top of page

HAREKETE GEÇEN İMAN: SALİH AMEL

HAREKETE GEÇEN İMAN: SALİH AMEL İnsanın bedeni de, ruhu da hareket halindedir. Önceden yoktun. Anne karnına yerleştin. Bir yumurta hücresi idin. Kan pıhtısı, bir çiğnem et, bir bebek, bir çocuk, bir yetişkin, bir yaşlı oldun. Doğmak ve ölmek; bu iki nokta arasında büyümek, gelişmek, eskimek, yürümek, yaşlanmak vs. hareketliliğin özelliğidir. Sevmek, öğrenmek, gülmek, merhamet etmek, korkmak, düşünmek vs. ruhun hareket halini gösterir. İnsan her gün bir şey görüyor, duyuyor, öğreniyor, konuşuyor. Duyular da düşünce ve beden gibi hareket halinde. O halde insan tüm benliği ile nereye doğru akıp gidiyor. Kendisi ile beraber hangi inandıklarını alıp götürüyor. İşte yüce Allah yönelip de akıp gitmesi gereken yolu gösteriyor.

Asr Suresi; "Asra(akıp giden zamana) andolsun ki, gerçekten insan hüsrandadır. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirilerine hakkı tavsiye edenler ve birbirilerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” Akıp giderek sürecini bitiren insan bu çizgide gitmeli. Hareket planını böyle yapmalı. Peygamber’in Hira mağarasında başlayan süreci bu idi. Düşünce ve duygularında bu plan ile harekete geçti. Sonra dilinde. Ve sonra eylemleri ile söylediklerinin arkasında durdu.

Müddesir Suresi/1-3 “Ey elbisesine bürünen, kalk, uyar, Rabb’ini tekbir et!” Hira mağarasından döndüğünde eşi Hz. Hatice (as)’ye, yanında kalan Hz. Ali (as)’ye anlattı. Ve anlatması tâ son nefsine kadar devam etti. Hayatı da inancının ispatı oldu. İşte eylem olmasa, yani hayat olmasaydı, imanının arkasında olduğu nasıl belli olacaktı? Dili ile” kalbim temiz” demekle sorumluluk ve ispat yeterli miydi? Daha eyleme dökülmemişken, insanlar sorumluluklarını yerine getirmeksizin kendilerini temize çıkarabilirler mi?  Oysa iman, ısrar ve kararlılığını göstermek için defalarca imtihana girdiği bir alandır. Yoksa insan, kendini sırat mustakimde olduğunu gösterebilir mi? Davranışlar, insanın rengini gösterir. Neye inandığının ispatıdır. İslam diğer dinler (yaşam tarzları) gibi değildir. Diğer yollarda içinde farklı düşünüp, dışarıda farklı davranabilirler. O tür yolların teoriği ile pratiği birbiriyle örtüşmez. Ama İslam inancı böyle değildir. İslam inancının teorik kaideleri ile pratik hayat uyum ve dengelidir. Çünkü Allah dışında hiç kimse hikmetle hükmetmez. Yüce Allah her şeyin zahirini de, batınını da bilir. Bu yüzden inananlarda yüce Allah’a karşı zahir olarak da, batın olarak da yönelirler. Onlar Allah’a ahit verdikleri gibi düşünür, söyler ve yaparlar. Düşünce, duygu ve davranışlar arasında uyum, denge, bütünlük ve devamlılık vardır. Yanlış yolda değiller ki kesintiye uğrasınlar. Ve yanlış değiller ki pişman olsunlar. Bu yüzden emin, kararlı ve istekli olurlar. Yanlış düşünce, yanlış