top of page
Kur’an’dan Esintiler

İMAM BÂKIR’IN (A.S) TEFSİRİNDEN ÖRNEKLER
İMAM BÂKIR’IN (A.S) TEFSİRİNDEN ÖRNEKLER
İmam Bâkır (a.s): “Şüphesiz ben; tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yola giren kimseyi bağışlarım.” Tâhâ, 82 ayetinde geçen “doğru yolda giden” (hidayet) ifadesini Ehl-i Beyt İmamları’nın velâyeti şeklinde tefsir etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim, eğer bir adam bütün ömrünü, Kâbe’nin rüknü ile İbrahim makamı arasında Allah’a ibadet etmekle geçirir, ama bizim (Ehl-i Beyt’in) velâyetimizi kabul etmezse, Allah onu yüzükoyun cehenneme atar.” (Mecmau’l-Beyan, 7/23)
- “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” Mâide, 67 ayetini şöyle tefsir etmiştir; “Yüce Allah, Resul’üne Ali’yi halife olarak tayin etmesini vahyetti. Resulullah (s.a.a) bunun, ashabından bazılarına ağır gelmesinden korkuyordu. Bunun üzerine yüce Allah, emrini yerine getirme hususunda onu cesaretlendirmek maksadıyla bu ayeti indirdi.” (Mecmau’l-Beyan, 4/223)
“O gecede melekler ve Ruh (Cebrail) inerler.” Kadir, 4 ayetini tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “O gece, melekler ve kâtipler dünya semasına inerler ve o sene içinde kula isabet edecek şeyleri yazarlar. Emir, O’nun yanında ve O’nun meşiyetine bağlıdır. Dilediğini öne alır, dilediğini de erteler, dilediğini sabit kılar. Ana kitap O’nun yanındadır.” ( Deaimu’l-İslâm, 1/334)
“Artık onlar ve azgınlar oraya (cehenneme) tepetaklak atılırlar.” Şuarâ, 94 ayetini şu şekilde açıklamıştır: “Bu ayet, dilleriyle adaletten söz eden, sonra bu dediklerinden farklı bir tutum içinde olan bir topluluk hakkında nazil olmuştur.” (el-Kâfi, 1/47)
“Eğer bilmiyorsanız, Zikir ehlinden sorunuz.” Enbiyâ, 7 ayetiyle ilgili olarak Muhammed b. Müslim şöyle rivayet eder: İmam Ebu Cafer’e (a.s) dedim ki: “Yanımızda bazı kimseler vardır ki, bu ayette kastedilenlerin Yahudiler ve Hıristiyanlar olduklarını iddia ediyorlar.” Buyurdu ki: “Bu durumda onlar, sizi kendi dinlerine davet ederler!” Sonra, eliyle göğsüne işaret ederek: “Zikir ehli biziz, sorulacak kimseler biziz.” buyurdu.” ( el-Kâfi, 1/211)
“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o gün…” İsrâ, 71 ayetiyle ilgili olarak Cabir b. Yezid el-Cu’fî, Ebu Cafer’in (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Bu ayet nazil olduğunda, Müslümanlar: “Ya Resulallah! Bütün insanların imamı sen değil misin?” dediler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben, Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiş resulüm. Ancak benden sonra benim Ehl-i Beyt’imden insanlara önderlik edecek imamlar olacaktır. Bunlar, insanlar içinde imam olarak ortaya çıkacaklar ve yalanlanacaklardır. Küfür ve sapıklık önderleri ile onların taraftarları onlara zulmedeceklerdir. Kim benim Ehl-i Beyt’imden olan bu imamları veli edinir, onlara tâbi olur ve onları tasdik ederse, o bendendir, benimle beraberdir ve bana kavuşacaktır. Haberiniz olsun! Kim onlara zulmeder, onları yalanlarsa, kesinlikle benden değildir, benimle beraber değildir ve ben de ondan beriyim.” (el-Kâfi, 1/215)
İmam Ebu Cafer el-Bâkır’a (a.s): “Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (kullardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir.” Fâtır, 32 ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: “Hayırlarda öne geçen, imamdır. Ortada olan, imamı tanıyan kimsedir. Kendisine zulmeden de, imamı tanımayan kimsedir.” (el-Kâfi, 1/214)
“İşte bunda ferasetliler için işaretler vardır.” Hicr, 75 ayetinde geçen “ferasetliler” ifadesini şöyle açıklamıştır: Emirü’l-Müminin Ali (a.s) buyurdu ki: “Resulullah (s.a.a) ferasetli idi. Ondan sonra ise ben ve benim soyumdan gelen imamlar, (ayette sözü edilen) ferasetlileriz.” (el-Kâfi, 1/219)
“Şayet doğru yolda gitseler, onlara bol su veririz.” Cin, 16 ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Eğer Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’in ve onun soyundan gelen vasilerin velâyetine bağlı olarak doğru yolda gitseler; onlara itaat etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı kabul etseler, onlara bol su veririz. Yani kalplerine imanı yerleştiririz. Ayette sözü edilen yol, Ali’nin ve ondan sonraki vasilerin velâyetine iman etmektir.” (el-Kâfi, 1/220)
“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” Ra’d, 13 ayeti ile ilgili olarak Büreyd b. Muaviye, İmam Ebu Cafer’e (a.s) sordu: “Yanında Kitab’ın bilgisi olan” ifadesiyle kastedilenler kimlerdir? Buyurdu ki: “ Biz kastediliyoruz. Ali bizim ilkimiz, en faziletlimiz ve Resulullah’tan sonra bizim en hayırlımızdır.” ( el-Kâfi, 1/229)
İmam Bâkır (a.s): “Şüphesiz ben; tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yola giren kimseyi bağışlarım.” Tâhâ, 82 ayetinde geçen “doğru yolda giden” (hidayet) ifadesini Ehl-i Beyt İmamları’nın velâyeti şeklinde tefsir etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim, eğer bir adam bütün ömrünü, Kâbe’nin rüknü ile İbrahim makamı arasında Allah’a ibadet etmekle geçirir, ama bizim (Ehl-i Beyt’in) velâyetimizi kabul etmezse, Allah onu yüzükoyun cehenneme atar.” (Mecmau’l-Beyan, 7/23)
- “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” Mâide, 67 ayetini şöyle tefsir etmiştir; “Yüce Allah, Resul’üne Ali’yi halife olarak tayin etmesini vahyetti. Resulullah (s.a.a) bunun, ashabından bazılarına ağır gelmesinden korkuyordu. Bunun üzerine yüce Allah, emrini yerine getirme hususunda onu cesaretlendirmek maksadıyla bu ayeti indirdi.” (Mecmau’l-Beyan, 4/223)
“O gecede melekler ve Ruh (Cebrail) inerler.” Kadir, 4 ayetini tefsir ederken şöyle buyurmuştur: “O gece, melekler ve kâtipler dünya semasına inerler ve o sene içinde kula isabet edecek şeyleri yazarlar. Emir, O’nun yanında ve O’nun meşiyetine bağlıdır. Dilediğini öne alır, dilediğini de erteler, dilediğini sabit kılar. Ana kitap O’nun yanındadır.” ( Deaimu’l-İslâm, 1/334)
“Artık onlar ve azgınlar oraya (cehenneme) tepetaklak atılırlar.” Şuarâ, 94 ayetini şu şekilde açıklamıştır: “Bu ayet, dilleriyle adaletten söz eden, sonra bu dediklerinden farklı bir tutum içinde olan bir topluluk hakkında nazil olmuştur.” (el-Kâfi, 1/47)
“Eğer bilmiyorsanız, Zikir ehlinden sorunuz.” Enbiyâ, 7 ayetiyle ilgili olarak Muhammed b. Müslim şöyle rivayet eder: İmam Ebu Cafer’e (a.s) dedim ki: “Yanımızda bazı kimseler vardır ki, bu ayette kastedilenlerin Yahudiler ve Hıristiyanlar olduklarını iddia ediyorlar.” Buyurdu ki: “Bu durumda onlar, sizi kendi dinlerine davet ederler!” Sonra, eliyle göğsüne işaret ederek: “Zikir ehli biziz, sorulacak kimseler biziz.” buyurdu.” ( el-Kâfi, 1/211)
“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o gün…” İsrâ, 71 ayetiyle ilgili olarak Cabir b. Yezid el-Cu’fî, Ebu Cafer’in (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Bu ayet nazil olduğunda, Müslümanlar: “Ya Resulallah! Bütün insanların imamı sen değil misin?” dediler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben, Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiş resulüm. Ancak benden sonra benim Ehl-i Beyt’imden insanlara önderlik edecek imamlar olacaktır. Bunlar, insanlar içinde imam olarak ortaya çıkacaklar ve yalanlanacaklardır. Küfür ve sapıklık önderleri ile onların taraftarları onlara zulmedeceklerdir. Kim benim Ehl-i Beyt’imden olan bu imamları veli edinir, onlara tâbi olur ve onları tasdik ederse, o bendendir, benimle beraberdir ve bana kavuşacaktır. Haberiniz olsun! Kim onlara zulmeder, onları yalanlarsa, kesinlikle benden değildir, benimle beraber değildir ve ben de ondan beriyim.” (el-Kâfi, 1/215)
İmam Ebu Cafer el-Bâkır’a (a.s): “Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (kullardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir.” Fâtır, 32 ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: “Hayırlarda öne geçen, imamdır. Ortada olan, imamı tanıyan kimsedir. Kendisine zulmeden de, imamı tanımayan kimsedir.” (el-Kâfi, 1/214)
“İşte bunda ferasetliler için işaretler vardır.” Hicr, 75 ayetinde geçen “ferasetliler” ifadesini şöyle açıklamıştır: Emirü’l-Müminin Ali (a.s) buyurdu ki: “Resulullah (s.a.a) ferasetli idi. Ondan sonra ise ben ve benim soyumdan gelen imamlar, (ayette sözü edilen) ferasetlileriz.” (el-Kâfi, 1/219)
“Şayet doğru yolda gitseler, onlara bol su veririz.” Cin, 16 ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Eğer Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’in ve onun soyundan gelen vasilerin velâyetine bağlı olarak doğru yolda gitseler; onlara itaat etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı kabul etseler, onlara bol su veririz. Yani kalplerine imanı yerleştiririz. Ayette sözü edilen yol, Ali’nin ve ondan sonraki vasilerin velâyetine iman etmektir.” (el-Kâfi, 1/220)
“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” Ra’d, 13 ayeti ile ilgili olarak Büreyd b. Muaviye, İmam Ebu Cafer’e (a.s) sordu: “Yanında Kitab’ın bilgisi olan” ifadesiyle kastedilenler kimlerdir? Buyurdu ki: “ Biz kastediliyoruz. Ali bizim ilkimiz, en faziletlimiz ve Resulullah’tan sonra bizim en hayırlımızdır.” ( el-Kâfi, 1/229)

İMAM MUHAMMED BAKIR (AS)’DAN BİR İNCİ!

KUR’AN NASIL OKUNMALIDIR? -2
İKİNCİ BÖLÜM
KUR’AN OKUMA METODU
11- Maksat doğru ve niyet iyi olmalıdır.
A- İlahi rıza peşinde dolaşılmalıdır.
Fatiha süresinde geçen “ihdina” ( kendine ilet) denilmesi hedefin yalnızca İlahi rıza olan hidayet için olmalıdır.
İbrahim süresi/ 52 “Bu Kur’ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.”
Nahl süresi/ 89 “O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
B- İnsanın hedefi sadece kendi saadet ve mutluluğu değildir. Tüm insanlık için düşünmek gerekir. Kuran hem bireysel, hem de sosyal olarak bir rahmettir, hidayettir, nurdur, şifadır…
C- İnsanın hayattaki faaliyetleri hiçbir zaman programsız değildir.
Araf süresi/ 52 “Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”
D- Bireyin veya toplumun en sağlam ve dayanıklı programı duygu ve hislerinden kaynaklanan değil, fıtratına uygun olan programdır.
Taha süresi / 50 “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da ona hidayet yolunu gösterendir, dedi.”
A’la süresi / 2-3 “ Yaratıp düzene koyan, Takdir edip yol gösteren,..”
6- Kuran okuyan kesinlikle “Muttaki” olmalıdır.
Bakara süresi/2 “O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”
Hz. Muhammed (saa) ; “ kendisine “ Kur’an’ı herkesten daha güzel bir sesle okuyan kimdir?” diye sorulunca şöyle buyurdu; “ Kuran okumasını işittiğinde kendisinde Allah korkusunu gördüğün kimsedir.” ( El- Bihar,195/10 )
12- Yolun sınırları iyi bilinmelidir. Sıratı müstakim nedir? Bu soruya doğru cevap verilmelidir.
Fatiha süresi/ 6 “ bizi sıratı müstakime ( dosdoğru yola) hidayet et. “
İmam Cafer sadık (as) şöyle buyurmuştur; “ insanlar sağa ve sola saptılar. Ama biz ve taraftarlarımız dosdoğru yola hidayet edildik” ( El kafi, 2/246/5)
Al-i İmran süresi/ 51. “Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur.”
İmam Cafer sadık (as) ; sırat, aziz ve celil olan Allah’ı tanıma yoludur ve iki tecellisi vardır. Biri sırat dünyadadır ve bir sıratta ahrettedir. Dünyadaki sırat, itaati farz olan imamdır. Kim dünyada onu tanır ve yol göstericiliğine uyarsa ahirette cehennem üzerine kurulu bir köprü olan sırattan geçer.” ( El- Bihar, 24/11/3)
13- Nefis terbiyesi olmalıdır. Ramazan ayında Kur’an’ın nazil olması ve kadir gecesinin o ayda aranması gerçekten önemlidir.
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitab, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer süresi/ 23)
Nahl Suresi/ 98 “ Öyleyse Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”
Şems süresi/ 7 “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene,
8. Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki,
9. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir”
Hz. Resulullah (s.a.a):insanlar içinde, gizlide ve açıkta huşu göstermeye en layık olan kimse, kur’an’ı bilen kimsedir. İnsanlar içinde, gizlide ve açıkta namaz kılmaya ve oruç tutmaya en layık olan kimse, Kur’an’ı bilen kimsedir.” (El- Kafi/ 2/604/5)
14- Kur’an ayetleri
a- muhkem ve muteşabih olarak ayrılırlar.
Müteşebih ayetler ise iki şekildedir.
a- Tam müteşabih; Yasin, taha, elif lem mim vs.
b- Nisbi müteşabih; yani bir noktaya kadar açık anlaşılır. Bir noktadan fazlası açık değildir. Örnek Taha/ 5 “ Rahman arşa istiva etti” dediğinizde tam kavranılamaz. Ancak Şura /11. Ayet “ hiç bir şey O’nun benzeri değildir” dediğinde anlamı zihinde belirginlik kazanır. Başka bir örnek; Kıyamet süresi/ 23 “ Rabbine bakar” ayeti yarım müteşabihtir. Ancak Enam süresi/ 103 “ gözler O’nu görmez, ama o gözleri görür” dediğimizde anlam açıklanmış olur.
b-Nüzul ve tevil
Al-i İmran süresi/ 7 “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek seviyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”
c- Ehli sünnet muteşabih ayetlerin Allahtan başka kimse bilemediğini savunur.. Şia ise “Allah, Peygamber ve Ehli Beyt bilir.” Der. Çünkü yüce Allah sadece kendisinin bildiği konuları Kur’an da dile getirmesini akla uygun görmez.
Nisa süresi/ 82 “Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”
Kur’an’ın nur, hidayet, beyan olduğu için kuranın ayetleri asıl maksatlarının açıklanması bakımından müphem olmaları ile asla bağdaşmaz.
d- Tevil sadece muteşabih ayetler için söz konusu değildir. Muhkem ayetlerinde tevili vardır. Tevil, evl geri dönmek demektir.
Al-i İmran süresi/ 7 “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek seviyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”
Araf süresi/ 52-53 “Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.(Fakat onlar), Onun tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti.”
Yunus süresi /37 “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabb’indendir.
38. Yoksa Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.
39. Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur’an’ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!”
Nisa süresi/ 59 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan Ulu’l Emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”
Tevil- tevil sahibi ile ortaya çıkar. Tevil eden Ehli Beyt imamları kabul edilmedikçe tevil hangi yoldan elden edilir? Bunu düşünmek gerekir.
Vakıa süresi/ 75- 79 “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
76. Bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.
77. Şüphesiz bu, değerli bir Kur’an’dır,
78. Korunmuş bir kitaptır.
79. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.
e- Nasuh ve mensuh
Birinci hükmün vaz edilişi, sınırlı ve geçici maslahatı içindir.
Nahl süresi / 101-102 “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- “Sen ancak bir iftiracısın” dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler. De ki: Onu, Mukaddes Rûh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.”
f- Batın- zahir
…Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Vâsilerden başka hiç kimse, Kur’ân’ın tüm zahirî ve bâtınî anlamını bildiğini, bütün Kur’ân ilimlerine sahip olduğunu iddia edemez.» (Usuli Kafi s. 389)
NİÇİN KURAN BÖYLE AÇIKLANDI?
1- İMTİHAN
2- AMEL EDİLMESİNE YÖNELİK KOLAYLIKLAR
3- ÖRNEKLENDİRME
4- BOYUTLARI AÇIKLAMA
5- DERECELENDİRME ve MERTEBE BELİRLEME
15- Geçerlilik ve genellilik
İmam Muhammed Bakır (as); “eğer bir kavim hakkında nazil olan bir ayet, o kavim yok olduğunda geçersiz olsaydı, Kur’an’dan bir şey kalmazdı. Velâkin Kur’an gökler ve yeryüzü mevcut olduğu müddetçe geçerlidir. Her kavimin okuyup yararlanacağı ayetlere sahiptir.”
16- Ancak sadece nakillere dayandıklarını söyleyenler her ayet için o ayetle ilgili nâkile dayandıklarını savunurlar. Ancak bu da sıkıntılı bir savunmadır. Çünkü her ayetin tevilini açıklayan nakiller elimizin altında bulunmamaktadır. Hadis naklinde de sorunlar vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’inden gelen bütün delilleri görmek zorundayız.
17- Ayetlerde zorlama anlamların peşine düşmemek gerekir.
Fussilet süresi /40 “Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir.”
İsra süresi/ 36 “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”
..Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:
«”Kitaptan bir ilmi olan kimse: Ben dedi, gözünü açıp kapamadan onu getiririm sana…” (Neml, 40)» Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bu âyeti okuduktan sonra parmaklarını açarak elini göğsünün üzerine koydu ve buyurdu ki:
«Allah’a yemin ederim ki, bizim yanımızda kitabın ilminin tamamı vardır.»
18- Kur’an’a uymayanlar rey görüşü ile amel ederler. Usuli din iyice anlaşılmamışsa Kur’an’a da inanmazlar yada yarım inanırlar.
Bakara süresi/ 177 “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!”
Sad süresi/29 “(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”
19- Kuranı sadece muhalifler kendi görüşlerine çevirmezler. İnanan kavmin içinden de kendi görüşlerine çevirebilirler. Kur’an’dan önce kendi eğilimleri ile Ahlaki, irfanı, felsefi yönü olanlar kendine göre çıkarımlar (rey görüşü) yapabilirler.
20- Bugün kişisel görüşten dolayı toplumsal prensipler gölgede kalmıştır. Parçacı yaklaşım ile tek yönlü kalmaya sürüklenilmiştir.
Hz Resulullah (s.a.a) : “Azameti yüce olan Allah şöyle buyurmuştur. “Benim sözümü kendi görüşü esasınca yorumlayan kimse bana iman etmemiştir.” (el- Bihar, 92-107/1)
Hz Reulullah (s.a.a) : “Benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, insanların Kur’an’ı yanlış şekilde yorumlamalarıdır.” (Münyetü’l Mürid, 369)
İmam Cafer Sadık (a.s) “ Kur’an’ı kendi görüşü üzere tefsir eden kimse, tefsiri doğru olsa bile sevap elde etmez. Eğer yanlış olursa günahı boynuna olur.” ( El- Bihar, 92/110/11)
21- Tavır ve fikirler kabul edildikten sonra Kur’an’a başvurmak doğru değildir.
22- Kur’an’ın inzal, tevil, batın- zahir, muhkem- muteşabih yönlerini kabul etmemek te bir nevi gizlemek demektir.
Bakara süresi/ 174. “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.”
23- Zaman onu eskitmez.
İnanmayanlar Kur’an’ı belli bir zamana hapsederler.
Kalem süresi/15 “Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, “Öncekilerin masalları!” der.”
Ancak inanalar onun her zamanın üzerinde görürler.
Hz. Resulullah (s.a.a): “Kur’an öyle bir zenginliktir ki onsuz zenginlik olmaz ve o olduktan sonra da fakirlik olmaz .” (El- Bihar, 92/19/18)
Hz. Resullah (s.a.a): “ Kime Kur’an (bilgisi) verilir de başkasına kendisine verilenden daha üstün bir şey verildiğini sanırsa şüphesiz küçük bir şeyi büyük ve büyük bir şeyi küçük saymış olur.” (Meani’l Ahbar, 279)
Hz. Resulullah (s.a.a): “Kim öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isterse Kur’an’ı araştırmalıdır.” (Kenzü’l Ummal, 2454)
İmam Ali (a.s): “Kur’an her ne kadar tekrar edilse de ve kulakla işitilse de yine de eskimez.” (Nechü’l Belağa, 156. Hutbe)
İmam Cafer Sadık (a.s): “kendisine , “ Kur’an ne kadar çok okunsa ve incelense de yeniliği ve tazeliği sürekli artmaktadır. Bunun sırrı nedir?”diye sorulunca: Çünkü Allah Tebareke ve Teâlâ onu, belli bir zaman ve belli bir grup insan için göndermemiştir. Bu yüzden o, kıyamet gününe kadar her zaman ve her topluluk için yeni ve tazedir.” (El- Bihar, 92/15/8)
KUR’AN OKUMA METODU
11- Maksat doğru ve niyet iyi olmalıdır.
A- İlahi rıza peşinde dolaşılmalıdır.
Fatiha süresinde geçen “ihdina” ( kendine ilet) denilmesi hedefin yalnızca İlahi rıza olan hidayet için olmalıdır.
İbrahim süresi/ 52 “Bu Kur’ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.”
Nahl süresi/ 89 “O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
B- İnsanın hedefi sadece kendi saadet ve mutluluğu değildir. Tüm insanlık için düşünmek gerekir. Kuran hem bireysel, hem de sosyal olarak bir rahmettir, hidayettir, nurdur, şifadır…
C- İnsanın hayattaki faaliyetleri hiçbir zaman programsız değildir.
Araf süresi/ 52 “Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”
D- Bireyin veya toplumun en sağlam ve dayanıklı programı duygu ve hislerinden kaynaklanan değil, fıtratına uygun olan programdır.
Taha süresi / 50 “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da ona hidayet yolunu gösterendir, dedi.”
A’la süresi / 2-3 “ Yaratıp düzene koyan, Takdir edip yol gösteren,..”
6- Kuran okuyan kesinlikle “Muttaki” olmalıdır.
Bakara süresi/2 “O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.”
Hz. Muhammed (saa) ; “ kendisine “ Kur’an’ı herkesten daha güzel bir sesle okuyan kimdir?” diye sorulunca şöyle buyurdu; “ Kuran okumasını işittiğinde kendisinde Allah korkusunu gördüğün kimsedir.” ( El- Bihar,195/10 )
12- Yolun sınırları iyi bilinmelidir. Sıratı müstakim nedir? Bu soruya doğru cevap verilmelidir.
Fatiha süresi/ 6 “ bizi sıratı müstakime ( dosdoğru yola) hidayet et. “
İmam Cafer sadık (as) şöyle buyurmuştur; “ insanlar sağa ve sola saptılar. Ama biz ve taraftarlarımız dosdoğru yola hidayet edildik” ( El kafi, 2/246/5)
Al-i İmran süresi/ 51. “Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur.”
İmam Cafer sadık (as) ; sırat, aziz ve celil olan Allah’ı tanıma yoludur ve iki tecellisi vardır. Biri sırat dünyadadır ve bir sıratta ahrettedir. Dünyadaki sırat, itaati farz olan imamdır. Kim dünyada onu tanır ve yol göstericiliğine uyarsa ahirette cehennem üzerine kurulu bir köprü olan sırattan geçer.” ( El- Bihar, 24/11/3)
13- Nefis terbiyesi olmalıdır. Ramazan ayında Kur’an’ın nazil olması ve kadir gecesinin o ayda aranması gerçekten önemlidir.
“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitab, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (Zümer süresi/ 23)
Nahl Suresi/ 98 “ Öyleyse Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”
Şems süresi/ 7 “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene,
8. Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki,
9. Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir”
Hz. Resulullah (s.a.a):insanlar içinde, gizlide ve açıkta huşu göstermeye en layık olan kimse, kur’an’ı bilen kimsedir. İnsanlar içinde, gizlide ve açıkta namaz kılmaya ve oruç tutmaya en layık olan kimse, Kur’an’ı bilen kimsedir.” (El- Kafi/ 2/604/5)
14- Kur’an ayetleri
a- muhkem ve muteşabih olarak ayrılırlar.
Müteşebih ayetler ise iki şekildedir.
a- Tam müteşabih; Yasin, taha, elif lem mim vs.
b- Nisbi müteşabih; yani bir noktaya kadar açık anlaşılır. Bir noktadan fazlası açık değildir. Örnek Taha/ 5 “ Rahman arşa istiva etti” dediğinizde tam kavranılamaz. Ancak Şura /11. Ayet “ hiç bir şey O’nun benzeri değildir” dediğinde anlamı zihinde belirginlik kazanır. Başka bir örnek; Kıyamet süresi/ 23 “ Rabbine bakar” ayeti yarım müteşabihtir. Ancak Enam süresi/ 103 “ gözler O’nu görmez, ama o gözleri görür” dediğimizde anlam açıklanmış olur.
b-Nüzul ve tevil
Al-i İmran süresi/ 7 “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek seviyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”
c- Ehli sünnet muteşabih ayetlerin Allahtan başka kimse bilemediğini savunur.. Şia ise “Allah, Peygamber ve Ehli Beyt bilir.” Der. Çünkü yüce Allah sadece kendisinin bildiği konuları Kur’an da dile getirmesini akla uygun görmez.
Nisa süresi/ 82 “Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”
Kur’an’ın nur, hidayet, beyan olduğu için kuranın ayetleri asıl maksatlarının açıklanması bakımından müphem olmaları ile asla bağdaşmaz.
d- Tevil sadece muteşabih ayetler için söz konusu değildir. Muhkem ayetlerinde tevili vardır. Tevil, evl geri dönmek demektir.
Al-i İmran süresi/ 7 “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek seviyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”
Araf süresi/ 52-53 “Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.(Fakat onlar), Onun tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti.”
Yunus süresi /37 “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabb’indendir.
38. Yoksa Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.
39. Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur’an’ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!”
Nisa süresi/ 59 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan Ulu’l Emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”
Tevil- tevil sahibi ile ortaya çıkar. Tevil eden Ehli Beyt imamları kabul edilmedikçe tevil hangi yoldan elden edilir? Bunu düşünmek gerekir.
Vakıa süresi/ 75- 79 “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
76. Bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.
77. Şüphesiz bu, değerli bir Kur’an’dır,
78. Korunmuş bir kitaptır.
79. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.
e- Nasuh ve mensuh
Birinci hükmün vaz edilişi, sınırlı ve geçici maslahatı içindir.
Nahl süresi / 101-102 “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- “Sen ancak bir iftiracısın” dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler. De ki: Onu, Mukaddes Rûh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.”
f- Batın- zahir
…Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Vâsilerden başka hiç kimse, Kur’ân’ın tüm zahirî ve bâtınî anlamını bildiğini, bütün Kur’ân ilimlerine sahip olduğunu iddia edemez.» (Usuli Kafi s. 389)
NİÇİN KURAN BÖYLE AÇIKLANDI?
1- İMTİHAN
2- AMEL EDİLMESİNE YÖNELİK KOLAYLIKLAR
3- ÖRNEKLENDİRME
4- BOYUTLARI AÇIKLAMA
5- DERECELENDİRME ve MERTEBE BELİRLEME
15- Geçerlilik ve genellilik
İmam Muhammed Bakır (as); “eğer bir kavim hakkında nazil olan bir ayet, o kavim yok olduğunda geçersiz olsaydı, Kur’an’dan bir şey kalmazdı. Velâkin Kur’an gökler ve yeryüzü mevcut olduğu müddetçe geçerlidir. Her kavimin okuyup yararlanacağı ayetlere sahiptir.”
16- Ancak sadece nakillere dayandıklarını söyleyenler her ayet için o ayetle ilgili nâkile dayandıklarını savunurlar. Ancak bu da sıkıntılı bir savunmadır. Çünkü her ayetin tevilini açıklayan nakiller elimizin altında bulunmamaktadır. Hadis naklinde de sorunlar vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’inden gelen bütün delilleri görmek zorundayız.
17- Ayetlerde zorlama anlamların peşine düşmemek gerekir.
Fussilet süresi /40 “Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görmektedir.”
İsra süresi/ 36 “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”
..Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:
«”Kitaptan bir ilmi olan kimse: Ben dedi, gözünü açıp kapamadan onu getiririm sana…” (Neml, 40)» Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bu âyeti okuduktan sonra parmaklarını açarak elini göğsünün üzerine koydu ve buyurdu ki:
«Allah’a yemin ederim ki, bizim yanımızda kitabın ilminin tamamı vardır.»
18- Kur’an’a uymayanlar rey görüşü ile amel ederler. Usuli din iyice anlaşılmamışsa Kur’an’a da inanmazlar yada yarım inanırlar.
Bakara süresi/ 177 “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!”
Sad süresi/29 “(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”
19- Kuranı sadece muhalifler kendi görüşlerine çevirmezler. İnanan kavmin içinden de kendi görüşlerine çevirebilirler. Kur’an’dan önce kendi eğilimleri ile Ahlaki, irfanı, felsefi yönü olanlar kendine göre çıkarımlar (rey görüşü) yapabilirler.
20- Bugün kişisel görüşten dolayı toplumsal prensipler gölgede kalmıştır. Parçacı yaklaşım ile tek yönlü kalmaya sürüklenilmiştir.
Hz Resulullah (s.a.a) : “Azameti yüce olan Allah şöyle buyurmuştur. “Benim sözümü kendi görüşü esasınca yorumlayan kimse bana iman etmemiştir.” (el- Bihar, 92-107/1)
Hz Reulullah (s.a.a) : “Benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, insanların Kur’an’ı yanlış şekilde yorumlamalarıdır.” (Münyetü’l Mürid, 369)
İmam Cafer Sadık (a.s) “ Kur’an’ı kendi görüşü üzere tefsir eden kimse, tefsiri doğru olsa bile sevap elde etmez. Eğer yanlış olursa günahı boynuna olur.” ( El- Bihar, 92/110/11)
21- Tavır ve fikirler kabul edildikten sonra Kur’an’a başvurmak doğru değildir.
22- Kur’an’ın inzal, tevil, batın- zahir, muhkem- muteşabih yönlerini kabul etmemek te bir nevi gizlemek demektir.
Bakara süresi/ 174. “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.”
23- Zaman onu eskitmez.
İnanmayanlar Kur’an’ı belli bir zamana hapsederler.
Kalem süresi/15 “Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, “Öncekilerin masalları!” der.”
Ancak inanalar onun her zamanın üzerinde görürler.
Hz. Resulullah (s.a.a): “Kur’an öyle bir zenginliktir ki onsuz zenginlik olmaz ve o olduktan sonra da fakirlik olmaz .” (El- Bihar, 92/19/18)
Hz. Resullah (s.a.a): “ Kime Kur’an (bilgisi) verilir de başkasına kendisine verilenden daha üstün bir şey verildiğini sanırsa şüphesiz küçük bir şeyi büyük ve büyük bir şeyi küçük saymış olur.” (Meani’l Ahbar, 279)
Hz. Resulullah (s.a.a): “Kim öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isterse Kur’an’ı araştırmalıdır.” (Kenzü’l Ummal, 2454)
İmam Ali (a.s): “Kur’an her ne kadar tekrar edilse de ve kulakla işitilse de yine de eskimez.” (Nechü’l Belağa, 156. Hutbe)
İmam Cafer Sadık (a.s): “kendisine , “ Kur’an ne kadar çok okunsa ve incelense de yeniliği ve tazeliği sürekli artmaktadır. Bunun sırrı nedir?”diye sorulunca: Çünkü Allah Tebareke ve Teâlâ onu, belli bir zaman ve belli bir grup insan için göndermemiştir. Bu yüzden o, kıyamet gününe kadar her zaman ve her topluluk için yeni ve tazedir.” (El- Bihar, 92/15/8)

KUR’AN OKUMA METODUNU BİLİYOR MUSUNUZ?

FETİH SURESİNİ ANLAYARAK OKUYOR MUYUZ?
FETİH SURESİ
Hicretin 6. Yılında, Zilkade ayında Medine’de inmiştir. 29 ayettir.
Fetih açma, yol gösterme, müjde, galibiyet ve zafere ulaştırmadır.
KONU BAŞLIKLARI
Hudeybiye anlaşması ve umreye niyet.
Müminlerin kalplerine Allah’ın destek vermesi ve biat
Peygamberimizin makamı
Peygamberimizin yanında olmayanların mazeretleri
Nifak ehlinin mazeretlerinin arkalarına nasıl saklandığı.
Mücadele meydanlarında müminlerin nasıl direndiği ve çabaladığı
Peygamberi takip eden Ehlibeyt dostlarının takipçi özellikleri
İmam Cafer Sadık (a.s) Fetih suresinin faziletinden bahsederken ‘’Mallarınızı, çocuklarınızı ve her şeyinizi, Fetih suresini okuyarak koruyun ‘’ diyor.
‘’Şüphesiz biz sana açık bir fetih verdik.’’ (Fetih 1)
Hudeybiye Anlaşması, bir dönüm noktasıdır. Hudeybiye’den sonraki aşamalara bir kapı aralanıyor. Bu anlaşma ile Müslümanların yolunda bir dönüm noktası başlıyor. Burada iki önemli nokta karşımıza çıkıyor.
Mekke müşriklerinin direnişini kırarak, Mekke’nin kontrol altına alınması gerekliydi. Böylece çevredekilerde kontrol edilsin.
Mekke’nin fethine zemin hazırlanıyor. Hudeybiye’den cennete uzanan bir kapı aralanıyor. Eğer Hudeybiye Barış Anlaşması yapılmasaydı Müslümanlar açısından bir kırılma noktası olacaktı.
‘’ Ki böylece Allah, sana nispet verdikleri geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, üzerinde ki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola hidayet etsin.’’ (Fetih 2)
‘’ Ve Allah sana üstün bir yardımla zafer verin.’’ (Fetih 3)
Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle dedi : ‘’Ey Ali! Şanı yüce Allah, senin taraftarlarının bütün günahlarını bana yükledi ve günahlarını bana bağışladı. Bunu şöyle buyurdu: Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.’’
İmam Cafer Sadık(a.s)’a bu ayet hakkında sorduklarında şöyle dedi: ‘’Allah’a ant olsun ki Peygamberimizin hiçbir günahı yoktur. Lakin şanı yüce Allah, Ali’nin taraftarlarının bütün günahlarına onu kefil yaptı, onunla geçmişte ve gelecekte bütün günahlarını bağışladı.’’
Bu ayetlerde dört nimet vardır.
Apaçık fetih
Bağışlama
Nimetlerin bağışlanması, hidayet verme
Doğru yola iletme ve zafer
‘’İmanlarına iman katmak için müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ (Fetih 4)
Korkunç olaylar karşısında huzur ve güven içinde olmaktır. Allah vaat ediyor ki, siz Peygamberin yanında durursanız imanlarınıza iman katarız. Tabi ki temelde iman olmalı ki, Allah imanı kuvvetlendirsin. Bizim inancımızda imanın artması ve azalması vardır. İman amellerle artıp eksilir.
‘’ (Bütün bunlar) mümin erkeklerle, mümin kadınları, içinde sonsuza kadar kalmaları üzere altıdan ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların günahlarını bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.’’ (Fetih 5)
Mümin erkekler mümin kadınlarla, Allah yolunda bir ordu oluşturup Peygamberin yanında sağlam durursa, Allah onları bağışlar. Ve büyük kurtuluşa ulaşırlar.
‘’ Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara da azap etmesi içindir. Allah onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlanmıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir!’’ (Fetih 6)
Her çeşit hastalık kötü zannın arkasından gelir. Çünkü kötü zan, delile dayanmıyor, çirkinleştirmek için konuşulur. Küfrün kapısını açar, şirke zemin hazırlar. Allah hakkında kötü zanda bulunmak, iftira atmak, ayetleri yalanlamak, Peygamberi ve hücceti de yalanlamaktır. Münafık erkekler, münafık kadınlar, müşrik erkekler ve müşrik kadınlar batıl düşüncelerinde yardımlaşıyorlar. Kötü zanda bulunarak bu hale geliyorlar. Allah hakkında kötü zanneden Allah’a güvenmemiştir. Bu imanı felç eden bir ahlak sıkıntısıdır.
‘’ Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. ‘’ (Fetih 7)
Göklerin orduları, meleklerdir. Yerin orduları seçilenlerdir. Yeryüzünde emre amade askerleridir. Kim Allah’a, Resulüne, hüccetine sadık ise onları etrafında hüsnü zanla, teslimiyetle, gayretle kenetlenmişse O’dur Allah’ın yeryüzündeki ordusu. Yerin ordusu çok önemli bir makamdır. Yüreği olan o orduda kalır.
‘’ Şüphesiz biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.’’ (Fetih 8)
Peygamber Efendimiz(s.a.a) herkese şahittir. Kendisinden sonraki dönemlerinde şahididir. Ahiret gününde de şahittir. Peygamberin üzerimizdeki konumu şahit, müjdeleyici, uyarıcı olmasıdır. Bizler, Allah’ın, Resulünün, hüccetinin şahitliğine inanarak, amel ederek, kenetlenirsek kurtuluşa erenlerden olacağız inşallah.
‘’ Ki Allah’a ve peygamberine iman edesiniz, ona destek olasınız, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu (Allah’ı) tesbih edesiniz.’’ (Fetih 9)
Allah’a ve resulüne destek verip yardımcı olacağız. Peygamberin davasını destekleyip saygıda kusur etmeyeceğiz. Allah’ı onun istediği gibi yaşayarak tesbih edeceğiz.
‘’ Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirirse, pek yakında (Allah) ona büyük bir mükâfat verecektir. ‘’ (Fetih 10)
Biat, itaat etmek üzere söz vermektir.
Bağlılık yemini etmektir. Resule biat edenler, Allah’a biat etmiştir. Tarihsel karşılığı Hudeybiye’de yapılan Rıdvan Biatidir. Peygamber Efendimiz Hudeybiye’de hem hedefi göstermek için hem de, hedefin etrafından dağılmamak için biat tazeliyor. Biat edenlerin yardımcısı da Allah’dır.
‘’ Bedevilerden geride bırakılanlar sana diyecekler ki: ‘’Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Bundan dolayı bizim için bağışlanma dile!’’ Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylüyorlar. De ki: ‘Allah, eğer size bir zarar dilerse veya bir yarar dilerse, O’na karşı sizin için kim ne yapabilir? Hayır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.’ ‘’ (Fetih 11)
Bedeviler, Mekke ve Medineli olmayan, medeniyetten ve ilimden uzak olan çölde yaşayanlardır. Peygamberin davetine icabet etmemek için mazeretler ileriye sürdüler. Mallarının ve çocuklarının Peygambere katılmaktan alıkoyduğunu ileri sürdüler. Ama onlar kalplerinde olmayan şeyi dile getirmişlerdi. Sözlerinde bile samimi değillerdi. Peygamber’den de bağışlanma dilemesini istediler. Oysa Allah onların yaptıklarından haberdardı.
‘’ Hayır. Siz peygamberin ve müminlerin, ailelerine bir daha asla dönmeyeceklerini sandınız. Bu sizin kalplerinizde çekici kılındı ve kötü zanda bulundunuz da helake uğramış bir topluluk oldunuz.’’ (Fetih 12)
Hesapta akıllılık etmişlerdi. Ancak, Allah’ın kalplerin özünü bildiğini unutmuşlardı. Peygamberin vahiy aldığını göz ardı etmişlerdi. İşte böyle berbat bir zanda bulundunuz sonunda hayırsız bir toplum oldunuz.
‘’ Kim Allah’a ve peygamberine iman etmezse, şüphesiz biz kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.’’ (Fetih 13)
Bu fiilin sahibi kimlikleşti. Kendi eylemlerinin sonunda küfre sapanlardan olup kendi ateşlerini kendileri hazırladı.
‘’ Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayan ve Rahimdir.’’ (Fetih 14)
Allah dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Allah af ve azabında hiçbir ilkeye sahip demek değildir. Allah insanların niyetine, ameline göre diler ya da dilemez. Ama Allah çok bağışlayan ve pek merhametlidir. Allah’ın hâkimiyetini unutmazsak bağış gelir.
‘’Geride bırakılanlar siz ganimetleri almaya çıktığınızda diyecekler ki: ‘’ Bırakın bizi, sizin arkanızdan gelelim.’’ Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki:’’ Asla arkamızdan gelemezsiniz. Allah, daha önce böyle buyurdu.’’ ‘’Hayır, bizi kıskanıyorsunuz’’ diyecekler. Bilakis onlar ancak çok az anlayan kimselerdir.’’ (Fetih 15)
Bunu söyleyenler bedevilerdir. Onları derdi menfaat ve ganimetti. Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. Oysa bu kafa ve mantıkla peygamberin yanında yer alamazlar.
‘’Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: ‘’ Siz pek yakında, çetin savaşçı bir kavme karşı çağrılacaksınız. Onlarla ya çarpışırsınız yahut onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirirseniz, sizi acıklı bir azapla azaplandırır.’’ (Fetih 16)
Biata yanaşmayıp ganimete koşmaya kalkan bedevilere, bu zihniyete sesleniliyor. Eğer samimiyseniz savaşa çağrılacaksınız. Onlarla ya savaşırsınız ya da onlar Müslüman olurlar. Bu çağrıya itaat ederseniz Allah size güzel bir karşılık verecek. Yüz çevirirseniz Allah sizi acıklı bir azapla azaplandırır.
‘’ Köre vebal yoktur, topala vebal yoktur ve hastaya vebal yoktur. Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirire, onu acıklı bir azapla azaplandırır.’’ (Fetih 17)
Ruhsat ayetidir. Köre, topala, hastaya vebal yoktur. Ancak imanda ruhsat yok, amel noktasında ruhsat vardır. Ama ilmin yayılmasında yardımcı olabilir. Yeter ki kalp, Allah’a ve peygambere sadık olsun, kaymasın.
‘’ Şüphesiz ki Allah, ağacın altında sana biat ederlerken müminlerden razı olmuş, onların kalplerinde olanı bilmiş; böylece üzerlerine güven indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih bahşetmiştir.’’ (Fetih 18)
Abdullah oğlu Cabir Enseri şöyle dedi: ‘’Hudeybiye gününde bu ayet indiğinde, ayetin en evlası Ebu Talip oğlu Ali idi. Çünkü ayette yakında onların bir zaferle ödüllendirilecekleri zikredilmiştir ki bu zafer Hayber’de Ali’nin eli üzere olmuştu.’’
Müminlerin Emiri İmam Ali şöyle dedi: ‘’Şanı yüce Allah’ın Tevrat ve İncil’de Muhammed’in veziri olarak zikretmiş olduğu kişi benim! Ağacın altında Peygambere ilk biat eden de benim.’’
Bu ayette Hudeybiye’nin bereketlerinden bahsediliyor. Hayber’in fethi, Mekke’nin fethi kıyamete kadar olan fetihlere bir müjdeydi.
‘’Ve alacakları birçok ganimetler(bahşetmiştir). Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ (Fetih 19)
Gelecekteki Mekke’nin fethine işaret ediliyor.
‘’ Allah, size alacağınız birçok ganimetler vaat etti. Bunu size hemen verdi ve insanların ellerini sizden çekti ki bu, müminler için bir işaret olsun ve (Allah) sizi dosdoğru bir yola hidayet etsin.’’ (Fetih 20)
Allah size ganimetler vaat etti. Bunu size hemen verdi. Ahirette ki ikramının küçük bir numunesini bu dünyada verdi. Ve insanların elini üzerinizden çekti.
‘’Sizin henüz güç yetiremediğiniz ama Allah’ın(kudretiyle) kuşattığı başka(ganimetler) de (var). Allah’ın her şeye gücü yeter.’’ (Fetih 21)
Secde/ 17 ‘’ Artık hiçbir nefis yaptıklarının karşılığında kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilemez.’’
‘’Kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra ne bir veli, ne de bir yardımcı bulamazlardı.’’ (Fetih 22)
‘’Bu, Allah’ın öteden beri süregelen sünnetidir. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.’’ (Fetih 23)
Kâfirlerin yardımcıları yoktur. İhlâsla mücadele edilirse, Allah’ın vaadi onlarla beraberdir. Allah ebedi hayatlarını da değiştirecek şekilde lütuflarını yağdırır. Allah’ı sünneti budur.
‘’ Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke’nin göbeğinde onların ellerini sizden, çeken O’dur. Allah, yaptıklarınızı görendir.’’ (Fetih 24)
‘’ Onlar, kâfir olup sizi Mescid-i Haram’dan ve bekletilen kurbanları da yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer kendilerini bilmediğimiz mümin erkeklerle mümin kadınları çiğneyecek ve bu yüzden büyük sıkıntıya düşecek olmasaydınız, (Allah Mekke’nin fethine izin verirdi. Böyle olması) Allah’ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (müminler) seçilip ayrılmış olsalardı, muhakkak içlerinden kâfirleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. ‘’(Fetih 25)
Bir kişi İmam Cafer Sadık’a şöyle dedi: ‘’Ali, Allah’ın dini uğrunda cihat edebilecek güçte ve durumda değil miydi ki, Ebubekir ve Ömer’e karşı savaşmasın?’’İmam Cafer Sadık şöyle dedi: ‘’Onlara karşı savaşmasını men eden bir ayet olduğu için onlara karşı savaşmamıştır.’’ Soran kişi: Bu hangi ayettir diye sordu. İmam bu ayeti okudu.
‘’Kâfirler kalplerine taassubu, o cahiliye taassubunu koyunca, Allah da peygamberine ve müminlere kendi güvenini indirdi ve onları, takva sözüne bağlı kıldı. Onlar da zaten buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir.’’ (Fetih 26)
İmam Ali Rıza şöyle dedi: ‘’Takva(erdemlilik) müminlerin emiri İmam Ali’nin velayetidir. Onun velayeti üzerinde ancak bizim taraftarlarımız durmuştur. Çünkü onlar buna tam yanaşan ve hak eden kimselerdir.’’
‘’Şüphesiz Allah, peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş ve (kiminizde ) kısaltmış olarak korkmaksızın gireceksiniz. (Allah) sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce (size) yakın bir fetih nasip etti.’’ (Fetih 27)
‘’ Peygamberini hidayetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.’’(Fetih 28)
İmam Muhammed Bakır şöyle dedi: ‘’Şanı yüce Allah peygamberini hidayet ve hak din ile gönderdiğini duyurması, onu vasiyet ve velayet ile gönderdiğine işarettir. Nitekim Ali’nin halife ve imam olarak ümmete vasiyet edilmesi ve onun velayeti, hak olan dindir. Şanı yüce olan Allah bu dini, kâfirler istese de istemese de Mehdi ile bütün dinlerin üzerine üstün kılacaktır. Esas olan küfür, Ali’nin velayetine karşı çıkmaktır.’’
‘’ Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir. Onların rükû ve secde ederek Allah’tan bir lütuf ve rızayet istediklerini görürsün. Yüzlerinde secde izlerinden (meydana gelen) belirtileri vardır. İşte onların Tevrat’taki vasıfları da(şöyledir): Filizini çıkaran, onu güçlendiren, kalınlaşan ve böylece gövdesinin üzerine duran ekin gibi ki ekincilerin hoşuna gider. (Bu benzetme ) kâfirleri onlarla öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan iman edip Salih ameller işleyenlere bağışlanma ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir. (Fetih 29)
Hz. Muhammed’in yanında olmak, kâfirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametli olmayı gerekli kılar. Yüzlerindeki secde izi alamet demektir. Sembolik sözdür. Yaşam biçimidir. Teslimiyetin işaretidir. Onların özellikleri rükû ve secde halinde olmaları, Allah’ın lütuf ve hoşnutluğunu elde etmek istemeleridir. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’de ekincilerin hoşuna giden bir ekine benzer. Allah onlardan iman edip iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.
Hicretin 6. Yılında, Zilkade ayında Medine’de inmiştir. 29 ayettir.
Fetih açma, yol gösterme, müjde, galibiyet ve zafere ulaştırmadır.
KONU BAŞLIKLARI
Hudeybiye anlaşması ve umreye niyet.
Müminlerin kalplerine Allah’ın destek vermesi ve biat
Peygamberimizin makamı
Peygamberimizin yanında olmayanların mazeretleri
Nifak ehlinin mazeretlerinin arkalarına nasıl saklandığı.
Mücadele meydanlarında müminlerin nasıl direndiği ve çabaladığı
Peygamberi takip eden Ehlibeyt dostlarının takipçi özellikleri
İmam Cafer Sadık (a.s) Fetih suresinin faziletinden bahsederken ‘’Mallarınızı, çocuklarınızı ve her şeyinizi, Fetih suresini okuyarak koruyun ‘’ diyor.
‘’Şüphesiz biz sana açık bir fetih verdik.’’ (Fetih 1)
Hudeybiye Anlaşması, bir dönüm noktasıdır. Hudeybiye’den sonraki aşamalara bir kapı aralanıyor. Bu anlaşma ile Müslümanların yolunda bir dönüm noktası başlıyor. Burada iki önemli nokta karşımıza çıkıyor.
Mekke müşriklerinin direnişini kırarak, Mekke’nin kontrol altına alınması gerekliydi. Böylece çevredekilerde kontrol edilsin.
Mekke’nin fethine zemin hazırlanıyor. Hudeybiye’den cennete uzanan bir kapı aralanıyor. Eğer Hudeybiye Barış Anlaşması yapılmasaydı Müslümanlar açısından bir kırılma noktası olacaktı.
‘’ Ki böylece Allah, sana nispet verdikleri geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, üzerinde ki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola hidayet etsin.’’ (Fetih 2)
‘’ Ve Allah sana üstün bir yardımla zafer verin.’’ (Fetih 3)
Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle dedi : ‘’Ey Ali! Şanı yüce Allah, senin taraftarlarının bütün günahlarını bana yükledi ve günahlarını bana bağışladı. Bunu şöyle buyurdu: Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.’’
İmam Cafer Sadık(a.s)’a bu ayet hakkında sorduklarında şöyle dedi: ‘’Allah’a ant olsun ki Peygamberimizin hiçbir günahı yoktur. Lakin şanı yüce Allah, Ali’nin taraftarlarının bütün günahlarına onu kefil yaptı, onunla geçmişte ve gelecekte bütün günahlarını bağışladı.’’
Bu ayetlerde dört nimet vardır.
Apaçık fetih
Bağışlama
Nimetlerin bağışlanması, hidayet verme
Doğru yola iletme ve zafer
‘’İmanlarına iman katmak için müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ (Fetih 4)
Korkunç olaylar karşısında huzur ve güven içinde olmaktır. Allah vaat ediyor ki, siz Peygamberin yanında durursanız imanlarınıza iman katarız. Tabi ki temelde iman olmalı ki, Allah imanı kuvvetlendirsin. Bizim inancımızda imanın artması ve azalması vardır. İman amellerle artıp eksilir.
‘’ (Bütün bunlar) mümin erkeklerle, mümin kadınları, içinde sonsuza kadar kalmaları üzere altıdan ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların günahlarını bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.’’ (Fetih 5)
Mümin erkekler mümin kadınlarla, Allah yolunda bir ordu oluşturup Peygamberin yanında sağlam durursa, Allah onları bağışlar. Ve büyük kurtuluşa ulaşırlar.
‘’ Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara da azap etmesi içindir. Allah onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlanmıştır. Orası ne kötü bir varış yeridir!’’ (Fetih 6)
Her çeşit hastalık kötü zannın arkasından gelir. Çünkü kötü zan, delile dayanmıyor, çirkinleştirmek için konuşulur. Küfrün kapısını açar, şirke zemin hazırlar. Allah hakkında kötü zanda bulunmak, iftira atmak, ayetleri yalanlamak, Peygamberi ve hücceti de yalanlamaktır. Münafık erkekler, münafık kadınlar, müşrik erkekler ve müşrik kadınlar batıl düşüncelerinde yardımlaşıyorlar. Kötü zanda bulunarak bu hale geliyorlar. Allah hakkında kötü zanneden Allah’a güvenmemiştir. Bu imanı felç eden bir ahlak sıkıntısıdır.
‘’ Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. ‘’ (Fetih 7)
Göklerin orduları, meleklerdir. Yerin orduları seçilenlerdir. Yeryüzünde emre amade askerleridir. Kim Allah’a, Resulüne, hüccetine sadık ise onları etrafında hüsnü zanla, teslimiyetle, gayretle kenetlenmişse O’dur Allah’ın yeryüzündeki ordusu. Yerin ordusu çok önemli bir makamdır. Yüreği olan o orduda kalır.
‘’ Şüphesiz biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.’’ (Fetih 8)
Peygamber Efendimiz(s.a.a) herkese şahittir. Kendisinden sonraki dönemlerinde şahididir. Ahiret gününde de şahittir. Peygamberin üzerimizdeki konumu şahit, müjdeleyici, uyarıcı olmasıdır. Bizler, Allah’ın, Resulünün, hüccetinin şahitliğine inanarak, amel ederek, kenetlenirsek kurtuluşa erenlerden olacağız inşallah.
‘’ Ki Allah’a ve peygamberine iman edesiniz, ona destek olasınız, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu (Allah’ı) tesbih edesiniz.’’ (Fetih 9)
Allah’a ve resulüne destek verip yardımcı olacağız. Peygamberin davasını destekleyip saygıda kusur etmeyeceğiz. Allah’ı onun istediği gibi yaşayarak tesbih edeceğiz.
‘’ Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirirse, pek yakında (Allah) ona büyük bir mükâfat verecektir. ‘’ (Fetih 10)
Biat, itaat etmek üzere söz vermektir.
Bağlılık yemini etmektir. Resule biat edenler, Allah’a biat etmiştir. Tarihsel karşılığı Hudeybiye’de yapılan Rıdvan Biatidir. Peygamber Efendimiz Hudeybiye’de hem hedefi göstermek için hem de, hedefin etrafından dağılmamak için biat tazeliyor. Biat edenlerin yardımcısı da Allah’dır.
‘’ Bedevilerden geride bırakılanlar sana diyecekler ki: ‘’Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu. Bundan dolayı bizim için bağışlanma dile!’’ Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylüyorlar. De ki: ‘Allah, eğer size bir zarar dilerse veya bir yarar dilerse, O’na karşı sizin için kim ne yapabilir? Hayır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.’ ‘’ (Fetih 11)
Bedeviler, Mekke ve Medineli olmayan, medeniyetten ve ilimden uzak olan çölde yaşayanlardır. Peygamberin davetine icabet etmemek için mazeretler ileriye sürdüler. Mallarının ve çocuklarının Peygambere katılmaktan alıkoyduğunu ileri sürdüler. Ama onlar kalplerinde olmayan şeyi dile getirmişlerdi. Sözlerinde bile samimi değillerdi. Peygamber’den de bağışlanma dilemesini istediler. Oysa Allah onların yaptıklarından haberdardı.
‘’ Hayır. Siz peygamberin ve müminlerin, ailelerine bir daha asla dönmeyeceklerini sandınız. Bu sizin kalplerinizde çekici kılındı ve kötü zanda bulundunuz da helake uğramış bir topluluk oldunuz.’’ (Fetih 12)
Hesapta akıllılık etmişlerdi. Ancak, Allah’ın kalplerin özünü bildiğini unutmuşlardı. Peygamberin vahiy aldığını göz ardı etmişlerdi. İşte böyle berbat bir zanda bulundunuz sonunda hayırsız bir toplum oldunuz.
‘’ Kim Allah’a ve peygamberine iman etmezse, şüphesiz biz kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.’’ (Fetih 13)
Bu fiilin sahibi kimlikleşti. Kendi eylemlerinin sonunda küfre sapanlardan olup kendi ateşlerini kendileri hazırladı.
‘’ Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayan ve Rahimdir.’’ (Fetih 14)
Allah dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Allah af ve azabında hiçbir ilkeye sahip demek değildir. Allah insanların niyetine, ameline göre diler ya da dilemez. Ama Allah çok bağışlayan ve pek merhametlidir. Allah’ın hâkimiyetini unutmazsak bağış gelir.
‘’Geride bırakılanlar siz ganimetleri almaya çıktığınızda diyecekler ki: ‘’ Bırakın bizi, sizin arkanızdan gelelim.’’ Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. De ki:’’ Asla arkamızdan gelemezsiniz. Allah, daha önce böyle buyurdu.’’ ‘’Hayır, bizi kıskanıyorsunuz’’ diyecekler. Bilakis onlar ancak çok az anlayan kimselerdir.’’ (Fetih 15)
Bunu söyleyenler bedevilerdir. Onları derdi menfaat ve ganimetti. Allah’ın sözünü değiştirmek istiyorlar. Oysa bu kafa ve mantıkla peygamberin yanında yer alamazlar.
‘’Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: ‘’ Siz pek yakında, çetin savaşçı bir kavme karşı çağrılacaksınız. Onlarla ya çarpışırsınız yahut onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirirseniz, sizi acıklı bir azapla azaplandırır.’’ (Fetih 16)
Biata yanaşmayıp ganimete koşmaya kalkan bedevilere, bu zihniyete sesleniliyor. Eğer samimiyseniz savaşa çağrılacaksınız. Onlarla ya savaşırsınız ya da onlar Müslüman olurlar. Bu çağrıya itaat ederseniz Allah size güzel bir karşılık verecek. Yüz çevirirseniz Allah sizi acıklı bir azapla azaplandırır.
‘’ Köre vebal yoktur, topala vebal yoktur ve hastaya vebal yoktur. Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirire, onu acıklı bir azapla azaplandırır.’’ (Fetih 17)
Ruhsat ayetidir. Köre, topala, hastaya vebal yoktur. Ancak imanda ruhsat yok, amel noktasında ruhsat vardır. Ama ilmin yayılmasında yardımcı olabilir. Yeter ki kalp, Allah’a ve peygambere sadık olsun, kaymasın.
‘’ Şüphesiz ki Allah, ağacın altında sana biat ederlerken müminlerden razı olmuş, onların kalplerinde olanı bilmiş; böylece üzerlerine güven indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih bahşetmiştir.’’ (Fetih 18)
Abdullah oğlu Cabir Enseri şöyle dedi: ‘’Hudeybiye gününde bu ayet indiğinde, ayetin en evlası Ebu Talip oğlu Ali idi. Çünkü ayette yakında onların bir zaferle ödüllendirilecekleri zikredilmiştir ki bu zafer Hayber’de Ali’nin eli üzere olmuştu.’’
Müminlerin Emiri İmam Ali şöyle dedi: ‘’Şanı yüce Allah’ın Tevrat ve İncil’de Muhammed’in veziri olarak zikretmiş olduğu kişi benim! Ağacın altında Peygambere ilk biat eden de benim.’’
Bu ayette Hudeybiye’nin bereketlerinden bahsediliyor. Hayber’in fethi, Mekke’nin fethi kıyamete kadar olan fetihlere bir müjdeydi.
‘’Ve alacakları birçok ganimetler(bahşetmiştir). Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ (Fetih 19)
Gelecekteki Mekke’nin fethine işaret ediliyor.
‘’ Allah, size alacağınız birçok ganimetler vaat etti. Bunu size hemen verdi ve insanların ellerini sizden çekti ki bu, müminler için bir işaret olsun ve (Allah) sizi dosdoğru bir yola hidayet etsin.’’ (Fetih 20)
Allah size ganimetler vaat etti. Bunu size hemen verdi. Ahirette ki ikramının küçük bir numunesini bu dünyada verdi. Ve insanların elini üzerinizden çekti.
‘’Sizin henüz güç yetiremediğiniz ama Allah’ın(kudretiyle) kuşattığı başka(ganimetler) de (var). Allah’ın her şeye gücü yeter.’’ (Fetih 21)
Secde/ 17 ‘’ Artık hiçbir nefis yaptıklarının karşılığında kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilemez.’’
‘’Kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra ne bir veli, ne de bir yardımcı bulamazlardı.’’ (Fetih 22)
‘’Bu, Allah’ın öteden beri süregelen sünnetidir. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.’’ (Fetih 23)
Kâfirlerin yardımcıları yoktur. İhlâsla mücadele edilirse, Allah’ın vaadi onlarla beraberdir. Allah ebedi hayatlarını da değiştirecek şekilde lütuflarını yağdırır. Allah’ı sünneti budur.
‘’ Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke’nin göbeğinde onların ellerini sizden, çeken O’dur. Allah, yaptıklarınızı görendir.’’ (Fetih 24)
‘’ Onlar, kâfir olup sizi Mescid-i Haram’dan ve bekletilen kurbanları da yerlerine ulaşmaktan alıkoyanlardır. Eğer kendilerini bilmediğimiz mümin erkeklerle mümin kadınları çiğneyecek ve bu yüzden büyük sıkıntıya düşecek olmasaydınız, (Allah Mekke’nin fethine izin verirdi. Böyle olması) Allah’ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (müminler) seçilip ayrılmış olsalardı, muhakkak içlerinden kâfirleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. ‘’(Fetih 25)
Bir kişi İmam Cafer Sadık’a şöyle dedi: ‘’Ali, Allah’ın dini uğrunda cihat edebilecek güçte ve durumda değil miydi ki, Ebubekir ve Ömer’e karşı savaşmasın?’’İmam Cafer Sadık şöyle dedi: ‘’Onlara karşı savaşmasını men eden bir ayet olduğu için onlara karşı savaşmamıştır.’’ Soran kişi: Bu hangi ayettir diye sordu. İmam bu ayeti okudu.
‘’Kâfirler kalplerine taassubu, o cahiliye taassubunu koyunca, Allah da peygamberine ve müminlere kendi güvenini indirdi ve onları, takva sözüne bağlı kıldı. Onlar da zaten buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir.’’ (Fetih 26)
İmam Ali Rıza şöyle dedi: ‘’Takva(erdemlilik) müminlerin emiri İmam Ali’nin velayetidir. Onun velayeti üzerinde ancak bizim taraftarlarımız durmuştur. Çünkü onlar buna tam yanaşan ve hak eden kimselerdir.’’
‘’Şüphesiz Allah, peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş ve (kiminizde ) kısaltmış olarak korkmaksızın gireceksiniz. (Allah) sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce (size) yakın bir fetih nasip etti.’’ (Fetih 27)
‘’ Peygamberini hidayetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak için hak dinle gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.’’(Fetih 28)
İmam Muhammed Bakır şöyle dedi: ‘’Şanı yüce Allah peygamberini hidayet ve hak din ile gönderdiğini duyurması, onu vasiyet ve velayet ile gönderdiğine işarettir. Nitekim Ali’nin halife ve imam olarak ümmete vasiyet edilmesi ve onun velayeti, hak olan dindir. Şanı yüce olan Allah bu dini, kâfirler istese de istemese de Mehdi ile bütün dinlerin üzerine üstün kılacaktır. Esas olan küfür, Ali’nin velayetine karşı çıkmaktır.’’
‘’ Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir. Onların rükû ve secde ederek Allah’tan bir lütuf ve rızayet istediklerini görürsün. Yüzlerinde secde izlerinden (meydana gelen) belirtileri vardır. İşte onların Tevrat’taki vasıfları da(şöyledir): Filizini çıkaran, onu güçlendiren, kalınlaşan ve böylece gövdesinin üzerine duran ekin gibi ki ekincilerin hoşuna gider. (Bu benzetme ) kâfirleri onlarla öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan iman edip Salih ameller işleyenlere bağışlanma ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir. (Fetih 29)
Hz. Muhammed’in yanında olmak, kâfirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametli olmayı gerekli kılar. Yüzlerindeki secde izi alamet demektir. Sembolik sözdür. Yaşam biçimidir. Teslimiyetin işaretidir. Onların özellikleri rükû ve secde halinde olmaları, Allah’ın lütuf ve hoşnutluğunu elde etmek istemeleridir. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’de ekincilerin hoşuna giden bir ekine benzer. Allah onlardan iman edip iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.

