GELECEĞİN SAPMA VE ZÜLÜMLERİNE KARŞI TEDBİR; GADİR HUM HUTBESİ
Zulüm çok sık kullandığımız bir kelimedir aslında. Özellikle de karanlık yüzlerin, aydınlık yüzlerden seçilmediği, flulaşmış simaların toplumun geneline hakim olduğu; hakkın yüceltmesi beklenen ve adalet güneşinin önündeki kara bulutları dağıtması rolünü üstlenmesi beklenen münevver şahsiyetlerin cühela tabakaya beyaz bayrak çektiği "ahir zaman" diye tabir edilen imtihanların katbekat zor olduğu bu zamanlarda çok daha sık duyuyoruz bu kelimeyi. "Zalim, zulüm, mazlum" kelimelerinin dimağlarda mükerrer defa karşılaşıldığı için yerinin sağlamlaşması, sosyal medyada üst sıralarda hemen her gün yerini alması ve lügatlarda tanımlarına yeni örneklerin eklenmesi bu karanlık dünya yaşamının sonuçlarından biri olsa gerek.
Zulüm ya da lügatteki en basit anlamıyla "hakkın, haklıya teslim edilmesi", mezkur anlamına artık sığmamakta ve her lahzada anlam kalıplarını aşmaktadır. Daha önceleri malına el konulmuş bir gariban, haksız yere cezalandırılmış bir köle ya da elinden yiyeceği alınmış bir yetim çocuk için "mazlum" ifadesi; eli kırbaç tutan, yetimin hakkına göz diken, pazularıyla köşe sıkıştırdığı zayıflara eziyet eden kimseler için kullanılan "zalim" ifadesi bugün bu dar kalıplarını aşmış durumdadır. Öyleki zulüm yalnız fiziki ya da maddi olmakta çıkmış. Ruhsal, kültürel, sosyal, etnik, dini, mezhepsel ve daha sayamadığımız birçok formda örneklerini bize göstermektedir. Meğer zulüm hak ile batılın, iyilik ile kötülüğün, beyaz ile siyahın geçmişten bu yana gelen savaşının bir adıymış da, bizim ya da naçizane benim haberim yokmuş. Münker kişiliklerin mel'ain temsilcilerinin, günümüzde marufu emreden-münkerden sakındıran mümtaz şahsiyetlere olan bu üstünlüğü ne kadar da acı değil mi?
Günümüz mü dedim? Özür dilerim. Geçmişte de öyle olmamış mıydı zaten? Yaklaşan günlerde bir kez daha sene-i devriyesi nedeniyle, çeşitli programlarla yad etmeye çalışacağımız ve inşallah ki bir gün idrak edeceğimiz, mübarek Gadir-i Hum günü bize zalim-mazlum çatışmasının, iyilik-kötülük ayrışmasının, parantez içerisinde beyaz iplik ile siyah ipliğin ayırt edilişinin aşikar örneklerinden biri değil midir?
Elbette Hz. Ali (as)'ın imametinin, velayetinin, verasetinin ve her açıdan üstünlüklerinin Müslümanlara tanıtılması dinin kemalatının bu olayla vuku bulması; Hz. Peygamber (saa)'in ümmetinin geleceğini Hz. Ali ile teminat altına alması bayramların en büyüğüdür Müslüman ve Mustazaf topluluklar için. O gün insanlarına Kuran ve Ehlibeytin hidayetin anahtarı olduğu, hidayete ermek isteyenlerin Hâdi'sinin bu iki ağır emanet olduğu o gün birinci ağızdan, Risaletin sözcüsü olan o mübarek dudaklardan on binlerin kalbine ilan edilmişti. Peygamberin her dediğine meftun olan ya da öyle görünen yüzler, ümmetin muhafazası, sebatı ve İslamın tekamülü için işaret edilen Kuran ve Ehlibeyti, Kuran ve Ehlibeyt özelinde de Hz. Ali(as)'ı tebrik etmek için adeta yarışa girmişlerdi. Ne var ki her şey gibi, edilen yeminler, uzatılan eller ve ahdedilen sözler de unutuldu gitti.
Ah Peygamber(saa)... Ne kadar da mazlumsun. Sırf bu bir gün bile, Gadir-i Hum olayının yaşandığı bu bir gün bile mazlumların gözyaşlarının müsebbibi olmaya kâfi değil midir dostlar? Peygamber öyle bir peygamber ki, geceleri "Ümmetim, Ümmetim, Ümmetim" diye Rabbine niyaz eden, onların af ve mağfireti için gözyaşları seccadesini ıslanan bir peygamber. Ümmetin her bir ferdinin hidayeti ve sırat-ı mustakimde sebatı için ömrünü adayan, onlarla zor günlerde acılarını, refah günlerinde ekmeğini paylaşan, onlarla beraber gülen-onlarla beraber ağlayan bir peygamber... Ve peygamberden hemen sonra "Okun yaydan çıktığı gibi" ondan ve yolundan uzaklaşan, peygamberin ciğer-pareleri, reyhaneleri, gözünün nurları ve canın en içleri, kendisinden sonra ardında kendi canından, kendi kanından bıraktığı tek emaneti olan Ehlibeyt (saa)'e yapılanlar ve bunları yapanlar...
