Gaybette iki nur
Bismillahirrahmanirrahim,
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamberimize ve O’nun (saa) tertemiz Ehlibeyt’inin (as) üzerine olsun.
“Ümmü Ebiha” ve “Ümmü Eimme” Hz. Zehra (sa) ile 14 Masum-u Pak’ın sonuncu nûru gaybetteki
evladından müsaade istiyorum satırlarıma başlarken. Zira Kevser-i Nur’u anlatmak bizim gibi sınırlı,
aciz, günahkâr birine düşmez. Bir hasbihal, bir selamlamadan ibarettir bizimkisi.
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun örneği, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir.
Lamba, bir cam içindedir. Cam sanki inci gibi bir yıldızdır. O, doğuya da batıya da ait olmayan mübârek
bir zeytin ağacından yakılır. Onun yağı neredeyse kendine ateş dokunmasa bile ışık verir. (Bu) nûr
üstüne nûrdur. Allah dilediğini nûruna hidayet eder. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Ve
Allah, her şeyi bilendir.
(Bu nûr) Allah’ın, yükseltmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Oralarda sabah
akşam O’nu tesbih ederler.” Nûr Suresi, 35-36
Şehirlerin anası Ümmül Kura’da insanlığın annesi Hz. Fatıma (sa) babasının annesi olarak dünyaya
gözlerini açtı. Seçilmiş bir şehirde, seçilmiş bir hanede, seçilmiş bir hanımefendi. Kısacık bereketli bir
ömre sığdırılan varlığın maksadına ulaşma, hayatın fragmanı gibiydi adeta. Babasının peşinden gamla
dünyadan gidiş ve ardında bıraktığı sır dolu mektup… Okuyabilmek için gönül gözü, anlayabilmek için
marifet gerekti. Evet, gizlidir kabri, tanınamadı kadri… Oysa nübüvvet evinin hoş sedası, imamların
annesi, cennetin hanımefendisi idi. Bir evlat olarak geçmişe, bir anne olarak ise geleceğe açılan bir
kapı misali. Yeryüzündeki ilk ev Beytullah’tan Bagıyyetullah’a uzanan bir köprü ve Risalet hanesinin
odak noktasıydı. O, Allah’ın içinde isimlerinin anılmasına izin verdiği evin merkeziydi. O ev ki ışığı
sadece kendisini değil tüm dünyayı ve kıyamete kadar gelecek tüm insanlığı aydınlatacaktı. Fakat
kibirlenerek huzurdan kovulmuş olan; görülmesi zor duvarlar örmek, perdeler çekmekle meşguldü;
çünkü bir vakte kadar süresi vardı, iyi kullanmalıydı. Zira o ışığı söndürmeye asla güç yetiremezdi,
yetiremeyecekti…
Yaratılışı en güzel şekilde gerçekleştirerek irade veren ve arşa istiva eden Rabbimizin, hâşâ bakalım ne
yapacaklar şimdi düşüncesiyle sinema seyreder gibi köşesine çekildiği inancından uzak Müslüman
kimliği taşıyan kimseleri sinsi vesvesecinin bir başka tuzağı beklemektedir.
“Ben sizin için iki şeyden korkarım; uzun emel, heva ve heves…” buyurur İmam Ali (as).
Erişilemeyecek şeylerin peşinden giden, dünya hayatının süsüne aldananlar işte tam da bu noktada
şeytanın adımlarını takip ederler. Aslında fıtratında olan ebediliğin peşindedir ama karanlıkta yolunu
kaybetmiş ve ana yoldan sapmış olduğundan tali yollardan geçerek ters istikamete yönelmiştir. Onun
yolunun ışığı artık şimşek çakması gibidir; aydınlandığında ilerleyeceğini sanır oysa karanlıklar
ortasında kalakalır. Ebediyet yurduna götüren o ilahi ışıktan şimdi yararlanamamaktadır.
Uzun emeller sahibi insanın nasıl sapacağını, hangi bahanelerin arkasına sığınacağını en iyi bilen
kudret, ilahi tedbirini zer âleminde çoktan almıştır. Toprak olacak olan gözlerimiz için yeryüzünü
kandillerle donatan sınırsız iradenin, baki kalacak ruhumuz için de hidayet meşaleleri ile yol
göstermemesi mümkün müdür? Hatem Peygamberde olan rahmetin taşıyıcıları yolu aydınlatmaya
devam etmiş, bulutun arkasına çekilse dahi ışığı asla sönmemiş, sönmeyecektir. Tıpkı Kur’an dili,
Peygamber gülü annesi Hz. Zehra (sa) gibi.