NASR SÜRESİ, BİR YOL SÜRECİ
Bismillahirrahmânirrahîm.
1- İzâ câe nasrullahi velfeth
2- Ve raeytennâse yedhulûne fî dinillâhi efvâcâ
3- Fesebbih bihamdi rabbike vestağfirh, İnnehû kâne tevvâbâ.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,
2- insanları bölük, bölük Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde.
3- Artık Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlamasını dile! Muhakkak ki, O, çok bağışlayandır!
Medine’de inen ve üç ayet olan bu süre, Kur’an-ı Kerim sıralamasında Kafirun süresinden sonra dizilişi çok anlamlıdır. Çünkü inananların kâfirlerin yaptıkları küfri oyunlara ve yaşam tarzlarına karşı durmadıkları sürece, kendilerine ait bir yaşam tarzı ve medeniyetleri olmayacaktır.
Hüdeybiye barış anlaşmasından sonra, Mekke’nin fethinden önce nüzul olan bu süre, tam da bu amacı anlatır. Hüdeybiye anlaşması ile güvenlik sağlanır. Ve bu süreç içerisinde dört koldan güçlü tebliğlere başlanılır. Bu içeride güçlenmeyi ve yeni inanmış olanları yetiştirmeyi amaçlar. Bireysel kalitenin sağlanması ve davetlerin artması ile de özlenen İslam medeniyetine kapı aralanır.
Ama bütün yol küfürden ayrılma ile başlanır.
Şirk düzeni alçaltılıp, tevhid üzere yaşam üstün tutulmadıkça bu yol görünmeyecektir.
Diğer bir ifadeyle batıl geçersiz kılınıp, “Hakk” öne çıkarılmalıdır. Bu, madenin ana damarı gibidir. Bu damar olmadıkça asla maden bulunamaz.
Özelde Mekke’nin fethine işaret etse de genelde tüm fetihler için geçerlidir.
Özel de Mekke’nin fethi önemli birinci noktadır. Çünkü şehirlerin anasıdır Mekke.
Mekke’nin kalbi de Kâbe’dir. Mekke’nin ve içerisinde de Kâbe’nin şirkin kontrolünden çıkıp inananların eline geçmesi, insanlara hep özünü hatırlatıcı olacaktır. Bu toplumsal müjde, hep gündemde kalacaktır. Çünkü Kâbe, tevhidin dilidir. İnsanlar sussa da o hep tevhide davet edecektir. Bu yüzden Kâbe’nin dolayısıyla Mekke’nin Müslümanların eline geçmesi kalbin dolaşım sistemini canlı tutup tüm organları beslediği gibi tüm inananları da canlı tutacaktır. Ruhu besleyen ilahi sevgi, oradan kullarına yansıyacaktır.
İkinci aşama da geneli kapsayan manadır. İnananların hep istediği bir yaşam tarzına giden süreci anlatır. Toplumsal duruşu hatırlatır. İnananlar nasıl bir toplum oluşturmalıdır?
İlahi rızaya göre bir model toplum oluşturulur. Özellikle Mekke’nin bir damla kan dökülmeden fethedilmesi bunun ispatıdır. Her birey ilahi süzgeçten geçtikten sonra, o toplumu oluşturan her birey ilahi yaşam tarzını istemektedir. Artık her birey yüce Allah’a kul olmayı talep etmektedir. Bireysel değişim ile başlayan bu süreç, artık toplumsal değişimi gerektiriyor. Bir İslam toplumu olmak istiyor. Bu yüzden fetih deniliyor. İşgal denilmiyor.
Bu şehir İslami hayatı hayatlarında görmek istiyor. Kendilerine ait eğitim, sağlık, ekonomi, ticaret, sosyal vs. hizmetleri istiyor. Hedef birliği olduğu gibi ortak akıl ve ortak gönülle beraber yaşamak istiyor. Beraber gülmek, beraber ağlamak istiyor. Ama hepsinden önce hep beraber yüce yaratıcıya kul olmak istiyorlar…
Üçüncü aşama da bireysel çağrıdan toplumsal davetlere geçiştir. Kendi toplumlarını nasıl temize çıkarmak önemli ise diğer toplumların da arınmaları için yola çıkılır. Bütün şehirler bu şehir gibi fethedilebilir. Zaten inananların amacı tüm yeryüzünün fitnelerden arındırılıp, İslam olması değil midir?
Neden Mekke bütün şehirlerin anasıdır! Çünkü Mekke bir sembol şehirdir. Onun kalbinin attığı gibi, her şehrin kalbi tevhid ile atmalıdır.
ALLAH’IN YARDIMI VE FETİH GELDİĞİNDE…
f-t-h kelime manası ile açmak anlamına gelir. Istılahı manada ise Rasullullah (s.a.a)’ın davasının ve yolunun açılmasıdır.
Elbette birinci derecede Resulullah’ın yola çıkması önemlidir. Çünkü inanan toplumun imamı Resulullah (s.a.a)’tır. İmam ise tek başına cihad’tan sorumlu değildir. Ancak inananların destek ve sadakati ile yola çıkılabilir. Dolayısıyla fetihler olabilir.
O halde peygambere biat şarttır. Bireysel ve toplumsal değişim için imamet inancı önemli olmazsa olmazlardandır. Bir vücudun başı gibidir. Emirler baştan gelir. Ve sunumlar başa yapılır. Sözel olarak tüm inananlar bu prensibi kabul eder. Ama gerçekten duruş böyle midir?
Peygambere biat demek, ona sadık olmak demektir. Onun yolunu takip etmek ve devam etmek demektir. İtaat kaçınılmaz demektir. Öyle ki peygamber sizin bu sadakat ve itaatinizden razı olmalıdır. Biatınızı kabul etmelidir. Bir yandan peygamberi üzenler diğer yandan biat ettiklerini söyleyenler sakın kendilerini peygamber taraftarı olarak görmesinler. Bu yüzden ısrarla peygambere biat sorgulanmalıdır.
Çünkü fetihler ve ilahi yardımlar buna bağlıdır.
PEYGAMBERİ ATLATANLAR VEYA O’NU ÜZENLER İLAHî YARDIMI VE FETİHLERİ GÖREMEZLER.
Saf süresi /14 “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere, “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de, “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. Bunun üzerine İsrail oğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”
Fetih kelimesi sadece yeryüzünü ilgilendirmiyor. Öyle bir kapı açılıyor ki arkası kesilmeyecek cennet yurduna kadar uzanıyor.
Saf süresi/9-13 “ Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size?Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır. Seveceğiniz başka bir kazanç daha var: Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih (Mekke’nin fethi). (Ey Muhammed!) Mü’minleri müjdele!”
Böylece insanoğlunun önünde duran kapalılık ve belirsizlik gideriliyor ve ebedi hayatın sonuna kadar yol belli oluyor. Bu nedenle yüce Rabbi’imizden istenilen en büyük yardım “ hidayet” tir. Fatiha süresi ki bu sürenin anlamı da açan demektir bu süre de ilahi bir öğreti var. Kendisinden yardım istememizi istiyor. O istenilen yardım ise “ ihdina- bizi kendine ilet” yoludur, yani hidayettir.
Fatiha süresi/5-7 “(Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramamış ve sapmamışların yoluna.”
Yüce Allah hidayet nasip etti mi ve elbette ki o kul da hidayete layık ise, artık onun yardımcısı hep yüce Allah’tır.
Al-i İmran süresi/ 160 “Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.”
İlahi yardımın tek şartı, müminlerin yüce Allah’a dayanmasıdır. Talut ve arkasından giden inananları hatırlayın. Başlarında Calut denilen zalim bir güruha karşı, Talut ve inananlar topluluğu, savaşa gittiklerinde ilahi yardımı istiyorlardı. Biliyorlardı ki Allah kendilerine yardım ederse, onları yenecek yoktur. Ama yüce Allah’ın da şartı vardı ve onları imtihana tabii tuttu.
“Tâlût ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir. (Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.”( Bakara süresi/ 249-250)
İşte cevap böyle olmalıdır.
Yüce Allah’ın üzerimizdeki hakkı kendisine ve Resul’üne sadık olmaktır.
Ancak o zaman yardım gelecektir.
Rum süresi/ 47 “Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.”
Mümin süresi/ 51 “Şüphesiz ki, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.”
Hadid süresi/ 25 “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resullerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
İşte inananlar duruşlarında ve yollarında sabrettiler mi insanların grup grup, bölük bölük İslama girdikleri görülür. Ölümüne bu dava sevilip korunduğu zaman, insanların dikkatini çeker bu direniş, bu duruş.
Çünkü insanlar her zaman sonuna kadar güvenebilecekleri bir umudun peşindedirler. Ve inananlar bunu göstermek zorundadırlar. Yüce Allah’ın kendi üzerindeki hakkıdır. Bu duruş hidayetin bedelidir. Aksi takdirde ilahi mağfirete müstahak olamazlar.
ALLAH’IN DİNİ…- Fİ DİNİLLAHİ…
Elbette yeryüzünde çeşit çeşit yaşam tarzları vardır. Her bir yaşam tarzı insanların kendilerine kabul edindikleri bir dindir. Dinin oluşturan zemin bazen siyasi, bazen ekonomik, bazen kültürel kaynaklı olabilir.
Ama tüm âlemlerde geçerli olan din ise o yaşam tarzının yaratıcıya dayanmasıdır. Yeri ve gökleri yaratan, her âlemin meliki olan yüce Allah tarafından kabul görmediği sürece o yaşam tarzının hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan o yaşam tarzının en doğru tercih ve Rabb’inin onayının olmasıdır. Yüce Allah’ın yanında geçerli olan tek yaşam tarzı ve kriterleri “İslam”dır.
Al-i İmran süresi/ 19 “ Allah katında hak din İslamdır.”
Rabb’inin kullarını yönlendirmesi ve terbiye etmesi İslam ile olur. Bu yüzden islamı kabul etmek bir yandan en doğru yaşam tarzını seçmektir diğer yandan Rabb’ine en yakın olmaktır.
SADAKAT TESBİH İLE OLUR.
İslamı kabul eden ve hayatlarına getirenler hep yüce Rabb’ini tespih ederler. Bu hem sözleri, hem fiileri ile olur. Hayatın merkezinde yüce Allah’ı düşünürler ve bu yüzden hayatları Rabb’lerine endekslidir. Işığın çevresinde toplanan kelebekler gibidir. Kâbe’nin etrafında dönen kullar gibidir. Yedi yirmi dört saat Rabb’lerine bağlı düşünürler, karar verirler, amel ederler…. Peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)’in “ben uyurum ama kalbim uyumaz” demesindeki sır belki de budur.
İsra süresi/44 “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir, çok bağışlayandır.”
Yüce Allah’ı sürekli anmanın, gündeme getirmenin ve O’nun dediği gibi hayatı düzenlemenin nedeni O’nu çok önemsemektendir. O’nun yücelik ve azametini kavramaktandır. O övgülerin tek kaynağıdır. Hamd etmek teşekkürle gelen bir yüceltmedir. Ama bu da onu tanımadan, isim ve sıfatlarını bilmeden olmaz. Yani Fatiha bilinci olan O’na hamd etmeyi bilir ve hep tesbih eder. Bu da o insanı sadık bir kul haline getirir.
Rad süresi /16 “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.”
MAĞFİRET ET ALLAH’IM!
Yüce Allah kendisine tabii olanları himaye eder. Kendisine sadık olmayan ve umut beslemeyenleri rahmetine almaz. Bu yüzden her kulun zeminde bir mümin olması gerekir. Yani Rabbi’ne güvenmesi, bağlanması ve O’nun prensipleri doğrultusunda yaşaması…
Yaratıcısına güvenmeyip, kendi arzularına göre yaşayan bir yarattığının üzerine neden ebedi olarak rahmet yağdırsın, kendi taraftarı olarak ilan etsin ki….
Bu yüzden ilk önce kulların Rabb’ini ikna etmesi gerekir. Rabb’lerinin taraftarı olan sadık bir kul olduğunu… Bundan sonra Rabbi’nin mağfiretini istesinler.
Mağfiret, yalnızca müminleredir.
Toplumda yanlış bir algılama vardır. Genelde günahkâr kullar için mağfiret düşünülür. Oysaki burada af dilenilir. Ve yüce Allah’ın El- Afuv ismi çağrılır. Ama mağfiret kısmında ise düşünülen böyle değildir. İnsanın aciz olduğu, zayıf kaldığı ve artık yetemediği durumlarda Rabbi’nin yardımını istemesidir. İster dünyada ister ahirette olsun Rabbi’nin mağfiretine umutlanır. Bu yüzden mümin olmayanlara mağfiret yoktur.
Nasr süresinde de mağfiret, Mekke’nin fethinde olduğu gibi tüm islam üzere kurulacak medeniyet aşamalarında yüce Rabb’inin özel rahmet ve ikramı istenir. Bu tıkanıldığı yerler için olabilir, bu düşmanların müslümanlara karşı kin ve nefretin değişmesini istemek olabilir, bu tüm toplumun üzerine rahmet yağmurlarının yağması isteme olabilir…
Ümmet olmak kolay bir durum değildir. Organların uyumlu çalışarak bir vücut gibi çalışması, herkeste olan bir nefis ve şeytana rağmen büyük bir aile oluşturmak kolay değildir. Elbette bu zorluk biz kullar için.
Ama kararlı ve emin olursak ilahi mağfiret ile çok kolay olur. Yirmi yıllık bir mücadelenin sonunda, zalim ve inatçı Kureyşlilere, dünyayı isteyen münafıklara ve şartlanmış Yahudilere rağmen bir damla kan dökülmeden Mekke’nin feth edilmesi kulların Rabb’ine sığınması, Rabb’inin kullarına mağfiret etmesi ile olmuştur.
SON FETİH NE ZAMAN…
Hak geldi, batıl zail oldu. Nitekim batıl yok olmaya mahkûmdur. Peygamberlerin, hidayet önderlerinin ve tüm inananların düşmanlara üstün geldiği vakittir. Aynen kendisinden sonra gelen tebbet süresindeki lehep misali gibi…
Her peygamberin hayatında bir Mekke dönemi var. Örneğin Hz. Nuh(as)’un gemi süreci temiz toplum oluşturma sürecidir. Hz. İbrahim(as)’in sıfırdan bir medeniyet oluşturma süreci vardır…
Her peygamberin mücadelesi böyledir. Bir yandan yüce Allah’a kul olmak için mücadele ederken diğer yandan kulluğun daha kolay yapılabileceği bir toplum modeli oluşturmak. Bu yüzden hem içimizde yüce Allah’a bir yolculuk olmalı, diğer yandan toplum ile beraber yüce Allah’a bir yolculuk yapmak… Her yağmur tanesinin birleşip akarsulara dönüşmesi ve kendi yatağında akarak deryasına ulaşması gibi…
Ama bu gün her yağmur tanesi kendi başına kalmıştır. Bu yüzden hemen buharlaşıp kayıplara karışmaktadır.
Ama ne zaman ki müminler kendi duruş ve kimliklerine sahip çıktılar mı yine bu sünnetullah gerçekleşecektir. Yeter ki her mümin bir yağmur tanesi, bir rahmet damlacığı olduğunu fark etsin, hayatların boyutu değişecektir. Yeryüzüne rahmet yağacaktır.
İşte o zaman ilahi önder yağmur tanelerinin toplanması için harekete geçecektir. Yüce Allah hiçbir topluluğu başsız bırakmamıştır. Kur’an tevilini koruyan ve kendi seçtiği önder ile yeryüzünü fitne ve fesattan temizleyip, Muhammedî (s.a.a) dini hakîm kılacaktır.
O güne hazır olmalıyız. Bu yüzden her müminin yüreğinde bir fetih heyecanı olmalıdır. Allah’ın razı olacağı bir toplum modeline kavuşma arzusu.
Hatta bu hayal tüm dünya için de düşünülmelidir. Yoksa batılın gitmesi ve Hakkın gelmesi bizim için geçerli olmayacaktır. Bu durumda o sancağı taşıyacak o kavimden biri olamayacağız. Allah muhafaza etsin.
Hepimiz Hz. Mehdi(as)’nin taraftarıyız ve yeryüzünü fitneden ayıklayıp, İslam’ın gelmesinde üzerimize düşen sorumluluğu taşıyacağız inşallah.
İŞTE O ZAMAN YÜCE ALLAH’I HEP TEVVAB BULURSUN….
Allah Resul(s.a.a)’ünün önderliğinde muhacir ve Ensar topluluğunun el ele verip Mekke’nin fethine kadar süren bu yolculuk burada bitmez.
Ne yazık ki Mekke de dâhil bugün tüm yeryüzü sıkıntıdadır. Ama umutsuzluk yoktur inananlar için. Mekke’nin fetih süreci bizim için modeldir. Ve Allah’ın vaadi, Nasr süresi ile teminat vermiştir.
Bireysel arınmadan başlayıp toplumsal arınma ve diğer toplumlara da davet devam ettiği sürece Nasr süresinin müjdeleri bizleri de kapsayacaktır. Bu yüzden vazgeçmek yok.
Bu Kur’an’ın geleceğe yönelik işaretidir.
Müminlere müjdesidir.
Sen yola çık, işte o zaman Rabb’ini hep Tevvab bulursun.
Rahmân Ve Rahîm Olan Allah’ın İsmiyle.
1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,
2- insanları bölük, bölük Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde.
3- Artık Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlamasını dile! Muhakkak ki, O, çok bağışlayandır!
1- İzâ câe nasrullahi velfeth
2- Ve raeytennâse yedhulûne fî dinillâhi efvâcâ
3- Fesebbih bihamdi rabbike vestağfirh, İnnehû kâne tevvâbâ.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,
2- insanları bölük, bölük Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde.
3- Artık Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlamasını dile! Muhakkak ki, O, çok bağışlayandır!
Medine’de inen ve üç ayet olan bu süre, Kur’an-ı Kerim sıralamasında Kafirun süresinden sonra dizilişi çok anlamlıdır. Çünkü inananların kâfirlerin yaptıkları küfri oyunlara ve yaşam tarzlarına karşı durmadıkları sürece, kendilerine ait bir yaşam tarzı ve medeniyetleri olmayacaktır.
Hüdeybiye barış anlaşmasından sonra, Mekke’nin fethinden önce nüzul olan bu süre, tam da bu amacı anlatır. Hüdeybiye anlaşması ile güvenlik sağlanır. Ve bu süreç içerisinde dört koldan güçlü tebliğlere başlanılır. Bu içeride güçlenmeyi ve yeni inanmış olanları yetiştirmeyi amaçlar. Bireysel kalitenin sağlanması ve davetlerin artması ile de özlenen İslam medeniyetine kapı aralanır.
Ama bütün yol küfürden ayrılma ile başlanır.
Şirk düzeni alçaltılıp, tevhid üzere yaşam üstün tutulmadıkça bu yol görünmeyecektir.
Diğer bir ifadeyle batıl geçersiz kılınıp, “Hakk” öne çıkarılmalıdır. Bu, madenin ana damarı gibidir. Bu damar olmadıkça asla maden bulunamaz.
Özelde Mekke’nin fethine işaret etse de genelde tüm fetihler için geçerlidir.
Özel de Mekke’nin fethi önemli birinci noktadır. Çünkü şehirlerin anasıdır Mekke.
Mekke’nin kalbi de Kâbe’dir. Mekke’nin ve içerisinde de Kâbe’nin şirkin kontrolünden çıkıp inananların eline geçmesi, insanlara hep özünü hatırlatıcı olacaktır. Bu toplumsal müjde, hep gündemde kalacaktır. Çünkü Kâbe, tevhidin dilidir. İnsanlar sussa da o hep tevhide davet edecektir. Bu yüzden Kâbe’nin dolayısıyla Mekke’nin Müslümanların eline geçmesi kalbin dolaşım sistemini canlı tutup tüm organları beslediği gibi tüm inananları da canlı tutacaktır. Ruhu besleyen ilahi sevgi, oradan kullarına yansıyacaktır.
İkinci aşama da geneli kapsayan manadır. İnananların hep istediği bir yaşam tarzına giden süreci anlatır. Toplumsal duruşu hatırlatır. İnananlar nasıl bir toplum oluşturmalıdır?
İlahi rızaya göre bir model toplum oluşturulur. Özellikle Mekke’nin bir damla kan dökülmeden fethedilmesi bunun ispatıdır. Her birey ilahi süzgeçten geçtikten sonra, o toplumu oluşturan her birey ilahi yaşam tarzını istemektedir. Artık her birey yüce Allah’a kul olmayı talep etmektedir. Bireysel değişim ile başlayan bu süreç, artık toplumsal değişimi gerektiriyor. Bir İslam toplumu olmak istiyor. Bu yüzden fetih deniliyor. İşgal denilmiyor.
Bu şehir İslami hayatı hayatlarında görmek istiyor. Kendilerine ait eğitim, sağlık, ekonomi, ticaret, sosyal vs. hizmetleri istiyor. Hedef birliği olduğu gibi ortak akıl ve ortak gönülle beraber yaşamak istiyor. Beraber gülmek, beraber ağlamak istiyor. Ama hepsinden önce hep beraber yüce yaratıcıya kul olmak istiyorlar…
Üçüncü aşama da bireysel çağrıdan toplumsal davetlere geçiştir. Kendi toplumlarını nasıl temize çıkarmak önemli ise diğer toplumların da arınmaları için yola çıkılır. Bütün şehirler bu şehir gibi fethedilebilir. Zaten inananların amacı tüm yeryüzünün fitnelerden arındırılıp, İslam olması değil midir?
Neden Mekke bütün şehirlerin anasıdır! Çünkü Mekke bir sembol şehirdir. Onun kalbinin attığı gibi, her şehrin kalbi tevhid ile atmalıdır.
ALLAH’IN YARDIMI VE FETİH GELDİĞİNDE…
f-t-h kelime manası ile açmak anlamına gelir. Istılahı manada ise Rasullullah (s.a.a)’ın davasının ve yolunun açılmasıdır.
Elbette birinci derecede Resulullah’ın yola çıkması önemlidir. Çünkü inanan toplumun imamı Resulullah (s.a.a)’tır. İmam ise tek başına cihad’tan sorumlu değildir. Ancak inananların destek ve sadakati ile yola çıkılabilir. Dolayısıyla fetihler olabilir.
O halde peygambere biat şarttır. Bireysel ve toplumsal değişim için imamet inancı önemli olmazsa olmazlardandır. Bir vücudun başı gibidir. Emirler baştan gelir. Ve sunumlar başa yapılır. Sözel olarak tüm inananlar bu prensibi kabul eder. Ama gerçekten duruş böyle midir?
Peygambere biat demek, ona sadık olmak demektir. Onun yolunu takip etmek ve devam etmek demektir. İtaat kaçınılmaz demektir. Öyle ki peygamber sizin bu sadakat ve itaatinizden razı olmalıdır. Biatınızı kabul etmelidir. Bir yandan peygamberi üzenler diğer yandan biat ettiklerini söyleyenler sakın kendilerini peygamber taraftarı olarak görmesinler. Bu yüzden ısrarla peygambere biat sorgulanmalıdır.
Çünkü fetihler ve ilahi yardımlar buna bağlıdır.
PEYGAMBERİ ATLATANLAR VEYA O’NU ÜZENLER İLAHî YARDIMI VE FETİHLERİ GÖREMEZLER.
Saf süresi /14 “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere, “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de, “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. Bunun üzerine İsrail oğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.”
Fetih kelimesi sadece yeryüzünü ilgilendirmiyor. Öyle bir kapı açılıyor ki arkası kesilmeyecek cennet yurduna kadar uzanıyor.
Saf süresi/9-13 “ Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size?Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır. Seveceğiniz başka bir kazanç daha var: Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih (Mekke’nin fethi). (Ey Muhammed!) Mü’minleri müjdele!”
Böylece insanoğlunun önünde duran kapalılık ve belirsizlik gideriliyor ve ebedi hayatın sonuna kadar yol belli oluyor. Bu nedenle yüce Rabbi’imizden istenilen en büyük yardım “ hidayet” tir. Fatiha süresi ki bu sürenin anlamı da açan demektir bu süre de ilahi bir öğreti var. Kendisinden yardım istememizi istiyor. O istenilen yardım ise “ ihdina- bizi kendine ilet” yoludur, yani hidayettir.
Fatiha süresi/5-7 “(Allah’ım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramamış ve sapmamışların yoluna.”
Yüce Allah hidayet nasip etti mi ve elbette ki o kul da hidayete layık ise, artık onun yardımcısı hep yüce Allah’tır.
Al-i İmran süresi/ 160 “Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.”
İlahi yardımın tek şartı, müminlerin yüce Allah’a dayanmasıdır. Talut ve arkasından giden inananları hatırlayın. Başlarında Calut denilen zalim bir güruha karşı, Talut ve inananlar topluluğu, savaşa gittiklerinde ilahi yardımı istiyorlardı. Biliyorlardı ki Allah kendilerine yardım ederse, onları yenecek yoktur. Ama yüce Allah’ın da şartı vardı ve onları imtihana tabii tuttu.
“Tâlût ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir. (Tâlût’un askerleri) Câlût ve askerleriyle karşı karşıya gelince şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.”( Bakara süresi/ 249-250)
İşte cevap böyle olmalıdır.
Yüce Allah’ın üzerimizdeki hakkı kendisine ve Resul’üne sadık olmaktır.
Ancak o zaman yardım gelecektir.
Rum süresi/ 47 “Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.”
Mümin süresi/ 51 “Şüphesiz ki, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.”
Hadid süresi/ 25 “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resullerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.”
İşte inananlar duruşlarında ve yollarında sabrettiler mi insanların grup grup, bölük bölük İslama girdikleri görülür. Ölümüne bu dava sevilip korunduğu zaman, insanların dikkatini çeker bu direniş, bu duruş.
Çünkü insanlar her zaman sonuna kadar güvenebilecekleri bir umudun peşindedirler. Ve inananlar bunu göstermek zorundadırlar. Yüce Allah’ın kendi üzerindeki hakkıdır. Bu duruş hidayetin bedelidir. Aksi takdirde ilahi mağfirete müstahak olamazlar.
ALLAH’IN DİNİ…- Fİ DİNİLLAHİ…
Elbette yeryüzünde çeşit çeşit yaşam tarzları vardır. Her bir yaşam tarzı insanların kendilerine kabul edindikleri bir dindir. Dinin oluşturan zemin bazen siyasi, bazen ekonomik, bazen kültürel kaynaklı olabilir.
Ama tüm âlemlerde geçerli olan din ise o yaşam tarzının yaratıcıya dayanmasıdır. Yeri ve gökleri yaratan, her âlemin meliki olan yüce Allah tarafından kabul görmediği sürece o yaşam tarzının hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan o yaşam tarzının en doğru tercih ve Rabb’inin onayının olmasıdır. Yüce Allah’ın yanında geçerli olan tek yaşam tarzı ve kriterleri “İslam”dır.
Al-i İmran süresi/ 19 “ Allah katında hak din İslamdır.”
Rabb’inin kullarını yönlendirmesi ve terbiye etmesi İslam ile olur. Bu yüzden islamı kabul etmek bir yandan en doğru yaşam tarzını seçmektir diğer yandan Rabb’ine en yakın olmaktır.
SADAKAT TESBİH İLE OLUR.
İslamı kabul eden ve hayatlarına getirenler hep yüce Rabb’ini tespih ederler. Bu hem sözleri, hem fiileri ile olur. Hayatın merkezinde yüce Allah’ı düşünürler ve bu yüzden hayatları Rabb’lerine endekslidir. Işığın çevresinde toplanan kelebekler gibidir. Kâbe’nin etrafında dönen kullar gibidir. Yedi yirmi dört saat Rabb’lerine bağlı düşünürler, karar verirler, amel ederler…. Peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)’in “ben uyurum ama kalbim uyumaz” demesindeki sır belki de budur.
İsra süresi/44 “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir, çok bağışlayandır.”
Yüce Allah’ı sürekli anmanın, gündeme getirmenin ve O’nun dediği gibi hayatı düzenlemenin nedeni O’nu çok önemsemektendir. O’nun yücelik ve azametini kavramaktandır. O övgülerin tek kaynağıdır. Hamd etmek teşekkürle gelen bir yüceltmedir. Ama bu da onu tanımadan, isim ve sıfatlarını bilmeden olmaz. Yani Fatiha bilinci olan O’na hamd etmeyi bilir ve hep tesbih eder. Bu da o insanı sadık bir kul haline getirir.
Rad süresi /16 “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.”
MAĞFİRET ET ALLAH’IM!
Yüce Allah kendisine tabii olanları himaye eder. Kendisine sadık olmayan ve umut beslemeyenleri rahmetine almaz. Bu yüzden her kulun zeminde bir mümin olması gerekir. Yani Rabbi’ne güvenmesi, bağlanması ve O’nun prensipleri doğrultusunda yaşaması…
Yaratıcısına güvenmeyip, kendi arzularına göre yaşayan bir yarattığının üzerine neden ebedi olarak rahmet yağdırsın, kendi taraftarı olarak ilan etsin ki….
Bu yüzden ilk önce kulların Rabb’ini ikna etmesi gerekir. Rabb’lerinin taraftarı olan sadık bir kul olduğunu… Bundan sonra Rabbi’nin mağfiretini istesinler.
Mağfiret, yalnızca müminleredir.
Toplumda yanlış bir algılama vardır. Genelde günahkâr kullar için mağfiret düşünülür. Oysaki burada af dilenilir. Ve yüce Allah’ın El- Afuv ismi çağrılır. Ama mağfiret kısmında ise düşünülen böyle değildir. İnsanın aciz olduğu, zayıf kaldığı ve artık yetemediği durumlarda Rabbi’nin yardımını istemesidir. İster dünyada ister ahirette olsun Rabbi’nin mağfiretine umutlanır. Bu yüzden mümin olmayanlara mağfiret yoktur.
Nasr süresinde de mağfiret, Mekke’nin fethinde olduğu gibi tüm islam üzere kurulacak medeniyet aşamalarında yüce Rabb’inin özel rahmet ve ikramı istenir. Bu tıkanıldığı yerler için olabilir, bu düşmanların müslümanlara karşı kin ve nefretin değişmesini istemek olabilir, bu tüm toplumun üzerine rahmet yağmurlarının yağması isteme olabilir…
Ümmet olmak kolay bir durum değildir. Organların uyumlu çalışarak bir vücut gibi çalışması, herkeste olan bir nefis ve şeytana rağmen büyük bir aile oluşturmak kolay değildir. Elbette bu zorluk biz kullar için.
Ama kararlı ve emin olursak ilahi mağfiret ile çok kolay olur. Yirmi yıllık bir mücadelenin sonunda, zalim ve inatçı Kureyşlilere, dünyayı isteyen münafıklara ve şartlanmış Yahudilere rağmen bir damla kan dökülmeden Mekke’nin feth edilmesi kulların Rabb’ine sığınması, Rabb’inin kullarına mağfiret etmesi ile olmuştur.
SON FETİH NE ZAMAN…
Hak geldi, batıl zail oldu. Nitekim batıl yok olmaya mahkûmdur. Peygamberlerin, hidayet önderlerinin ve tüm inananların düşmanlara üstün geldiği vakittir. Aynen kendisinden sonra gelen tebbet süresindeki lehep misali gibi…
Her peygamberin hayatında bir Mekke dönemi var. Örneğin Hz. Nuh(as)’un gemi süreci temiz toplum oluşturma sürecidir. Hz. İbrahim(as)’in sıfırdan bir medeniyet oluşturma süreci vardır…
Her peygamberin mücadelesi böyledir. Bir yandan yüce Allah’a kul olmak için mücadele ederken diğer yandan kulluğun daha kolay yapılabileceği bir toplum modeli oluşturmak. Bu yüzden hem içimizde yüce Allah’a bir yolculuk olmalı, diğer yandan toplum ile beraber yüce Allah’a bir yolculuk yapmak… Her yağmur tanesinin birleşip akarsulara dönüşmesi ve kendi yatağında akarak deryasına ulaşması gibi…
Ama bu gün her yağmur tanesi kendi başına kalmıştır. Bu yüzden hemen buharlaşıp kayıplara karışmaktadır.
Ama ne zaman ki müminler kendi duruş ve kimliklerine sahip çıktılar mı yine bu sünnetullah gerçekleşecektir. Yeter ki her mümin bir yağmur tanesi, bir rahmet damlacığı olduğunu fark etsin, hayatların boyutu değişecektir. Yeryüzüne rahmet yağacaktır.
İşte o zaman ilahi önder yağmur tanelerinin toplanması için harekete geçecektir. Yüce Allah hiçbir topluluğu başsız bırakmamıştır. Kur’an tevilini koruyan ve kendi seçtiği önder ile yeryüzünü fitne ve fesattan temizleyip, Muhammedî (s.a.a) dini hakîm kılacaktır.
O güne hazır olmalıyız. Bu yüzden her müminin yüreğinde bir fetih heyecanı olmalıdır. Allah’ın razı olacağı bir toplum modeline kavuşma arzusu.
Hatta bu hayal tüm dünya için de düşünülmelidir. Yoksa batılın gitmesi ve Hakkın gelmesi bizim için geçerli olmayacaktır. Bu durumda o sancağı taşıyacak o kavimden biri olamayacağız. Allah muhafaza etsin.
Hepimiz Hz. Mehdi(as)’nin taraftarıyız ve yeryüzünü fitneden ayıklayıp, İslam’ın gelmesinde üzerimize düşen sorumluluğu taşıyacağız inşallah.
İŞTE O ZAMAN YÜCE ALLAH’I HEP TEVVAB BULURSUN….
Allah Resul(s.a.a)’ünün önderliğinde muhacir ve Ensar topluluğunun el ele verip Mekke’nin fethine kadar süren bu yolculuk burada bitmez.
Ne yazık ki Mekke de dâhil bugün tüm yeryüzü sıkıntıdadır. Ama umutsuzluk yoktur inananlar için. Mekke’nin fetih süreci bizim için modeldir. Ve Allah’ın vaadi, Nasr süresi ile teminat vermiştir.
Bireysel arınmadan başlayıp toplumsal arınma ve diğer toplumlara da davet devam ettiği sürece Nasr süresinin müjdeleri bizleri de kapsayacaktır. Bu yüzden vazgeçmek yok.
Bu Kur’an’ın geleceğe yönelik işaretidir.
Müminlere müjdesidir.
Sen yola çık, işte o zaman Rabb’ini hep Tevvab bulursun.
Rahmân Ve Rahîm Olan Allah’ın İsmiyle.
1- Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,
2- insanları bölük, bölük Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde.
3- Artık Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlamasını dile! Muhakkak ki, O, çok bağışlayandır!

KUR’AN’DA TEZAT GİBİ DURAN AYETLER

KUR’AN OKURKEN, KUR’AN NASIL YALANLANIYOR?

KUR’AN HAYAT KAYNAĞIMIZ
KUR’AN HAYAT KAYNAĞIMIZ
En uzun yaşayan nedir veya kimdir? diye sorsam farklı cevaplar alırım. Kiminiz ağaçlardan, kiminiz hayvanlar âleminden, kiminiz insanlardan, kiminiz peygamberlerden, kiminiz cinlerden, kiminiz şeytandan örnekler verebilirsiniz.
Aslında en uzun yaşayan gerçek ve her varlığı da ayakta tutan “Din” dir. Elbette kast edilen hak ve sahibi Rabb’imiz olan. Yani üretilen dinler değil, indirilen din. Başından beri adı İslam olan.
Al-i İmran suresi/ 19 “Doğrusu Allah katında din, İslam’dır….”
Tüm peygamberler bu yolun canlılığını, dimdik ayakta duruşunu hatırlatmak için gelmişlerdir. Bu yüzden birbirini tasdikleyerek gelirler. Sadece peygamberler değil, bunlar arasında gelen tüm seçilmişler de dâhil hepsi bu hayata, bu yaşam tarzına dikkat çekmişlerdir. Yani Ab-ı hayat buydu.Tarihteki tek adı; “İslam” idi.
Dolayısıyla tüm peygamberler ve vasileri birbirinden kopuk değillerdir. Onları birbirinden koparanlar ihanet içinde olan insanlardır. Yoksa hiçbir seçilmiş diğer seçilmişten ayrı bir yol edinmemiş, gelişigüzel davranmamışlardır. Hepsi aynı dine çağırıyorlardı.
83- Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysaki göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ister istemez O’na teslim olmuş, hepsi döndürülüp O’na götürülüyorlar.
84- De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya İsa’ya peygamberlere Rablerinden verilene inandık iman getirdik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz, ancak O (Allah’a)’na boyun eğen müslümanlarız!”
85- Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.”
AL-İ İMRAN SÜRESİ/ 83-85
Peygamberler ve vasileri arasında ayırım yapmak; bu yolu kesip atma, sapma ve ihanet anlamına gelir. Bu anlam sadece Müslümanlar ile Ehl-i kitap arasındaki farka işaret etmez.
Yani onlardan Yahudilerin Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davut ( hepsine selam olsun) gibi, Hıristiyanların Hz. İsa(as) gibi bazı peygamberleri kabul edip bazılarını kabul etmemek değildi tek mesele olan. Tüm peygamberler ile Hz. Muhammed (saa)’i ayırmadığımız gibi, peygamberler ile vasilerini de ayırmamalıyız. Ayrıca vasiler arasında da ayırım yapamayacağımız gibi, en son vasi olan İmam Mehdi(as) de tüm peygamberler ve vasilerden kopuk düşünülmeyecekti.
82. İman edip de imanlarını bir haksızlıkla karıştırmayan kimseler, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete erenler de onlardır.
83. Bu, kavmine karşı Bizim İbrahim’e vermiş olduğumuz hüccetimizdir. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
84. Bundan başka ona İshak ve Ya’kub’u ihsan ettik ve her birini hidayete erdirdik. Nuh’u da daha önce hidayete erdirmiştik, onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı, Harun’u da… İşte iyi işler yapanları böyle mükâfatlandırırız.
85. Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da… Hepsi iyilerdendir.
86. İsmail’i, Elyesa’ı, Yunus’u ve Lut’u da… Her birini âlemlerin üstüne geçirdik.
87. Atalarından, soylarından ve kardeşlerinden bir kısmını da… Bunların hepsini seçtik ve bir doğru yola hidayetçi kıldık.
88. İşte bu yol Allah yoludur. O, kullarından dilediğine hidayet eyler. Eğer bunlar Allah’a ortak koşmuş olsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmiş olurdu.
ENAM SÜRESİ/ 82- 88
Din, kendisi yaşayan ve ölümü olmayan tek gerçek olduğu gibi, kendine sarılanlara da hayat veriyordu.
Şimdi aynen peygamber ve vasileri; birbirinden kopmadan, birbirini tasdik ederek ve birbirine yardım ederek birbirilerini nasıl izledilerse, ilahi kitaplar da birbirini tasdikleyerek gelmektedirler. Örnek verilen ayetlere dikkat çektiğimiz gibi, bunun gibi birçok ayetlere de rastlanmaktadır.
46 – “O peygamberlerin ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat’ı tasdik eden ve Allah’tan korkanlar için bir hidayet rehberi ve bir öğüt olan İncil’i verdik.
47- İncil ehli de Allah’ın ona indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”
MAİDE SURESİ/ 46-47
Ne yazık ki Tevrat gönderilen toplumlar da, İncil gönderilen toplumlar da kendilerine verilen bu emanet niteliğindeki kitaplara gereği gibi davranmadılar. Yüce Allah onların ihaneti ile yine din denen hayatın önünü kesmedi. Tevrat, İncil ve diğer kitap ve suhufları tasdikleyen bir kitap daha geldi. Adı Kur’an olan. Aslında meram yine aynı idi. insanlara gerçek hayatın yolunu göstermekti. Ancak insanların yine aynı hataları yapmaması için Kur’an’a nasıl yaklaşım sebebiyle ciddi anlamda uyarılmışlardı.
Kur’an da tüm ilahi verileri tasdikleyerek gelmişti. Yüce Allah’ın bir kez daha kullarına verdiği rahmetti. Onların hayat kaynağı olacak olan. Şimdi sadece tek bir şey kalıyordu geriye. Kur’an’ı kana kana içmek. Ondaki ilkelerin hayat bulması için.
Maide suresi/ 66 “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirileni (ikame etselerdi) doğruca uygulasalardı, hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarında olanlardan yerlerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet de yok değil; fakat çoğu ne kötü işler yapıyorlar!”
İşte hayat kaynakları olan tüm Peygamberler ve Vasilerin ellerindeki kitaplar tasdiklenmeden ve hayata getirilmeden asla hayat bulamayacağımız aşikârdır. Kur’an ayı olan bu Ramazan ayında Kur’an’lar hatmedilirken bu gerçekleri de göz ardı etmeyelim.
Kur’an gerçek anlamda dinlenilmeden, peygamber anlaşılmadan hayat bulamayacağımız gibi. Kur’an okumuş olmak için, Kur’an okumayalım inşallah. Ya da isterseniz okumayı öğrenmekten artık öğrenmek için okumaya geçelim. Hayatın bir parçası olmak için. Ne dersiniz? Vesselam.
En uzun yaşayan nedir veya kimdir? diye sorsam farklı cevaplar alırım. Kiminiz ağaçlardan, kiminiz hayvanlar âleminden, kiminiz insanlardan, kiminiz peygamberlerden, kiminiz cinlerden, kiminiz şeytandan örnekler verebilirsiniz.
Aslında en uzun yaşayan gerçek ve her varlığı da ayakta tutan “Din” dir. Elbette kast edilen hak ve sahibi Rabb’imiz olan. Yani üretilen dinler değil, indirilen din. Başından beri adı İslam olan.
Al-i İmran suresi/ 19 “Doğrusu Allah katında din, İslam’dır….”
Tüm peygamberler bu yolun canlılığını, dimdik ayakta duruşunu hatırlatmak için gelmişlerdir. Bu yüzden birbirini tasdikleyerek gelirler. Sadece peygamberler değil, bunlar arasında gelen tüm seçilmişler de dâhil hepsi bu hayata, bu yaşam tarzına dikkat çekmişlerdir. Yani Ab-ı hayat buydu.Tarihteki tek adı; “İslam” idi.
Dolayısıyla tüm peygamberler ve vasileri birbirinden kopuk değillerdir. Onları birbirinden koparanlar ihanet içinde olan insanlardır. Yoksa hiçbir seçilmiş diğer seçilmişten ayrı bir yol edinmemiş, gelişigüzel davranmamışlardır. Hepsi aynı dine çağırıyorlardı.
83- Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysaki göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ister istemez O’na teslim olmuş, hepsi döndürülüp O’na götürülüyorlar.
84- De ki: “Biz, Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya İsa’ya peygamberlere Rablerinden verilene inandık iman getirdik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz, ancak O (Allah’a)’na boyun eğen müslümanlarız!”
85- Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.”
AL-İ İMRAN SÜRESİ/ 83-85
Peygamberler ve vasileri arasında ayırım yapmak; bu yolu kesip atma, sapma ve ihanet anlamına gelir. Bu anlam sadece Müslümanlar ile Ehl-i kitap arasındaki farka işaret etmez.
Yani onlardan Yahudilerin Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davut ( hepsine selam olsun) gibi, Hıristiyanların Hz. İsa(as) gibi bazı peygamberleri kabul edip bazılarını kabul etmemek değildi tek mesele olan. Tüm peygamberler ile Hz. Muhammed (saa)’i ayırmadığımız gibi, peygamberler ile vasilerini de ayırmamalıyız. Ayrıca vasiler arasında da ayırım yapamayacağımız gibi, en son vasi olan İmam Mehdi(as) de tüm peygamberler ve vasilerden kopuk düşünülmeyecekti.
82. İman edip de imanlarını bir haksızlıkla karıştırmayan kimseler, işte korkudan emin olmak onların hakkıdır ve hidayete erenler de onlardır.
83. Bu, kavmine karşı Bizim İbrahim’e vermiş olduğumuz hüccetimizdir. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
84. Bundan başka ona İshak ve Ya’kub’u ihsan ettik ve her birini hidayete erdirdik. Nuh’u da daha önce hidayete erdirmiştik, onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı, Harun’u da… İşte iyi işler yapanları böyle mükâfatlandırırız.
85. Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da… Hepsi iyilerdendir.
86. İsmail’i, Elyesa’ı, Yunus’u ve Lut’u da… Her birini âlemlerin üstüne geçirdik.
87. Atalarından, soylarından ve kardeşlerinden bir kısmını da… Bunların hepsini seçtik ve bir doğru yola hidayetçi kıldık.
88. İşte bu yol Allah yoludur. O, kullarından dilediğine hidayet eyler. Eğer bunlar Allah’a ortak koşmuş olsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmiş olurdu.
ENAM SÜRESİ/ 82- 88
Din, kendisi yaşayan ve ölümü olmayan tek gerçek olduğu gibi, kendine sarılanlara da hayat veriyordu.
Şimdi aynen peygamber ve vasileri; birbirinden kopmadan, birbirini tasdik ederek ve birbirine yardım ederek birbirilerini nasıl izledilerse, ilahi kitaplar da birbirini tasdikleyerek gelmektedirler. Örnek verilen ayetlere dikkat çektiğimiz gibi, bunun gibi birçok ayetlere de rastlanmaktadır.
46 – “O peygamberlerin ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat’ı tasdik eden ve Allah’tan korkanlar için bir hidayet rehberi ve bir öğüt olan İncil’i verdik.
47- İncil ehli de Allah’ın ona indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”
MAİDE SURESİ/ 46-47
Ne yazık ki Tevrat gönderilen toplumlar da, İncil gönderilen toplumlar da kendilerine verilen bu emanet niteliğindeki kitaplara gereği gibi davranmadılar. Yüce Allah onların ihaneti ile yine din denen hayatın önünü kesmedi. Tevrat, İncil ve diğer kitap ve suhufları tasdikleyen bir kitap daha geldi. Adı Kur’an olan. Aslında meram yine aynı idi. insanlara gerçek hayatın yolunu göstermekti. Ancak insanların yine aynı hataları yapmaması için Kur’an’a nasıl yaklaşım sebebiyle ciddi anlamda uyarılmışlardı.
Kur’an da tüm ilahi verileri tasdikleyerek gelmişti. Yüce Allah’ın bir kez daha kullarına verdiği rahmetti. Onların hayat kaynağı olacak olan. Şimdi sadece tek bir şey kalıyordu geriye. Kur’an’ı kana kana içmek. Ondaki ilkelerin hayat bulması için.
Maide suresi/ 66 “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirileni (ikame etselerdi) doğruca uygulasalardı, hem üstlerinden hem de ayaklarının altlarında olanlardan yerlerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet de yok değil; fakat çoğu ne kötü işler yapıyorlar!”
İşte hayat kaynakları olan tüm Peygamberler ve Vasilerin ellerindeki kitaplar tasdiklenmeden ve hayata getirilmeden asla hayat bulamayacağımız aşikârdır. Kur’an ayı olan bu Ramazan ayında Kur’an’lar hatmedilirken bu gerçekleri de göz ardı etmeyelim.
Kur’an gerçek anlamda dinlenilmeden, peygamber anlaşılmadan hayat bulamayacağımız gibi. Kur’an okumuş olmak için, Kur’an okumayalım inşallah. Ya da isterseniz okumayı öğrenmekten artık öğrenmek için okumaya geçelim. Hayatın bir parçası olmak için. Ne dersiniz? Vesselam.

AL-İ İMRAN SURESİ’NDEN NE KADAR İNCİ VE MERCAN TOPLAYABİLDİK?
1- Al-i İmran suresinin ilk ayeti olarak aşağıdakilerden hangisi ile başlamaktadır?
Elif- lâm- mîm diyerek muteşabih bir ayetle başlamaktadır.
Yüce Allah’tan başka bir ilah yoktur.
Bu kendisinden şüphe edilmeyen bir kitaptır.
Allah ve Resul’ünden bir uyarıdır.
2- Surenin 3. ve 4. Ayetlerinde “Hak, Doğrulayıcı, Yol gösterici ve Furkan” diyerek sıfatlandırdığı aşağıdakilerden hangisidir?
Kitap
Peygamber
Müminler
Melekler
3- “İnzal” kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
Bitirmek
Açıklamak
İndirmek
Vermek
4- “Hak” kelimesinin anlamı değişmez, geçersiz olmaz, sabit hakikat manalarına delalet ettiğine göre hak kelimesinin zıttı aşağıdakilerden hangisidir?
Fani
Yalan
Batıl
Tasdik
5- “Tevrat”; İbranice’de ne anlamına gelir?
Şeriat
Kitap
Müjde
Nur
6- Aşağıdaki anlayışlardan hangisi azap ile ilgili doğru bir algılayış değildir?
Muhakkak ki inkâr edenler şiddetli bir azap ile karşılacaklardır.
Azabı yüce Allah istemez. İnsanların kendileri buna sebep olmaktadır.
Azap hem dünya hayatında, hem de ahrette kendisine ulaşabilir.
Azap sadece insanın bedenine yöneliktir. Ruh bundan istisnadır.
7- Ayetler muhkem ve muteşabih olarak iki çeşittir. Ancak her iki ayet açısından ortak konu aşağıdakilerden hangisi değildir?
Muhkem ayetlerden sorumluyuz, ancak muteşabih ayetlerden sorumlu değiliz..
Her iki ayetlerin tevili için muhakkak bir kitabın bilgisi olan ilim sahiplerine ihtiyaç vardır.
Her iki ayeti doğru anlamak için aklın temiz olması gerekiyor.
Her iki ayetler insanların imtihanıdır.
8- Al-i İmran süresinin 7. Ayeti kerimesin de geçen “ İlimde Derinleşenler” den maksat hadis-i şeriflere göre kimlerdir?
Peygamberler
Âlimler
Müminler
Ehl-i Beyt önderleri
9- “Şüphesiz çarpışan iki topluluğun durumunda size bir ibret vardı…..” (13, ayet) bu ayetin devamında gelen iki topluluğun birbirinden ayrı gören esas fark aşağıdakilerden hangisidir?
Biri Allah yolunda idi, diğeri ise inkâr eden
Bir grup muhkem ayetlerle, diğer grup muteşabih ayetlerle amel ediyordu.
Bir grup sadece peygamberi örnek alıyordu, diğer grup ise peygamber ve Ehl-i Beytini.
Bir grup Kuranın lafzını, diğer gru ise Kuranın hem lafzını, hem de tevilini alıyordu.
10- Rızık kavramı için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
Rızık umumi-hususi, batın- zahir, vehbi- kesbi, tekvini- teşriî düşünülebilir.
Rızık hayır üzerine, karşılıksız bağışlanan pay demektir.
Rızık verme, Allah’tan başkasına nispet edilemez.
Haram yoldan gelen pay da onun rızkı diye düşünülebilir.
11- Al-i İmran süresi/ 28. Ayette geçen “ müminler, müminleri bırakıp da ……. veli edinmesinler,” dediği boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
Müminler
İnsanlar
Kâfirler
Şeytanlar
12- Yüce Allah’ı severken, yüce Allah’ında insanları sevmesinde koyduğu şart aşağıdakilerden hangisidir? (31. Ayete göre)
Peygambere itaat
Dosdoğru olmak
Sadece Allah’tan korkmak
Ahiret gününü hatırlamak
13- “Gerçekten Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti.” (Al-i İmran suresi/ 33) ayetinde anlatılan ve Velayet makamıyla örtüşen ilahî yasa aşağıdakilerden hangisidir?
İstidlal yasası
İstifa yasası
İstidrac yasası
İsticabet yasası
14- Okunan ayetlerde Allah’a gösterilen sevginin nasıl gösterileceği ifade edilmiştir?
Gerçek sevgi, müminlerin müminleri dost görmesiyle gösterilir.
Gerçek sevgi, Peygambere uymak ile gösterilir.
Gerçek sevgi, Tevella ve Teberra ile gösterilir.
Gerçek sevgi, Meryem’in hikâyesi gibidir.
15- Ayetlerde defalarca dile getirilen “İbrahim ailesi” nin Hz. İsmail üzerinden tertemiz zürriyeti aşağıdakilerden hangisidir?
Al-i İmran ailesi
Ehl-i Beyt ailesi
Nuh ailesi
Yakup ailesi
16- “….Allah’tan gelen bir kelimeyi doğrulayacak, efendi, son derece nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere….” Diye sıfatları dile getirilerek müjdelen kimdir?
Yahya as.
Meryem as.
İsa as.
İsmail as.
17- Meryem (as) de olduğu gibi meleklerin kendisiyle konuştuğu ve onların sözlerini işitmesine ne ad verilir?
Vahiy
Ayet
Muhaddese
Masumiyet
18- “Ey Meryem! Rabbine kunut tut ve secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et” demişlerdi.” (Al-i İmran suresi/43) ayetinde geçen “Kunut” ne anlama gelmemektedir?
Gönülden boyun eğme
Nitelikli itaat
Duaya durma
Rükû etmeye hazırlık
19- “Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki…” (Al-i İmran suresi/45) ayetinde müjdelenen aşağıdakilerden hangisidir?
Hz. İsa
Zekeriya (as)
Seçilmişlik
Vahiy
20- Aşağıdakilerden hangisi Hz. İsa (as)’ın gösterdiği mucizelerden değildir?
Çamurdan kuş yapıp canlanması
Ölüleri diriltmek
Evlerinde biriktirdiklerini bilme
Asasının yılana dönüşmesi
21- Hz. İsa (as)’ın havarilere ne sormuştu?
Tevrat’ı biliyor musunuz?
Allah yolunda yardımcılarım kimlerdir?
İsrail oğullarıyla savaşacak mısınız?
Bana iman edecek misiniz?
22- “Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah’ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim”. (Al-i İmran suresi/ 61) ayetinde ilmin kendisine geldiği ve yakınlarını yanına şahit tutarak, Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne dilemeyi kim istemiştir?
Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’i
Hz. İsa ve havariler
Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya
Hz. Musa ve İmran ailesi
23- “De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz….” (Al-i İmran suresi/ 65) ayetinde devamı açıklama şeklinde gelen “ ortak kelime” aşağıdakilerden hangisi değildir?
İbrahim(as) peygamberin mirası
Allah’tan başkasına kulluk etmemek
Allah’a ortak koşmamak
Allah’ı bırakıp bazılarımız bazılarını rabler edinmemek
24- Hz. İbrahim (as) dini ne idi?
Yahudi
Hıristiyan
Müşrik
Hanif
25- Aşağıdakilerden hangisi Kitap Ehli’nin Müslümanları saptırma yöntemlerinden değildir?
Hakkı batılla karıştırmak
İman edenlere gündüzün inanmış gibi görünün sonra inkâr edin
Kitabı okurken dilleriyle eğip bükerler
İnananlarla dürüstçe savaşırlar
26- Cafer Tayyar, Habeşistan’a hicret ettiklerinde Hıristiyan olan Necaşi ahalisine hangi süre üzerinden açıklamalar yaptı?
Al-i İmran suresi
Meryem suresi
İbrahim suresi
Fatiha suresi
27- Peygamberlerden; kitap okuyan ve öğreten kimselere altın bir öğüt gelmektedir. (Al-i İmran/ suresi/79. Ayete göre) Bu öğüt aşağıdakilerden hangisidir?
Rabbaniler olunuz.
İnsanın asaleti ahlakıdır.
Hanif olun
Kitabı koruyun
28- Aşağıdakilerden hangisi iyiliğe ulaşmanın yoludur? (Al-i İmran suresi/92)
İman edip salih amel işlemek
Günahtan sonra tevbe etmek
Peygambere itaat
Sevdiğiniz şeylerden infak etmek
29- Akd-akl- ahd kelimelerin anlamları sırasıyla aşağıdakilerden hangisidir?
Düğümleme- bağlama- söz verme
Anlaşma- teslim olma- direnme
Söz verme- düşünme- anlama
Biat etme- anlaşma- söz verme
30- Kâbe’nin Mekke’de olması ayet ile sabittir. Aşağıdakilerden hangisi bunun sebebi olamaz?
Hz. İbrahim orada dua edip, inşa etmiştir.
İnsanlar ilk mescidi böylelikle tahrif edemez.
Yüce Allah, orayı seçtiğini belirtmiştir.
Yeryüzünün en merkezi yeri orasıdır.
31- Aşağıdakilerden hangisi Kâbe için kullanılan sıfatlardan değildir?
Mübarek yer
Güvenli yer
Hidayet yeri
Misak yeri
32- Müslümanlar Ehl-i Kitap sahiplerine boyun eğdiler mi, Müslümanları nasıl bir akibet bekler? (Al-i İmran/ 100)
Birbirilerine benzerler
İmandan sonra küfre düşerler
Ehl-i kitap sahipleri iman ederler
Müslümanların imanı artar
33- Gelen hadis haberlerine göre “ Allah’ın ipi” ile ne kast edilmemektedir?
Kur’an
Peygamber
Ehl-i Beyt
Kâbe
34- “ Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz…” (Al-i İmran suresi/ 110) Bu ayette anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisi değildir?
Siz ne yapsanız yine de en iyi ümmetsiniz
İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden bir topluluksunuz
Allah’a teslim olursunuz
Model ümmetin tüm insanlığa gösterilmesidir
35- Müminlerin kendilerinden münafıklar ayrıldıktan sonra imtihan içinde imtihan oldukları savaş aşağıdakilerden hangisidir?
Bedir savaşı
Hendek savaşı
Uhud savaşı
Hudeybiye günü
36- Aşağıdakilerden hangisi İyi işlere verilen örneklerden değildir? (Al-i İmran suresi/ 134)
Darlıkta ve bollukta(Allah için) mal harcamak
Öfkelerini yutarlar
İnsanların kusurlarını bağışlarlar
Faizi kat kat yerler
37- Ölüm ile ilgili açıklamalardan hangisi doğru değildir?
Allah Müslüman olarak ölmemizi ister.
Allah dilemedikçe kimseye ecel gelmez.
Bireylerin olduğu gibi toplumların da ecelleri vardır.
Ölmemek için her türlü tedbir mubahtır.
38- Allah katında üstün olan kimlerdir* (Al-i İmran/139)
Tevbe edenler
İman edenler
Gevşemeyen müminler
İyi işler yapanlar
39- Müminlerin imtihanı niçindir? (Al-i İmran süresi/ 142)
Ahdinde duranları belirlemek için
Rabbani terbiye vermek için
Sabırlıları ve cihad edenleri ayırt etmek için
Örnek mümini göstermek için
40- Uhud gününde müminlere gösterilen en özel makam aşağıdakilerden hangisidir?
Şehadet makamı
Şükredenler makamı
Sabredenler makamı
Kulluk makamı
41- Müminlerin Uhud günlerinde yaptıkları en ciddi hata ne oldu?
Kâfirlerin çokluğundan korktular
Ganimete koştular
Polemiklere kapıldılar
Peygambere itaati unuttular
42- “Allah fakir, biz ise zenginiz” diyenleri yüce Allah nasıl kabul görecektir?(Al-i İmran suresi/181)
Onların rızıklarını daraltarak onlara hatırlatma yapacak
İftiralarından dolayı onları lanetleyecek
Ehl-i Kitap grubuyla haşr edecek
Peygamberleri öldürenlerle bir yazacak
43- Küfredenlere neden mühlet verilir?
1. Azaplarının artması için
2.Tevbe etmeleri için
3. Müminlere eziyet etmeleri için
4. Allah’a zarar veremediklerini görmeleri için
44- İnsanlar kendilerine (düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı asker topladılar, onlardan korkun” denildiğinde gerçek iman edenlerin tepkisi ne olur? (Al-i İmran suresi/ 173)
Biz şimdi hangi tedbiri alalım?
Anlaşma yoluna gidelim mi?
Yüce Allah bize ordu gönderebilir mi?
Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.
45- Aşağıdakilerden hangisi toplu olarak müminlere yapılan ilahi tavsiyelerden değildir? (Al-i İmran suresi/200)
Topluca Sebat edin
Topluca hazırlıklı olun
Topluca Allah’tan korkun
Topluca cihada çıkın
Elif- lâm- mîm diyerek muteşabih bir ayetle başlamaktadır.
Yüce Allah’tan başka bir ilah yoktur.
Bu kendisinden şüphe edilmeyen bir kitaptır.
Allah ve Resul’ünden bir uyarıdır.
2- Surenin 3. ve 4. Ayetlerinde “Hak, Doğrulayıcı, Yol gösterici ve Furkan” diyerek sıfatlandırdığı aşağıdakilerden hangisidir?
Kitap
Peygamber
Müminler
Melekler
3- “İnzal” kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
Bitirmek
Açıklamak
İndirmek
Vermek
4- “Hak” kelimesinin anlamı değişmez, geçersiz olmaz, sabit hakikat manalarına delalet ettiğine göre hak kelimesinin zıttı aşağıdakilerden hangisidir?
Fani
Yalan
Batıl
Tasdik
5- “Tevrat”; İbranice’de ne anlamına gelir?
Şeriat
Kitap
Müjde
Nur
6- Aşağıdaki anlayışlardan hangisi azap ile ilgili doğru bir algılayış değildir?
Muhakkak ki inkâr edenler şiddetli bir azap ile karşılacaklardır.
Azabı yüce Allah istemez. İnsanların kendileri buna sebep olmaktadır.
Azap hem dünya hayatında, hem de ahrette kendisine ulaşabilir.
Azap sadece insanın bedenine yöneliktir. Ruh bundan istisnadır.
7- Ayetler muhkem ve muteşabih olarak iki çeşittir. Ancak her iki ayet açısından ortak konu aşağıdakilerden hangisi değildir?
Muhkem ayetlerden sorumluyuz, ancak muteşabih ayetlerden sorumlu değiliz..
Her iki ayetlerin tevili için muhakkak bir kitabın bilgisi olan ilim sahiplerine ihtiyaç vardır.
Her iki ayeti doğru anlamak için aklın temiz olması gerekiyor.
Her iki ayetler insanların imtihanıdır.
8- Al-i İmran süresinin 7. Ayeti kerimesin de geçen “ İlimde Derinleşenler” den maksat hadis-i şeriflere göre kimlerdir?
Peygamberler
Âlimler
Müminler
Ehl-i Beyt önderleri
9- “Şüphesiz çarpışan iki topluluğun durumunda size bir ibret vardı…..” (13, ayet) bu ayetin devamında gelen iki topluluğun birbirinden ayrı gören esas fark aşağıdakilerden hangisidir?
Biri Allah yolunda idi, diğeri ise inkâr eden
Bir grup muhkem ayetlerle, diğer grup muteşabih ayetlerle amel ediyordu.
Bir grup sadece peygamberi örnek alıyordu, diğer grup ise peygamber ve Ehl-i Beytini.
Bir grup Kuranın lafzını, diğer gru ise Kuranın hem lafzını, hem de tevilini alıyordu.
10- Rızık kavramı için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
Rızık umumi-hususi, batın- zahir, vehbi- kesbi, tekvini- teşriî düşünülebilir.
Rızık hayır üzerine, karşılıksız bağışlanan pay demektir.
Rızık verme, Allah’tan başkasına nispet edilemez.
Haram yoldan gelen pay da onun rızkı diye düşünülebilir.
11- Al-i İmran süresi/ 28. Ayette geçen “ müminler, müminleri bırakıp da ……. veli edinmesinler,” dediği boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
Müminler
İnsanlar
Kâfirler
Şeytanlar
12- Yüce Allah’ı severken, yüce Allah’ında insanları sevmesinde koyduğu şart aşağıdakilerden hangisidir? (31. Ayete göre)
Peygambere itaat
Dosdoğru olmak
Sadece Allah’tan korkmak
Ahiret gününü hatırlamak
13- “Gerçekten Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti.” (Al-i İmran suresi/ 33) ayetinde anlatılan ve Velayet makamıyla örtüşen ilahî yasa aşağıdakilerden hangisidir?
İstidlal yasası
İstifa yasası
İstidrac yasası
İsticabet yasası
14- Okunan ayetlerde Allah’a gösterilen sevginin nasıl gösterileceği ifade edilmiştir?
Gerçek sevgi, müminlerin müminleri dost görmesiyle gösterilir.
Gerçek sevgi, Peygambere uymak ile gösterilir.
Gerçek sevgi, Tevella ve Teberra ile gösterilir.
Gerçek sevgi, Meryem’in hikâyesi gibidir.
15- Ayetlerde defalarca dile getirilen “İbrahim ailesi” nin Hz. İsmail üzerinden tertemiz zürriyeti aşağıdakilerden hangisidir?
Al-i İmran ailesi
Ehl-i Beyt ailesi
Nuh ailesi
Yakup ailesi
16- “….Allah’tan gelen bir kelimeyi doğrulayacak, efendi, son derece nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere….” Diye sıfatları dile getirilerek müjdelen kimdir?
Yahya as.
Meryem as.
İsa as.
İsmail as.
17- Meryem (as) de olduğu gibi meleklerin kendisiyle konuştuğu ve onların sözlerini işitmesine ne ad verilir?
Vahiy
Ayet
Muhaddese
Masumiyet
18- “Ey Meryem! Rabbine kunut tut ve secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et” demişlerdi.” (Al-i İmran suresi/43) ayetinde geçen “Kunut” ne anlama gelmemektedir?
Gönülden boyun eğme
Nitelikli itaat
Duaya durma
Rükû etmeye hazırlık
19- “Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki…” (Al-i İmran suresi/45) ayetinde müjdelenen aşağıdakilerden hangisidir?
Hz. İsa
Zekeriya (as)
Seçilmişlik
Vahiy
20- Aşağıdakilerden hangisi Hz. İsa (as)’ın gösterdiği mucizelerden değildir?
Çamurdan kuş yapıp canlanması
Ölüleri diriltmek
Evlerinde biriktirdiklerini bilme
Asasının yılana dönüşmesi
21- Hz. İsa (as)’ın havarilere ne sormuştu?
Tevrat’ı biliyor musunuz?
Allah yolunda yardımcılarım kimlerdir?
İsrail oğullarıyla savaşacak mısınız?
Bana iman edecek misiniz?
22- “Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah’ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim”. (Al-i İmran suresi/ 61) ayetinde ilmin kendisine geldiği ve yakınlarını yanına şahit tutarak, Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne dilemeyi kim istemiştir?
Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’i
Hz. İsa ve havariler
Hz. Zekeriyya ve Hz. Yahya
Hz. Musa ve İmran ailesi
23- “De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz….” (Al-i İmran suresi/ 65) ayetinde devamı açıklama şeklinde gelen “ ortak kelime” aşağıdakilerden hangisi değildir?
İbrahim(as) peygamberin mirası
Allah’tan başkasına kulluk etmemek
Allah’a ortak koşmamak
Allah’ı bırakıp bazılarımız bazılarını rabler edinmemek
24- Hz. İbrahim (as) dini ne idi?
Yahudi
Hıristiyan
Müşrik
Hanif
25- Aşağıdakilerden hangisi Kitap Ehli’nin Müslümanları saptırma yöntemlerinden değildir?
Hakkı batılla karıştırmak
İman edenlere gündüzün inanmış gibi görünün sonra inkâr edin
Kitabı okurken dilleriyle eğip bükerler
İnananlarla dürüstçe savaşırlar
26- Cafer Tayyar, Habeşistan’a hicret ettiklerinde Hıristiyan olan Necaşi ahalisine hangi süre üzerinden açıklamalar yaptı?
Al-i İmran suresi
Meryem suresi
İbrahim suresi
Fatiha suresi
27- Peygamberlerden; kitap okuyan ve öğreten kimselere altın bir öğüt gelmektedir. (Al-i İmran/ suresi/79. Ayete göre) Bu öğüt aşağıdakilerden hangisidir?
Rabbaniler olunuz.
İnsanın asaleti ahlakıdır.
Hanif olun
Kitabı koruyun
28- Aşağıdakilerden hangisi iyiliğe ulaşmanın yoludur? (Al-i İmran suresi/92)
İman edip salih amel işlemek
Günahtan sonra tevbe etmek
Peygambere itaat
Sevdiğiniz şeylerden infak etmek
29- Akd-akl- ahd kelimelerin anlamları sırasıyla aşağıdakilerden hangisidir?
Düğümleme- bağlama- söz verme
Anlaşma- teslim olma- direnme
Söz verme- düşünme- anlama
Biat etme- anlaşma- söz verme
30- Kâbe’nin Mekke’de olması ayet ile sabittir. Aşağıdakilerden hangisi bunun sebebi olamaz?
Hz. İbrahim orada dua edip, inşa etmiştir.
İnsanlar ilk mescidi böylelikle tahrif edemez.
Yüce Allah, orayı seçtiğini belirtmiştir.
Yeryüzünün en merkezi yeri orasıdır.
31- Aşağıdakilerden hangisi Kâbe için kullanılan sıfatlardan değildir?
Mübarek yer
Güvenli yer
Hidayet yeri
Misak yeri
32- Müslümanlar Ehl-i Kitap sahiplerine boyun eğdiler mi, Müslümanları nasıl bir akibet bekler? (Al-i İmran/ 100)
Birbirilerine benzerler
İmandan sonra küfre düşerler
Ehl-i kitap sahipleri iman ederler
Müslümanların imanı artar
33- Gelen hadis haberlerine göre “ Allah’ın ipi” ile ne kast edilmemektedir?
Kur’an
Peygamber
Ehl-i Beyt
Kâbe
34- “ Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz…” (Al-i İmran suresi/ 110) Bu ayette anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisi değildir?
Siz ne yapsanız yine de en iyi ümmetsiniz
İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden bir topluluksunuz
Allah’a teslim olursunuz
Model ümmetin tüm insanlığa gösterilmesidir
35- Müminlerin kendilerinden münafıklar ayrıldıktan sonra imtihan içinde imtihan oldukları savaş aşağıdakilerden hangisidir?
Bedir savaşı
Hendek savaşı
Uhud savaşı
Hudeybiye günü
36- Aşağıdakilerden hangisi İyi işlere verilen örneklerden değildir? (Al-i İmran suresi/ 134)
Darlıkta ve bollukta(Allah için) mal harcamak
Öfkelerini yutarlar
İnsanların kusurlarını bağışlarlar
Faizi kat kat yerler
37- Ölüm ile ilgili açıklamalardan hangisi doğru değildir?
Allah Müslüman olarak ölmemizi ister.
Allah dilemedikçe kimseye ecel gelmez.
Bireylerin olduğu gibi toplumların da ecelleri vardır.
Ölmemek için her türlü tedbir mubahtır.
38- Allah katında üstün olan kimlerdir* (Al-i İmran/139)
Tevbe edenler
İman edenler
Gevşemeyen müminler
İyi işler yapanlar
39- Müminlerin imtihanı niçindir? (Al-i İmran süresi/ 142)
Ahdinde duranları belirlemek için
Rabbani terbiye vermek için
Sabırlıları ve cihad edenleri ayırt etmek için
Örnek mümini göstermek için
40- Uhud gününde müminlere gösterilen en özel makam aşağıdakilerden hangisidir?
Şehadet makamı
Şükredenler makamı
Sabredenler makamı
Kulluk makamı
41- Müminlerin Uhud günlerinde yaptıkları en ciddi hata ne oldu?
Kâfirlerin çokluğundan korktular
Ganimete koştular
Polemiklere kapıldılar
Peygambere itaati unuttular
42- “Allah fakir, biz ise zenginiz” diyenleri yüce Allah nasıl kabul görecektir?(Al-i İmran suresi/181)
Onların rızıklarını daraltarak onlara hatırlatma yapacak
İftiralarından dolayı onları lanetleyecek
Ehl-i Kitap grubuyla haşr edecek
Peygamberleri öldürenlerle bir yazacak
43- Küfredenlere neden mühlet verilir?
1. Azaplarının artması için
2.Tevbe etmeleri için
3. Müminlere eziyet etmeleri için
4. Allah’a zarar veremediklerini görmeleri için
44- İnsanlar kendilerine (düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı asker topladılar, onlardan korkun” denildiğinde gerçek iman edenlerin tepkisi ne olur? (Al-i İmran suresi/ 173)
Biz şimdi hangi tedbiri alalım?
Anlaşma yoluna gidelim mi?
Yüce Allah bize ordu gönderebilir mi?
Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.
45- Aşağıdakilerden hangisi toplu olarak müminlere yapılan ilahi tavsiyelerden değildir? (Al-i İmran suresi/200)
Topluca Sebat edin
Topluca hazırlıklı olun
Topluca Allah’tan korkun
Topluca cihada çıkın

