (s.a.a) ya-nında bulunduğumuz sırada Ali (a.s) çıkageldi. Resulullah (s.a.a) Ali'yle baş başa kalıp uzun süre gizli konuştular. Konuşmaları uzun sürünce, müdahale etmek istedin, ben de seni engelledim. Ama sen beni dinlemedin, onlara müdahalede bulundun. Sonra ağlaya ağlaya çıktın. Sana dedim ki: "Ne oldu sana?" Dedin ki: "Onlar kendi aralarında konuşurlarken ben müdahale ettim ve Ali'ye dedim ki: 'Ey Ebu Talib'in oğlu! Sekiz gün içinde sadece bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanında kalabiliyorum. Bu bir günde de Resulullah'ın (s.a.a) yanında kalmama izin vermeyecek misin?' Resulullah (s.a.a) öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmiş hâlde bana döndü ve şöyle dedi: “Geri dön. Allah'a yemin ederim ki, evimin halkından veya diğer insanlardan Ali'ye kızan biri mutlaka imandan çıkar.” “Ben de pişman ve kızgın olarak geri döndüm?" dedin.” Aişe: "Evet, hatırlıyorum." der. Bunun üzerine Ümmü Seleme şöyle der: "O hâlde buna rağmen nasıl isyan ediyorsun?" Aişe şu karşılığı verir: “Ben insanların arasını düzeltmek için isyan ediyorum. Bu davranışımdan dolayı inşaallah, Allah'ın bana sevap vereceğini umuyorum.” Ümmü Seleme şöyle der: "Sen bilirsin." Aişe de ondan ayrılıp gitti. ( Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 6/217; Biharu'l-Envar, 32/149) Bir rivayete göre, Resulullah'ın (s.a.a) hanımları "Zat'ul-Irk" denilen yere kadar Aişe ile beraber yürürler. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber'in (s.a.a) hanımları Aişe'yi Medine'ye geri dönmeye ve fitne çıkarmaktan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ama bir çözüm bulamadıkları için İslâm'ın başına gelen belâlara ağlamış ve diğer insanlar da onlarla birlikte ağlamışlardı. O güne "Matem Günü" adı verildi. ( el-Kâmil Fi't-Tarih, 3/209) Cemel savaşı olur. Böylece bir daha düzelmesi mümkün olmayan, İslam âlemine büyük bir yaranın açılmasına sebep olur. Bu ortamdan faydalana Muaviye ayaklanır. Arkasından Sıffın savaşı çıkar. İçeriden münafıklar dışarıdan hariciler imama çok eziyet edilir. Saldırıların ve ihanetleri arkası gelmez. Nitekim tüm bunları yapan “ Ben müslüman’ım” diyenlerdi. Sonunda imam bir suikasta kurban gider. İmam (a.s), oğulları Hasan ve Hüseyin'e, ailesinin bütün fertlerine genel tavsiyelerde bulunur ve şöyle buyurur: “Size Allah'tan korkmanızı, size meyletse de dünyayı arzulamamanızı, sizden yitip giden dünyalık bir şeyden dolayı üzülmemenizi tavsiye ediyorum. Daima hakkı söyleyin, Allah katındaki mükâfat için çalışın, amel edin. Zalimin hasmı, mazlumun da yardımcısı olun. Kitaptaki hükümlere göre amel edin. Allah için yaptığınız bir şeyden dolayı kınayanın kınamasından çekinmeyin.” Yara derin ve şiddetlidir. Bu yüzden kaçınılmaz ecel gelmiştir. Son söylediği söz şu ayet olur: "Amel edecekler, bunun gibisi için amel etsinler." Sonra tertemiz ruhu esenlik yurduna uçar.

