EHL-İ BEYT İLE ÜMMET ARASINDAKİ FARKI İMAM RIZA(AS)’DAN DİNLEYELİM
EHL-İ BEYT İLE ÜMMET ARASINDAKİ FARKI İMAM RIZA(AS)’DAN DİNLEYELİM Bir gün Ali b. Musa er-Rıza (a.s) Halife Me'mun'un meclisine gitti. Irak ve Horasan ulemasından bir grup toplanmıştı. Me'mun dedi ki: – Bana şu ayetin anlamını söyleyin: "Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik." [1] – Bu ayette ümmetin tamamı kastediliyor, dediler. Me'mun: – Sen ne dersin, ey Ebu'l-Hasan(İmam Rıza), dedi. İmam Rıza (a.s) şöyle dedi: – Ben onların düşündüğü gibi düşünmüyorum. Ben diyorum ki: Yüce Allah burada Peygamber'in (s.a.a) tertemiz soyunu kastediyor. Me'mun dedi ki: – Nasıl olur da bütün ümmet değil, sadece Peygamber'in (s.a.a) soyu kastedilmiş olur? İmam Rıza (a.s) şöyle dedi: – Eğer ümmetin tamamı kastedilmiş olsaydı, bu takdirde bütün ümmet cennete girerdi. Çünkü yüce Allah devamında şöyle buyuruyor: "Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur." [2] Ardından onların cennette olduklarını belirtiyor ve şöyle buyuruyor: "İçine girecekleri Adn cennetleridir." [3] Dolayısıyla kitabın mirasçısı olanlar, peygamberin Ehl-i Beyt'idir, başkası değil. Sonra İmam Rıza (a.s) şunları söyledi: – Ehl-i Beyt yüce Allah'ın aşağıdaki ayette vasfettiği kimselerdir: "Ey Ehl-i Beyt! Allah sadece sizden, günahı gidermekve sizi tertemiz yapmak istiyor." [4] Yine onlar, Allah Resulü'nün (s.a.a) haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: "Size iki ağır emanet bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı, biri de Ehl-i Beyt'im. Bunlar havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar. O hâlde benden sonra ikisine karşı nasıl bir tavır takındığınıza bakın. Ey insanlar! Onlara öğretmeye kalkmayın, çünkü onlar sizden daha âlimdirler." Âlimler şöyle dediler: – Ey Ebu'l-Hasan! Bize itreti anlat; Ehl-i Beyt midir, yoksa başkaları mıdır? İmam Rıza (a.s): – Ehl-i Beyt'tir, dedi. Bunun üzerine âlimler dediler ki: – Resulullah'tan (s.a.a) nakledilir ki: "Ümmetim, benim Ehl-i Beyt'imdir." demiştir. Ashaptan da reddedilmesi mümkün olmayan müstefiz bir haber olarak: "Âl-i Muhammed, Muhammed'in ümmetidir." rivayet edilmiştir. İmam Rıza (a.s) dedi ki: – Söyleyin bana, sadaka almak Âl-i Muhammed'e haram mıdır? – Evet, dediler. Buyurdu ki: – Ümmete haram mıdır? – Hayır, dediler. Buyurdu ki: – İşte Ehl-i Beyt ile ümmet arasındaki fark budur. Yazıklar olsun size! Nereye sürükleniyorsunuz? Zikirden yüz mü çevirdiniz, yoksa siz haddi aşan bir topluluk musunuz? Bu rivayetin zahiren ümmetin seçilmişleriyle ilgili olduğunu, diğerleriyle ilgili olmadığını bilmiyor musunuz? Dediler ki: – Bunu nereden çıkarıyorsun, ey Ebu'l-Hasan?! Dedi ki: – Allah'ın şu ayetinden: "Andolsun ki biz, Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik; peygamberliği de, kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır." [5] Bundan da anlıyoruz ki kitap ve peygamberliğin mirası doğru yolda olanlara aittir, fasıklara ait değildir. Nuh'un, Rabbine şöyle seslendiğini bilmiyor musunuz: "Dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vadin ise haktır." [6] Çünkü Allah, onu ve ailesini kurtaracağını vaat etmişti. Rabbi ise Nuh'a şu cevabı verdi: "O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı, kötü bir iştir. O hâlde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim." [7] Bunun üzerine Me'mun şöyle dedi: – Allah Ehl-i Beyt'i diğer insanlardan üstün tutmuş mudur? İmam Rıza (a.s) dedi ki: – Aziz ve Cebbar olan Allah, kitabının muhkem ayetlerinde, Ehl-i Beyt'in diğer insanlardan üstün olduğunu belirtmiştir. Me'mun: – Allah'ın kitabının neresinde yazar, diye sordu. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: – Şu ayetlerde: "Allah birbirinden gelmiş bir nesil olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı." [8] Yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." [9] Sonra bu ayetin ardından hitabı diğer müminlere yönelterek şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." [10] Burada kendilerine kitap ve hikmet miras bırakılan ve şu ifadede başkaları tarafından kıskanıldıkları belirtilen kimseler kastediliyor: "Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." Burada bu seçilmiş ve tertemiz kılınmış kullara itaat edilmesi kastediliyor. Çünkü ayette geçen mülk, onlara itaat edilmesi anlamındadır. Âlimler dediler ki: – Allah Teâlâ Kur'ân'da seçkin insanları açıklamış mı? İmam (a.s) dedi ki: – Evet, batına ilave olarak zahirde de Kur'ân'ın on iki yerinde açıkça beyan etmiştir: Birinci ayet şudur: "(Öncelikle) en yakın akrabalarını korkut." [11] Allah Teâlâ’nın bu ayette Peygamber'in Âl'ini kastetmesi (onlar için) güzel bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir. İşte bu (on iki ayetten) birincisidir. İkinci ayet şudur: "Ey Ehl-i Beyt! Gerçekten Allah sizden her çeşit kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." [12] Bu da hiçbir katı düşmanın dahi inkâr etmediği bir fazilettir. Üçüncüsü de şudur: Allah Teâlâ, yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında, Mübahele Ayeti'nde Peygamber'ine şöyle emretti: "(Ey Muhammed!) De ki: Gelin,oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim ve Allah'ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım." [13] Peygamber (s.a.a) bu ayetin düsturu gereğince Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yı (üzerlerine selâm olsun) Medine'nin dışarısına çıkardı ve onları kendisi gibi kabul etti. Ayette geçen "kendimizden" ve "kendiniz"den maksadın ne olduğunu biliyor musunuz? – Kendisini kastetmiştir, dediler. – (Hayır!) Yanıldınız. Çünkü Allah, onunla Ali'yi (a.s) kastetmiştir. Buna delil de Peygamber'in (s.a.a) buyurduğu şu sözdür: "Ya, Benî Velia kabilesi bundan vazgeçeceklerdir ya da kendim gibi olan bir kişiyi onlara (karşı koymak için) göndereceğim." Yani Ali'yi (a.s). İşte bu hiçbir kimsenin, ötesine geçmeyeceği bir özelliktir; hiçbir kimsenin ihtilaf etmediği bir üstünlüktür ve daha önce hiçbir yaratığın elde edemediği bir şereftir. Çünkü Peygamber, Ali'nin nefsini kendi nefsi gibi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir. Dördüncüsü de şudur: Peygamber (s.a.a), Ehl-i Beyt'ten başka bütün insanları camiden dışarı çıkardı (onların camiye açılan evlerinin kapılarını kapattı). Bu duruma halk ve özellikle Abbas itiraz etti. Abbas: "Ya Resulullah, neden Ali'yi bırakıp da bizi dışarı çıkardın?" dediğinde, Resulullah şöyle buyurdu: "Ben onu bırakıp sizi dışarı çıkarmadım. Allah onu bıraktı ve sizi dışarı çıkardı." İşte Resulullah'ın (s.a.a) Ali'ye (a.s) buyurduğu: "Harun Musa'ya nasıldıysa sen de bana öylesin." sözünün açıklaması da budur. Ulema: – Bu üstünlüğün Kur'ân'la ne ilişkisi vardır, dediler. İmam (a.s) dedi ki: – Bu konuda size Kur'ân'dan bir ayet getirip okuyacağım. – Getir, dediler. İmam (a.s) dedi ki: – O ayet şudur: "Musa'ya ve kardeşine, Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın... diye vahyettik." [14] Bu ayet Harun'un Musa'nın nezdindeki makamını beyan ediyor. (Harun, Musa'nın kardeşi, yardımcısı ve veziri idi). Bu ayet yine Ali'nin (a.s), Peygamber (s.a.a) nezdindeki makamını da beyan etmektedir. Bununla birlikte Peygamber'in şu buyruğunda da, (Ehl-i Beyt'in üstünlüğü için) apaçık bir delil vardır: "Bu camiye, Muhammed