TEVBE SÜRESİ’NDEN SORULARLA KENDİMİZİ DENEYELİM
1- Tevbe süresinin diğer ismi aşağıdakilerden hangisidir?
1- Beraat 2- Murselat 3- Tevhid 4- Ahkam
2-Tevbe süresinin ilk ayetinde “ Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz ………….. bir ihtardır!” şeklinde gelen açıklama kimleredir?
1-Münafıklara 2- Ehl-i Kitap sahiplerine 3- Müslümanlara 4- Müşriklere
3- Sürenin ilk sözcüğü olan “ Bera’etun” anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
Ayrışma, uzaklaşma
Uyarı, tehdit
Suçsuz, barışık
Hayatın maksadı
4- “ (Ey müşrikler!) Yeryüzünde ……………….. daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.” (Tevbe süresi/2) ayette geçen süre aşağıdakilerden hangisidir?
1-Dört ay 2- üç ay on gün 3- zilhicce ayı boyunca 4- bir yıl
5- Tevbe süresinin ilk nüzül olan ayetlerini Medine’den Mekke’ye peygamber adına taşıyan ve onlara duyuran aşağıdakilerden hangisidir?
1-Ali bin Ebu Talib 2- Ebu Bekir bin kuhafe 3- Muaz Bin Cebel 4- Ömer bin Hattab
6-“ Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!” ( Tevbe süresi/3)
Ayetinde geçen “ Allah Ve Resulü” derken aşağıdakilerden hangisi düşünülemez.
Allah ve Resulü’nün velayetine girmek. Velayeti kabul etmemek kişiyi şirke götürür.
Teşrii yasalar salt yüce Allah’a aittir. Ancak velayet, siyaset ve davaları çözme anlamında peygambere de hüküm koyma yetkisi verilmiştir.
Gizli şirk velayete inanmamaktan ortaya çıkmaktadır. İmam Ali de bu velayet düşüncesinin bir parçasıdır. Çünkü peygamber kendisine nüzül olan bu ayetlerin ilk ilanını imam Ali’ye vererek kendisinden sonra velayetin kime vereceğini bir kez daha açıklamıştır.
Bu süreden sonra tevbe etseniz bile ne Allah ne de Resulü onları affetmeyecektir.
7- “Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.” (Tevbe süresi/ 4)
Ayette belirtilen ihtar aşağıdakilerden hangisini kapsamamaktadır?
Anlaşma kurallarına uymayanlar
Anlaşmayı uzatıp aman dileyenler
Anlaşmaya uyanlar
İnananların aleyhinde kimseyle işbirliği yapmayanlar
8- “ Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir.” (Tevbe süresi/5) derken ne dile getirilmemektedir?
Somut olarak canlarının dokunulmazlığının bulunmadığı
Müşriklerle iç içe yaşamaktan kurtulmak ve ayrışmak
Serbest dolaşma hakkına ve müsamahalı yaklaşıma son vermek
Mekke’yi kan gölüne çevirmek
9- “Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe süresi/ 6)
Aman dilemeleri halinde onlara aman verilmesinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
İslamı tanımaları ve hidayet yolunu görmeleri için süre verilmemesi
Onları bilmeyen bir topluluk olarak görmesi
Müşriklere son ihtarların yapılması
Her şeye rağmen müşriklere de merhamet edilmesi
10-“ Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında müşriklerin Allah ve Resûlü yanında nasıl (muteber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.” (Tevbe süresi/7)
Ayette geçen ahd ne anlama gelmemektedir?
Anlaşma
Söz
Karar
Yemin
11- “Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Tevbe süresi/ 8)
Ayette geçen “ yoldan çıkmış kişiler” ile hangi grup kastedilmektedir?
Müşrikler
İnsanlar
Münafıklar
Ehl-i kitap sahipleri
12- “ Allah’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür! Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir.” (tevbe süresi/9-10)
Müşrikleri anlaşmaya ve ahde uymaya engel eden sebep aşağıdakilerden hangisidir?
Evlatları
Çok yaşama istekleri
Gerçekleri anlamamaları
Nefsanî istekleri ve dünya malı
13- Tevbe süresi/11. Ayet-i Kerime’ye dayanarak anlaşmaya uymayan müşrikler hangi şartla affedilebilir?
Tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse
Mekke’yi terk ederlerse
Yeni bir anlaşma yaparlarsa
Müminlerle savaşmazlarsa
14- “ Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı ………… Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe süresi/12)
Ayette boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
Savaşın b- Bekleyin c- Anlaşın d- Gözetleyin
15- “(Ey müminler!) verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (Tevbe süresi/ 13)
Müminler bu ayeti kerime ile ilk önce neye çağrılmaktadır?
Takvalı olmaya
Müşriklerle savaşmaya
Ahdi bozmaya
Emre uymaya
16- “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın. Ve onların (müminlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/14-15)
Ayeti kerimede istenen aşağıdakilerden hangisi değildir?
Müminleri izzetlendirmek
Müminlerin kalplerini rahatlamak
Müminleri yüceltmek
Müşrikleri rezil etmek
17- “Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe süresi/16)
İmtihan ile kimlere atıf yapılmak istenmiştir?
Gerçek müminlerin ortaya çıkması
Savaşacak olanların ortaya çıkması
Müşriklerin belirlenmesi
Hak ve batılın aşikâr olması
18- “ Allah’a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah’ın mescitlerini imar etme selâhiyetleri yoktur. Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe süresi/17-18)
Bu ayetlere göre aşağıdakilerden hangisi Allah’ın mescitlerini imar edenlerin özelliklerinden olmamalıdır?
Allah’tan başkasından korkmayan
Namazı dosdoğru kılan
Allah’a ve Ahiret gününe inanan
Allah’a ortak koşan
19- “ (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 19)
Ayette geçen maksat aşağıdakilerden hangisi değildir?
Hacılara su verirken ve Mescid-i Haram’ı onarırken üzerinde bulundukları şirke dikkat çekmektedir.
Her ameli değerli kılan Allah’a ve ahiret gününe imandır.
Hacılara su vermek, mescidi onarmak küçük iş, cihad etmek daha büyük iş olarak görülmüştür.
Cihad edenlerin imanı daha öne çekilmiştir.
20- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi Tevbe süresi 20. Ayet-i Kerime’ye göre rütbe bakımından üstünlüğü doğru sıralanmıştır?
Hicret edenler
İman edenler
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler
1-2-3
2-1-3
3-2-1
2-3-1
21- “Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” (Tevbe süresi/ 21-22)
Ayetlerde sıralanan cennetin özellikleri nelerdir?
Rahmet- tükenmez- ebedi
Rahmet- genişlik- ebedi
Hoşnut- ebedi- mükâfat
Tükenmez- müjde- ebedi
22- “ Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe süresi/23)
Ayet-i Kerime’de neden sadece “babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin” denilmiştir?
Babalar ve kardeşlerin erkek olması
Babalar ve kardeşler en yakın bağ
Babalar ve kardeşler sorumluluğu taşırlar
Babalar ve kardeşler soyu devam ettirirler
23- “ De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size ……………….ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/24)
Ayet-i Kerime’de boşluğa ne gelmektedir?
İmanınızdan
Allah’tan, Resulü’nden
Ahiret gününden
Canınızdan
24- “ Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve …………………..savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”(Tevbe süresi/ 25)
Ayet-i Kerime’de hangi savaştan bahsedilmektedir?
Bedir savaşı
Huneyn savaşı
Tebük savaşı
Uhud savaşı
25- “Sonra Allah, Resûl’ü ile müminler üzerine ………………………….. indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir.”(Tevbe süresi/ 26-27)
Ayet-i kerime’de geçen Resul ve müminler üzerine indirilen aşağıdakilerden hangisidir?
Sekinet
Melekler
Rüzgâr
Rahmet
26- “ Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 28)
Ayeti kerime müşrikleri neden pislik olarak bildirmiştir? Aşağıdakilerden hangidir?
Şirk işledikleri için
Pis oldukları için
Helal ve haramı birbirine karıştırdıkları için
Mescid-i Harama yaklaşmamaları için
27- “ Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe süresi/ 29)
Aşağıdakilerden hangisi cizye verecek gruplardan değildir?
Hak dini kendine din edinmeyen
Allah ve Resulü’nün haram kıldığını haram saymayan
Allah’a ve ahiret gününe inanmayan
Kendilerine Kitap verilmeyenler
28- “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar! (Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe süresi/ 30-31)
Yukarıda sıralanan ayetlerin ana teması aşağıdakilerden hangisidir?
Fısk
Şirk
Peygamberler
Küfür
29- yukarıda sırlanan ayet-i kerimelerde kullukta dikkat edilecek en önemli konu değildir?
Mutlak itaat yalnızca yüce Allah’a olmalıdır.
Ubidiyet, Uluhiyet ve Rububiyet sadece yüce Allah’a mahsustur.
Yüce Allah’ın ortağı veya oğlu yoktur.
Onların ağızlarında geveledikleri sözler
30- Yukarıda sıralanan ayetlere göre onlar kimleri rabler edinmemişlerdir?
Hahamları
Rahipleri
Meryem oğlu Mesih’i
Âlimlerden bazılarını
31- Yukarıda sıralanan ayetlerde başka insanlar da rabler tutulabileceği gibi özellikle neden “ Hahamlar, Rahipler, Meryem oğlu Mesih” gibi isimler öne çıkmıştır?
Din adı altında din üreterek insanları saptırmak daha kolay
Toplumun önde gidenleri oldukları için
Din insanları en çok etkileyen mefhum
Gerçekten yalnızca bu isimler insanları saptırdılar
32- “ Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe süresi/ 32-33)
Ayeti kerimelerde geçen ve rivayetlerle açıklanan “nur- hidayet- hak” ile neye işaret edilmektedir?
İmam Mehdi(as)
Kur’an-ı Kerim
Peygamberlik
İslam
31- “ Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!”(Tevbe süresi/34-35)
Aşağıdakilerden hangisi iki ayette konu edilen hahamlar ve rahiplerden birçoğu insanlara karşı yaptığı hatalardan değildir.
İnsanların malını haksız yollardan alırlar
Zina ederler
Allah yolundan men ederler
Altın ve gümüş biriktirirler
32- yukarıdaki ayetlerde dile getirilen “Allah’ın yolu” açıklaması aşağıdakilerden hangi manaya dikkat çekmiştir?
Dinin ayakta durması
Sırat-ı müstakim
Kuran ve sünnet
Mescide engel olma
33- “Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir. (Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, biryıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 36-37)
Ayette geçen haram ayların sayısı kaçtır?
3 b- 4 c-5 d-6
34- Yukarıda geçen ayetlere göre haram ayları ertelemenin hükmü nedir?
Küfür
Nifak
Şirk
Fısk
35- yukarıda sunulan ayetlere göre haram aylarda savaş yasak olmasına rağmen, iman edenlere topyekûn saldıranlara karşı duruşun karşılığı nedir?
Yinede savaşmayın
Sizde topyekûn savaşın
Anlaşma yoluna girin
Savaşı erteleyin
36- Haram aylarında kuralları çiğnemenin küfürle eşdeğer görülmesinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
Haramı helal, helali haram kıldıkları için
Haram ayların hürmeti çiğnendiği için
Zaman mefhumunun önemi
Ümmetinin disiplini bozulduğu için
37- “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe süresi/ 38-39)
Ayetlerde savaşa çıkın denildiği halde savaşılmamasının sebebi olarak ne gösterilmektedir?
Savaşın zorluğu
Hazırlığın yetersizliği
Dünyanın ahirete önceliği
Ölüm korkusu
38- “ Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 40)
Dile getirilen bu ayet tarihin hangi dönemini hatırlatmaktadır?
Bedir savaşı
Hicret günleri
Huneyn günleri
Tebük seferi
39- “(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, “Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık” diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor. Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.” (Tevbe süresi/41- 44)
Yukarıda sıralanan ayetlerde takvalı olanların en belirgin özellik olarak ne gösterilmektedir?
Namaz kılmak, zekât vermek
Allah yolunda malını harcamak
Güzel ahlaklı olmak ve ahde vefa etmek
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmak için mazeret sunmamak
40- yukarıda sıralanan ayetlerde münafıklar hangi durumlarda peygamberin ardında, müminlerin yanında yer alırlar?
Dünya malı olsa ve kolay yolculuk olsa
Nefislerine hoş gelse
Engelleri olmazsa
Eş ve çocukları olmazsa
41- “ Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara “Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!” denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe süresi/ 45- 47)
Açıklanan ayetlerde aşağıdakilerden hangisi münafıkların özelliklerinden değildir?
Kalpleri şüphe içindedir
Allah’a ve Ahiret gününe inanmazlar
Fitne çıkarırlar
Güzel ahlaklı olurlar
42- yukarıda açıklanan “ hazırlık” tan maksat aşağıdakilerden hangisidir?
Niyettir
Binek bulmaktır
Zırh satın almaktır
Yola çıkmaktır
43- “ Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu. Onlardan öylesi de var ki: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır. Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, “İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız” derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe süresi/ 48- 51)
Açıklanan bu ayetlere göre iyilik ve musibet karşısında müminlerin ve münafıkların tutumları nasıl eşleştirilmiştir.
İnananlar “ Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize ulaşmaz”, münafıklar ise” bizi fitneye düşürme” derler ve musibet karşısında da peygamberi ve inananları yalnız bırakırlar.
İnananlar da, müminler de imtihanlarına katlanırlar, Allah’a dua ederler
İnananlara karşı yardımsever olurlar, ancak musibet zamanında yalnız bırakırlar
İnananlar münafıklara güvenirler, münafıklar da dünya malı varsa yanlarındadır, yoksa yanlarında değillerdir.
44- “De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin; şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz.” (Tevbe süresi/52)
İki iyilikten maksat aşağıdakilerden hangisidir?
İzzet veya şehadet
Galip olma veya şehadet
Dünya ve ahiret
Galibiyet veya ganimet
45- “De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden (sadaka) asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz. Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir.” (Tevbe süresi/ 53-54)
Bu ayet-i kerimelerde münafıkların harcamalarının kabul olmamasının sebepleri olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
Gönüllü olarak vermeleri
Allah ve Resulünü inkâr etmeleri
Namaza üşenerek kalkmaları
Fasık bir topluluk olmaları
46- “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor. (0 münafıklar) mutlaka sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar (kılıçlarınızdan) korkan bir toplumdur. Eğer sığınacak bir yer yahut (barınabilecek) mağaralar veya (sokulabilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (Tevbe süresi/ 55-57)
Yukarıda sıralanan ayeti kerimelerde münafıkların en belirgin hangi özelliği ortaya çıkmaktadır?
Korkak bir topluluk olduğu
Malla ve çocuğa güvenen bir topluluk olduğu
Müminleri seven bir topluluk olduğu
Müminler ile beraber yaşamaya razı olan bir topluluk olduğu
47- “Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. Eğer onlar Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup, “Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz” deselerdi (daha iyi olurdu).” (Tevbe süresi/ 58-59)
“ Allah’a rağbet” demekten maksat aşağıdakilerden hangisidir?
Allah’ın rızası
Allah’ın yolu
Allah’ın sevgisi
Allah’a itaat
48- “Sadakalar Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 60)
Ayet-i kerimeye göre “sadakalar Allah’tan bir farz olarak” denilince aşağıdaki hangi tanım akla gelmelidir?
Hums
Fitre
Sadaka
Zekât
49- “ (Yine o münafıklardan:) O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek peygamberi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah’a inanır, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah’ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır. Rızanızı almak için size (gelip) Allah’a and içerler. Eğer mümin iseler Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur. (Hâlâ) bilmediler mi ki, kim Allah ve Resulüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır.” (Tevbe süresi/ 61- 63)
Sıralanan ayetlere göre inananların ve münafıkların peygambere karşı tutumları aşağıdakilerden hangisidir?
İnanalar da, münafıklar da peygamberi incitmezler
İnananlar da, münafıklar da zaman zaman peygamberi incitirler
İnananlar peygambere güzel söz söylerler, münafıklar ise susarlar
İnanlar peygamberi incitmezler, muvafıklar ise incitirler
50- “ Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (Tevbe süresi/ 64- 66)
Bu ayetlerde kâfir olmanın ve azaba müstahak olmanın sebebi olarak aşağıdakilerden hangisi gösterilmiştir?
Müminlerden korkmaları
Allah, O’nun ayetleri ve Resulü ile alay etmeleri
Şaka yapmaları ve gruplaşmaları
İman ettikten sonra özür dilememeleri
51- “ Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir. Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da ve kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. (Ey münafıklar! Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir.”
Ayet-i kerimelere göre münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerini nasıl yönlendirmemektedir?
Birbirilerine cimriliği öğretiyorlar
Birbirilerine iyiliği emretmiyorlar
Birbirilerine kötülüğü engelliyorlar
Onlar Allah’ı unutuyorlar
52- Yukarıda açıklanan ayetlere göre “lanet ve kalıcı azap” kimlere vaat edilmemiştir?
Münafık erkeklere ve kadınlara
Fasık erkeklere ve kadınlara
Kâfir erkeklere ve kadınlara
İman eden erkeklere ve kadınlara
53- “ Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (Tevbe süresi/70)
Yukarıda sıralanan kavimlerin peygamberleri (hepsine selam olsun) sırasıyla aşağıdaki seçeneklerden hangisidir?
Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. Şuayb,
Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim
Hz. Nuh, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim, Hz. Hud, Hz. Salih
Hz. Nuh, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim, Hz. Hud
54- “ Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir. Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe süresi/ 71-72)
Ayette geçen “ mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin velisidir” derken “ münafık erkekler ve münafık kadınlar ……….” İçin hangi ifade kullanılmıştır. Boşluğa hangi seçenek gelmelidir?
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerinin velisidir
Münafık kadınlar ve münafık kadınlar birbirilerinin ateşidir
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerinin düşmanıdırlar
Münafık erekler ve münafık kadınlar birbirilerindendir
55- Yukarıda açıklanan ayetlere göre aşağıdakilerden hangisi mümin erkek ve mümin kadınların özelliklerinden birisi değildir?
İstemeyerek zekât veririler
İyiliği emredip, kötülükten men ederler
Namazı dosdoğru kılarlar
Allah ve Resulüne itaat ederler
56- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara cennetten daha büyük başarı/ kurtuluş olarak aşağıdaki seçeneklerden hangisi gösterilmiştir?
And cenneti
Tertemiz meskenler
Peygamber ve müminlerle beraber olmak
Allah’ın rızası
57- “ Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! (Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.”(Tevbe süresi/ 73-74)
Bu ayetlerde kâfir ve münafıklardaki ortak özellik aşağıdakilerden hangisidir?
Allah ve peygamberi İnkâr etmeleri
Peygambere karşı ortak hareket etmeleri
Ahiret gününe yakinen inanmamaları
Namaz kılmamaları, zekât vermemeleri
58- “ Onlardan kimi de, Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah’a and içti. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak (iki yüzlülük) soktu. (Münafıklar), Allah’ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları (gizli şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” (Tevbe süresi/ 75-78)
Yukarıda sıralanan ayetlerde munafıkların temel özelliği aşağıdakilerden hangisi değildir?
Korkak olmaları
Cimri olmaları
Sözünde durmamak
Cesur olmaları
59- “ Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap vardır. (Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 79-80)
Münafıkların müminler ile alay etmelerinin sebebi aşağıdakilerden hangisi değildir?
Müminler isteyerek sadakalarını verdikleri için
Güçleri yetmediği zaman az sadaka verdikleri için
Sadakaları küçümsedikleri için
Sadakaları kendileri daha iyi verdikleri için
60- “Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; “bu sıcakta sefere çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır!” Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! Eğer Allah seni onlardan bir gurubun yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine’ye döner de başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!. Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. “Allah’a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin” diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar.” (Tevbe süresi/ 81-87)
Münafıkların kalbine mühür vurulmasının temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
Allah’a ve Peygamberine itaat etmemeleri
Savaşa çıkmamaları
Mallarını ve evlatlarını çok sevmeleri
Müminleri yalnız bırakmaları
61- “ Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur.” (Tevbe süresi/ 88-89)
Vaad edilen bu cennet hayatını kazanmak için gösterilen şart aşağıdakilerden hangisidir?
Peygamberle beraber olmak
Savaşmak
Gönüllü sadaka vermek
Ahrete rağbet etmek
62- “ Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azap erişecektir. Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler. (Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: (Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir.” (Tevbe süresi/ 90-96)
Yukarıda geçen ayetlerde sorumluluk kimlere vardır?
Zayıflara
Savaşta harcayacak bir şey bulamayanlara
Hastalara
Yalan söyleyenlere
63- “ Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz. Bedevîler, kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah’ın Resûlüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. Bedevîlerden öylesi vardır ki (Allah yolunda) harcayacağını angarya sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. (Bekledikleri) o kötü belâ kendi başlarına gelmiştir. Allah pekiyi işiten, çok iyi bilendir.” (Tevbe süresi/ 97-98)
İnanmayan bedeviler kâfirlik ve münafıklık yönden neden daha beterdirler?
Allah ve resulünü tanımamaya daha yatkın oldukları için
Peygamberden savaşmamak için izin istediklerinden
Malı olduğu halde mallarını harcamadıkları için
Peygambere yalan söyledikleri için
64- “ Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır, (hayır için) harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber’in dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (harcadıkları mal, Allah katında) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir.”(Tevbe süresi/99)
Ayette hangi bedeviler müjdelenmiştir?
Allah’a inanan bedeviler
Cömert olan bedeviler
Savaşan bedeviler
Allah’a ve ahrete inanan, malını vesile edinen bedeviler
65- “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensardan ilk öncüler ve onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe süresi/ 100)
Hangi muhacir ve ensarlar müjdelenmiştir?
İlk muhacir ve ensarlar
İyilikte onları takip edenler
Muhacir ve ensarların hepsi
Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı muhacir ve ensarlar
66- “ Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir. Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?”(Tevbe süresi/ 101-104)
Peygamberin duası peygambere tevbe edenler için aşağıdakilerden hangisidir?
Vesiledir
Kunuttur
Şifadır
Sükûnettir
67-“ De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Resûlü de müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe süresi/ 105)
Ayet-i Kerime’de amellere kimlerin şahit olacağını anlatırken “ Allah, peygamber ve müminler” denilmektedir. “ Müminler” den kastedilen kimlerdir?
Tüm inananlar
Salih kullar
Her cemaatin âlimleri
Her zamanın hücceti olan Ehl-i Beyt imamları
68- “ (Sefere katılmayanlardan) diğer bir gurup da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir. (Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe süresi/ 106- 107)
Aşağıdakilerden hangisi Dırar mescitlerin yapılma sebeplerinden değildir?
Müminlere zarar vermek için
Hakkı inkâr etmek için
Müminlerin arasına ayrılık sokmak için
İyilikte yarışmak için
69- “ Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 108- 110)
Aşağıdakilerden hangisi Takva mescidinin özelliklerindendir?
Müminleri parçalamak
Allah korkusu ve rızası üzerine kurulan
Temizlenme kaygısı olmayan
Takva üzerinde namaz kılmama
70- “ Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe süresi/111)
Yüce Allah müminlerden cennet karşılığında neyi satın almak ister?
Çocuklarını ve eşlerini
Mallarını ve canlarını
Kariyerlerini ve mallarını
Anne ve babalarını
71- “ (Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” (Tevbe süresi/ 112)
Tevbe edenler
İbadet edenler
Hamdedenler
Oruç tutanlar
Rükü edenler
Secde edenler
İyiliği emredenler
Kötülükten alıkoyanlar
Yukarıda sıralananlardan hangisi Allah’ın sınırlarını koruyanlardır?
4,5,8,3,7
5,6,7,2,1,3
7,8,9,6,2,3,1
1,2,3,4,5,6,7,8
72- “ (Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara. İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe süresi/ 113-114)
Hz. İbrahim(as), inanmayan babası(amcası) için neden yüce Allah’tan af dilemiştir?
Onu çok seviyordu
Onunla anlaşma yapmıştı
Ona söz vermişti
Ondan kurtulmak istiyordu
73- “ Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Tevbe süresi/ 115- 118)
Yukarıda geçen ayetlerde yüce Allah’ın hangi isimleri geçmiştir?
El- Âlim, El- Malik, El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El -Afuv, Et- Tevvab, Er -Rauf, Er- Rahim
El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El -Afuv, Et- Tevvab, Er -Rauf, Er- Rahim, El- Hâkim, El -Vedud
El- Malik, El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El –Afuv, El- Hasib, El- Latif
El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El –Afuv, El celal, El-Kayyum
74- “ Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe süresi/ 119)
Hadislerle açıklanmış olup, ayette geçen “ Doğrular” dan kasıt aşağıdakilerden hangisidir?
Sahabeler
Ehl-i Beyt imamları
Âlimler
Peygamberler
75- “ Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah’ın Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez. Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır.” (Tevbe süresi/ 120- 121)
Ayeti kerimelerde açıklandığı gibi müminlere yakışan aşağıdakilerden hangisidir?
Peygamberi kendi canlarından önce düşünmeleri
Peygamberi evlatlarından önce düşünmeleri
Peygamberi mallarından daha çok sevmeleri
Peygamberi anne babalarından daha çok korumaları
76- “ Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe süresi/ 122-123)
Müminlerden hangi grup savaşa katılmamalıdır?
Dinde geniş bilgi sahibi olup, toplumu uyaranlar
Müminlerden zengin olanlar
Çocukları az olan müminler
Yönetici olan müminler
77- “ Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: “Bu sizin hanginizin imanını artırdı?” İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler. Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerıni görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar. Bir sûre indirildiği zaman, (göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakar (ve): (Çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra da (sıvışıp) giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (imandan) çevirmiştir.” (Tevbe süresi/ 124- 127)
Süreler nüzul olduğunda, inanan ve inanmayanların kalplerinde nasıl bir değişim olmaktadır?
İnananların imanı artar, kâfirlerin de küfrü artar
İnananlar sevinirler, kâfirler donakalırlar
İnananlar imtihana girerler, kâfirler ise sevinirler
İnananlar üzülürler, kâfirler mutlu olurlar
78- “ Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş’ın sahibidir.” (Tevbe süresi/128-129)
Ayeti kerimelerde peygamberin müminlere karşı tutumu nasıl dile getirilmiştir?
Peygamber müminlere adaletli davranmıştır
Peygamber müminlere disiplinli ve hak üzere davranmıştır.
Peygamber müminlere şefkatli ve merhametli davranmıştır
Peygamber müminlere hak ettiği gibi davranmıştır.
79- Tevbe süresi kaç ayettir?
124
118
129
134
80- Tevbe süresinde müşriklere ve en çok ta peygambere uzak duran ve itaat etmeyen münafıklara seslenirken, sürenin en son ayetinde çözüm reçetesi olarak kime yakın olunması tavsiye edilmiştir?
Münafıklara
Müminlere
Muhacir ve ensara
Peygamber(saa)’e
1- Beraat 2- Murselat 3- Tevhid 4- Ahkam
2-Tevbe süresinin ilk ayetinde “ Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz ………….. bir ihtardır!” şeklinde gelen açıklama kimleredir?
1-Münafıklara 2- Ehl-i Kitap sahiplerine 3- Müslümanlara 4- Müşriklere
3- Sürenin ilk sözcüğü olan “ Bera’etun” anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
Ayrışma, uzaklaşma
Uyarı, tehdit
Suçsuz, barışık
Hayatın maksadı
4- “ (Ey müşrikler!) Yeryüzünde ……………….. daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.” (Tevbe süresi/2) ayette geçen süre aşağıdakilerden hangisidir?
1-Dört ay 2- üç ay on gün 3- zilhicce ayı boyunca 4- bir yıl
5- Tevbe süresinin ilk nüzül olan ayetlerini Medine’den Mekke’ye peygamber adına taşıyan ve onlara duyuran aşağıdakilerden hangisidir?
1-Ali bin Ebu Talib 2- Ebu Bekir bin kuhafe 3- Muaz Bin Cebel 4- Ömer bin Hattab
6-“ Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! O kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!” ( Tevbe süresi/3)
Ayetinde geçen “ Allah Ve Resulü” derken aşağıdakilerden hangisi düşünülemez.
Allah ve Resulü’nün velayetine girmek. Velayeti kabul etmemek kişiyi şirke götürür.
Teşrii yasalar salt yüce Allah’a aittir. Ancak velayet, siyaset ve davaları çözme anlamında peygambere de hüküm koyma yetkisi verilmiştir.
Gizli şirk velayete inanmamaktan ortaya çıkmaktadır. İmam Ali de bu velayet düşüncesinin bir parçasıdır. Çünkü peygamber kendisine nüzül olan bu ayetlerin ilk ilanını imam Ali’ye vererek kendisinden sonra velayetin kime vereceğini bir kez daha açıklamıştır.
Bu süreden sonra tevbe etseniz bile ne Allah ne de Resulü onları affetmeyecektir.
7- “Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.” (Tevbe süresi/ 4)
Ayette belirtilen ihtar aşağıdakilerden hangisini kapsamamaktadır?
Anlaşma kurallarına uymayanlar
Anlaşmayı uzatıp aman dileyenler
Anlaşmaya uyanlar
İnananların aleyhinde kimseyle işbirliği yapmayanlar
8- “ Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir.” (Tevbe süresi/5) derken ne dile getirilmemektedir?
Somut olarak canlarının dokunulmazlığının bulunmadığı
Müşriklerle iç içe yaşamaktan kurtulmak ve ayrışmak
Serbest dolaşma hakkına ve müsamahalı yaklaşıma son vermek
Mekke’yi kan gölüne çevirmek
9- “Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver, sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.” (Tevbe süresi/ 6)
Aman dilemeleri halinde onlara aman verilmesinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
İslamı tanımaları ve hidayet yolunu görmeleri için süre verilmemesi
Onları bilmeyen bir topluluk olarak görmesi
Müşriklere son ihtarların yapılması
Her şeye rağmen müşriklere de merhamet edilmesi
10-“ Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında müşriklerin Allah ve Resûlü yanında nasıl (muteber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.” (Tevbe süresi/7)
Ayette geçen ahd ne anlama gelmemektedir?
Anlaşma
Söz
Karar
Yemin
11- “Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Tevbe süresi/ 8)
Ayette geçen “ yoldan çıkmış kişiler” ile hangi grup kastedilmektedir?
Müşrikler
İnsanlar
Münafıklar
Ehl-i kitap sahipleri
12- “ Allah’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür! Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir.” (tevbe süresi/9-10)
Müşrikleri anlaşmaya ve ahde uymaya engel eden sebep aşağıdakilerden hangisidir?
Evlatları
Çok yaşama istekleri
Gerçekleri anlamamaları
Nefsanî istekleri ve dünya malı
13- Tevbe süresi/11. Ayet-i Kerime’ye dayanarak anlaşmaya uymayan müşrikler hangi şartla affedilebilir?
Tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse
Mekke’yi terk ederlerse
Yeni bir anlaşma yaparlarsa
Müminlerle savaşmazlarsa
14- “ Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı ………… Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe süresi/12)
Ayette boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
Savaşın b- Bekleyin c- Anlaşın d- Gözetleyin
15- “(Ey müminler!) verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (Tevbe süresi/ 13)
Müminler bu ayeti kerime ile ilk önce neye çağrılmaktadır?
Takvalı olmaya
Müşriklerle savaşmaya
Ahdi bozmaya
Emre uymaya
16- “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın. Ve onların (müminlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/14-15)
Ayeti kerimede istenen aşağıdakilerden hangisi değildir?
Müminleri izzetlendirmek
Müminlerin kalplerini rahatlamak
Müminleri yüceltmek
Müşrikleri rezil etmek
17- “Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe süresi/16)
İmtihan ile kimlere atıf yapılmak istenmiştir?
Gerçek müminlerin ortaya çıkması
Savaşacak olanların ortaya çıkması
Müşriklerin belirlenmesi
Hak ve batılın aşikâr olması
18- “ Allah’a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah’ın mescitlerini imar etme selâhiyetleri yoktur. Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe süresi/17-18)
Bu ayetlere göre aşağıdakilerden hangisi Allah’ın mescitlerini imar edenlerin özelliklerinden olmamalıdır?
Allah’tan başkasından korkmayan
Namazı dosdoğru kılan
Allah’a ve Ahiret gününe inanan
Allah’a ortak koşan
19- “ (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 19)
Ayette geçen maksat aşağıdakilerden hangisi değildir?
Hacılara su verirken ve Mescid-i Haram’ı onarırken üzerinde bulundukları şirke dikkat çekmektedir.
Her ameli değerli kılan Allah’a ve ahiret gününe imandır.
Hacılara su vermek, mescidi onarmak küçük iş, cihad etmek daha büyük iş olarak görülmüştür.
Cihad edenlerin imanı daha öne çekilmiştir.
20- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi Tevbe süresi 20. Ayet-i Kerime’ye göre rütbe bakımından üstünlüğü doğru sıralanmıştır?
Hicret edenler
İman edenler
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler
1-2-3
2-1-3
3-2-1
2-3-1
21- “Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” (Tevbe süresi/ 21-22)
Ayetlerde sıralanan cennetin özellikleri nelerdir?
Rahmet- tükenmez- ebedi
Rahmet- genişlik- ebedi
Hoşnut- ebedi- mükâfat
Tükenmez- müjde- ebedi
22- “ Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe süresi/23)
Ayet-i Kerime’de neden sadece “babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin” denilmiştir?
Babalar ve kardeşlerin erkek olması
Babalar ve kardeşler en yakın bağ
Babalar ve kardeşler sorumluluğu taşırlar
Babalar ve kardeşler soyu devam ettirirler
23- “ De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size ……………….ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/24)
Ayet-i Kerime’de boşluğa ne gelmektedir?
İmanınızdan
Allah’tan, Resulü’nden
Ahiret gününden
Canınızdan
24- “ Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve …………………..savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”(Tevbe süresi/ 25)
Ayet-i Kerime’de hangi savaştan bahsedilmektedir?
Bedir savaşı
Huneyn savaşı
Tebük savaşı
Uhud savaşı
25- “Sonra Allah, Resûl’ü ile müminler üzerine ………………………….. indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira Allah bağışlayan, esirgeyendir.”(Tevbe süresi/ 26-27)
Ayet-i kerime’de geçen Resul ve müminler üzerine indirilen aşağıdakilerden hangisidir?
Sekinet
Melekler
Rüzgâr
Rahmet
26- “ Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 28)
Ayeti kerime müşrikleri neden pislik olarak bildirmiştir? Aşağıdakilerden hangidir?
Şirk işledikleri için
Pis oldukları için
Helal ve haramı birbirine karıştırdıkları için
Mescid-i Harama yaklaşmamaları için
27- “ Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe süresi/ 29)
Aşağıdakilerden hangisi cizye verecek gruplardan değildir?
Hak dini kendine din edinmeyen
Allah ve Resulü’nün haram kıldığını haram saymayan
Allah’a ve ahiret gününe inanmayan
Kendilerine Kitap verilmeyenler
28- “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar! (Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe süresi/ 30-31)
Yukarıda sıralanan ayetlerin ana teması aşağıdakilerden hangisidir?
Fısk
Şirk
Peygamberler
Küfür
29- yukarıda sırlanan ayet-i kerimelerde kullukta dikkat edilecek en önemli konu değildir?
Mutlak itaat yalnızca yüce Allah’a olmalıdır.
Ubidiyet, Uluhiyet ve Rububiyet sadece yüce Allah’a mahsustur.
Yüce Allah’ın ortağı veya oğlu yoktur.
Onların ağızlarında geveledikleri sözler
30- Yukarıda sıralanan ayetlere göre onlar kimleri rabler edinmemişlerdir?
Hahamları
Rahipleri
Meryem oğlu Mesih’i
Âlimlerden bazılarını
31- Yukarıda sıralanan ayetlerde başka insanlar da rabler tutulabileceği gibi özellikle neden “ Hahamlar, Rahipler, Meryem oğlu Mesih” gibi isimler öne çıkmıştır?
Din adı altında din üreterek insanları saptırmak daha kolay
Toplumun önde gidenleri oldukları için
Din insanları en çok etkileyen mefhum
Gerçekten yalnızca bu isimler insanları saptırdılar
32- “ Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe süresi/ 32-33)
Ayeti kerimelerde geçen ve rivayetlerle açıklanan “nur- hidayet- hak” ile neye işaret edilmektedir?
İmam Mehdi(as)
Kur’an-ı Kerim
Peygamberlik
İslam
31- “ Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!”(Tevbe süresi/34-35)
Aşağıdakilerden hangisi iki ayette konu edilen hahamlar ve rahiplerden birçoğu insanlara karşı yaptığı hatalardan değildir.
İnsanların malını haksız yollardan alırlar
Zina ederler
Allah yolundan men ederler
Altın ve gümüş biriktirirler
32- yukarıdaki ayetlerde dile getirilen “Allah’ın yolu” açıklaması aşağıdakilerden hangi manaya dikkat çekmiştir?
Dinin ayakta durması
Sırat-ı müstakim
Kuran ve sünnet
Mescide engel olma
33- “Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir. (Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, biryıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 36-37)
Ayette geçen haram ayların sayısı kaçtır?
3 b- 4 c-5 d-6
34- Yukarıda geçen ayetlere göre haram ayları ertelemenin hükmü nedir?
Küfür
Nifak
Şirk
Fısk
35- yukarıda sunulan ayetlere göre haram aylarda savaş yasak olmasına rağmen, iman edenlere topyekûn saldıranlara karşı duruşun karşılığı nedir?
Yinede savaşmayın
Sizde topyekûn savaşın
Anlaşma yoluna girin
Savaşı erteleyin
36- Haram aylarında kuralları çiğnemenin küfürle eşdeğer görülmesinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
Haramı helal, helali haram kıldıkları için
Haram ayların hürmeti çiğnendiği için
Zaman mefhumunun önemi
Ümmetinin disiplini bozulduğu için
37- “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe süresi/ 38-39)
Ayetlerde savaşa çıkın denildiği halde savaşılmamasının sebebi olarak ne gösterilmektedir?
Savaşın zorluğu
Hazırlığın yetersizliği
Dünyanın ahirete önceliği
Ölüm korkusu
38- “ Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 40)
Dile getirilen bu ayet tarihin hangi dönemini hatırlatmaktadır?
Bedir savaşı
Hicret günleri
Huneyn günleri
Tebük seferi
39- “(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, “Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık” diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor. Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.” (Tevbe süresi/41- 44)
Yukarıda sıralanan ayetlerde takvalı olanların en belirgin özellik olarak ne gösterilmektedir?
Namaz kılmak, zekât vermek
Allah yolunda malını harcamak
Güzel ahlaklı olmak ve ahde vefa etmek
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmak için mazeret sunmamak
40- yukarıda sıralanan ayetlerde münafıklar hangi durumlarda peygamberin ardında, müminlerin yanında yer alırlar?
Dünya malı olsa ve kolay yolculuk olsa
Nefislerine hoş gelse
Engelleri olmazsa
Eş ve çocukları olmazsa
41- “ Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara “Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!” denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.” (Tevbe süresi/ 45- 47)
Açıklanan ayetlerde aşağıdakilerden hangisi münafıkların özelliklerinden değildir?
Kalpleri şüphe içindedir
Allah’a ve Ahiret gününe inanmazlar
Fitne çıkarırlar
Güzel ahlaklı olurlar
42- yukarıda açıklanan “ hazırlık” tan maksat aşağıdakilerden hangisidir?
Niyettir
Binek bulmaktır
Zırh satın almaktır
Yola çıkmaktır
43- “ Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu. Onlardan öylesi de var ki: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır. Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, “İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız” derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe süresi/ 48- 51)
Açıklanan bu ayetlere göre iyilik ve musibet karşısında müminlerin ve münafıkların tutumları nasıl eşleştirilmiştir.
İnananlar “ Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize ulaşmaz”, münafıklar ise” bizi fitneye düşürme” derler ve musibet karşısında da peygamberi ve inananları yalnız bırakırlar.
İnananlar da, müminler de imtihanlarına katlanırlar, Allah’a dua ederler
İnananlara karşı yardımsever olurlar, ancak musibet zamanında yalnız bırakırlar
İnananlar münafıklara güvenirler, münafıklar da dünya malı varsa yanlarındadır, yoksa yanlarında değillerdir.
44- “De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin; şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz.” (Tevbe süresi/52)
İki iyilikten maksat aşağıdakilerden hangisidir?
İzzet veya şehadet
Galip olma veya şehadet
Dünya ve ahiret
Galibiyet veya ganimet
45- “De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden (sadaka) asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz. Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir.” (Tevbe süresi/ 53-54)
Bu ayet-i kerimelerde münafıkların harcamalarının kabul olmamasının sebepleri olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
Gönüllü olarak vermeleri
Allah ve Resulünü inkâr etmeleri
Namaza üşenerek kalkmaları
Fasık bir topluluk olmaları
46- “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor. (0 münafıklar) mutlaka sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar (kılıçlarınızdan) korkan bir toplumdur. Eğer sığınacak bir yer yahut (barınabilecek) mağaralar veya (sokulabilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (Tevbe süresi/ 55-57)
Yukarıda sıralanan ayeti kerimelerde münafıkların en belirgin hangi özelliği ortaya çıkmaktadır?
Korkak bir topluluk olduğu
Malla ve çocuğa güvenen bir topluluk olduğu
Müminleri seven bir topluluk olduğu
Müminler ile beraber yaşamaya razı olan bir topluluk olduğu
47- “Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. Eğer onlar Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup, “Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz” deselerdi (daha iyi olurdu).” (Tevbe süresi/ 58-59)
“ Allah’a rağbet” demekten maksat aşağıdakilerden hangisidir?
Allah’ın rızası
Allah’ın yolu
Allah’ın sevgisi
Allah’a itaat
48- “Sadakalar Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 60)
Ayet-i kerimeye göre “sadakalar Allah’tan bir farz olarak” denilince aşağıdaki hangi tanım akla gelmelidir?
Hums
Fitre
Sadaka
Zekât
49- “ (Yine o münafıklardan:) O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek peygamberi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah’a inanır, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah’ın Resulüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır. Rızanızı almak için size (gelip) Allah’a and içerler. Eğer mümin iseler Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur. (Hâlâ) bilmediler mi ki, kim Allah ve Resulüne karşı koyarsa elbette onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük rüsvaylıktır.” (Tevbe süresi/ 61- 63)
Sıralanan ayetlere göre inananların ve münafıkların peygambere karşı tutumları aşağıdakilerden hangisidir?
İnanalar da, münafıklar da peygamberi incitmezler
İnananlar da, münafıklar da zaman zaman peygamberi incitirler
İnananlar peygambere güzel söz söylerler, münafıklar ise susarlar
İnanlar peygamberi incitmezler, muvafıklar ise incitirler
50- “ Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.” (Tevbe süresi/ 64- 66)
Bu ayetlerde kâfir olmanın ve azaba müstahak olmanın sebebi olarak aşağıdakilerden hangisi gösterilmiştir?
Müminlerden korkmaları
Allah, O’nun ayetleri ve Resulü ile alay etmeleri
Şaka yapmaları ve gruplaşmaları
İman ettikten sonra özür dilememeleri
51- “ Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir. Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da ve kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vâdetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. (Ey münafıklar! Siz de) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir.”
Ayet-i kerimelere göre münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerini nasıl yönlendirmemektedir?
Birbirilerine cimriliği öğretiyorlar
Birbirilerine iyiliği emretmiyorlar
Birbirilerine kötülüğü engelliyorlar
Onlar Allah’ı unutuyorlar
52- Yukarıda açıklanan ayetlere göre “lanet ve kalıcı azap” kimlere vaat edilmemiştir?
Münafık erkeklere ve kadınlara
Fasık erkeklere ve kadınlara
Kâfir erkeklere ve kadınlara
İman eden erkeklere ve kadınlara
53- “ Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (Tevbe süresi/70)
Yukarıda sıralanan kavimlerin peygamberleri (hepsine selam olsun) sırasıyla aşağıdaki seçeneklerden hangisidir?
Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. Şuayb,
Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim
Hz. Nuh, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim, Hz. Hud, Hz. Salih
Hz. Nuh, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. İbrahim, Hz. Hud
54- “ Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir. Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (Tevbe süresi/ 71-72)
Ayette geçen “ mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin velisidir” derken “ münafık erkekler ve münafık kadınlar ……….” İçin hangi ifade kullanılmıştır. Boşluğa hangi seçenek gelmelidir?
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerinin velisidir
Münafık kadınlar ve münafık kadınlar birbirilerinin ateşidir
Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirilerinin düşmanıdırlar
Münafık erekler ve münafık kadınlar birbirilerindendir
55- Yukarıda açıklanan ayetlere göre aşağıdakilerden hangisi mümin erkek ve mümin kadınların özelliklerinden birisi değildir?
İstemeyerek zekât veririler
İyiliği emredip, kötülükten men ederler
Namazı dosdoğru kılarlar
Allah ve Resulüne itaat ederler
56- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara cennetten daha büyük başarı/ kurtuluş olarak aşağıdaki seçeneklerden hangisi gösterilmiştir?
And cenneti
Tertemiz meskenler
Peygamber ve müminlerle beraber olmak
Allah’ın rızası
57- “ Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! (Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.”(Tevbe süresi/ 73-74)
Bu ayetlerde kâfir ve münafıklardaki ortak özellik aşağıdakilerden hangisidir?
Allah ve peygamberi İnkâr etmeleri
Peygambere karşı ortak hareket etmeleri
Ahiret gününe yakinen inanmamaları
Namaz kılmamaları, zekât vermemeleri
58- “ Onlardan kimi de, Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah’a and içti. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak (iki yüzlülük) soktu. (Münafıklar), Allah’ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları (gizli şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” (Tevbe süresi/ 75-78)
Yukarıda sıralanan ayetlerde munafıkların temel özelliği aşağıdakilerden hangisi değildir?
Korkak olmaları
Cimri olmaları
Sözünde durmamak
Cesur olmaları
59- “ Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap vardır. (Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe süresi/ 79-80)
Münafıkların müminler ile alay etmelerinin sebebi aşağıdakilerden hangisi değildir?
Müminler isteyerek sadakalarını verdikleri için
Güçleri yetmediği zaman az sadaka verdikleri için
Sadakaları küçümsedikleri için
Sadakaları kendileri daha iyi verdikleri için
60- “Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; “bu sıcakta sefere çıkmayın” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır!” Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! Eğer Allah seni onlardan bir gurubun yanına döndürür de (Tebük seferinden Medine’ye döner de başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz birinci defa (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!. Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. “Allah’a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin” diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar.” (Tevbe süresi/ 81-87)
Münafıkların kalbine mühür vurulmasının temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
Allah’a ve Peygamberine itaat etmemeleri
Savaşa çıkmamaları
Mallarını ve evlatlarını çok sevmeleri
Müminleri yalnız bırakmaları
61- “ Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur.” (Tevbe süresi/ 88-89)
Vaad edilen bu cennet hayatını kazanmak için gösterilen şart aşağıdakilerden hangisidir?
Peygamberle beraber olmak
Savaşmak
Gönüllü sadaka vermek
Ahrete rağbet etmek
62- “ Bedevîlerden, (mazeretleri olduğunu) iddia edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azap erişecektir. Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler. (Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: (Boşuna) özür dilemeyin! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Resûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir.” (Tevbe süresi/ 90-96)
Yukarıda geçen ayetlerde sorumluluk kimlere vardır?
Zayıflara
Savaşta harcayacak bir şey bulamayanlara
Hastalara
Yalan söyleyenlere
63- “ Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz. Bedevîler, kâfirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter, hem de Allah’ın Resûlüne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. Bedevîlerden öylesi vardır ki (Allah yolunda) harcayacağını angarya sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. (Bekledikleri) o kötü belâ kendi başlarına gelmiştir. Allah pekiyi işiten, çok iyi bilendir.” (Tevbe süresi/ 97-98)
İnanmayan bedeviler kâfirlik ve münafıklık yönden neden daha beterdirler?
Allah ve resulünü tanımamaya daha yatkın oldukları için
Peygamberden savaşmamak için izin istediklerinden
Malı olduğu halde mallarını harcamadıkları için
Peygambere yalan söyledikleri için
64- “ Bedevîlerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır, (hayır için) harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber’in dualarını almaya vesile edinir. Bilesiniz ki o (harcadıkları mal, Allah katında) onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine (cennetine) koyacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir.”(Tevbe süresi/99)
Ayette hangi bedeviler müjdelenmiştir?
Allah’a inanan bedeviler
Cömert olan bedeviler
Savaşan bedeviler
Allah’a ve ahrete inanan, malını vesile edinen bedeviler
65- “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensardan ilk öncüler ve onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe süresi/ 100)
Hangi muhacir ve ensarlar müjdelenmiştir?
İlk muhacir ve ensarlar
İyilikte onları takip edenler
Muhacir ve ensarların hepsi
Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı muhacir ve ensarlar
66- “ Çevrenizdeki bedevî Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir. Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir. Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?”(Tevbe süresi/ 101-104)
Peygamberin duası peygambere tevbe edenler için aşağıdakilerden hangisidir?
Vesiledir
Kunuttur
Şifadır
Sükûnettir
67-“ De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi Allah da Resûlü de müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe süresi/ 105)
Ayet-i Kerime’de amellere kimlerin şahit olacağını anlatırken “ Allah, peygamber ve müminler” denilmektedir. “ Müminler” den kastedilen kimlerdir?
Tüm inananlar
Salih kullar
Her cemaatin âlimleri
Her zamanın hücceti olan Ehl-i Beyt imamları
68- “ (Sefere katılmayanlardan) diğer bir gurup da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir. (Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Tevbe süresi/ 106- 107)
Aşağıdakilerden hangisi Dırar mescitlerin yapılma sebeplerinden değildir?
Müminlere zarar vermek için
Hakkı inkâr etmek için
Müminlerin arasına ayrılık sokmak için
İyilikte yarışmak için
69- “ Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe süresi/ 108- 110)
Aşağıdakilerden hangisi Takva mescidinin özelliklerindendir?
Müminleri parçalamak
Allah korkusu ve rızası üzerine kurulan
Temizlenme kaygısı olmayan
Takva üzerinde namaz kılmama
70- “ Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe süresi/111)
Yüce Allah müminlerden cennet karşılığında neyi satın almak ister?
Çocuklarını ve eşlerini
Mallarını ve canlarını
Kariyerlerini ve mallarını
Anne ve babalarını
71- “ (Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” (Tevbe süresi/ 112)
Tevbe edenler
İbadet edenler
Hamdedenler
Oruç tutanlar
Rükü edenler
Secde edenler
İyiliği emredenler
Kötülükten alıkoyanlar
Yukarıda sıralananlardan hangisi Allah’ın sınırlarını koruyanlardır?
4,5,8,3,7
5,6,7,2,1,3
7,8,9,6,2,3,1
1,2,3,4,5,6,7,8
72- “ (Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara. İbrahim’in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe süresi/ 113-114)
Hz. İbrahim(as), inanmayan babası(amcası) için neden yüce Allah’tan af dilemiştir?
Onu çok seviyordu
Onunla anlaşma yapmıştı
Ona söz vermişti
Ondan kurtulmak istiyordu
73- “ Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Tevbe süresi/ 115- 118)
Yukarıda geçen ayetlerde yüce Allah’ın hangi isimleri geçmiştir?
El- Âlim, El- Malik, El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El -Afuv, Et- Tevvab, Er -Rauf, Er- Rahim
El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El -Afuv, Et- Tevvab, Er -Rauf, Er- Rahim, El- Hâkim, El -Vedud
El- Malik, El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El –Afuv, El- Hasib, El- Latif
El- Hayy, El -Mumit, El- Veli, El- Nasir, El –Afuv, El celal, El-Kayyum
74- “ Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe süresi/ 119)
Hadislerle açıklanmış olup, ayette geçen “ Doğrular” dan kasıt aşağıdakilerden hangisidir?
Sahabeler
Ehl-i Beyt imamları
Âlimler
Peygamberler
75- “ Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah’ın Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez. Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır.” (Tevbe süresi/ 120- 121)
Ayeti kerimelerde açıklandığı gibi müminlere yakışan aşağıdakilerden hangisidir?
Peygamberi kendi canlarından önce düşünmeleri
Peygamberi evlatlarından önce düşünmeleri
Peygamberi mallarından daha çok sevmeleri
Peygamberi anne babalarından daha çok korumaları
76- “ Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe süresi/ 122-123)
Müminlerden hangi grup savaşa katılmamalıdır?
Dinde geniş bilgi sahibi olup, toplumu uyaranlar
Müminlerden zengin olanlar
Çocukları az olan müminler
Yönetici olan müminler
77- “ Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: “Bu sizin hanginizin imanını artırdı?” İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler. Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerıni görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar. Bir sûre indirildiği zaman, (göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakar (ve): (Çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra da (sıvışıp) giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (imandan) çevirmiştir.” (Tevbe süresi/ 124- 127)
Süreler nüzul olduğunda, inanan ve inanmayanların kalplerinde nasıl bir değişim olmaktadır?
İnananların imanı artar, kâfirlerin de küfrü artar
İnananlar sevinirler, kâfirler donakalırlar
İnananlar imtihana girerler, kâfirler ise sevinirler
İnananlar üzülürler, kâfirler mutlu olurlar
78- “ Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş’ın sahibidir.” (Tevbe süresi/128-129)
Ayeti kerimelerde peygamberin müminlere karşı tutumu nasıl dile getirilmiştir?
Peygamber müminlere adaletli davranmıştır
Peygamber müminlere disiplinli ve hak üzere davranmıştır.
Peygamber müminlere şefkatli ve merhametli davranmıştır
Peygamber müminlere hak ettiği gibi davranmıştır.
79- Tevbe süresi kaç ayettir?
124
118
129
134
80- Tevbe süresinde müşriklere ve en çok ta peygambere uzak duran ve itaat etmeyen münafıklara seslenirken, sürenin en son ayetinde çözüm reçetesi olarak kime yakın olunması tavsiye edilmiştir?
Münafıklara
Müminlere
Muhacir ve ensara
Peygamber(saa)’e

MUTLULUK FORMÜLÜ ASR SÜRESİNDE
MUTLULUK FORMÜLÜ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Asra yemin olsun ki,
2- İnsan mutlaka ziyandadır.
3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
ASR SÜRESİ
Hz. Âdem(as) ile başlayan yeryüzündeki insanlık tarihi zamana bağımlıdır. Her insanın kendisine, karar kılınmış bir mühlet ve bir imtihan alanı verilmiştir. Yani her varlık gibi insan da belli bir zaman dilimine mahsus olacak ve imtihana girecekti.
İşte bu nedenle “Asr” a yemin edilerek başlanılması, her insanın dikkatini asla kaçırmaması gereken bir noktayı vurgulamaktadır. Yani günler, haftalar, aylar, yıllar ve hatta ömürler hızla geçmektedir. Bu nedenle zamanın nasıl değerlendirildiği önemlidir.
İnsanların dikkat etmesi gereken ve kendisine örnek alması açısından önemli zaman dilimleri de vardır. Örneğin şerî bakımından bu dinin kurucusu Hz. Muhammed(saa)’in dönemini iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde dini doğru algılayamayız. Ne peygamberi tanımadan dini bilebiliriz, ne sözlerini duymadan ne de tarihini bilmeden.
Lâkin sadece Peygamber(saa)’in zaman dilimini değil. Daha sonra gelen Ehl-i Beyt tarihini de çok iyi bilmek gerek. Yoksa İslam tarihinin başına neler geldiğini, ümmetin neler yaşadıklarını bilemeyiz. İmamlarımız nasıl mücadeleler verdiğinden, yolun nasıl devam ettiğinden bihaber oluruz.
Ve gelelim kendi zaman dilimimize. Kendi zamanımızın imamı olan Sahib-i Zaman(İmam Mehdi) ile olan bağlantımız da önemlidir. Bir hayat yaşıyoruz ve bu hayatı nasıl yönlendiriyoruz? Belki de bizimle insanlık tarihi son bulacak. Bu nedenle hayatımızın nasıl ve nerelerde harcandığı önemlidir. Zamanın imamı İmam Mehdi (as) dönemindeyiz. Nerede durduğumuz ve bize tanınan süreyi nasıl harcadığımız bizim imtihanımızdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
Zamana and olsun ki; tüm insanlar hüsrandadır. Yani zarardadır. Çünkü insana zaman ve değişik lütuflar verilmiştir. Ve bu fırsat hızla tükenmekte, verilen fırsatın sonuna gelinmektedir.
İmam Ali Nâki(as)’nin dediği gibi.
“ Dünya bir pazar alanıdır. Kimileri ondan kâr ettiler, kimileri de zarar ettiler.”
İşte yüce Allah’ın uyarısı gelmektedir. Her insan zarar eder. Ancak şu proğrama katılanlar, şu formülü takip edenler istisna olacaklardır.
Ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlar, birbirlerine hakkı gözetmeyi ve sabretmeyi tavsiye edenler başka.
MUTLULUK PROGRAMI
İman eden
Salih amel işleyen
Hakkı birbirine tavsiye eden
Sabrı birbirine tavsiye eden
İMAN NEDİR?
İnsanın düşüncelerine ve kalbine verdiği amaçtır. İnanan insan için hedef; kendisini var eden yaratıcısının hoşnutluğunu kazanmak istemesidir. Dolayısıyla kendi hayatını ve geleceğini yaratıcısına dayandırmasından emin olmasıdır. O’na sınırsız güvenerek bağlanmasıdır. Elbette iman sadece Rabb’inin var olduğunun bilinmesi değildir. O’nun varlığına, isimlerine, fiillerine, emirlerine, model gösterdiklerine, vaadlerine ve dolayısıyla her alt başlığa da iman etmektir.
SALİH AMEL NEDİR?
İman üzere yapılan amellerdir. Amelin salih olması onları ihlâs esasları üzerine yapmasıdır. Böylece bireysel ve sosyal her türlü hayat proğramı iman üzere olur. Bu da ikinci esastır. Olmazsa olmazlardandır.
HAKKI TAVSİYE ETMEK
Üçüncü esasta birbirilerine hakkı tavsiye etmektir. Yaşadığı yolu savunması ve arkasında durması demektir. Hakk, hayatını kapsadığı gibi diğer insanlara da hakkı tavsiye ederler. Bunu yakalayabilmesi de arkasından gideceği modeller önemlidir. Elbette bu yolun sağlam olması için Rabb’inin gösterdiği ilahî model olan Hz. Muhammed (saa) ve onun arkasından gelen Ehl-i Beyt imamlarını takip etmesiyle olur. Aksi takdirde Hakkın yolu kişilerin eline bırakılırsa sapar. Bu takip ile hak yol garanti altına alınır. O kişi hakkı yakaladığı gibi diğer insanlara da rahatlıkla Hakkı tavsiye edebilir. Bu da kendisini örnek bir Müslüman olmaya götürür.
SABRI TAVSİYE ETMEK
Dördüncü esasta sabrı birbirilerine tavsiye etmesidir. Üç aşamayı gerçekleştiren insan, elbette kendinse muhalif olanlarla karşılaşır. Kendi nefsinden gelen dürtülere direndiği gibi çevresinde bulunan nefislerin dürtüleri de olacaktır. Ancak bu inanan insan tüm zorluklara rağmen direnecektir. İster sözel olarak alaylar, kınamalar, tacizler, hakaretler, dışlamalar olsun, ister fiili eziyet ve baskılar olsun bildiği hakikatten ayrılmayacak, hayatına getirdiği iman ve salih amel üzere yaşamı devam ettirecektir.
Hatta bu hakikati onlara da tavsiye edecek. Kararlı olacak ve engel tanımayacak. Bu yüzden çok sabırlı olacak ve insanlara sabrı tavsiye edecek. Yüce Rabb’imiz bu aşamaya kadar gelip sabırlı olanları müjdelemektedir.
İşte bu dört esas üzerinde olan insanlar üzülmeyecek, onların korkacağı bir durum olmayacaktır.
O halde bu dört esas bir bütün olarak yapıldığı takdirde insan dünya pazarından kârlı çıkmış olacaktır. Kendisine tanınan zaman imtihanından mutlu ve başarılı olarak geçecektir. Daha güzel ve mutlu bir geleceğe doğru…
Şimdi size soruyorum. Bu formül takip edilmezse mutluluk yakalanabilir mi? Elbette hayır. Çünkü parçalanmış bir formul artık işlev hakkını kaybeder. Bu günde Müslümanların hâli bu değil midir?
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Asra yemin olsun ki,
2- İnsan mutlaka ziyandadır.
3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
ASR SÜRESİ
Hz. Âdem(as) ile başlayan yeryüzündeki insanlık tarihi zamana bağımlıdır. Her insanın kendisine, karar kılınmış bir mühlet ve bir imtihan alanı verilmiştir. Yani her varlık gibi insan da belli bir zaman dilimine mahsus olacak ve imtihana girecekti.
İşte bu nedenle “Asr” a yemin edilerek başlanılması, her insanın dikkatini asla kaçırmaması gereken bir noktayı vurgulamaktadır. Yani günler, haftalar, aylar, yıllar ve hatta ömürler hızla geçmektedir. Bu nedenle zamanın nasıl değerlendirildiği önemlidir.
İnsanların dikkat etmesi gereken ve kendisine örnek alması açısından önemli zaman dilimleri de vardır. Örneğin şerî bakımından bu dinin kurucusu Hz. Muhammed(saa)’in dönemini iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde dini doğru algılayamayız. Ne peygamberi tanımadan dini bilebiliriz, ne sözlerini duymadan ne de tarihini bilmeden.
Lâkin sadece Peygamber(saa)’in zaman dilimini değil. Daha sonra gelen Ehl-i Beyt tarihini de çok iyi bilmek gerek. Yoksa İslam tarihinin başına neler geldiğini, ümmetin neler yaşadıklarını bilemeyiz. İmamlarımız nasıl mücadeleler verdiğinden, yolun nasıl devam ettiğinden bihaber oluruz.
Ve gelelim kendi zaman dilimimize. Kendi zamanımızın imamı olan Sahib-i Zaman(İmam Mehdi) ile olan bağlantımız da önemlidir. Bir hayat yaşıyoruz ve bu hayatı nasıl yönlendiriyoruz? Belki de bizimle insanlık tarihi son bulacak. Bu nedenle hayatımızın nasıl ve nerelerde harcandığı önemlidir. Zamanın imamı İmam Mehdi (as) dönemindeyiz. Nerede durduğumuz ve bize tanınan süreyi nasıl harcadığımız bizim imtihanımızdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
Zamana and olsun ki; tüm insanlar hüsrandadır. Yani zarardadır. Çünkü insana zaman ve değişik lütuflar verilmiştir. Ve bu fırsat hızla tükenmekte, verilen fırsatın sonuna gelinmektedir.
İmam Ali Nâki(as)’nin dediği gibi.
“ Dünya bir pazar alanıdır. Kimileri ondan kâr ettiler, kimileri de zarar ettiler.”
İşte yüce Allah’ın uyarısı gelmektedir. Her insan zarar eder. Ancak şu proğrama katılanlar, şu formülü takip edenler istisna olacaklardır.
Ancak inananlar ve iyi işlerde bulunanlar, birbirlerine hakkı gözetmeyi ve sabretmeyi tavsiye edenler başka.
MUTLULUK PROGRAMI
İman eden
Salih amel işleyen
Hakkı birbirine tavsiye eden
Sabrı birbirine tavsiye eden
İMAN NEDİR?
İnsanın düşüncelerine ve kalbine verdiği amaçtır. İnanan insan için hedef; kendisini var eden yaratıcısının hoşnutluğunu kazanmak istemesidir. Dolayısıyla kendi hayatını ve geleceğini yaratıcısına dayandırmasından emin olmasıdır. O’na sınırsız güvenerek bağlanmasıdır. Elbette iman sadece Rabb’inin var olduğunun bilinmesi değildir. O’nun varlığına, isimlerine, fiillerine, emirlerine, model gösterdiklerine, vaadlerine ve dolayısıyla her alt başlığa da iman etmektir.
SALİH AMEL NEDİR?
İman üzere yapılan amellerdir. Amelin salih olması onları ihlâs esasları üzerine yapmasıdır. Böylece bireysel ve sosyal her türlü hayat proğramı iman üzere olur. Bu da ikinci esastır. Olmazsa olmazlardandır.
HAKKI TAVSİYE ETMEK
Üçüncü esasta birbirilerine hakkı tavsiye etmektir. Yaşadığı yolu savunması ve arkasında durması demektir. Hakk, hayatını kapsadığı gibi diğer insanlara da hakkı tavsiye ederler. Bunu yakalayabilmesi de arkasından gideceği modeller önemlidir. Elbette bu yolun sağlam olması için Rabb’inin gösterdiği ilahî model olan Hz. Muhammed (saa) ve onun arkasından gelen Ehl-i Beyt imamlarını takip etmesiyle olur. Aksi takdirde Hakkın yolu kişilerin eline bırakılırsa sapar. Bu takip ile hak yol garanti altına alınır. O kişi hakkı yakaladığı gibi diğer insanlara da rahatlıkla Hakkı tavsiye edebilir. Bu da kendisini örnek bir Müslüman olmaya götürür.
SABRI TAVSİYE ETMEK
Dördüncü esasta sabrı birbirilerine tavsiye etmesidir. Üç aşamayı gerçekleştiren insan, elbette kendinse muhalif olanlarla karşılaşır. Kendi nefsinden gelen dürtülere direndiği gibi çevresinde bulunan nefislerin dürtüleri de olacaktır. Ancak bu inanan insan tüm zorluklara rağmen direnecektir. İster sözel olarak alaylar, kınamalar, tacizler, hakaretler, dışlamalar olsun, ister fiili eziyet ve baskılar olsun bildiği hakikatten ayrılmayacak, hayatına getirdiği iman ve salih amel üzere yaşamı devam ettirecektir.
Hatta bu hakikati onlara da tavsiye edecek. Kararlı olacak ve engel tanımayacak. Bu yüzden çok sabırlı olacak ve insanlara sabrı tavsiye edecek. Yüce Rabb’imiz bu aşamaya kadar gelip sabırlı olanları müjdelemektedir.
İşte bu dört esas üzerinde olan insanlar üzülmeyecek, onların korkacağı bir durum olmayacaktır.
O halde bu dört esas bir bütün olarak yapıldığı takdirde insan dünya pazarından kârlı çıkmış olacaktır. Kendisine tanınan zaman imtihanından mutlu ve başarılı olarak geçecektir. Daha güzel ve mutlu bir geleceğe doğru…
Şimdi size soruyorum. Bu formül takip edilmezse mutluluk yakalanabilir mi? Elbette hayır. Çünkü parçalanmış bir formul artık işlev hakkını kaybeder. Bu günde Müslümanların hâli bu değil midir?

DÜNYADA VELAYET, AHİRETTE ŞEFAAT KEVSER’DE
KEVSER NEDİR?
“Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.”
Kevser; çok hayır demektir. Elbette yüce Allah desteklediği hem de zirvede kabul ettiği kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (saa)’e çokça ve değişik yönlerden hayırlar vermiştir. Bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz yüzlerce hayır ile onu kuşatmıştır. Bazıları önceden, bazıları yaşadığı dönemlerde, bazıları da geleceğe yönelik olarak verilmiştir.
İbni Abbas’tan haber bize şöyle ulaşmıştır: “Kevser, Allah’ın Peygambere (s.a.a) verdiği hayırdır.”
Ebu Bişr ona der ki: “Bazı insanlar, onun cennette bir nehir olduğunu söylüyorlar.”
O da der ki: “Cennetteki nehir, Allah’ın ona verdiği hayırlardan biridir.”
KEVSER SURESİ NE ZAMAN NAZİL OLDU?
Kevser suresinin inmesine sebep şöyledir. Peygamberimiz o sırada Mekke’de idi. Öncelikle oğlu Kâsım ölmüştü. Kısa bir süre sonra da Abdullah öldü. Bunun üzerine Kureyş müşrikleri peygamberimiz ile alay etmeye, değişik şekillerde onu incitmeye devam ediyorlardı. Her fırsatta peygamberimize “Ebter” diyorlardı. Yani soyu kesik demek. Bu olaylar üzerine Kevser suresi inmişti.
KEVSER VE EBTER
Kevser, kapsama alanını ve devamlılığını hayal edemeyeceğimiz kadar bol hayır demekti. Hemde sonsuza uzanan.
Ebter de sonu biten, soyu kesik demekti. Bu iki kavram birbirinin zıttı idi. Kevser diyen yüce Rabb’imizdi. Ebter diyen Rabb’ine teslim olmayanlardı. Bu durumda elbette doğru cevap Kevser idi.
Yüce Allah Kevser’i vermişti. Onların peygamber hakkındaki hayallerini suya düşürmüştü. Çocuğunun ölmesi ile zannetmişlerdi ki Peygamberin soyu kesildi. “Peygamber de ölürse İslam buraya kadar olacaktı ve bitecekti” diye düşünüyorlardı. Nitekim onların umduğu olmadı. Peygamberin hem soyu, hem de yolu Hz. Fatma (as) üzerinden İmam Ali (as) ile beraber devam etti. Lâkin müşrikler o kadar bağnaz düşünüyorlardı ki bir kız çocuğu üzerinden yolun devam edemeyeceğini düşündüler.
Hz. Zekeriyya (as)’nın elinde Meryem (as) vardı. O da Mesih İsa (as)’nın annesi idi. Üstelik baba olmadan bile. Geçmişten ibrette almıyorlardı.
Ne geçmişten ne de o günlerden nasihat dinlemeyen Mekke müşrikleri, Peygamberi anlamadıkları gibi O’nun eli altındaki iki hazineyi de görmüyorlardı.
O iki hazine; Hz. Fatıma (as) ve Hz. Ali (as) idi.
Hz. Fatıma yeni doğmuştu. Lâkin Hz. Ali için Peygamberimiz defalarca “o benim vasim, vezirim, halifem” demişti. “En yakın akrabalarını uyar” ayetin nüzulünden sonra. Hz. Fatıma (as) geçekten bol hayrın sembolü oldu.
O merkez durumundaydı. Bir yandan babasının can parçası idi. Bir yandan peygamberin vasisi imam Ali’nin yol arkadaşı (eşi) olacaktı. Diğer yandan da geleceğin onbir imamın annesi. Yani salavatın açılımı Hz. Fatıma üzerinden olacaktı.
HZ MUHAMMED (S.A.A)
HZ FATIMA (SA.) VE İMAM ALİ (AS.) (ilk İmam)
İMAM HASAN MÜCTEBA(AS)
İMAM HÜSEYİN ŞÜHEDA(AS)
İMAM ZEYNELABİDİN(AS)
İMAM MUHAMMED BAKIR(AS)
İMAM CAFER SADIK(AS)
İMAM MUSA KAZIM(AS)
İMAM ALİ RIZA (AS)
İMAM MUHAMMED TAKİ(AS)
İMAM ALİ NAKİ(AS)
İMAM HASAN ASKERİ(AS)
İMAM MEHDİ (A.F)
Hz. Muhammed (saa)’in soyu da, yolu da devam etti. Kızı Fatıma ve İmam Ali üzerinden. Kıyamet kopuncaya kadar peygamberin getirdiği risalet yolu devam edecekti.
Hz. Fatıma bu konumuyla bir buluşma noktasıdır. Hem babasına hem eşine, hem de geleceğe.
Ayrıca Fatıma zirvedeki model kadındır. Babası Hz. Muhammed (saa) de zirvede tüm insanların modelidir. Bu durumda baba ve kız en zirvede durmaktadırlar.
Ayrı bir özelliği daha var. Hz. Fatıma (as) ve İmam Ali (as) evliliği ile oluşan tarihin en zirvedeki seçkin “Aile Modeli” çıkmaktadır. Peygamberin Ehl-i Beyt’i. Bu nedenle Fatıma gerçekten Kevser’dir.
Müşriklerin dediği gibi İslam buraya kadar değildi. Fatıma (as) üzerinden kıyamet kopuncaya kadar devam edecekti. Üstelik o imamların hepsi seçilmiş kimselerdi. Yüce Allah bildirmiş, peygamber Hz. Muhammed (saa) de duyurmuştu.
Her çağ da Ehl-i Beyt imamlarının çevresinde binlerce âlim, fakih, şehid, salih kimseler, inanan erkekler, inanan kadınlar ve çocuklar olacaktı. Onları sevecek, onlardan beslenecek, onlara itaat edeceklerdi.
Üstelik yol buraya kadar da değildi. Kevser bol hayır demekti. Sadece dünyaya ait olmayacaktı. Ahiret hayatında da olacaktı.
İşte peygamber Hz. Muhammed’in veda haccında yaptığı vasiyeti şu idi; “Kendimi, çağrılıp icabet etmiş gibi görüyorum; ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Onlar Allah’ın kitabı ve benim soyumdur. Allah’ın kitabı gökle yer arasında çekilmiş olan bir iptir. Soyum da benim Ehl-i Beyt’imdir. Latif ve her şeyden haberdar olan Allah bana onların Havz-u Kevser başında tekrar bana dönünceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını haber vermiştir. Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız.”
Yani Kevser sadece bu dünyada değildi. Peygamberin dediği gibi eğer Kur’an ve Ehl-i Beyt’i birbirinden ayırmadan onlara sarılırsak, öbür dünyada da buluşacaktık. Buluşma noktası orasıydı. Peygamberin huzuruna gidecektik. Ancak şartı vardı. Kur’an ve Ehli Beyt’ine uyma şartı ile.
Ehl-i Beyt, Kuran’ı yaşayan ve ümmetin başı olan kimselerdi. Peygamberin boşalan konumunda onlar vardı. Peygamberin zaten yüreğinde Kur’an vardı. Kevser havuzunun yanına ilk gidecekler Ehl-i Beyt imamları olacaktı.
Salâvatın ne anlama geldiğini hatırlayalım.
Burada bir hayırdan bahsediliyordu. Dünyada nasıl bizlere yol gösterdi iseler yine bizi kendi halimize bırakmayacaklardı. Bizlere şefaat edeceklerdi. Bu nedenle hayır çoktu çok.
Hz. Muhammed (saa) buyurdu ki; “Ey Ali! Kevser, Rahman’ın arşı altından akan bir nehirdir. Ey Ali! Allah’a and olsun ki o nehir sadece benim değildir. O nehir benim, senin ve benden sonra seni sevenlerindir.”
Tüm bunlardan anlıyoruz ki Peygamber (saa) ile başlayan hayır Hz. Fatıma (as) üzerinden tüm inananlara bir yağmur gibi akacaktı. Ancak inanmayanlar Peygamber’e çok dar bir alandan bakarak “Ebter” diyorlardı. Oysaki onların soyu da, yolu da sonu kesik olacaktı. İnanmayanlar elbette akibetlerini göreceklerdi. Onlar asla hayırlara ulaşamayacaklardı.
NAMAZ VE NAHR
Artık namaz kıl Rabbine ve ellerini boğazına kadar kaldırarak tekbir getir.
Ebedi hayırlara karşılık Rabbine teşekkür et. En güzel teşekkür ise, Rabbinin huzuruna çıkıp, en güzel ifadelerle, en samimi kalbinle olur. Bu nedenle bir inanan için namaz çok çok önemlidir. Namaz ile çok şey anlatılır. Bunun anlamanın yolu namazı hakkıyla yerine getiren bilir. Çünkü o tadına varmıştır.
En-Nahr kelimesi, namaza başlama tekbiri getirirken elleri boğaz hizasına kadar kaldırmak anlamına gelir.
“Kuşkusuz biz sana Kevseri verdik.” (Kevser) Suresi peygamberimize (s) inince, peygamberimiz (s) Cebrail’e dedi ki: “Rabbimin emrettiği bu nahr nedir?”
Dedi ki: Bu hayvan boğazlamak değildir. Bilakis, Rabbin sana, namaza başlama tekbirini getirdiğin, rükûya gittiğin ve başını rükûdan kaldırdığın zaman ellerini kaldırmanı emrediyor. Bu bizim ve yedi kat gökteki meleklerin namazıdır. Her şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü de alınan her tekbirde elleri kaldırmaktır.”
İmam Ali (as)
Tekbir alınırken elleri kaldırmak yüce Allah’ın birliğini ve azametini haykırmandır. Hem kendine hem de tüm insanlara bir çağrı yapıyorsun. Ellerini kaldır ve de;
“Allah’u Ekber!”
Bir yandan da her sahte ilahçığı yerle bir ettiğini gösteriyorsun. Bu yüzden namaza giriş ve namazın önemi bir kez daha en-nahr ile dikkatimizi çekmektedir.
Şüphesiz, sana buğz eden yok mu, odur nesli kesilen
Peygamber’e kin, hınç duyan ve ebter olmasını isteyenlerdir aslında ebter olandır. Onların yolu ve isyanları nereye kadar sürecek ki. Sonunda yaptıklarının hesabını verecekler. Kirlenen kendi kalpleridir. Kendi amel defterlerini kirli hesaplarla doldurmaktadırlar.
Ve Rabb’lerinin kendilerine verdiği dünya suresini yanlış şeylerle tüketmektedirler. Bu nedenle kendileri kaybedecekler. Fakat bunun farkında değiller. Peygamber Hz. Muhammed (saa), Ehl-i Beyt’i ve onları sevenler ahiret gününde buluşacaklar. Kevser havuzunun başında. Onlardan da şefaat isteyebilecekler.
Fakat inanmayanlar nerede bulaşacaklar? Sanırım tahmin ediyorsunuzdur. Ve en kötüsü onlara yardım edebilecek kimse de olmayacaktır.
“Kuşkusuz biz sana Kevser’i verdik.”
Kevser; çok hayır demektir. Elbette yüce Allah desteklediği hem de zirvede kabul ettiği kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (saa)’e çokça ve değişik yönlerden hayırlar vermiştir. Bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz yüzlerce hayır ile onu kuşatmıştır. Bazıları önceden, bazıları yaşadığı dönemlerde, bazıları da geleceğe yönelik olarak verilmiştir.
İbni Abbas’tan haber bize şöyle ulaşmıştır: “Kevser, Allah’ın Peygambere (s.a.a) verdiği hayırdır.”
Ebu Bişr ona der ki: “Bazı insanlar, onun cennette bir nehir olduğunu söylüyorlar.”
O da der ki: “Cennetteki nehir, Allah’ın ona verdiği hayırlardan biridir.”
KEVSER SURESİ NE ZAMAN NAZİL OLDU?
Kevser suresinin inmesine sebep şöyledir. Peygamberimiz o sırada Mekke’de idi. Öncelikle oğlu Kâsım ölmüştü. Kısa bir süre sonra da Abdullah öldü. Bunun üzerine Kureyş müşrikleri peygamberimiz ile alay etmeye, değişik şekillerde onu incitmeye devam ediyorlardı. Her fırsatta peygamberimize “Ebter” diyorlardı. Yani soyu kesik demek. Bu olaylar üzerine Kevser suresi inmişti.
KEVSER VE EBTER
Kevser, kapsama alanını ve devamlılığını hayal edemeyeceğimiz kadar bol hayır demekti. Hemde sonsuza uzanan.
Ebter de sonu biten, soyu kesik demekti. Bu iki kavram birbirinin zıttı idi. Kevser diyen yüce Rabb’imizdi. Ebter diyen Rabb’ine teslim olmayanlardı. Bu durumda elbette doğru cevap Kevser idi.
Yüce Allah Kevser’i vermişti. Onların peygamber hakkındaki hayallerini suya düşürmüştü. Çocuğunun ölmesi ile zannetmişlerdi ki Peygamberin soyu kesildi. “Peygamber de ölürse İslam buraya kadar olacaktı ve bitecekti” diye düşünüyorlardı. Nitekim onların umduğu olmadı. Peygamberin hem soyu, hem de yolu Hz. Fatma (as) üzerinden İmam Ali (as) ile beraber devam etti. Lâkin müşrikler o kadar bağnaz düşünüyorlardı ki bir kız çocuğu üzerinden yolun devam edemeyeceğini düşündüler.
Hz. Zekeriyya (as)’nın elinde Meryem (as) vardı. O da Mesih İsa (as)’nın annesi idi. Üstelik baba olmadan bile. Geçmişten ibrette almıyorlardı.
Ne geçmişten ne de o günlerden nasihat dinlemeyen Mekke müşrikleri, Peygamberi anlamadıkları gibi O’nun eli altındaki iki hazineyi de görmüyorlardı.
O iki hazine; Hz. Fatıma (as) ve Hz. Ali (as) idi.
Hz. Fatıma yeni doğmuştu. Lâkin Hz. Ali için Peygamberimiz defalarca “o benim vasim, vezirim, halifem” demişti. “En yakın akrabalarını uyar” ayetin nüzulünden sonra. Hz. Fatıma (as) geçekten bol hayrın sembolü oldu.
O merkez durumundaydı. Bir yandan babasının can parçası idi. Bir yandan peygamberin vasisi imam Ali’nin yol arkadaşı (eşi) olacaktı. Diğer yandan da geleceğin onbir imamın annesi. Yani salavatın açılımı Hz. Fatıma üzerinden olacaktı.
HZ MUHAMMED (S.A.A)
HZ FATIMA (SA.) VE İMAM ALİ (AS.) (ilk İmam)
İMAM HASAN MÜCTEBA(AS)
İMAM HÜSEYİN ŞÜHEDA(AS)
İMAM ZEYNELABİDİN(AS)
İMAM MUHAMMED BAKIR(AS)
İMAM CAFER SADIK(AS)
İMAM MUSA KAZIM(AS)
İMAM ALİ RIZA (AS)
İMAM MUHAMMED TAKİ(AS)
İMAM ALİ NAKİ(AS)
İMAM HASAN ASKERİ(AS)
İMAM MEHDİ (A.F)
Hz. Muhammed (saa)’in soyu da, yolu da devam etti. Kızı Fatıma ve İmam Ali üzerinden. Kıyamet kopuncaya kadar peygamberin getirdiği risalet yolu devam edecekti.
Hz. Fatıma bu konumuyla bir buluşma noktasıdır. Hem babasına hem eşine, hem de geleceğe.
Ayrıca Fatıma zirvedeki model kadındır. Babası Hz. Muhammed (saa) de zirvede tüm insanların modelidir. Bu durumda baba ve kız en zirvede durmaktadırlar.
Ayrı bir özelliği daha var. Hz. Fatıma (as) ve İmam Ali (as) evliliği ile oluşan tarihin en zirvedeki seçkin “Aile Modeli” çıkmaktadır. Peygamberin Ehl-i Beyt’i. Bu nedenle Fatıma gerçekten Kevser’dir.
Müşriklerin dediği gibi İslam buraya kadar değildi. Fatıma (as) üzerinden kıyamet kopuncaya kadar devam edecekti. Üstelik o imamların hepsi seçilmiş kimselerdi. Yüce Allah bildirmiş, peygamber Hz. Muhammed (saa) de duyurmuştu.
Her çağ da Ehl-i Beyt imamlarının çevresinde binlerce âlim, fakih, şehid, salih kimseler, inanan erkekler, inanan kadınlar ve çocuklar olacaktı. Onları sevecek, onlardan beslenecek, onlara itaat edeceklerdi.
Üstelik yol buraya kadar da değildi. Kevser bol hayır demekti. Sadece dünyaya ait olmayacaktı. Ahiret hayatında da olacaktı.
İşte peygamber Hz. Muhammed’in veda haccında yaptığı vasiyeti şu idi; “Kendimi, çağrılıp icabet etmiş gibi görüyorum; ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Onlar Allah’ın kitabı ve benim soyumdur. Allah’ın kitabı gökle yer arasında çekilmiş olan bir iptir. Soyum da benim Ehl-i Beyt’imdir. Latif ve her şeyden haberdar olan Allah bana onların Havz-u Kevser başında tekrar bana dönünceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklarını haber vermiştir. Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız.”
Yani Kevser sadece bu dünyada değildi. Peygamberin dediği gibi eğer Kur’an ve Ehl-i Beyt’i birbirinden ayırmadan onlara sarılırsak, öbür dünyada da buluşacaktık. Buluşma noktası orasıydı. Peygamberin huzuruna gidecektik. Ancak şartı vardı. Kur’an ve Ehli Beyt’ine uyma şartı ile.
Ehl-i Beyt, Kuran’ı yaşayan ve ümmetin başı olan kimselerdi. Peygamberin boşalan konumunda onlar vardı. Peygamberin zaten yüreğinde Kur’an vardı. Kevser havuzunun yanına ilk gidecekler Ehl-i Beyt imamları olacaktı.
Salâvatın ne anlama geldiğini hatırlayalım.
Burada bir hayırdan bahsediliyordu. Dünyada nasıl bizlere yol gösterdi iseler yine bizi kendi halimize bırakmayacaklardı. Bizlere şefaat edeceklerdi. Bu nedenle hayır çoktu çok.
Hz. Muhammed (saa) buyurdu ki; “Ey Ali! Kevser, Rahman’ın arşı altından akan bir nehirdir. Ey Ali! Allah’a and olsun ki o nehir sadece benim değildir. O nehir benim, senin ve benden sonra seni sevenlerindir.”
Tüm bunlardan anlıyoruz ki Peygamber (saa) ile başlayan hayır Hz. Fatıma (as) üzerinden tüm inananlara bir yağmur gibi akacaktı. Ancak inanmayanlar Peygamber’e çok dar bir alandan bakarak “Ebter” diyorlardı. Oysaki onların soyu da, yolu da sonu kesik olacaktı. İnanmayanlar elbette akibetlerini göreceklerdi. Onlar asla hayırlara ulaşamayacaklardı.
NAMAZ VE NAHR
Artık namaz kıl Rabbine ve ellerini boğazına kadar kaldırarak tekbir getir.
Ebedi hayırlara karşılık Rabbine teşekkür et. En güzel teşekkür ise, Rabbinin huzuruna çıkıp, en güzel ifadelerle, en samimi kalbinle olur. Bu nedenle bir inanan için namaz çok çok önemlidir. Namaz ile çok şey anlatılır. Bunun anlamanın yolu namazı hakkıyla yerine getiren bilir. Çünkü o tadına varmıştır.
En-Nahr kelimesi, namaza başlama tekbiri getirirken elleri boğaz hizasına kadar kaldırmak anlamına gelir.
“Kuşkusuz biz sana Kevseri verdik.” (Kevser) Suresi peygamberimize (s) inince, peygamberimiz (s) Cebrail’e dedi ki: “Rabbimin emrettiği bu nahr nedir?”
Dedi ki: Bu hayvan boğazlamak değildir. Bilakis, Rabbin sana, namaza başlama tekbirini getirdiğin, rükûya gittiğin ve başını rükûdan kaldırdığın zaman ellerini kaldırmanı emrediyor. Bu bizim ve yedi kat gökteki meleklerin namazıdır. Her şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü de alınan her tekbirde elleri kaldırmaktır.”
İmam Ali (as)
Tekbir alınırken elleri kaldırmak yüce Allah’ın birliğini ve azametini haykırmandır. Hem kendine hem de tüm insanlara bir çağrı yapıyorsun. Ellerini kaldır ve de;
“Allah’u Ekber!”
Bir yandan da her sahte ilahçığı yerle bir ettiğini gösteriyorsun. Bu yüzden namaza giriş ve namazın önemi bir kez daha en-nahr ile dikkatimizi çekmektedir.
Şüphesiz, sana buğz eden yok mu, odur nesli kesilen
Peygamber’e kin, hınç duyan ve ebter olmasını isteyenlerdir aslında ebter olandır. Onların yolu ve isyanları nereye kadar sürecek ki. Sonunda yaptıklarının hesabını verecekler. Kirlenen kendi kalpleridir. Kendi amel defterlerini kirli hesaplarla doldurmaktadırlar.
Ve Rabb’lerinin kendilerine verdiği dünya suresini yanlış şeylerle tüketmektedirler. Bu nedenle kendileri kaybedecekler. Fakat bunun farkında değiller. Peygamber Hz. Muhammed (saa), Ehl-i Beyt’i ve onları sevenler ahiret gününde buluşacaklar. Kevser havuzunun başında. Onlardan da şefaat isteyebilecekler.
Fakat inanmayanlar nerede bulaşacaklar? Sanırım tahmin ediyorsunuzdur. Ve en kötüsü onlara yardım edebilecek kimse de olmayacaktır.