Kalabalıklar içerisinde yalnız bırakılırmış insan. Öyle ki çevrende birçok insan, birçok çehre, seni duyacak ve görecek bir sürü dimağ vardır. Ancak ne var ki seni anlayacak kimse yoktur. Senin kadrini bilecek kimse olmadıktan sonra elmas olmanın ne anlamı var? Toplum kaktüse rağbet ediyorsa gül olmanın bir ehemmiyeti olur mu? Bu çok büyük bir zulüm; insanın yalnızlığını birçok kimseyle paylaşması. Ve maalesef ki bu zulmün en ağırı, maalesef Peygamber(saa)'in ardında bıraktığı iki ağır emanetine yani Kuran ve Ehlibeyt'ine uygulanmış. Benim Ehlibeyt(as)'ın siretinde dikkatimi çeken noktalardan biri budur.
Bir insan düşünün ki yaşayanların en alimi, bir insan düşünün ki en fazla zühd ehli olan, takvada kendisine yaklaşacak kimse olmayan, ilim şehrine giden kapı, ilahi adaletin ve hidayet meşalesinin yeryüzündeki temsilcisi olan. Ancak ne var ki bu insan 25 sene boyunca kuyu kazmaya, toprakla uğraşmaya, ekmek yapmaya itilecek derecede yalnız bırakılsın.
Bir insan düşünün ki yeryüzünde peygamberden sonra onun kanı, kanında dolaşan tek varlık olsun. Öyle yüce olsun ki o şahsiyet göklerden denilsin ki "Sen, yaratılmış kadınların en üstünüsün". Hayası, takvası, imanı yaşayan kadın ve erkeklere örnek olsun. Babasını hatırlatsın ümmete. Ancak babasından sonra varlığına ancak 6 ay tahammül(!) edilsin.
Hayırlı eş imanın yarısı, hatta bazen üçte ikisini beraberinde getirir derler. Sen ki peygamberin ciğerparesi olacaksın. Cennet gençlerinin efendisi olacaksın. Ancak öyle bir yalnızlığa itileceksin ki çevrende iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar dostun olacak ve en büyük ihaneti de kendi evinden, kendi eşinden yiyeceksin. Bu yalnızlığı anlatmama, bu mazlumiyeti anlatmaya hangi lafız yeterlidir ki?
Bir de Aşura var tabii. Peygambere (saa) kendisinden sonra hiçbir ücret talep etmemesi ancak Ehlibeyt(as)'e meveddet beslenilmesi emredilmişti ilahi dergahtan. Ehlibeyt'e meveddet Allah Teala tarafından peygamberlik vazifesinin ücreti sayılmış. İki ağır emanete sahip çıkıldığı zaman hidayet olunacağının garantisi Yaratan (cc) tarafından teminat altına alınmıştı. Ümmet o itrete olan tavrını ise Kerbelada ortaya koydu. Peygamber ailesinin kanlarından sulanan toprak, kadınların kulaklarından koparılan küpeler, gökyüzünde esen rüzgar, o bedenleri içerisine tanzim ile alan yeryüzü dahi şahitken ve alem ağlarken aşura günü Peygamber ailesine; "Bize yardım edecek kimse yok mu?" diye nida eden Hz. Hüseyin(as)'in yalnızlığı insaf eden yüreklere, düşünen akıllara bir ders niteliğinde değil midir?
Adını zikrettiğim ve zikretmediğim 14 Masum (as)'ın tamamı ne yazık ki bu zulme maruz kalmış. Hz. Peygamberin Şib-i Ebi Talib'te maruz kaldığı tecrit ve hayatı boyunca kendisine uygulanan ruhsal muhasara; Hz. İmam ZeynelAbidin (as)'ın babasından Hz. İmam Hüseyin(as)'den sonraki yalnızlığı, Hz. İmam Muhammet Taki'nin henüz 8 yaşında iken yetim bırakılıp imam ve hadi misyonunu omuzlarında hissetmesi ve son olarak Hz. İmam Mehdi (a.c.f.)'in yıllardır süren gaybeti... Bütün bunlar, Ehlibeyt (as)'ın uğradığı yalnızlığın, kalabalıklar içerisinde yaşadıkları sıla hayatının, hiçbir kıymet vermedikleri halde sırf insanlar "La İlahe İllallah" düsturunu benimseyip sıratı mustakime meyletsinler diye dünyanın bu çirkin ve bayağı yüzüne katlanmalarının birer örneği konumda değil midir? Yoksa Hz. İmam Ali(as) bu dünyadan ebedi hayata irtihal ederken "Kurtuldum!" diyerek dünya hayatının günah ve kötülük ile bezeli bu balçığından uzaklaştığı için sevincini dile getirir miydi? Bu sevince sebep olan Hz. Ali (as)'ı bu yalnızlığa iten insanoğlu bugün aynısını da Zamanın Alisi Hz. İmam Mehdi(as)'a yapmıyor mudur sizce?
Allahın selamı Zamanın Hâdisine sahip çıkıp onu yalnız bırakmayan dostlarına ve Allah salih kullarının üzerine olsun...
YAHYA KAYALI