ŞÜKRÜN ADI, MÜ’MİNİN ÂBÂDI; İBADET
“Yemin olsun ki, şükrederseniz size olan nimetlerimi mutlaka artırırım.
Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz ki azabım çok şiddetlidir.
(İbrahim,7) Rabb'imizin insanlara sunduğu nimetleri düşünsek ve saymaya başlasak; güneş, toprak, türlü bitkiler, her biri farklı tat, renk ve kokuda yüzlerce çeşit meyve, rengârenk çiçekler, demir, altın, gümüş gibi onlarca element ve maden… Rabb'in nimetleri saymakla biter mi? Bütün kalemler tükenir, mürekkepler biter, ancak O’nun insanoğluna bahşettiği nimet ve güzellikler saymakla ve anlatmakla bitmez. Bitkiler hayatta kalmak için sadece biraz su, hava ve toprağa ihtiyaç duyarlar. Hayvanlar ise etçil, otçul ve hem et hem otla beslenenler -açlıklarını dindirecek kadar- ancak birkaç çeşit yiyecek tüketirler. İnsanlar ise binlerce yiyecekle beslenir ve yüzlerce baharatla da öğünlerini daha leziz hale getirmek ister. Canlılar içinde giyinen ve bunun için hayvanların derisini, yününü, çeşitli bitkileri kumaş için kullanan ve tabiattaki birçok bitkinin kökü renkler elde edilsin diye hizmetine sunulan tek canlıdır o. Yani yeryüzünde Allah’ın nimetlerinden en çok yararlanan insandır. Balık denizdedir ama bu eşsiz güzelliğin farkında değildir. Denizin ve gökyüzünün mavisi, yaprağın yeşili, laleden menekşeye sayısız çiçeğin rengi kimin göz zevki içindir? Otlakta karnını doyuran inek için kır çiçeğinin diğer otlardan; inci ve mercanın suda yüzen balık veya karada gezen hayvan için bir taştan ne farkı vardır? Çamurda debelenen kurt için geceleyin baş döndüren güzelliğiyle çıkan mehtap ne ifade eder? Allah’ın rızkıyla yiyen, içen, giyinen, süslenen; O’nun arzında gezen, eğlenen ve güneşiyle ısınan ve aydınlanan bizlere Rabbimiz şöyle seslenir: “Doğrusu sizi yeryüzüne yerleştirmemize ve size orada çeşitli geçim kaynakları vermemize karşılık ne kadar da az şükrediyorsunuz.” (Secde, 9) Rahman suresinde nimetler birer birer sayılır ve ardından kullara şu soru yöneltilir: “O halde Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?” Fıtrat gereği iyilikler kişide minnettarlık duygusu uyandırır ve bunu iyiliğin sahibine teşekkür etme isteği izler. Bu istek uzun veya kısa süreli olabilir. İyiliğin değişik zamanlarda tekrarlanması ise bu duyguyu sevgiye dönüştürür. Zamanla insanın tüm davranışlarında bu sevginin izlerine rastlanır. Ancak insanoğlu önce büyük nimetleri ateşli duygularla karşılar ve nimeti kendisine bahşedene minnettarlığını nasıl bildireceğinin yollarını aramaya başlar. Fakat zamanla gözler bu güzellik ve iyiliklere alışır, hatta körleşir. Bunlar kişiye oldukça sıradan (doğal) gözükür. Mesela; rızkı sürekli ve düzenli olarak kendisine ulaşan bir insan, daha önceki açlık ve yoksunluk dönemlerini unutur ve bu hallerin bir daha başına gelmeyeceğinden emin gibi davranır. Yine her gün güneşi görmeye alışan biri için güneş, sıradan bir ihsan gibi görünür ve onun değeri ancak bulutlu geçen birkaç günden sonra tekrar hatırlanır. Kişi, Rabbini nimetler içinde yüzerken unutur, fakat ne zaman nimetler ondan çekilip alınsa acizliğini tekrar hatırlar ve Yaratan’a