KADiR SURESİ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1- Şüphe yok ki indirdik Kur’ân’ı Kadir gecesi.
2- Ve ne bildirdi sana, nedir Kadir gecesi?
3- Bin aydan daha da hayırlıdır Kadir gecesi.
4- O gece melekler ve Rûh, takdîr edilen her iş için, Rablerinin izniyle inerler.
5- Esenliktir, o gece, gün ışığıncaya dek sürer.
Açıklama:
Qadr suresi, Kur’an-ı Kerim’in, kadir gecesinde indirildiğinden, bu gecenin, bin geceden daha üstün kılındığından ve melekler ve ruhun o gece inip durduğundan söz edilerek saygınlığından bahsediyor. Surenin Mekke veya Medine döneminde inmiş olması muhtemeldir. Ehlibeyt imamlarından (a) gelen bazı rivayetlerde, bu surenin iniş sebebi olarak zikredilen olayı göz önünde bulundurduğumuz zaman, bunu, surenin Medine inişli oluşunu destekleyici bir unsur olarak görmemiz mümkündür.[1]
“Biz onu kadir gecesinde indirdik.” “Onu indirdik…” ifadesindeki zamir Kur’an’a dönüktür. İfadenin zahiri, aziz Kur’an’ın bazı ayetlerinin değil, tamamının kast edildiğini gösteriyor. Zaten bu anlam için peyderpey, parça parça indirme anlamını ifade eden “tenzil” kalıbı yerine bir defada ve topluca inme anlamını ifade eden “inzal” kalıbının kullanılmış olması da bunu desteklemektedir.
Aşağıdaki ayetler de, üzerinde durduğumuz bu ayetin anlamına benzer bir anlam içermektedir: “Apaçık olan Kitab’a andolsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik.” (Duhan, 2-3) Çünkü bu ayetlerin zahiri, apaçık kitabın tümüne yemin edildiğini, ardından üzerine yemin edilen kitabın topluca bir kerede indirildiğini göstermektedir.
O halde bu ayetler bize şunu anlatıyor: Kur’an, peygamberimize (s) yirmi üç sene süren tedrici, kısım kısım indirilişinden ayrı olarak, bir de topluca ve bir kerede peygamberimize (s) indirilmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur’an’ın tedrici indirilişine şöyle işaret etmiştir: “Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık; ve onu peyderpey indirdik.” (İsra, 106) “İnkar edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk.” (Furkan, 32)
Dolayısıyla, bazı müfessirlerin: “onu indirdik…” ayetinin anlamı, onu indirmeye başladık, şeklindedir. Burada Kur’an’ın bir kısmının indirildiğinden söz ediliyor, şeklindeki açıklamalarını itibar etmemek gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de, ayette sözü edilen kadir gecesinin “Ramazan ayı, Kur’an’ın indirildiği aydır…” (Bakara, 185) ayetinde işaret edilenden farklı bir gece olduğu anlamına gelebilecek herhangi bir ifade yoktur. Çünkü Bakara suresinin bu ayeti, kadir suresindeki ilgili ayetle birlikte ele alındığı zaman, kadir gecesinin ramazan ayındaki bir gece olduğuna delalet etmektedir. Ancak bu geceyi tespit etmek için bundan fazlasına ihtiyaç vardır. Bunun için rivayetlerden yararlanmak durumundayız. İnşallah önümüzdeki rivayetler bölümünde konuyla ilgili bazı haberlere yer vereceğiz.
Yüce Allah, bu geceye “qadr” adını vermiştir. Ayetin zahiri, “el-qadr” kelimesinin takdir etme, planlama anlamında kullanıldığını gösteriyor. Bu gece takdir gecesidir. Yüce Allah bu gecede, ertesi sene aynı geceye kadar hayat, ölüm, rızık, mutluluk ve bedbahtlık gibi bir senelik hadiseleri takdir eder. Nitekim Duhan suresinde bu gecenin niteliği ile ilgili olarak yer alan ayetler de buna delalet etmektedir: “Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz.” (Duhan, 4-6) Çünkü her hikmetli işe ayrı ayrı hükmedilmesi, ancak o işin kendine özgü nitelikleriyle sağlam bir takdire dayandırılmasıyla mümkündür.
Bundan da anlaşılıyor ki, senenin dönmesiyle birlikte kadir gecesi de döner. Buna göre her sene kameri aylardan ramazanda, kadir gecesinde, ertesi sene ramazan ayı kadir gecesine kadar o sene içinde meydana gelecek hadiseler takdir edilir. Şu halde, bütün zamanlar içinde sadece bir geceyi veya birkaç geceyi, öncesinde ve sonrasında meydana gelen ve gelecek olan tüm hadiselerin takdir edildiği bir zaman dilimi olarak varsaymanın bir anlamı olmaz. Bununla beraber bu her sene tekrarlanan kadir gecelerinden birinde Kur’an’ın bir kerede toplu olarak nazil olduğu da ayrı bir gerçektir.
Kaldı ki Duhan suresinin ilgili ayetlerinde yer alan “hükmedilir…” ifadesinin orijinali, müzarî fiil olması hasebiyle süreklilik ifade eder. “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” Ve “melekler… iner dururlar.” ifadeleri de bunu destekler mahiyettedir.
Bu bakımdan, o bir geceydi, Kur’an onda indi ve bir daha tekrarlanmamıştır, şeklindeki değerlendirmeleri dikkate almamak gerekir. Aynı durum, bu gece, peygamberimizin (s) zamanında her sene tekrarlanıyordu, ondan sonra Allah o geceyi kaldırdı, şeklindeki görüş için de geçerlidir. Bazıları da, bu gece, bütün senelerde aynısı olarak varlığını sürdürür, demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Yine kimilerine göre, bu gece her sene tekrarlanır, ancak bir sene ramazan ayında, bir sene şaban ayında ve bir sene de başka bir ayda …şeklinde tekrarlanır. Ki önceki görüşler için söylediklerimiz, bunun için de geçerlidir.
Müfessirlerden bazıları, “el-Qadr” kelimesinin, derece, menzil anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu gecenin menzilinin önemli ve yüksek olmasından dolayı kadir gecesi olarak isimlendirilmiştir. Ya da o gece ibadet edenlerin menzillerinin yüksekliğinden dolayı. Kimine göre de, “el-Qadr” kelimesi, dar anlamında kullanılmıştır. O gece meleklerin inmesinden dolayı yeryüzü daraldığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. Bu görüşlerin isabetsizliği ortada olduğu için söylenecek sözümüz yoktur.
Görüldüğü gibi, ayetlerde kast edilen anlamın özü şudur: kadir gecesi, her sene ramazan ayında tekrarlanan belli bir gecedir. O gece takdire uygun olarak işler hikmete dayalı bir şekilde sağlamlaştırılır. Ama bu, sene zarfında, gerçekleşme açısından gecede değişiklik olmasıyla çelişmez. Çünkü takdir edilenin gerçekleşme keyfiyetinin değişmesi başka bir şey, takdirde değişikliğin olması başka bir şeydir. Nitekim kevnî hadiselerin ilahi irade doğrultusunda değişikliğe uğramasının mümkün oluşu ile bunların “levh-i mahfuz”da kesin olarak belirlenmiş olması arasında da bir çelişki yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kitapların aslı onun yanındadır.” (Rad, 39)
Kaldı ki, işlerin sağlamlaştırılması olayı, gerçekleşmesi açısından, sebeplerin, tam veya eksik şartların hazır olması bakımından çeşitli mertebelere göre belirginleşir. Bu bakımdan, olayları sağlamlaştırmanın bir kısım mertebelerinin kadir gecesinde gerçekleşmesi, buna sağlamlaştırma mertebelerinin tamamının gerçekleşmesi başka bir zamana ertelenmesi mümkündür. Ancak ileride değineceğimiz gibi, rivayetler bu açıklama ile örtüşmemektedirler.
“Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?” Bu ifade, gecenin değerinin yüksekliğinden, derecesinin büyüklüğünden kinayedir. “Onun ne olduğunu bilir misin, o …daha hayırlıdır.” demek yerine “kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi…daha hayırlıdır.” demek suretiyle zahir ismin tekrarlanmış olması da bu anlamı pekiştirmektedir.
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” Bu ayet “Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin?” ayetinde gecenin yüceliğine ilişkin olarak işaret edilen duruma dair icmali bir açıklama mahiyetindedir.
Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olmasından maksat, başka müfessirlerin de açıkladığı gibi, ibadetin fazileti bakımından bir hayırlılıktır. Bu, Kur’an’ın amacına ve insanların Allah’a yaklaşma çabası içinde olmalarına atfettiği öneme de uygundur. Dolayısıyla kadir gecesini ibadetle ihya etmek, bin aylık ibadetten daha hayırlıdır. Bu anlamı, “Duhan” suresinin konuyla ilgili ayetinde yer alan “bereketli” ifadesinden de çıkarmak mümkündür: “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” Bir anlam daha var. İnşallah rivayetler bölümünde bu anlama değineceğiz.
“O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner dururlar.” Tenezzelu fiilinin aslı tetenezzelu’dur. Ayetin zahiri, ruh kelimesiyle, Allah’ın emrinden olan ruh’un kast edildiğini gösteriyor. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsra, 85) Bir şeye izin vermek, o şeyin yapılmasına müsaade etmektir. Bu da o işin yapılmasının önünde bir engel olmadığını duyurmak şeklinde olur.
“Her iş için…” ifadesinin orijinalinde yer alan “min” harfi cerri, bazılarına göre “ba” anlamındadır. Bazılarına göre de, gayenin başlangıcını ifade eder ve nedensellik anlamını kazandırmaya yöneliktir. Yani, bütün ilahi işler sebebiyle… Kimine göre, anlamı, gaye ile gerekçelendirme anlamındadır. Yani, her bir işi idare etmek için. Doğrusu, eğer ayette geçen emirden maksat, “Bir şey yaratmak isetdiği zaman Onun yaptığı “ol” demekten ibarettir.” (Yasin, 82) ayetinde açıklanan ilahi emir ise, bu takdirde “min” harfi cerri, başlangıç işlevini görür ve sebebiyet anlamını ifade eder. Buna göre de şöyle bir anlam belirginleşir: Melek ve ruh kadir gecesi rablerinin izniyle iner dururlar. Bu izin inişlerinin başlaması ve her ilahi emrin sadır olmasıyla ilgilidir.
Eğer ayette geçen “emir” kelimesi, evrensel işler ve meydana gelen hadiseler anlamında ise, bu durumda “min” gerekçelik anlamını kazandırmaya yönelik “lam” işlevini görür ve kast edilen anlam da şu olur: Melekler ve ruh, evrensel bütün işleri idare etmek için kadir gecesi rablerinin izniyle iner dururlar.
“O gece, esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar.” El-Müfredat adlı eserde şöyle deniyor: “es-Selam” ve “es-Selametu”, görünür ve görünmez afetlerden uzak olmak demektir.” Dolayısıyla “O gece, esenlik doludur.” ifadesi, yüce Allah’ın rahmetini yaymak suretiyle kendisine yönelen kullarına ilgi göstermesi, bu geceye özgü yeni azabının kapılarını kapatması anlamını ifade etmektedir. Doğal olarak bu da şeytanların tuzaklarının zayıflığını gerektirir. Nitekim bazı rivayetlerde buna işaret edilmiştir.
Bazıları, bundan maksat şudur: Melekler, ibadet etmekte olanlara uğradıkları zaman onlara selam verirler, demişlerdir. Bu açıklama sonuçta önceki açıklamaya dayanmaktadır.
“Melekler…iner dururlar…” ifadesiyle başlayan ve surenin sonunu oluşturan iki ayet “Qadr gecesi, bin aydan hayırlıdır.” ayetine yönelik bir tefsir, bir açıklama mahiyetindedir.
Ayetlerin Rivayetler Işığında İncelenişi:
Tefsiru’l Burhan’da Şeyh et-Tusi’nin Ebu Zer’den şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: Dedim ki: Ya Resulallah! Kadir gecesi, sadece peygamberler zamanında olan ve ilahi emrin kendilerine indiği bir gece midir? Onlardan sonra bu gece kaldırılır mı? Buyurdu ki: Hayır, kadir gecesi kıyamete kadar devam eder.
Ben derim ki: Bu anlamda birden çok hadis Ehl-i Sünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir.
El-Mecma adlı eserde belirtildiğine göre Hammad b. Osman, Hassan b. Ebu Ali’den şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık’a (a) kadir gecesinin hangi gece olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: Onu, ramazanın on dokuzuncu gecesinde, yirmi birinci gecesinde ve yirmi üçüncü gecesinde ara.
Ben derim ki: Bu anlamda başka rivayetler de vardır. Bazı rivayetlerde, kadir gecesinin, ramazanın yirmi birinci ve yirmi üçüncü gecesinden biri olabileceği belirtiliyor. Buna Ayyaşi’nin Abdulvahid aracılığıyla İmam Bakır’dan (a) aktardığı hadisi örnek gösterebiliriz. Genel olarak rivayetlerden, kadir gecesinin ramazanın yirmi üçüncü gecesi olduğu anlaşılıyor. Bunun kesin bir dille ifade edilmemiş olması, gecenin büyüklüğünü vurgulamaya yöneliktir. Ki, günahlar işlemek suretiyle o gecenin büyüklüğüne halel getirilmesin.
Yine aynı eserde belirtildiğine göre Abdullah b. Bekir, Zürare aracılığıyla İmam Bakır ve İmam Sadık’tan (a) birinden şöyle rivayet etmiştir: Ramazanın yirmi üçüncü gecesi el-Cüheni’nin gecesidir. Bunun olayı da şöyledir: O, Resulullah’a (s): Benim evim Medine’den uzaktır. Bana bir gece emret ki, o gece Medine’ye gireyim. Bunun üzerine Resulullah (s) ramazanın yirmi üçüncü gecesi Medine’ye girmesini emretti.
Ben derim ki: el-Cüheni -ki asıl adı Abdullah b. Uneys el-Ensari’dir-hadisi, ehlisünnet kaynaklarında da rivayet edilmiştir. ed-Durru’l Mensur adlı eserde Malik ve Beyhaki’den rivayet edilir.
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare’den şöyle rivayet eder: İmam Sadık (a) şöyle buyurdu: İşler, ramazanın on dokuzuncu gecesinde takdir edilir, yirmi birinci gecesinde onaylanır, yirmi üçüncü gecesinde de yürürlüğe konulur.
Ben derim ki: Bu anlamda başka rivayetler de vardır.
Ehlibeyt imamlarından (a) gelen rivayetler, kadir gecesinin her sene tekrarlandığı, onun ramazan ayında yer aldığı ve sözü edilen üç geceden biri olduğu noktasında birleşiyorlar.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında ise çok farklı rivayetler yer almaktadır. Bunlar arasında hayret verici ihtilaflar vardır. Öyle ki, bir noktada buluşturmak neredeyse imkansız gibi bir şeydir. Ancak Ehl-i Sünnet anlayışında bilinen husus, kadir gecesinin ramazanın yirmi yedinci gecesi olduğu ve Kur’an’ın bu gecede nazil olduğudur. Ehl-i Sünnet’in görüşünü bilmek isteyenler ed-Durru’l Mensur adlı esere ve diğer hadis kaynaklarına başvurabilirler.
Ed-Durru’l Mensur adlı eserde belirtildiğine göre Hatib, İbni Müseyyeb’den şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s) buyurdu ki: rüyamda ümeyye oğullarının minberimin üstüne çıktıklarını gördüm ve bu bana ağır geldi. Bunun üzerine yüce Allah: “Biz onu Kadir gecesi indirdik.”suresini nazil etti.
Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Hatib, tarihinde İbni Abbas’tan rivayet etmiştir. Bu anlama gelen rivayetler Tirmizi, İbni Cerir, Taberani, İbni Mürdeveyhi ve Beyhaki tarafından Hasan b. Ali’den aktarılmıştır. Bu anlamda çok sayıda hadis, şia kaynaklarında ehlibeyt imamlarından (a) rivayet edilmiştir. Bu rivayetlere göre, yüce Allah, peygamberimize (s) kadir gecesini bahşederek onu teselli ettiği ve bu geceyi bin aydan daha hayırlı kıldığı, bin ayın emevi saltanatının süresi olduğu belirtilmektedir.
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İbni Ebu Umeyr’den, o da birden çok kişi aracılığıyla şöyle rivayet etmiştir: Bir çok arkadaşımız-ki içlerinde sadece Said es-Semman’ın adını hatırlıyorum- İmam Sadık’a (a) dediler ki: Kadir gecesinin, bin aydan daha hayırlı olması ne demektir? Buyurdu ki: Kadir gecesinde işlenen amel, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda işlenen amelden daha hayırlıdır.
Yine aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl, Zürare ve Muhammed b. Müslim aracılığıyla şöyle rivayet eder: Hamran, İmam Sadık’a (a) “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”ayeti hakkında bir soru sordu. İmam (a) buyurdu ki: Evet, kadir gecesi kast ediliyor. Bu gece her sene ramazan ayının son on gecesinden biridir. Kur’an, ancak kadir gecesinde nazil olmuştur. Yüce Allah buyuruyor ki: “O gece her hikmetli işe hükmedilir…”
Kadir gecesinde, ertesi sene aynı geceye kadar olacak hayır, şer, itaat, günah, doğum, ölüm ve rızık gibi her şey takdir edilir. Bu gece takdir edilip hükme bağlanan bir şey kesindir. Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.
Dedim ki: “Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” ayetiyle ne kast edilmiştir? Buyurdu ki: O gece namaz, zekât ve diğer hayır türle gibi işlenen salih ameller, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda işlenen amellerden daha hayırlıdır. Eğer Allah, müminlerin iyiliklerini katlayarak ödüllendirmiş olmasaydı, bu dereceye ulaşmaları mümkün olmazdı. Ancak Allah, onların işledikleri iyilikleri katlayarak ödüllendirir.
El-Besair adlı eserde müellif, Abbas b. Maruf’tan, o Sa’dan b. Müslimden, o da Abdullah b. Sinandan şöyle rivayet etmiştir:İmama (a) şaban ayının ortası ile ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: Bende, onunla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ama, ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde, rızıklar taksim edilir, eceller yazılır, hacca gidecek ve gitmeyecek kimseler o gece belirlenir, Allah o gece kullarının işlerini ele alır ve sarhoş edici içkilerden içenler hariç, bütün kullarını bağışlar.
Ramazanın yirmi üçüncü gecesinde ise, her hikmetli işe hükmedilir. Sonra bu hükme dayalı olarak bir işe son verilir ve bir diğeri yürürlüğe konulur. Dedim ki: Bunlar kime bildirilir? Buyurdu ki: sizin sahibinize (imam Mehdiye) bildirilir. Eğer öyle olmasaydı, bilinmezdi.
Ben derim ki: “Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.” Sözünde, Allah’ın iradesinin mutlak olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla bir şey kesinleşmiş olsa da Allah’ın dilediğini dileme yetkisine sahiptir. Çünkü Allah’ın bir işi gerekli kılması, Onun mutlak kudretini sınırlandırmaz. Hiçbir zaman böyle bir şeyi dilemese de Allah, kesinleşmiş bir hükmü nakzedebilme gücüne sahiptir.
El-Mecma adlı eserde şöyle deniyor: İbni Abbas, Hz. Peygamberin (s) şöyle dediğini rivayet eder: Kadir gecesinde, Sidretu’l Münteha’da bulunan melekler yeryüzüne inerler. Onlar arasında Cebrail de vardır. Cebrail indiğinde yanında sancaklar bulunur. Bunlardan birini benim kabrimin üzerine, birini beytul makdise, birini mescid-i harama, birini de Tur-i Sina dağına diker. Erkek kadın selam vermediği hiçbir mümin kalmaz, içki içenler, domuz eti yiyenler ve za’feran sürenler hariç.
Tefsiru’l Burhan’da Sa’d b. Abdullah’tan, o da kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir’den şöyle rivayet eder: Bir gün İmam Sadık’ın (a) yanındaydım. Bu sırada imamın doğmasıyla ilgili bir şey anlattı ve dedi ki: Kadir gecesi ruhun artması gerekir. Dedim ki: Sana feda olayım, ruh Cebrail değil midir? Buyurdu ki: Cebrail bir melektir. Ruh ise meleklerden daha büyüktür. Yüce Allah: “Melek ve ruh…iner dururlar.”buyurmuyor mu?
Ben derim ki: Kadir gecesi, bu gecenin faziletiyle ilgili gerçek çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerin bazısında, o gecenin devamlı ve de sıkça rastlanmayan, sabahında güneşin ışıksız doğması ve havanın ılık olması gibi bazı alametlerinin olduğundan söz ediliyor. Biz bu rivayetleri burada sunma gereğini duymadık.
[1] Ehlibeyt imamlarından (a) gelen rivayetlerde, bu surenin, peygamberimizin (s) rüyasında ümeyye oğullarının minberinin üzerine çıktıklarını gördüğü ve bundan dolayı üzüldüğü, bu yüzden yüce Allah’ın bu sureyi indirerek onu teselli ettiği belirtiliyor.
ALLAME TABATABAİ
1- Şüphe yok ki indirdik Kur’ân’ı Kadir gecesi.
2- Ve ne bildirdi sana, nedir Kadir gecesi?
3- Bin aydan daha da hayırlıdır Kadir gecesi.
4- O gece melekler ve Rûh, takdîr edilen her iş için, Rablerinin izniyle inerler.
5- Esenliktir, o gece, gün ışığıncaya dek sürer.
Açıklama:
Qadr suresi, Kur’an-ı Kerim’in, kadir gecesinde indirildiğinden, bu gecenin, bin geceden daha üstün kılındığından ve melekler ve ruhun o gece inip durduğundan söz edilerek saygınlığından bahsediyor. Surenin Mekke veya Medine döneminde inmiş olması muhtemeldir. Ehlibeyt imamlarından (a) gelen bazı rivayetlerde, bu surenin iniş sebebi olarak zikredilen olayı göz önünde bulundurduğumuz zaman, bunu, surenin Medine inişli oluşunu destekleyici bir unsur olarak görmemiz mümkündür.[1]
“Biz onu kadir gecesinde indirdik.” “Onu indirdik…” ifadesindeki zamir Kur’an’a dönüktür. İfadenin zahiri, aziz Kur’an’ın bazı ayetlerinin değil, tamamının kast edildiğini gösteriyor. Zaten bu anlam için peyderpey, parça parça indirme anlamını ifade eden “tenzil” kalıbı yerine bir defada ve topluca inme anlamını ifade eden “inzal” kalıbının kullanılmış olması da bunu desteklemektedir.
Aşağıdaki ayetler de, üzerinde durduğumuz bu ayetin anlamına benzer bir anlam içermektedir: “Apaçık olan Kitab’a andolsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik.” (Duhan, 2-3) Çünkü bu ayetlerin zahiri, apaçık kitabın tümüne yemin edildiğini, ardından üzerine yemin edilen kitabın topluca bir kerede indirildiğini göstermektedir.
O halde bu ayetler bize şunu anlatıyor: Kur’an, peygamberimize (s) yirmi üç sene süren tedrici, kısım kısım indirilişinden ayrı olarak, bir de topluca ve bir kerede peygamberimize (s) indirilmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur’an’ın tedrici indirilişine şöyle işaret etmiştir: “Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık; ve onu peyderpey indirdik.” (İsra, 106) “İnkar edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk.” (Furkan, 32)
Dolayısıyla, bazı müfessirlerin: “onu indirdik…” ayetinin anlamı, onu indirmeye başladık, şeklindedir. Burada Kur’an’ın bir kısmının indirildiğinden söz ediliyor, şeklindeki açıklamalarını itibar etmemek gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de, ayette sözü edilen kadir gecesinin “Ramazan ayı, Kur’an’ın indirildiği aydır…” (Bakara, 185) ayetinde işaret edilenden farklı bir gece olduğu anlamına gelebilecek herhangi bir ifade yoktur. Çünkü Bakara suresinin bu ayeti, kadir suresindeki ilgili ayetle birlikte ele alındığı zaman, kadir gecesinin ramazan ayındaki bir gece olduğuna delalet etmektedir. Ancak bu geceyi tespit etmek için bundan fazlasına ihtiyaç vardır. Bunun için rivayetlerden yararlanmak durumundayız. İnşallah önümüzdeki rivayetler bölümünde konuyla ilgili bazı haberlere yer vereceğiz.
Yüce Allah, bu geceye “qadr” adını vermiştir. Ayetin zahiri, “el-qadr” kelimesinin takdir etme, planlama anlamında kullanıldığını gösteriyor. Bu gece takdir gecesidir. Yüce Allah bu gecede, ertesi sene aynı geceye kadar hayat, ölüm, rızık, mutluluk ve bedbahtlık gibi bir senelik hadiseleri takdir eder. Nitekim Duhan suresinde bu gecenin niteliği ile ilgili olarak yer alan ayetler de buna delalet etmektedir: “Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz.” (Duhan, 4-6) Çünkü her hikmetli işe ayrı ayrı hükmedilmesi, ancak o işin kendine özgü nitelikleriyle sağlam bir takdire dayandırılmasıyla mümkündür.
Bundan da anlaşılıyor ki, senenin dönmesiyle birlikte kadir gecesi de döner. Buna göre her sene kameri aylardan ramazanda, kadir gecesinde, ertesi sene ramazan ayı kadir gecesine kadar o sene içinde meydana gelecek hadiseler takdir edilir. Şu halde, bütün zamanlar içinde sadece bir geceyi veya birkaç geceyi, öncesinde ve sonrasında meydana gelen ve gelecek olan tüm hadiselerin takdir edildiği bir zaman dilimi olarak varsaymanın bir anlamı olmaz. Bununla beraber bu her sene tekrarlanan kadir gecelerinden birinde Kur’an’ın bir kerede toplu olarak nazil olduğu da ayrı bir gerçektir.
Kaldı ki Duhan suresinin ilgili ayetlerinde yer alan “hükmedilir…” ifadesinin orijinali, müzarî fiil olması hasebiyle süreklilik ifade eder. “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” Ve “melekler… iner dururlar.” ifadeleri de bunu destekler mahiyettedir.
Bu bakımdan, o bir geceydi, Kur’an onda indi ve bir daha tekrarlanmamıştır, şeklindeki değerlendirmeleri dikkate almamak gerekir. Aynı durum, bu gece, peygamberimizin (s) zamanında her sene tekrarlanıyordu, ondan sonra Allah o geceyi kaldırdı, şeklindeki görüş için de geçerlidir. Bazıları da, bu gece, bütün senelerde aynısı olarak varlığını sürdürür, demişlerdir ki, bu da yanlıştır. Yine kimilerine göre, bu gece her sene tekrarlanır, ancak bir sene ramazan ayında, bir sene şaban ayında ve bir sene de başka bir ayda …şeklinde tekrarlanır. Ki önceki görüşler için söylediklerimiz, bunun için de geçerlidir.
Müfessirlerden bazıları, “el-Qadr” kelimesinin, derece, menzil anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bu gecenin menzilinin önemli ve yüksek olmasından dolayı kadir gecesi olarak isimlendirilmiştir. Ya da o gece ibadet edenlerin menzillerinin yüksekliğinden dolayı. Kimine göre de, “el-Qadr” kelimesi, dar anlamında kullanılmıştır. O gece meleklerin inmesinden dolayı yeryüzü daraldığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. Bu görüşlerin isabetsizliği ortada olduğu için söylenecek sözümüz yoktur.
Görüldüğü gibi, ayetlerde kast edilen anlamın özü şudur: kadir gecesi, her sene ramazan ayında tekrarlanan belli bir gecedir. O gece takdire uygun olarak işler hikmete dayalı bir şekilde sağlamlaştırılır. Ama bu, sene zarfında, gerçekleşme açısından gecede değişiklik olmasıyla çelişmez. Çünkü takdir edilenin gerçekleşme keyfiyetinin değişmesi başka bir şey, takdirde değişikliğin olması başka bir şeydir. Nitekim kevnî hadiselerin ilahi irade doğrultusunda değişikliğe uğramasının mümkün oluşu ile bunların “levh-i mahfuz”da kesin olarak belirlenmiş olması arasında da bir çelişki yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kitapların aslı onun yanındadır.” (Rad, 39)
Kaldı ki, işlerin sağlamlaştırılması olayı, gerçekleşmesi açısından, sebeplerin, tam veya eksik şartların hazır olması bakımından çeşitli mertebelere göre belirginleşir. Bu bakımdan, olayları sağlamlaştırmanın bir kısım mertebelerinin kadir gecesinde gerçekleşmesi, buna sağlamlaştırma mertebelerinin tamamının gerçekleşmesi başka bir zamana ertelenmesi mümkündür. Ancak ileride değineceğimiz gibi, rivayetler bu açıklama ile örtüşmemektedirler.
“Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?” Bu ifade, gecenin değerinin yüksekliğinden, derecesinin büyüklüğünden kinayedir. “Onun ne olduğunu bilir misin, o …daha hayırlıdır.” demek yerine “kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi…daha hayırlıdır.” demek suretiyle zahir ismin tekrarlanmış olması da bu anlamı pekiştirmektedir.
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” Bu ayet “Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin?” ayetinde gecenin yüceliğine ilişkin olarak işaret edilen duruma dair icmali bir açıklama mahiyetindedir.
Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olmasından maksat, başka müfessirlerin de açıkladığı gibi, ibadetin fazileti bakımından bir hayırlılıktır. Bu, Kur’an’ın amacına ve insanların Allah’a yaklaşma çabası içinde olmalarına atfettiği öneme de uygundur. Dolayısıyla kadir gecesini ibadetle ihya etmek, bin aylık ibadetten daha hayırlıdır. Bu anlamı, “Duhan” suresinin konuyla ilgili ayetinde yer alan “bereketli” ifadesinden de çıkarmak mümkündür: “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” Bir anlam daha var. İnşallah rivayetler bölümünde bu anlama değineceğiz.
“O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner dururlar.” Tenezzelu fiilinin aslı tetenezzelu’dur. Ayetin zahiri, ruh kelimesiyle, Allah’ın emrinden olan ruh’un kast edildiğini gösteriyor. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsra, 85) Bir şeye izin vermek, o şeyin yapılmasına müsaade etmektir. Bu da o işin yapılmasının önünde bir engel olmadığını duyurmak şeklinde olur.
“Her iş için…” ifadesinin orijinalinde yer alan “min” harfi cerri, bazılarına göre “ba” anlamındadır. Bazılarına göre de, gayenin başlangıcını ifade eder ve nedensellik anlamını kazandırmaya yöneliktir. Yani, bütün ilahi işler sebebiyle… Kimine göre, anlamı, gaye ile gerekçelendirme anlamındadır. Yani, her bir işi idare etmek için. Doğrusu, eğer ayette geçen emirden maksat, “Bir şey yaratmak isetdiği zaman Onun yaptığı “ol” demekten ibarettir.” (Yasin, 82) ayetinde açıklanan ilahi emir ise, bu takdirde “min” harfi cerri, başlangıç işlevini görür ve sebebiyet anlamını ifade eder. Buna göre de şöyle bir anlam belirginleşir: Melek ve ruh kadir gecesi rablerinin izniyle iner dururlar. Bu izin inişlerinin başlaması ve her ilahi emrin sadır olmasıyla ilgilidir.
Eğer ayette geçen “emir” kelimesi, evrensel işler ve meydana gelen hadiseler anlamında ise, bu durumda “min” gerekçelik anlamını kazandırmaya yönelik “lam” işlevini görür ve kast edilen anlam da şu olur: Melekler ve ruh, evrensel bütün işleri idare etmek için kadir gecesi rablerinin izniyle iner dururlar.
“O gece, esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar.” El-Müfredat adlı eserde şöyle deniyor: “es-Selam” ve “es-Selametu”, görünür ve görünmez afetlerden uzak olmak demektir.” Dolayısıyla “O gece, esenlik doludur.” ifadesi, yüce Allah’ın rahmetini yaymak suretiyle kendisine yönelen kullarına ilgi göstermesi, bu geceye özgü yeni azabının kapılarını kapatması anlamını ifade etmektedir. Doğal olarak bu da şeytanların tuzaklarının zayıflığını gerektirir. Nitekim bazı rivayetlerde buna işaret edilmiştir.
Bazıları, bundan maksat şudur: Melekler, ibadet etmekte olanlara uğradıkları zaman onlara selam verirler, demişlerdir. Bu açıklama sonuçta önceki açıklamaya dayanmaktadır.
“Melekler…iner dururlar…” ifadesiyle başlayan ve surenin sonunu oluşturan iki ayet “Qadr gecesi, bin aydan hayırlıdır.” ayetine yönelik bir tefsir, bir açıklama mahiyetindedir.
Ayetlerin Rivayetler Işığında İncelenişi:
Tefsiru’l Burhan’da Şeyh et-Tusi’nin Ebu Zer’den şöyle rivayet ettiği belirtiliyor: Dedim ki: Ya Resulallah! Kadir gecesi, sadece peygamberler zamanında olan ve ilahi emrin kendilerine indiği bir gece midir? Onlardan sonra bu gece kaldırılır mı? Buyurdu ki: Hayır, kadir gecesi kıyamete kadar devam eder.
Ben derim ki: Bu anlamda birden çok hadis Ehl-i Sünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir.
El-Mecma adlı eserde belirtildiğine göre Hammad b. Osman, Hassan b. Ebu Ali’den şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık’a (a) kadir gecesinin hangi gece olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: Onu, ramazanın on dokuzuncu gecesinde, yirmi birinci gecesinde ve yirmi üçüncü gecesinde ara.
Ben derim ki: Bu anlamda başka rivayetler de vardır. Bazı rivayetlerde, kadir gecesinin, ramazanın yirmi birinci ve yirmi üçüncü gecesinden biri olabileceği belirtiliyor. Buna Ayyaşi’nin Abdulvahid aracılığıyla İmam Bakır’dan (a) aktardığı hadisi örnek gösterebiliriz. Genel olarak rivayetlerden, kadir gecesinin ramazanın yirmi üçüncü gecesi olduğu anlaşılıyor. Bunun kesin bir dille ifade edilmemiş olması, gecenin büyüklüğünü vurgulamaya yöneliktir. Ki, günahlar işlemek suretiyle o gecenin büyüklüğüne halel getirilmesin.
Yine aynı eserde belirtildiğine göre Abdullah b. Bekir, Zürare aracılığıyla İmam Bakır ve İmam Sadık’tan (a) birinden şöyle rivayet etmiştir: Ramazanın yirmi üçüncü gecesi el-Cüheni’nin gecesidir. Bunun olayı da şöyledir: O, Resulullah’a (s): Benim evim Medine’den uzaktır. Bana bir gece emret ki, o gece Medine’ye gireyim. Bunun üzerine Resulullah (s) ramazanın yirmi üçüncü gecesi Medine’ye girmesini emretti.
Ben derim ki: el-Cüheni -ki asıl adı Abdullah b. Uneys el-Ensari’dir-hadisi, ehlisünnet kaynaklarında da rivayet edilmiştir. ed-Durru’l Mensur adlı eserde Malik ve Beyhaki’den rivayet edilir.
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare’den şöyle rivayet eder: İmam Sadık (a) şöyle buyurdu: İşler, ramazanın on dokuzuncu gecesinde takdir edilir, yirmi birinci gecesinde onaylanır, yirmi üçüncü gecesinde de yürürlüğe konulur.
Ben derim ki: Bu anlamda başka rivayetler de vardır.
Ehlibeyt imamlarından (a) gelen rivayetler, kadir gecesinin her sene tekrarlandığı, onun ramazan ayında yer aldığı ve sözü edilen üç geceden biri olduğu noktasında birleşiyorlar.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında ise çok farklı rivayetler yer almaktadır. Bunlar arasında hayret verici ihtilaflar vardır. Öyle ki, bir noktada buluşturmak neredeyse imkansız gibi bir şeydir. Ancak Ehl-i Sünnet anlayışında bilinen husus, kadir gecesinin ramazanın yirmi yedinci gecesi olduğu ve Kur’an’ın bu gecede nazil olduğudur. Ehl-i Sünnet’in görüşünü bilmek isteyenler ed-Durru’l Mensur adlı esere ve diğer hadis kaynaklarına başvurabilirler.
Ed-Durru’l Mensur adlı eserde belirtildiğine göre Hatib, İbni Müseyyeb’den şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s) buyurdu ki: rüyamda ümeyye oğullarının minberimin üstüne çıktıklarını gördüm ve bu bana ağır geldi. Bunun üzerine yüce Allah: “Biz onu Kadir gecesi indirdik.”suresini nazil etti.
Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Hatib, tarihinde İbni Abbas’tan rivayet etmiştir. Bu anlama gelen rivayetler Tirmizi, İbni Cerir, Taberani, İbni Mürdeveyhi ve Beyhaki tarafından Hasan b. Ali’den aktarılmıştır. Bu anlamda çok sayıda hadis, şia kaynaklarında ehlibeyt imamlarından (a) rivayet edilmiştir. Bu rivayetlere göre, yüce Allah, peygamberimize (s) kadir gecesini bahşederek onu teselli ettiği ve bu geceyi bin aydan daha hayırlı kıldığı, bin ayın emevi saltanatının süresi olduğu belirtilmektedir.
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İbni Ebu Umeyr’den, o da birden çok kişi aracılığıyla şöyle rivayet etmiştir: Bir çok arkadaşımız-ki içlerinde sadece Said es-Semman’ın adını hatırlıyorum- İmam Sadık’a (a) dediler ki: Kadir gecesinin, bin aydan daha hayırlı olması ne demektir? Buyurdu ki: Kadir gecesinde işlenen amel, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda işlenen amelden daha hayırlıdır.
Yine aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl, Zürare ve Muhammed b. Müslim aracılığıyla şöyle rivayet eder: Hamran, İmam Sadık’a (a) “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”ayeti hakkında bir soru sordu. İmam (a) buyurdu ki: Evet, kadir gecesi kast ediliyor. Bu gece her sene ramazan ayının son on gecesinden biridir. Kur’an, ancak kadir gecesinde nazil olmuştur. Yüce Allah buyuruyor ki: “O gece her hikmetli işe hükmedilir…”
Kadir gecesinde, ertesi sene aynı geceye kadar olacak hayır, şer, itaat, günah, doğum, ölüm ve rızık gibi her şey takdir edilir. Bu gece takdir edilip hükme bağlanan bir şey kesindir. Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.
Dedim ki: “Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” ayetiyle ne kast edilmiştir? Buyurdu ki: O gece namaz, zekât ve diğer hayır türle gibi işlenen salih ameller, içinde kadir gecesi bulunmayan bin ayda işlenen amellerden daha hayırlıdır. Eğer Allah, müminlerin iyiliklerini katlayarak ödüllendirmiş olmasaydı, bu dereceye ulaşmaları mümkün olmazdı. Ancak Allah, onların işledikleri iyilikleri katlayarak ödüllendirir.
El-Besair adlı eserde müellif, Abbas b. Maruf’tan, o Sa’dan b. Müslimden, o da Abdullah b. Sinandan şöyle rivayet etmiştir:İmama (a) şaban ayının ortası ile ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: Bende, onunla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ama, ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde, rızıklar taksim edilir, eceller yazılır, hacca gidecek ve gitmeyecek kimseler o gece belirlenir, Allah o gece kullarının işlerini ele alır ve sarhoş edici içkilerden içenler hariç, bütün kullarını bağışlar.
Ramazanın yirmi üçüncü gecesinde ise, her hikmetli işe hükmedilir. Sonra bu hükme dayalı olarak bir işe son verilir ve bir diğeri yürürlüğe konulur. Dedim ki: Bunlar kime bildirilir? Buyurdu ki: sizin sahibinize (imam Mehdiye) bildirilir. Eğer öyle olmasaydı, bilinmezdi.
Ben derim ki: “Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.” Sözünde, Allah’ın iradesinin mutlak olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla bir şey kesinleşmiş olsa da Allah’ın dilediğini dileme yetkisine sahiptir. Çünkü Allah’ın bir işi gerekli kılması, Onun mutlak kudretini sınırlandırmaz. Hiçbir zaman böyle bir şeyi dilemese de Allah, kesinleşmiş bir hükmü nakzedebilme gücüne sahiptir.
El-Mecma adlı eserde şöyle deniyor: İbni Abbas, Hz. Peygamberin (s) şöyle dediğini rivayet eder: Kadir gecesinde, Sidretu’l Münteha’da bulunan melekler yeryüzüne inerler. Onlar arasında Cebrail de vardır. Cebrail indiğinde yanında sancaklar bulunur. Bunlardan birini benim kabrimin üzerine, birini beytul makdise, birini mescid-i harama, birini de Tur-i Sina dağına diker. Erkek kadın selam vermediği hiçbir mümin kalmaz, içki içenler, domuz eti yiyenler ve za’feran sürenler hariç.
Tefsiru’l Burhan’da Sa’d b. Abdullah’tan, o da kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir’den şöyle rivayet eder: Bir gün İmam Sadık’ın (a) yanındaydım. Bu sırada imamın doğmasıyla ilgili bir şey anlattı ve dedi ki: Kadir gecesi ruhun artması gerekir. Dedim ki: Sana feda olayım, ruh Cebrail değil midir? Buyurdu ki: Cebrail bir melektir. Ruh ise meleklerden daha büyüktür. Yüce Allah: “Melek ve ruh…iner dururlar.”buyurmuyor mu?
Ben derim ki: Kadir gecesi, bu gecenin faziletiyle ilgili gerçek çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerin bazısında, o gecenin devamlı ve de sıkça rastlanmayan, sabahında güneşin ışıksız doğması ve havanın ılık olması gibi bazı alametlerinin olduğundan söz ediliyor. Biz bu rivayetleri burada sunma gereğini duymadık.
[1] Ehlibeyt imamlarından (a) gelen rivayetlerde, bu surenin, peygamberimizin (s) rüyasında ümeyye oğullarının minberinin üzerine çıktıklarını gördüğü ve bundan dolayı üzüldüğü, bu yüzden yüce Allah’ın bu sureyi indirerek onu teselli ettiği belirtiliyor.
ALLAME TABATABAİ

“AYAKKABILARINI ÇIKAR!”

İMAM MUHAMMED BAKIR (SA)’DAN BİR TEFSİR DİNLEYELİM Mİ?

“SENİ İNSANLARA İMAM EDECEĞİM”
“SENİ İNSANLARA İMAM EDECEĞİM”
“Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış,
o da onları tamamlayınca, “Ben seni insanlara imam yapacağım.”
demişti. İbrahim, “Soyumdan da” deyince, Allah, “Benim
ahdim zalimlere ermez.” demişti.”
BAKARA SÜRESİ/124
Hz. İbrahim’in (a.s) hayatından bazı kesitler sunulmaya
başlanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan
ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş
niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah’ın birliği esasına dayalı
(hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor.
Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki
fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah’ın imamlık misyonunu
İbrahim’e özgü kılmasını, onun Kâbe’nin temellerini atıp binasını
kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu
alan ayetler sunuluyor.
“Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i… sınamıştı…” Bu ifade, Hz. İbrahim’e
imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine
yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim’in ömrünün sonlarında, iyice
yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak’ın dünyaya gelişlerinin ve
İsmail ile annesini Mekke’ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun
kanıtı, yüce Allah’ın kendisine, “Ben seni insanlara imam yapacağım”
demesinin ardından onun, “soyumdan da” demesidir.
Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak
adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce,
kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta, melekler
ken-disine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını
ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: “Onlara, İbrahim
‘in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, ‘Selâm’ demişlerdi.
İbrahim, ‘Biz sizden korkuyoruz.’ dedi. ‘Korkma, dediler, biz
sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.’ ‘Bana ihtiyarlık dokunmuşken
mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?’
dedi. ‘Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!’ dediler.”
(Hicr, 51-55)
Yüce Allah’ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi
karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: “İbrahim’in karısı ayakta
duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik,
İshak-ın ardından da Yakub’u. İbrahim’in karısı, ‘Vay, dedi, ben
bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu,
cidden şaşılacak bir şey.’ Melekler dediler ki: Allah’ın işine mi
şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev
halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur.” (Hûd, 71-73)
Görüldüğü gibi hem İbrahim’in, hem de karısının sözlerinde,
bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir
bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu
yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını
biliyordu. Öyleyse, “Seni insanlara imam yapacağım”
sözünden sonra, “Soyumdan da” şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş
olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından
söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar
olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah’ın halis dostu olan bir
insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da
Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu
olursa, o zaman ya “Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan
da” demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı.
Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim’in
ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.
Şu kadarı var ki: “Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle
sınamış, o da onları tamamlayınca, ‘Ben seni insanlara
imam yapacağım.’ demişti.” ifadesi, Hz. İbrahim’e bahşedilen imamlık
misyonunun, ancak yüce Allah’ın onu birtakım sınavlardan
geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir.
Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından
başka bir şey değildir. Yine Kur’ân’ın belirttiğine göre Hz.
İbrahim’in geçtiği en ağır imtihan, İsmail’in kurban edilişi mesele
sidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: “Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum
ki, seni kesiyorum… Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi.”
(Saffât, 102-106)
Yüce Allah’ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün
son demlerinde karşılaşmıştı: “İhtiyarlık çağında bana İsmail’i ve
İs-hak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.”
(İbrâhîm, 39)
Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal
metninde geçen “kelimeler”in açıklamasına geçebiliriz: “Hani
Rabbi bir zaman İbrahim’i sınamıştı.” “İbtilâ” ve “belâ” kelimeleri
aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman,
“ibte-leytuhu” veya “belevtuhu” dersin. Bununla onun gizli
kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık,
cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da
bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı,
sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli
yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan
olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Biz
bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik.”
(Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır.” (Bakara, 249)
Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi
“kelimeler”le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden
maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının
olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri
ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları
vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “İnsanlara
güzel söz söyleyin.” (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun.
“birtakım kelimelerle… o da onları tamamlayınca.” İfadenin orijinalinde
geçen “kelimat”, “kelime”nin çoğuludur. Bu deyim Kur’ân-ı
Kerim’de “lafız” ve “söz” dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu
ayet-i kerimede olduğu gibi: “…kendisinden bir kelime, adı Meryem
oğlu İsa Mesih’tir.” (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların
Allah’ın “ol” sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim
yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: “Allah katında İsa’nın
durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona ‘Ol’ dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59) Kur’ân-ı Kerim’de,
“kelime” sözcüğünün yüce Allah’a izafe edildiği her yerde bununla
“söz” kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: “Allah’ın
kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur.” (En’âm, 34) “Allah’ın
kelimeleri değişmez.” (Yûnus, 64) “Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir.”
(En-fâl, 7) “Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar
inanmazlar.” (Yûnus, 96) “Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu.”
(Zümer, 71) “Böylece Rab-binin kâfirler hakkındaki, ‘Onlar ateş ehlidir.’
sözü yerini bulmuş oldu.” (Mü’min, 6) “Eğer belli bir süreye
kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm
verilirdi.” (Şûrâ, 14) “Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür.” (Tevbe, 40)
“Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim.” (Sâd, 84) “Biz bir
şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona ‘Ol’ dememizdir;
derhâl oluverir.” (Nahl, 40)
Bu ve benzeri ayetlerde “söz” kavramı kastedilmiştir. Söz ise,
konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber
amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına
yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşâ amaçlı cümlelerde
olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah’ın sözünde “tamam” sıfatı
ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah
şöyle buyuruyor: “Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe
tamam-lanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse
yoktur.” (En’âm, 115) “Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz
tamamlandı.” (A’râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından
çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış
ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz.
Ama bu durum, yüce Allah’ın sözünün aynı zamanda O’nun fiili
olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü,
kelâmî amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce
Allah’ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki
birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah’ın sözü
ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın
hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz
(kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır.
Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi
gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden,
daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı “mutlaka şöyle şöyle
yapacağım” dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden
bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık
o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin
ve irade zaafına düşmezsin. Antara’nın şu beyti de buna
bir örnektir.
“Savaşın korkulu anlarında kendi kendine de ki: Korkup sarsılma;
/ çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün.”
“Demek”ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini
terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile
ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır.
Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah’ın “kelimeler”
ifadesiyle, Hz. İbrahim’i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve
uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar,
putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar.
Ayet-i kerimede “kelimeler”in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü
amaç bu değildir. Evet, “Seni insanlara imam yapacağım.” ifadesinin
“kelimeler”den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla
bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini
eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu
kanıtlamıştır.
“Kelimeler”in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince,
eğer “etemmehunne=tamamlayınca” fiilindeki zamir, Hz. İbrahim’e
dönükse, bu, Hz. İbrahim’in, kendisinden istenenleri yerine
getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini
gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir
yüce Allah’a dönükse, o zaman yüce Allah’ın Hz. İbrahim’i
kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması,
bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar.
Bazıları, ayet-i kerimede geçen “kelimeler”den maksat, “Yüce
Al-lah’ın, ‘Seni insanlara imam yapacağım.’ diye başlayan sözleridir.”
demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü
Kur’ân-ı Kerim’de “kelimeler” deyiminin, sözel cümleler için
kullanıldığına rastlanmaz.
“Seni insanlara imam yapacağım.” Yani seni insanların izlediği
bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır.
Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul
ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten
maksadın “peygamberlik misyonu” olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor
ki: “Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik.” (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim-
‘e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi
son derece yanlıştır.
Çünkü, birincisi: İfadedeki “imamen” kelimesi ikinci mefuldür,
etkeni (âmili) de “câiluke” ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını
ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman
ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi
söz konusu olabilir. Bu yüzden, “Seni insanlara imam yapacağım.”
sözüyle Hz. İbrahim’e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir.
Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik
misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s)
imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti.
Şu hâlde ayette sözü edilen “imâmet”ten maksat, bazı tefsir
bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.
İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla
görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün
son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak’ı müjdelemelerinden
sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp
onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış
ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı
insanlara sun-makla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla
imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık
misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.
Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur’ân-ı
Kerim’de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan
aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına
uğrayan kavramlardan biri de “imamet”tir. Bazıları bu kavramı,
peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır.
Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din
ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.
Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü “nübüvvet”in anlamı, Allah
katından haber getirmektir. “Risalet”in anlamı ise, tebliğ misyonunu
üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle.
Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal
yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın
anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir,
söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi
zorunlu olan bir peygambere, “Seni insanlara imam yapacağım.”
ya da “Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında
seni itaat edilen biri yapacağım.” demenin bir anlamı yoktur.
Bir peygambere, “Seni din hususunda emreden, nehyeden bir
başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları
Allah’ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım.”
demenin ne anlamı vardır?
İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle
çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak
ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten
sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan-
bir peygambere, “Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan
sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım.” demek doğru olmaz.
Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek
sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır.
Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı
değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla,
imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir.
İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına
yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden “hidayet”
kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim’in yaşam
öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: “Ona
İshak’ı hediye ettik, üstelik Yakub’u da. Hepsini de salih insanlar
yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık.” (Enbiyâ,
72-73) “Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar
yaptık.” (Secde, 24)
Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak
hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce
Allah, bu misyonu “emir” ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor
ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu
misyon Allah’ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi
de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: “Onun emri, bir
şeyin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol’ demektir, hemen oluverir.
Yücedir O ki, her şeyin melekutu O’nun elindedir.” (Yâsîn, 82-83)
“Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir.” (Kamer,
50)
Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde
“melekut” olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka
yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar
her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve
başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah’a yönelirler.
“Ol” kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından
başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma
karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına
uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride
inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla
yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.
Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir
emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batınî olarak
insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak
demektir. Allah’ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen
hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol
gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel
öğüt aracılığı ile insanlara Allah’ın yolunu gösterebilir.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: “Biz, her peygamberi yalnız
kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah
dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir.” (İbrâhîm, 4) Yüce Allah,
Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle
buyurur: “İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru
yola götüreyim.” (Mü’min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor
yüce Allah: “Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri
ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları
için onları uyarmaları gerekmez mi?” (Tevbe, 122) Bu hususta
daha detaylı bilgiler sunacağız.
Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin
gerekçesini şu şekilde açıklıyor: “Sabrettikleri ve ayetlerimize
kesinlikle inandıkları için…” (Secde, 24) Burada, söz konusu
misyonu hakkedişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı
oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer
verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü
sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir
de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.
Yine Hz. İbrahim’in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye
yer veriliyor: “Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu
gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” (En’âm, 75) Ayetin zahirinden
şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim’e melekutun
gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı.
Böylece, kesin inancın melekutu gözlemlemenin
ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği
vurgulamaya yöneliktirler:
“Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz.”
(Tekâsur, 5-6) “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler,
kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar,
Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme
gireceklerdir… Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn’dedir. İlliyîn’in ne
olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır.
Yaklaştırılmış olanlar onu görürler.” (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i
kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir
perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde
günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yak-laştırılmışlar kesin inanç
sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn’i de
görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce
Allah’ın kelimeleri aracılığı ile melekut âlemini gözlemleyebilmelidir.
Bundan önce “melekut” kavramının “emir” olduğunu, onun
da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık.
Çünkü yüce Allah’ın, “emrimizle doğru yola iletirler.” ifadesi gösteriyor
ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve
amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle
(melekutla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz.
Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.
Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O
her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık
yolunu…
Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Her milleti imamıyla
çağıracağımız gün…” (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında
gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin
zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların
yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah’a doğru yürütür.
Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk
ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın
imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini
ortaya koyuyor. “Her millet…” ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele
aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir
makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine
sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü, zâtına zulüm ve
bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu
ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: “…Hakka götüren mi uyulmaya
daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan
mı?” (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile, ancak
başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor.
Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten
kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından
doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.
Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:
a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması
zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici
olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu
vurgulamaya dönüktür: “Onları, emrimizle doğru yola ileten
imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve
zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı.” (Enbiyâ,
73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri
başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî
destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.
Bunun kanıtı da, “hayırlı işler yapma” ifadesinin orijinalinde
geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen
gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, “Onlara hayırlı
işler yapın diye vahy ettik” ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü
bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa,
“Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik.” ifadesi, onların işlemiş
oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile
gerçekleştiğini gösterir.
b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri,
elbette gerçeğe iletici imam olamaz.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: “İbrahim, ‘Soyumdan da.’
deyince Allah, ‘Benim ahdimin zalimlere ermez.’ demişti.” ifadesindeki
“zalimler” deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden
kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes
bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde,
böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse
bile.
Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle,
imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O
şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar.
a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. b) Bütün ömürleri boyunca
hiç zulüm işlemeyenler. c) Ömrünün başlangıcında zalim
olup da sonunda bundan vazgeçenler. d) Ömrünün başında zulümden
kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar.
Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye giren-
ler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir.
Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin
kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm
işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan
kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen
kimselerdir.
Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki
hususlar aydınlığa kavuşuyor.
1) İmam Allah’ın belirlemesiyle belirlenir.
2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.
3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun
kalmaz.
4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.
5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir.
6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları
tüm bilgilere sahip olmalıdır.
7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan
daha üstün birinin bulunması muhaldir.
İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus
oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i
kerime ile, ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah’tır.
Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah’ın emri ile hidayete iletmeyi
ifade ediyorsa ve bu da “…hakka götüren mi uyulmaya daha
lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan
mı?” (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden
doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o
zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin
üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah’ın vahiy aracılığı
ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği
açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından,
öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda
birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak
imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz
yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.
Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar
doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa
kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik, ki bu imamlık demektir, hak
ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani
hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi,
dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna
göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam
olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı
ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını
hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.
Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: “Biz
ona İshak’ ı ve Yakub’u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu
gösterdik. Nitekim daha önce Nuh’a ve onun soyundan Davud’a,
Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musay’a ve Harun’a yol göstermiştik.
Biz güzel dav-rananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya,
İsa ve İlyas’a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes’a, Yunus
ve Lût’a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından
ve kardeşlerinden bazılarını da… Onları seçtik ve onları
doğru yola ilettik. İşte bu Allah’ın hidayetidir, kullarından dilediğini
buna iletir. Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı, kendileri
için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap,
hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar,
bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu
onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir.
Onların yoluna uy.” (En’âm, 84-90)
Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu
hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır.
Bu hidayet Resulullah’ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim’in
soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime
de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: “Bir zaman İbrahim,
babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan
uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana
doğru yolu gösterecektir.’ Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında
devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler.”
(Zuhruf, 26-28)
Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların
kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve
gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor.
Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah’ın emri ile hakka iletilmektir.
Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü
bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır.
“Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana
kulluk sunarım.” ifadesi bunun kanıtıdır.
Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim’in soyunda kalıcı bir
kelime yaptığını bildiriyor. Kur’ân-ı Kerim’in “kelime” kavramını
“söz” anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de
budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: “Onları takva kelimesine
bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler.” (Fetih, 26)
Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim’den
sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. “Soyumdan da, deyince Allah,
‘Benim ahdim zalimlere ermez.’ demişti.” ifadesi buna işaret etmektedir.
Hiç kuş-kusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen
bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun
zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu
zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması,
tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette,
Hz. İbrahim’in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu,
ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor.
“Benim ahdim zalimlere ermez.” ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin
kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla
istiâre sanatı denir.
EL-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR’ÂN – C.1
“Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış,
o da onları tamamlayınca, “Ben seni insanlara imam yapacağım.”
demişti. İbrahim, “Soyumdan da” deyince, Allah, “Benim
ahdim zalimlere ermez.” demişti.”
BAKARA SÜRESİ/124
Hz. İbrahim’in (a.s) hayatından bazı kesitler sunulmaya
başlanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan
ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş
niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah’ın birliği esasına dayalı
(hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor.
Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki
fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah’ın imamlık misyonunu
İbrahim’e özgü kılmasını, onun Kâbe’nin temellerini atıp binasını
kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu
alan ayetler sunuluyor.
“Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i… sınamıştı…” Bu ifade, Hz. İbrahim’e
imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine
yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim’in ömrünün sonlarında, iyice
yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak’ın dünyaya gelişlerinin ve
İsmail ile annesini Mekke’ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun
kanıtı, yüce Allah’ın kendisine, “Ben seni insanlara imam yapacağım”
demesinin ardından onun, “soyumdan da” demesidir.
Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak
adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce,
kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta, melekler
ken-disine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını
ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: “Onlara, İbrahim
‘in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, ‘Selâm’ demişlerdi.
İbrahim, ‘Biz sizden korkuyoruz.’ dedi. ‘Korkma, dediler, biz
sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.’ ‘Bana ihtiyarlık dokunmuşken
mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?’
dedi. ‘Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!’ dediler.”
(Hicr, 51-55)
Yüce Allah’ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi
karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: “İbrahim’in karısı ayakta
duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik,
İshak-ın ardından da Yakub’u. İbrahim’in karısı, ‘Vay, dedi, ben
bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu,
cidden şaşılacak bir şey.’ Melekler dediler ki: Allah’ın işine mi
şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev
halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur.” (Hûd, 71-73)
Görüldüğü gibi hem İbrahim’in, hem de karısının sözlerinde,
bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir
bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu
yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını
biliyordu. Öyleyse, “Seni insanlara imam yapacağım”
sözünden sonra, “Soyumdan da” şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş
olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından
söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar
olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah’ın halis dostu olan bir
insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da
Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu
olursa, o zaman ya “Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan
da” demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı.
Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim’in
ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.
Şu kadarı var ki: “Hani Rabbi bir zaman İbrahim’i birtakım kelimelerle
sınamış, o da onları tamamlayınca, ‘Ben seni insanlara
imam yapacağım.’ demişti.” ifadesi, Hz. İbrahim’e bahşedilen imamlık
misyonunun, ancak yüce Allah’ın onu birtakım sınavlardan
geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir.
Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından
başka bir şey değildir. Yine Kur’ân’ın belirttiğine göre Hz.
İbrahim’in geçtiği en ağır imtihan, İsmail’in kurban edilişi mesele
sidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: “Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum
ki, seni kesiyorum… Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi.”
(Saffât, 102-106)
Yüce Allah’ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün
son demlerinde karşılaşmıştı: “İhtiyarlık çağında bana İsmail’i ve
İs-hak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.”
(İbrâhîm, 39)
Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal
metninde geçen “kelimeler”in açıklamasına geçebiliriz: “Hani
Rabbi bir zaman İbrahim’i sınamıştı.” “İbtilâ” ve “belâ” kelimeleri
aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman,
“ibte-leytuhu” veya “belevtuhu” dersin. Bununla onun gizli
kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık,
cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da
bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı,
sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli
yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan
olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Biz
bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik.”
(Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: “Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır.” (Bakara, 249)
Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi
“kelimeler”le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden
maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının
olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri
ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları
vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “İnsanlara
güzel söz söyleyin.” (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun.
“birtakım kelimelerle… o da onları tamamlayınca.” İfadenin orijinalinde
geçen “kelimat”, “kelime”nin çoğuludur. Bu deyim Kur’ân-ı
Kerim’de “lafız” ve “söz” dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu
ayet-i kerimede olduğu gibi: “…kendisinden bir kelime, adı Meryem
oğlu İsa Mesih’tir.” (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların
Allah’ın “ol” sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim
yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: “Allah katında İsa’nın
durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona ‘Ol’ dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59) Kur’ân-ı Kerim’de,
“kelime” sözcüğünün yüce Allah’a izafe edildiği her yerde bununla
“söz” kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: “Allah’ın
kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur.” (En’âm, 34) “Allah’ın
kelimeleri değişmez.” (Yûnus, 64) “Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir.”
(En-fâl, 7) “Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar
inanmazlar.” (Yûnus, 96) “Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu.”
(Zümer, 71) “Böylece Rab-binin kâfirler hakkındaki, ‘Onlar ateş ehlidir.’
sözü yerini bulmuş oldu.” (Mü’min, 6) “Eğer belli bir süreye
kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm
verilirdi.” (Şûrâ, 14) “Yüce olan, yalnız Allah’ın sözüdür.” (Tevbe, 40)
“Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim.” (Sâd, 84) “Biz bir
şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona ‘Ol’ dememizdir;
derhâl oluverir.” (Nahl, 40)
Bu ve benzeri ayetlerde “söz” kavramı kastedilmiştir. Söz ise,
konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber
amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına
yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşâ amaçlı cümlelerde
olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah’ın sözünde “tamam” sıfatı
ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah
şöyle buyuruyor: “Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe
tamam-lanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse
yoktur.” (En’âm, 115) “Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz
tamamlandı.” (A’râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından
çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış
ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz.
Ama bu durum, yüce Allah’ın sözünün aynı zamanda O’nun fiili
olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü,
kelâmî amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce
Allah’ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki
birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah’ın sözü
ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın
hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz
(kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır.
Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi
gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden,
daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı “mutlaka şöyle şöyle
yapacağım” dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden
bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık
o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin
ve irade zaafına düşmezsin. Antara’nın şu beyti de buna
bir örnektir.
“Savaşın korkulu anlarında kendi kendine de ki: Korkup sarsılma;
/ çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün.”
“Demek”ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini
terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile
ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır.
Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah’ın “kelimeler”
ifadesiyle, Hz. İbrahim’i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve
uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar,
putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar.
Ayet-i kerimede “kelimeler”in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü
amaç bu değildir. Evet, “Seni insanlara imam yapacağım.” ifadesinin
“kelimeler”den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla
bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini
eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu
kanıtlamıştır.
“Kelimeler”in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince,
eğer “etemmehunne=tamamlayınca” fiilindeki zamir, Hz. İbrahim’e
dönükse, bu, Hz. İbrahim’in, kendisinden istenenleri yerine
getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini
gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir
yüce Allah’a dönükse, o zaman yüce Allah’ın Hz. İbrahim’i
kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması,
bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar.
Bazıları, ayet-i kerimede geçen “kelimeler”den maksat, “Yüce
Al-lah’ın, ‘Seni insanlara imam yapacağım.’ diye başlayan sözleridir.”
demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü
Kur’ân-ı Kerim’de “kelimeler” deyiminin, sözel cümleler için
kullanıldığına rastlanmaz.
“Seni insanlara imam yapacağım.” Yani seni insanların izlediği
bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır.
Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul
ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten
maksadın “peygamberlik misyonu” olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor
ki: “Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik.” (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim-
‘e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi
son derece yanlıştır.
Çünkü, birincisi: İfadedeki “imamen” kelimesi ikinci mefuldür,
etkeni (âmili) de “câiluke” ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını
ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman
ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi
söz konusu olabilir. Bu yüzden, “Seni insanlara imam yapacağım.”
sözüyle Hz. İbrahim’e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir.
Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik
misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s)
imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti.
Şu hâlde ayette sözü edilen “imâmet”ten maksat, bazı tefsir
bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.
İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla
görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün
son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak’ı müjdelemelerinden
sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp
onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış
ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı
insanlara sun-makla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla
imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık
misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.
Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur’ân-ı
Kerim’de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan
aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına
uğrayan kavramlardan biri de “imamet”tir. Bazıları bu kavramı,
peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır.
Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din
ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.
Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü “nübüvvet”in anlamı, Allah
katından haber getirmektir. “Risalet”in anlamı ise, tebliğ misyonunu
üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle.
Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal
yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın
anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir,
söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi
zorunlu olan bir peygambere, “Seni insanlara imam yapacağım.”
ya da “Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında
seni itaat edilen biri yapacağım.” demenin bir anlamı yoktur.
Bir peygambere, “Seni din hususunda emreden, nehyeden bir
başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları
Allah’ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım.”
demenin ne anlamı vardır?
İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle
çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak
ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten
sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan-
bir peygambere, “Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan
sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım.” demek doğru olmaz.
Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek
sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır.
Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı
değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla,
imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir.
İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına
yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden “hidayet”
kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim’in yaşam
öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: “Ona
İshak’ı hediye ettik, üstelik Yakub’u da. Hepsini de salih insanlar
yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık.” (Enbiyâ,
72-73) “Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar
yaptık.” (Secde, 24)
Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak
hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce
Allah, bu misyonu “emir” ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor
ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu
misyon Allah’ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi
de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: “Onun emri, bir
şeyin olmasını istedi mi ona sadece ‘ol’ demektir, hemen oluverir.
Yücedir O ki, her şeyin melekutu O’nun elindedir.” (Yâsîn, 82-83)
“Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir.” (Kamer,
50)
Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde
“melekut” olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka
yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar
her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve
başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah’a yönelirler.
“Ol” kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından
başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma
karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına
uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride
inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla
yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.
Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir
emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batınî olarak
insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak
demektir. Allah’ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen
hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol
gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel
öğüt aracılığı ile insanlara Allah’ın yolunu gösterebilir.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: “Biz, her peygamberi yalnız
kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah
dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir.” (İbrâhîm, 4) Yüce Allah,
Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle
buyurur: “İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru
yola götüreyim.” (Mü’min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor
yüce Allah: “Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri
ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları
için onları uyarmaları gerekmez mi?” (Tevbe, 122) Bu hususta
daha detaylı bilgiler sunacağız.
Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin
gerekçesini şu şekilde açıklıyor: “Sabrettikleri ve ayetlerimize
kesinlikle inandıkları için…” (Secde, 24) Burada, söz konusu
misyonu hakkedişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı
oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer
verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü
sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir
de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.
Yine Hz. İbrahim’in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye
yer veriliyor: “Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu
gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” (En’âm, 75) Ayetin zahirinden
şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim’e melekutun
gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı.
Böylece, kesin inancın melekutu gözlemlemenin
ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği
vurgulamaya yöneliktirler:
“Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz.”
(Tekâsur, 5-6) “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler,
kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar,
Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme
gireceklerdir… Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn’dedir. İlliyîn’in ne
olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır.
Yaklaştırılmış olanlar onu görürler.” (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i
kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir
perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde
günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yak-laştırılmışlar kesin inanç
sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn’i de
görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce
Allah’ın kelimeleri aracılığı ile melekut âlemini gözlemleyebilmelidir.
Bundan önce “melekut” kavramının “emir” olduğunu, onun
da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık.
Çünkü yüce Allah’ın, “emrimizle doğru yola iletirler.” ifadesi gösteriyor
ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve
amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle
(melekutla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz.
Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.
Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O
her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık
yolunu…
Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Her milleti imamıyla
çağıracağımız gün…” (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında
gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin
zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların
yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah’a doğru yürütür.
Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk
ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın
imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini
ortaya koyuyor. “Her millet…” ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele
aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir
makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine
sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü, zâtına zulüm ve
bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu
ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: “…Hakka götüren mi uyulmaya
daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan
mı?” (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile, ancak
başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor.
Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten
kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından
doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.
Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:
a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması
zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici
olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu
vurgulamaya dönüktür: “Onları, emrimizle doğru yola ileten
imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve
zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı.” (Enbiyâ,
73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri
başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî
destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.
Bunun kanıtı da, “hayırlı işler yapma” ifadesinin orijinalinde
geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen
gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, “Onlara hayırlı
işler yapın diye vahy ettik” ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü
bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa,
“Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik.” ifadesi, onların işlemiş
oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile
gerçekleştiğini gösterir.
b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri,
elbette gerçeğe iletici imam olamaz.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: “İbrahim, ‘Soyumdan da.’
deyince Allah, ‘Benim ahdimin zalimlere ermez.’ demişti.” ifadesindeki
“zalimler” deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden
kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes
bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde,
böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse
bile.
Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle,
imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O
şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar.
a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. b) Bütün ömürleri boyunca
hiç zulüm işlemeyenler. c) Ömrünün başlangıcında zalim
olup da sonunda bundan vazgeçenler. d) Ömrünün başında zulümden
kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar.
Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye giren-
ler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir.
Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin
kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm
işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan
kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen
kimselerdir.
Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki
hususlar aydınlığa kavuşuyor.
1) İmam Allah’ın belirlemesiyle belirlenir.
2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.
3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun
kalmaz.
4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.
5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir.
6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları
tüm bilgilere sahip olmalıdır.
7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan
daha üstün birinin bulunması muhaldir.
İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus
oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i
kerime ile, ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah’tır.
Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah’ın emri ile hidayete iletmeyi
ifade ediyorsa ve bu da “…hakka götüren mi uyulmaya daha
lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan
mı?” (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden
doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o
zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin
üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah’ın vahiy aracılığı
ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği
açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından,
öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda
birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak
imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz
yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.
Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar
doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa
kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik, ki bu imamlık demektir, hak
ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani
hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi,
dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna
göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam
olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı
ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını
hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.
Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: “Biz
ona İshak’ ı ve Yakub’u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu
gösterdik. Nitekim daha önce Nuh’a ve onun soyundan Davud’a,
Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musay’a ve Harun’a yol göstermiştik.
Biz güzel dav-rananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya,
İsa ve İlyas’a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes’a, Yunus
ve Lût’a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından
ve kardeşlerinden bazılarını da… Onları seçtik ve onları
doğru yola ilettik. İşte bu Allah’ın hidayetidir, kullarından dilediğini
buna iletir. Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı, kendileri
için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap,
hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar,
bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu
onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir.
Onların yoluna uy.” (En’âm, 84-90)
Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu
hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır.
Bu hidayet Resulullah’ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim’in
soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime
de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: “Bir zaman İbrahim,
babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan
uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana
doğru yolu gösterecektir.’ Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında
devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler.”
(Zuhruf, 26-28)
Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların
kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve
gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor.
Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah’ın emri ile hakka iletilmektir.
Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü
bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır.
“Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana
kulluk sunarım.” ifadesi bunun kanıtıdır.
Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim’in soyunda kalıcı bir
kelime yaptığını bildiriyor. Kur’ân-ı Kerim’in “kelime” kavramını
“söz” anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de
budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: “Onları takva kelimesine
bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler.” (Fetih, 26)
Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim’den
sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. “Soyumdan da, deyince Allah,
‘Benim ahdim zalimlere ermez.’ demişti.” ifadesi buna işaret etmektedir.
Hiç kuş-kusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen
bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun
zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu
zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması,
tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette,
Hz. İbrahim’in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu,
ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor.
“Benim ahdim zalimlere ermez.” ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin
kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla
istiâre sanatı denir.
EL-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR’ÂN – C.1