İMAM ALİ B. EBU TALİB'İN İLMÎ MİRASI İmam Ali'nin (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra -Peygamber'in (s.a.a) vasiyeti doğrultusunda- yaptığı ilk iş, Kur'ân-ı Kerim'i toplamak oldu. Kur'ân'ı iniş sırasına göre tertip etti; ayetlerin inişi, tefsiri ve tevili ile ilgili olarak Muhammed (s.a.a) ümmetinin ihtiyaç duyduğu paha biçilmez bilgilere yer verdi. İmam (a.s) hazırladığı mushafı birinci halifeye sundu. Halife: "Bizim buna ihtiyacımız yok." dedi. İmam, onların, bu günden sonra hazırladığı bu mushafı göremeyeceklerini ifade etti. Gerçekten öyle oldu. Bilindiği gibi, bu mushafı İmamlar oğullarına miras olarak aktarmışlardır. İmam (a.s), "es-Sahife" adı verilen ve diyetlerin hükümlerini içeren bir eser de bırakmıştır. Bu sahifeden Buharî, Müs-lim ve İbn Hanbel bazı bilgiler rivayet etmişlerdir. Ayrıca insanların bilmek durumunda oldukları bütün helâl ve haramları içeren "el-Camia" adı verilen bir kitap da ondan rivayet edilmiştir. İmam Cafer Sadık (a.s) "el-Camia"nın yetmiş zira uzunluğunda olduğunu, birinin derisini tırmalamanın cezasına kadar bütün meseleleri içerdiğini belirtmiştir. Gelecekteki hadiseleri ve önceki peygamberlerin sahifelerini içeren "Cifr" kitabı da ondan kalan miraslar arasındadır. "Fatıma Mushafı" da buna benziyordu. Bu mushafı, Hz. Fatımat'uz-Zehra babasının vefatından sonra, kendisine ilham edilen anlamları Ali'ye (a.s) yazdırarak hazırlamıştı. Bu kitapların tümü, önceki imamdan sonraki imama intikal eden imamet miraslarından sayılır. Ayrıca, ümmetin âlimlerinden bir grup da, İmam'dan (a.s) geriye kalan birçok hutbe, mektup ve özlü sözler toplamıştır. Bunlar da içeriklerine uygun isimlerle ünlenmişlerdir. Bunların ilki ve en ünlüsü, Şerif Razî'nin (öl. H. 404) derlediği ve "Nehcü'l-Belâğa" adını verdiği eserdir. Bu kitap, İmam Ali'nin (a.s) akide, ahlâk, idare ve yönetim, tarih, toplum, psikoloji, dua, ibadet ve diğer doğal ve beşerî bilimler gibi değişik alanlara ilişkin göz kamaştırıcı fikirlerini içermektedir. Bu eser, Şerif Razî'nin derlediği İmam'ın (a.s) hutbelerinden, mektuplarından, vasiyetlerinden ve özlü sözlerinden oluşmaktadır. Şerif Razî'nin derlemediği şeyleri de başka âlimler derlemişler ve bunlara da,"Müstedrekat-u Nehc'ul-Belâğa" adını vermişlerdir. Nesaî (öl. H. 303), Hz. Ali'nin (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ettiği hadisleri bir araya getirmiş ve hazırladığı bu esere "Müsnedü'l-İmam Ali (a.s)" adını vermiştir. Amidî (öl. H. 520–550 arası) İmam'ın (a.s) hikmetli kısa sözlerini toplamış ve bu esere "Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim" adını vermiştir. Ebu İshak el-Vatvat (öl. H. 553–583 arası) İmam'ın (a.s) bazı sözlerini derlemiş ve hazırladığı bu esere de "Matlub-u Kull-i Talib Min Kelâm-i Ali b. Ebî Talib" adını vermiştir. El-Cahiz'den (öl. H. 255) İmam Aliye (a.s) ait "Miet-u Kelime" (Yüz Söz) rivayet edilmiştir. Mecmau'l-Beyan tefsirinin müellifi Tabersî de, İmam'ın (a.s) sözlerinden "Nesru'l-Lealî" adlı bir eser hazırlamıştır. Nasr b. Muzahim'in yazdığı "Kitabu's-Sıffin" adlı eser de İmam'ın bazı hutbelerini ve yazılarını içermektedir. "es-Sahifetu'l-Aleviyye" ise İmam'dan (a.s) rivayet edilen duaları kapsamaktadır. Yüce Allah Âdem'i, tövbe etmesinden sonra yeryüzüne indirdi. Orayı nesliyle imar etsin ve onun aracılığıyla kullarına yönelik kanıtlarını somut olarak ortaya koysun diye. Allah o ilk nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, bu yasayı devre dışı bırakmadı. Bilakis Rab’liğinin kanıtlarını aralıksız olarak ortaya koydu ve kullarıyla kendisinin bilinmesi arasındaki bağlantıyı sürdürdü. Seçkin peygamberlerinin ve Risalet emanetinin taşıyıcıları aracılığıyla onlara sürekli olarak varlığının ve birliğinin kanıtlarını iletti. Bu görev yani imamet ard arda gelen tüm asırlarda kesintisiz olarak sürdü... Bu kanıtları, en iyi yerlere emanet etti ve en hayırlı yerlere yerleştirdi. Onları soylu ve onurlu sulplerden alıp en temiz rahimlere aktardı... Nihayet en sonuncuları olan Hz. Muhammed (s.a.a), en verimli madenden ve onurlu kökten bir fidan olarak ortaya çıktı. Bütün peygamberlerin yeşerdikleri ve bütün güvenilir kullarının ortaya çıktıkları köklü bir ağaçtan... O ağaç ahir zaman meyvelerini verdi. Ve ümmeti ihmal etmedi. Kendisinden sonraki emanetlerini de ve vasilerini de bildirdi.

Binlerce kez hamd olsun.

Salât ve selam Hz. Muhammed’e ve O’nun pak vasileri âline olsun…

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

TARKAN, GEÇÇEK VE GELECEK Sosyal medya da gündeme oturan Tarkan’ın “geççek” klibini merak ettim, ben de izledim. Evet başarılı bir klip olmuş. Tarkan’ın hakkını iyi vermek gerek. Güzel sunmuş. Ancak b

MİRAÇ VE HİBETULLAH Zer âleminde Resulullah’ın (saa) tüm insanlar ve seçkinler arasında en seçilmiş kişi olduğunu biliyoruz. O gün sorulan tüm sorulara Resulullah(saa), tüm insanlar arasında en hızlı

bottom of page