ve Âl-i Muhammed'den başka hiçbir kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir." Ulema dediler ki: – Bu (çeşit) izah ve beyan ancak siz Resulullah'ın Ehl-i Beyt'i yanında bulunur. (Yani bu çeşit açıklamaları sizden başka kimse bilmez.) İmam (a.s) şöyle buyurdu: – Bizim bu makamımızı kim inkâr edebilir? Oysaki Hz. Resulullah (diğer bir yerde) şöyle buyurmuştur: "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim şehrini dilerse, kapısından girmelidir." İzah ve beyan ettiğimiz şeylerdeki (mevcut olan) üstünlüğü, şerefi, seçkinliği ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu nimetlere karşı Allah-u Azze ve Celle'ye şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür. Beşinci ayet de şudur: "Akrabalarının hakkını ver." [15] Bu, yüce Allah'ın, Ehl-i Beyt'i mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah Teâlâ onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah'a (s.a.a) indiğinde, şöyle buyurdu: "Fatıma'yı yanıma çağırın." Fatıma (s.a) geldiğinde, Resulullah (s.a.a): "Ey Fatıma!" diye buyurdu. Fatıma: "Buyur ey Allah'ın Resulü!" dedi. Resulullah (s.a.a): "Fedek'i elde etmek için ne at sürülmüştür ve ne de deve. Bu yüzden Fedek (arazisi) bana mahsustur, diğer Müslümanlara mahsus değildir. Ben Allah'ın emri üzerine onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evladın için al." Bu da beşincisidir. Altıncı ayet de şudur: "De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir..." [16] Bu, sadece Peygamber'e (s.a.a) mahsus olan bir özelliktir, diğer peygamberlere değil. Yine Ehl-i Beyt'e mahsus olan bir özelliktir, diğer kimselere değil. Bunun beyanı şudur ki: Allah Teâlâ diğer peygamberlerden bu sözü naklederken, örneğin Nuh'tan (a.s) şöyle naklediyor: "Ey kavmim! Ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak da değilim; şüphe yok ki onlar, Rablerine kavuşacaklar; fakat ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum." [17] Hud'dan (a.s) da şöyle naklediyor: "Dedi ki: ...Ey kavmim! Ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?" [18] Ama yüce Allah Resulullah'a (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir." [19] Allah Teâlâ, Ehl-i Bey-t'in kesinlikle dinden çıkmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının bir diğer delili de şudur: Eğer bir kimse bir kimseyle dost olur da akrabalarından bazısı ona düşman olursa, (ister istemez) kalp salim kalmaz (o dostluk bozulur). Allah Teâlâ da Peygamber'in mübarek kalbinde hiçbir mümine karşı bir kırgınlık olmamasını istediği için Ehl-i Beyt'in sevgisini onlara farz kıldı. Kim bu vazifeye riayet edip Resulullah'ı ve Ehl-i Beyt'ini severse, Resulullah'ın (s.a.a) onu sevmemesi mümkün değildir. Ama kim bu vazifeyi terk eder, ona amel etmez ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine nefret duyar, düşmanlıkta bulunursa, Resulullah (s.a.a) da ona nefret duyar. Çünkü o adam ilâhî farizalardan birini terk etmiştir. Bundan daha üstün bir fazilet ve bir şeref var mıdır? Şu ayet: "De ki: sizden tebliğime karşılık hiçbir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir." nazil olduğunda, Resulullah (s.a.a) ashabı arasında ayağa kalkıp Allah'a hamdüsena etti ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Allah size bir vazife farz kılmıştır, onu yapar mısınız?" Hiç kimse cevap vermedi. İkinci gün de ayağa kalktı ve aynı sözü tekrarladı. Yine hiç kimse cevap vermedi. Üçüncü gün de ayağa kalkıp: "Ey insanlar, Allah size bir vazife farz kılmıştır, onu yapar mısınız?" diye buyurunca yine hiçbir kimse cevap vermedi. Bunun üzerine: "Ey insanlar, bu vazife ne altın gerektirir, ne