KERBELÂ’DA HAYAT BULAN AYETLER…

KUR’AN’IN MERSİYESİ; BURUC SÜRESİ
KUR’AN’IN MERSİYESİ; BURUC SÜRESİ
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla ;
1 – Burçlar sahibi gökyüzüne,
2 – Vaad olunan o güne,
3 – Şahitlik edene ve edilene andolsun ki,
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
10 – İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır.
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
12 – Kuşkusuz Rabbinin yakalaması serttir.
13 – Yoktan o yaratır ve tekrar o diriltir.
14 – Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.
15 – Arş’ın sahibidir, yücedir.
16 – Dilediğini yapandır.
17 – O orduların kıssası sana geldi mi?
18 – Yani Firavun ve Semud’un?
19 – Fakat o inkarcılar hâlâ bir yalanlama içinde.
20 – Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
21 – Hayır o şerefli bir Kur’ân’dır.
22 – Levh-i Mahfuz’dadır.
Bu süre Mekke’de nazil olmuştur. Bu sürenin Mekke döneminde nazil olmasının sebebi Mekke müşriklerinin kendi kavimlerinden olmasına rağmen Peygamber Hz. Muhammed (saa) ve ona tabi olanara uyguladıkları baskı ve işkencelere yönelik geçmişte yaşanan bu örneği dile getirerek izlenecek yolu anlatmaktadır. O zamanlarda Mekke tablosu nasıl geçmişte yaşanmış Ashab-ı Uhdud tablosu gibi olsada bu tablo burada bitmemiştir. Bir süre sonra imam Ali’nin hayatında, akabinde imam Hasan’ın hayatında, daha sonra imam Hüseyin’in hayatında aynı sahneleri görebiliriz.
Elbette ki bu dehşet veren sahne Kerbela olayı ile de bitmeyecek, tarih yine tekerrür etmeye devam edecektir. Bu yüzden Buruc süresi önümüzde duran ve hep yaşanan önemli bir hatırlatmadır.
Buruc süresi; kalplerinde insaf olan herkesi üzen ve ağlatan sahneyi anlatır. Bu yüzden Kur’an’ın mersiyesi bile diyebiliriz.
Elbette böyle olaylar her insanın kendi boyutunda imtihanıdır. Uyarı ve müjde içeren bu süre bazılarının amaç ve sonlarını müjdelerken, bazılarınında amaç ve akibetlerinin bedbahtlığından bahseder. Bu yüzden her insanın kendisi için bir pay çıkarmasına teşvik eder.
“İnsanlardan kimi vardır ki, Allah’a inandık, der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar.” (Ankebut, 10)
“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir.” (Hac, 11)
Bu durumda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. İmanının arkasında duranlar ve iman etmeyenler arasında bir sınıflandırma… Bir de iman edenler arasında da iki grup ortaya çıkmaktadır. İman etmeyenlerin baskı ve işkenceleri sonucu iman edip, imanının arkasında duranlar ve İman ettiğini söyleyipte imanının arkasında durmayanlar….
İman ettiklerini söyleyipte arkasında durmayanlar baskı ve işkencelerden korkup iman etmeyenlere destek vererek, iman eden kardeşlerine olan zulümlerine ortak olurlar. Böylece bir grup imanlarında ısrarlı ve kararlı oldukları için tüm zulümlere reva görülürler…
Tüm bu tercihler arasında yüce Rabb’imiz şöyle buyurur.
1 – Burçlar sahibi gökyüzüne,
2 – Vaad olunan o güne,
3 – Şahitlik edene ve edilene andolsun ki,
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
“Burçlar sahibi gökyüzüne andolsun…”
El-Buruc kelimesi el-Burc kelimesinin çoğuludur. Açık şey anlamına gelir. Genellikle yüksek köşk ve şatolar anlamında kullanılır. Bunun nedeni de görenlerin rahatlıkla görebilecekleri şekilde açıkta ve belirgin olmalarıdır. Ayrıca şehrin etrafında savunma amacıyla yapılan surların üstündeki gözetleme kuleleri biçimindeki yapılara da burç denir. Ayette bu anlam kast edilmiştir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“ Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk.” (Hicr, 17)
O halde burçlar derken yıldızların göklerdeki yerleri, yörüngeleri kast ediliyor.
İnsanın hayatında iki gelişme vardır. Biri yeryüzünde olan yatay gelişmesidir. Bu alana insanın eğitimi, sağlıklı olması, iyi ortamlarda yaşaması, iyi bir kariyere sahip olması, iyi bir bineğinin olması, teknoloji, ekonomi, sosyal vs. alanlarda iyi hizmet görmesi… toplumsal alanda ise ekonomik, sosyal, kültürel yönden iyi olması vs. Tüm bunların hepsi yeryüzündeki gelişmelerdir.
İkinci gelişim ise dikey gelişimidir. Yani ahlak, iman, izzet, akıl, irade vs alanlardaki gelişmesidir. Elbette insanoğlu için istenen; her iki gelişimin olmasıdır. İnzal olunan dinin amacı insanı her iki alanda gelişimini sağlamaktır. İkisinin paralel yol almasıdır.
Yatay gelişimi dünya hayatı için bir araçtır. Ve dikey gelişim için gereklidir. Lâkin dikey gelişim gözden çıkarılarak yatay gelişim tek başına düşünülemez ve anlamsızdır. Çünkü yeryüzü yaşamı tek taraflı düşünmeye mahkum edilmiş olur.
Dikey gelişim olmazsa olmazlardandır. İşte Ashabı Uhdud kavmi; inanan insanları bir tercihe zorlamışlardır. Dikey gelişmelerden vazgeçmek ve sadece dünyalık düşünmek… bunun için zorbalık yapmışlardır.
“2 – Vaad olunan o güne.”
Tüm bunlara geçmeden önce Rabb’inin vaad olunan gününü hatırla. Vaad olunan gün kıyamet günü kulları arasında hüküm vereceğidir.
“Tanıklık edene ve edilene andolsun ki…” yemin üzerine yemin edilerek semalara; kıyamet günü haklı ve haksızlar karşısında hüküm verilecektir. Ve o gün peygamber şahit getirilerek ümmetinin neler yaptığı kendisine bildirilecektir.
Ayetlerin içerdiği sert tehdit, mümin erkek ve kadınlara imanlarından dolayı dinden döndürme amacına yönelik baskılar uygulayan kimselere yöneliktir. Güzel vaat ise, iman edip salih amel işleyen kimselere yöneliktir.
Allah’ın şeytanları kovduğu burçları bulunan gökyüzüne yemin ederim ki, Allah, müminlerin imanlarına yönelmiş şeytanların ve onların dostları olan kafirlerin tuzaklarını boşa çıkaracak, planlarını püskürtecektir. İnsanların amellerinin karşılığını alacakları vaat edilmiş güne yemin ederim. Şu kafirlerin yaptıklarını ve Allah’a iman ettikleri için müminlere karşı işledikleri fiilleri görüp tanıklık eden tanıklara ve tanıklık edilenlere yemin ederim. Herkes tanıklık edecek ve bizzat gözlemleyecektir ki, mümin erkek ve kadınlara dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayanlar…
Çünkü Hz. Peygamber (saa) kıyamet günü ümmetinin amellerine şahitlik edecektir. Kimin kendisine itaat ettiğine, kimin kendisine isyan edip, kendisini incittiğine…
“Ey peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzab, 45) “Peygamberin size şahit olması için…” (Hac, 78)
Çünkü Rabbimiz tarafından model ve önder olarak gösterilen peygamberler ve vasileridir. Ve üzerlerine düşen görevlerini yaparak hak ve batıl yolunu göstermişlerdir.
Ama tüm bu bildirilenlere rağmen zulümlere ve haksızlıklara devam ederlerse….
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
Bir zamanlar nasıl ki hendek sahipleri (Ashb-ı Uhdud), büyük hendekler açıp, ateş doldurarak inananları tercihe zorlamaları gibi tüm zamanlarda müminler böyle zulümlere layık görülerek tercihe zorlatılacaktır. Sebep;
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
İnananların hayattan beklentileri, hayalleri, ahlakları ve yaşam şekilleri inanmayanlardan veya inandım gibi görünenlerden çok farklıdır. Onlar ne yazık ki bu farklılığı kabul etmek istemezler ve inananlara ellerinden gelen her türlü baskı ve işkenceleri yaparlar…
İşte bu durumda Rabb’imiz hatırlatıyor.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
Yani yeryüzünün ve göklerin malikiyet ve hükümdarı yalnızca yüce Allah’ındır. İnanan insanın Rabbine itaat etmesinden daha doğal ne olabilirdi. Ancak Rabbinin hükmüne ve malikiyetliğine boyun eğmeyenler, isyan ederler ve isyan etmeyenlere eziyet ederler.
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
Aynen Mekke müşriklerinin Peygamber(saa)’e yaptıkları gibi…
İmam Hüseyin(as)’e ve yarenlerine yapılanlar gibi…
Halbuki Allah, Arşın sahibidir. Hükümranlık O’na aittir. İşte uluhiyet ve rububiyet konusunda yüce Allah’a ortak koşmak isteyenler, tevhid ehline böyle saldırırlar.
Onlardan, sırf Allah’a iman ettikleri için intikam almaya çalışırlar. Yani bu müminlerden bu denli şiddetle nefret etmelerinin nedeni, yalnızca, Allah’a iman etmeleridir. Onları, imanlarından dolayı incitmektedirler…
Bu yapılanlara karşılık Rabbimiz şiddetle uyarıyor.
10 – İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır. “
Tüm bu azap ve işkencelere rağmen Rabbine iman ve itaati terk etmeyenleri ise müjdeler…
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
Burada istenen inananların mukavemet göstermesidir. Bu müjdeye güvenerek duruşlarında kararlı olmalarıdır. Ve bu işkencelere direnenler övgü ile anlatılır…
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
12 – Kuşkusuz Rabbinin yakalaması serttir.
“İnkar edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez.” (Fatır, 36)
“Şüphesiz ayetlerimizi inkar edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar!” (Nisa, 56)
İnzal olunan ayetlerde böyle uyarıcı ve korkutucu cehennem hayatından sahneler sıkça hatırlatarak zülüm edenler uyarılır.
Ancak onların müminlere yaptıkları işkenceleri, bu yaşanacak olanların yanında hiçbir şeydir. Bu açıdan bakacak olursak; şu noktalara dikkat etmemiz gerekecektir.
1- Dünya hayatı sınırlıdır. Her zulmün bir son noktası vardır. Ancak cehennemdeki azabın sonu yoktur.
2- Varlığı ilk var edene geri dönüş olacaktır. Bu geri dönüş kaçınılmazdır. Bu nedenle geri dönüş hesaba katılmalıdır.
3- Varlıkların sınırını tayin etmek Allah’a aittir. Yani kazaya razı olmak müminler için bir imtihandır. Buna inanmaları önerilmektedir. Yaşadıkları boşa gitmeyecektir.
4- Rabb’inin yakalamasına kimse engel olamaz, kimse hükmüne karşı çıkamaz. Bu nedenle zulmedenler bunun hesabından kaçamayacaklardır.
Zalimler, yapacakları zulümlerine karar almadan önce bu noktaları gözden kaçırmamalıdırlar.
13 – Yoktan O yaratır ve tekrar O diriltir.
14 – Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.
15 – Arş’ın sahibidir, yücedir.
16 – Dilediğini yapandır.
17 – O orduların kıssası sana geldi mi?
18 – Yani Firavun ve Semud’un?
19 – Fakat o inkarcılar hâlâ bir yalanlama içinde.
Bu yalanlamalar sadece Fıravun ve Semud kavmine ait değildir. Yalanlama bir miras gibi devam etmektedir. Bu inkar, peygamber Hz. Muhammed (saa) zamanında olduğu gibi tüm çağlarda da devam etmiştir.
20 – Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
Yüce Allah, onları her yönden kuşatmıştır. İnsanlara bu acıları reva görmek ve Rabbine isyan etmek kimsenin yanına kalmayacaktır. Nitekim bu kendi inzal ettiği kitapta yazılıdır. Ve Levh-i Mahfuz’da da saklıdır.
21 – Hayır o şerefli bir Kur’ân’dır.
22 – Levh-i Mahfuz’dadır.
Buruc süresini okurken, bir kez daha ne yaptığımıza ve nerede durduğumuza dikkat edelim, olmaz mı? Bize verilen zaman bitmeden…
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla ;
1 – Burçlar sahibi gökyüzüne,
2 – Vaad olunan o güne,
3 – Şahitlik edene ve edilene andolsun ki,
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
10 – İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır.
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
12 – Kuşkusuz Rabbinin yakalaması serttir.
13 – Yoktan o yaratır ve tekrar o diriltir.
14 – Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.
15 – Arş’ın sahibidir, yücedir.
16 – Dilediğini yapandır.
17 – O orduların kıssası sana geldi mi?
18 – Yani Firavun ve Semud’un?
19 – Fakat o inkarcılar hâlâ bir yalanlama içinde.
20 – Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
21 – Hayır o şerefli bir Kur’ân’dır.
22 – Levh-i Mahfuz’dadır.
Bu süre Mekke’de nazil olmuştur. Bu sürenin Mekke döneminde nazil olmasının sebebi Mekke müşriklerinin kendi kavimlerinden olmasına rağmen Peygamber Hz. Muhammed (saa) ve ona tabi olanara uyguladıkları baskı ve işkencelere yönelik geçmişte yaşanan bu örneği dile getirerek izlenecek yolu anlatmaktadır. O zamanlarda Mekke tablosu nasıl geçmişte yaşanmış Ashab-ı Uhdud tablosu gibi olsada bu tablo burada bitmemiştir. Bir süre sonra imam Ali’nin hayatında, akabinde imam Hasan’ın hayatında, daha sonra imam Hüseyin’in hayatında aynı sahneleri görebiliriz.
Elbette ki bu dehşet veren sahne Kerbela olayı ile de bitmeyecek, tarih yine tekerrür etmeye devam edecektir. Bu yüzden Buruc süresi önümüzde duran ve hep yaşanan önemli bir hatırlatmadır.
Buruc süresi; kalplerinde insaf olan herkesi üzen ve ağlatan sahneyi anlatır. Bu yüzden Kur’an’ın mersiyesi bile diyebiliriz.
Elbette böyle olaylar her insanın kendi boyutunda imtihanıdır. Uyarı ve müjde içeren bu süre bazılarının amaç ve sonlarını müjdelerken, bazılarınında amaç ve akibetlerinin bedbahtlığından bahseder. Bu yüzden her insanın kendisi için bir pay çıkarmasına teşvik eder.
“İnsanlardan kimi vardır ki, Allah’a inandık, der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar.” (Ankebut, 10)
“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir.” (Hac, 11)
Bu durumda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. İmanının arkasında duranlar ve iman etmeyenler arasında bir sınıflandırma… Bir de iman edenler arasında da iki grup ortaya çıkmaktadır. İman etmeyenlerin baskı ve işkenceleri sonucu iman edip, imanının arkasında duranlar ve İman ettiğini söyleyipte imanının arkasında durmayanlar….
İman ettiklerini söyleyipte arkasında durmayanlar baskı ve işkencelerden korkup iman etmeyenlere destek vererek, iman eden kardeşlerine olan zulümlerine ortak olurlar. Böylece bir grup imanlarında ısrarlı ve kararlı oldukları için tüm zulümlere reva görülürler…
Tüm bu tercihler arasında yüce Rabb’imiz şöyle buyurur.
1 – Burçlar sahibi gökyüzüne,
2 – Vaad olunan o güne,
3 – Şahitlik edene ve edilene andolsun ki,
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
“Burçlar sahibi gökyüzüne andolsun…”
El-Buruc kelimesi el-Burc kelimesinin çoğuludur. Açık şey anlamına gelir. Genellikle yüksek köşk ve şatolar anlamında kullanılır. Bunun nedeni de görenlerin rahatlıkla görebilecekleri şekilde açıkta ve belirgin olmalarıdır. Ayrıca şehrin etrafında savunma amacıyla yapılan surların üstündeki gözetleme kuleleri biçimindeki yapılara da burç denir. Ayette bu anlam kast edilmiştir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“ Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyr edenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk.” (Hicr, 17)
O halde burçlar derken yıldızların göklerdeki yerleri, yörüngeleri kast ediliyor.
İnsanın hayatında iki gelişme vardır. Biri yeryüzünde olan yatay gelişmesidir. Bu alana insanın eğitimi, sağlıklı olması, iyi ortamlarda yaşaması, iyi bir kariyere sahip olması, iyi bir bineğinin olması, teknoloji, ekonomi, sosyal vs. alanlarda iyi hizmet görmesi… toplumsal alanda ise ekonomik, sosyal, kültürel yönden iyi olması vs. Tüm bunların hepsi yeryüzündeki gelişmelerdir.
İkinci gelişim ise dikey gelişimidir. Yani ahlak, iman, izzet, akıl, irade vs alanlardaki gelişmesidir. Elbette insanoğlu için istenen; her iki gelişimin olmasıdır. İnzal olunan dinin amacı insanı her iki alanda gelişimini sağlamaktır. İkisinin paralel yol almasıdır.
Yatay gelişimi dünya hayatı için bir araçtır. Ve dikey gelişim için gereklidir. Lâkin dikey gelişim gözden çıkarılarak yatay gelişim tek başına düşünülemez ve anlamsızdır. Çünkü yeryüzü yaşamı tek taraflı düşünmeye mahkum edilmiş olur.
Dikey gelişim olmazsa olmazlardandır. İşte Ashabı Uhdud kavmi; inanan insanları bir tercihe zorlamışlardır. Dikey gelişmelerden vazgeçmek ve sadece dünyalık düşünmek… bunun için zorbalık yapmışlardır.
“2 – Vaad olunan o güne.”
Tüm bunlara geçmeden önce Rabb’inin vaad olunan gününü hatırla. Vaad olunan gün kıyamet günü kulları arasında hüküm vereceğidir.
“Tanıklık edene ve edilene andolsun ki…” yemin üzerine yemin edilerek semalara; kıyamet günü haklı ve haksızlar karşısında hüküm verilecektir. Ve o gün peygamber şahit getirilerek ümmetinin neler yaptığı kendisine bildirilecektir.
Ayetlerin içerdiği sert tehdit, mümin erkek ve kadınlara imanlarından dolayı dinden döndürme amacına yönelik baskılar uygulayan kimselere yöneliktir. Güzel vaat ise, iman edip salih amel işleyen kimselere yöneliktir.
Allah’ın şeytanları kovduğu burçları bulunan gökyüzüne yemin ederim ki, Allah, müminlerin imanlarına yönelmiş şeytanların ve onların dostları olan kafirlerin tuzaklarını boşa çıkaracak, planlarını püskürtecektir. İnsanların amellerinin karşılığını alacakları vaat edilmiş güne yemin ederim. Şu kafirlerin yaptıklarını ve Allah’a iman ettikleri için müminlere karşı işledikleri fiilleri görüp tanıklık eden tanıklara ve tanıklık edilenlere yemin ederim. Herkes tanıklık edecek ve bizzat gözlemleyecektir ki, mümin erkek ve kadınlara dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayanlar…
Çünkü Hz. Peygamber (saa) kıyamet günü ümmetinin amellerine şahitlik edecektir. Kimin kendisine itaat ettiğine, kimin kendisine isyan edip, kendisini incittiğine…
“Ey peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzab, 45) “Peygamberin size şahit olması için…” (Hac, 78)
Çünkü Rabbimiz tarafından model ve önder olarak gösterilen peygamberler ve vasileridir. Ve üzerlerine düşen görevlerini yaparak hak ve batıl yolunu göstermişlerdir.
Ama tüm bu bildirilenlere rağmen zulümlere ve haksızlıklara devam ederlerse….
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
Bir zamanlar nasıl ki hendek sahipleri (Ashb-ı Uhdud), büyük hendekler açıp, ateş doldurarak inananları tercihe zorlamaları gibi tüm zamanlarda müminler böyle zulümlere layık görülerek tercihe zorlatılacaktır. Sebep;
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
İnananların hayattan beklentileri, hayalleri, ahlakları ve yaşam şekilleri inanmayanlardan veya inandım gibi görünenlerden çok farklıdır. Onlar ne yazık ki bu farklılığı kabul etmek istemezler ve inananlara ellerinden gelen her türlü baskı ve işkenceleri yaparlar…
İşte bu durumda Rabb’imiz hatırlatıyor.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
Yani yeryüzünün ve göklerin malikiyet ve hükümdarı yalnızca yüce Allah’ındır. İnanan insanın Rabbine itaat etmesinden daha doğal ne olabilirdi. Ancak Rabbinin hükmüne ve malikiyetliğine boyun eğmeyenler, isyan ederler ve isyan etmeyenlere eziyet ederler.
4 – Kahroldu o hendeğin sahipleri,
5 – O çıralı ateşin,
6 – Hani o ateşin başına oturmuşlar,
7 – Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.
8 – Müminlere kızmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü ve övgüye lâyık olan Allah’a iman etmeleri idi.
9 – O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur ve Allah her şeye şahittir.
Aynen Mekke müşriklerinin Peygamber(saa)’e yaptıkları gibi…
İmam Hüseyin(as)’e ve yarenlerine yapılanlar gibi…
Halbuki Allah, Arşın sahibidir. Hükümranlık O’na aittir. İşte uluhiyet ve rububiyet konusunda yüce Allah’a ortak koşmak isteyenler, tevhid ehline böyle saldırırlar.
Onlardan, sırf Allah’a iman ettikleri için intikam almaya çalışırlar. Yani bu müminlerden bu denli şiddetle nefret etmelerinin nedeni, yalnızca, Allah’a iman etmeleridir. Onları, imanlarından dolayı incitmektedirler…
Bu yapılanlara karşılık Rabbimiz şiddetle uyarıyor.
10 – İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır. “
Tüm bu azap ve işkencelere rağmen Rabbine iman ve itaati terk etmeyenleri ise müjdeler…
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
Burada istenen inananların mukavemet göstermesidir. Bu müjdeye güvenerek duruşlarında kararlı olmalarıdır. Ve bu işkencelere direnenler övgü ile anlatılır…
11 – İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.
12 – Kuşkusuz Rabbinin yakalaması serttir.
“İnkar edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez.” (Fatır, 36)
“Şüphesiz ayetlerimizi inkar edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar!” (Nisa, 56)
İnzal olunan ayetlerde böyle uyarıcı ve korkutucu cehennem hayatından sahneler sıkça hatırlatarak zülüm edenler uyarılır.
Ancak onların müminlere yaptıkları işkenceleri, bu yaşanacak olanların yanında hiçbir şeydir. Bu açıdan bakacak olursak; şu noktalara dikkat etmemiz gerekecektir.
1- Dünya hayatı sınırlıdır. Her zulmün bir son noktası vardır. Ancak cehennemdeki azabın sonu yoktur.
2- Varlığı ilk var edene geri dönüş olacaktır. Bu geri dönüş kaçınılmazdır. Bu nedenle geri dönüş hesaba katılmalıdır.
3- Varlıkların sınırını tayin etmek Allah’a aittir. Yani kazaya razı olmak müminler için bir imtihandır. Buna inanmaları önerilmektedir. Yaşadıkları boşa gitmeyecektir.
4- Rabb’inin yakalamasına kimse engel olamaz, kimse hükmüne karşı çıkamaz. Bu nedenle zulmedenler bunun hesabından kaçamayacaklardır.
Zalimler, yapacakları zulümlerine karar almadan önce bu noktaları gözden kaçırmamalıdırlar.
13 – Yoktan O yaratır ve tekrar O diriltir.
14 – Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.
15 – Arş’ın sahibidir, yücedir.
16 – Dilediğini yapandır.
17 – O orduların kıssası sana geldi mi?
18 – Yani Firavun ve Semud’un?
19 – Fakat o inkarcılar hâlâ bir yalanlama içinde.
Bu yalanlamalar sadece Fıravun ve Semud kavmine ait değildir. Yalanlama bir miras gibi devam etmektedir. Bu inkar, peygamber Hz. Muhammed (saa) zamanında olduğu gibi tüm çağlarda da devam etmiştir.
20 – Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.
Yüce Allah, onları her yönden kuşatmıştır. İnsanlara bu acıları reva görmek ve Rabbine isyan etmek kimsenin yanına kalmayacaktır. Nitekim bu kendi inzal ettiği kitapta yazılıdır. Ve Levh-i Mahfuz’da da saklıdır.
21 – Hayır o şerefli bir Kur’ân’dır.
22 – Levh-i Mahfuz’dadır.
Buruc süresini okurken, bir kez daha ne yaptığımıza ve nerede durduğumuza dikkat edelim, olmaz mı? Bize verilen zaman bitmeden…

İNTİKAM KAVRAMI VE ALLAH
İNTİKAM KAVRAMI VE ALLAH
İntikam, cezalandırma demektir, fakat her ceza değil. Özel bir cezalandırma türüne denir. Bir başkasına sana tattırdığına eşit bir kötülüğü veya daha fazlasını tattırman yani. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun.”
Aslında intikam almak canlılarda bulunan temel bir içgüdüdür. İnsanlar arasında bu içgüdünün yansıması olan davranışlara sıkça rastlamak mümkündür. Diğer bazı canlılarda da intikam olarak yorumlanacak davranışlar söz konusudur. İnsanı birinden intikam almaya sevk eden amaç her ne olursa olsun, bireysel intikam almalara yönelten etken genellikle insanın içindeki hıncı, kini ve düşmanlık duygusunu yatıştırmaktır. Bir insan bir başkasından her hangi bir hayrı eksilttiği veya ona bir kötülük tattırdığı zaman, bu olumsuzluğun muhatabı olan kişi içinde üzüntü ve kırılma, acıma hisseder. Bu üzüntü ve bu acıma duygusunun ateşi, karşı tarafa buna denk veya bundan fazla bir kötülük tattırılmadan sönmez, dinmez. Şu halde intikam almaya yönelten etken bir içsel duyumsamadır. Akıl ise, bazen böyle bir duygunun gereğinin yapılmasına onay verir, uygular, bazen de yapmaktan kaçınır.
Toplumsal intikamlara gelince, -ki biz, bununla uygar olsun ilkel olsun bütün toplumsal örgütlenmelere egemen olan yasalarda, kanunlarda rastladığımız kısas ve cezalandırma yöntemlerini kastediyoruz,- bu tarz bir intikam almaya yönelten etken düşünsel bir amaç ve aklen istenen bir sonuçtur. Toplumsal düzeni bozulmalara karşı korumak, toplumsal alt-üst oluşların, anarşinin yolunu kapatmaktır. Eğer cinayet işleyen suçlunun işlediği suça ve cinayete ceza vermek ve ondan intikam almak şeklinde temel bir içgüdü olmasaydı genel güvenlik bozulur, barış insanlar arasından ayrılır, başka diyarlara göçerdi.
Bu nedenle, yasalar çerçevesinde toplumsal cezalandırmalar anlamında intikam almak toplumsal haklardan biridir. Kimi durumlarda bireysel bir hak olarak da belirginleşebilir. Söz gelimi bir başkasına zulmeden birinin kanunlar çerçevesinde cezalandırılması bireysel bir hakkın yerine getirilmesidir. Kim zaman mazlum kişi af yoluyla hakkından vazgeçmesine rağmen, zalim bir kimse toplumun hakkını almak için cezalandırılabilir.
Bundan da anlıyoruz ki, intikamın bir çeşidi duygusaldır ve bu tür intikamlar bireysel olup insanın içindeki hıncı yatıştırmaya, kin ateşini söndürmeye yöneliktir. Bir diğer intikam çeşidi de akla dayanır. Buna toplumsal intikam diyoruz ve gayesi de düzeni korumaktır. Bu açıdan böyle bir intikam toplumsal bir haktır. Dilersen toplum arasında yürürlükte olan yasalardan kaynaklanan bir hak da diyebilirsin. Çünkü insan hayatının dengede sürmesi için konulan hükümlerin dosdoğru uygulanışı ve tehlikeler karşısında korunması, bu yasalara aykırı hareket eden suçluların cezalandırılmalarını, yaptıkları kötülüğün acı akıbetini tatmalarını gerektirmektedir. O halde bu, toplumsal bir hak olduğu gibi yasal bir haktır da.
Şimdi bunu bildiğimize göre, yüce Allah’ın Kur’an ve sünnetteki metinlerde kendisine nispet ettiği intikam niteliğinin ilahi dinin ve semavi şeriatın içerdiği haklardan birini ifade ettiğini anlamış oluyoruz. Dilersen İslam toplumunun haklarından biri de diye bilirsin. Bununla birlikte bazen bireysel bir hakkın da yerine getirilmiş olması mümkündür. Yüce Allah’ın bir zalimden zulmettiği kimsenin hakkını bu çerçevede alması gibi. Çünkü Allah mazlumların velisidir, övgüye layıktır.
İçerideki kin ateşini söndürmek, düşmanlık duygusunu yatıştırmak amacına yönelik olarak duygusal bir zeminden beslenen bireysel intikama gelince, yüce Allah suçluların işledikleri suçlardan ve günahkarların işledikleri günahlardan zarar görmekten veya iyilerin itaat etmelerinden yararlanmaktan münezzehtir, yücedir.
Bu nedenle bazılarının ileri sürdükleri şu problem de geçersizdir. Diyorlar ki: İntikam almak ancak insanın içindeki kini yatıştırmak, nefreti dindirmek için başvurulan bir yöntemdir. Yüce Allah kullarının hayır veya şer, ibadet veya günah nitelikli amellerinden bir yarar veya bir zarar görmediğine göre intikam niteliğini Ona nispet etmenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah’ın rahmeti de sonsuzdur, insanları sonsuza dek cezalandırmayı kabul etmez. Nasıl olmasın ki? İnsanlar içinde merhametli insanlar bile, her hangi bir suçu işleyen kimseyi, şayet bilmeden o suçu işlemişse affetmeyi öngörmektedirler. Kaldı ki, yüce Allah, yarattığı ve halini herkesten daha iyi bildiği insanı bu şekilde nitelendirmektedir: “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72)
Yukarıda sunduğumuz bu değerlendirmenin yanlışlığı şuradan ileri geliyor: Bu adamlar bireysel intikam alış ile toplumsal intikam alışı birbirine karıştırıyorlar. Yüce Allah’ın kendisine nispet ettiği, bu adamların sandığı gibi bireysel intikam değil, toplumsal intikamdır. Bunun yanında insanın kalbi etkilenişinin ve duygulanışının yansıması olan nefsanî acıma, merhamet etme ile merhameti hakkeden ama eksiği bulunan kimsenin eksikliğini tamamlama anlamında akli acıma, merhamet etme de birbirine karıştırılıyor. Yüce Allah’ın kendisine nispet ettiği, nefsanî merhamet etme değil, akli merhamet etmedir. Zaten rahmete layık oluş imkanının temelden yok olduğu, bağışta bulunmaya imkan kalmadığı durumların dışında ebedi azabı da öngörmez. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 81)
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Yüce Allah’a nispet edilen intikam niteliğinin anlamıyla ilgili olarak sunduğumuz değerlendirmeler cezalandırma, ödüllendirme ve azaba çarptırma yöntemi bağlamında gündeme gelirler. Fakat yapılan işlerin sonuçları bağlamında bu niteliğin gerçek mahiyeti, dünya hayatında edindiği kötü özelliklerinden dolayı, ölümden sonra insan nefsine, acı veren kötü biçimlerin ilişmesi şeklinde belirginleşmektedir. Tefsirimizin birinci cildinde: “Şüphesiz Allah (…) misal göstermekten çekinmez.” (Bakara, 26) ayetinin tefsiri çerçevesinde, amellerin karşılıkları konusunda ayrıntılı açıklamalara yer verdik.
“Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği, insanlar bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün.” Zarf konumundaki ifade: “kimsenin yaptığını yanında bırakmaz.” ifadesiyle ilintilidir. Allah’ın intikam alışının bütün vakitleri ve mekanları kapsamasına karşın özellikle kıyamet gününe özgüymüş gibi sunulması, kıyamet gününün, ilahi intikam alışın en belirgin göstergesi olmasından dolayıdır. İnsanların Allah’ın huzurunda oluşlarının da sırf bu günle sınırlandırılmış olması da bu gerekçeden dolayıdır. Şu ayetlerdeki ifadeler de buna örnek oluşturmaktadır: “O gün emir Allah’ındır.” (İnfitar, 19) “Sizi Allah’tan kurtaracak kimse yoktur.” (Mümin, 19
HÜSEYİN ALLEME TABATABAÎ
İntikam, cezalandırma demektir, fakat her ceza değil. Özel bir cezalandırma türüne denir. Bir başkasına sana tattırdığına eşit bir kötülüğü veya daha fazlasını tattırman yani. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun.”
Aslında intikam almak canlılarda bulunan temel bir içgüdüdür. İnsanlar arasında bu içgüdünün yansıması olan davranışlara sıkça rastlamak mümkündür. Diğer bazı canlılarda da intikam olarak yorumlanacak davranışlar söz konusudur. İnsanı birinden intikam almaya sevk eden amaç her ne olursa olsun, bireysel intikam almalara yönelten etken genellikle insanın içindeki hıncı, kini ve düşmanlık duygusunu yatıştırmaktır. Bir insan bir başkasından her hangi bir hayrı eksilttiği veya ona bir kötülük tattırdığı zaman, bu olumsuzluğun muhatabı olan kişi içinde üzüntü ve kırılma, acıma hisseder. Bu üzüntü ve bu acıma duygusunun ateşi, karşı tarafa buna denk veya bundan fazla bir kötülük tattırılmadan sönmez, dinmez. Şu halde intikam almaya yönelten etken bir içsel duyumsamadır. Akıl ise, bazen böyle bir duygunun gereğinin yapılmasına onay verir, uygular, bazen de yapmaktan kaçınır.
Toplumsal intikamlara gelince, -ki biz, bununla uygar olsun ilkel olsun bütün toplumsal örgütlenmelere egemen olan yasalarda, kanunlarda rastladığımız kısas ve cezalandırma yöntemlerini kastediyoruz,- bu tarz bir intikam almaya yönelten etken düşünsel bir amaç ve aklen istenen bir sonuçtur. Toplumsal düzeni bozulmalara karşı korumak, toplumsal alt-üst oluşların, anarşinin yolunu kapatmaktır. Eğer cinayet işleyen suçlunun işlediği suça ve cinayete ceza vermek ve ondan intikam almak şeklinde temel bir içgüdü olmasaydı genel güvenlik bozulur, barış insanlar arasından ayrılır, başka diyarlara göçerdi.
Bu nedenle, yasalar çerçevesinde toplumsal cezalandırmalar anlamında intikam almak toplumsal haklardan biridir. Kimi durumlarda bireysel bir hak olarak da belirginleşebilir. Söz gelimi bir başkasına zulmeden birinin kanunlar çerçevesinde cezalandırılması bireysel bir hakkın yerine getirilmesidir. Kim zaman mazlum kişi af yoluyla hakkından vazgeçmesine rağmen, zalim bir kimse toplumun hakkını almak için cezalandırılabilir.
Bundan da anlıyoruz ki, intikamın bir çeşidi duygusaldır ve bu tür intikamlar bireysel olup insanın içindeki hıncı yatıştırmaya, kin ateşini söndürmeye yöneliktir. Bir diğer intikam çeşidi de akla dayanır. Buna toplumsal intikam diyoruz ve gayesi de düzeni korumaktır. Bu açıdan böyle bir intikam toplumsal bir haktır. Dilersen toplum arasında yürürlükte olan yasalardan kaynaklanan bir hak da diyebilirsin. Çünkü insan hayatının dengede sürmesi için konulan hükümlerin dosdoğru uygulanışı ve tehlikeler karşısında korunması, bu yasalara aykırı hareket eden suçluların cezalandırılmalarını, yaptıkları kötülüğün acı akıbetini tatmalarını gerektirmektedir. O halde bu, toplumsal bir hak olduğu gibi yasal bir haktır da.
Şimdi bunu bildiğimize göre, yüce Allah’ın Kur’an ve sünnetteki metinlerde kendisine nispet ettiği intikam niteliğinin ilahi dinin ve semavi şeriatın içerdiği haklardan birini ifade ettiğini anlamış oluyoruz. Dilersen İslam toplumunun haklarından biri de diye bilirsin. Bununla birlikte bazen bireysel bir hakkın da yerine getirilmiş olması mümkündür. Yüce Allah’ın bir zalimden zulmettiği kimsenin hakkını bu çerçevede alması gibi. Çünkü Allah mazlumların velisidir, övgüye layıktır.
İçerideki kin ateşini söndürmek, düşmanlık duygusunu yatıştırmak amacına yönelik olarak duygusal bir zeminden beslenen bireysel intikama gelince, yüce Allah suçluların işledikleri suçlardan ve günahkarların işledikleri günahlardan zarar görmekten veya iyilerin itaat etmelerinden yararlanmaktan münezzehtir, yücedir.
Bu nedenle bazılarının ileri sürdükleri şu problem de geçersizdir. Diyorlar ki: İntikam almak ancak insanın içindeki kini yatıştırmak, nefreti dindirmek için başvurulan bir yöntemdir. Yüce Allah kullarının hayır veya şer, ibadet veya günah nitelikli amellerinden bir yarar veya bir zarar görmediğine göre intikam niteliğini Ona nispet etmenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah’ın rahmeti de sonsuzdur, insanları sonsuza dek cezalandırmayı kabul etmez. Nasıl olmasın ki? İnsanlar içinde merhametli insanlar bile, her hangi bir suçu işleyen kimseyi, şayet bilmeden o suçu işlemişse affetmeyi öngörmektedirler. Kaldı ki, yüce Allah, yarattığı ve halini herkesten daha iyi bildiği insanı bu şekilde nitelendirmektedir: “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72)
Yukarıda sunduğumuz bu değerlendirmenin yanlışlığı şuradan ileri geliyor: Bu adamlar bireysel intikam alış ile toplumsal intikam alışı birbirine karıştırıyorlar. Yüce Allah’ın kendisine nispet ettiği, bu adamların sandığı gibi bireysel intikam değil, toplumsal intikamdır. Bunun yanında insanın kalbi etkilenişinin ve duygulanışının yansıması olan nefsanî acıma, merhamet etme ile merhameti hakkeden ama eksiği bulunan kimsenin eksikliğini tamamlama anlamında akli acıma, merhamet etme de birbirine karıştırılıyor. Yüce Allah’ın kendisine nispet ettiği, nefsanî merhamet etme değil, akli merhamet etmedir. Zaten rahmete layık oluş imkanının temelden yok olduğu, bağışta bulunmaya imkan kalmadığı durumların dışında ebedi azabı da öngörmez. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: “Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 81)
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Yüce Allah’a nispet edilen intikam niteliğinin anlamıyla ilgili olarak sunduğumuz değerlendirmeler cezalandırma, ödüllendirme ve azaba çarptırma yöntemi bağlamında gündeme gelirler. Fakat yapılan işlerin sonuçları bağlamında bu niteliğin gerçek mahiyeti, dünya hayatında edindiği kötü özelliklerinden dolayı, ölümden sonra insan nefsine, acı veren kötü biçimlerin ilişmesi şeklinde belirginleşmektedir. Tefsirimizin birinci cildinde: “Şüphesiz Allah (…) misal göstermekten çekinmez.” (Bakara, 26) ayetinin tefsiri çerçevesinde, amellerin karşılıkları konusunda ayrıntılı açıklamalara yer verdik.
“Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği, insanlar bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün.” Zarf konumundaki ifade: “kimsenin yaptığını yanında bırakmaz.” ifadesiyle ilintilidir. Allah’ın intikam alışının bütün vakitleri ve mekanları kapsamasına karşın özellikle kıyamet gününe özgüymüş gibi sunulması, kıyamet gününün, ilahi intikam alışın en belirgin göstergesi olmasından dolayıdır. İnsanların Allah’ın huzurunda oluşlarının da sırf bu günle sınırlandırılmış olması da bu gerekçeden dolayıdır. Şu ayetlerdeki ifadeler de buna örnek oluşturmaktadır: “O gün emir Allah’ındır.” (İnfitar, 19) “Sizi Allah’tan kurtaracak kimse yoktur.” (Mümin, 19
HÜSEYİN ALLEME TABATABAÎ

İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberinde, insanların anlaşmazlıklara düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.”
BAKARA SÜRESİ /213
Ayet-i kerime, insanlık hayatında dinin temelinin atılış sebebini, insanoğlunun dinle yükümlü kılınış nedenini ve insanların dinle ilgili olarak görüş ayrılığına düşmelerinin gerekçesini açıklıyor. Buna göre: Öz yaratılış olarak toplu hâlde ve dayanışmalı olarak yaşamaya eğilimli olan insan türü, toplu hâlde yaşayışının ilk evresinde bir ümmetti. sonra öz yaratılışının bir gereği olarak, bir canlı olmaktan kaynaklanan meziyetler edinme noktasında aralarında farklılaşmalar baş gösterdi. Bu durum, ortaya çıkan ihtilafları ve hayatın gerekli olgularına ilişkin çekişmeleri ortadan kaldıracak kanunların konulmasını kaçınılmaz kıldı. Sonra peygamberler ve elçiler gönderilmek suretiyle bu kanunlara din kisvesi giydirildi. Bu yasalar müjde, korkutma ve sevap-azap ikilemi ile pekiştirildi. Aksayan yönler, peygamberin gönderilmesi üzere ibadetler desteğiyle onarıldı.
Daha sonra dinsel bilgiler ya da dünya ve ahiret meselelerinde gö-rüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bunun sonunda dinî birlik ve bütünlük zede-lendi. Guruplar ve hizipler oluştu. Bunun bir uzantısı olarak da, hayatın diğer alanlarında da ihtilaflar gündeme geldi. Bu ikinci ihtilafın tek nedeni, kendilerine kitap verilenlerin azgınlık ve kıskançlıklarıydı. Di-nin temel prensipleri ve ana öğretileri kendilerine gösterilmesinin ar-dından zulüm ve azgınlığa sapmalarıydı. Böyle olunca da, aleyhlerine kullanılacak kanıt tamamlandı. sorumlu kılınışlarının gerekçesi, bizzat kendi hayatlarında somutlaştı.
Şu hâlde, insanlık hayatında iki türlü ihtilaf ve görüş ayrılığı söz konusudur. Biri dinle ilgilidir ki, dayanağı insanın öz yaratılışı ve doğal yapısı değil, aksine azgınların heva ve hevesleri, kıskançlıklarıdır. Diğeri ise, dünya meselelerine ilişkin ihtilaftır ki öz yaratılışa dayanır, fıtrîdir. Ayrıca dinin gönderilip insan hayatına egemen kılınmasının da sebebidir. Ardından yüce Allah, hakkında görüş ayrılığına düşülen me-selelerle ilgili olarak, kendi izniyle müminleri gerçeğe iletti. Allah kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.
Şu hâlde, insan türünün mutluluğa kavuşmasının, hayatının dengeli ve ahenkli bir düzen içinde sürmesinin tek etkeni ilâhî menşeli dindir. Allah katından gelen din, fıtratın aksayan yönlerini, yine fıtrat ile onarır. Gemi azıya almış, alabildiğine kışkırtılmış güç ve eğilimlerini doğal kapasitesinin sınırları içine ve normal mecrasına çeker. İnsanın dünyevî ve uhrevî, maddî ve manevî hayat biçimine düzen verir. İşte ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan türünün dünya üzerin-deki toplumsal ve dinsel hayatının, tarihsel sürecinin özeti.
Görüldüğü gibi, ayet-i kerimede, ayrıntıya girmekten kaçınılmıştır. Çünkü, değişik meselelere işaret eden değişik ayetlerde, konu başka boyutlarıyla da ele alınmıştır.
İNSAN TÜRÜNÜN İLK KEZ YARATILIŞI
Konuya ilişkin farklı ayetlerden çıkan sonuca göre; insan türü ama bütün insan türleri değil, sadece şu anda yeryüzünde yaşayan şu nesil, başka bir türden, yada herhangi bir hayvan cinsinden evrimleşerek tü-remiş değildir. Bir başka türün, değişken ve evrimleşen doğanın etki-siyle bu günkü hâline dönüşmüş şekli değildir. Tam tersine, insanoğlu, yüce Allah’ın topraktan yarattığı bir canlı türüdür. Daha önce içindeki-lerle beraber yeryüzü ve gökyüzü vardı. Ama insan yoktu. Sonra yüce Allah, insan dediğimiz bu canlı türünün ilk çiftini yarattı. Şu anda yer-yüzünde yaşayan insanlar işte bu çiftin çocuklarıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden ya-rattık ve sizi halklar ve kabileler kıldık.” (Hucurat, 13) “O sizi, tek bir ne-fisten yarattı ve kendisinden eşini var etti.” (A’râf, 189) “…Adem’in du-rumu gibi onu topraktan yarattı.” (Âl-i İmrân, 59)
Bazı doğa bilimcilerin, savundukları türlerine evrimleşmesi teorisi ve buna bağlı olarak günümüzde tartışılan insanın maymundan türemiş olduğu savı veya bazılarının iddia ettikleri gibi balıktan evrimleşmiş olması iddiası, kesin bir bilgiye dayanmayan varsayımlardan öte bir şey değildir. Bu teorilerin geliştirilmesi, bütünüyle bilimsel açıklama ve değerlendirmeleri bir esasa dayandırma çabasına yöneliktir. Bu de-ğerlendirmelerin göz önünde bulundurulması, kesin bilgiye dayalı ger-çeklerin göz önünde bulundurulması ile çelişmez. Hatta zihinsel im-kânlarla da bu tür varsayımlar çelişmez. Çünkü bunlar konuya ilişkin sonuç ve hükümleri bir gerekçeye dayandırma girişiminden öteye geç-mezler. İnşaallah: “Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı.” (Âl-i İmrân, 59) ayetini tefsir et-tiğimiz zaman konuya ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN RUH VE BEDENDEN OLUŞMASI
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü, ilk kez yarattığı andan itibaren, iki cüzün birleşimi, iki cevherin terkibi şeklinde yaratmıştır. İnsan, bedensel maddenin ve nefsin ve ruh denen soyut cevherin birle-şimidir. Bunların ikisi, yeryüzündeki hayat sürdükçe birbirlerinden ay-rılmazlar. Birbirlerine eşlik ederler. Sonra beden ölür, diri olan ruh on-dan ayrılır. Böylece insan, yüce Allah’ın katına döner. Yüce Allah bu süreci şu şekilde dile getirir: “Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir embriyo olarak yarattık; ardından o embriyoyu bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız. Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz.” (Mü’minun, 12-16) (Bu ayetlerin akışı içindeki “Sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik.” ifadesi dikkat çekicidir.)
Aşağıya alacağımız ayet-i kerime de aynı anlamı vurgulamaktadır: “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın.” (Sâd, 72)
Şu ayet-i kerime ise, verdiği mesaj bakımından diğerlerinden daha açıktır: “Dediler ki: Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız? Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız.” (Secde, 10-11) Bu-rada yüce Allah, kâfirlerin, ölümden sonra bedenin parçalarının bir da-ha dirilişe elvermeyecek şekilde ayrılıp, organlarının çürüyerek yok olmalarına ilişkin kuşkularına, ölüm meleğinin canlarını alacağını, onları kontrolünde tutup bir tarafa gidip kaybolmalarına izin vermeyeceğini vurgulayarak cevap veriyor. Şu hâlde yitip giden, çürüyerek helak olan bedenleridir, nefisleri değildir. Demek ki, insanın “kendi”si, be-deninden ayrı bir şeydir. İnsanların bedenleri toprağa karışır toz olur gider. Ama kendileri, yitip gitmezler, yok olmazlar. İnşaallah, yeri ge-lince, Kur’anın ışığında, insan ruhunun hakikatı üzerinde ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN GERÇEK BİLİNCİ VE EŞYA İLE İLİŞKİSİ
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü yaratmış ve onu bilinç ile donatmıştır. Ona işitme, görme organlarını ve kalp bahşetmiştir. Bu yüzden insan, kavrama ve düşünme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneği sayesinde, gözlemleyebildiği eşya ve olayları, içinde bulunduğu anda var olan şeyleri, geçmişte olanları, eşya ve olayların gelecekte alacakları biçim ve niteliklerini algılar, özümser. Dolayısıyla insan, bir şekilde olayları kuşatma becerisiyle donatılmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak, 5) “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme duyularını ve kalpler verdi.” (Nahl, 78) “Ve Adem’e isim-lerin hepsini öğretti.” (Bakara, 31) Yüce Allah, insan türü için, her şeyle bağlantı kurabilecek ve her olgudan yararlanabilecek özellikte bir va-roluş öngörmüştür. İnsanın bu varoluşsal yeteneği eşya ve olaylarla iletişim kurmaktan yada eşyayı başka şeylere ulaştırıcı birer araç gereç olarak kullanmaktan çok daha genel bir olgudur. Ki, biz insanın bu özelliğini, sanayideki olağanüstü becerisinde ve düşünsel metodoloji-sinde gözlemleyebiliyoruz.
Bu bağlamda yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için yerde olan-ların tümünü yaratan O’dur.” (Bakara, 29) “Kendinden bir nimet olarak göklerde ve yerde olanların tümünü sizin için boyun eğdirdi.” (Casiye, 13) Eşyanın insanoğlunun emrine verildiğini dile getiren bunun gibi birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
İNSANIN PRATİK BİLGİLERİ
Yüce Allah tarafından insanoğluna bahşedilen bu iki özellik, yani düşünme, algılama gücü ile varlıkları kendisine boyun eğdiren varo-luşsal rabıta, üçüncü ve olağanüstü bir başka özelliğin oluşması ile so-nuçlandı. Buda insanın kendi için bilgiler ve kavrayışlar hazırlaması, bunları eşya üzerinde tasarruf etme aşamasına yönelik olarak değer-lendirmesidir. Etkinlik ve objeler dünyasındaki varlıklar arasında faa-liyet gösterip varlığını ve neslinin devamını sağlama yönünde onlardan yararlanmasıdır.
Meseleyi biraz daha açacak olursak: Zihnini her türlü dış etkenden soyutlayıp, bütünüyle boş bir şekilde insan denen şu yeryüzü menşeli, düşünce ve iradesiyle hareket eden varlığa yönelttiğin zaman, bir an için ilk defa onu gözlemlediğini, ilk defa onunla karşılaştığını düşüne-cek olursan, bu canlı türünün bir tek ferdinin, bir canlı olarak sergile-diği faaliyetlerde, sayısız ve sınırsız kavrayış ve düşünüş eylemlerini devreye soktuğunu, bunları akıllara durgunluk veren birçokluğa, geniş boyutluluğa ve çeşitliliğe sahip olduğunu göreceksin. Bunlar bilgilerdir. Bu bilgilerin oluşumlarının, bir araya gelişlerinin, bölünüş ve bir-leşimlerinin baş etkenleri insanın gözle görülür veya görülmez duyula-rıdır. Yada insanoğlunun bu alanda düşünsel gücünün tasarrufudur. Bu tasarruf da ilk ve ön girişim yada ard arda yapılmaktadır. Bu realiteyi bir insan hem kendi üzerinde, hem de başkasının şahsında gözlemle-yebilir. Bunun için fazladan bir uyarı ve yönlendirmeye gerek yoktur.
Sonra bir kez daha adı geçen biliş ve kavrayışlara baktığında, bun-ların, bir bölümünün insan ile iradeye bağlı fiilleri arasına girmelerinin uygun olmadığını fark edersin. Yer, gök, su, hava, insan ve at kavram-ları, “Dört sayısı çifttir.” “Su akıcı bir maddedir.” “Elma bir meyvedir.” anlamları gibi olguları bu kategoride değerlendirmek gerekir. Bunlar, maddî objeler dünyası ile, bizim duyularımız ve kavrayışsal olgularımız arasında gerçekleşen etki ve tepkiler sonucu oluşan bilgilerdir. Nefsimiz üzerinde yaptığımız gözlemler sonucu algıladığımız (ve “ben” sözcüğüyle ifade ettiğimiz) bilgi ile, akıl aracılığı ile algılanan külli varlıklara ilişkin bilgi de bu kapsama girer. Bu tür bilgi ve kavrayışlar, bizden yana bir iradenin belirmesi yada bir fiilin sergilenmesini gerektirmez. Tersine, bunlar sadece, dışımızdaki olguları bize hikayet etmektedirler.
Az önce işaret ettiğimiz bu tür bilgilerin, tam aksine bir başka bil-giler de söz konusudur. Söz gelimi diyoruz ki: ortada güzel ve çirkin şeyler vardır. Yapılması ve yapılmaması gereken şeyler vardır. İyilik öz gösterilmesi gereken bir olgudur. Adalet olgusu güzeldir. Zulüm çirkindir.
Başkanlık, uyrukluk, kölelik ve efendilik kavramları vardır. İşte bu, düşünüş ve kavrayış zincirinde, bizden yana bir ilgi söz konusu değildir. Biz sadece, bunlarla meşgul oluyor, bunları ilişkilerimizde kullanıyoruz. İradeye bağlı hiçbir fiil bunların aracılığı olmadan ger-çekleşmez. Hayata ilişkin meziyetlerin ve unsurunun egemen olması için bunlara ihtiyaç vardır.
Bununla söz konusu bilgiler bize, objeler dünyasında yer alan de-ğişmez, bizimle ve kavrayışımızla bağımlılığı bulunmayan olguları hikayet etmezler. Nitekim, birinci kategoriye giren bilgiler açısından durum bundan farklıdır. Çünkü bu bilgiler ve kavrayışlar, amelin kap-samının dışında değildir. İçimizde, dış etkenlerin sonucu oluşmazlar. Tam tersine, bunlar, bizim kendimizin hazırladığımız, iç algılarımızın önceden bize ilham ettiği, dolayısıyla etkin güçlerimizin ve fonksiyon-ları fiil ve çalışma olan organik aletlerimizin bir gereği olarak bir şekilde bizim için oluşan bilgi ve kavrayışlardır. Örneğin beslenme içgüdümüz yada üreme güdümüz, eyleme geçme dürtüsü ve uyuşmadığı olgulardan kaçışı ile, sevgi, nefret, özlem, eğilim ve arzu gibi duygu şekillerinin meydana gelmesine yol açar. Ardından söz konusu duygu şekilleri bizi, adı geçen biliş ve kavrayışları, güzel, çirkin, gerekli, ge-reksiz, farz, caiz türü değerlendirmeler yapmaya zorlar. Bu değerlen-dirmelerin bizimle dışımızdaki objeler dünyası ve onlar üzerinde sergi-lediğimiz fiiller arasındaki iletişim süresinde aracılık işlevini görmele-riyle bizim açımızdan işlem tamamlanır. Bunun ışığında anlıyoruz ki, bir takım bilgi ve kavrayışlara sahibiz. Ancak bunların pratiksiz hiçbir değerleri yoktur. (Buna pratik bilgiler denir) Konunun bir sonuca bağ-lanması, ayrıntılı bilgi verilmesi, ileride uygun bir yerde gerçekleşe-cektir.
Ulu Allah, bu bilgi ve kavrayışı, pratik aşamasına geçiş için bir donanım olsun ve bununla evrende tasarrufta bulunsun ve bunun sonu-cunda yüce Allah, meydana gelmesini dilediği bir şeyi gerçekleştirsin diye, bizlere ilham etmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50) “Ki, O, yarattı; bir düzen işinde biçim verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi.” (A’lâ, 2-3) Burada, varlığı kemale ermesi yönünde tüm yaratılmışlar için öngörülen genel bir yol göstericilikten söz edilmektedir. Bu yol göste-ricilik canlı türünü bilinçli veya bilinçsiz olarak varlığını koruyup sür-dürecek faaliyetler ve çabalar içine sürükler.
Yüce Allah, özellikle insanlar hakkında şöyle buyuruyor: “Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve O’ndan sakınmayı ilham edene andolsun.” (Şems, 7-8) Bu ayet-i kerime insa-noğlunun, yüce Allah’ın fıtrî olarak ilham etmesi sonucu günah ve tak-vayı, yapması yada gözetmesi gerekeni ve yapması yada gözetmesi ge-rekmeyeni bildiğini ifade ediyor. İşte burada, pratik bir bilgi söz konu-sudur ki, insan nefsinin dışında bir anlam ifade etmez. Belki de, günah ve takvanın nefse izafe edilerek söz edilmesi ile, değindiğimiz bu ince-liğe işaret edilmektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.” (Ankebut, 164) Kuşkusuz, oyun gerçekliği söz konusu olmayan bir hayalden öte bir şey değildir. Dünya hayatı da öyle… Makam, mal, ilerilik, gerilik, başkanlık, uyrukluk gibi dünya hayatına ilişkin olgular, zihin dışı objeler dünyasında gerçekliği olmayan birer hayaldir. Sadece hayal edenin zihninde bir yer kaplarlar. Şöyle ki; bu olgulara ilişkin olarak zihin dışı objeler dünyasında olup bitenler, sa-dece insanın maddî âlemde sergilediği hareketler ve tasarruflardır. Bu hususta insan bireyleri ile durumları arasında herhangi bir fark yoktur.
Buna göre “başkan insan”dan gerçekte varolan, onun insanlığıdır. Başkanlığı ise sadece bir vehimdir. “Birisinin mülkü olan giysisi”nden gerçek olan giysidir. Birisinin mülkü olması ise, hayali bir olgudur. Zihnin sınırlarını aşamaz. Bu ölçüler dahilinde başka olguları da değerlendirebiliriz.
İNSANIN DİĞER VARLIKLARI KENDİ YARARINA KULLANMASI
İnsanı maddî âlemde faaliyet göstermeye yönelten, madde plânın-daki eylemlerle ilgili olmasını sağlayan, işte sözünü ettiğimiz bu bilgi ve kavrayışlar silsilesidir. Aynı şekilde bu düşünüş ve onaylamaların kapsamına, insanın, kemale ulaşma yolunda kullanabileceği her şeyi kullanmasının gerektiğini onaylaması da girer. Diğer bir ifadeyle, in-sanoğlu, mümkün olan her sebepten kendisi için yararlanmaya, hayatını sürdürme amacına yönelik olarak kullanmaya inanır. Bu yüzden medde üzerinde tasarrufta bulunmaya, maddî araç ve gereçlerden ya-rarlanmaya başlar. Bu aletleri de madde üzerinde kullanır. Örneğin bı-çak aletini kesme işinde, iğneyi dikiş işinde, kap-kacak gibi şeyleri, sıvı maddelerin muhafazasında, merdiveni de tırmanış için kullanır. Bunun gibi sayısız örnekler gösterebiliriz. Bunları birleşim ve ayrışımı açısından sınırlandırmak imkânsızdır. Göz önünde bulundurulan amaç-lara ulaşma, savaşım verilen hedeflere varmak için kullanılan yöntem ve sanayiler akıllara durgunluk verecek boyutlardadır.
Yine bu gerekçeyle insanoğlu, bitkiler üzerinde de çeşitli tasarruf-larda bulunur. Bununla üzerindeki tasarrufları sonucu birçok bitki tü-rünü gıda, giyim ve barınma alanında kullanır. Aynı gerekçeyle, hayvan türlerini kendi yaşamının çıkarı doğrultusunda kullanır. Hayvanların etinden, kanından, derisinden, kılından, tüyünden, yününden, boy-nuzundan, dışkısından, sütünden, ürününden ve tüm faaliyetlerinden yararlanır. Sırf hayvan türlerinden yararlanmakla da yetinmez. Bilakis, kendi hemcinslerinden elinden geldiğince yararlanır. Mümkün oldu-ğunca hemcinsinin varlığından ve bedensel faaliyetlerinden yararlan-manın yollarına bakar. Bütün bunlar, her zaman tanık olduğumuz ve gerçekliğinden kuşku duymadığımız olaylardır.
İNSANIN DOĞASI GEREĞİ UYGAR OLUŞU
Şu kadar var ki, insanoğlu kendi türünün, diğer bireylerinin, ken-disinin onlardan beklediği ve umduğu şeyleri kendisinden bekledikle-rini, umduklarını görünce onlarla uzlaşma yoluna gitti. Onlardan ya-rarlandığı oranda, kendisinden yaralanmalarına razı oldu. Bir uygarlık edinmenin, dayanışma esasına dayalı bir topluluk hâlinde yaşamanın zorunluluğuna hükmetmesi bu realiteden kaynaklanır. Ayrıca bu durum insanı, her hak sahibinin hakkını alabildiği, oran ve ilişkilerde dengenin gözetildiği bir sosyal istikrarın gerekliliğine inandırdı. Biz buna “Toplumsal Adalet” diyoruz.
İnsanın, uygar bir toplumsallığın ve sosyal adaletin gerekliliğine inanması, koşullarına kendisini zorladığı bir kaçınılmaz sonuçtur. Sö-zünü ettiğimiz bu zorlama olmasaydı, insan hiçbir zaman böyle bir yargıya varamazdı. İşte: insan doğası gereği uygardır. “Sosyal adaleti gerekli görür” sözü ile kastedilen, budur. Çünkü bu durum, az önce sö-zünü ettiğimiz kullanma, istihdam etme realitesinin doğurduğu bir so-nuçtur. İnsan bu sonuca ortamın zorlaması ile varabilmiştir. Nitekim insan bir başkasına karşı güçlendikçe toplumsal dayanışma ve sosyal adalet olgusu buna bağlı olarak zayıflar. Güçlü olan, zayıf olan kimse hakkında bu gerekliliği yerine getirmemeye başlar. Biz bu realiteyi, zayıf uluslarla güçlü uluslar arasındaki ilişkilerde gözlemleyebiliriz. Tarih de, uygarlık ve özgürlük çağı olarak nitelendirilen günümüze kadar hep bu realite doğrultusunda gelişme göstermiştir.
Bunu şu ayetlerden de algılayabiliriz: “Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72) “Gerçekten, insan, bencil ve haris olarak yaratıl-dı.” (Mearic, 19) “Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim, 34) “Hayır: gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde.” (Alak, 6-7)
Şayet sosyal adalet olgusu, insan doğasının birincil gereği olsaydı, toplumlar düzeyinde ilişkiler genellikle adalete uygun gelişme göste-rirdi. İş bölümünde güzellik, hoşnutluk esas alınırdı. Fertlerin eşitliği ilkesi gözetilirdi. Oysa, gözlemlenen realite bunun aksini göstermekte-dir. Bu güne kadar gördüğümüz; kudret ve galibiyetin fonksiyoner ol-duğu, üstün ve güçlü olanın isteklerini zayıf olana kabul ettirdiği, gali-bin mağluba öncülük ettiği; onu arzu ve amaçlarına erişmek maksadıyla sömürdüğüdür.
İNSAN TÜRÜNÜN BİREYLERİ ARASINDA İHTİLAF ÇIKMASI
İnsanın doğuştan başkasını kendi hizmetinde kullanma eğiliminde olmasına, insan bireyleri arasındaki, yaratılış, bölge, gelenek ve buna bağlı olarak ahlâkî yapı farklılıklarından kaynaklanan zorunlu ihtilaflar eklenince, zorunlu ihtilafların güçlülük ve zayıflık durumuna göre, sağlıklı bir toplumun sahip olduğu sosyal adalet ilkesinden sapmalar, buna bağlı yeni ihtilaflar ortaya çıkar. Bu yüzden güçlü olan zayıf olandan daha fazla yararlanmaya başlar. Galip olan, artık mağlup ola-nın kendisinden yararlanmasına izin vermeden ondan istifade etmenin yollarını arar. Buna karşılık zayıflar ve mağluplar da zayıf ve mağlup olarak kaldıkları sürece hile, komplo ve aldatma yolunu tutarlar. Ken-dileri de gün gelip güce ve galibiyete eriştiklerinde, kendilerine zulüm edenlere en şiddetli bir intikamla karşılık verirler. Bu tür ihtilafların baş göstermesi, bir tür hercümerce, alt-üst oluşa yol açar. Bunun sonu da hiç şüphesiz insanlığın helaki, fıtratın yok oluşu, mutluluğun bir daha geri gelmeyecek şekilde yitip gitmesidir.
Şu ayetler, bizim vurguladığımız bu realiteye işaret etmektedir: “İnsanlar tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştü-ler.” (Yûnus, 19) “oysa, onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler; Rabbinin rahmet ettikleri dışında, onları bunun için yarattı.” (Hûd, 119) Tefsirini sunduğumuz ayette yer alan şu ifadeyi de bu çerçevede değerlendirebi-liriz: “insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm versinler diye hak kitaplar indirdi.
Bildiğin gibi bu anlaşmazlığın insan topluluklarının bireyleri ara-sında baş göstermesi zorunludur. Bunun nedeni, yaratılışın farklı mad-delere dayanmasından dolayı, her kes açısından farklılık göstermesidir. Tüm fertler, gerçi insan olarak, insan olmanın dış görünümü olarak birdir. Ve biçimsel birlik, bir ölçüde düşünüş ve davranış birliği sağlar. Ancak yaratılışa esas olan maddelerin her ferde göre farklı olması, insanlar arasında bir açıdan benzerlik ve tıpa tıplık olmasıyla birlikte farklı algılayışlara, farklı kavrayışlara ve farklı durumlara yol açar. Bu farklılık da eylem ve davranış farklılığını doğurur. Sosyal düzenin alt-üst olmasının temeli budur.
Neden ve gerekçelerini sıraladığımız bu farklılık ve anlaşmazlıklar ortaya çıkınca, yasama erkinin işlevi devreye girer. Söz konusu anlaş-mazlık ve farklılıkları ortadan kaldırmaya yarayacak genel kanunlar koyma gereği doğar. Her hak sahibinin hakkını alması ancak bu yasalar sayesinde gerçekleşebileceği öngörüldüğü için, halkın bu yasalara uymaları zorunluluğu getirilir.
Günümüzde toplumu ıslah etme amacına yönelik olarak, yasa ko-yup uygulama bağlamında genelde iki yol izlenmektedir:
Birincisi: Toplumun, konulan yasalara uymaya zorlanması. Ki bü-tün insanlar yasama hakkına sahip olma noktasında, ortak bir pozis-yonda ve tam haklarda eşit konumda olsunlar. Yani, bireyin, hayatın kemale ermesi açısından kendisine yarayan her türlü imkânı elde etmesi öngörülür bu yöntemde. Ayrıca, tevhit (Allah’ın tek ve ortaksız rablığı) ve üstün ahlâk gibi dinsel öğretiler gözetilmez. Bu yöntemde tevhide yer yoktur. Ahlâk ise, topluma ve toplumun durumuna uygun olan bir şey, üstün ahlâk olarak nitelendirilir. Buna göre, toplumun gelişim sürecinde bir gün iffet, bir gün müstehcenlik, bir gün doğruluk, bir gün yalan, bir gün güvenirlik ve bir başka gün de hainlik üstün ahlâk olarak nitelendirilebilir.
İkincisi: Toplumun kendi durumuna uygun ahlâkî yöntemlerle eği-tilerek kanunlara itaat etmeye, onlara saygılı olmaya zorlanması. Bunun yanında toplumsal eğitim sürecinde dinsel öğretilerin dışlanması…
Toplumsal anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve insan türünün bir-lik ve bütünlüğünü sağlamak için, bu gün sözünü ettiğimiz bu iki yön-tem uygulanmaktadır. Bunlardan biri, sadece otorite gücüne dayanır-ken, diğeri ahlâkî eğitim gücüne dayanmaktadır. Ne var ki, her iki yöntem de, bu gün tanık olduğumuz çeşitli alanlardaki bozgunculukla-ra yol açmalarından da anlaşıldığı gibi cehalet esasına dayanırlar. İnsan türünün sonunu hazırlıyorlar ve insan gerçeğini yok ediyorlar. Çünkü insan denen bu varlık, yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Varlığı, O’nun sanatının eseridir. Varlık sahnesine O’nun yanından adımını atmış ve tekrar O’nun katına dönecektir. İnsan için, şu dünya varoluşu-nun sonunda, başlayacak bir sonsuz hayat söz konusudur. Sonsuz, ke-sintisiz upuzun bir hayat ve bu hayat dünya hayatına, insanın dünya hayatındaki hayat biçimine göre mahiyet kazanacaktır. İnsanın dünya hayatında Allah’a kul olması, O’ndan gelip O’na dönmesi anlamına ge-len tevhid ilkesine uygun olarak belirlediği tavırlar ve edindiği karak-terler, ahiret hayatının niteliği üzerinde belirleyici rol oynayacaktır. Bu yüzden insanoğlu bu dünyadaki hayatını tevhid ilkesini unutma ve gerçeği örtbas etme esasına dayandırdığı zaman, nefsini helak eder, in-sanlık hakikatine ölümcül bir darbe indirir.
Günümüzde, insanlar arası anlaşmazlıkları ortadan kaldırma ama-cına yönelik olarak, yasama açısından bu iki yöntemi uygulayan bu in-sanlar, bir kente doğru yola koyulan bir kafileyi andırırlar. Kafile yol-culuk için gerekli olan yiyecek, içecek ve araç-gereci eksiksiz olarak yanına almıştır. Bunlar yolculuk esnasında bir yerde mola verirler. Çok geçmeden, aralarında anlaşmazlık baş gösterir. Savaşlar, kavgalar, ırza tecavüzler, başkasının malına ve yerine el koymalar başlar. Bunun sonucunda can ve mal güvenliğini sağlama hususunda nasıl bir yol izle-yeceklerine karar vermek üzere birbirlerine danışma gereğini duyarlar.
Biri der ki: sahip olduğumuz her şeyden ortakça yararlanmalıyız. her kes toplumsal ölçüler dahilinde istifade edebilir. Çünkü gideceği-miz başka bir yer yoktur. Buna muhalefet edenler güç ve politik yön-temlerle bertaraf edilmeli ve cezalandırılmalıdır.
Bir diğeri de şöyle bir öneride bulunur: Aranızdaki anlaşmazlıkları giderecek kanunları, varolan kişilikleri baz alarak belirlemelisiniz. Siz, bu kişilikleri, çıkıp geldiğiniz memleketinizden getirdiniz. Her biriniz, sahip olduğunuz karakteristik kişilikler doğrultusunda şefkatli, mer-hametli, duygusallık, sevecenlik ve faziletle davranmalısınız. Sonra bu özellikleriniz doğrultusunda, elinizdeki her şeyden ortakça yararlan-malısınız. Çünkü sahip olduğunuz başka bir şey yoktur. Gidebileceğiniz bir diğer yurdunuz da mevcut değildir.
Konuşmacıların her ikisi de yanılıyor. Kafiledekilerin yolculukta olduklarını unutmuşlardır. Bu yüzden bir yolcu bütün durumlarda yur-dunun durumunu ve varmak istediği hedefin mahiyetini ve durumunu göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Eğer bunlardan birini unu-tacak olursa, sapıklık, şaşırmışlık, azgınlık ve helakten başka bir şeyle karşılaşmayacaktır.
İçlerinde gerçeği kavramış olan ise, şöyle der: elinizdekilerden, bu gece için gerektiği kadarıyla yararlanın. Yanınızda, ileride yararlanacağınız kadar azık bulundurun. Çünkü gideceğiniz yol uzundur. Vata-nınızdan ayrıldığınızda sizden istenenleri ve varmayı amaçladığınız hedefleri unutmayın!
ANLAŞMAZLIKLARIN DİNLE ORTADAN KALDIRILIŞI
Yüce Allah tarafından konulan yasa ve kanunlar da bu amaca yö-neliktir. İlâhî yasalar sisteminin esası tevhid (Allah’ın tek ve ortaksız ilâhlığı), inanç, ahlâk ve davranış bütünlüğüdür. Diğer bir ifadeyle, ya-samanın gerekçesi, insanlığa kimliklerini, nereden gelip nereye gideceklerini ve dünya hayatında yanlarında fayda sağlayacak bir tavır içinde olmaları gerektiğini öğretmektir. Dini yasamanın asıl misyonu, insanlığa ahirette yaşayacağı şeyleri bu dünya hayatında pratiğe dök-mesini somut olarak göstermektir. Şu hâlde, dini yasalar ve ilâhî ka-nunlar bilgiye dayanırlar. Başka şeye değil. Yüce Allah buyuruyor ki: “Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etme-menizi emretmiştir. Dosdoğru olan dini işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 40) Şu anda tefsirini sunduğumuz ayette ise, yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak ki-taplar indirdi.” Görüldüğü gibi, peygamberlerin müjdeciler ve uyarıcı-lar olarak gönderilişleri, insanlar arası anlaşmazlıkları giderici hüküm ve yasalar içeren kitabın indirilişi birbirlerini bütünleyen unsurlar olarak sunuluyor.
Şu ayet-i kerime de aynı gerçeği vurguluyor: “Dediler ki: bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi ‘kesintisi olmayan zamandan başkası helake uğratmıyor.’ Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar.” (Casiye, 24) Kâfirlerin bu sözü ısrarla getirmeleri, sadece ahiret hayatının varlığına ilişkin düşünceyi reddetme amacına yönelik değildir. Tam tersine bunun birincil sebebi, ahiret hayatının varlığına inanmanın ve bu yönde bir davet hareketi içinde olmanın, dünya hayatını ahiret hayatına göre ayarlama zorunluluğunu doğuracak olmasıdır. Kâfirler biliyorlar ki, ahi-ret hayatının varlığına inanmak, ibadet muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve siyaset bütünlüğünden oluşan şeriat hükümlerini ve pren-siplerini kapsayan dinsel kanunlara itaat etmeyi gerektirir.
Özetleyecek olursak: Ahiret hayatının varlığına inanmak dine bo-yun eğmeyi, dinin hükümlerini hayata egemen kılmayı ve her türlü durum ve davranışta ölümden sonra diriliş ve ahireti göz önünde bulun-durmayı gerektirir. Bu yüzden kâfirler, sosyal hayatı sırf dünya hayatını esas alıp düzenleyerek ve dünyanın ötesine hiç önem vermeyerek, ahiret inancını reddetme yönüne gittiler.
“Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz. Şu hâlde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyen-den yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri son sınır budur.” (Necm, 28-30) Bu ayetlerde yüce Allah, kâfirlerin dünya hayatını zan ve cehalet temelleri üzerinde bina ettiklerini vurguluyor. Oysa ulu Allah, insanları barış ve esenlik yurduna çağırır. Dinini ve hak ilkesine ve kesin bilgiye dayalı olarak sistemleştirir. Peygamberse, insanları kendilerine hayat verecek prensiplere çağırmaktadır: “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resulüne icabet edin.” (Enfâl, 24) Burada kastedilen hayat, şu ayeti kerimelerde mahiyet olarak ortaya konmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?” (En’âm, 122) “Peki, sana rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen gibimidir? Ancak akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler.” (Ra’d, 19) “De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 108) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? şüphesiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler.” (Zümer, 9) “Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın.” (Bakara, 129) Konuya ilişkin örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Kur’ân-ı Kerim ilmi öven, insanları ilim öğrenmeye davet eden, ilme teşvik eden ayetlerle doludur. Her şeyden önce, denildiği gibi İslâm doğuşundan önceki dönemi cahi-liye dönemi olarak adlandırmış olması bu konuda yeterli bir kanıttır.
Bu söz ne kadar da insaftan, adaletten uzaktır: “(Güya) Din, bilim-le çelişen, onu dışlayan, körü körüne taklit ve cehalete dayanır!” Bunu söyleyenler, doğa ve sosyal bilimlerle uğraşan bazı kimselerdir. Bu uğraşıları boyunca, doğa ötesini kanıtlayacak bir ipucuna, bir veriye rast-layamadıkları için, kanıtın yokluğunu, yokluğun kanıtı olarak algıladı-lar. Bu sanılarında büyük bir yanılgıya düştüler, değerlendirmelerinde gerçekleri çarpıtmış oldular. Sonra dönüp, hemcinslerinin hayatına egemen olan ve adına din denilen, aslında dinle alakası bulunmayan şirk nitelikli bir tapınma sisteminden öte bir şey olmayan –ki Allah ve Resulü müşriklerden beridir dinsel tören ve ayinlere baktılar ve bu yargılarını pekiştirdiler. Bu kafa yapısı ile, insanları tek ve ortaksız Al-lah’a kulluk sunmaya, sadece O’na itaat etmeye ilişkin davetle karşılaş-tıkları zaman da bunu, bilgiye dayanmayan bir taklit olarak algıladılar. Oysa bu yargılarında yanılıyorlardı. Gerçek din, cehalete ve körü körü-ne taklide davet etmekten yücedir. İnsanı, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir ameli işlemeye çağırmaktan yada bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın bir misyona, bir mesaja önayaklık etmekten uzaktır, beridir. Allah’a karşı yalan söyleyenden veya Allah katından kendisine gelen hak içerikli mesajı yalanlayandan daha zalim kimse olmaz.
DİNİN KENDİSİNDE ANLAŞMAZLIĞA DÜŞME
Toparlayacak olursak; Yüce Allah, dünya ve hayata ilişkin mese-lelerle ilgili olarak insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkların ilk kez din aracılığı ile giderildiğini haber vermektedir. Şayet ortada din dışı yasalar varsa, bunlar dinin bu işlevini taklit etmekten öte bir şey değildir.
Ardından yüce Allah, insan denen bu canlı türünün dinin kendisi hakkında da kendi arasında anlaşmazlığa düştüğünü, bu durumun özel-likle kendilerine apaçık kitap verilen din bilginleri arasında, sırf çeke-memezlik, zulüm ve aşırılık yüzünden baş gösterdiğini haber vermek-tedir “O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı (yasalaştırdı)… Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra yalnızca aralarındaki tecavüz ve haksızlık dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinin adı konulmuş bir vakte kadar verilmiş sözü olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti.” (Şûrâ, 13-14) “İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından verilmiş bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu.” (Yûnus, 19) Her iki ayetin orijinalinde geçen “kelime (=söz)” kavramı ile kastedilen husus ise, şu ayet-i kerime de açıklanmaktadır: “Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve yararlanma vardır.” (A’râf, 24)
Şu hâlde, din hakkında baş gösteren anlaşmazlık, saldırganlık ve azgınlıktan ileri geliyor, fıtrat menşeli değildir. Çünkü din, fıtrat men-şelidir. Niteliği bundan ibaret olan bir şeyle, yaratılışın sapması ve hü-kümleri ile çelişmesi düşünülemez. Yüce Allah, bu gerçeğe şöyle işaret ediyor: “Öyleyse sen yüzünü, Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din budur.” (Rûm, 30) Tefsirini sunduğumuz ayet ilişkin açıklamalarımızın kapsa-mında, bazı temel değerlendirmelerde bulunmuş olduk böylece.
DÜNYA HAYATINDAN SONRA İNSAN
Bunun yanı sıra yüce Allah, insanoğlunun toplumsal nitelikli bir hayat yaşadığı bu dünyadan göçüp, berzah (ölümle haşir arası ara dö-nem) adı verilen bir başka yurda taşınacağını haber veriyor. Ne var ki, insanoğlunun dünya sonrası hayatı bireyseldir. Hayatın bireyselliği, dayanışmalı toplumsallıkla, ortaklık ve yardımlaşma ile bir bağlantısının olmaması demektir. Bilakis orada, hayata egemen olan tüm hü-kümlerde, otorite kendi varlığınındır. Bir başkasının varlığı, dayanışma ve yardımlaşma adı altında kesinlikle onun hayatına etki edemez.
Eğer orada da, gözlemlediğimiz maddî âleme egemen olan doğal sistemin egemenliği söz konusu olsaydı, dayanışma ve ortaklık nitelikli bir yöntemin orada da kaçınılmaz olurdu. Ne var ki, insan, artık bu tür hayatı geride bırakmıştır. Rabbine yönelmiş bulunmaktadır. Daha önce sahip olduğu tüm pratik bilgileri geçersiz olmuştur. Artık başkalarını kullanma, madde üzerinde tasarrufta bulunma gereğini duymamaktadır. Uygarlığa, sosyal dayanışma ve dünyada geçerli olan diğer hükümlere ihtiyaç kalmamıştır. Onun için tek seçenek amellerinin, iyilik ve kötülüklerinin sonuçlarının yoldaşlığıdır. Bu âlemde, artık sadece işin gerçeğini görür. Hakkında anlaşmazlığa düştükleri o büyük haber olanca gerçekliğiyle gözlerinin önündedir: “Onun söylemekte olduğuna biz mirasçı olacağız; Bize, yapayalnız tek başına gelecektir.” (Meryem, 80) “Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker, yapayalnız ve yalın olarak bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki bağlar parçalanıp koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.” (En’âm, 94) “İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl mevlaları olan Allah’a döndürü-lecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzakla-şacaklar.” (Yûnus, 30) “Ne oluyor size, birbirinizle yardımlaşmıyorsu-nuz? Hayır, bu gün onlar teslim olmuşlardır.” (Sâffat, 25-26) “Yerin baş-ka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim, 48) “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur. Şüphesiz kendi emeği görülecektir. Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir.” (Necm, 39-41) Bunun gibi birçok ayet sıralanabilir.
Bu ayetlerden algıladığımız kadarıyla insan, öldükten sonra, yeni hayatı doğrultusunda bir değişime uğrayacaktır. Karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma esasına dayanan sosyal bir hayat yaşamayacaktır. Şu dünya hayatında kendi doğal donanımı sonucu icat ettiği pratik bilgile-ri kullanamayacaktır. Yani hayatında sadece çalışmasının meyvesini, çabasının neticesini devşirecektir. Her şey en açık biçimde ortaya konacak ve her şeyin karşılığı eksiksiz olarak verilecektir.
* * *
213) İnsanlar tek bir ümmetti.
Ayetin orijinalinde geçen “en-nas” kelimesinin anlamı bellidir: Bir araya gelmiş insan bireyleri demektir. “Ümmet” ise, insanlardan oluşan topluluğa denir. Bazen bir fert anlamında da kullanılmıştır: “Gerçek şu ki, İbrahim tek başına, Allah’a gönülden itaat eden bir ümmetti.” (Nahl, 120) Bazen uzun bir zaman dilimi anlamında kullanılmıştır: “Nice zaman sonra hatırladı” (Yûsuf, 45) Yani, yıllar sonra hatırlayabildi. “Andolsun, onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek…” (Hûd, 8) Bazen de din ve millet anlamında kullanılmıştır. Nitekim bazıları, şu ayetleri bu anlamı esas alarak yorumlamışlardır: “Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse benden korkup sakınınız.” (Mü’minun, 53) “Gerçekte, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiyâ, 92) “Ümmet” kelimesinin aslı, “emme/yeummu”dur ve “kastetmek” demektir. Bu yüzden, topluluk için kullanılmıştır. Ama her topluluk için bu isim kullanılmaz. Tam tersine, sadece aynı maksat ve aynı gaye etrafında birleşmiş topluluklar için kullanılır. Bir topluluğun “ümmet” olarak nitelendirilmesi için, bu topluluğun bireylerini bir tek bağ bir arada tutmalıdır. İşte bu kavram, hem bir fert anlamını, hem de diğer anlamlarda kullanıldığı zaman bu mana göz önünde bu-lundurularak kullanılmıştır.
Her hâlukârda ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan de-nen bu canlı türü, dünya hayatının bir döneminde, birlik ve beraberlik içinde yaşıyordu. Hayatına sadelik ve basitlik egemendi. Hayata ilişkin meseleler etrafında çekişmeler çekişmeler ve didişmeler tarzında bir anlaşmazlık yoktu aralarında. Dinsel ve mezhepsel farklılıklar, görüş ayrılıkları yaşanmıyordu. İhtilafın bu zaman diliminde yaşanmadığının kanıtı şu ifadedir: “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” Görüldüğü gibi, peygamberlerin gönderilişi ve anlaşmazlıkları çözmek üzere kitapla hükmedişleri, insanların tek bir ümmet oluşlarından sonrasına denk düşmektedir. Şu hâlde, hayat meselelerine ilişkin anlaşmazlıklar, insanların birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarından sonra baş göstermiştir. İkinci tür bir anlaşmazlık ve ayrılığın söz konusu olmadığının kanıtı ise, şu ifadedir: “Birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir.” Şu hâlde, din etrafındaki anlaşmazlıklar, kitabın indirilişinden sonra, ona ilişkin bilgileri yüklenenler tarafından sergilenmiştir.
Ayet-i kerimeden çıkardığımız bu sonucu aklî kanıt da pekiştir-mektedir. Çünkü, insan denen bu canlı türünün sürekli bilim ve düşün-ce alanında ilerlediğini, bilimsel ve kültürel düzeyini yıldan yıla, ku-şaktan kuşağa arttırdığını, bununla toplumsal varlığının temel dina-miklerini gün be gün pekiştirdiğini gözlemliyoruz. İnsanoğlu günü-müzde en ayrıntılı ihtiyaçlarını gidermede, doğaya dizgin vurma ve hayatın her türlü meziyetlerinden istifade etme çabası içindedir. Gü-nümüzden geriye doğru şöyle bir baktığımızda, insanın hayatın sem-bolleri ve doğanın sırları hakkında daha az bilgiye sahip olduğunu gö-rürüz. Bu gözlemimizi, ilk insana vardırıncaya kadar sürdürdüğümüzde hayata ilişkin birkaç bilgi kırıntısından başka bir şey bilmeyen bir insan tipi ile karşılaşırız. İlk insanlar, sanki apaçık şeylerden başkasını algılayamazlar ve ancak en basit şekliyle varlıklarını sürdürmeleri sağ-layacak düşünsel teoriler geliştirebilirler. Bitkiler aracılığı ile beslenme yada avlanarak geçimini sağlama, mağaralarda barınma, taşlar ve sopalarla kendini dış saldırılara karşı savunma gibi. En eski çağlarda, insanın hâli bundan ibaretti. Bilindiği gibi, durumu bu ilkellikte olan bir topluluk için de önemsenecek bir ihtilaf, bir anlaşmazlık, toplumsal hayatı, birlikteliği yaralayacak bir bozgunculuk baş göstermez. Tıpkı bir sürü gibi, bazılarının ele geçirdiği şeyi bulmaktan başka bir sorunları olamadan yaşayıp giderler. Tasasız, sorunsuz bir ağılda, bir yemlikte ve sulak yerde hayatlarını sürdürürler.
Ne var ki daha önce de işaret ettiğimiz gibi insanoğlu başkasını kullanma özelliğine sahip olduğu için, bazısının diğer bazısının ihti-yaçlarını gidermesi şeklinde cereyan eden dayanışma esaslı bir zorunlu birliktelik, bireylerin arasında anlaşmazlıkların, yengi ve yenilgilerin baş göstermesine engel olmamaktadır. Çünkü insanın, yararlanma çizgisi doğrultusunda gün geçtikçe bilgi ve gücü artma eğilimi göstermekte, her gün yeni meziyetlerin farkına varmakta, gün be gün çevreden istifade yolunda daha ince, daha ayrıntılı yöntemler keşfetmektedir. İçlerinde güçlüler, zorbalar, tuttuğunu koparanlar ve kudret sahipleri vardır. Zayıflar, düşkünler, alt düzeyde insanlar vardır. İşte anlaş-mazlıkların menşei bu durumdur. Ve bu insanın başkasını kullanma, istihdam etme (kendi hizmetinde çalıştırma) özelliğinin önayak olduğu bir anlaşmazlıktır. Nitekim insanın sahip olduğu bu karakteristik özel-lik, toplumsallık ve uygarlık olgularının da birinci etkeni olmuştur.
Aralarında hükmedecek, işlerini adalete göre çekip çevirecek ve durumlarını düzeltecek bir üçüncü hakim bulunduğu sürece fıtrat men-şeli iki olgunun çarpışmasının bir sakıncası yoktur. Bu tıpkı, sergilediği faaliyetlerinde sahip olduğu çeşitli güçleri yarıştıran ve böylece güçleri arasında çatışma meydana gelen adamın durumuna benzer. Örneğin insanın sahip olduğu beslenme içgüdüsü, hazmedilmeyecek, mide tarafından kabul edilemeyecek bir şeyin yenmesini gerektirirse, ortada dengeyi sağlayacak, ve adalete uygun bir çözüm getirecek akıl vardır. Her bir güç ve içgüdü için gerekli olanı öngörür. Böylece aktivite hâ-lindeki bu güçlerin her biri, öteki ile çatışmadan faaliyet gösterecek şekilde belli bir ölçüye kavuşmuş olur.
Fiilen yaşadığımız ve somut olarak tanık olduğumuz, fıtrat menşeli iki hüküm çatışmasını bu tarzda ele alıp değerlendirmek gerekir. Buna göre, insanın uygarlaşmaya yönelik hareket tarzı ile, anlaşmazlık çıkarcı hareket tarzı bir zıtlaşmaya yol açar. Fakat yüce Allah, müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndererek ve insanlar arasında baş gösteren ihtilaflar hakkında hükmetmek üzere kitap indirerek, mevcut anlaş-mazlıkları gidererek, söz konusu çatışma durumunu bertaraf eder.
Bu açıklamanın ışığında, bazılarının ileri sürdükleri şu görüşün yanlışlığı ortaya çıkıyor: “Bu ayetle verilmek istenen mesaj şudur; in-sanlar başlangıçta doğru yol üzere hareket eden bir ümmetti. Çünkü anlaşmazlık, tamamen kitabın içerdiği misyonu üstlenen bilginlerin aralarındaki tecavüz ve haksızlık yüzünden ve kitabın inişinden sonra baş göstermiştir…”
Fakat bu görüşü savunan kimse, ayet-i kerimenin bir değil iki ihti-laftan söz ettiğinin farkında değildir. Ki biz bunu açık biçimde ortaya koyduk. Ayrıca iddia sahibi bir diğer gerçeği de göz ardı etmektedir: Eğer insanlar başlangıçta doğru yol üzere idiyseler, bunlara peygamberler gönderip, üzerlerine kitap indirerek onları ihtilaflar yüzünden tecavüz ve haksızlığa, içlerinde bozgunculuğun yaygınlaşmasına, insanın batınında gizli olan küfür ve günah gibi eğilimleri kışkırtmaya, yıkımı gerektirici ahlâkî çirkeflerin ortaya çıkmasına yol açmaya ne gerek vardır? Bunun gerekçesi neydi? Ayrıca: Ayeti kerimenin verdiği mesaj: insanlar sapıklık üzere yaşayan tek bir ümmetti, şeklindedir. Eğer böyle olmasaydı, ayetin devamında ‘Allah peygamberler göndererek’ ifadesinin yer almış olmasının bir anlamı olmayacaktı…” şeklindeki iddianın yanlışlığı ortaya çıkıyor.
Çünkü bu iddia sahibinin işaret ettiği ve “Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.” sözünde ifadesini bulan ihtilaf ancak kitabın inişinden ve ayetlerinin insanlara açıklanışından sonra onu tebliğ etmekle yükümlü din bilgin-lerinin kötü karakterlerinden kaynaklanmıştır. Şayet insanlar, peygam-berlerin gönderilişinden ve kitabın indirilişinden önce küfür, nifak ve günah nitelikli bir sapıklık üzere idiyseler, bu durumdan kitabı koru-makla yükümlü din bilginlerini sorumlu tutmanın mantığı ne olabilir?
Bu açıklamaların ışığında bir başka görüşün de yanlışlığı ortaya çıkıyor. Bu görüşü savunanlara göre, ayette geçen “insanlar”dan maksat İsrailoğulları’dır. Çünkü yüce Allah, bir saldırganlık yüzünden ihtilafa düştüklerinden söz etmektedir. “Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecavüz ve azgınlıktan dolayı ihtilafa düştüler.” (Casiye, 17)
Bu görüş, kanıtsız ve dayanaksız tefsirin tipik örneğidir. Bir kavmi sırf bir sıfatla nitelemek, o niteliğin onlara özgü olmasını ve onlarla sı-nırlı kalmasını gerektirmez.
Bundan daha da kötüsü, şu görüştür: “Ayet-i kerimede geçen in-sanlar (=en-nas)dan maksat, Hz. Adem’dir (a.s). Buna göre Hz. Adem (a.s) doğru yol üzerinde bulunan tek bir ümmetti. Sonra onun soyu içinde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, onlara peygamberler gönderdi…” Ayet-i kerime ne bütün, ne de parça parça, olarak bu iddia ile örtüşmemektedir.
Ayrıca, şu görüşün de yanlış olduğunu görüyoruz: “Ayetin başında yer alan ‘kane’ edatı, ‘Allah, üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.’ (Fetih, 7) ayetinde olduğu gibi ‘zamana delalet etme’ özelliğinden soyutlandı-rılmıştır. Dolayısıyla, her zaman olan, değişmez bir realiteye delalet etmektedir. Buna göre, ayet-i kerimenin verdiği mesaj şudur: İnsanlar, doğuştan uygar olmaları hasebiyle tek bir ümmettirler. Dolayısıyla do-ğuştan uygar olan insan türünün bir ferdi varoluşsal ihtiyaçlarının çok-luğu, hayatın gereklerinin kapsamlılığı yüzünden hayatını tek başına sürdüremez. Hayatın kemale ermesi, ancak fertlerin bir araya gelip da-yanışma içinde hareket etmeleri ve işbirliği içine girmeleri ile mümkün olabilir. Bu iş ve emek mübadelesi ile, her fert, çalışmasının sonunda hakkettiğini alır, geri kalanını da başkasına verir. Bunun bedeli olarak da, ihtiyaç duyduğu varoluşsal olarak hakkettiği başka şeyler alır. İn-sanın bu karakteristik özelliği, bu kaçınılmaz durumu, hiçbir zaman toplumsuz ve dayanışmasız olamaz. İnsan denen bu toplumsal, bu uy-gar canlı türünün bu güne kadarki, tarihsel realitesi de bu tezimizi desteklemektedir. İnsanın toplumsal ve uygar oluşu, bu gün de gerçekliği-ni koruyan bir olgudur ve bu, onun fıtratının ve yaratılışının bir gereğidir. Ancak insanın bu değişmez karakteristik özelliği, anlaşmazlıkla-rın baş göstermesinin, sosyal düzenin bozulmasının da ana nedenidir. Bu yüzden yüce Allah, son derece yerinde ve hikmetli bir kararla, adı geçen anlaşmazlıkları ortadan kaldıracak kanunları koymayı öngörmüş-tür. Bu kanunları (şeriat) müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndermek, onlarla birlikte, anlaşmazlık konusu meselelerin çözümüne ilişkin hü-kümler içeren kitaplar indirmek suretiyle, insanlara duyurmuştur.
Kısacası, insanlar tek bir ümmettir, doğuştan uygardırlar. Bu yüz-den, anlaşmazlığın ana sebebi olan toplu hâlde yaşama olmadan edemezler. Bu yüzden yüce Allah peygamberler göndermiş, kitaplar in-dirmiştir.
Bu yaklaşım doğru değildir. Özellikle, iddia sahibi uygar olmayı insanın doğasının birincil özelliği, toplumsallık ve hayatta beraber ve ortak yaşamayı özünden kaynaklanan bir gereklilik olarak ele alıyor. Oysa, yukarıda durumun böyle olmadığını gördün. Tam tersine onun temel özellik dediği şey, koşulların zorladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim de bunun aksini göstermektedir.
İkincisi: Peygamberlerin gönderilişini ve kitabın indirilişini sırf, insanın doğuştan uygar olmasını göz önünde bulundurarak izah etmeye kalkışmak, ancak, doğuştan uygar olmayı, ihtilafın baş göstermesinin, bozgunculuğun ortaya çıkışının başlıca etkeni şeklinde kayıtlan-dırmadıkça, doğru bir değerlendirme olmaz. Bu durumda, cümle içinde takdiri bir ifadeye yer verme durumu doğar ki, bu, ayetin açık anlamı ile çelişmektedir. Kaldı ki, iddia sahibi de, sözün akışı içinde “ihtilaf” olgusunun takdir edilmesine razı görünmemektedir.
Üçüncüsü: Bu iddia, Ayet-i kerimenin üzerinde durduğu, etraflıca irdelediği anlaşmazlık olgusunu teke indirgeme esasına dayanıyor. Oysa ayet-i kerime, iki ayrı anlaşmazlık olgusunun varlığını ortaya koymaktadır. Ayet içinde yer alan bir ifadede: “Ve beraberlerinde, in-sanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi.” buyuruyor. Ki burada, kitabın indirili-şinden önce meydana gelen bir anlaşmazlıktan söz ediliyor. Anlaşmaz-lığa düşenler de tüm insanlardır. Sonra buyuruluyor ki: “Oysa kendile-rine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden (kitap hakkında) anlaşmazlığa düşenler, o, ki-tap verilenlerden başkası değildir.” Yani, anlaşmazlığa düşenler, kitabı uygulamakla yükümlü olan din bilginleridir ve anlaşmazlığın sebebi de aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Bu son cümlede işaret edilen anlaşmazlık olgusu, kitabın indirilişinden sonraya tekabül etmektedir. Bu ikinci anlaşmazlığın kahramanları ise, sadece din bilginleridir. Tüm insanlar değil. şu hâlde sözü edilen bu iki anlaşmazlık mahiyet olarak birbirinden tamamen farklıdır. Birinde başlıca etken, bütünüyle din alimleri arasındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Ötekisi ise, daha farklı ve kapsamlı boyutlara sahiptir.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi.
Yüce Allah, ifadenin orijinalinde, “gönderme” fiilini vurgulamak üzere, aynı anlama gelecek “irsal” vb. gibi fiiller yerine özellikle “baase” fiilini kullanmıştır. Çünkü ayet-i kerimede işaret edilen, insanlığın ilk dönemlerindeki bu birlik ve beraberlik hali, durgunluk ve suskunluk niteliklidir. Bu yüzden, insanı uykudan veya rahatından uyandırmak anlamına gelen “baase” fiilinin kullanılmış olması, yerinde bir seçimdir. Belki de o dönemde gönderilen peygamberlerin “mürsel” ya da “resul” yerine “nebiler” olarak adlandırılmış olmasının gerekçesi de bu inceliktir. Ayrıca daha önce de vurguladığımız gibi, peygamberlerin gönderilişinin ve kitabın indirilişinin özü, insanlara gerçeği açıklamak, varoluşlarının ve hayatlarının gerçek mahiyetini onlara tanıtmak, Rableri tarafından yaratılmış olduklarını hatırlatmak, onun da kendi-sinden başka ilâh bulunmayan yüce Allah olduğunu vurgulamaktır; iz-ledikleri yolun ve çektikleri meşakkatin O’na doğru olduğunu, sonunda O’na varmak için yol aldıklarını, büyük ve olağanüstü bir günde dirilti-leceklerini, şu anda yol üzerindeki bir mola yerine konaklamış olduk-larını, buradaki hayatın bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir ger-çekliğinin bulunmadığını, bu hayatta ve bu hayata ilişkin faaliyetlerin-de bu gerçeği sürekli akıllarında bulundurmaları gerektiğini, nereden geldiklerini, nerede bulunduklarını ve nereye gideceklerini her zaman düşünmekle yükümlü olduklarını hatırlatmaktır. Bu ise, “resul”den çok, “yanında başkasına ulaştırılmak üzere bir haber bulunan kimse” anlamına gelen “Nebi” kavramı ile ifade edilmeye daha uygun bir an-lam örgüsüdür. Bu yüzden gönderilen peygamberler “nebi” olarak ni-telendirilmiştir.
Nebilerin gönderilişinin yüce Allah’a nispet edilmiş olması, pey-gamberlerin vahyi algılarken, ilâhî mesajları insanlara açıkça duyurur-larken, ismet (yanılmazlık)sıfatına sahip olduklarına yönelik bir işaret içermektedir. Konunun sonuna doğru, bu hususla ilgili olarak daha ay-rıntılı bilgi sunacağız.
Tebşir (=müjdeleme) ve inzar (=uyarma) kavramlarına gelince ki, biri; inanıp takva sahibine Allah’ın rahmetini, hoşnutluğunu ve cenne-tini vaat etmek, diğeri de, Allah’ın mesajını yalanlayıp, peygambere baş kaldıranı Allah’ın gazabı ve cehennem azabı ile tehdit etmek demektir. Bu iki olgu, davet sürecinde, orta halli insanın ilgisini çekmede son derece etkilidir. Gerçi, Allah’ın bazı salih kulları ve dostları, Rableri dı-şında ödül ve cezaya ilgi duymazlar.
Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.
“Kitap” kelimesi “fial” kalıbında “mektup (=yazılmış)” demektir. Bu kelime artık genel olarak kabul edilen kullanım anlamı ile, kalemle yazılmayı gerektirse bile uyulması zorunlu olan antlaşmalar ve fer-manlar ancak yazı ile imzalandıkları için, bu kelimenin, kullanımı farz ve uygulaması zorunlu her hükmü, her açıklamayı ve hatta aksi yapıl-maması gereken her anlamı kapsayacak şekilde genellik kazanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, bu anlamı ile çokça kullanılmıştır. Yine bu anlam esas alınarak, ilâhî bir kalem olan Kur’ân da kitap olarak nitelendiril-miştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sana indirdiğimiz müba-rek bir kitaptır.” (Sâd, 29) “Çünkü namaz, müminlerin üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” (Nisâ, 103)
“Anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda…” sözünden hareketle, ayeti kerimeden şöyle bir anlam algılıyoruz: “İnsanlar tek bir ümmetti. Ancak aralarında anlaşmazlık baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberler gönderdi.” Nitekim, bu hususu daha önce açıklığa ka-vuşturmuştuk.
“Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konu-sunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.” ifadesi, yasa koymanın (şeriat kılmanın) ancak gök menşeli bir kitapla olabileceğini gösterdiği için, bu ve Şûrâ Suresi’ndeki ilgili ayet bir arada düşünüldü-ğü zaman karşımıza şu hususlar çıkıyor:
1- Hz. Nuh’a bir şeriat içeren bir kitap indirilmişti. Dolayısıyla: “Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.” ifadesi ile ya Hz. Nuh-’un kitabı kastediliyor, yada onunla birlikte başka peygamberlere de indirilen kitaplar kastediliyor. Bu husus “kitap” kelimesinin başındaki “el” takısının cins yada “ahd-i zihnî (=zihin içi algı)” bildirir nitelikte değerlendirilmesine bağlı olarak belirginlik kazanır.
2- Hz. Nuh’a indirilen kitap, bir şeriat (Hukuk sistemi) içeren ilk gök menşeli kitaptır. Eğer ondan önce kitap indirilmiş olsaydı, ondan önce egemen olan bir şeriat da olacaktı. Ve yüce Allah, Şûrâ Suresi’nin ilgili ayetinde “Sizin için şeriat kıldı…” ifadesinin kapsamında bundan söz edecekti.
3- Yüce Allah’ın “İnsanlar tek bir ümmetti.” ifadesiyle işaret ettiği dönem, Hz. Nuh’un gönderilişinden önceki bir dönemdir ve ona verilen kitap, dönemin anlaşmazlıklarını çözmek üzere indirilmişti.
Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir.
Daha önce, bununla, dinin kendisi ile ilgili olarak, dine ilişkin bil-giye sahip kimseler arasında baş gösteren anlaşmazlıkların kastedildi-ğini vurgulamıştık. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (Rûm, 30) ayetinde vurgulandığı gibi din, fıtratla örtüştüğü için, yüce Allah, dinle ilgili anlaşmazlıkları, azgınlık ve kıskançlıkla izah etmiştir.
“O, kitap verilenlerden başkası değildi.” ifadesi ile, şu hususa işaret ediliyor: Bu ayet-i kerimede, gökten indirilen kitapla ilgili dinsel nitelikli ihtilafların baş göstermesinin temel gerekçesine parmak bası-lıyor. Yoksa, dosdoğru yoldan sapan yada hak dinden başka bir dine bağlanan her kes dümdüz yoldan sapmış olsa dahi, bu durumun gerek-çesi, belirleyici etkeni azgınlık ve kıskançlıktır, demek istenmiyor. Çünkü yüce Allah, azgınlığından dolayı sapan hiç kimseyi mazur gör-mez. Ama, işi karıştıranı, bir tedbir ve çözüm kestirmeyeni, bir çıkış yolu bulamayanı mazur kabul etmiştir. Söz gelimi bazı ayetlerde şöyle buyuruyor: “Yol ancak insanlara zulmeden ve yer yüzünde haksız yere tecavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhindedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.” (Şûrâ, 42) “Diğerleri günahlarını itiraf ettiler, onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. …Diğer bir kısmı, Allah’ın emri için ertelenmişlerdir. O bunları ya azaplandıracak veya tövbelerini kabul edecektir. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 102-106) Ve yine şöyle buyurmuştur: “Ancak er-keklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustazaflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol bulamayanlar başka. Umulur ki, Allah bunları affeder. Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” (Nisâ, 98-99)
Kaldı ki, fıtrat, insanın öz yaratılışı, gaflet ve şüphe ile çatışmaz. Fıtratın çatıştığı bilinçli bir aldırmazlık ve azgınlıktır. Bu yüzden ayet-i kerimede “Azgınlık” niteliği bilginlere ve ilâhî ayetlerin açıklandığı, anlatıldığı kimselere özgü kılınmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle bu-yurmuştur: “İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara, 39) aynı mesajı ve-ren birçok ayet vardır. Bu ayetlerin tümünde küfür niteliği “Allah’ın ayetlerini yalanlama” ile kayıtlandırılmış, ondan sonra gerekli tehdide yer verilmiştir. Kısacası, bu ayet-i kerime, adı geçen anlaşmazlığın, ki-tabı uygulamakla yükümlü olanların, bilgi sahibi olduktan sonra bir-birlerine karşı olan “azgınlık ve kıskançlıklarına” dayandığını vurgu-lamaktadır.
Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.
Bu ifade, hakkında ayrılığa düşülen şeyin açıklaması niteliğindedir. Buna göre anlaşmazlık konusu, kitabın inişine de eşlik eden “hak” ilkesidir. Bunu: “Beraberlerinde, hak kitabı indirdi.” ifadesinden çıka-rıyoruz. Bu noktada, ilâhî yol göstericilik her iki anlaşmazlıkla ilgili olarak devreye giriyor. Bunlardan biri, hayat meselelerine ilişkindir. Biri de hakka, ilâhî öğretiye ilişkindir. Bu ikinci anlaşmazlık konusu-nun, başta gelen etkeni, kitabın hükümlerini uygulamakla yükümlü olan bilginlerin birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıklarıdır.
Ayet-i kerimede, “gerçeğe eriştirme”nin “izniyle” kayıtlandırılmış olması gösteriyor ki, yüce Allah’ın bu müminleri gerçeğe eriştirmiş olması, müminlerin zorlaması ve yüce Allah’ın imanlarından dolayı onların bu isteklerine olumlu karşılık vermesi şeklinde gerçekleşmiştir. Çünkü hiç kimse, yüce Allah’a bir hüküm empoze edemez. hiç kimse O’nun için bir şeyi gerekli kılamaz. O’nun kendisi için bir şeyi gerekli kılması başka. Tam tersine, hakka eriştirme, O’nun iznine bağlıdır. Eğer isterse izin vermez ve kimse hakka erişemez. Buna göre: “Allah, kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.” ifadesi “izniyle” kelimesini ger-çeklendirme niteliğindedir. Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Kuşkusuz, yüce Allah müminleri kendi izniyle gerçeğe eriştirdi. Çünkü, onları doğru yola iletme yetkisi O’nun tekelindedir. Hiç kimse ile ilgili olarak, doğru yola iletme zorunda ve mecburiyetinde değildir. Tam tersine, kimi dilerse onu gerçeğe eriştirir. Nitekim iman edenleri, dosdoğru yola erişmeyi de kendisi dilemiştir.
Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, bazı noktaların açığa kavuş-malarına yardımcı oldu:
1- Dinin sınırı ve tanımı. Buna göre din, dünya hayatına egemen olmak durumunda olan bir hayat sistemidir. Dünyayı, uhrevî kemale ve Allah katındaki gerçek ve sonsuz hayata uygun olarak düzenlemeyi garanti eder. Bu yüzden şeriatın, ihtiyaç duyulduğu kadarıyla, hayatın her türlü durumunu karşılayacak konuları kapsaması bir zorunluluktur.
2- Din, ilk kez ortaya çıktığı zaman, insanlar arasında baş gösteren fıtrat menşeli anlaşmazlıkları gidermek için ortaya çıktı. Sonra tekamül ederken hem fıtrat menşeli, hem de başka anlaşmazlıkları giderme misyonunu üstlendi.
3- Din realitesi bundan sonra da, sürekli gelişerek, kanunlarının, hayat sahnesinde ihtiyaç duyulan her şeye cevap verme durumuna gel-di. Dini kanunlar bu evrenselliğe, bu kapasiteye kavuşunca gelişme noktalanmış ve bundan sonra yeni bir dine gerek kalmamıştı. Diğer bir ifadeyle herhangi bir din, eğer son din ise, tüm ihtiyaçlara cevap vere-cek yasaları kapsıyor, demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Mu-hammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak O, Al-lah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) “Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik.” (Nahl, 89) “O, üstün bir ki-taptır. Batıl, önünden de ardından da gelemez.” (Fussilet, 42)
4- Her gelen yeni şeriat, öncekine göre daha yetkin ve daha yeterli-dir.
5- Peygamberlerin gönderilişinin ve kitapların indirilişlerinin ne-deni, diğer bir ifadeyle, dinsel çağrının gerekçesi şudur: İnsanoğlu do-ğası ve öz yaratılışı gereği anlaşmazlık çıkarmaya eğilimlidir. Aynı zamanda uygar bir topluluk içinde yaşama etkinliği içerisindedir, faa-liyetleri bu yöndedir. Fıtratın kendisi, anlaşmazlığa götürücü, ihtilafa sürükleyici olduğuna göre, onun anlaşmazlığı gidermesi beklenemez.
Bir şey, cazibesine kapıldığı bir şeyi önleyici bir işlev gerçekleşti-rebilir mi? Bu yüzden yüce Allah, peygamberlik misyonu ve ilâhî ya-sama aracılığı ile kendine yaraşan ve konumuna uygun düşen ve du-rumunu düzeltecek kemal niteliğine sahip olmaya yöneltti. Bu kemal, gerçek bir erdemdi ve yaratılışın, yoktan var edişin kapsamı içindeydi, ezelden öngörülmüştü. Dolayısıyla böyle bir şeyin mukaddimesi de aynı durumda olmalıdır yani yaratılışın ve yoktan var edişin kapsamı içinde olmalıdır. yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: “Bizim Rab-bimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50) Bu ayette, her şeye yaratılışını tamamlayıcı özellikler bah-şetmenin yüce Allah’ın bir emri ve ve bir öntasarımı olduğu vurgulanıyor. İnsanın yaratılışının tamamlanmasının bir ifadesi de dünya ve ahirette varoluşunun kemale ermesine önayak olacak şeylere yöneltilmesidir. Nitekim, yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından arttırarak veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir.” (İsrâ, 20) Ayet-i kerime, yüce Allah’ın bağışını, ihsanını arttırarak verdiğini dile getiriyor. Hayat ve varoluş sürecinde ihsanına, yardımına ihtiyaç duyanlara, ihsanını, yardımını gönderir. Hayat ve varoluş olarak, herkese hak ettiğini verir. İhsanı ve yardımı kesilmiş değildir. Ancak, herhangi bir kimsenin, nefsinin bedbahtlığı yüzünden, ilâhî ihsanın kendine ulaşmasına neden olarak tavırlar içinde olması başka. Yine de bu kesinti Allah katından olmayacaktır.
Bilindiği gibi, insanoğlu kendi nefsinden kaynaklanan bu eksikliği giderme imkânına sahip değildir. Çünkü söz konusu eksikliğin mey-dana gelmesini sağlayan kendi öz yaratılışıdır. Kendisi bu eksikliği gi-derebilir mi? Toplumsal hayatında mutluluğa ve erdemliğe ulaşmasını sağlayacak şekilde, kendi iç âleminde bir düzenlemeye gidebilir mi?
İnsanın, kendisine yaraşan kemal düzeyine erişmesini engelleyici rol oynayan, söz konusu anlaşmazlığın başlıca etkeni yine insanın ka-rakteri, öz yaratılışı olduğuna göre ve insanoğlu, bu özelliğinin yol aç-tığı gediği kapatacak, bozulanı onaracak yeteneğe ve donanıma sahip olmadığına göre, bir onarım, bir ıslah hareketi eğer olacaksa bu, doğa cihetinden olmamalıdır. Onarım gerçekleştirecek yön, ilâhî yöndür. Vahiy destekli peygamberlik misyonudur. Bu yüzden yüce Allah, pey-gamberlerin adı geçen onarımı, ıslahı gerçekleştirmelerini, anlaşmaz-lıkları gidermeye yönelik savaşmalarını “baas (=gönderme)” kavramı ile ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu olaydan söz edildiği her defasında “gönderme” eylemini zatına nispet etmiştir. Halbuki, peygamberlerin görevlendirilişi de, bütün faaliyetler gibi, zaman ve mekân açısından maddî amele irtibatlı bir olgudur.
Buna göre, peygamberlik misyonu, ilâhî bir olgudur. (Dilersen buna gaybî de diyebilirsin) Bu olgunun kavrayışı ve fiili gibi genel durumlara nispeti, uyanıklıkla uyku arasındaki ilişkiye benzer. İnsanoğlu peygamberlik misyonu aracılığı ile, anlaşmazlıkları ve hayattaki çeliş-kileri ortadan kaldıracak bilgiler edinir. İşte gayb menşeli bu kavrayış ve algılayış Kur’ân teknolojisinde “vahy” ve insanın peygamberlik misyonu aracılığı ile kendisi için edindiği olgu da “nübüvvet” olarak isimlendirilir.
Bununla anlıyoruz ki: Öz yaratılışın bir yandan uygar toplumsallığa yol açması, bir yandan da bir takım anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına önayak olması, buna bağlı olarak yüce Allah’ın, insanı kendi yaratılışını tamamlayacak hususla yöneltmesi, aynı zamanda peygamberliğin varlığının gerekçesi niteliğindedir. Diğer bir ifadeyle bu realite, genel anlamda peygamberlik misyonunu kanıtlamaktadır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan denen bu canlı türü, doğuştan is-tihdamcıdır. (Kendinden başkasını kendi hizmetinde kullanma eğili-mine sahiptir.) Bu öz yaratılış damgalı kullanma ve istihdam etme iç-güdüsü uygar bir toplumun ve beraberinde, hayatın her alanına sirayet edebilecek bir anlaşmazlık ve fesat ortamının oluşmasına yol açar. Beri taraftan varoluş ve yaratılış süreci de bu anlaşmazlığın giderilmesini öngörmektedir. Bunu da, ancak, aradaki ihtilafları kaldırmak suretiyle toplumsal hayatı ıslah edecek nitelikte yasalar sağlayabilir. İnsanoğlu-nun kemale ermesi ve mutluluğu yakalaması, iki şeyle mümkündür: Fıtrat, yada ondan öte bir olgu. Bu hususta tek başına fıtrat yeterli de-ğildir. Çünkü, anlaşmazlığın ortaya çıkış nedeni, kendisidir. Yine ken-disi tek başına onu giderebilir mi? Bu yüzden, anlaşmazlığın, fıtrat ve doğa ötesi bir unsurun yol göstericiliği ile ortadan kaldırılması zorun-luluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu da, ilâhî bir anlayıştır. Doğal bir anlayış değil. Ve buna “peygamberlik misyonu” ve “vahy” diyoruz.
Bu kanıt ve gerekçe. Allah’ın kitabında açıkça vurgulanan, ifade edilen çeşitli önermelerden yola çıkarak somut bir şekilde elde edilebi-lir. Nitekim daha önce, belli ölçü de bu önermelere değindik. Bu önermelerin her biri deneyseldir. İnsanoğlunun tarihsel süreci ve çeşitli toplumsal yapılanmaları içinde yaşadığı deneyimlerle açığa kavuşmuş-tur. Deneyimin yaşandığı bu toplumsal süre içinde, ard arda geçen asırlar boyunca oluşumlar ve yıkımlar olmuştur; tarihin tanık olduğu, insanın geçirdiği tüm deneyimlerde bu realiteyi en somut biçimde gözlemlemek mümkündür.
Demek ki,insanoğlu hayatının hiçbir döneminde, başkasını kul-lanma olgusundan vazgeçmiş değildir, onun başkasını kullanması da toplumsallığa yol açmıyor ve bireysel hayatı öngörüyor değildir. Ayrıca meydana getirdiği toplumsal yapı da hiçbir zaman anlaşmazlıktan soyutlanmamıştır. Ancak bu anlaşmazlıkların toplumsal yasalar ol-maksızın giderilmesi de imkân dahilinde değildir. Öte yandan fıtratı ve insana göre “aklıselim” olarak nitelendirilen aklı da anlaşmazlıkların kaynağını kurutacak, bozgunculuğun ana maddesini ortadan kaldıracak kanunları koyacak güce ve yetkiye sahip değildir. Özellikle uygarlık, teknoloji, kültür ve bilim çağı olarak adlandırılan günümüzde tanık olduğumuz toplumsal hareketler, insanlık âleminde her gün ibretle sey-rettiğimiz ahlâkî çözüntü ve bozgunculuk, çevreyi ve insan neslini mahveden, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan korkunç savaşlar, insan soyu üzerine tahakküm etmeye, onları köleleştirmeye, ırz ve na-muslarına ve mallarına haksızca el koymaya dayalı diktatörlükler, beşer aklının kanun yapmadaki yetersizliğinin somut bir göstergesidir. Uygarlık çağında durum bu ise, teknoloji ve bilimsel gelişmelerden yoksun, cehalet ve karanlığın egemen olduğu çağlarda durumun nasıl olduğunu kestirmek pek zor olmasa gerek.
Yaratılış ve varoluş yasası, her varlığı, kendisine yaraşan kemale yöneltir. Bu durumun tüm varlıklar için geçerli olduğu araştırma ve deneylerle kanıtlanmıştır. Ayrıca, yaratılış ve varoluş yasasının bir so-nuca hükmetmeyeceği hususu, yine araştırmalar ve deneylerle kanıt-lanmış tartışılmaz bir gerçektir. Aynı şekilde, peygamberlik misyonu ve vahiy olgusundan beslenen dinsel eğitim ve öğretimin, adı geçen ihtilaf ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabileceği de hem araştırmacılarca ve hem de deneysel olarak kanıtlanmıştır.
Araştırmalar ortaya koymuştur ki din, gerçeklere ilişkin doğru bil-gilere, üstün ahlâka ve güzel davranışlarda bulunmaya davet eder. Şu hâlde, insanlık âleminin ıslahı ve onarımı, bu çerçevede mümkündür. Deneye gelince, İslâm bir din olarak, Müslüman bireylerden oluşan bir topluma egemen olduğu kısa bir dönem zarfında bunu kanıtlamıştır. Bunu, eğitip nefislerini ıslah ettiği bireylerin şahsında kanıtlamıştır. Bunlar da aldıkları eğitim doğrultusunda başka insanları ıslah etmiş-lerdir. Kaldı ki, günümüzün uygar toplumları çeşitli alanlarda sergile-diği tekamül örneği ve yapı iskeletindeki atardamarları –ki uygar ve ileri yaşamın özünü oluşturmaktadır- İslâm’ın bilimler alanındaki geli-şim ve etkinliğine borçludur. Bu hususu tarih üzerine yapılan araştır-malar apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. İnşaallah yeri gelince bu konuda daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
6- Son din, insan tekamülünün bir noktada durmasını gerektirmek-tedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in peygamberliğin sona erdiğine, dinin her hangi bir şekilde neshedilmeyeceğine ve şeriatın değişmezliğine hükmetmiş olması, bireysel ve toplumsal tekamülün ölçü ve miktarının Kur’ân’ın açıklama ve yasamalarından ifadesini bulan şekliyle algı-lanması gerektiğini, insan için Kur’ân’da ifadesini bulan ve çerçevesi çizilen tekamülün dışında bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır.
Hiç kuşkusuz bu, Kur’ân’ın verdiği gaybî haberlerden biridir. Kur’-ân’ın inişinden günümüze kadar geçen on dört kadar asırlık bir tarih süreci Kur’ân mesajını doğrulayan gelişmelere tanık olmuştur. Kuşku yok ki, insan denen canlı türü bu süre içinde, toplumsallığını ilgilendi-ren doğal yönlerde göz kamaştırıcı ilerlemeler kaydetmiştir. Azım-sanmayacak mesafeler kat etmiştir. Ancak, hakikati bilgi ve öğretilere erişme alanında ve ahlâkî faziletler açısından bir adım dahi ileriye gi-dememiştir. Hatta önemli ölçüde gerileme kaydetmiştir. Dolayısıyla, ruhunu ve bedenini kapsayan olumlu bir tekamül gerçekleştirememiştir.
Şu iddiayı ortaya atan kişi büyük bir yanılgı içindedir: “Genel ya-saları koymak, beşer türünün durumunu ve konumunu düzeltme ama-cına yönelik olduğu için, toplumlar kendi içlerinde geliştikçe, kemal merdivenlerini tırmanıp kalkındıkça, yaşadığı değişimlere paralel olarak bu yasaları da değiştirmek gerekir. Kuşkusuz bizimle Kur’ân’ın indiği İslâm kanunlarının konulduğu çağ arasındaki mesafe, o dönem ile İsa ve Musa peygamberlerin görevlendirildikleri dönemler arsındaki mesafeden çok daha fazladır. Bu yüzden günümüzde Hz. Peygamber dönemi arasındaki farklılık İslâm şeriatını yürürlükten kaldırıp, onun yerine çağa uygun kanunlar yapmayı gerektirir…”
Bu iddiaya karşılık şunu söylüyoruz: “Daha önce de söylediğimiz gibi, dinsel yasamada (şeriat koymada) sadece insanın maddî ve doğal tekamülü göz önünde bulundurulmamıştır. Tam tersine, insan varolu-şunun hakikati esas alınmıştır. Dinsel yasamanın temeli hem ruhsal, hem bedensel kemale dayanır. Maddî ve manevî mutluluk birlikte amaçlanmıştır. Bunun gereği de, dinsel tekamül aracılığı ile kemale eren toplum içindeki bireyin durumunun dikkate alınmasıdır. Sanayi ve politik olarak tekamül etmiş toplum içindeki bireyin değil.
Yukarıda yer verdiğimiz iddiaları ortaya atan araştırmacılar iki şeyi birbirine karıştırıyorlar. Bunlar beşer türünün toplumsallığını maddî açıdan inceleme ile ömürlerini tükettikleri için (ki madde,tıpkı kendi-sine dayanan toplumsal örgütlenmeler gibi sürekli değişkenlik göstermekte, evrimleşmektedir) dinin öngördüğü toplumsallığın da materyalist toplumsallık gibi olduğunu sanmaktadırlar. Bu yüzden tıpkı mater-yalist toplum gibi dinsel topluluğun da değişmesinin, nesneye açık ol-masının gerekliliğine hükmetmektedirler. Oysa dinin yasamada, sadece gözettiğini biliyoruz. Bu yüzden dini eğitimden geçmiş bir birey yüce Allah da hem dini eğitimi hem de günümüzün maddî gelişmesini bünyesinde tamamlamaya muhtaç bir noksanlığı, takviyeyi gerektiren bir zaafı görebilecek mi?
7- Peygamberler (s.a.a) masumdurlar, yanılmalara karşı ilâhî koru-manın kapsamındadırlar.
AYETLER IŞIĞINDA PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞLARI
Bu sonucu şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin sahip oldukları ismet (kusursuzluk) niteliği üç kısma ayrılır:
a) Vahyi alırken yanılmama
b) Tebliğ ve elçilik görevini yerine getirirken yanlış yapmama
c) Günah işlememe (günahlara karşı korunmuş olma). Günah kul-luğun saygınlığını lekeleyen ve efendiye muhalefet anlamına gelen her türlü kusur demektir. Yani kulluğa ters düşen söz ve davranış demek-tir. İsmet niteliği ile, masum olan insanın içinde yer alıp da onu caiz olmayan yanılma ve günahlara karşı koruyan bir özelliği kastediyoruz.
Günah kavramının kapsamına girmeyen ve vahyi algılama ve tebliğ etme ile ilgisi bulunmayan, diğer bir ifadeyle vahyi algılama, onu tebliğ etme ve onunla amel etme konusunun kapsamının dışında olan, söz gelimi insanın dış âlemi algılama ve kavrama, yada kimi bilimsel değerlendirmelerde yanılgıya düşmesi, varoluşsal olguları yapıcılık-bozgunculuk, yarar-zarar açısından tanımlarken hata etmesi, meselesi bu konunun dışındadır.
Her ne ise bizim gördüğümüz şudur: Kur’ân-ı Kerim, her üç açıdan da peygamberleri masum (yanılmaz) olarak nitelemektedir.
Peygamberlerin Allah’tan vahyi alırken, aldıkları bu vahyin içerdiği mesajı insanlara sunarken, Allah adına elçilik görevini yerine getirirken masum, yanılmaz olduklarının kanıtı şu ayet-i kerimedir: “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve bera-berlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, ara-larında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildi. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi,” Bu ayet-i kerimede, açık bir şekilde, yüce Allah’ın peygamberleri müjdeleme ve uyarma görevini yerine getirmek üzere gönderdiği, onlarla birlikte kitap (ki vahiy dediğimiz şey budur) indirdiği vurgulanmaktadır. Asıl misyonları da, inanç sistemine ve pratik yaşayışa ilişkin gerçeği açıklamaktır.
Diğer bir ifadeyle, Peygamberlerin Allah katında üstlendikleri gö-rev, insanları hak nitelikli inanç sistemine ve buna dayalı hak nitelikli hayat biçimine eriştirmektir. Yüce Allah’ın, Peygamberleri gönderme hususunda öngördüğü hedef budur. Yine Allah Teala Hz. Musa’nın li-sanıyla şöyle buyurmuştur: “Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” (Tâhâ, 52) Burada açıkça anlaşılıyor ki, yaptığı bir işte hiçbir tavrında ya-nılmaz. Bir şeyi dilediği zaman, onu, sonuçta amaca ulaşacak ve yanlışa sapmayacak bir yolla irade eder. bir hedef için herhangi bir yolun izlenmesini öngördüğü zaman, bu yöntemde asla şaşırmaz. Hem nasıl olur, yaratma ve emretme yetkisi O’na ait değil midir? Mülk ve egemenlik O’nun tekelinde değil midir? O, kendilerine vahiy indirmek, dinin kapsadığı bilgileri öğretmek suretiyle Peygamber göndermiştir. Böyle de olmalıdır. Onları birer elçi olarak görevlendirerek mesajını insanlara duyurmalarını öngörmüştür. Ki, bu kaçınılmaz bir realitedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Elbette Allah, kendi emrini ye-rine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” (Talak, 3) “Allah, emrinde galip olandır.” (Yûsuf, 21)