hareket yoktur İslami seferde... Tüm eylemlerin kalkış notası da Allah’a göredir. Onlar niyetlerinin sınırlarını yüce Allah’ın iradesine göre belirlerler. Böylece içten ve dıştan yüce Allah’a teslimiyetlerini gösterirler. Bu teslimiyetlerine hiçbir engel tanımazlar. Teslimiyet için hareket vardır. Ne zaman ki teslimiyet için hareket kısıtlığı oluştu, o zaman o engelleri aşamadıklarında, teslimiyete devam etmek için hareketlerini kısıtlayamayacağı başka yerlere giderler. Menzil, yani varılacak yer, teslim olunacak yerdir. Neresi olursa olsun, tüm arz Allah’ın değil mi? Hz. İbrahim(a.s) baba gibi gördüğü amcasını İslam’a çağırdı. Amcası ise “buradan gitmezsen, seni taşlarım” dedi. Hz. İbrahim(a.s)’in babasını terk edip İslam’ı yaşayabileceği yere gitmesi onun hicretidir. Hz. Yusuf(a.s) Züleyha’nın zina teklifine karşı, zindanı seçmesi hicretçe yapılan bir tercih idi. Tüm peygamberlerin hayatına baktığımızda aynı hareket planlarını görürüz. Bireysel ve toplumsal olarak Allah’a kulluk etmelerinin çarelerini buluyorlar. Yani her şey terk edilebiliyor, ama iman asla. Her şey Allah’a iman uğruna feda ediliyor. İslam, insanı her boyuttan karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Düşünce, duygu, ahlak, psikolojik, hukuki, sosyal vs. her yönden yüce Allah,  insanı doğru yola davet eder. İnanan insan, yüce Allah’ın ve elçisinin dediği gibi davete icabet etti mi, artık o bir muhacirdir. Bireyler kendisi gibi hedef ve yol birliği olan diğer kimseler ile birleşir. Bu vahdetin oluşması için, Tevhid çizgisi üzerinde organik bir bağın olması gerekir. Tüm yolcular arasında sevgi, güven, birlik, merhamet, ihsan, basiret, feraset vs. olsun ki aynı istikamette olsunlar. Hepsi hicretçe tercih yapmalı ve muhacir olarak duruşlarını göstermeliler. İslami terbiye müslümanı tek başına hicri eğitimden geçirdiği gibi, müslümanları topluca da hicri eğitimden geçirir. Örneğin; namaz tek başına kılındığı gibi, cemaat ile de namaz kılınır. Ve her halükârda kıble bir, kıyam bir, secde birdir. Oruç, hac, iyiliği emredip, kötülüğü nehyetmek, kurban, zekât, başkalarının nefsini kendi nefsinden önce düşünmek, birliği korumak, zayıf olanları himayeye olmak, sosyal adalet, ilim vs. tüm konular doğru yolda toplumsal istikameti sağlar. Bu, toplumsal hastalıkların ve fitnelerin önüne set çeker. Toplumsal fitnelerde zulüm, tacizlerin yayılması, ekonomik kriz sonucu çıkan problemler, adaletsizlikten çıkan denge bozuklukları, siyasi çıkmazlar, cahili inanışlar, hurafeler, ahlak bozuklukları, boşanmalar, sokak çocuklarının artması, suç oranlarının artması vs. vardır. Bunların önüne set çekerek,toplumsal olumsuzlukları yok edip,yerine olumlu duruşu getirir., Toplum, Yüce Allah’ın sunduğu tercihi seçerlerse yani hicret ederlerse, kendileri için yeni bir dönem başlanır.