de gümüş; ne yenilecektir, ne de içilecek." buyurduğunda halk: "Artık ne buyuruyorsanız buyurun." dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) mezkûr ayeti onlara tilavet etti. Onlar da: "Allah'ın istediği bu olursa, bunu yaparız." dediler. Ama onların çoğu, bu söze bağlı kalmadılar. Daha sonra İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: ‒ Babam ceddimden, o da babalarından ve onlar da Hüseyin b. Ali'den şöyle rivayet ederler: Muhacir ve ensar, Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna varıp şöyle dediler: "Ya Resulullah, hem sizin ve hem de gelen misafirlerin masrafları oluyor. İşte bu (sizin yetkinizde olan) mal ve kanlarımızdır; bu hususta istediğiniz şekilde hüküm verin. Çekinmeden dilediğiniz şeyi bağışlayın ve dilediğiniz şeyi bırakın." Allah Teâlâ, (onlara cevap olarak) Ruhu'l-Emin'i göndererek şöyle dedi: "(Ey Muhammed!) De ki:Sizden tebliğime karşılık hiçbir ücret istemiyorum; isteğim, ancak yakınlarıma sevgidir. Benden sonra da akrabalarımı incitmeyin." Toplantıda bulunanlardan bazıları dışarı çıktıklarında şöyle dediler: "Resulullah teklifimizi, kendisinden sonra yakınlarına özenmemiz için reddetti. Bu, Peygamber'in (kendi yanından uydurup) Allah'a iftirasından başka bir şey değildir." -Elbette çok ağır bir sözdü bu.- Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Yoksa kendisi onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz Allah'tan bana (gelecek) olan hiçbir şeye (karşı) malik olamazsınız. O sizin, kendisi hakkında ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu daha iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." [20] Peygamber (s.a.a) onların peşine birisini gönderdi. Geldiklerinde onlara: "Sizler bir şey mi söylediniz?" diye buyurdu. Onlar: "Evet, ya Resulullah, bizlerden bazıları bizim için hoş olmayan ağır bir söz söyledi." dediler. Resulullah (s.a.a), nazil olan ayeti onlara okudu. Onlar (bunu duyunca) şiddetli bir şekilde ağladılar. Daha sonra Allah Teâlâ şu ayeti nazil etti: "Kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlemekte olduklarınızı bilen O'dur." [21] Bu da altıncısıdır. Yedinci ayet de şudur: "Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin." [22]Bunu düşmanlar da biliyorlar ki, bu ayet nazil olduktan sonra halk: "Ya Resulullah, biz sana selâm vermeyi biliyoruz; fakat salât nasıl olur?" diye sordular. Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: "Şöyle deyin: Allahumme salli ala Muhammed'in ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahim'e ve Âl-i İbrahim; inneke Hami-dun Mecid." İmam Rıza (a.s) orada bulunanlara: " ‒ Ey cemaat, sizler arasında bu konuda bir ihtilaf var mı, diye sordu. Orada bulunanların hepsi: ‒ Hayır, dediler. Me'mun: ‒ Bu konuda asla ihtilaf yoktur, bilakis ittifak vardır. Fakat Ehl-i Beyt hakkında bundan daha açık bir ayet var mı? İmam (a.s) dedi ki: ‒ Söyleyin bakalım: "Yâ Sîn ve'l-Kur'âni'l-Hakîm, inneke le mine'l-mürselin, ala sıratın mustakim" ayetlerinin başında geçen "Yâ Sîn" kelimesinden kastedilen kimdir? Ulema: ‒ Yasin, Muhammed'dir ve bunda hiçbir şüphe yoktur, dediler. İmam (a.s) dedi ki: ‒ Allah Teâlâ, bu konuda Muhammed ve Âl-i Muhammed'e öyle bir fazilet vermiştir ki, hiç kimse vasfının hakikatine erişemez. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberlerin dışında, başka hiç kimseye selâm vermemiştir. Yüce Allah buyurmuştur ki: "Âlemler içinde Nuh'a selâm olsun." [23] "İbrahim'e selâm olsun." [24] "Musa'ya ve Harun'a selâm olsun." [25]Ama "Nuh'un Â-l'ine selâm olsun" veya "İbrahim'in Âl'ine selâm olsun" veyahut "Musa ve Harun'un Âl'ine selâm olsun." buyurmamıştır, sadece "Âl-i Yâsîn'e selâm olsun" diye buyurmuştur. Yani Muhammed'in Ehl-i Beyt'ine. Me'mun: ‒ Andolsun ki, bu nükte ve bu izah ve beyan, ancak nübüvvet madeninde olabilir. İmam Rıza buyurdu ki: ‒ Bu yedincisiydi. Sekizinci ayet ise şudur: "Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarınındır..." [26] Allah Teâlâ, kendine ve Peygamber'ine bir pay ayırdığı gibi, yakınlara da bir pay ayırdı. İşte bu, Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki farktır. Çünkü Allah Teâlâ, Âl'i (Ehl-i Beyt'i) bir mevkide karar kılmış, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçkin kılmıştır. Kendisi ve onlar için beğendiği her fey, ganimet ve diğer şeylerde ilk önce kendisini, sonra Peygamber'i, daha sonra da Peygamber'in (s.a.a) yakınlarını zikretmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: "Bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri mutlaka Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarınındır..." İşte bu ayet Allah'ın natık/konuşan kitabında kıyamete kadar onlar için açık bir tekit ve daimî bir emirdir. Öyle bir kitaptır ki: "Batıl, ona önünden de, ardından da yaklaşamaz. (Çünkü o,) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir." [27] Ayetin ardında zikredilen yetim ve yoksullara gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır, çünkü) yetim baliğ olduğunda humus sahipleri sırasından çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da zengin olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz; ganimeti almak da onun için caiz değildir. Ama yakınların payı kıyamete kadar, ister zengin olsunlar, ister fakir, onlar için sabittir. Çünkü Allah ve Resulü'nden daha zengin hiçbir kimse yoktur; bununla birlikte kendisi ve Resulü için ganimetten bir pay ayırmıştır. Kendisine ve Resulü'ne beğendiği şeyi zi'l-kurba (yakınlar) için de beğenmiştir. Böylece fey' (savaş yapılmadan elde edilen mal, ganimet) hakkında da kendisi ve Resulü için istediği şeyi, zi'l-kurba için de istemiştir. Ganimette olduğu gibi ilk olarak kendi hakkını, sonra Peygamber'in hakkını ve daha sonra da zi'l-kurba'nın (Resulullah'ın yakınlarının) hakkını zikrederek zi'l-kurba'yı Allah ve Resulü'nün (s.a.a) ismiyle birlikte ve onların peşinden zikretmiştir. İtaat konusunda da durum aynıdır. Yüce Allah buyurmuştur ki: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre." [28] [Ulu'l-emr, Allah ve Resulü'nden sonra kendilerine itaat edilecek emir sahipleridir.] Burada da yine ilk önce kendisini, sonra Peygamber'i ve daha sonra da Ehl-i Beyt'i zikretmiştir. Velayet Ayeti'nde de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz (ve yetki sahibiniz) ancak Allah'tır, O'nun Resulü'dür ve inananlardır..." [29] [Yani Emir-ül Mü'minin Ali'dir.] Allah Teâlâ ganimet ve fey'de, kendi payını ve Peygamber'in payını onların payıyla birlikte ve beraber zikrettiği gibi, onların velâyetini (yöneticilik hakkını) ve Peygamber'e itaati de kendisine itaatle birlikte zikretmiştir. Yüce Allah'ın, Eh-l-i Beyt'e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür! Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde; kendisini, Resulü'nü ve Resul'ünün Ehl-i Beyt'ini ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir." [30] Bunların arasında Allah Teâlâ’nın, kendisi, Resul'ü ve zi'l-kurba (yakınlar) için bir pay tayin ettiğini bulabilir misiniz? Münezzeh kılma sırası geldiğinde, kendisini, Resul'ünü ve Resul'ünün Ehl-i Beyt'ini ondan münezzeh kıldı. Münezzeh kılmakla yetinmeyip, sadakayı onlara haram kıldı. Çünkü sadaka Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine haramdır. Sadaka insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir. Çünkü onlar her çeşit kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah onları her çeşit kirden münezzeh kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir; kendisine beğenmediği şeyi onlar için de beğenmemiştir. Dokuzuncusu da şudur: Biz zikir ehliyiz; öyle zikir ehli ki Allah Teâlâ, kitabında (onların hakkında) şöyle buyurmuştur: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun." [31] Ulema: ‒ Allah bu ayetten Yahudi ve Hıristiyan âlimlerini kastetmiştir, dediler. İmam (a.s): ‒ Böyle bir şey mümkün mü? O zaman bizi kendi dinlerine çağırırlar ve "Bizim dinimiz, İslâm dininden daha üstündür." derler. Me'mun: ‒ Ya Ebe'l-Hasan, bunların sözünün reddinde bir izah ve beyanın (delilin) var mıdır? İmam (a.s): ‒ Evet. Zikir Resulullah'tır, biz ise zikrin ehliyiz. Talâk Suresi'nin şu ayetiyle bu konu açıklığa kavuşmuştur: "Ey inanan akıl sahipleri, Allah'tan korkup sakının. Doğrusu Allah, O'nun apaçık ayetlerini size okuyacak bir resul, bir zikir indirmiştir." [32] Bu ayetteki zikir Resulullah'tır, biz ise onun ehliyiz. Bu da dokuzuncusudur. Onuncusu da şu Tahrim Ayeti'dir: "Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz... size haram kılındı." [33] Söyleyin bakalım, Eğer Resulullah hayatta olsaydı, benim kızım veya oğlumun kızı veyahut soyumdan gelen kızlarla evlenmesi doğru olur muydu? Ulema: ‒ Hayır, olmazdı, dediler. İmam (a.s) dedi ki: ‒ Sizin kızlarınızla nasıl; evlenebilir miydi? ‒ Evet, evlenebilirdi, dediler. İmam (a.s) buyurdu ki: ‒ Öyleyse bu, bizim O'nun Ehl-i Beyt'i olduğumuza bir delildir, sizin değil. Eğer O'nun Ehl-i Beyt'inden olsaydınız, bizim kızlarımızın O'na haram olduğu gibi, sizin de kızlarınız O'na haram olurdu. Demek ki biz onun Ehl-i Beyt'indeniz, siz ise onun ümmetindensiniz. İşte Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki fark budur. Âl (Ehl-i Beyt) Peygamber'in kendisindendir, ama ümmet böyle değildir. Bu da onuncusudur. On birincisi de Mü'min Suresi'ndeki şu ayettir: "Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: Siz, 'Benim Rabbim Allah'tır' diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır..." [34] Bu adam Firavun'un dayısı oğluydu. Allah onu, nesebinden dolayı Firavun'a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Peygamber'in Ehl-i Bey-t'i olduğumuz için ona mahsus kılınmışız, din yönünden ise bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da on birincisidir. On ikincisi de şu ayettir: "Ehline namazı emret ve kendin de ona karşı sabırlı ol." [35]Allah bizi bu özellikle üstün kılmıştır. Çünkü bizi de onunla beraber namaza emretmiştir. Sadece bizi bu özellikle üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fatıma'nın kapısına gelip şöyle buyuruyordu: "Namaza! Allah size rahmet etsin." Allah Teâlâ, Peygamber'in bütün ailesi içerisinde bize yaptığı bu bağışı, peygamberlerin evlatlarından hiçbiri hakkında yapmamıştır. Bu da Âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur ve Allah'ın salâtı peygamberi Muhammed'e olsun. [1]- Fâtır, 32 [2]- Fâtır, 32 [3]- Fâtır, 33 [4]- Ahzâb, 33 [5]- Hadîd, 26 [6]- Hûd, 45 [7]- Hûd, 46 [8]- Âl-i İmrân, 33–34 [9]- Nisâ, 54 [10]- Nisâ, 59 [11]- Şuarâ, 214 [12]- Ahzâb, 33 [13]- Âl-i İmrân, 61 [14]- Yûnus, 87 [15]- İsrâ, 26 [16]- Şûrâ, 23 [17]- Hûd, 29 [18]- Hûd, 51 [19]- Şûrâ, 23 [20]- Ahkaf, 8 [21]- Şûrâ, 25 [22]- Ahzâb, 56 [23]- Sâffât, 79 [24]- Sâffât, 109 [25]- Sâffât, 120 [26]- Enfâl, 41 [27]- Fussilet, 42 [28]- Nisâ, 59 [29]- Mâide, 55 [30]- Tevbe, 60 [31]- Nahl, 43 [32]- Talâk, 10–11 [33]- Nisâ, 23 [34]- Mü'min, 28 [35]- Tâhâ, 132