yönelir. Kur’an zihinlerde kalıcı iz bırakması ve ibret olması için gemi örneğini verir: Gemi uçsuz bucaksız bir denizde sakin, sorunsuz bir şekilde seyir halindeyken içinde bulunanlar hallerinden memnun ve Rablerinden habersiz bir yolculuk sürerler. O’na karşı isyan ve günah içinde şımarır, Rablerini ve sorumluluklarını unuturlar. Fakat ne zaman ki gemi denizin tam ortasında -derinliğin en yüksek seviyede olduğu ve kurtulma ümidinin olmadığı bir yerde- şiddetli bir fırtınanın girdabına kapılır; işte o zaman gemidekiler Allah’tan başka yöneldikleri ve değer verdikleri bütün putları unutur ve bu sıkıntıdan kendilerini kurtarabilecek yegâne güce, halis bir yakarışla dua ederler. Ve şart koşarlar: “Eğer Sen bizi bundan kurtarırsan biz kesinlikle Sana şükredenlerden olacağız.” Fırtına dinip gemi normal seyrine döndüğünde ise hemen yan çizerler ve Rahman’a verdikleri sözü unuturlar. O’ndan yüz çevirip tekrar şirk koşmaya ve isyan etmeye koyulurlar. Bu, insanoğlunun kendisine verilen ihsana karşı sergilediği nankörce tutumun en müşahhas örneğidir: “Zaten insanoğlu nankördür.” Ayette adı geçen deniz ‘Kâinat’ı, gemi ise ‘Dünya’yı çağrıştırır. Allah (c.c) uçsuz bucaksız kâinatta hiç desteksiz, havada asılı duran Dünya’yı dengede tutmaktadır ve dünyada gerçekleşen her olay O’nun dilemesiyledir. İnsan sürekli olarak kendini engin bir denizde seyir halinde gibi hissetmelidir. Bu geminin kontrolü Rabbin elindedir. Sadece geminin değil, yerin, göklerin, kâinatın idaresi O’nun elindedir. Sahile ulaşmak mümkün olsa da karada başımıza bir felaketin gelmeyeceğinden emin olabilir miyiz? Depremle yerin dibine batmamaktan, volkan patlamasıyla yanıp kül olmamaktan, başımıza gökten taş yağmamasından, sel sularıyla sürüklenip can vermemekten, vücudumuza girecek gözle görünmeyecek kadar küçük bir virüsün pençesinde ölüme sürüklenmeyeceğimizden ve daha birçok felaketin gelip bizi yakalamamasından… Tabiatın yasalarını o yazar ve uygular. Kâinatta meydana gelen her olay O’nun bilgisi dâhilindedir: “O’ndan izinsiz bir yaprak dahi düşmez yere.” Bazen Allah (c.c), akıl sınırlarını aşacak şekilde fevkalade emirler verir. O, Nuh kavminin üzerine karada tufan gönderendir; Musa (a.s) ve ordusunu Kızıldeniz’de açtığı yolda yürütüp kurtarandır. Halkını zulmüyle inim inim inleten kâfir Nemrut’un üzerine çok büyük ordular göndermez O; aksine saltanatıyla birlikte kibrini de alaşağı eden küçük bir sinekle onu ve zalim saltanatını devirir. Karada yaşayan canlıların en irisi olan hayvanlarla Beytullah’a saldırmaya gelen Fil Ordusu’nu, gökte uçan ve ağızlarında minicik taşlar taşıyan küçük kuşlarla bozguna uğratır. Kur’an’da Sebe Kavmi’nin kıssası anlatılır: Sebe, bugünkü Yemen’in güneyinde yerleşmiş bir topluluktur. Allah (c.c) onlara verimli topraklar bahşeder ve bol yağmur gönderir ekinlerinin üzerine. Ekinleri, bahçeleri bu yağmurlarla bereketlenir. Daha fazlasını isteyen Sebe halkı, suların önüne setler çekip barajlar oluşturur. Sağlı sollu bahçeler etraflarını sarmış şekilde, rahat ve bolluk içinde hayat sürerler. Rableri bütün bu nimetlere karşılık onlardan sadece bir şey