Ra’d süresi/11”...Gerçekten Allah, bir kavim kendi nefislerinde olan değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez.” Tevhid ve Risalet ile bireysel özgürlüğe kavuşulduğu gibi, toplumsal özgülüğe de kavuşulur. Bazen insanın seçimleri kendisine ait değildir. Kendi adına bulunduğu toplum o yanlış kararı verebiliyor. İşte insan toplumsal düzenlemenin olmadığı, ısrarla yanlışlıkların savunulduğu bir ortamda kendi duruşunu koruması çok zor olabilir. Bu yüzden, inanan insan tehlikeden uzaklaşması için, canının değil, imanının tehlikeye girmemesi için o toplumu terk etmek zorunda olabilir. Kendimizi korumak için, kendi ıslahımız için bunu yapmak zorundayız. Islah için hicreti, Vahy ve Risalete göre yaptığımız gibi, toplumsal ıslah mücadelesini de Vahy ve Risalete göre yapıyoruz. Hz. Musa(a.s)’nın kavmi ile Hz. Nuh(a.s)’un kavmi ile Hz. Lut (a.s)’un kavmi ile Hz. İsa(a.s)’nın havarileri vs. tüm peygamberlerin kavmi ile olan diyaloglarını ve onlara olan öğütlerini Kur’an-ı Kerim’den biliyoruz. Ayrıca Hz. Muhammed(s.a.a)’in de ashabı ile iman yolculuğunu da biliyoruz. Bunlardan yararlanarak toplumsal ıslah çalışmalarımızı düzenleyebiliriz. İnanan her insan bilir ki toplumsal ıslah mücadelesi, imanın bir gereğidir. Bu yüzden her inanan insan, aynı zamanda bir davetçidir. İnsanları doğru yolda yürümeye davet ederler. Bu, davranış hem muhacir olmasından kaynaklanır. Allah’u Teâlâ’ya karşı sorumludur. Hem de Risalet misyonunun kendisine bırakılan bir mirasıdır. Her inanan, peygamberinin (rehberinin) izinden gitmelidir. Her inanan bir davetçidir aynı zamanda. Kendisi peygamberi takip ederek, diğer inananlarında kendisinin arkasından gelmesini sağlamalıdır. Her inananın iki yönü vardır. Hem kendisi takip eder rehberini, hem de insanlarında rehbere takılmaları için takip ettirir. Yani her inanan hem önderdir, hem de toplumdur. Her inanan örnek olduğu gibi, kendisine doğru yolu gösteren diğer inananlara da sadıktır. İnananlar kuşağında ve neslinde kendisi bir halkadır. Bu yüzden davetçi olarak da, toplumdan biri olarak ta hicri duruşa dikkat etmelidir. Örneğin; Hz. Musa(a.s)’nın kavmine bir bakalım. Firavun ve düzeni; İsrail oğullarının üzerinde, hür düşünme ve inanmaya engel oluyordu. Hz. Musa(a.s) onları Firavun’un zulüm ve otoritesinden kurtarmak istiyor. Ve onlara tevhidi düşünce ile Firavun ve onun gibi olanlara başkaldırmayı öğretiyor. Böylece onlar zalim ve delalette olan şirk düzeninden Tevhid’e geçiş yapıyorlar. Kendilerine Tevhid ile yeni bir hedef, yön ve yol belirleniyor. Ve buna binaen yeni bir yolculuğa koyuluyorlar. Topluca bir hicret gerçekleştiriyorlar. Yolda ilerlerken yüce Allah’ın destek ve yardımını da görüyorlar. Kızıldeniz’in ikiye bölünmesi gibi. Kızıldeniz’i aşıp çöle vardıkları zaman yine sapmaya başladılar. Hedeften vazgeçmiş, yola çıkmanın sebebini unutmuşlardı. Kısaca Tevhidi içlerine sindiremedikleri için zaman zaman peygambere bile karşı çıkıyorlardı. Bakara / 246: “Musa’dan sonra İsrail oğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani peygamberlerinden birine:”Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O:”ya üzerinize savaş yazıldığı halde savaşmayacak olursanız?” demişti. “Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan sürüldük ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık)” demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı hariç yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.” Bu