Şu ayet-i kerimede, Peygamberlerin masum olduklarına, hatadan berî olduklarına, vahyi algılama ve tebliğ etme açısından yanılmaz ol-duklarına delalet etmektedir: “O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka. Çünkü, O, bunun önüne ve arkasına izleyiciler dizer. Öyle ki, onların Rab-lerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. Allah onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp tespit etmiştir.” (Cin, 26-28) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah elçilerini vahyinin muhatabı olmaya özgü kılar. Sonra gaybı kendilerine göstererek onlara destek olur. Önlerinde ve arkalarında onları denetler. Yanlarında olan-ları çepeçevre kuşatır. Amaç, vahyi, yok olmaya, şeytanları ve başka art niyetli unsurların girişimleri sonucu değişmeye karşı koruma altına almalıdır. Böylece Rablerinin mesajını insanlara net biçimde ulaştır-malarını sağlamadır.
Bir diğer ayette de yüce Allah, bu gerçeği vahiy meleğinin lisanıyla şöyle dile getirir: “Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda ve bunlar arsında olan her şey O’nundur. senin Rabbin ke-sinlikle unutkan değildir.” (Meryem, 64) Bu ayetler gösteriyor ki: vahiy, inişinden, peygambere ulaştırılmasına ve onun aracılığı ile insanlara duyurulmasına kadar ki süreç içinde koruma altındadır. Herhangi bir değişikliğe uğramama konusunda güvence altındadır.
Masumiyeti kanıtlamaya ilişkin bu iki yaklaşım, peygamberlerin sadece vahyi algılamaları ve mesajı tebliğ etmeleri açısından masum olduklarını, zihinlerde çağrıştırır niteliktedir. Daha önce vurguladığı-mız, amelde masumiyeti, tavırda yanılmazlığı çağrıştırmıyorlar. Ancak, bu iki yaklaşımının masumiyete ilişkin kanıtsallığını şu şekilde bütünlemek mümkündür. Ki, düşünce ve fikir erbabına göre “Fiilde tıpkı söz gibi delil oluşturur, mesaj verir.” Buna göre, bir işi yapan kimse, bu fiiliyle yaptığı işi güzel ve caiz gördüğünü anlatır. Bu, “Falan işi güzel ve caiz görüyorum.” demesi ile vurgulama bakımından birdir. Eğer, aksini emreden Peygamberden günah nitelikli bir davranış sudur etse, onun açısından, bu bir çelişki olur. Çünkü fiili, bu durumda sözü ile çelişir. O zaman da, Peygamber birbiriyle çelişen iki şeyin tebliğcisi konumuna düşer. Oysa iki zıt şeyi tebliğ etme, gerçeği tebliğ olarak adlandırılamaz. Çünkü iki zıt şeyi duyuran kimse, hakkı duyurmuş olamaz. Bunun nedeni birbirine zıt olan iki şeyin birbirlerini geçersiz kılacak nitelikte olmalarıdır. Buna göre, Peygamberin, ilâhî mesajı duyurma açısından masum oluşu, ancak günahtan masum olması ve söz fiil çelişkisinden korunmuş olması ile gerçekleşmiş olur. Bu da, son derece açık bir husustur.
Şu ayetler, Peygamberlerin, mutlak olarak masum olduklarını dile getirirler: “İşte Allah’ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy.” (En’âm, 90) “Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Allah kimi hidayete erdirirse onun için bir saptırıcı yoktur.” (Zümer, 36-37) “Allah kime hidayet verirse, işte hayat bulan odur.” (Kehf, 17) Burada yüce Allah, hidayete erdirmesi sayesinde hidayet üzere olan kimseler üzerinde saptırıcıların etkilerini geçersiz kılıyor. Dolayısıyla, onlarda sapıklık bulunmaz. Her günah da bir sapıklıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey ademoğulları, size ant vermedim mi ki: şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur. Andolsun o, sizden birçok nesli saptırmıştı.” (Yasin, 60-62) Bu ayet-i kerimede, gö-rüldüğü gibi, her türlü günah, şeytana yönelik kulluk olarak nitelendi-rildikten sonra, şeytanın saptırması sonucu gerçekleşmiş sapmalar ola-rak tanımlanıyor. Buna göre, yüce Allah’ın Peygamberleri hidayete er-dirdiğini vurgulaması, ardından, kendisinin hidayete erdirdiği kimse-lerden sapmayı nefyetmesi, sonra her türlü günahı sapma olarak nite-lemesi, yüce Allah’ın Peygamberleri, kendilerinden günah sudur et-mekten beri kıldığını vahyi algılama ve tebliğ etme noktasında, onları yanılmaz kıldığının somut kanıtıdır.
Şu ayetler de bu gerçeği vurgular niteliktedir: “Kim Allah’a ve Re-sul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği Pey-gamberler, doğrular, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar!” (Nisâ, 69) “Biz doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin, yoluna ki onlar ne gazaba uğramışlar ve ne de sapmışlardır.” (Fatiha, 5-7) Görüldüğü gibi, kendilerine nimet verilenlerden olan Peygamberler, sapmış olmayanlar olarak nitelendiriliyor. Eğer kendilerinden her hangi bir günah sudur etseydi, kuşkusuz bununla sapmış olanlardan olacaklardı.
Çıkardığımız bu sonucu, yüce Allah’ın Peygamberleri tanımlamaya ilişkin şu sözleri pekiştirmektedir: “İşte bunlar; kendilerini Allah’a nimet verdiği Peygamberlerdendir; Adem’in soyundan Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğru yola eriştirdik-lerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman’ın ayetleri okun-duğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.” (Meryem, 58-59) Bu ayetlerde, gördüğümüz kadarıyla, en başta Peygamberlerin tümünde bulunan iki özelliğe dikkat çekiliyor: Nimet verilenlerden olma. Hidayet üzere olma… Öyle ki “En’amellahu aleyhim (=Allah’ın nimet verdiği)” ifadesinden sonra yer alan “mimmen hedeyna vecte-beyna (=doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizden)” ifadesi-nin başında, beyan etmeye, açıklamaya yönelik “min” edatı kullanıl-mıştır. Sonra bu Peygamberler, tevazuun, hakirliğin son zirvesi kullukla vasfediliyorlar. Daha sonra bunları izleyen kuşaklarsa kötü niteliklerle tanımlanıyorlar. Dolayısıyla, ikinci grubun, birinci gurupla aynı niteliklere sahip olmadığı vurgulanıyor. Çünkü ilk grupta yer alan kişi-ler, övgüye değer, teşekküre layık kimselerdir, ikinci gruptakiler değil. Ayet-i kerime ikinci gruptakileri ise, şehvetlere kapılan, ihtiraslarının peşinde koşan ve yakında azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklar ola-rak tanımlanıyor.
Şu hâlde, ilk grupta yer alan Peygamberler, şehvetlerine uyan, do-layısıyla azgınlığın cezasına çarptırılacak kimseler değildirler. Bu nite-liğe sahip birinden günah namına bir şeyin söz konusu olmayacağı açıktır. Hatta bunlar, eğer Peygamberlikle görevlendirilmeden önce şehvetlerine uyan kimseler olsalardı, bu durumlarını azgınlık izleye-cekti, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılmış olacaklardı. Çünkü şu ifade, şehvetine uyan herkesi kapsayacak niteliktedir: “Namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.”
Bu yaklaşım, Peygamberlerin masum olduklarını aklen kanıtlamak isteyenlerin şu değerlendirmelerine de yakındır: Peygamberlerin gönderilmiş olmaları ve onlar aracılığı ile bir takım mucizelerin gerçek-leşmiş olması, sözlerinin doğruluğunun kanıtıdır. Bu demektir ki, onlar kesinlikle yalan söylemezler. Ayrıca, ilâhî mesajı eksiksiz olarak insanlara duyurabileceklerini, buna layık olduklarını göstermektedir. Akıl, herhangi bir maksada ve merama aykırı davranışlar ve günahlar işleyen bir insanın, söz konusu maksada ve merama yönelik davet iş-levini yerine getirmesini kabul etmez. Böyle bir çelişkiyi onaylamaz. Dolayısıyla peygamberlerin çeşitli mucizeler göstermiş olmaları, onların vahyi alırken, onun içerdiği mesajı insanlara sunarken, kendilerine yöneltilen emir ve yükümlülükleri yerine getirirken her türlü hatadan beri olduklarına ilişkin yaklaşımı onaylayıcı bir olgudur.
Bu yaklaşıma şöyle bir karşılık verilemez: “İnsanlar -ki akıl sahibi varlıklardır- çeşitli mesajların algılanışında ve birçok toplumsal hedefe ulaşmada, tebliğ açısından noksanlıktan ve yetersizlikten kurtulmayan bazı insanların sebep olmaları sonucu belli sonuçlara varırlar…” Çünkü insanlar için geçerli olan bu durum iki şeyden dolayıdır ki hiç birisi Peygamberlerin davetiyle ilgili olarak değerlendirmeye tâbi tutulamaz. Ya bu tavrın nedeni, az miktardaki kusur ve yanılgıyı önemsememeleri ya da, insanların amacı, istenen şeyin az bir miktarına ulaşmadır. İste-dikleri az olanı alıp çok olandan kaçınmaktır. Her iki durum da yüce Allah’ın şanına yakışmaz.
Yine şu ayet-i kerimeye dayanılarak da bu yaklaşıma karşı çıkı-lamaz: “Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup da dince derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki, onlar da kaçınıp sakınırlar.” (Tevbe, 122)
Ayet-i kerime, gerçi, masumluk niteliğine sahip olmayan Müslü-manların geneli ile ilgilidir, ancak onlara dinde öğrendiklerini, derin kavrama imkânına kavuştuklarını tebliğ etme iznini veriyor. Oysa uyardıkları şeye ilişkin bir onaylama söz konusu değildir. Sözlerinin insanlar katında hüccet olmasını onaylayıcı bir kanıt yoktur. Dolayı-sıyla sakıncalı husus söz konusu değildir.
Peygamberlerin masum olduklarını ifade eden ayetlerden biri de şudur: “Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.” (Nisâ, 64) Burada elçinin itaat edilmesi gereken biri olarak görevlendirilişi, Peygamber gönder-menin amacı olarak sunuluyor ve amaç bununla sınırlandırılıyor. Bu durum zorunlu olarak Resulün şahsında itaat edilen söz veya fiil gibi şeylerin tümüne yüce Allah’ın iradesinin taalluk etmesini gerektirir. Çünkü söz ve davranış tebliğ sürecinde baş vurulan, sürekli kullanılan araçlardır. Eğer Peygamberden vahyi anlama noktasında veya vahyi tebliğ etme aşamasında bir hata gerçekleşse, bu yüce Allah’ın batılı is-tediği anlamına gelir ki, yüce Allah haktan başka bir şey istemez.
Aynı şekilde, eğer buğzedilen ve yasaklanan sözlü yada fiili bir günah, Peygamber tarafından işlenirse, özü itibariyle Allah’ın iradesi ile ilintili olur, dolayısıyla istenen, sevilen bir itaat konumuna gelir. Böylece yüce Allah, bir tek fiille ilgili olarak hem isteyen hem isteme-yen, hem nehyeden hem emreden, hem seven hem buğzeden olur. Hiç kuşkusuz, ulu Allah çelişik sıfat ve fiillerden münezzehtir, yücedir. Böyle bir değerlendirmenin yanlış ve batıl olduğu ortadadır. Bazıları-nın savundukları gibi, güç yetirilmeyeni teklif etmeye ilişkin görüşü kabul etsek dahi bu değerlendirme yanlıştır. Çünkü güç yetirilmeyenin teklif edilmesi, imkânsızın, muhalin teklif edilmesi anlamına gelir. Bi-zim üzerinde durduğumuz husus ise, kendisi muhal olan bir tekliftir. Çünkü bir tek fiille ilgili olarak hem tekliftir, hem değildir, hem irade edilendir, hem edilmeyendir, hem sevilendir, hem sevilmeyendir, hem övülendir, hem yerilendir.
bunun bir kanıtı da şu ayet-i kerimedir: “Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah’a karşı delilleri olmasın.” (Nisâ, 164) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, yüce Allah insanların içinde bulundukları günah ve ilâhî emirlere muhalefet etme nitelikli tavırlarına ilişkin mazeretlerini ortadan kaldırmayı diliyor. Mazereti de ancak elçilerin -Selâm üzerlerine olsun- gönderilmiş olması ortadan kaldırır. Bilindiği gibi, elçilerin insanların mazeretlerini ortadan kaldırmaları, kanıtlarını geçersiz kılmaları, ancak bizzat kendilerinde, Allah’ın iradesine ve rızasına uyum olmayan bir söz veya fiilin, hata yada günahın bulunmaması ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, insanların Peygamberlerde bulunan her hangi bir kusura veya günaha yapışıp Allah’a karşı bunu bir kanıt olarak sunmaları imkânı doğardı. Bu ise, yüce Allah’ın öngördüğü amaç ile çelişen bir olgudur.
Eğer desen ki: Yukarıda değinilen ayetler, peygamberlerin hata yapmayacaklarına, günah işlemeyeceklerine delalet etmektedir. Bu ise, herhangi bir şeyle ilgili olarak “ismet” sıfatına sahip olma anlamına gelmez. Çünkü bazılarının iddiasına göre “İsmet” insanı yanılmaktan alıkoyan, günah işlemeye ve hataya karşı koruma altına alan bir güçtür. Güç ise, sadece fiilin gerçekleşmesi yada gerçekleşmemesi değildir. Aksine güç, psikolojik bir başlangıç noktasıdır. Fiil bu noktadan kaynaklanır. Tıpkı fiillerin psikolojik melekelerden kaynaklanmaları gibi.
Buna göre karşılık olarak ben de derim ki: Evet, ama, yukarıdaki incelemede ihtiyaç duyulan husus, Peygamberden hata ve günahın meydana gelmiş olmasıdır. Doğru yada ibadet nitelikli fiilin kaynakla-nacağı gücün sabit olmamasının bana bir zararı olmaz. Bu, gün gibi or-tadadır.
Ayrıca “İsmet” sıfatının koruyucu bir güce dayandığını, mucize ile ilgili incelemede sunduğumuz ayetlerden yola çıkarak kanıtlamak mümkündür: “Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Al-lah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” (Talak, 3) “Muhakkak benim Rab-bim, dosdoğru bir yol üzerindedir.” (Hûd, 56)
Ve yine olayların her biri için, kaynaklanacağı bir başlangıç noktası ve gerçekleşmesini sağlayacak bir sebep gereklidir. Dolayısıyla Peygamberin aynı tarz üzere doğru ve ibadet nitelikli sergilediği fiiller, Peygamberle birlikte bulunan ve nefsinde yer alan bir sebebe dayanır-lar. Bu sebebe koruyucu güç diyoruz. Bunu şöyle açabiliriz: Peygam-berin birer ibadet ve ibadet olarak sergilediği varsayılan fiiller, bizim sergilediğimiz ve bazısı itaat, ve bazısı da günah nitelikli fiillerimiz gibi ihtiyari (isteğe bağlı) fiillerdir. Hiç kuşkusuz, isteğe bağlı bir fiil, bir bilgi ve dileyişten kaynaklanmasından ötürü isteğe bağlıdır. Bir fiilin itaat ve günah şeklinde farklı nitelikler kazanması, kaynaklandığı ilmi biçimin farklılığından ileri gelir. Örneğin, eğer amaç emredileni yapmak suretiyle kulluk tavrını sürdürmekse, itaat niteliği gerçekleşir. Şayet istenen -dileyişin dayandırıldığı ilmi biçimi kastediyorum- heva ve hevese uymak ve Allah’ın yasakladığı şeyi yapmaksa, günah niteliği gerçekleşir. Buna göre, fiillerimizin itaat ve günah şeklinde farklı bi-çimler almasının sebebi, fiillerin kaynaklandığı bilgimizin farklılığıdır. Eğer iki bilgiden biri yani, kulluk tavrını sürdürmenin ilâhî emre itaat etmenin gerekliliğine ilişkin hüküm devam edecek olursa, bu, ancak itaat nitelikli bir fiil olarak dışarıya yansır. Eğer ancak günah türü fiil-lere kaynaklık eden diğer bilgi devam ederse (böyle bir duruma düş-mekten Allah’a sığınırız) ancak günah nitelikli bir fiil şeklinde gerçek-leşir. Buna göre, Hz. Peygamberin (s.a.a) sergilediği fiiller, daima itaat olarak nitelendirilirler. Bunun tek nedeni, fiillerin dileyişi sonucu kay-naklandıkları bilginin yapıcı, olumlu ve değişken olmamasıdır. söz konusu bilgi, kulluğun gerekliliğini her zaman kabullenip ona göre tavır almanın gerekliliğine inanmadır. Bilindiği gibi, ilmi şekil ve hiçbir şekilde ortadan kaybolmaz köklü nefsanî biçim, tıpkı iffet, cesaret ve adalet gibi ruhsal bir melekedir. Buna göre, Peygamberde ruhsal bir meleke vardır. İtaat ve boyun eğme niteliğindeki fiiller bu melekeden kaynaklanır. Buna, günahtan koruyan güç de denir.
Bir başka açıdan meseleye yaklaşacak olursak; Peygamber vahyi algılamada ve vahyin içerdiği mesajı tebliğ etmede hata etmez. Şu hâl-de, onun kişiliğinde ruhsal bir biçim vardır ki bu, bilgileri algılama ve başkalarına aktarmada yanılmaya pay bırakmaz. Fiil plânında da isyan etmez. Eğer Peygamberin şahsından, aynı tarz üzere ve ancak doğruluk ve itaat şeklinde beliren fiillerin, beraberinde olan her hangi bir sebebin aracılığı söz konusu olmaksızın ve Peygamberin nefsine her hangi bir şeyin eklenişi gerçekleşmeksizin ortaya çıktıklarını varsayarak, bu demektir ki, onun isteğe bağlı fiilleri, bu şekilde, Allah’ın iradesi ile gerçekleşmişlerdir ve Hz. Peygamberin bir müdahalesi de söz konusu olmamıştır. Bu da, Peygamberin bilgisinin ve fiiller üzerinde etkili olan iradesinin geçersiz kılınması sonucunu doğurur. Böyle bir değerlendirme, isteğe bağlı fiillerin, isteğe bağlı olmaktan çıkmaları anlamına gelir. Bu da Peygamberin (s.a.a) bilgi ve iradesi ile hareket eden bir insan oluşu ile çelişir. Şu hâlde, “İsmet” niteliği, yüce Allah’ın Peygamber olan insanın kişiliğinde var ettiği bir sebeptir. Peygamberin isteğe bağlı fiilleri doğruluk ve itaat şeklinde bu sebepten kaynaklanır. Daha önce de vurguladığımız gibi, “İsmet” niteliği köklü bir bilgi, kişiliğe sinmiş bir melekedir.
KUR’ÂN IŞIĞINDA PEYGAMBERLİK
Yüce Allah bu gerçeği (insanlara vahiy aracılığı ile doğru yolu gösterme gerçeğini) birçok ayette gözler önüne serdikten sonra söz konusu yol göstericilik misyonunu üstlenen kişilikleri iki değişik kav-ramla ifade etmiştir. Bu değişik tanımlama, bir bakıma onların iki kı-sımda değerlendirilmelerini öngören bir taksim veya taksim benzeri niteliğindedir. Bu kavramlardan biri “Resul” biri de “Nebi”dir. Ulu Al-lah bir ayet-i kerimede: “Nebiler ve şahitler getirildi.” (Zümer, 69) “Allah, Resulleri toplayacağı gün, ‘size verilen cevap nedir?’ diyecektir.” (Mâide, 109) buyuruyor. “Resul”ün anlamı; mesaj taşıyıcıdır. “Nebi” ise, haber taşıyan demektir. Buna göre, Resul, yüce Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah’ı ve katında olanları bilme onurunu taşımaktır.
Bir görüşe göre, Nebi ile Resul arasındaki fark “Umum ve husus-i mutlak” yani mutlak genellik ve özellikle ilgilidir. Dolayısıyla Resul, Peygamber olarak gönderilen, tebliğ etmekle yükümlü kılınan, aynı zamanda bir mesaj taşıyan kimsedir. Nebi ise, Peygamberlikle görev-lendirilen kimseye denir. Tebliğe görevlendirilsin veya görevlendiril-mesin fark etmez.
Ne var ki, ilâhî kalem bu tür bir ayrımı desteklemiyor: “Kitapta Musa’yı da zikret, çünkü o, ihlasa ulaşmış bir Resul,bir Nebiydi.” (Mer-yem, 51) Ayet-i kerime, bir övgü ve tazim niteliğindedir. Böyle bir du-rumda daha özel bir nitelikten, daha genel bir niteliğe doğru aşama kaydetmek uygun düşmez. Bu husus son derece açıktır.
Bir de şu ayet-i kerimeye bakalım: “Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki…” (Hac, 52) Bu ayette, Resul ve Nebi nitelikleri birlikte zikredilmiş ayrıca her iki niteliğe birlikte sahip olanlar “gönderilmiş”ler olarak sunulmuştur. Ne var ki: “Orta yere kitap kondu; Nebiler ve şahitler getirildi.” (Zümer, 69) “O, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) ayetleri ve bir de incelememize konu olan ayet-i kerimedeki “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebiler gönderdi.” ifadesi ve benzerleri, açıkça Allah tarafından gönderilen her Peygamberin “Nebi” olduğunu dile getirmektedir. Bununsa “Bir resul, bir nebiydi” ifadesine ters düşen bir yanı yoktur. Çünkü bu ifadede, her iki lafızla orijinal anlamları kastedilmiştir. Yani kavramlarda bir anlam kayması söz konusu değildir. Bu durumda söz konusu ifadeyi şu şekilde açıklayabiliriz: O, Allah’ın ayetlerinden ve Allah katındaki bilgilerden haberdar olan bir Resuldür.
Ayrıca: “Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmaya-lım ki…” ayetini şu şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü şöyle demek pe-kala mümkündür: Nebi de, Resul de insanlara Peygamber olarak gön-derilmiş kişilerdir. Ancak, Nebi, Allah katında olan şeylerden haberdar biri olduğu için edindiği bu haberi insanlara duyurmak üzere görev-lendirilmiştir. Resul ise, Peygamberliğinin temel misyonu olan haber vermeye ek olarak özel bir mesaj sunmak üzere görevlendirilmiş kim-sedir. Bu nüansı bazı ayetlerden algılamak mümkündür: “Her ümmetin bir Resulü vardır. Onlara Resulleri geldiği zaman, aralarında adalet ile hüküm verirler.” (Yûnus, 47) “Biz bir Resul gönderinceye kadar azap edecek değiliz.” (İsrâ, 15)
Buna göre Nebi, Allah’ın inayeti ve insanlığı mutluluğa eriştirme-sine ilişkin hükmü uyarınca insanlara dünya ve ahiret hayatlarını islah edecek dinin temel ve ayrıntı niteliğindeki prensiplerini açıklayan Peygamberdir. Resul ise, hüccetin bütünüyle gerçekleşmesini kapsayan özel bir mesaj taşıyan Peygamberdir. Onun taşıdığı mesaj ve hüccete aykırı davrananları bir yıkım yada azap kuşatıverir. şu ayet-i kerime de bu açıdan ele alınabilir: “Öyle ki Resullerden sonra insanların Allah’a karşı delilleri olmasın.” (Nisâ, 165)
İlâhî kelâmdan, resul ve nebi arasındaki farkı belirleyici nitelikte, iki kavramın orijinal anlamları dışında herhangi bir sonuç algılanma-maktadır. Bunun zorunlu sonucu bizim daha önce yaptığımız şu tespit-tir: Resul, Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah’ın ve katında olanları bilme onurunu taşımaktadır. İleride Eh-libeyt İmamları’ndan (a.s) gelen rivayetleri incelerken, bu iki kavram arasındaki farklılık üzerinde daha etraflıca duracağız.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim peygamberlerin sayılarının çok olduğu-nu,yüce Allah’ın onların tümüne kitabında yer vermediğini açık bir şe-kilde dile getirmektedir: “Andolsun, biz senden önce elçiler gönderdik; onlardan kimini sana aktarıp anlattık, kimini anlatmadık.” (Mü’min, 78) vb. Yüce Allah’ın kitabında isimlerini anarak kıssalarını aktardığı Pey-gamberlerin sayısı yirmi küsurdur.
1) Adem, 2) Nuh, 3) İdris, 4) Hûd, 5) Salih, 6) İbrahim, 7) Lut, 8) İsmail, 9) El-Yesa 10) Zülkifl, 11) İlyas, 12) Yûnus, 13) İshak, 14) Yakub, 15) Yûsuf, 16) Şuayb, 17) Musa, 18) Harun, 19) Davud, 20) Süleymen, 21) Eyyub, 22) Zekeriyya, 23) Yahya, 24) İsmail Sadık’ul-Va’d, 25) İsa, 26) Muhammed (salat ve selâm üzerine olsun)
Bazı Peygamberlerin ise ismi geçmiyor, ima ve kinaye yoluyla kendilerine işaret edilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Musa’-dan sonra İsrailoğulları’nın önde gelenlerini görmedin mi? hani, Pey-gamberlerinden birine: ‘Bize bir melik gönder’; demişlerdi.” (Bakara, 246) “Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini…” (Bakara, 259) “Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini ya-lanlamışlardı. Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik.” (Yasin, 14) “Derken katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.” (Kehf, 65) “Ve torunlarına” (Bakara, 136) Ayrıca Hz. Musa ile arkadaşlık eden genç gibi, peygamber olup olmadığı açıklanmayan kimselerden de söz edilmektedir: “Hani Musa genç yardımcısına demişti.” (Kehf, 60) Yine Zulkarneyn, Meryem’in babası İmran ve Üzeyr gibi adı geçmekle be-raber, peygamberliklerinden söz edilmeyen kimseler de zikredilmiştir.
Kıacası, Kur’ân-ı Kerim peygamberlerin sayısını vermemiştir ki, bunu bir ölçü olarak alalım. Rivayetler arasında, peygamberlerin sayı-sına ilişkin ifadeler ise, metinleri birbirinden farklı ahad haberlerdir. Bunlar arasında en meşhur olanı Ebuzer’in Resulullah efendimize (s.a.a) dayandırdığı şu hadistir: “yüz yirmi dört bin peygamber gönde-rilmiştir. Bunların üç yüz on üç tanesi Resuldür.”
Biliniz ki: Peygamberlerin efendileri, aralarındaki Ululazm pey-gamberlerdir. Bunlar: Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’dir -salat ve selâm üzerlerine olsun-. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Artık sen sabret; Resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi.” (Ahkaf, 35) ileride, söz konusu peygamberlerle ilgili olarak kullanılan bu “azim” kavramının kendilerinden alınan ilk ahitte, yaptıkları antlaşmada sebat göstermeleri ve üstlendikleri görevi unutmamaları anlamına geldiği hususunda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hani biz, peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” (Ahzab, 7) “Andolsun, biz bun-dan önce Adem’e ahit vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz onda bir ka-rarlılık bulmadık.” (Tâhâ, 115)
Ululazm olarak nitelendirilen bu peygamberlerin her biri şeriat ve kitap sahibidir: “Dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı.” (Şûrâ, 13) “Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır; İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde.” (A’lâ, 18-19) “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik… Onların ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve içinde hi-dayet ve nur bulunan İncil’i verdik… Sana da önündeki kitapları doğ-rulayıcı ve ona bir şahit, gözetleyici olarak kitabı indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp on-ların havalarına uyma. sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (Mâide, 44-48)
Sunduğumuz ayetler, söz konusu peygamberlerin uyguladıkları bi-rer şeriatlarının olduğunu, Hz. İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve Muham-med’e -salat ve selâm üzerlerine olsun- kitap indirilmiş olduğunu dile getirmektedir. Hz. Nuh’a indirilen kitapla ilgili olarak daha önce; “İn-sanlar tek bir ümmetti.” ayeti “Dinden Nuh’a vasiyet ettiğini…” diye başlayan ayetle birlikte ele alındığı zaman, Hz. Nuh’a bir kitap verildi-ğinin anlaşılacağını vurgulamıştık. Bizim bu değerlendirmemiz, Hz. Davud’a bir kitap indirilmiş olması ile çelişmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Davud’a da Zebur’u verdik.” (Nisâ, 163) Aynı şekilde, çeşitli rivayetlerde, Hz. Adem’e, Şeys ve İdris’e kitap verildiğine ilişkin açıklamalara da ters düşmemektedir. Çünkü bunlar hüküm ve şeriat kapsamayan kitaplardır.
Biliniz ki, peygamberlik için vazgeçilmez bir olgu, vahiydir. Vahiy ise, bir tür ilâhî konuşmadır ki, peygamberlik misyonu bu iletişime dayanır. yüce Allah bir ayet-i kerime de şöyle buyuruyor: “Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” (Nisâ, 163) İnşaallah, Şûrâ Suresi’nin ilgili ayetini incelediğimiz zaman yeterli ve ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma’ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Nuh’tan önce insanlar, Allah’ın fıtratı üzere tek bir ümmetti. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler. Bunun üze-rine Allah peygamberler gönderdi. -Böylece insanlar iki guruba bölün-düler.-
Tefsir’ul-Ayyâşî’de, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) söz konusu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “İnsanların tek bir ümmet oldukları dönem Hz. Nuh’tan önceydi.” Orada bulunanlar: “Pe-ki hidayet üzere miydiler?” diye sorduklarında şu cevabı ver-di:”Tersine, sapıklık üzereydiler. Çünkü Hz. Adem ve soyundan salih kimseler vefat etmişlerdi. Geride sadece vasisi olan Hz. Şeys kalmıştı. O da Hz. Adem ve soyundan salih olanların bağlı bulundukları Allah’ın dinini açıktan yayacak gücü bulamıyordu kendinde. Çünkü Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü gibi Hz. Şeys’i de ölümle tehdit ediyordu. Bu yüzden takiyye yaparak, asıl inancını gizleyerek aralarında yaşamını sürdürdü. Sapıklıkları günbegün arttı ve nihayet göçüp gidenlerden başka içlerinde bir tek salih kimse kalmadı. Hz. Şeys bir adaya sığınıp Allah’a ibadet etmek zorunda kaldı. yüce Allah için bedâ gerçekleşti ve insanlara elçiler göndermeyi öngördü. Eğer bedâ olayı şu cahillere sorulursa: “Allah işten el çekti” diyecekler. Ama yalan söy-lüyorlar. yüce Allah’ın her yıl hükmettiği bir şeydir bu. Sonra şu ayeti okudu: “Onda her hikmetli iş ayrılır.” “Böylece yüce Allah, o yıl içinde gerçekleşecek kıtlığı, bolluğu, yağmuru v.s.yi hükme bağlar.” Ravi şöyle diyor: Dedim ki: İnsanlar peygamberlerden önce sapıklık üzere miydiler, yoksa hidayet üzere miydiler?” Buyurdu ki: “Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah’ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler. Allah’ın yaratmasında bir değişiklik olmaz. Allah kendilerine doğru yolu göstermedikçe hidayete ermeleri mümkün olmazdı. Hz. İbrahim’in şu sözünü duymadın mı?: “Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.” Yani, ezeli misakı unutanlardan olurum.”
Ben derim ki: “Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah’ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler.” sözü, hadisin baş tarafındaki “Sapık-lık üzere” oluşlarına ilişkin ifadeyi açıklar niteliktedir. Buna göre onlar, ilâhî bilgilere ilişkin ayrıntılı bir hidayetten yoksundular. Ayrıntılardan uzak toplu hidayet ise, ayrıntılar hususunda cahil olmayı da kapsamına alır. Nitekim Mecma’ul-Beyan tefsirinden az önce aktardığımız rivayetteki şu ifade de bunu destekler niteliktedir: “Allah’ın fıtratı üzereydiler. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler.”
“Yani ezelî misakı unutanlardan olurum.” sözü ise, sapıklığın tefsiri durumundadır. Buna göre, hidayet gerçekte misakı hatırlamadır. Kamil müminlerde olduğu gibi. Ya da, gerçekte misakı hatırlamış olmasa da, onu hatırlayanların durumunun aynısı bir durum sergilemedir. Ki bu da diğer müminlerin durumudur. Bunu için de hidayet kavramının kullanılmış olması bir nevi inayeti gerektirir.
Şeyh Saduk’un et-Tevhid adlı eserinde Hişam b. Hakem’in şöyle dediği rivayet edilir: “İmam Cafer Sadık’ın yanına gelen bir zındık ona şu soruyu yöneltti: “Nebi ve resullerin gönderilişini nasıl ispatlarsınız:” İmam şu cevabı verdi: “Biz, bir yaratıcımız, yoktan var edicimiz, bizden ve tüm varlıklardan yüce bir ilâhımız olduğunu, bu yoktan var edici ilâhın hikmet sahibi olduğunu, bu yüzden kullarının O’nu görme-lerinin, O’na dokunmalarının, O’nun ve kullarının birbirleriyle doğrudan temas kurmalarının, yüz yüze tartışmalarının uygun düşmeyeceğine kesin kanaat getirdiğimiz zaman kulları arasında O’nun elçilerinin de bulunduğunu kanıtlamış, kabul etmiş oluruz. Bu elçiler kullara çı-karlarına ve yararlarına olan şeyleri, varlıklarını korumalarına elverişli bir hayat sürdürmenin yollarını gösterirler. Bu yolu terk etmeleri du-rumunda yok oluş tehdidi ile yüz yüze geleceklerini öğütlerler. Bu da, hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi bilen yüce yaratıcı adına kulları ara-sında emir ve yasak koyma yetkisine sahip kimselerin varlığını kaçı-nılmaz kılar. Bu demektir ki, O’nun adına konuşan kimseler vardır. Bunlar da peygamberlerdir, Allah’ın seçkin kullarıdır. Hikmetle eği-tilmiş, onunla görevlendirilmiş hikmetli zatlardır. Durumları diğer in-sanların durumuna benzemez. Ama yaratılış ve terkip olarak onlarla aynı özelliklere sahiptirler. Her yaptığı yerinde olan ve her şeyi bilen yüce yaratıcının hikmetli, kanıtlı, belge ve tanıklı desteğine sahiptirler. Ölüleri dirilten, anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştireme gibi mu-cizelerle desteklenirler. Yeryüzü, Resulün sözünün doğruluğuna ve adil oluşunun zorunluluğuna delalet eden bir ilme sahip hüccetten hiçbir zaman yoksun olmaz.
Gördüğünüz gibi, bu hadis, peygamberlikle ilgili üç soruna ilişkin üç kanıtı kapsamaktadır.
1- Nübuvvet-i âmme yani genel anlamda peygamberliğin kanıtla-nışı. İmam’ın bu sözü üzerinde düşünüldüğü zaman “İnsanlar tek bir ümmetti.” ifadesine ilişkin uyuştuğu fark edilecektir.
2- Peygamberlerin mucize ile desteklenmesinin zorunluluğunun ka-nıtlanışı. İmam’ın sözleri, bizim “Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’-ân’dan) şüphelendiyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin” ayetinin tefsirindeki mucize konusunda sözlerimizin kanıtıdır.
3- Yeryüzünün hüccetten yoksun olması meselesi. İnşaallah ileride mesele üzerinde duracağız.
Şeyh Saduk’un el-Maanî ve el-Hisal adlı eserlerinde, Utbe el-Ley-si, Ebuzer’den (r.a) şöyle rivayet eder: Dedim ki: “Ya Resulullah, bu-güne kadar kaç peygamber gelmiştir?” Dedi ki: “yüz yirmi dört bin…” “Bunların kaç tanesi resuldür?” diye sordum. Buyurdu ki: “Tam tamına üç yüz on üç tanesi.” Dedim ki: “Adem, nebilerinden bir resul muy-du?” Dedi ki: “Evet, Allah, onu kendi kudretiyle yarattı, sonra kendi ruhundan üfledi.” Sonra dedi ki: “Ey Ebuzer, peygamberlerin dört ta-nesi Süryanîdir; Adem, Şeys, Nuh Uhnuh yani, ilk defa kalemle yazı yazan İdris ve Nuh. Dört tanesi de araptır. Hûd, Salih, Şuayb ve senin peygamberin Muhammed (salat ve selâm üzerlerine olsun); İsrailoğul-ları’ndan gönderilen ilk peygamber Musa’dır. Sonuncusu da İsa’dır, İs-railoğulları’ndan gönderilen peygamberlerin sayısı altı yüzdür.” Dedim ki: “Ya Resulullah, yüce Allah, kaç kitap indirmiştir?” Buyurdu ki: “Yüz tane küçük, dört tane de büyük kitap. Allah Şeys’e elli sahife, in-dirdi, İdris’e otuz sahife, İbrahim’e yirmi sahife indirmiştir. Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u ve Furkan’ı (Kur’ân’ı) indirmiştir.”
Ben derim ki: Bu rivayet, özellikle giriş kısmı, ki peygamberlerin ve Resullerin sayısını vermektedir, hem Şia ve hem de Ehlisünnet ka-nallarıyla rivayet edilen meşhur hadistir. Şeyh Saduk “el-Hisal” ve “el-Emalî” kitaplarında İmam Rıza’dan, o da ataları kanalıyla Resulullah’-tan, yine Zeyd b. Ali’den o da ataları kanalıyla Emir’ül-Müminin’den aynı anlamda bir hadis rivayet etmiştir. İbn Kavleveyh Kamil’üz-Ziya-rat adlı eserde, Seyyid b. Tavus “el-İkbal” adlı eserde İmam Zeynela-bidin’den (a.s) Besair’ud-Berecat adlı eserde, İmam Muhammed Ba-kır’dan (a.s) rivayet etmiştir.
el-Kâfi adlı eserde, İmam Muhammed Bakır’ın (a.s), “Resul, bir peygamberdi.” ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği vurgulanır: “Nebi; rüyada meleğin sesini işiten, ama meleğin kendisini görmeyen kimsedir. Resul ise, meleğin sesini işiten ama rüyada görmeyen, bununla beraber meleğin kendisini gören kimsedir.”
Aynı anlamı içeren başka hadisler de vardır. Aynı anlamı şu ayet-ten de algılamak mümkündür: “Harun’a da gönder.” (Şuara, 13) Ama bu demek değildir ki, resul, kendisine vahiy meleği gönderilen peygam-berdir. Tam tersine, burada şu husus kastediliyor: Nübüvvet (nebilik) risalet (resullük) peygamberlik misyonu kapsamında iki makamdır. Bi-rinin özelliği rüya, diğerinin özelliği de vahiy meleğini görmedir. Bazen bu iki makam bir kişide toplanabilir. O zaman iki özellik de onda toplanmış demektir. Bazen Nebilik olur da Resullük olmaz. Bu du-rumda Resullük kavram olarak değil ama somutlaşma bakımından Ne-bilikten daha özel bir nitelik olur. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz Ebuzer hadisinde bu durumu fark etmek mümkündür. Ebuzer’in: “Bun-ların kaç tanesi resuldür?” sorusu bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, her resul nebidir. Ama her nebi re-sul değildir. Bununla, bazılarının “Ancak o, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) ayetini ileri sürerek, bu ve benzeri rivayetleri de kanıt göstererek, “Sona eren nebiliktir, resullük devam ediyor.” şeklindeki iddialarına ilişkin cevap belirginleşiyor.
Yukarıdaki iddiaya verilecek cevap şudur: Nebilik mısdak ve so-mutlaşma bakımından Resullükten daha geneldir. Genel nitelikli bir şeyin kaldırılışı, onun kapsamındaki özel nitelikli bir şeyin de kaldırı-lışını kaçınılmaz kılar. Elimizdeki rivayetlerde, ki siz de fark etmişsi-nizdir, hiçbir şekilde Resullük ve Nebilik arasında umum-i min vech, yani birbirisinin bir bakımdan genel olmasına ilişkin bir kanıt söz ko-nusu değildir. Tersine rivayetler mutlak bir genelliğe yani sadece nebi-liğin genel olmasına işaret etmektedir.
Uyun-u Ahbar’ır-Rıza adlı eserde, İmam Ebu’l-Hasan er-Rıza’nın şöyle dediği rivayet edilir: “Ululazm” peygamberlerin bu ismi almala-rının nedeni şudur: onlar çığır açıcı, kararlı ve şeriat sahibi idiler. Şöyle ki: Nuh’tan sonra gelen bütün peygamberler onun şeriatı ve metodu üzereydiler, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Musa’nın zamanına kadar devam etti. Musa döneminden sonra gelen peygamberler, onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum İsa’nın zamanına kadar devam etti. İsa’dan son-ra gelen peygamberler onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) zamanına kadar devam etti. İşte adı geçen bu beş peygambere ululazm (=çığır açıcı) denir. Bunlar nebi ve resullerin en üstünleridir. Hz. Muhammed’in şeriatı kıyamete kadar nesh olmaz. On-dan sonra kıyamete kadar hiçbir peygamber gelmeyecektir. Kim Hz. Muhammed’den sonra peygamberlik iddiasında bulunursa, veya Kur’-ân’dan sonra bir kitap getirse, bunu duyan her kes için söz konusu iddia sahibinin kanını dökmek mubahtır.
Aynı anlamı içeren bir rivayet de, Kısas’ul-Enbiyâ yazarı kanalıyla İmam Cafer Sadık’tan (a.s) rivayet edilmiştir.
Tefsir’ul-Kummî’de, “Resullerden azim sahipleri gibi sabret.” ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer veriliyor: Ululazm peygamberler, Hz. Nuh, İbrahim, Musa, Meryem oğlu İsa’dır. “Ululazm” olmalarının anlamı, onların Allah’ı onaylamada bütün pey-gamberlerden önce davrandıkları, kendilerinden önce ve sonra gelen peygamberleri onayladıklarıdır. Yalanlandıkları hâlde, çeşitli eziyetlerle karşılaştıkları hâlde sabır ve kararlılıklarından ödün vermemişlerdir.”
Ben derim ki: Ehlisünnet ve’l-Cemaat kaynaklarında, İbn Abbas ve Katade kanalıyla ululazm peygamberlerin beş kişi oldukları, onların da Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) oldukları rivayet edilir. Aynı görüşü biz de, Ehlibeyt kanallarından rivayet ettik. Bu ko-nuda başka görüşlerde vardır. Bazılarına göre, çığır açıcı peygamberle-rin sayısı altıdır ve bunlar Hz. Nuh, İbrahim, İshak. Yakub. Yûsuf ve Eyyub’tur. Bazılarına göre, onlar cihad ve savaşla yükümlü kılınan, gizli şeyleri açığa çıkaran, din için mücadele eden peygamberlerdir. Bazıları da onların sayısının dört olduğunu ileri sürmüştür: İbrahim, Nuh, Hûd ve Hz. Muhammed (s.a.a). Ama bu iddialar kanıttan yok-sundur. Biz doğru görüşe yer verdik.
Tefsir’ul-Ayyâşî’de Sumalî aracılığı ile İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Adem ile Nuh arasında kendilerini gizleyen peygamberler vardır. Bu yüzden Kur’ân’da adları gizli tutul-muştur. Kendini açıklayan peygamberler gibi isimleri açıkça geç-miyor…”
Aynı anlamı pekiştiren başka rivayetler, birçok kanaldan, masu-miyet evinin halkından (Masum Ehlibeyt’ten) aktarılmıştır.
Tefsir’us-Safi’de Mecma’ul-Beyan tefsirinden naklen Hz. Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilir: “Yüce Allah bize (Kur’ân’da) kıssasını anlat-madığı siyah bir peygamber göndermiştir.”
Emir’ül-Müminin, Nehc’ül-Belâğa’da Hz. Adem’den söz ettiği bir hutbesinde şöyle der: “Yüce Allah onu ölüm yurduna ve zürriyetin te-nasülle çoğaldığı diyara indirdi. Allah-u Teala onun çocukları arasından peygamberler seçip görevlendirdi. Vahiy yoluyla onlardan misak aldı. Mesajı tebliğ etme hususunda onları güvenilir kıldı. çünkü kulların büyük çoğunluğu Allah’a verdikleri ahdi değiştirmiş, O’nun hakkını unutmuş ve O’na eşler koşmuştu. Şeytanlar onları Allah’ı bilmekten uzaklaştırmış, O’na kulluk sunmalarına engel olmuştu. Bu yüzden içle-rinde Resuller görevlendirdi. Nebileri peş peşe gönderdi. Fıtratlarının misakını pekiştirsinler, unutulan nimetleri hatırlasınlar diye. Tebliğ aracılığı ile kendilerine kanıtlar sunsunlar, akılların gizli ve örtülü yön-lerini, kavrayışlarını harekete geçirsinler, bir plân ve ölçü dahilinde ev-rene yerleştirilen ayetleri kendilerine göstersinler; üzerlerinde yüksel-tilmiş tavanı (gök), altlarına serilmiş döşeği (yer), yaşadıkları hayatı, yok olacakları ecelleri, kendilerini kocaltan hastalıkları, birbirinin ardı sıra başlarına gelen hadiseleri anlatsınlar diye. Ulu Allah kullarını gönderilmiş bir nebiden, indirilmiş bir kitaptan, gerekli bir hüccetten ve kanıtlanmış bir belgeden yoksun bırakmamıştır. Allah resuller gön-dermiştir. Sayılarının azlığı ve kendilerini yalanlayanların çokluğu onlar için bir kusur değildir. Önce gelen sonrakinin adını vermiştir. Göçüp gideni de, önceki tanıtmıştır. Bu minval üzere asırlar geçti, çağlar birbirini izledi. Babalar göçtü, oğullar yerlerini aldı. Nihayet ulu Allah resullerin sayısını tamamlamak ve peygamberliği sona erdirmek üzere Hz. Muhammed’i gönderdi…”
Ben derim ki: Hutbenin orijinalinde yer alan “ictalethum (=onları Allah’ı bilmekten uzaklaştırdı.)” yani, haktan saptırıp şaşkın bir hâle getirdi. İfadenin orijinalindeki “vatere ileyhim (=nebileri peş peşe gön-derdi.)” yani, birini diğerinin ardından gönderdi. İfadenin orijinalinde yer alan “el-evsab” kelimesi, “vaseb” kelimesinin çoğuludur ve hastalık demektir. “Ahdas” kelimesi, “hades” kelimesinin çoğuludur ve hadise demektir. İfadenin orijinalinde yer alan “neselet’il-kurûn” asırlar geçti anlamınadır. “Sayıyı tamamlamak” va’di tasdik etmektir. Bununla kas-tedilen, yüce Allah’ın Resulü Muhammed’i (s.a.a) göndereceğine ilişkin va’didir. Nitekim Hz. İsa (a.s) ve diğer peygamberler onun geleceğini müjdelemişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da adalet bakımından da tastamamdır.” (En’âm, 115)
Tefsir’ul-Ayyâşî’de Abdullah b. Velid’in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki: Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor: “Onun için levhalarda her şeyden yazdık.” Böylece biz anladık ki, Hz. Musa’ya her şey yazılmamıştır. Hz. İsa hakkında da şöyle buyuruyor: “Sizin için anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri açıklayacağım.” Ama Hz Muhammed (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Seni de bunlar üzerine şahit getirdik. Sana her şeyin açıklayıcısı olan bir kitap indirdik.”
Ben derim ki: Aynı değerlendirme Besair’ud-Derecat adlı eserde, iki değişik kanaldan Abdullah b. Velid aracılığı ile rivayet edilmiştir. Yüce Allah, Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor….” ifadesi, yüce Al-lah’ın Musa’ya verilen levhalarla ilgili bu çözümün, Tevrat’la ilgili “Her şeyin tafsili” şeklindeki sözünün açıklaması niteliğindedir. Çünkü eğer, her şeyin bütün yönlerden, eksiksiz bir açıklamayla kapsadığı kastedilseydi, o zaman levhalarla ilgili olarak “Her şeyden” sözü ger-çeği yansıtmamış olacaktı. Bu da gösteriyor ki, “Her şeyin tafsili”nden maksat, şeylerin bir yönüyle açıklanışıdır, tüm yönleriyle değil. Artık, maksadı varın siz anlayın.
EL- MÎZAN FÎ TEFSÎR-İL KUR’AN
BAKARA SÜRESİ /213
Ayet-i kerime, insanlık hayatında dinin temelinin atılış sebebini, insanoğlunun dinle yükümlü kılınış nedenini ve insanların dinle ilgili olarak görüş ayrılığına düşmelerinin gerekçesini açıklıyor. Buna göre: Öz yaratılış olarak toplu hâlde ve dayanışmalı olarak yaşamaya eğilimli olan insan türü, toplu hâlde yaşayışının ilk evresinde bir ümmetti. sonra öz yaratılışının bir gereği olarak, bir canlı olmaktan kaynaklanan meziyetler edinme noktasında aralarında farklılaşmalar baş gösterdi. Bu durum, ortaya çıkan ihtilafları ve hayatın gerekli olgularına ilişkin çekişmeleri ortadan kaldıracak kanunların konulmasını kaçınılmaz kıldı. Sonra peygamberler ve elçiler gönderilmek suretiyle bu kanunlara din kisvesi giydirildi. Bu yasalar müjde, korkutma ve sevap-azap ikilemi ile pekiştirildi. Aksayan yönler, peygamberin gönderilmesi üzere ibadetler desteğiyle onarıldı.
Daha sonra dinsel bilgiler ya da dünya ve ahiret meselelerinde gö-rüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bunun sonunda dinî birlik ve bütünlük zede-lendi. Guruplar ve hizipler oluştu. Bunun bir uzantısı olarak da, hayatın diğer alanlarında da ihtilaflar gündeme geldi. Bu ikinci ihtilafın tek nedeni, kendilerine kitap verilenlerin azgınlık ve kıskançlıklarıydı. Di-nin temel prensipleri ve ana öğretileri kendilerine gösterilmesinin ar-dından zulüm ve azgınlığa sapmalarıydı. Böyle olunca da, aleyhlerine kullanılacak kanıt tamamlandı. sorumlu kılınışlarının gerekçesi, bizzat kendi hayatlarında somutlaştı.
Şu hâlde, insanlık hayatında iki türlü ihtilaf ve görüş ayrılığı söz konusudur. Biri dinle ilgilidir ki, dayanağı insanın öz yaratılışı ve doğal yapısı değil, aksine azgınların heva ve hevesleri, kıskançlıklarıdır. Diğeri ise, dünya meselelerine ilişkin ihtilaftır ki öz yaratılışa dayanır, fıtrîdir. Ayrıca dinin gönderilip insan hayatına egemen kılınmasının da sebebidir. Ardından yüce Allah, hakkında görüş ayrılığına düşülen me-selelerle ilgili olarak, kendi izniyle müminleri gerçeğe iletti. Allah kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.
Şu hâlde, insan türünün mutluluğa kavuşmasının, hayatının dengeli ve ahenkli bir düzen içinde sürmesinin tek etkeni ilâhî menşeli dindir. Allah katından gelen din, fıtratın aksayan yönlerini, yine fıtrat ile onarır. Gemi azıya almış, alabildiğine kışkırtılmış güç ve eğilimlerini doğal kapasitesinin sınırları içine ve normal mecrasına çeker. İnsanın dünyevî ve uhrevî, maddî ve manevî hayat biçimine düzen verir. İşte ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan türünün dünya üzerin-deki toplumsal ve dinsel hayatının, tarihsel sürecinin özeti.
Görüldüğü gibi, ayet-i kerimede, ayrıntıya girmekten kaçınılmıştır. Çünkü, değişik meselelere işaret eden değişik ayetlerde, konu başka boyutlarıyla da ele alınmıştır.
İNSAN TÜRÜNÜN İLK KEZ YARATILIŞI
Konuya ilişkin farklı ayetlerden çıkan sonuca göre; insan türü ama bütün insan türleri değil, sadece şu anda yeryüzünde yaşayan şu nesil, başka bir türden, yada herhangi bir hayvan cinsinden evrimleşerek tü-remiş değildir. Bir başka türün, değişken ve evrimleşen doğanın etki-siyle bu günkü hâline dönüşmüş şekli değildir. Tam tersine, insanoğlu, yüce Allah’ın topraktan yarattığı bir canlı türüdür. Daha önce içindeki-lerle beraber yeryüzü ve gökyüzü vardı. Ama insan yoktu. Sonra yüce Allah, insan dediğimiz bu canlı türünün ilk çiftini yarattı. Şu anda yer-yüzünde yaşayan insanlar işte bu çiftin çocuklarıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden ya-rattık ve sizi halklar ve kabileler kıldık.” (Hucurat, 13) “O sizi, tek bir ne-fisten yarattı ve kendisinden eşini var etti.” (A’râf, 189) “…Adem’in du-rumu gibi onu topraktan yarattı.” (Âl-i İmrân, 59)
Bazı doğa bilimcilerin, savundukları türlerine evrimleşmesi teorisi ve buna bağlı olarak günümüzde tartışılan insanın maymundan türemiş olduğu savı veya bazılarının iddia ettikleri gibi balıktan evrimleşmiş olması iddiası, kesin bir bilgiye dayanmayan varsayımlardan öte bir şey değildir. Bu teorilerin geliştirilmesi, bütünüyle bilimsel açıklama ve değerlendirmeleri bir esasa dayandırma çabasına yöneliktir. Bu de-ğerlendirmelerin göz önünde bulundurulması, kesin bilgiye dayalı ger-çeklerin göz önünde bulundurulması ile çelişmez. Hatta zihinsel im-kânlarla da bu tür varsayımlar çelişmez. Çünkü bunlar konuya ilişkin sonuç ve hükümleri bir gerekçeye dayandırma girişiminden öteye geç-mezler. İnşaallah: “Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı.” (Âl-i İmrân, 59) ayetini tefsir et-tiğimiz zaman konuya ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN RUH VE BEDENDEN OLUŞMASI
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü, ilk kez yarattığı andan itibaren, iki cüzün birleşimi, iki cevherin terkibi şeklinde yaratmıştır. İnsan, bedensel maddenin ve nefsin ve ruh denen soyut cevherin birle-şimidir. Bunların ikisi, yeryüzündeki hayat sürdükçe birbirlerinden ay-rılmazlar. Birbirlerine eşlik ederler. Sonra beden ölür, diri olan ruh on-dan ayrılır. Böylece insan, yüce Allah’ın katına döner. Yüce Allah bu süreci şu şekilde dile getirir: “Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir embriyo olarak yarattık; ardından o embriyoyu bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız. Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz.” (Mü’minun, 12-16) (Bu ayetlerin akışı içindeki “Sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik.” ifadesi dikkat çekicidir.)
Aşağıya alacağımız ayet-i kerime de aynı anlamı vurgulamaktadır: “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın.” (Sâd, 72)
Şu ayet-i kerime ise, verdiği mesaj bakımından diğerlerinden daha açıktır: “Dediler ki: Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız? Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız.” (Secde, 10-11) Bu-rada yüce Allah, kâfirlerin, ölümden sonra bedenin parçalarının bir da-ha dirilişe elvermeyecek şekilde ayrılıp, organlarının çürüyerek yok olmalarına ilişkin kuşkularına, ölüm meleğinin canlarını alacağını, onları kontrolünde tutup bir tarafa gidip kaybolmalarına izin vermeyeceğini vurgulayarak cevap veriyor. Şu hâlde yitip giden, çürüyerek helak olan bedenleridir, nefisleri değildir. Demek ki, insanın “kendi”si, be-deninden ayrı bir şeydir. İnsanların bedenleri toprağa karışır toz olur gider. Ama kendileri, yitip gitmezler, yok olmazlar. İnşaallah, yeri ge-lince, Kur’anın ışığında, insan ruhunun hakikatı üzerinde ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN GERÇEK BİLİNCİ VE EŞYA İLE İLİŞKİSİ
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü yaratmış ve onu bilinç ile donatmıştır. Ona işitme, görme organlarını ve kalp bahşetmiştir. Bu yüzden insan, kavrama ve düşünme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneği sayesinde, gözlemleyebildiği eşya ve olayları, içinde bulunduğu anda var olan şeyleri, geçmişte olanları, eşya ve olayların gelecekte alacakları biçim ve niteliklerini algılar, özümser. Dolayısıyla insan, bir şekilde olayları kuşatma becerisiyle donatılmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak, 5) “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme duyularını ve kalpler verdi.” (Nahl, 78) “Ve Adem’e isim-lerin hepsini öğretti.” (Bakara, 31) Yüce Allah, insan türü için, her şeyle bağlantı kurabilecek ve her olgudan yararlanabilecek özellikte bir va-roluş öngörmüştür. İnsanın bu varoluşsal yeteneği eşya ve olaylarla iletişim kurmaktan yada eşyayı başka şeylere ulaştırıcı birer araç gereç olarak kullanmaktan çok daha genel bir olgudur. Ki, biz insanın bu özelliğini, sanayideki olağanüstü becerisinde ve düşünsel metodoloji-sinde gözlemleyebiliyoruz.
Bu bağlamda yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için yerde olan-ların tümünü yaratan O’dur.” (Bakara, 29) “Kendinden bir nimet olarak göklerde ve yerde olanların tümünü sizin için boyun eğdirdi.” (Casiye, 13) Eşyanın insanoğlunun emrine verildiğini dile getiren bunun gibi birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
İNSANIN PRATİK BİLGİLERİ
Yüce Allah tarafından insanoğluna bahşedilen bu iki özellik, yani düşünme, algılama gücü ile varlıkları kendisine boyun eğdiren varo-luşsal rabıta, üçüncü ve olağanüstü bir başka özelliğin oluşması ile so-nuçlandı. Buda insanın kendi için bilgiler ve kavrayışlar hazırlaması, bunları eşya üzerinde tasarruf etme aşamasına yönelik olarak değer-lendirmesidir. Etkinlik ve objeler dünyasındaki varlıklar arasında faa-liyet gösterip varlığını ve neslinin devamını sağlama yönünde onlardan yararlanmasıdır.
Meseleyi biraz daha açacak olursak: Zihnini her türlü dış etkenden soyutlayıp, bütünüyle boş bir şekilde insan denen şu yeryüzü menşeli, düşünce ve iradesiyle hareket eden varlığa yönelttiğin zaman, bir an için ilk defa onu gözlemlediğini, ilk defa onunla karşılaştığını düşüne-cek olursan, bu canlı türünün bir tek ferdinin, bir canlı olarak sergile-diği faaliyetlerde, sayısız ve sınırsız kavrayış ve düşünüş eylemlerini devreye soktuğunu, bunları akıllara durgunluk veren birçokluğa, geniş boyutluluğa ve çeşitliliğe sahip olduğunu göreceksin. Bunlar bilgilerdir. Bu bilgilerin oluşumlarının, bir araya gelişlerinin, bölünüş ve bir-leşimlerinin baş etkenleri insanın gözle görülür veya görülmez duyula-rıdır. Yada insanoğlunun bu alanda düşünsel gücünün tasarrufudur. Bu tasarruf da ilk ve ön girişim yada ard arda yapılmaktadır. Bu realiteyi bir insan hem kendi üzerinde, hem de başkasının şahsında gözlemle-yebilir. Bunun için fazladan bir uyarı ve yönlendirmeye gerek yoktur.
Sonra bir kez daha adı geçen biliş ve kavrayışlara baktığında, bun-ların, bir bölümünün insan ile iradeye bağlı fiilleri arasına girmelerinin uygun olmadığını fark edersin. Yer, gök, su, hava, insan ve at kavram-ları, “Dört sayısı çifttir.” “Su akıcı bir maddedir.” “Elma bir meyvedir.” anlamları gibi olguları bu kategoride değerlendirmek gerekir. Bunlar, maddî objeler dünyası ile, bizim duyularımız ve kavrayışsal olgularımız arasında gerçekleşen etki ve tepkiler sonucu oluşan bilgilerdir. Nefsimiz üzerinde yaptığımız gözlemler sonucu algıladığımız (ve “ben” sözcüğüyle ifade ettiğimiz) bilgi ile, akıl aracılığı ile algılanan külli varlıklara ilişkin bilgi de bu kapsama girer. Bu tür bilgi ve kavrayışlar, bizden yana bir iradenin belirmesi yada bir fiilin sergilenmesini gerektirmez. Tersine, bunlar sadece, dışımızdaki olguları bize hikayet etmektedirler.
Az önce işaret ettiğimiz bu tür bilgilerin, tam aksine bir başka bil-giler de söz konusudur. Söz gelimi diyoruz ki: ortada güzel ve çirkin şeyler vardır. Yapılması ve yapılmaması gereken şeyler vardır. İyilik öz gösterilmesi gereken bir olgudur. Adalet olgusu güzeldir. Zulüm çirkindir.
Başkanlık, uyrukluk, kölelik ve efendilik kavramları vardır. İşte bu, düşünüş ve kavrayış zincirinde, bizden yana bir ilgi söz konusu değildir. Biz sadece, bunlarla meşgul oluyor, bunları ilişkilerimizde kullanıyoruz. İradeye bağlı hiçbir fiil bunların aracılığı olmadan ger-çekleşmez. Hayata ilişkin meziyetlerin ve unsurunun egemen olması için bunlara ihtiyaç vardır.
Bununla söz konusu bilgiler bize, objeler dünyasında yer alan de-ğişmez, bizimle ve kavrayışımızla bağımlılığı bulunmayan olguları hikayet etmezler. Nitekim, birinci kategoriye giren bilgiler açısından durum bundan farklıdır. Çünkü bu bilgiler ve kavrayışlar, amelin kap-samının dışında değildir. İçimizde, dış etkenlerin sonucu oluşmazlar. Tam tersine, bunlar, bizim kendimizin hazırladığımız, iç algılarımızın önceden bize ilham ettiği, dolayısıyla etkin güçlerimizin ve fonksiyon-ları fiil ve çalışma olan organik aletlerimizin bir gereği olarak bir şekilde bizim için oluşan bilgi ve kavrayışlardır. Örneğin beslenme içgüdümüz yada üreme güdümüz, eyleme geçme dürtüsü ve uyuşmadığı olgulardan kaçışı ile, sevgi, nefret, özlem, eğilim ve arzu gibi duygu şekillerinin meydana gelmesine yol açar. Ardından söz konusu duygu şekilleri bizi, adı geçen biliş ve kavrayışları, güzel, çirkin, gerekli, ge-reksiz, farz, caiz türü değerlendirmeler yapmaya zorlar. Bu değerlen-dirmelerin bizimle dışımızdaki objeler dünyası ve onlar üzerinde sergi-lediğimiz fiiller arasındaki iletişim süresinde aracılık işlevini görmele-riyle bizim açımızdan işlem tamamlanır. Bunun ışığında anlıyoruz ki, bir takım bilgi ve kavrayışlara sahibiz. Ancak bunların pratiksiz hiçbir değerleri yoktur. (Buna pratik bilgiler denir) Konunun bir sonuca bağ-lanması, ayrıntılı bilgi verilmesi, ileride uygun bir yerde gerçekleşe-cektir.
Ulu Allah, bu bilgi ve kavrayışı, pratik aşamasına geçiş için bir donanım olsun ve bununla evrende tasarrufta bulunsun ve bunun sonu-cunda yüce Allah, meydana gelmesini dilediği bir şeyi gerçekleştirsin diye, bizlere ilham etmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50) “Ki, O, yarattı; bir düzen işinde biçim verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi.” (A’lâ, 2-3) Burada, varlığı kemale ermesi yönünde tüm yaratılmışlar için öngörülen genel bir yol göstericilikten söz edilmektedir. Bu yol göste-ricilik canlı türünü bilinçli veya bilinçsiz olarak varlığını koruyup sür-dürecek faaliyetler ve çabalar içine sürükler.
Yüce Allah, özellikle insanlar hakkında şöyle buyuruyor: “Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve O’ndan sakınmayı ilham edene andolsun.” (Şems, 7-8) Bu ayet-i kerime insa-noğlunun, yüce Allah’ın fıtrî olarak ilham etmesi sonucu günah ve tak-vayı, yapması yada gözetmesi gerekeni ve yapması yada gözetmesi ge-rekmeyeni bildiğini ifade ediyor. İşte burada, pratik bir bilgi söz konu-sudur ki, insan nefsinin dışında bir anlam ifade etmez. Belki de, günah ve takvanın nefse izafe edilerek söz edilmesi ile, değindiğimiz bu ince-liğe işaret edilmektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.” (Ankebut, 164) Kuşkusuz, oyun gerçekliği söz konusu olmayan bir hayalden öte bir şey değildir. Dünya hayatı da öyle… Makam, mal, ilerilik, gerilik, başkanlık, uyrukluk gibi dünya hayatına ilişkin olgular, zihin dışı objeler dünyasında gerçekliği olmayan birer hayaldir. Sadece hayal edenin zihninde bir yer kaplarlar. Şöyle ki; bu olgulara ilişkin olarak zihin dışı objeler dünyasında olup bitenler, sa-dece insanın maddî âlemde sergilediği hareketler ve tasarruflardır. Bu hususta insan bireyleri ile durumları arasında herhangi bir fark yoktur.
Buna göre “başkan insan”dan gerçekte varolan, onun insanlığıdır. Başkanlığı ise sadece bir vehimdir. “Birisinin mülkü olan giysisi”nden gerçek olan giysidir. Birisinin mülkü olması ise, hayali bir olgudur. Zihnin sınırlarını aşamaz. Bu ölçüler dahilinde başka olguları da değerlendirebiliriz.
İNSANIN DİĞER VARLIKLARI KENDİ YARARINA KULLANMASI
İnsanı maddî âlemde faaliyet göstermeye yönelten, madde plânın-daki eylemlerle ilgili olmasını sağlayan, işte sözünü ettiğimiz bu bilgi ve kavrayışlar silsilesidir. Aynı şekilde bu düşünüş ve onaylamaların kapsamına, insanın, kemale ulaşma yolunda kullanabileceği her şeyi kullanmasının gerektiğini onaylaması da girer. Diğer bir ifadeyle, in-sanoğlu, mümkün olan her sebepten kendisi için yararlanmaya, hayatını sürdürme amacına yönelik olarak kullanmaya inanır. Bu yüzden medde üzerinde tasarrufta bulunmaya, maddî araç ve gereçlerden ya-rarlanmaya başlar. Bu aletleri de madde üzerinde kullanır. Örneğin bı-çak aletini kesme işinde, iğneyi dikiş işinde, kap-kacak gibi şeyleri, sıvı maddelerin muhafazasında, merdiveni de tırmanış için kullanır. Bunun gibi sayısız örnekler gösterebiliriz. Bunları birleşim ve ayrışımı açısından sınırlandırmak imkânsızdır. Göz önünde bulundurulan amaç-lara ulaşma, savaşım verilen hedeflere varmak için kullanılan yöntem ve sanayiler akıllara durgunluk verecek boyutlardadır.
Yine bu gerekçeyle insanoğlu, bitkiler üzerinde de çeşitli tasarruf-larda bulunur. Bununla üzerindeki tasarrufları sonucu birçok bitki tü-rünü gıda, giyim ve barınma alanında kullanır. Aynı gerekçeyle, hayvan türlerini kendi yaşamının çıkarı doğrultusunda kullanır. Hayvanların etinden, kanından, derisinden, kılından, tüyünden, yününden, boy-nuzundan, dışkısından, sütünden, ürününden ve tüm faaliyetlerinden yararlanır. Sırf hayvan türlerinden yararlanmakla da yetinmez. Bilakis, kendi hemcinslerinden elinden geldiğince yararlanır. Mümkün oldu-ğunca hemcinsinin varlığından ve bedensel faaliyetlerinden yararlan-manın yollarına bakar. Bütün bunlar, her zaman tanık olduğumuz ve gerçekliğinden kuşku duymadığımız olaylardır.
İNSANIN DOĞASI GEREĞİ UYGAR OLUŞU
Şu kadar var ki, insanoğlu kendi türünün, diğer bireylerinin, ken-disinin onlardan beklediği ve umduğu şeyleri kendisinden bekledikle-rini, umduklarını görünce onlarla uzlaşma yoluna gitti. Onlardan ya-rarlandığı oranda, kendisinden yaralanmalarına razı oldu. Bir uygarlık edinmenin, dayanışma esasına dayalı bir topluluk hâlinde yaşamanın zorunluluğuna hükmetmesi bu realiteden kaynaklanır. Ayrıca bu durum insanı, her hak sahibinin hakkını alabildiği, oran ve ilişkilerde dengenin gözetildiği bir sosyal istikrarın gerekliliğine inandırdı. Biz buna “Toplumsal Adalet” diyoruz.
İnsanın, uygar bir toplumsallığın ve sosyal adaletin gerekliliğine inanması, koşullarına kendisini zorladığı bir kaçınılmaz sonuçtur. Sö-zünü ettiğimiz bu zorlama olmasaydı, insan hiçbir zaman böyle bir yargıya varamazdı. İşte: insan doğası gereği uygardır. “Sosyal adaleti gerekli görür” sözü ile kastedilen, budur. Çünkü bu durum, az önce sö-zünü ettiğimiz kullanma, istihdam etme realitesinin doğurduğu bir so-nuçtur. İnsan bu sonuca ortamın zorlaması ile varabilmiştir. Nitekim insan bir başkasına karşı güçlendikçe toplumsal dayanışma ve sosyal adalet olgusu buna bağlı olarak zayıflar. Güçlü olan, zayıf olan kimse hakkında bu gerekliliği yerine getirmemeye başlar. Biz bu realiteyi, zayıf uluslarla güçlü uluslar arasındaki ilişkilerde gözlemleyebiliriz. Tarih de, uygarlık ve özgürlük çağı olarak nitelendirilen günümüze kadar hep bu realite doğrultusunda gelişme göstermiştir.
Bunu şu ayetlerden de algılayabiliriz: “Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72) “Gerçekten, insan, bencil ve haris olarak yaratıl-dı.” (Mearic, 19) “Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim, 34) “Hayır: gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde.” (Alak, 6-7)
Şayet sosyal adalet olgusu, insan doğasının birincil gereği olsaydı, toplumlar düzeyinde ilişkiler genellikle adalete uygun gelişme göste-rirdi. İş bölümünde güzellik, hoşnutluk esas alınırdı. Fertlerin eşitliği ilkesi gözetilirdi. Oysa, gözlemlenen realite bunun aksini göstermekte-dir. Bu güne kadar gördüğümüz; kudret ve galibiyetin fonksiyoner ol-duğu, üstün ve güçlü olanın isteklerini zayıf olana kabul ettirdiği, gali-bin mağluba öncülük ettiği; onu arzu ve amaçlarına erişmek maksadıyla sömürdüğüdür.
İNSAN TÜRÜNÜN BİREYLERİ ARASINDA İHTİLAF ÇIKMASI
İnsanın doğuştan başkasını kendi hizmetinde kullanma eğiliminde olmasına, insan bireyleri arasındaki, yaratılış, bölge, gelenek ve buna bağlı olarak ahlâkî yapı farklılıklarından kaynaklanan zorunlu ihtilaflar eklenince, zorunlu ihtilafların güçlülük ve zayıflık durumuna göre, sağlıklı bir toplumun sahip olduğu sosyal adalet ilkesinden sapmalar, buna bağlı yeni ihtilaflar ortaya çıkar. Bu yüzden güçlü olan zayıf olandan daha fazla yararlanmaya başlar. Galip olan, artık mağlup ola-nın kendisinden yararlanmasına izin vermeden ondan istifade etmenin yollarını arar. Buna karşılık zayıflar ve mağluplar da zayıf ve mağlup olarak kaldıkları sürece hile, komplo ve aldatma yolunu tutarlar. Ken-dileri de gün gelip güce ve galibiyete eriştiklerinde, kendilerine zulüm edenlere en şiddetli bir intikamla karşılık verirler. Bu tür ihtilafların baş göstermesi, bir tür hercümerce, alt-üst oluşa yol açar. Bunun sonu da hiç şüphesiz insanlığın helaki, fıtratın yok oluşu, mutluluğun bir daha geri gelmeyecek şekilde yitip gitmesidir.
Şu ayetler, bizim vurguladığımız bu realiteye işaret etmektedir: “İnsanlar tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştü-ler.” (Yûnus, 19) “oysa, onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler; Rabbinin rahmet ettikleri dışında, onları bunun için yarattı.” (Hûd, 119) Tefsirini sunduğumuz ayette yer alan şu ifadeyi de bu çerçevede değerlendirebi-liriz: “insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm versinler diye hak kitaplar indirdi.
Bildiğin gibi bu anlaşmazlığın insan topluluklarının bireyleri ara-sında baş göstermesi zorunludur. Bunun nedeni, yaratılışın farklı mad-delere dayanmasından dolayı, her kes açısından farklılık göstermesidir. Tüm fertler, gerçi insan olarak, insan olmanın dış görünümü olarak birdir. Ve biçimsel birlik, bir ölçüde düşünüş ve davranış birliği sağlar. Ancak yaratılışa esas olan maddelerin her ferde göre farklı olması, insanlar arasında bir açıdan benzerlik ve tıpa tıplık olmasıyla birlikte farklı algılayışlara, farklı kavrayışlara ve farklı durumlara yol açar. Bu farklılık da eylem ve davranış farklılığını doğurur. Sosyal düzenin alt-üst olmasının temeli budur.
Neden ve gerekçelerini sıraladığımız bu farklılık ve anlaşmazlıklar ortaya çıkınca, yasama erkinin işlevi devreye girer. Söz konusu anlaş-mazlık ve farklılıkları ortadan kaldırmaya yarayacak genel kanunlar koyma gereği doğar. Her hak sahibinin hakkını alması ancak bu yasalar sayesinde gerçekleşebileceği öngörüldüğü için, halkın bu yasalara uymaları zorunluluğu getirilir.
Günümüzde toplumu ıslah etme amacına yönelik olarak, yasa ko-yup uygulama bağlamında genelde iki yol izlenmektedir:
Birincisi: Toplumun, konulan yasalara uymaya zorlanması. Ki bü-tün insanlar yasama hakkına sahip olma noktasında, ortak bir pozis-yonda ve tam haklarda eşit konumda olsunlar. Yani, bireyin, hayatın kemale ermesi açısından kendisine yarayan her türlü imkânı elde etmesi öngörülür bu yöntemde. Ayrıca, tevhit (Allah’ın tek ve ortaksız rablığı) ve üstün ahlâk gibi dinsel öğretiler gözetilmez. Bu yöntemde tevhide yer yoktur. Ahlâk ise, topluma ve toplumun durumuna uygun olan bir şey, üstün ahlâk olarak nitelendirilir. Buna göre, toplumun gelişim sürecinde bir gün iffet, bir gün müstehcenlik, bir gün doğruluk, bir gün yalan, bir gün güvenirlik ve bir başka gün de hainlik üstün ahlâk olarak nitelendirilebilir.
İkincisi: Toplumun kendi durumuna uygun ahlâkî yöntemlerle eği-tilerek kanunlara itaat etmeye, onlara saygılı olmaya zorlanması. Bunun yanında toplumsal eğitim sürecinde dinsel öğretilerin dışlanması…
Toplumsal anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve insan türünün bir-lik ve bütünlüğünü sağlamak için, bu gün sözünü ettiğimiz bu iki yön-tem uygulanmaktadır. Bunlardan biri, sadece otorite gücüne dayanır-ken, diğeri ahlâkî eğitim gücüne dayanmaktadır. Ne var ki, her iki yöntem de, bu gün tanık olduğumuz çeşitli alanlardaki bozgunculukla-ra yol açmalarından da anlaşıldığı gibi cehalet esasına dayanırlar. İnsan türünün sonunu hazırlıyorlar ve insan gerçeğini yok ediyorlar. Çünkü insan denen bu varlık, yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Varlığı, O’nun sanatının eseridir. Varlık sahnesine O’nun yanından adımını atmış ve tekrar O’nun katına dönecektir. İnsan için, şu dünya varoluşu-nun sonunda, başlayacak bir sonsuz hayat söz konusudur. Sonsuz, ke-sintisiz upuzun bir hayat ve bu hayat dünya hayatına, insanın dünya hayatındaki hayat biçimine göre mahiyet kazanacaktır. İnsanın dünya hayatında Allah’a kul olması, O’ndan gelip O’na dönmesi anlamına ge-len tevhid ilkesine uygun olarak belirlediği tavırlar ve edindiği karak-terler, ahiret hayatının niteliği üzerinde belirleyici rol oynayacaktır. Bu yüzden insanoğlu bu dünyadaki hayatını tevhid ilkesini unutma ve gerçeği örtbas etme esasına dayandırdığı zaman, nefsini helak eder, in-sanlık hakikatine ölümcül bir darbe indirir.
Günümüzde, insanlar arası anlaşmazlıkları ortadan kaldırma ama-cına yönelik olarak, yasama açısından bu iki yöntemi uygulayan bu in-sanlar, bir kente doğru yola koyulan bir kafileyi andırırlar. Kafile yol-culuk için gerekli olan yiyecek, içecek ve araç-gereci eksiksiz olarak yanına almıştır. Bunlar yolculuk esnasında bir yerde mola verirler. Çok geçmeden, aralarında anlaşmazlık baş gösterir. Savaşlar, kavgalar, ırza tecavüzler, başkasının malına ve yerine el koymalar başlar. Bunun sonucunda can ve mal güvenliğini sağlama hususunda nasıl bir yol izle-yeceklerine karar vermek üzere birbirlerine danışma gereğini duyarlar.
Biri der ki: sahip olduğumuz her şeyden ortakça yararlanmalıyız. her kes toplumsal ölçüler dahilinde istifade edebilir. Çünkü gideceği-miz başka bir yer yoktur. Buna muhalefet edenler güç ve politik yön-temlerle bertaraf edilmeli ve cezalandırılmalıdır.
Bir diğeri de şöyle bir öneride bulunur: Aranızdaki anlaşmazlıkları giderecek kanunları, varolan kişilikleri baz alarak belirlemelisiniz. Siz, bu kişilikleri, çıkıp geldiğiniz memleketinizden getirdiniz. Her biriniz, sahip olduğunuz karakteristik kişilikler doğrultusunda şefkatli, mer-hametli, duygusallık, sevecenlik ve faziletle davranmalısınız. Sonra bu özellikleriniz doğrultusunda, elinizdeki her şeyden ortakça yararlan-malısınız. Çünkü sahip olduğunuz başka bir şey yoktur. Gidebileceğiniz bir diğer yurdunuz da mevcut değildir.
Konuşmacıların her ikisi de yanılıyor. Kafiledekilerin yolculukta olduklarını unutmuşlardır. Bu yüzden bir yolcu bütün durumlarda yur-dunun durumunu ve varmak istediği hedefin mahiyetini ve durumunu göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Eğer bunlardan birini unu-tacak olursa, sapıklık, şaşırmışlık, azgınlık ve helakten başka bir şeyle karşılaşmayacaktır.
İçlerinde gerçeği kavramış olan ise, şöyle der: elinizdekilerden, bu gece için gerektiği kadarıyla yararlanın. Yanınızda, ileride yararlanacağınız kadar azık bulundurun. Çünkü gideceğiniz yol uzundur. Vata-nınızdan ayrıldığınızda sizden istenenleri ve varmayı amaçladığınız hedefleri unutmayın!
ANLAŞMAZLIKLARIN DİNLE ORTADAN KALDIRILIŞI
Yüce Allah tarafından konulan yasa ve kanunlar da bu amaca yö-neliktir. İlâhî yasalar sisteminin esası tevhid (Allah’ın tek ve ortaksız ilâhlığı), inanç, ahlâk ve davranış bütünlüğüdür. Diğer bir ifadeyle, ya-samanın gerekçesi, insanlığa kimliklerini, nereden gelip nereye gideceklerini ve dünya hayatında yanlarında fayda sağlayacak bir tavır içinde olmaları gerektiğini öğretmektir. Dini yasamanın asıl misyonu, insanlığa ahirette yaşayacağı şeyleri bu dünya hayatında pratiğe dök-mesini somut olarak göstermektir. Şu hâlde, dini yasalar ve ilâhî ka-nunlar bilgiye dayanırlar. Başka şeye değil. Yüce Allah buyuruyor ki: “Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etme-menizi emretmiştir. Dosdoğru olan dini işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 40) Şu anda tefsirini sunduğumuz ayette ise, yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak ki-taplar indirdi.” Görüldüğü gibi, peygamberlerin müjdeciler ve uyarıcı-lar olarak gönderilişleri, insanlar arası anlaşmazlıkları giderici hüküm ve yasalar içeren kitabın indirilişi birbirlerini bütünleyen unsurlar olarak sunuluyor.
Şu ayet-i kerime de aynı gerçeği vurguluyor: “Dediler ki: bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi ‘kesintisi olmayan zamandan başkası helake uğratmıyor.’ Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar.” (Casiye, 24) Kâfirlerin bu sözü ısrarla getirmeleri, sadece ahiret hayatının varlığına ilişkin düşünceyi reddetme amacına yönelik değildir. Tam tersine bunun birincil sebebi, ahiret hayatının varlığına inanmanın ve bu yönde bir davet hareketi içinde olmanın, dünya hayatını ahiret hayatına göre ayarlama zorunluluğunu doğuracak olmasıdır. Kâfirler biliyorlar ki, ahi-ret hayatının varlığına inanmak, ibadet muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve siyaset bütünlüğünden oluşan şeriat hükümlerini ve pren-siplerini kapsayan dinsel kanunlara itaat etmeyi gerektirir.
Özetleyecek olursak: Ahiret hayatının varlığına inanmak dine bo-yun eğmeyi, dinin hükümlerini hayata egemen kılmayı ve her türlü durum ve davranışta ölümden sonra diriliş ve ahireti göz önünde bulun-durmayı gerektirir. Bu yüzden kâfirler, sosyal hayatı sırf dünya hayatını esas alıp düzenleyerek ve dünyanın ötesine hiç önem vermeyerek, ahiret inancını reddetme yönüne gittiler.
“Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz. Şu hâlde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyen-den yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri son sınır budur.” (Necm, 28-30) Bu ayetlerde yüce Allah, kâfirlerin dünya hayatını zan ve cehalet temelleri üzerinde bina ettiklerini vurguluyor. Oysa ulu Allah, insanları barış ve esenlik yurduna çağırır. Dinini ve hak ilkesine ve kesin bilgiye dayalı olarak sistemleştirir. Peygamberse, insanları kendilerine hayat verecek prensiplere çağırmaktadır: “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resulüne icabet edin.” (Enfâl, 24) Burada kastedilen hayat, şu ayeti kerimelerde mahiyet olarak ortaya konmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?” (En’âm, 122) “Peki, sana rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen gibimidir? Ancak akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler.” (Ra’d, 19) “De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 108) “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? şüphesiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler.” (Zümer, 9) “Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın.” (Bakara, 129) Konuya ilişkin örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Kur’ân-ı Kerim ilmi öven, insanları ilim öğrenmeye davet eden, ilme teşvik eden ayetlerle doludur. Her şeyden önce, denildiği gibi İslâm doğuşundan önceki dönemi cahi-liye dönemi olarak adlandırmış olması bu konuda yeterli bir kanıttır.
Bu söz ne kadar da insaftan, adaletten uzaktır: “(Güya) Din, bilim-le çelişen, onu dışlayan, körü körüne taklit ve cehalete dayanır!” Bunu söyleyenler, doğa ve sosyal bilimlerle uğraşan bazı kimselerdir. Bu uğraşıları boyunca, doğa ötesini kanıtlayacak bir ipucuna, bir veriye rast-layamadıkları için, kanıtın yokluğunu, yokluğun kanıtı olarak algıladı-lar. Bu sanılarında büyük bir yanılgıya düştüler, değerlendirmelerinde gerçekleri çarpıtmış oldular. Sonra dönüp, hemcinslerinin hayatına egemen olan ve adına din denilen, aslında dinle alakası bulunmayan şirk nitelikli bir tapınma sisteminden öte bir şey olmayan –ki Allah ve Resulü müşriklerden beridir dinsel tören ve ayinlere baktılar ve bu yargılarını pekiştirdiler. Bu kafa yapısı ile, insanları tek ve ortaksız Al-lah’a kulluk sunmaya, sadece O’na itaat etmeye ilişkin davetle karşılaş-tıkları zaman da bunu, bilgiye dayanmayan bir taklit olarak algıladılar. Oysa bu yargılarında yanılıyorlardı. Gerçek din, cehalete ve körü körü-ne taklide davet etmekten yücedir. İnsanı, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir ameli işlemeye çağırmaktan yada bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın bir misyona, bir mesaja önayaklık etmekten uzaktır, beridir. Allah’a karşı yalan söyleyenden veya Allah katından kendisine gelen hak içerikli mesajı yalanlayandan daha zalim kimse olmaz.
DİNİN KENDİSİNDE ANLAŞMAZLIĞA DÜŞME
Toparlayacak olursak; Yüce Allah, dünya ve hayata ilişkin mese-lelerle ilgili olarak insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkların ilk kez din aracılığı ile giderildiğini haber vermektedir. Şayet ortada din dışı yasalar varsa, bunlar dinin bu işlevini taklit etmekten öte bir şey değildir.
Ardından yüce Allah, insan denen bu canlı türünün dinin kendisi hakkında da kendi arasında anlaşmazlığa düştüğünü, bu durumun özel-likle kendilerine apaçık kitap verilen din bilginleri arasında, sırf çeke-memezlik, zulüm ve aşırılık yüzünden baş gösterdiğini haber vermek-tedir “O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı (yasalaştırdı)… Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra yalnızca aralarındaki tecavüz ve haksızlık dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinin adı konulmuş bir vakte kadar verilmiş sözü olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti.” (Şûrâ, 13-14) “İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından verilmiş bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu.” (Yûnus, 19) Her iki ayetin orijinalinde geçen “kelime (=söz)” kavramı ile kastedilen husus ise, şu ayet-i kerime de açıklanmaktadır: “Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve yararlanma vardır.” (A’râf, 24)
Şu hâlde, din hakkında baş gösteren anlaşmazlık, saldırganlık ve azgınlıktan ileri geliyor, fıtrat menşeli değildir. Çünkü din, fıtrat men-şelidir. Niteliği bundan ibaret olan bir şeyle, yaratılışın sapması ve hü-kümleri ile çelişmesi düşünülemez. Yüce Allah, bu gerçeğe şöyle işaret ediyor: “Öyleyse sen yüzünü, Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din budur.” (Rûm, 30) Tefsirini sunduğumuz ayet ilişkin açıklamalarımızın kapsa-mında, bazı temel değerlendirmelerde bulunmuş olduk böylece.
DÜNYA HAYATINDAN SONRA İNSAN
Bunun yanı sıra yüce Allah, insanoğlunun toplumsal nitelikli bir hayat yaşadığı bu dünyadan göçüp, berzah (ölümle haşir arası ara dö-nem) adı verilen bir başka yurda taşınacağını haber veriyor. Ne var ki, insanoğlunun dünya sonrası hayatı bireyseldir. Hayatın bireyselliği, dayanışmalı toplumsallıkla, ortaklık ve yardımlaşma ile bir bağlantısının olmaması demektir. Bilakis orada, hayata egemen olan tüm hü-kümlerde, otorite kendi varlığınındır. Bir başkasının varlığı, dayanışma ve yardımlaşma adı altında kesinlikle onun hayatına etki edemez.