istemektedir: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. İşte hoş bir memleket ve bağışlayan bir Rab…” Onlardan beklenen, rızıkların sahibine itaat ve ibadet etmeleriydi ki ayette bu ‘şükür’ olarak geçmektedir. Şükür, ihsan sahibinin nimetlerini O’nun istediği şekilde kullanmaktır. Fakat Sebe halkı bu emre uymadı ve zenginliklerle şımarıp yeryüzünde azgınlık yaptı. Allah’a kulluktan yüz çevirip güneşe secde etmeye devam ettiler. Buna karşılık Allah (c.c) onların üzerine Arîm selini gönderdi. Refahları ve zenginlikleri için oluşturdukları baraj da kendi felaketleri oldu. Kocaman kayaları bile yerinden oynatıp sürükleyen, önüne geleni yutan, o görkemli bahçeleri talan eden bir sel… O yemyeşil bahçeler, yerini kaskatı kayaların sırıttığı, kupkuru bir çöle bıraktı. “Nankörlüklerinden ötürü onları işte böyle cezalandırdık” ifadesi yer bulur ayette. Ve devamında Allah (c.c) kendisine gerektiği gibi şükredip itaat eden kullarının içini ferahlatır: “Biz hiç nankörden başkasını cezalandırır mıyız?” Rahman’ın ikramlarını peş peşe almanın rahatlığıyla gaflete dalmadan; nimetler çekildiğinde O’na darılmadan dininde sebat eden ve şükreden bir kulunu Rahman hiç cezalandırır mı? Şükür, nimet verenin ikramını O’nun huzurunda eğilerek itiraf etmektir. Kendisine ihsanda bulunanı övgüyle anmaktır: “El-Hamdu li’llahi Rabbi’l-Âlemin” Nimetin şükrü, Yaratan’a minnettarlık duymak ve saygıyı korumaktır. Nimetler içinde yüzerken de, mahrum kalırken de Rabbinden razı olmak ve itaati sürdürmektir. Bollukta hamdedip yoklukta sabretmektir şükür. Yalnızca O’na ibadet edip, sadece O’nun önünde eğilmenin adıdır ŞÜKÜR. Bu şükrün ilk basamağı, Allah’ın nimetlerini itiraf etmek ve O’na karşı gelmekten sakınmak; son aşaması da bedenin hareketlerinde, dilin bütün telaffuzlarında, kalbin bütün çarpmalarında ve ruhun bütün titremelerinde bu şükrü gözeterek Allah’ı anma çabası içinde olmaktır. - Dilin şükrü; haram tatmamak, yalan gıybet gibi men edildiği sözlerden kaçınmak, tesbih, hamd, tekbir sözleri ve Kuran’la Allah’ı anmaktır. -Kalbin şükrü; Allah sevgisiyle ve O’nu sevenlerin sevgisiyle dolu olması; haset, kin, kötü zan, kibir gibi kötü duygulardan uzaklaşmasıdır. -Gözün şükrü; ibret için bakması ve bakışlarının sadece helale yönelmesi ve haramdan sakınmasıdır. - Bedenin tümüyle şükür; onu Allah yolunda yormak, namazla, oruçla vd ibadetlerle organların hakkını vermektir. Ragıb İsfahani, “şükür” sözcüğünü “nimeti tasavvur edip onu göstermektir” şeklinde tanımlar. Bunun tam zıddı ise “nimeti unutmak ve onu gizlemek” anlamına gelen “küfür”dür. Bir başka tanıma göre: “Nimeti, nimet verenin istediği şekilde kullanmak şükürdür.” Şükür üç çeşittir: -Kalple şükür; Nimeti hatırda tutmak, -Dille şükür; Nimeti vereni övgüyle anmak, -Diğer organlarla şükür: Nimet sahibine layık olduğu şekilde karşılık vermektir. Şükrün faydası Allah’a değil, kula yöneliktir. Kul şükrederek Allah’a minnet borcunu bildirmiş olur. Ayrıca nimete şükreden kimsenin daha çok istemeye de yüzü olur. Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Allah’ın kullarına nimetleri ve dolayısıyla şükretme sebepleri ayetlerde şöyle zikredilir: -Bağışlanma: “Belki şükredersiniz, diye sizi bağışlamıştık.” (Bakara, 52) -Barınma, İlahi yardım, rızık: “Allah sizi kendisine şükretmeniz için barındırdı, yardımıyla güçlendirdi ve tertemiz şeylerle rızıklandırdı.” (Enfal, 26) -Organlar bahşedilmesi: “Belki şükredersiniz diye size kulaklar, gözler ve gönüller verdi.” (Nahl, 7) Genel anlamda Kur’an ayetlerinde şükürden kastedilen Allah’a ibadettir ve bu O’na dille hamd etmeyi de kapsar. Dil ile yapılan zikirler içerisinde Rasul (s.a.a)’ün ifadesiyle ahiretteki ‘mizan terazisini dolduran’ zikir: “El-Hamdulillah” cümlesidir. ‘Hamd’ sayısız nimetler veren Rabb’e sonsuz şükran bildirmedir. Kur’an’ın ilk sûresi Besmele’den sonra Allah’a hamdle devam eder. Namazda, haccda, yemede, içmede, giymede müslümanın dilinden düşürmediğidir hamd. Şükür ama nasıl? Sadece diliyle günde binlerce defa hamd etmekle kişi Yaratan’a minnettarlığını göstermiş olur mu? “Nasılsın?” sorusuna tereddütsüz ve düşünmeden: “Elhamdulillah, iyiyim” cevabını vermenin ardından eşiyle yaşadığı ufak-tefek sorunları bıkkınlıkla anlatan, geçim derdinden ve hastalıklarından her gördüğüne yakınıp sızlanan biri ağzından çıkan hamdin hakkını vermiş olur mu? Mensubu olduğu dinin gereklerini yerine getirmediği halde, dilini durmadan şükür sözleriyle yoran biri, şükrün anlamını kavramış mıdır? Dil alışkanlığı olmaktan öte geçmeyen ve sadece kişinin kendisini kandırdığı bir sözdür böylesi. İçi boş kütük gibi sadece işitsel varlığı olan bir ifade… İslam sadece kâl (söz) dini değil, daha ziyade hal (davranış) dinidir; yani kâlin hâle dönüştüğü ve birbiriyle ahenkli olduğu bir disiplindir. Kur’an’da kendilerine Allah (c.c) katından ilim verilmesi üzerine Rasullerin: “Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun” (Neml, 15)dedikleri haber verilir. Ve Sebe Sûresi’nde bahsi geçen: “Ey Davud ailesi! Şükrünüzü(benim yolumda) çalışarak ifade edin. Zira kullarımdan hakkıyla şükredeni çok azdır” mealindeki ilahi emirden sonra Davud (a.s) ve ailesinin Allah’a daha çok ibadet eder olduğu rivayet edilir. Geceleri ayakları şişene kadar namaz kılan Rasulullah (s.a.a)’a: “Ya Rasulallah! Sen temiz ve günahsız olduğun halde niçin –ibadet etmekte- kendine zahmet veriyorsun?” diye sorarlar. O şöyle buyurur: “Niçin Allah’ın şükreden kulu olmayayım?” O’nun bu cevabında, şükrün ibadetle eşanlamlı kullanıldığına şahit oluyoruz. Yine pek çok ayette de şükürden kastedilenin “Allah’a ibadet etmek” olduğu anlaşılmaktadır. İblis, cennetten kovulduğu gün şu ifadeyi kullanır: “Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (Âraf, 16-17) Kul, Rabbine şükrünü belirtmek için ne yaparsa yapsın; isterse gündüzleri tamamen oruçlu, bütün gecelerini namaz ve duayla geçirsin, dilerse malının tamamını Allah için infak etsin yine de Rabbine gereğince şükretmiş olmaz. Allah (c.c): “Kullarımdan şükreden azdır” (Sebe, 13) buyururken nimetlere şükrün hakkını vermede insanların ihmalkâr davrandıklarına işaret etmiştir. Buna rağmen Rahman, şükredene nimetlerini mutlaka arttıracağını vaat eder. “O halde artık çalışanlar bunun için çalışsın.”