yoldan sapanların yanı sıra, azda olsa İslamî duruşu gösterenler de vardı. Ama toplu olarak yüce Allah’a teslim olmamış, yönlerini yüce Allah’tan başka yönlere çeviriyorlardı. Özellikle yüce Allah’ın ayetlerde yüz çevirme, geri dönmek, sapmak gibi kelimeleri kullanması önemlidir. Hepsi, yön değiştirmenin ifadeleri idi. İşte İsrail oğulları yolda iken yolda kalanlardan oldular. Yüce Allah onları toplumsal olarak kemale ermeleri için islahî hükümlere tabi tutarken, onlar toplu kararlar alarak nefislerinin ardına düşüp, başka çizgilere yöneldiler. Bazı kararların altına toplu imza atarcasına grup grup ifsada düştüler.  Bir grup buzağıya yöneldiler. Bir grup kendi inancından olmasına rağmen, haksızca adam öldürüyordu. Bir grup hâlâ eski kölelik günlerine özlem duyuyorlardı.... Yüce Allah, onları tekrar tekrar Tevhide çağırıyor, kendilerine yeni bir medeniyetin kapılarını açıyordu. Ama onlar bir türlü hicret etmek istemiyorlardı. Ne kalpleri ile, ne duruşları ile, ne de hareketleri ile. Bu yüzden yüce Allah’ta o toplumu damgaladı. “Zillet ve meskenet” ile. Onlar tüm tarihe ve tüm âlemlere lanete layık görülen bir toplum olarak ifşa edildi. Böyle bir toplumun durumuna düşmemek, aynı zillet yolunu takip etmemek için, altına onay verdiğimiz toplumsal kararlarımızı, tercihlerimizi ve takip ettiklerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Acaba toplumsal tercihlerimiz Tevhidî duruşumuza uygun mudur? Bir muhacire yakışan tercihler midir? Nelere destek ve yardım ediyoruz? Tüm bu sorular ile neye veya nelere çığır açtığımızı düşünmeliyiz. Neyin öncülüğünü veya takipçiliğini yaptığımızı bilmeliyiz. O gün insanlar grup grup dirilirken; nefisler eşleştirildiğinde dediği gibi acaba sen hangi gruptan biri olacaksın? Bunu sor kendine. Kiminle beraber, hangi düşünce ile beraber dirileceksin? İşte toplumlar bir yerlere, bir yönlere doğru akın akın giderken sen hiç sorgulamadan, sende akacak mısın? Yoksa sorgulayıp “doğru iseniz ben de varım, doğru değilseniz ben sizden beriyim ve üstelik sizi doğruya davet ederim” mi diyeceksiniz? İnanan insan, toplumsal rolünü de Allah’a göre belirler. Yüce Allah’ın kaidelerine dikkat ederek, duruşunu gösterir. İnanan “ben” olarak değil, “biz” olarak düşünür. Bireysel arınma ve kemale ulaşmak için hicret farz olduğu gibi, toplumsal arınma ve kâmil olmak içinde hicret farzdır. Kötülük ve yanlışlıkları topluca terk edemediğimiz sürece, doğru yola topluca çıkamayız. Bu yüzden yanlış duruşlara karşı topluca da mücadele etmeliyiz. Bu yüzden Hz. Muhammed(s.a.a) kendisinden başlayarak önce ailesini, sonra dostlarını, sonra akrabalarını, beldesini ve sonra diğer beldeleri doğru yola davet ediyordu. Aynı yöntem her inanan için geçerlidir. Müminin amacı bir Allah taraftarı olarak Rabb’inin istediği yaşam tarzını, tüm yeryüzüne yaymasıdır. Enfâl Suresi/39”Fitne kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar....” Tüm yeryüzünün yaratıcısı, maliki ve hâkimi yüce Allah olduğuna göre, her inanan bu gerçeği herkese ulaştırmalıdır. Bu yüzden kendini hem halife görmeli, hem davetçi, hem de Risalet’in bir taşıyıcısı olarak kabul etmelidir. Böylece bireysel teslimiyet ile toplumsal teslimiyetin oluşması içinde mücadele eder. Her inanan kendini küfür ve nifaktan soyutladı mı, tüm inananlar arasında vahdet oluşmaya başlar. Tevhid’ten vahdete geçiş olur. Nasr Suresinde şu ifade benim çok dikkatimi çeker.

“İnsanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde....”  İnsanlar fevc fevc İslam’a girdiklerini söylüyor. Yani grup grup insanlar…  İnsanlar tek tek bile İslam’a girmezler iken, daha sonra grup grup İslam’a giriyorlar, bu nasıl oluyor? Yani insanlar kitleler halinde nasıl İslam’a girebiliyorlar? Dikkat ederseniz bu süre Mekke’nin fethi sırasında nüzûl olan sürelerdendir. Öyle bir ümmet oluşmuş, öyle bir toplumsal duruş var ki, öyle bir tevhidten vahdete geçiş var ki, diğer insanlara yolların doğruluğundan bir eminlik, bir güven veriyor. İnsanlara kimliklerinin doğruluğundan bir güven verdikleri için insanlar grup grup İslam’a geliyorlar. Eğer inanan muhacir olmazsa, davet ettikleri insanlara nasıl güven verebilir? Eğer inananlar kendi aralarında ihtilaf ve çıkmazlara düşerlerse, nasıl olurda davet ettiklerine güven verebilirler. Bu yüzden tüm inananlar topluca muhacir kimliğini kazanmalıdır. Bu yüzden Tevhid ile beraber muhacir kimliği ile vahdete ulaşılmalıdır. Demek ki vahdet oluşturmanın sebeplerinden birisi de muhacir misyonun bir kenara bırakılmamasıdır. Her inanışta, her düşüncede, her akımda olan o çizginin kendi mensupları arasında bir çelişki ve kaos vardır. Ama gerçekten inanan ve inancının yolunda yürüyen müslümanlar arasında bu kaos ve çelişkiyi göremezsin. Çünkü hepsinin yüreği birdir, hedefi birdir, yolu birdir, rehberi birdir. Bu nedenle birliğin bozulmasına neden olabilecek hiçbir sebep yoktur. Biz hicret yolunda, Hz. Muhammed(s.a.a)’e ve Ehl-i Beyt’ine tabi olanlarda böyle bir şeye rastlamıyoruz. İslam’a gönül verdikten sonra gözlemlediğimiz tek şey birlik. Yani vahdet. Üstelik inananlar arasında ne ırk, ne cinsiyet, ne statü, ne dil, ne sınır... Hiçbir şey onların arasına giremez. Üst kimlik tüm kimliklerin üzerindedir. Yalnız dikkat edelim. Gerçekten ilahi davete icabet etmişlerse. Eğer inandığını söyleyen iki kişi arasında bir ayrılık, çelişki görürseniz, bilin ki orada ya tuğyan var, ya da tağut. O iki kişiden biri doğru olana hicret etmiyordur. İşte kaos ve ayrılıkları oluşturan sebeplerden uzaklaşılmadığı için bu tablolar, bugün görülmektedir. Toplumsal felçlikler, cahili ortamlar, ekonomik krizler, siyasi çıkmazlar gibi toplum içindeki tüm uyum ve dengenin bozulması, toplumca hicretten yani hakka geçişe uzak olmaktan kaynaklanmaktadır. Toplumların da doğumu, gelişimi ve ölümü vardır. Topluca hicretten uzak olmak, o toplumun yaşlanmasını ve ölümünü hızlandırmaktadır. Bir toplumun hep genç ve delikanlı kalmasının sebebi hicreti dinamik tutmasından yani hep hakkı ayakta tutmasından kaynaklanır. Her insan içinde bulunduğu toplum ile kimlik kazanır. O toplumun ortak değerleri, kendi bireylerini kuşatır. O halde toplumun değerleri olumlu olursa, o birey de olumlu özellikler ile kuşanmış olur. Yok, eğer olumsuz değerler varsa, o birey bu sefer olumsuz özellikler ile kuşanacaktır. Örneğin; çok içki içen bir toplumsanız, çocuğunuz da muhtemelen içki içen birisi olacaktır. En azından, istatistikte bu oranlar yüksek çıkacaktır. Ya da kitap okuma alışkanlığı olan bir çevre iseniz, sizin meyveleriniz olan çocuklarda veya dostlarınız da kitap okumaya meyilli olacak. "Ya huyundan, ya suyundan" demişler. İşte bu nedenle inanan insan, içinde bulunduğu toplumun doğruları ve yanlışlıkları ile kendisinin özdeşip özdeşmediğini  tespit etmelidir. Dikkat ederseniz kendisinin toplum ile demiyorum. Toplumun kendisi ile özdeşip özdeşmediğini söylüyorum. Bu kriter o toplumun islamı yaşayıp yaşamaması ile ölçülür. Ait olunan toplum ile kendi arasında bir farklılık varsa, yani çevresi inanca tabi değilse o birey toplumu düzeltme çalışmalarına başlamalı. Eğer, başaramıyorsa en azından kendini korumak için hicretini yapmalıdır. İnanan insan kendini muhasebe ettiği gibi, tüm toplumu da muhasebe etmelidir. Hiçbir inanan, toplumsal karar ve sorunlara ilgisiz kalmamalıdır. Toplumsal gidişatın, doğru hedef ve doğru yola olması için yine ilahi terbiye ve eğitimden yararlanıyoruz. Toplumsal gelişmelerin her aşamasında, en ayrıntısından en kapsamlısına kadar hicri tavrı yüce Allah bildirmiştir. Haram ve helal kaideler ile bu yolculuğun sınırları belirtilmiştir. Her kaidenin hem bireysel boyutu, hem de kamusal boyutu açıkça anlatılmıştır. Ayet-i kerimeler ve Risalet ile. Bir toplumdaki insanlar kendilerini düzeltirlerse, o toplumda düzelmeye doğru ilerler. Ve o toplum yenilenir. Günümüzde sinsi bir hastalıktan bahsetmeden geçemeyeceğim. Hz. Muhammed(s.a.a) Mekke’de müşrik bir toplumun içerisinden yeni bir toplum çıkardı. Ve insanlar, yılların katmerli şirk düzeninden Tevhid sancağını dalgalayan, geçmişe ve geleceğe örnek bir toplum olarak ortaya çıktı. Elbette aralarında sıkıntılı olanlarda vardı. Ama her şeye rağmen bir medeniyetin temelleri atılmış oldu. Bu nasıl oldu? Tek cevap; onların tercihleri açıktı. “İnandım” dedikten sonra imanlarının arkasında durdular. Küfürden imana geçiş ve iman üzerinde sabit duruş kendini net bir şekilde gösteriyordu. Böyle inanan bir grupla yola çıkıldı. Ve kendi Medinelerini oluşturdular. Yani kararlılık. Şimdi ise herkes “Müslüman” olduğunu söylüyor. Yani, güya Allah’ a teslim olmuşlar. Ama bir İslam medeniyeti yok. Sebep, hicretten yoksun yani hakka geçişin olmamasıdır. Ağızları başka, gönüllerinde olan ise bir başka. Hedeflerimiz “Allah rızası” diyorlar. Ama dünya sevgisi ile hayata müdahiller. Yani sözde olan bir hedef, yol ve yolculuk var. Bu yüzden bireysel yanılgı olduğu gibi, toplumsal bir yanılgı da yaşanmaktadır. Toplumun çoğu müslüman olduğu halde maalesef bunu diyenler aynı zamanda İslam düşmanlığı yapmakta. Hedefe yönenilmemiş, rehber takip edilmemiş, vahyi kuvvetle tutulmamış ve yolculuk gereksiz görülmüş. Bu insanlar iman ettiklerini iddia ediyorlar. Sizce bu bir hastalık değil mi? Kendi kendilerini tanımama hastalığı. Ne yazık ki kendi duruşlarını sorgulamaktan uzak, üstelik İslamî sorgulamaya kendilerini muktedir görmektedirler. Üzerine kendilerinin sözde kabul gördükleri İslam’ı empoze etmek için her türlü çalışmalara girişmekteler. Böyle bir gidişat acaba bize neyi göstermektedir? Zillet ve meskenet olmasın! İşte tam bir teslimiyet olmadığı sürece; imanda kendini göstermez. Din yani yaşam tarzı yüce Allah’a halis kılınmadığı sürece, hiçbir boyuttan iyileşme söz konusu olmayacaktır. Allah’ın yardım ve desteği olmadan nasıl ayağa kalkılabilir? Siz hiç Allah’sız bir hayat veya medeniyet düşünebiliyor musunuz? İşte bireysel ve toplumsal ıslah hareketleri için, yüce Allah’ın yardımını ve öğütlerini almak zorundayız. İlahi hükümler yaşama dökülmediği sürece, içimize sindiremediğimiz sürece, kendimize ait bir yaşam tarzımız olmayacaktır. Tevhid kabullenilmediği sürece Allah’tan başka her şeye kul olunacak, böylece bağımsızlık kendini göstermeyecektir. Her zaman başkalarının hükümranlığına boyun eğecek. Siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik vs. her boyuttan başka otoritelere bağımlı olunacaktır. Peygamber Hz. Muhammed(s.a.a); hayalimizdeki model hayatın kahramanı ve olmazsa olmaz rehberi görülmedikçe bu yol düzelmeyecek. Ehl-i Beyt İmamları (s.a); vahiy ve Risalet mirasçıları, bu dinin bekçileri olarak görülmedikçe bu yol devam etmez. Oysa bu yol ile bağımsızlık elde edilebilir. Kendini tüm esaretlerden kurtarıp tek hâkim; otorite sahibi, mutlak kadir ve malik olan yüce Allah’a bağlanılabilir. Böylece yüce Allah’ın yardım ve desteği ile kendi medeniyetini oluşturabilir.. Zaten her inanan insanın aldığı ilahi yetki ile; tüm yeryüzüne çekidüzen vermesi, ilahi sorumluluklarındandır. Bu yüzden inanan insan yaşamadığı sürece yaşatamaz. Önce kendisi dirilmeli, sonra başkalarını diriltmeli! Mekke’de Hira’da başlayan süreç bu öğretileri bize hatırlatmaktadır. Özlediğimiz, özlemini çektiğimiz, hasretle beklediğimiz yeni hayatlar hangi zeminlerde kurulmalıdır? Yüce Allah’a, peygamber(s.a.a)’e ve Ehl-i Beyt(s.a)’e dayanmadan bu zemin asla sağlam olmayacaktır. Vesselam 

0 görüntüleme0 yorum

Son Paylaşımlar

Hepsini Gör

ET-TAHİR

İFTAR, KADER VE İMAM Fe- ta-re harflerinde oluşan bir kavramdır. Anlamı uzunlamasına yarılmaktır. Kimi zaman bozmak, kimi zaman da düzenlemek yoluyla olur. Bu fiilden oluşan kavramlardan biri de fıtr

bottom of page