Eğer orada da, gözlemlediğimiz maddî âleme egemen olan doğal sistemin egemenliği söz konusu olsaydı, dayanışma ve ortaklık nitelikli bir yöntemin orada da kaçınılmaz olurdu. Ne var ki, insan, artık bu tür hayatı geride bırakmıştır. Rabbine yönelmiş bulunmaktadır. Daha önce sahip olduğu tüm pratik bilgileri geçersiz olmuştur. Artık başkalarını kullanma, madde üzerinde tasarrufta bulunma gereğini duymamaktadır. Uygarlığa, sosyal dayanışma ve dünyada geçerli olan diğer hükümlere ihtiyaç kalmamıştır. Onun için tek seçenek amellerinin, iyilik ve kötülüklerinin sonuçlarının yoldaşlığıdır. Bu âlemde, artık sadece işin gerçeğini görür. Hakkında anlaşmazlığa düştükleri o büyük haber olanca gerçekliğiyle gözlerinin önündedir: “Onun söylemekte olduğuna biz mirasçı olacağız; Bize, yapayalnız tek başına gelecektir.” (Meryem, 80) “Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker, yapayalnız ve yalın olarak bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki bağlar parçalanıp koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.” (En’âm, 94) “İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl mevlaları olan Allah’a döndürü-lecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzakla-şacaklar.” (Yûnus, 30) “Ne oluyor size, birbirinizle yardımlaşmıyorsu-nuz? Hayır, bu gün onlar teslim olmuşlardır.” (Sâffat, 25-26) “Yerin baş-ka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim, 48) “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur. Şüphesiz kendi emeği görülecektir. Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir.” (Necm, 39-41) Bunun gibi birçok ayet sıralanabilir.
Bu ayetlerden algıladığımız kadarıyla insan, öldükten sonra, yeni hayatı doğrultusunda bir değişime uğrayacaktır. Karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma esasına dayanan sosyal bir hayat yaşamayacaktır. Şu dünya hayatında kendi doğal donanımı sonucu icat ettiği pratik bilgile-ri kullanamayacaktır. Yani hayatında sadece çalışmasının meyvesini, çabasının neticesini devşirecektir. Her şey en açık biçimde ortaya konacak ve her şeyin karşılığı eksiksiz olarak verilecektir.
* * *
213) İnsanlar tek bir ümmetti.
Ayetin orijinalinde geçen “en-nas” kelimesinin anlamı bellidir: Bir araya gelmiş insan bireyleri demektir. “Ümmet” ise, insanlardan oluşan topluluğa denir. Bazen bir fert anlamında da kullanılmıştır: “Gerçek şu ki, İbrahim tek başına, Allah’a gönülden itaat eden bir ümmetti.” (Nahl, 120) Bazen uzun bir zaman dilimi anlamında kullanılmıştır: “Nice zaman sonra hatırladı” (Yûsuf, 45) Yani, yıllar sonra hatırlayabildi. “Andolsun, onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek…” (Hûd, 8) Bazen de din ve millet anlamında kullanılmıştır. Nitekim bazıları, şu ayetleri bu anlamı esas alarak yorumlamışlardır: “Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse benden korkup sakınınız.” (Mü’minun, 53) “Gerçekte, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiyâ, 92) “Ümmet” kelimesinin aslı, “emme/yeummu”dur ve “kastetmek” demektir. Bu yüzden, topluluk için kullanılmıştır. Ama her topluluk için bu isim kullanılmaz. Tam tersine, sadece aynı maksat ve aynı gaye etrafında birleşmiş topluluklar için kullanılır. Bir topluluğun “ümmet” olarak nitelendirilmesi için, bu topluluğun bireylerini bir tek bağ bir arada tutmalıdır. İşte bu kavram, hem bir fert anlamını, hem de diğer anlamlarda kullanıldığı zaman bu mana göz önünde bu-lundurularak kullanılmıştır.
Her hâlukârda ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan de-nen bu canlı türü, dünya hayatının bir döneminde, birlik ve beraberlik içinde yaşıyordu. Hayatına sadelik ve basitlik egemendi. Hayata ilişkin meseleler etrafında çekişmeler çekişmeler ve didişmeler tarzında bir anlaşmazlık yoktu aralarında. Dinsel ve mezhepsel farklılıklar, görüş ayrılıkları yaşanmıyordu. İhtilafın bu zaman diliminde yaşanmadığının kanıtı şu ifadedir: “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi.” Görüldüğü gibi, peygamberlerin gönderilişi ve anlaşmazlıkları çözmek üzere kitapla hükmedişleri, insanların tek bir ümmet oluşlarından sonrasına denk düşmektedir. Şu hâlde, hayat meselelerine ilişkin anlaşmazlıklar, insanların birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarından sonra baş göstermiştir. İkinci tür bir anlaşmazlık ve ayrılığın söz konusu olmadığının kanıtı ise, şu ifadedir: “Birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir.” Şu hâlde, din etrafındaki anlaşmazlıklar, kitabın indirilişinden sonra, ona ilişkin bilgileri yüklenenler tarafından sergilenmiştir.
Ayet-i kerimeden çıkardığımız bu sonucu aklî kanıt da pekiştir-mektedir. Çünkü, insan denen bu canlı türünün sürekli bilim ve düşün-ce alanında ilerlediğini, bilimsel ve kültürel düzeyini yıldan yıla, ku-şaktan kuşağa arttırdığını, bununla toplumsal varlığının temel dina-miklerini gün be gün pekiştirdiğini gözlemliyoruz. İnsanoğlu günü-müzde en ayrıntılı ihtiyaçlarını gidermede, doğaya dizgin vurma ve hayatın her türlü meziyetlerinden istifade etme çabası içindedir. Gü-nümüzden geriye doğru şöyle bir baktığımızda, insanın hayatın sem-bolleri ve doğanın sırları hakkında daha az bilgiye sahip olduğunu gö-rürüz. Bu gözlemimizi, ilk insana vardırıncaya kadar sürdürdüğümüzde hayata ilişkin birkaç bilgi kırıntısından başka bir şey bilmeyen bir insan tipi ile karşılaşırız. İlk insanlar, sanki apaçık şeylerden başkasını algılayamazlar ve ancak en basit şekliyle varlıklarını sürdürmeleri sağ-layacak düşünsel teoriler geliştirebilirler. Bitkiler aracılığı ile beslenme yada avlanarak geçimini sağlama, mağaralarda barınma, taşlar ve sopalarla kendini dış saldırılara karşı savunma gibi. En eski çağlarda, insanın hâli bundan ibaretti. Bilindiği gibi, durumu bu ilkellikte olan bir topluluk için de önemsenecek bir ihtilaf, bir anlaşmazlık, toplumsal hayatı, birlikteliği yaralayacak bir bozgunculuk baş göstermez. Tıpkı bir sürü gibi, bazılarının ele geçirdiği şeyi bulmaktan başka bir sorunları olamadan yaşayıp giderler. Tasasız, sorunsuz bir ağılda, bir yemlikte ve sulak yerde hayatlarını sürdürürler.
Ne var ki daha önce de işaret ettiğimiz gibi insanoğlu başkasını kullanma özelliğine sahip olduğu için, bazısının diğer bazısının ihti-yaçlarını gidermesi şeklinde cereyan eden dayanışma esaslı bir zorunlu birliktelik, bireylerin arasında anlaşmazlıkların, yengi ve yenilgilerin baş göstermesine engel olmamaktadır. Çünkü insanın, yararlanma çizgisi doğrultusunda gün geçtikçe bilgi ve gücü artma eğilimi göstermekte, her gün yeni meziyetlerin farkına varmakta, gün be gün çevreden istifade yolunda daha ince, daha ayrıntılı yöntemler keşfetmektedir. İçlerinde güçlüler, zorbalar, tuttuğunu koparanlar ve kudret sahipleri vardır. Zayıflar, düşkünler, alt düzeyde insanlar vardır. İşte anlaş-mazlıkların menşei bu durumdur. Ve bu insanın başkasını kullanma, istihdam etme (kendi hizmetinde çalıştırma) özelliğinin önayak olduğu bir anlaşmazlıktır. Nitekim insanın sahip olduğu bu karakteristik özel-lik, toplumsallık ve uygarlık olgularının da birinci etkeni olmuştur.
Aralarında hükmedecek, işlerini adalete göre çekip çevirecek ve durumlarını düzeltecek bir üçüncü hakim bulunduğu sürece fıtrat men-şeli iki olgunun çarpışmasının bir sakıncası yoktur. Bu tıpkı, sergilediği faaliyetlerinde sahip olduğu çeşitli güçleri yarıştıran ve böylece güçleri arasında çatışma meydana gelen adamın durumuna benzer. Örneğin insanın sahip olduğu beslenme içgüdüsü, hazmedilmeyecek, mide tarafından kabul edilemeyecek bir şeyin yenmesini gerektirirse, ortada dengeyi sağlayacak, ve adalete uygun bir çözüm getirecek akıl vardır. Her bir güç ve içgüdü için gerekli olanı öngörür. Böylece aktivite hâ-lindeki bu güçlerin her biri, öteki ile çatışmadan faaliyet gösterecek şekilde belli bir ölçüye kavuşmuş olur.
Fiilen yaşadığımız ve somut olarak tanık olduğumuz, fıtrat menşeli iki hüküm çatışmasını bu tarzda ele alıp değerlendirmek gerekir. Buna göre, insanın uygarlaşmaya yönelik hareket tarzı ile, anlaşmazlık çıkarcı hareket tarzı bir zıtlaşmaya yol açar. Fakat yüce Allah, müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndererek ve insanlar arasında baş gösteren ihtilaflar hakkında hükmetmek üzere kitap indirerek, mevcut anlaş-mazlıkları gidererek, söz konusu çatışma durumunu bertaraf eder.
Bu açıklamanın ışığında, bazılarının ileri sürdükleri şu görüşün yanlışlığı ortaya çıkıyor: “Bu ayetle verilmek istenen mesaj şudur; in-sanlar başlangıçta doğru yol üzere hareket eden bir ümmetti. Çünkü anlaşmazlık, tamamen kitabın içerdiği misyonu üstlenen bilginlerin aralarındaki tecavüz ve haksızlık yüzünden ve kitabın inişinden sonra baş göstermiştir…”
Fakat bu görüşü savunan kimse, ayet-i kerimenin bir değil iki ihti-laftan söz ettiğinin farkında değildir. Ki biz bunu açık biçimde ortaya koyduk. Ayrıca iddia sahibi bir diğer gerçeği de göz ardı etmektedir: Eğer insanlar başlangıçta doğru yol üzere idiyseler, bunlara peygamberler gönderip, üzerlerine kitap indirerek onları ihtilaflar yüzünden tecavüz ve haksızlığa, içlerinde bozgunculuğun yaygınlaşmasına, insanın batınında gizli olan küfür ve günah gibi eğilimleri kışkırtmaya, yıkımı gerektirici ahlâkî çirkeflerin ortaya çıkmasına yol açmaya ne gerek vardır? Bunun gerekçesi neydi? Ayrıca: Ayeti kerimenin verdiği mesaj: insanlar sapıklık üzere yaşayan tek bir ümmetti, şeklindedir. Eğer böyle olmasaydı, ayetin devamında ‘Allah peygamberler göndererek’ ifadesinin yer almış olmasının bir anlamı olmayacaktı…” şeklindeki iddianın yanlışlığı ortaya çıkıyor.
Çünkü bu iddia sahibinin işaret ettiği ve “Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.” sözünde ifadesini bulan ihtilaf ancak kitabın inişinden ve ayetlerinin insanlara açıklanışından sonra onu tebliğ etmekle yükümlü din bilgin-lerinin kötü karakterlerinden kaynaklanmıştır. Şayet insanlar, peygam-berlerin gönderilişinden ve kitabın indirilişinden önce küfür, nifak ve günah nitelikli bir sapıklık üzere idiyseler, bu durumdan kitabı koru-makla yükümlü din bilginlerini sorumlu tutmanın mantığı ne olabilir?
Bu açıklamaların ışığında bir başka görüşün de yanlışlığı ortaya çıkıyor. Bu görüşü savunanlara göre, ayette geçen “insanlar”dan maksat İsrailoğulları’dır. Çünkü yüce Allah, bir saldırganlık yüzünden ihtilafa düştüklerinden söz etmektedir. “Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecavüz ve azgınlıktan dolayı ihtilafa düştüler.” (Casiye, 17)
Bu görüş, kanıtsız ve dayanaksız tefsirin tipik örneğidir. Bir kavmi sırf bir sıfatla nitelemek, o niteliğin onlara özgü olmasını ve onlarla sı-nırlı kalmasını gerektirmez.
Bundan daha da kötüsü, şu görüştür: “Ayet-i kerimede geçen in-sanlar (=en-nas)dan maksat, Hz. Adem’dir (a.s). Buna göre Hz. Adem (a.s) doğru yol üzerinde bulunan tek bir ümmetti. Sonra onun soyu içinde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, onlara peygamberler gönderdi…” Ayet-i kerime ne bütün, ne de parça parça, olarak bu iddia ile örtüşmemektedir.
Ayrıca, şu görüşün de yanlış olduğunu görüyoruz: “Ayetin başında yer alan ‘kane’ edatı, ‘Allah, üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.’ (Fetih, 7) ayetinde olduğu gibi ‘zamana delalet etme’ özelliğinden soyutlandı-rılmıştır. Dolayısıyla, her zaman olan, değişmez bir realiteye delalet etmektedir. Buna göre, ayet-i kerimenin verdiği mesaj şudur: İnsanlar, doğuştan uygar olmaları hasebiyle tek bir ümmettirler. Dolayısıyla do-ğuştan uygar olan insan türünün bir ferdi varoluşsal ihtiyaçlarının çok-luğu, hayatın gereklerinin kapsamlılığı yüzünden hayatını tek başına sürdüremez. Hayatın kemale ermesi, ancak fertlerin bir araya gelip da-yanışma içinde hareket etmeleri ve işbirliği içine girmeleri ile mümkün olabilir. Bu iş ve emek mübadelesi ile, her fert, çalışmasının sonunda hakkettiğini alır, geri kalanını da başkasına verir. Bunun bedeli olarak da, ihtiyaç duyduğu varoluşsal olarak hakkettiği başka şeyler alır. İn-sanın bu karakteristik özelliği, bu kaçınılmaz durumu, hiçbir zaman toplumsuz ve dayanışmasız olamaz. İnsan denen bu toplumsal, bu uy-gar canlı türünün bu güne kadarki, tarihsel realitesi de bu tezimizi desteklemektedir. İnsanın toplumsal ve uygar oluşu, bu gün de gerçekliği-ni koruyan bir olgudur ve bu, onun fıtratının ve yaratılışının bir gereğidir. Ancak insanın bu değişmez karakteristik özelliği, anlaşmazlıkla-rın baş göstermesinin, sosyal düzenin bozulmasının da ana nedenidir. Bu yüzden yüce Allah, son derece yerinde ve hikmetli bir kararla, adı geçen anlaşmazlıkları ortadan kaldıracak kanunları koymayı öngörmüş-tür. Bu kanunları (şeriat) müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndermek, onlarla birlikte, anlaşmazlık konusu meselelerin çözümüne ilişkin hü-kümler içeren kitaplar indirmek suretiyle, insanlara duyurmuştur.
Kısacası, insanlar tek bir ümmettir, doğuştan uygardırlar. Bu yüz-den, anlaşmazlığın ana sebebi olan toplu hâlde yaşama olmadan edemezler. Bu yüzden yüce Allah peygamberler göndermiş, kitaplar in-dirmiştir.
Bu yaklaşım doğru değildir. Özellikle, iddia sahibi uygar olmayı insanın doğasının birincil özelliği, toplumsallık ve hayatta beraber ve ortak yaşamayı özünden kaynaklanan bir gereklilik olarak ele alıyor. Oysa, yukarıda durumun böyle olmadığını gördün. Tam tersine onun temel özellik dediği şey, koşulların zorladığı bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim de bunun aksini göstermektedir.
İkincisi: Peygamberlerin gönderilişini ve kitabın indirilişini sırf, insanın doğuştan uygar olmasını göz önünde bulundurarak izah etmeye kalkışmak, ancak, doğuştan uygar olmayı, ihtilafın baş göstermesinin, bozgunculuğun ortaya çıkışının başlıca etkeni şeklinde kayıtlan-dırmadıkça, doğru bir değerlendirme olmaz. Bu durumda, cümle içinde takdiri bir ifadeye yer verme durumu doğar ki, bu, ayetin açık anlamı ile çelişmektedir. Kaldı ki, iddia sahibi de, sözün akışı içinde “ihtilaf” olgusunun takdir edilmesine razı görünmemektedir.
Üçüncüsü: Bu iddia, Ayet-i kerimenin üzerinde durduğu, etraflıca irdelediği anlaşmazlık olgusunu teke indirgeme esasına dayanıyor. Oysa ayet-i kerime, iki ayrı anlaşmazlık olgusunun varlığını ortaya koymaktadır. Ayet içinde yer alan bir ifadede: “Ve beraberlerinde, in-sanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi.” buyuruyor. Ki burada, kitabın indirili-şinden önce meydana gelen bir anlaşmazlıktan söz ediliyor. Anlaşmaz-lığa düşenler de tüm insanlardır. Sonra buyuruluyor ki: “Oysa kendile-rine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden (kitap hakkında) anlaşmazlığa düşenler, o, ki-tap verilenlerden başkası değildir.” Yani, anlaşmazlığa düşenler, kitabı uygulamakla yükümlü olan din bilginleridir ve anlaşmazlığın sebebi de aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Bu son cümlede işaret edilen anlaşmazlık olgusu, kitabın indirilişinden sonraya tekabül etmektedir. Bu ikinci anlaşmazlığın kahramanları ise, sadece din bilginleridir. Tüm insanlar değil. şu hâlde sözü edilen bu iki anlaşmazlık mahiyet olarak birbirinden tamamen farklıdır. Birinde başlıca etken, bütünüyle din alimleri arasındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Ötekisi ise, daha farklı ve kapsamlı boyutlara sahiptir.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi.
Yüce Allah, ifadenin orijinalinde, “gönderme” fiilini vurgulamak üzere, aynı anlama gelecek “irsal” vb. gibi fiiller yerine özellikle “baase” fiilini kullanmıştır. Çünkü ayet-i kerimede işaret edilen, insanlığın ilk dönemlerindeki bu birlik ve beraberlik hali, durgunluk ve suskunluk niteliklidir. Bu yüzden, insanı uykudan veya rahatından uyandırmak anlamına gelen “baase” fiilinin kullanılmış olması, yerinde bir seçimdir. Belki de o dönemde gönderilen peygamberlerin “mürsel” ya da “resul” yerine “nebiler” olarak adlandırılmış olmasının gerekçesi de bu inceliktir. Ayrıca daha önce de vurguladığımız gibi, peygamberlerin gönderilişinin ve kitabın indirilişinin özü, insanlara gerçeği açıklamak, varoluşlarının ve hayatlarının gerçek mahiyetini onlara tanıtmak, Rableri tarafından yaratılmış olduklarını hatırlatmak, onun da kendi-sinden başka ilâh bulunmayan yüce Allah olduğunu vurgulamaktır; iz-ledikleri yolun ve çektikleri meşakkatin O’na doğru olduğunu, sonunda O’na varmak için yol aldıklarını, büyük ve olağanüstü bir günde dirilti-leceklerini, şu anda yol üzerindeki bir mola yerine konaklamış olduk-larını, buradaki hayatın bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir ger-çekliğinin bulunmadığını, bu hayatta ve bu hayata ilişkin faaliyetlerin-de bu gerçeği sürekli akıllarında bulundurmaları gerektiğini, nereden geldiklerini, nerede bulunduklarını ve nereye gideceklerini her zaman düşünmekle yükümlü olduklarını hatırlatmaktır. Bu ise, “resul”den çok, “yanında başkasına ulaştırılmak üzere bir haber bulunan kimse” anlamına gelen “Nebi” kavramı ile ifade edilmeye daha uygun bir an-lam örgüsüdür. Bu yüzden gönderilen peygamberler “nebi” olarak ni-telendirilmiştir.
Nebilerin gönderilişinin yüce Allah’a nispet edilmiş olması, pey-gamberlerin vahyi algılarken, ilâhî mesajları insanlara açıkça duyurur-larken, ismet (yanılmazlık)sıfatına sahip olduklarına yönelik bir işaret içermektedir. Konunun sonuna doğru, bu hususla ilgili olarak daha ay-rıntılı bilgi sunacağız.
Tebşir (=müjdeleme) ve inzar (=uyarma) kavramlarına gelince ki, biri; inanıp takva sahibine Allah’ın rahmetini, hoşnutluğunu ve cenne-tini vaat etmek, diğeri de, Allah’ın mesajını yalanlayıp, peygambere baş kaldıranı Allah’ın gazabı ve cehennem azabı ile tehdit etmek demektir. Bu iki olgu, davet sürecinde, orta halli insanın ilgisini çekmede son derece etkilidir. Gerçi, Allah’ın bazı salih kulları ve dostları, Rableri dı-şında ödül ve cezaya ilgi duymazlar.
Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.
“Kitap” kelimesi “fial” kalıbında “mektup (=yazılmış)” demektir. Bu kelime artık genel olarak kabul edilen kullanım anlamı ile, kalemle yazılmayı gerektirse bile uyulması zorunlu olan antlaşmalar ve fer-manlar ancak yazı ile imzalandıkları için, bu kelimenin, kullanımı farz ve uygulaması zorunlu her hükmü, her açıklamayı ve hatta aksi yapıl-maması gereken her anlamı kapsayacak şekilde genellik kazanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, bu anlamı ile çokça kullanılmıştır. Yine bu anlam esas alınarak, ilâhî bir kalem olan Kur’ân da kitap olarak nitelendiril-miştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sana indirdiğimiz müba-rek bir kitaptır.” (Sâd, 29) “Çünkü namaz, müminlerin üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” (Nisâ, 103)
“Anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda…” sözünden hareketle, ayeti kerimeden şöyle bir anlam algılıyoruz: “İnsanlar tek bir ümmetti. Ancak aralarında anlaşmazlık baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberler gönderdi.” Nitekim, bu hususu daha önce açıklığa ka-vuşturmuştuk.
“Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konu-sunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.” ifadesi, yasa koymanın (şeriat kılmanın) ancak gök menşeli bir kitapla olabileceğini gösterdiği için, bu ve Şûrâ Suresi’ndeki ilgili ayet bir arada düşünüldü-ğü zaman karşımıza şu hususlar çıkıyor:
1- Hz. Nuh’a bir şeriat içeren bir kitap indirilmişti. Dolayısıyla: “Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.” ifadesi ile ya Hz. Nuh-’un kitabı kastediliyor, yada onunla birlikte başka peygamberlere de indirilen kitaplar kastediliyor. Bu husus “kitap” kelimesinin başındaki “el” takısının cins yada “ahd-i zihnî (=zihin içi algı)” bildirir nitelikte değerlendirilmesine bağlı olarak belirginlik kazanır.
2- Hz. Nuh’a indirilen kitap, bir şeriat (Hukuk sistemi) içeren ilk gök menşeli kitaptır. Eğer ondan önce kitap indirilmiş olsaydı, ondan önce egemen olan bir şeriat da olacaktı. Ve yüce Allah, Şûrâ Suresi’nin ilgili ayetinde “Sizin için şeriat kıldı…” ifadesinin kapsamında bundan söz edecekti.
3- Yüce Allah’ın “İnsanlar tek bir ümmetti.” ifadesiyle işaret ettiği dönem, Hz. Nuh’un gönderilişinden önceki bir dönemdir ve ona verilen kitap, dönemin anlaşmazlıklarını çözmek üzere indirilmişti.
Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir.
Daha önce, bununla, dinin kendisi ile ilgili olarak, dine ilişkin bil-giye sahip kimseler arasında baş gösteren anlaşmazlıkların kastedildi-ğini vurgulamıştık. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (Rûm, 30) ayetinde vurgulandığı gibi din, fıtratla örtüştüğü için, yüce Allah, dinle ilgili anlaşmazlıkları, azgınlık ve kıskançlıkla izah etmiştir.
“O, kitap verilenlerden başkası değildi.” ifadesi ile, şu hususa işaret ediliyor: Bu ayet-i kerimede, gökten indirilen kitapla ilgili dinsel nitelikli ihtilafların baş göstermesinin temel gerekçesine parmak bası-lıyor. Yoksa, dosdoğru yoldan sapan yada hak dinden başka bir dine bağlanan her kes dümdüz yoldan sapmış olsa dahi, bu durumun gerek-çesi, belirleyici etkeni azgınlık ve kıskançlıktır, demek istenmiyor. Çünkü yüce Allah, azgınlığından dolayı sapan hiç kimseyi mazur gör-mez. Ama, işi karıştıranı, bir tedbir ve çözüm kestirmeyeni, bir çıkış yolu bulamayanı mazur kabul etmiştir. Söz gelimi bazı ayetlerde şöyle buyuruyor: “Yol ancak insanlara zulmeden ve yer yüzünde haksız yere tecavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhindedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.” (Şûrâ, 42) “Diğerleri günahlarını itiraf ettiler, onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. …Diğer bir kısmı, Allah’ın emri için ertelenmişlerdir. O bunları ya azaplandıracak veya tövbelerini kabul edecektir. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 102-106) Ve yine şöyle buyurmuştur: “Ancak er-keklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustazaflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol bulamayanlar başka. Umulur ki, Allah bunları affeder. Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” (Nisâ, 98-99)
Kaldı ki, fıtrat, insanın öz yaratılışı, gaflet ve şüphe ile çatışmaz. Fıtratın çatıştığı bilinçli bir aldırmazlık ve azgınlıktır. Bu yüzden ayet-i kerimede “Azgınlık” niteliği bilginlere ve ilâhî ayetlerin açıklandığı, anlatıldığı kimselere özgü kılınmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle bu-yurmuştur: “İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara, 39) aynı mesajı ve-ren birçok ayet vardır. Bu ayetlerin tümünde küfür niteliği “Allah’ın ayetlerini yalanlama” ile kayıtlandırılmış, ondan sonra gerekli tehdide yer verilmiştir. Kısacası, bu ayet-i kerime, adı geçen anlaşmazlığın, ki-tabı uygulamakla yükümlü olanların, bilgi sahibi olduktan sonra bir-birlerine karşı olan “azgınlık ve kıskançlıklarına” dayandığını vurgu-lamaktadır.
Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.
Bu ifade, hakkında ayrılığa düşülen şeyin açıklaması niteliğindedir. Buna göre anlaşmazlık konusu, kitabın inişine de eşlik eden “hak” ilkesidir. Bunu: “Beraberlerinde, hak kitabı indirdi.” ifadesinden çıka-rıyoruz. Bu noktada, ilâhî yol göstericilik her iki anlaşmazlıkla ilgili olarak devreye giriyor. Bunlardan biri, hayat meselelerine ilişkindir. Biri de hakka, ilâhî öğretiye ilişkindir. Bu ikinci anlaşmazlık konusu-nun, başta gelen etkeni, kitabın hükümlerini uygulamakla yükümlü olan bilginlerin birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıklarıdır.
Ayet-i kerimede, “gerçeğe eriştirme”nin “izniyle” kayıtlandırılmış olması gösteriyor ki, yüce Allah’ın bu müminleri gerçeğe eriştirmiş olması, müminlerin zorlaması ve yüce Allah’ın imanlarından dolayı onların bu isteklerine olumlu karşılık vermesi şeklinde gerçekleşmiştir. Çünkü hiç kimse, yüce Allah’a bir hüküm empoze edemez. hiç kimse O’nun için bir şeyi gerekli kılamaz. O’nun kendisi için bir şeyi gerekli kılması başka. Tam tersine, hakka eriştirme, O’nun iznine bağlıdır. Eğer isterse izin vermez ve kimse hakka erişemez. Buna göre: “Allah, kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.” ifadesi “izniyle” kelimesini ger-çeklendirme niteliğindedir. Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Kuşkusuz, yüce Allah müminleri kendi izniyle gerçeğe eriştirdi. Çünkü, onları doğru yola iletme yetkisi O’nun tekelindedir. Hiç kimse ile ilgili olarak, doğru yola iletme zorunda ve mecburiyetinde değildir. Tam tersine, kimi dilerse onu gerçeğe eriştirir. Nitekim iman edenleri, dosdoğru yola erişmeyi de kendisi dilemiştir.
Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, bazı noktaların açığa kavuş-malarına yardımcı oldu:
1- Dinin sınırı ve tanımı. Buna göre din, dünya hayatına egemen olmak durumunda olan bir hayat sistemidir. Dünyayı, uhrevî kemale ve Allah katındaki gerçek ve sonsuz hayata uygun olarak düzenlemeyi garanti eder. Bu yüzden şeriatın, ihtiyaç duyulduğu kadarıyla, hayatın her türlü durumunu karşılayacak konuları kapsaması bir zorunluluktur.
2- Din, ilk kez ortaya çıktığı zaman, insanlar arasında baş gösteren fıtrat menşeli anlaşmazlıkları gidermek için ortaya çıktı. Sonra tekamül ederken hem fıtrat menşeli, hem de başka anlaşmazlıkları giderme misyonunu üstlendi.
3- Din realitesi bundan sonra da, sürekli gelişerek, kanunlarının, hayat sahnesinde ihtiyaç duyulan her şeye cevap verme durumuna gel-di. Dini kanunlar bu evrenselliğe, bu kapasiteye kavuşunca gelişme noktalanmış ve bundan sonra yeni bir dine gerek kalmamıştı. Diğer bir ifadeyle herhangi bir din, eğer son din ise, tüm ihtiyaçlara cevap vere-cek yasaları kapsıyor, demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Mu-hammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak O, Al-lah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) “Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik.” (Nahl, 89) “O, üstün bir ki-taptır. Batıl, önünden de ardından da gelemez.” (Fussilet, 42)
4- Her gelen yeni şeriat, öncekine göre daha yetkin ve daha yeterli-dir.
5- Peygamberlerin gönderilişinin ve kitapların indirilişlerinin ne-deni, diğer bir ifadeyle, dinsel çağrının gerekçesi şudur: İnsanoğlu do-ğası ve öz yaratılışı gereği anlaşmazlık çıkarmaya eğilimlidir. Aynı zamanda uygar bir topluluk içinde yaşama etkinliği içerisindedir, faa-liyetleri bu yöndedir. Fıtratın kendisi, anlaşmazlığa götürücü, ihtilafa sürükleyici olduğuna göre, onun anlaşmazlığı gidermesi beklenemez.
Bir şey, cazibesine kapıldığı bir şeyi önleyici bir işlev gerçekleşti-rebilir mi? Bu yüzden yüce Allah, peygamberlik misyonu ve ilâhî ya-sama aracılığı ile kendine yaraşan ve konumuna uygun düşen ve du-rumunu düzeltecek kemal niteliğine sahip olmaya yöneltti. Bu kemal, gerçek bir erdemdi ve yaratılışın, yoktan var edişin kapsamı içindeydi, ezelden öngörülmüştü. Dolayısıyla böyle bir şeyin mukaddimesi de aynı durumda olmalıdır yani yaratılışın ve yoktan var edişin kapsamı içinde olmalıdır. yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: “Bizim Rab-bimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50) Bu ayette, her şeye yaratılışını tamamlayıcı özellikler bah-şetmenin yüce Allah’ın bir emri ve ve bir öntasarımı olduğu vurgulanıyor. İnsanın yaratılışının tamamlanmasının bir ifadesi de dünya ve ahirette varoluşunun kemale ermesine önayak olacak şeylere yöneltilmesidir. Nitekim, yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından arttırarak veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir.” (İsrâ, 20) Ayet-i kerime, yüce Allah’ın bağışını, ihsanını arttırarak verdiğini dile getiriyor. Hayat ve varoluş sürecinde ihsanına, yardımına ihtiyaç duyanlara, ihsanını, yardımını gönderir. Hayat ve varoluş olarak, herkese hak ettiğini verir. İhsanı ve yardımı kesilmiş değildir. Ancak, herhangi bir kimsenin, nefsinin bedbahtlığı yüzünden, ilâhî ihsanın kendine ulaşmasına neden olarak tavırlar içinde olması başka. Yine de bu kesinti Allah katından olmayacaktır.
Bilindiği gibi, insanoğlu kendi nefsinden kaynaklanan bu eksikliği giderme imkânına sahip değildir. Çünkü söz konusu eksikliğin mey-dana gelmesini sağlayan kendi öz yaratılışıdır. Kendisi bu eksikliği gi-derebilir mi? Toplumsal hayatında mutluluğa ve erdemliğe ulaşmasını sağlayacak şekilde, kendi iç âleminde bir düzenlemeye gidebilir mi?
İnsanın, kendisine yaraşan kemal düzeyine erişmesini engelleyici rol oynayan, söz konusu anlaşmazlığın başlıca etkeni yine insanın ka-rakteri, öz yaratılışı olduğuna göre ve insanoğlu, bu özelliğinin yol aç-tığı gediği kapatacak, bozulanı onaracak yeteneğe ve donanıma sahip olmadığına göre, bir onarım, bir ıslah hareketi eğer olacaksa bu, doğa cihetinden olmamalıdır. Onarım gerçekleştirecek yön, ilâhî yöndür. Vahiy destekli peygamberlik misyonudur. Bu yüzden yüce Allah, pey-gamberlerin adı geçen onarımı, ıslahı gerçekleştirmelerini, anlaşmaz-lıkları gidermeye yönelik savaşmalarını “baas (=gönderme)” kavramı ile ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu olaydan söz edildiği her defasında “gönderme” eylemini zatına nispet etmiştir. Halbuki, peygamberlerin görevlendirilişi de, bütün faaliyetler gibi, zaman ve mekân açısından maddî amele irtibatlı bir olgudur.
Buna göre, peygamberlik misyonu, ilâhî bir olgudur. (Dilersen buna gaybî de diyebilirsin) Bu olgunun kavrayışı ve fiili gibi genel durumlara nispeti, uyanıklıkla uyku arasındaki ilişkiye benzer. İnsanoğlu peygamberlik misyonu aracılığı ile, anlaşmazlıkları ve hayattaki çeliş-kileri ortadan kaldıracak bilgiler edinir. İşte gayb menşeli bu kavrayış ve algılayış Kur’ân teknolojisinde “vahy” ve insanın peygamberlik misyonu aracılığı ile kendisi için edindiği olgu da “nübüvvet” olarak isimlendirilir.
Bununla anlıyoruz ki: Öz yaratılışın bir yandan uygar toplumsallığa yol açması, bir yandan da bir takım anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına önayak olması, buna bağlı olarak yüce Allah’ın, insanı kendi yaratılışını tamamlayacak hususla yöneltmesi, aynı zamanda peygamberliğin varlığının gerekçesi niteliğindedir. Diğer bir ifadeyle bu realite, genel anlamda peygamberlik misyonunu kanıtlamaktadır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan denen bu canlı türü, doğuştan is-tihdamcıdır. (Kendinden başkasını kendi hizmetinde kullanma eğili-mine sahiptir.) Bu öz yaratılış damgalı kullanma ve istihdam etme iç-güdüsü uygar bir toplumun ve beraberinde, hayatın her alanına sirayet edebilecek bir anlaşmazlık ve fesat ortamının oluşmasına yol açar. Beri taraftan varoluş ve yaratılış süreci de bu anlaşmazlığın giderilmesini öngörmektedir. Bunu da, ancak, aradaki ihtilafları kaldırmak suretiyle toplumsal hayatı ıslah edecek nitelikte yasalar sağlayabilir. İnsanoğlu-nun kemale ermesi ve mutluluğu yakalaması, iki şeyle mümkündür: Fıtrat, yada ondan öte bir olgu. Bu hususta tek başına fıtrat yeterli de-ğildir. Çünkü, anlaşmazlığın ortaya çıkış nedeni, kendisidir. Yine ken-disi tek başına onu giderebilir mi? Bu yüzden, anlaşmazlığın, fıtrat ve doğa ötesi bir unsurun yol göstericiliği ile ortadan kaldırılması zorun-luluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu da, ilâhî bir anlayıştır. Doğal bir anlayış değil. Ve buna “peygamberlik misyonu” ve “vahy” diyoruz.
Bu kanıt ve gerekçe. Allah’ın kitabında açıkça vurgulanan, ifade edilen çeşitli önermelerden yola çıkarak somut bir şekilde elde edilebi-lir. Nitekim daha önce, belli ölçü de bu önermelere değindik. Bu önermelerin her biri deneyseldir. İnsanoğlunun tarihsel süreci ve çeşitli toplumsal yapılanmaları içinde yaşadığı deneyimlerle açığa kavuşmuş-tur. Deneyimin yaşandığı bu toplumsal süre içinde, ard arda geçen asırlar boyunca oluşumlar ve yıkımlar olmuştur; tarihin tanık olduğu, insanın geçirdiği tüm deneyimlerde bu realiteyi en somut biçimde gözlemlemek mümkündür.
Demek ki,insanoğlu hayatının hiçbir döneminde, başkasını kul-lanma olgusundan vazgeçmiş değildir, onun başkasını kullanması da toplumsallığa yol açmıyor ve bireysel hayatı öngörüyor değildir. Ayrıca meydana getirdiği toplumsal yapı da hiçbir zaman anlaşmazlıktan soyutlanmamıştır. Ancak bu anlaşmazlıkların toplumsal yasalar ol-maksızın giderilmesi de imkân dahilinde değildir. Öte yandan fıtratı ve insana göre “aklıselim” olarak nitelendirilen aklı da anlaşmazlıkların kaynağını kurutacak, bozgunculuğun ana maddesini ortadan kaldıracak kanunları koyacak güce ve yetkiye sahip değildir. Özellikle uygarlık, teknoloji, kültür ve bilim çağı olarak adlandırılan günümüzde tanık olduğumuz toplumsal hareketler, insanlık âleminde her gün ibretle sey-rettiğimiz ahlâkî çözüntü ve bozgunculuk, çevreyi ve insan neslini mahveden, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan korkunç savaşlar, insan soyu üzerine tahakküm etmeye, onları köleleştirmeye, ırz ve na-muslarına ve mallarına haksızca el koymaya dayalı diktatörlükler, beşer aklının kanun yapmadaki yetersizliğinin somut bir göstergesidir. Uygarlık çağında durum bu ise, teknoloji ve bilimsel gelişmelerden yoksun, cehalet ve karanlığın egemen olduğu çağlarda durumun nasıl olduğunu kestirmek pek zor olmasa gerek.
Yaratılış ve varoluş yasası, her varlığı, kendisine yaraşan kemale yöneltir. Bu durumun tüm varlıklar için geçerli olduğu araştırma ve deneylerle kanıtlanmıştır. Ayrıca, yaratılış ve varoluş yasasının bir so-nuca hükmetmeyeceği hususu, yine araştırmalar ve deneylerle kanıt-lanmış tartışılmaz bir gerçektir. Aynı şekilde, peygamberlik misyonu ve vahiy olgusundan beslenen dinsel eğitim ve öğretimin, adı geçen ihtilaf ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabileceği de hem araştırmacılarca ve hem de deneysel olarak kanıtlanmıştır.
Araştırmalar ortaya koymuştur ki din, gerçeklere ilişkin doğru bil-gilere, üstün ahlâka ve güzel davranışlarda bulunmaya davet eder. Şu hâlde, insanlık âleminin ıslahı ve onarımı, bu çerçevede mümkündür. Deneye gelince, İslâm bir din olarak, Müslüman bireylerden oluşan bir topluma egemen olduğu kısa bir dönem zarfında bunu kanıtlamıştır. Bunu, eğitip nefislerini ıslah ettiği bireylerin şahsında kanıtlamıştır. Bunlar da aldıkları eğitim doğrultusunda başka insanları ıslah etmiş-lerdir. Kaldı ki, günümüzün uygar toplumları çeşitli alanlarda sergile-diği tekamül örneği ve yapı iskeletindeki atardamarları –ki uygar ve ileri yaşamın özünü oluşturmaktadır- İslâm’ın bilimler alanındaki geli-şim ve etkinliğine borçludur. Bu hususu tarih üzerine yapılan araştır-malar apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. İnşaallah yeri gelince bu konuda daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
6- Son din, insan tekamülünün bir noktada durmasını gerektirmek-tedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in peygamberliğin sona erdiğine, dinin her hangi bir şekilde neshedilmeyeceğine ve şeriatın değişmezliğine hükmetmiş olması, bireysel ve toplumsal tekamülün ölçü ve miktarının Kur’ân’ın açıklama ve yasamalarından ifadesini bulan şekliyle algı-lanması gerektiğini, insan için Kur’ân’da ifadesini bulan ve çerçevesi çizilen tekamülün dışında bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır.
Hiç kuşkusuz bu, Kur’ân’ın verdiği gaybî haberlerden biridir. Kur’-ân’ın inişinden günümüze kadar geçen on dört kadar asırlık bir tarih süreci Kur’ân mesajını doğrulayan gelişmelere tanık olmuştur. Kuşku yok ki, insan denen canlı türü bu süre içinde, toplumsallığını ilgilendi-ren doğal yönlerde göz kamaştırıcı ilerlemeler kaydetmiştir. Azım-sanmayacak mesafeler kat etmiştir. Ancak, hakikati bilgi ve öğretilere erişme alanında ve ahlâkî faziletler açısından bir adım dahi ileriye gi-dememiştir. Hatta önemli ölçüde gerileme kaydetmiştir. Dolayısıyla, ruhunu ve bedenini kapsayan olumlu bir tekamül gerçekleştirememiştir.
Şu iddiayı ortaya atan kişi büyük bir yanılgı içindedir: “Genel ya-saları koymak, beşer türünün durumunu ve konumunu düzeltme ama-cına yönelik olduğu için, toplumlar kendi içlerinde geliştikçe, kemal merdivenlerini tırmanıp kalkındıkça, yaşadığı değişimlere paralel olarak bu yasaları da değiştirmek gerekir. Kuşkusuz bizimle Kur’ân’ın indiği İslâm kanunlarının konulduğu çağ arasındaki mesafe, o dönem ile İsa ve Musa peygamberlerin görevlendirildikleri dönemler arsındaki mesafeden çok daha fazladır. Bu yüzden günümüzde Hz. Peygamber dönemi arasındaki farklılık İslâm şeriatını yürürlükten kaldırıp, onun yerine çağa uygun kanunlar yapmayı gerektirir…”
Bu iddiaya karşılık şunu söylüyoruz: “Daha önce de söylediğimiz gibi, dinsel yasamada (şeriat koymada) sadece insanın maddî ve doğal tekamülü göz önünde bulundurulmamıştır. Tam tersine, insan varolu-şunun hakikati esas alınmıştır. Dinsel yasamanın temeli hem ruhsal, hem bedensel kemale dayanır. Maddî ve manevî mutluluk birlikte amaçlanmıştır. Bunun gereği de, dinsel tekamül aracılığı ile kemale eren toplum içindeki bireyin durumunun dikkate alınmasıdır. Sanayi ve politik olarak tekamül etmiş toplum içindeki bireyin değil.
Yukarıda yer verdiğimiz iddiaları ortaya atan araştırmacılar iki şeyi birbirine karıştırıyorlar. Bunlar beşer türünün toplumsallığını maddî açıdan inceleme ile ömürlerini tükettikleri için (ki madde,tıpkı kendi-sine dayanan toplumsal örgütlenmeler gibi sürekli değişkenlik göstermekte, evrimleşmektedir) dinin öngördüğü toplumsallığın da materyalist toplumsallık gibi olduğunu sanmaktadırlar. Bu yüzden tıpkı mater-yalist toplum gibi dinsel topluluğun da değişmesinin, nesneye açık ol-masının gerekliliğine hükmetmektedirler. Oysa dinin yasamada, sadece gözettiğini biliyoruz. Bu yüzden dini eğitimden geçmiş bir birey yüce Allah da hem dini eğitimi hem de günümüzün maddî gelişmesini bünyesinde tamamlamaya muhtaç bir noksanlığı, takviyeyi gerektiren bir zaafı görebilecek mi?
7- Peygamberler (s.a.a) masumdurlar, yanılmalara karşı ilâhî koru-manın kapsamındadırlar.
AYETLER IŞIĞINDA PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞLARI
Bu sonucu şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin sahip oldukları ismet (kusursuzluk) niteliği üç kısma ayrılır:
a) Vahyi alırken yanılmama
b) Tebliğ ve elçilik görevini yerine getirirken yanlış yapmama
c) Günah işlememe (günahlara karşı korunmuş olma). Günah kul-luğun saygınlığını lekeleyen ve efendiye muhalefet anlamına gelen her türlü kusur demektir. Yani kulluğa ters düşen söz ve davranış demek-tir. İsmet niteliği ile, masum olan insanın içinde yer alıp da onu caiz olmayan yanılma ve günahlara karşı koruyan bir özelliği kastediyoruz.
Günah kavramının kapsamına girmeyen ve vahyi algılama ve tebliğ etme ile ilgisi bulunmayan, diğer bir ifadeyle vahyi algılama, onu tebliğ etme ve onunla amel etme konusunun kapsamının dışında olan, söz gelimi insanın dış âlemi algılama ve kavrama, yada kimi bilimsel değerlendirmelerde yanılgıya düşmesi, varoluşsal olguları yapıcılık-bozgunculuk, yarar-zarar açısından tanımlarken hata etmesi, meselesi bu konunun dışındadır.
Her ne ise bizim gördüğümüz şudur: Kur’ân-ı Kerim, her üç açıdan da peygamberleri masum (yanılmaz) olarak nitelemektedir.
Peygamberlerin Allah’tan vahyi alırken, aldıkları bu vahyin içerdiği mesajı insanlara sunarken, Allah adına elçilik görevini yerine getirirken masum, yanılmaz olduklarının kanıtı şu ayet-i kerimedir: “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve bera-berlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, ara-larında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildi. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi,” Bu ayet-i kerimede, açık bir şekilde, yüce Allah’ın peygamberleri müjdeleme ve uyarma görevini yerine getirmek üzere gönderdiği, onlarla birlikte kitap (ki vahiy dediğimiz şey budur) indirdiği vurgulanmaktadır. Asıl misyonları da, inanç sistemine ve pratik yaşayışa ilişkin gerçeği açıklamaktır.
Diğer bir ifadeyle, Peygamberlerin Allah katında üstlendikleri gö-rev, insanları hak nitelikli inanç sistemine ve buna dayalı hak nitelikli hayat biçimine eriştirmektir. Yüce Allah’ın, Peygamberleri gönderme hususunda öngördüğü hedef budur. Yine Allah Teala Hz. Musa’nın li-sanıyla şöyle buyurmuştur: “Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” (Tâhâ, 52) Burada açıkça anlaşılıyor ki, yaptığı bir işte hiçbir tavrında ya-nılmaz. Bir şeyi dilediği zaman, onu, sonuçta amaca ulaşacak ve yanlışa sapmayacak bir yolla irade eder. bir hedef için herhangi bir yolun izlenmesini öngördüğü zaman, bu yöntemde asla şaşırmaz. Hem nasıl olur, yaratma ve emretme yetkisi O’na ait değil midir? Mülk ve egemenlik O’nun tekelinde değil midir? O, kendilerine vahiy indirmek, dinin kapsadığı bilgileri öğretmek suretiyle Peygamber göndermiştir. Böyle de olmalıdır. Onları birer elçi olarak görevlendirerek mesajını insanlara duyurmalarını öngörmüştür. Ki, bu kaçınılmaz bir realitedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Elbette Allah, kendi emrini ye-rine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” (Talak, 3) “Allah, emrinde galip olandır.” (Yûsuf, 21)
Şu ayet-i kerimede, Peygamberlerin masum olduklarına, hatadan berî olduklarına, vahyi algılama ve tebliğ etme açısından yanılmaz ol-duklarına delalet etmektedir: “O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka. Çünkü, O, bunun önüne ve arkasına izleyiciler dizer. Öyle ki, onların Rab-lerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. Allah onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp tespit etmiştir.” (Cin, 26-28) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah elçilerini vahyinin muhatabı olmaya özgü kılar. Sonra gaybı kendilerine göstererek onlara destek olur. Önlerinde ve arkalarında onları denetler. Yanlarında olan-ları çepeçevre kuşatır. Amaç, vahyi, yok olmaya, şeytanları ve başka art niyetli unsurların girişimleri sonucu değişmeye karşı koruma altına almalıdır. Böylece Rablerinin mesajını insanlara net biçimde ulaştır-malarını sağlamadır.
Bir diğer ayette de yüce Allah, bu gerçeği vahiy meleğinin lisanıyla şöyle dile getirir: “Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda ve bunlar arsında olan her şey O’nundur. senin Rabbin ke-sinlikle unutkan değildir.” (Meryem, 64) Bu ayetler gösteriyor ki: vahiy, inişinden, peygambere ulaştırılmasına ve onun aracılığı ile insanlara duyurulmasına kadar ki süreç içinde koruma altındadır. Herhangi bir değişikliğe uğramama konusunda güvence altındadır.
Masumiyeti kanıtlamaya ilişkin bu iki yaklaşım, peygamberlerin sadece vahyi algılamaları ve mesajı tebliğ etmeleri açısından masum olduklarını, zihinlerde çağrıştırır niteliktedir. Daha önce vurguladığı-mız, amelde masumiyeti, tavırda yanılmazlığı çağrıştırmıyorlar. Ancak, bu iki yaklaşımının masumiyete ilişkin kanıtsallığını şu şekilde bütünlemek mümkündür. Ki, düşünce ve fikir erbabına göre “Fiilde tıpkı söz gibi delil oluşturur, mesaj verir.” Buna göre, bir işi yapan kimse, bu fiiliyle yaptığı işi güzel ve caiz gördüğünü anlatır. Bu, “Falan işi güzel ve caiz görüyorum.” demesi ile vurgulama bakımından birdir. Eğer, aksini emreden Peygamberden günah nitelikli bir davranış sudur etse, onun açısından, bu bir çelişki olur. Çünkü fiili, bu durumda sözü ile çelişir. O zaman da, Peygamber birbiriyle çelişen iki şeyin tebliğcisi konumuna düşer. Oysa iki zıt şeyi tebliğ etme, gerçeği tebliğ olarak adlandırılamaz. Çünkü iki zıt şeyi duyuran kimse, hakkı duyurmuş olamaz. Bunun nedeni birbirine zıt olan iki şeyin birbirlerini geçersiz kılacak nitelikte olmalarıdır. Buna göre, Peygamberin, ilâhî mesajı duyurma açısından masum oluşu, ancak günahtan masum olması ve söz fiil çelişkisinden korunmuş olması ile gerçekleşmiş olur. Bu da, son derece açık bir husustur.
Şu ayetler, Peygamberlerin, mutlak olarak masum olduklarını dile getirirler: “İşte Allah’ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy.” (En’âm, 90) “Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Allah kimi hidayete erdirirse onun için bir saptırıcı yoktur.” (Zümer, 36-37) “Allah kime hidayet verirse, işte hayat bulan odur.” (Kehf, 17) Burada yüce Allah, hidayete erdirmesi sayesinde hidayet üzere olan kimseler üzerinde saptırıcıların etkilerini geçersiz kılıyor. Dolayısıyla, onlarda sapıklık bulunmaz. Her günah da bir sapıklıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey ademoğulları, size ant vermedim mi ki: şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur. Andolsun o, sizden birçok nesli saptırmıştı.” (Yasin, 60-62) Bu ayet-i kerimede, gö-rüldüğü gibi, her türlü günah, şeytana yönelik kulluk olarak nitelendi-rildikten sonra, şeytanın saptırması sonucu gerçekleşmiş sapmalar ola-rak tanımlanıyor. Buna göre, yüce Allah’ın Peygamberleri hidayete er-dirdiğini vurgulaması, ardından, kendisinin hidayete erdirdiği kimse-lerden sapmayı nefyetmesi, sonra her türlü günahı sapma olarak nite-lemesi, yüce Allah’ın Peygamberleri, kendilerinden günah sudur et-mekten beri kıldığını vahyi algılama ve tebliğ etme noktasında, onları yanılmaz kıldığının somut kanıtıdır.
Şu ayetler de bu gerçeği vurgular niteliktedir: “Kim Allah’a ve Re-sul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği Pey-gamberler, doğrular, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar!” (Nisâ, 69) “Biz doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin, yoluna ki onlar ne gazaba uğramışlar ve ne de sapmışlardır.” (Fatiha, 5-7) Görüldüğü gibi, kendilerine nimet verilenlerden olan Peygamberler, sapmış olmayanlar olarak nitelendiriliyor. Eğer kendilerinden her hangi bir günah sudur etseydi, kuşkusuz bununla sapmış olanlardan olacaklardı.
Çıkardığımız bu sonucu, yüce Allah’ın Peygamberleri tanımlamaya ilişkin şu sözleri pekiştirmektedir: “İşte bunlar; kendilerini Allah’a nimet verdiği Peygamberlerdendir; Adem’in soyundan Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğru yola eriştirdik-lerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman’ın ayetleri okun-duğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.” (Meryem, 58-59) Bu ayetlerde, gördüğümüz kadarıyla, en başta Peygamberlerin tümünde bulunan iki özelliğe dikkat çekiliyor: Nimet verilenlerden olma. Hidayet üzere olma… Öyle ki “En’amellahu aleyhim (=Allah’ın nimet verdiği)” ifadesinden sonra yer alan “mimmen hedeyna vecte-beyna (=doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizden)” ifadesi-nin başında, beyan etmeye, açıklamaya yönelik “min” edatı kullanıl-mıştır. Sonra bu Peygamberler, tevazuun, hakirliğin son zirvesi kullukla vasfediliyorlar. Daha sonra bunları izleyen kuşaklarsa kötü niteliklerle tanımlanıyorlar. Dolayısıyla, ikinci grubun, birinci gurupla aynı niteliklere sahip olmadığı vurgulanıyor. Çünkü ilk grupta yer alan kişi-ler, övgüye değer, teşekküre layık kimselerdir, ikinci gruptakiler değil. Ayet-i kerime ikinci gruptakileri ise, şehvetlere kapılan, ihtiraslarının peşinde koşan ve yakında azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklar ola-rak tanımlanıyor.
Şu hâlde, ilk grupta yer alan Peygamberler, şehvetlerine uyan, do-layısıyla azgınlığın cezasına çarptırılacak kimseler değildirler. Bu nite-liğe sahip birinden günah namına bir şeyin söz konusu olmayacağı açıktır. Hatta bunlar, eğer Peygamberlikle görevlendirilmeden önce şehvetlerine uyan kimseler olsalardı, bu durumlarını azgınlık izleye-cekti, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılmış olacaklardı. Çünkü şu ifade, şehvetine uyan herkesi kapsayacak niteliktedir: “Namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.”
Bu yaklaşım, Peygamberlerin masum olduklarını aklen kanıtlamak isteyenlerin şu değerlendirmelerine de yakındır: Peygamberlerin gönderilmiş olmaları ve onlar aracılığı ile bir takım mucizelerin gerçek-leşmiş olması, sözlerinin doğruluğunun kanıtıdır. Bu demektir ki, onlar kesinlikle yalan söylemezler. Ayrıca, ilâhî mesajı eksiksiz olarak insanlara duyurabileceklerini, buna layık olduklarını göstermektedir. Akıl, herhangi bir maksada ve merama aykırı davranışlar ve günahlar işleyen bir insanın, söz konusu maksada ve merama yönelik davet iş-levini yerine getirmesini kabul etmez. Böyle bir çelişkiyi onaylamaz. Dolayısıyla peygamberlerin çeşitli mucizeler göstermiş olmaları, onların vahyi alırken, onun içerdiği mesajı insanlara sunarken, kendilerine yöneltilen emir ve yükümlülükleri yerine getirirken her türlü hatadan beri olduklarına ilişkin yaklaşımı onaylayıcı bir olgudur.
Bu yaklaşıma şöyle bir karşılık verilemez: “İnsanlar -ki akıl sahibi varlıklardır- çeşitli mesajların algılanışında ve birçok toplumsal hedefe ulaşmada, tebliğ açısından noksanlıktan ve yetersizlikten kurtulmayan bazı insanların sebep olmaları sonucu belli sonuçlara varırlar…” Çünkü insanlar için geçerli olan bu durum iki şeyden dolayıdır ki hiç birisi Peygamberlerin davetiyle ilgili olarak değerlendirmeye tâbi tutulamaz. Ya bu tavrın nedeni, az miktardaki kusur ve yanılgıyı önemsememeleri ya da, insanların amacı, istenen şeyin az bir miktarına ulaşmadır. İste-dikleri az olanı alıp çok olandan kaçınmaktır. Her iki durum da yüce Allah’ın şanına yakışmaz.
Yine şu ayet-i kerimeye dayanılarak da bu yaklaşıma karşı çıkı-lamaz: “Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup da dince derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki, onlar da kaçınıp sakınırlar.” (Tevbe, 122)
Ayet-i kerime, gerçi, masumluk niteliğine sahip olmayan Müslü-manların geneli ile ilgilidir, ancak onlara dinde öğrendiklerini, derin kavrama imkânına kavuştuklarını tebliğ etme iznini veriyor. Oysa uyardıkları şeye ilişkin bir onaylama söz konusu değildir. Sözlerinin insanlar katında hüccet olmasını onaylayıcı bir kanıt yoktur. Dolayı-sıyla sakıncalı husus söz konusu değildir.
Peygamberlerin masum olduklarını ifade eden ayetlerden biri de şudur: “Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik.” (Nisâ, 64) Burada elçinin itaat edilmesi gereken biri olarak görevlendirilişi, Peygamber gönder-menin amacı olarak sunuluyor ve amaç bununla sınırlandırılıyor. Bu durum zorunlu olarak Resulün şahsında itaat edilen söz veya fiil gibi şeylerin tümüne yüce Allah’ın iradesinin taalluk etmesini gerektirir. Çünkü söz ve davranış tebliğ sürecinde baş vurulan, sürekli kullanılan araçlardır. Eğer Peygamberden vahyi anlama noktasında veya vahyi tebliğ etme aşamasında bir hata gerçekleşse, bu yüce Allah’ın batılı is-tediği anlamına gelir ki, yüce Allah haktan başka bir şey istemez.
Aynı şekilde, eğer buğzedilen ve yasaklanan sözlü yada fiili bir günah, Peygamber tarafından işlenirse, özü itibariyle Allah’ın iradesi ile ilintili olur, dolayısıyla istenen, sevilen bir itaat konumuna gelir. Böylece yüce Allah, bir tek fiille ilgili olarak hem isteyen hem isteme-yen, hem nehyeden hem emreden, hem seven hem buğzeden olur. Hiç kuşkusuz, ulu Allah çelişik sıfat ve fiillerden münezzehtir, yücedir. Böyle bir değerlendirmenin yanlış ve batıl olduğu ortadadır. Bazıları-nın savundukları gibi, güç yetirilmeyeni teklif etmeye ilişkin görüşü kabul etsek dahi bu değerlendirme yanlıştır. Çünkü güç yetirilmeyenin teklif edilmesi, imkânsızın, muhalin teklif edilmesi anlamına gelir. Bi-zim üzerinde durduğumuz husus ise, kendisi muhal olan bir tekliftir. Çünkü bir tek fiille ilgili olarak hem tekliftir, hem değildir, hem irade edilendir, hem edilmeyendir, hem sevilendir, hem sevilmeyendir, hem övülendir, hem yerilendir.
bunun bir kanıtı da şu ayet-i kerimedir: “Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah’a karşı delilleri olmasın.” (Nisâ, 164) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, yüce Allah insanların içinde bulundukları günah ve ilâhî emirlere muhalefet etme nitelikli tavırlarına ilişkin mazeretlerini ortadan kaldırmayı diliyor. Mazereti de ancak elçilerin -Selâm üzerlerine olsun- gönderilmiş olması ortadan kaldırır. Bilindiği gibi, elçilerin insanların mazeretlerini ortadan kaldırmaları, kanıtlarını geçersiz kılmaları, ancak bizzat kendilerinde, Allah’ın iradesine ve rızasına uyum olmayan bir söz veya fiilin, hata yada günahın bulunmaması ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, insanların Peygamberlerde bulunan her hangi bir kusura veya günaha yapışıp Allah’a karşı bunu bir kanıt olarak sunmaları imkânı doğardı. Bu ise, yüce Allah’ın öngördüğü amaç ile çelişen bir olgudur.
Eğer desen ki: Yukarıda değinilen ayetler, peygamberlerin hata yapmayacaklarına, günah işlemeyeceklerine delalet etmektedir. Bu ise, herhangi bir şeyle ilgili olarak “ismet” sıfatına sahip olma anlamına gelmez. Çünkü bazılarının iddiasına göre “İsmet” insanı yanılmaktan alıkoyan, günah işlemeye ve hataya karşı koruma altına alan bir güçtür. Güç ise, sadece fiilin gerçekleşmesi yada gerçekleşmemesi değildir. Aksine güç, psikolojik bir başlangıç noktasıdır. Fiil bu noktadan kaynaklanır. Tıpkı fiillerin psikolojik melekelerden kaynaklanmaları gibi.
Buna göre karşılık olarak ben de derim ki: Evet, ama, yukarıdaki incelemede ihtiyaç duyulan husus, Peygamberden hata ve günahın meydana gelmiş olmasıdır. Doğru yada ibadet nitelikli fiilin kaynakla-nacağı gücün sabit olmamasının bana bir zararı olmaz. Bu, gün gibi or-tadadır.
Ayrıca “İsmet” sıfatının koruyucu bir güce dayandığını, mucize ile ilgili incelemede sunduğumuz ayetlerden yola çıkarak kanıtlamak mümkündür: “Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Al-lah, her şey için bir ölçü kılmıştır.” (Talak, 3) “Muhakkak benim Rab-bim, dosdoğru bir yol üzerindedir.” (Hûd, 56)
Ve yine olayların her biri için, kaynaklanacağı bir başlangıç noktası ve gerçekleşmesini sağlayacak bir sebep gereklidir. Dolayısıyla Peygamberin aynı tarz üzere doğru ve ibadet nitelikli sergilediği fiiller, Peygamberle birlikte bulunan ve nefsinde yer alan bir sebebe dayanır-lar. Bu sebebe koruyucu güç diyoruz. Bunu şöyle açabiliriz: Peygam-berin birer ibadet ve ibadet olarak sergilediği varsayılan fiiller, bizim sergilediğimiz ve bazısı itaat, ve bazısı da günah nitelikli fiillerimiz gibi ihtiyari (isteğe bağlı) fiillerdir. Hiç kuşkusuz, isteğe bağlı bir fiil, bir bilgi ve dileyişten kaynaklanmasından ötürü isteğe bağlıdır. Bir fiilin itaat ve günah şeklinde farklı nitelikler kazanması, kaynaklandığı ilmi biçimin farklılığından ileri gelir. Örneğin, eğer amaç emredileni yapmak suretiyle kulluk tavrını sürdürmekse, itaat niteliği gerçekleşir. Şayet istenen -dileyişin dayandırıldığı ilmi biçimi kastediyorum- heva ve hevese uymak ve Allah’ın yasakladığı şeyi yapmaksa, günah niteliği gerçekleşir. Buna göre, fiillerimizin itaat ve günah şeklinde farklı bi-çimler almasının sebebi, fiillerin kaynaklandığı bilgimizin farklılığıdır. Eğer iki bilgiden biri yani, kulluk tavrını sürdürmenin ilâhî emre itaat etmenin gerekliliğine ilişkin hüküm devam edecek olursa, bu, ancak itaat nitelikli bir fiil olarak dışarıya yansır. Eğer ancak günah türü fiil-lere kaynaklık eden diğer bilgi devam ederse (böyle bir duruma düş-mekten Allah’a sığınırız) ancak günah nitelikli bir fiil şeklinde gerçek-leşir. Buna göre, Hz. Peygamberin (s.a.a) sergilediği fiiller, daima itaat olarak nitelendirilirler. Bunun tek nedeni, fiillerin dileyişi sonucu kay-naklandıkları bilginin yapıcı, olumlu ve değişken olmamasıdır. söz konusu bilgi, kulluğun gerekliliğini her zaman kabullenip ona göre tavır almanın gerekliliğine inanmadır. Bilindiği gibi, ilmi şekil ve hiçbir şekilde ortadan kaybolmaz köklü nefsanî biçim, tıpkı iffet, cesaret ve adalet gibi ruhsal bir melekedir. Buna göre, Peygamberde ruhsal bir meleke vardır. İtaat ve boyun eğme niteliğindeki fiiller bu melekeden kaynaklanır. Buna, günahtan koruyan güç de denir.
Bir başka açıdan meseleye yaklaşacak olursak; Peygamber vahyi algılamada ve vahyin içerdiği mesajı tebliğ etmede hata etmez. Şu hâl-de, onun kişiliğinde ruhsal bir biçim vardır ki bu, bilgileri algılama ve başkalarına aktarmada yanılmaya pay bırakmaz. Fiil plânında da isyan etmez. Eğer Peygamberin şahsından, aynı tarz üzere ve ancak doğruluk ve itaat şeklinde beliren fiillerin, beraberinde olan her hangi bir sebebin aracılığı söz konusu olmaksızın ve Peygamberin nefsine her hangi bir şeyin eklenişi gerçekleşmeksizin ortaya çıktıklarını varsayarak, bu demektir ki, onun isteğe bağlı fiilleri, bu şekilde, Allah’ın iradesi ile gerçekleşmişlerdir ve Hz. Peygamberin bir müdahalesi de söz konusu olmamıştır. Bu da, Peygamberin bilgisinin ve fiiller üzerinde etkili olan iradesinin geçersiz kılınması sonucunu doğurur. Böyle bir değerlendirme, isteğe bağlı fiillerin, isteğe bağlı olmaktan çıkmaları anlamına gelir. Bu da Peygamberin (s.a.a) bilgi ve iradesi ile hareket eden bir insan oluşu ile çelişir. Şu hâlde, “İsmet” niteliği, yüce Allah’ın Peygamber olan insanın kişiliğinde var ettiği bir sebeptir. Peygamberin isteğe bağlı fiilleri doğruluk ve itaat şeklinde bu sebepten kaynaklanır. Daha önce de vurguladığımız gibi, “İsmet” niteliği köklü bir bilgi, kişiliğe sinmiş bir melekedir.
KUR’ÂN IŞIĞINDA PEYGAMBERLİK
Yüce Allah bu gerçeği (insanlara vahiy aracılığı ile doğru yolu gösterme gerçeğini) birçok ayette gözler önüne serdikten sonra söz konusu yol göstericilik misyonunu üstlenen kişilikleri iki değişik kav-ramla ifade etmiştir. Bu değişik tanımlama, bir bakıma onların iki kı-sımda değerlendirilmelerini öngören bir taksim veya taksim benzeri niteliğindedir. Bu kavramlardan biri “Resul” biri de “Nebi”dir. Ulu Al-lah bir ayet-i kerimede: “Nebiler ve şahitler getirildi.” (Zümer, 69) “Allah, Resulleri toplayacağı gün, ‘size verilen cevap nedir?’ diyecektir.” (Mâide, 109) buyuruyor. “Resul”ün anlamı; mesaj taşıyıcıdır. “Nebi” ise, haber taşıyan demektir. Buna göre, Resul, yüce Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah’ı ve katında olanları bilme onurunu taşımaktır.
Bir görüşe göre, Nebi ile Resul arasındaki fark “Umum ve husus-i mutlak” yani mutlak genellik ve özellikle ilgilidir. Dolayısıyla Resul, Peygamber olarak gönderilen, tebliğ etmekle yükümlü kılınan, aynı zamanda bir mesaj taşıyan kimsedir. Nebi ise, Peygamberlikle görev-lendirilen kimseye denir. Tebliğe görevlendirilsin veya görevlendiril-mesin fark etmez.
Ne var ki, ilâhî kalem bu tür bir ayrımı desteklemiyor: “Kitapta Musa’yı da zikret, çünkü o, ihlasa ulaşmış bir Resul,bir Nebiydi.” (Mer-yem, 51) Ayet-i kerime, bir övgü ve tazim niteliğindedir. Böyle bir du-rumda daha özel bir nitelikten, daha genel bir niteliğe doğru aşama kaydetmek uygun düşmez. Bu husus son derece açıktır.
Bir de şu ayet-i kerimeye bakalım: “Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki…” (Hac, 52) Bu ayette, Resul ve Nebi nitelikleri birlikte zikredilmiş ayrıca her iki niteliğe birlikte sahip olanlar “gönderilmiş”ler olarak sunulmuştur. Ne var ki: “Orta yere kitap kondu; Nebiler ve şahitler getirildi.” (Zümer, 69) “O, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) ayetleri ve bir de incelememize konu olan ayet-i kerimedeki “Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebiler gönderdi.” ifadesi ve benzerleri, açıkça Allah tarafından gönderilen her Peygamberin “Nebi” olduğunu dile getirmektedir. Bununsa “Bir resul, bir nebiydi” ifadesine ters düşen bir yanı yoktur. Çünkü bu ifadede, her iki lafızla orijinal anlamları kastedilmiştir. Yani kavramlarda bir anlam kayması söz konusu değildir. Bu durumda söz konusu ifadeyi şu şekilde açıklayabiliriz: O, Allah’ın ayetlerinden ve Allah katındaki bilgilerden haberdar olan bir Resuldür.
Ayrıca: “Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmaya-lım ki…” ayetini şu şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü şöyle demek pe-kala mümkündür: Nebi de, Resul de insanlara Peygamber olarak gön-derilmiş kişilerdir. Ancak, Nebi, Allah katında olan şeylerden haberdar biri olduğu için edindiği bu haberi insanlara duyurmak üzere görev-lendirilmiştir. Resul ise, Peygamberliğinin temel misyonu olan haber vermeye ek olarak özel bir mesaj sunmak üzere görevlendirilmiş kim-sedir. Bu nüansı bazı ayetlerden algılamak mümkündür: “Her ümmetin bir Resulü vardır. Onlara Resulleri geldiği zaman, aralarında adalet ile hüküm verirler.” (Yûnus, 47) “Biz bir Resul gönderinceye kadar azap edecek değiliz.” (İsrâ, 15)
Buna göre Nebi, Allah’ın inayeti ve insanlığı mutluluğa eriştirme-sine ilişkin hükmü uyarınca insanlara dünya ve ahiret hayatlarını islah edecek dinin temel ve ayrıntı niteliğindeki prensiplerini açıklayan Peygamberdir. Resul ise, hüccetin bütünüyle gerçekleşmesini kapsayan özel bir mesaj taşıyan Peygamberdir. Onun taşıdığı mesaj ve hüccete aykırı davrananları bir yıkım yada azap kuşatıverir. şu ayet-i kerime de bu açıdan ele alınabilir: “Öyle ki Resullerden sonra insanların Allah’a karşı delilleri olmasın.” (Nisâ, 165)
İlâhî kelâmdan, resul ve nebi arasındaki farkı belirleyici nitelikte, iki kavramın orijinal anlamları dışında herhangi bir sonuç algılanma-maktadır. Bunun zorunlu sonucu bizim daha önce yaptığımız şu tespit-tir: Resul, Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah’ın ve katında olanları bilme onurunu taşımaktadır. İleride Eh-libeyt İmamları’ndan (a.s) gelen rivayetleri incelerken, bu iki kavram arasındaki farklılık üzerinde daha etraflıca duracağız.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim peygamberlerin sayılarının çok olduğu-nu,yüce Allah’ın onların tümüne kitabında yer vermediğini açık bir şe-kilde dile getirmektedir: “Andolsun, biz senden önce elçiler gönderdik; onlardan kimini sana aktarıp anlattık, kimini anlatmadık.” (Mü’min, 78) vb. Yüce Allah’ın kitabında isimlerini anarak kıssalarını aktardığı Pey-gamberlerin sayısı yirmi küsurdur.
1) Adem, 2) Nuh, 3) İdris, 4) Hûd, 5) Salih, 6) İbrahim, 7) Lut, 8) İsmail, 9) El-Yesa 10) Zülkifl, 11) İlyas, 12) Yûnus, 13) İshak, 14) Yakub, 15) Yûsuf, 16) Şuayb, 17) Musa, 18) Harun, 19) Davud, 20) Süleymen, 21) Eyyub, 22) Zekeriyya, 23) Yahya, 24) İsmail Sadık’ul-Va’d, 25) İsa, 26) Muhammed (salat ve selâm üzerine olsun)
Bazı Peygamberlerin ise ismi geçmiyor, ima ve kinaye yoluyla kendilerine işaret edilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Musa’-dan sonra İsrailoğulları’nın önde gelenlerini görmedin mi? hani, Pey-gamberlerinden birine: ‘Bize bir melik gönder’; demişlerdi.” (Bakara, 246) “Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini…” (Bakara, 259) “Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini ya-lanlamışlardı. Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik.” (Yasin, 14) “Derken katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.” (Kehf, 65) “Ve torunlarına” (Bakara, 136) Ayrıca Hz. Musa ile arkadaşlık eden genç gibi, peygamber olup olmadığı açıklanmayan kimselerden de söz edilmektedir: “Hani Musa genç yardımcısına demişti.” (Kehf, 60) Yine Zulkarneyn, Meryem’in babası İmran ve Üzeyr gibi adı geçmekle be-raber, peygamberliklerinden söz edilmeyen kimseler de zikredilmiştir.
Kıacası, Kur’ân-ı Kerim peygamberlerin sayısını vermemiştir ki, bunu bir ölçü olarak alalım. Rivayetler arasında, peygamberlerin sayı-sına ilişkin ifadeler ise, metinleri birbirinden farklı ahad haberlerdir. Bunlar arasında en meşhur olanı Ebuzer’in Resulullah efendimize (s.a.a) dayandırdığı şu hadistir: “yüz yirmi dört bin peygamber gönde-rilmiştir. Bunların üç yüz on üç tanesi Resuldür.”
Biliniz ki: Peygamberlerin efendileri, aralarındaki Ululazm pey-gamberlerdir. Bunlar: Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’dir -salat ve selâm üzerlerine olsun-. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Artık sen sabret; Resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi.” (Ahkaf, 35) ileride, söz konusu peygamberlerle ilgili olarak kullanılan bu “azim” kavramının kendilerinden alınan ilk ahitte, yaptıkları antlaşmada sebat göstermeleri ve üstlendikleri görevi unutmamaları anlamına geldiği hususunda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hani biz, peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” (Ahzab, 7) “Andolsun, biz bun-dan önce Adem’e ahit vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz onda bir ka-rarlılık bulmadık.” (Tâhâ, 115)
Ululazm olarak nitelendirilen bu peygamberlerin her biri şeriat ve kitap sahibidir: “Dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı.” (Şûrâ, 13) “Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır; İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde.” (A’lâ, 18-19) “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik… Onların ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve içinde hi-dayet ve nur bulunan İncil’i verdik… Sana da önündeki kitapları doğ-rulayıcı ve ona bir şahit, gözetleyici olarak kitabı indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp on-ların havalarına uyma. sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir.” (Mâide, 44-48)
Sunduğumuz ayetler, söz konusu peygamberlerin uyguladıkları bi-rer şeriatlarının olduğunu, Hz. İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve Muham-med’e -salat ve selâm üzerlerine olsun- kitap indirilmiş olduğunu dile getirmektedir. Hz. Nuh’a indirilen kitapla ilgili olarak daha önce; “İn-sanlar tek bir ümmetti.” ayeti “Dinden Nuh’a vasiyet ettiğini…” diye başlayan ayetle birlikte ele alındığı zaman, Hz. Nuh’a bir kitap verildi-ğinin anlaşılacağını vurgulamıştık. Bizim bu değerlendirmemiz, Hz. Davud’a bir kitap indirilmiş olması ile çelişmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Davud’a da Zebur’u verdik.” (Nisâ, 163) Aynı şekilde, çeşitli rivayetlerde, Hz. Adem’e, Şeys ve İdris’e kitap verildiğine ilişkin açıklamalara da ters düşmemektedir. Çünkü bunlar hüküm ve şeriat kapsamayan kitaplardır.
Biliniz ki, peygamberlik için vazgeçilmez bir olgu, vahiydir. Vahiy ise, bir tür ilâhî konuşmadır ki, peygamberlik misyonu bu iletişime dayanır. yüce Allah bir ayet-i kerime de şöyle buyuruyor: “Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” (Nisâ, 163) İnşaallah, Şûrâ Suresi’nin ilgili ayetini incelediğimiz zaman yeterli ve ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma’ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Hz. Nuh’tan önce insanlar, Allah’ın fıtratı üzere tek bir ümmetti. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler. Bunun üze-rine Allah peygamberler gönderdi. -Böylece insanlar iki guruba bölün-düler.-
Tefsir’ul-Ayyâşî’de, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) söz konusu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: “İnsanların tek bir ümmet oldukları dönem Hz. Nuh’tan önceydi.” Orada bulunanlar: “Pe-ki hidayet üzere miydiler?” diye sorduklarında şu cevabı ver-di:”Tersine, sapıklık üzereydiler. Çünkü Hz. Adem ve soyundan salih kimseler vefat etmişlerdi. Geride sadece vasisi olan Hz. Şeys kalmıştı. O da Hz. Adem ve soyundan salih olanların bağlı bulundukları Allah’ın dinini açıktan yayacak gücü bulamıyordu kendinde. Çünkü Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü gibi Hz. Şeys’i de ölümle tehdit ediyordu. Bu yüzden takiyye yaparak, asıl inancını gizleyerek aralarında yaşamını sürdürdü. Sapıklıkları günbegün arttı ve nihayet göçüp gidenlerden başka içlerinde bir tek salih kimse kalmadı. Hz. Şeys bir adaya sığınıp Allah’a ibadet etmek zorunda kaldı. yüce Allah için bedâ gerçekleşti ve insanlara elçiler göndermeyi öngördü. Eğer bedâ olayı şu cahillere sorulursa: “Allah işten el çekti” diyecekler. Ama yalan söy-lüyorlar. yüce Allah’ın her yıl hükmettiği bir şeydir bu. Sonra şu ayeti okudu: “Onda her hikmetli iş ayrılır.” “Böylece yüce Allah, o yıl içinde gerçekleşecek kıtlığı, bolluğu, yağmuru v.s.yi hükme bağlar.” Ravi şöyle diyor: Dedim ki: İnsanlar peygamberlerden önce sapıklık üzere miydiler, yoksa hidayet üzere miydiler?” Buyurdu ki: “Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah’ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler. Allah’ın yaratmasında bir değişiklik olmaz. Allah kendilerine doğru yolu göstermedikçe hidayete ermeleri mümkün olmazdı. Hz. İbrahim’in şu sözünü duymadın mı?: “Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.” Yani, ezeli misakı unutanlardan olurum.”
Ben derim ki: “Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah’ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler.” sözü, hadisin baş tarafındaki “Sapık-lık üzere” oluşlarına ilişkin ifadeyi açıklar niteliktedir. Buna göre onlar, ilâhî bilgilere ilişkin ayrıntılı bir hidayetten yoksundular. Ayrıntılardan uzak toplu hidayet ise, ayrıntılar hususunda cahil olmayı da kapsamına alır. Nitekim Mecma’ul-Beyan tefsirinden az önce aktardığımız rivayetteki şu ifade de bunu destekler niteliktedir: “Allah’ın fıtratı üzereydiler. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler.”
“Yani ezelî misakı unutanlardan olurum.” sözü ise, sapıklığın tefsiri durumundadır. Buna göre, hidayet gerçekte misakı hatırlamadır. Kamil müminlerde olduğu gibi. Ya da, gerçekte misakı hatırlamış olmasa da, onu hatırlayanların durumunun aynısı bir durum sergilemedir. Ki bu da diğer müminlerin durumudur. Bunu için de hidayet kavramının kullanılmış olması bir nevi inayeti gerektirir.
Şeyh Saduk’un et-Tevhid adlı eserinde Hişam b. Hakem’in şöyle dediği rivayet edilir: “İmam Cafer Sadık’ın yanına gelen bir zındık ona şu soruyu yöneltti: “Nebi ve resullerin gönderilişini nasıl ispatlarsınız:” İmam şu cevabı verdi: “Biz, bir yaratıcımız, yoktan var edicimiz, bizden ve tüm varlıklardan yüce bir ilâhımız olduğunu, bu yoktan var edici ilâhın hikmet sahibi olduğunu, bu yüzden kullarının O’nu görme-lerinin, O’na dokunmalarının, O’nun ve kullarının birbirleriyle doğrudan temas kurmalarının, yüz yüze tartışmalarının uygun düşmeyeceğine kesin kanaat getirdiğimiz zaman kulları arasında O’nun elçilerinin de bulunduğunu kanıtlamış, kabul etmiş oluruz. Bu elçiler kullara çı-karlarına ve yararlarına olan şeyleri, varlıklarını korumalarına elverişli bir hayat sürdürmenin yollarını gösterirler. Bu yolu terk etmeleri du-rumunda yok oluş tehdidi ile yüz yüze geleceklerini öğütlerler. Bu da, hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi bilen yüce yaratıcı adına kulları ara-sında emir ve yasak koyma yetkisine sahip kimselerin varlığını kaçı-nılmaz kılar. Bu demektir ki, O’nun adına konuşan kimseler vardır. Bunlar da peygamberlerdir, Allah’ın seçkin kullarıdır. Hikmetle eği-tilmiş, onunla görevlendirilmiş hikmetli zatlardır. Durumları diğer in-sanların durumuna benzemez. Ama yaratılış ve terkip olarak onlarla aynı özelliklere sahiptirler. Her yaptığı yerinde olan ve her şeyi bilen yüce yaratıcının hikmetli, kanıtlı, belge ve tanıklı desteğine sahiptirler. Ölüleri dirilten, anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştireme gibi mu-cizelerle desteklenirler. Yeryüzü, Resulün sözünün doğruluğuna ve adil oluşunun zorunluluğuna delalet eden bir ilme sahip hüccetten hiçbir zaman yoksun olmaz.
Gördüğünüz gibi, bu hadis, peygamberlikle ilgili üç soruna ilişkin üç kanıtı kapsamaktadır.
1- Nübuvvet-i âmme yani genel anlamda peygamberliğin kanıtla-nışı. İmam’ın bu sözü üzerinde düşünüldüğü zaman “İnsanlar tek bir ümmetti.” ifadesine ilişkin uyuştuğu fark edilecektir.
2- Peygamberlerin mucize ile desteklenmesinin zorunluluğunun ka-nıtlanışı. İmam’ın sözleri, bizim “Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’-ân’dan) şüphelendiyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin” ayetinin tefsirindeki mucize konusunda sözlerimizin kanıtıdır.
3- Yeryüzünün hüccetten yoksun olması meselesi. İnşaallah ileride mesele üzerinde duracağız.
Şeyh Saduk’un el-Maanî ve el-Hisal adlı eserlerinde, Utbe el-Ley-si, Ebuzer’den (r.a) şöyle rivayet eder: Dedim ki: “Ya Resulullah, bu-güne kadar kaç peygamber gelmiştir?” Dedi ki: “yüz yirmi dört bin…” “Bunların kaç tanesi resuldür?” diye sordum. Buyurdu ki: “Tam tamına üç yüz on üç tanesi.” Dedim ki: “Adem, nebilerinden bir resul muy-du?” Dedi ki: “Evet, Allah, onu kendi kudretiyle yarattı, sonra kendi ruhundan üfledi.” Sonra dedi ki: “Ey Ebuzer, peygamberlerin dört ta-nesi Süryanîdir; Adem, Şeys, Nuh Uhnuh yani, ilk defa kalemle yazı yazan İdris ve Nuh. Dört tanesi de araptır. Hûd, Salih, Şuayb ve senin peygamberin Muhammed (salat ve selâm üzerlerine olsun); İsrailoğul-ları’ndan gönderilen ilk peygamber Musa’dır. Sonuncusu da İsa’dır, İs-railoğulları’ndan gönderilen peygamberlerin sayısı altı yüzdür.” Dedim ki: “Ya Resulullah, yüce Allah, kaç kitap indirmiştir?” Buyurdu ki: “Yüz tane küçük, dört tane de büyük kitap. Allah Şeys’e elli sahife, in-dirdi, İdris’e otuz sahife, İbrahim’e yirmi sahife indirmiştir. Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u ve Furkan’ı (Kur’ân’ı) indirmiştir.”
Ben derim ki: Bu rivayet, özellikle giriş kısmı, ki peygamberlerin ve Resullerin sayısını vermektedir, hem Şia ve hem de Ehlisünnet ka-nallarıyla rivayet edilen meşhur hadistir. Şeyh Saduk “el-Hisal” ve “el-Emalî” kitaplarında İmam Rıza’dan, o da ataları kanalıyla Resulullah’-tan, yine Zeyd b. Ali’den o da ataları kanalıyla Emir’ül-Müminin’den aynı anlamda bir hadis rivayet etmiştir. İbn Kavleveyh Kamil’üz-Ziya-rat adlı eserde, Seyyid b. Tavus “el-İkbal” adlı eserde İmam Zeynela-bidin’den (a.s) Besair’ud-Berecat adlı eserde, İmam Muhammed Ba-kır’dan (a.s) rivayet etmiştir.
el-Kâfi adlı eserde, İmam Muhammed Bakır’ın (a.s), “Resul, bir peygamberdi.” ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği vurgulanır: “Nebi; rüyada meleğin sesini işiten, ama meleğin kendisini görmeyen kimsedir. Resul ise, meleğin sesini işiten ama rüyada görmeyen, bununla beraber meleğin kendisini gören kimsedir.”
Aynı anlamı içeren başka hadisler de vardır. Aynı anlamı şu ayet-ten de algılamak mümkündür: “Harun’a da gönder.” (Şuara, 13) Ama bu demek değildir ki, resul, kendisine vahiy meleği gönderilen peygam-berdir. Tam tersine, burada şu husus kastediliyor: Nübüvvet (nebilik) risalet (resullük) peygamberlik misyonu kapsamında iki makamdır. Bi-rinin özelliği rüya, diğerinin özelliği de vahiy meleğini görmedir. Bazen bu iki makam bir kişide toplanabilir. O zaman iki özellik de onda toplanmış demektir. Bazen Nebilik olur da Resullük olmaz. Bu du-rumda Resullük kavram olarak değil ama somutlaşma bakımından Ne-bilikten daha özel bir nitelik olur. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz Ebuzer hadisinde bu durumu fark etmek mümkündür. Ebuzer’in: “Bun-ların kaç tanesi resuldür?” sorusu bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, her resul nebidir. Ama her nebi re-sul değildir. Bununla, bazılarının “Ancak o, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) ayetini ileri sürerek, bu ve benzeri rivayetleri de kanıt göstererek, “Sona eren nebiliktir, resullük devam ediyor.” şeklindeki iddialarına ilişkin cevap belirginleşiyor.
Yukarıdaki iddiaya verilecek cevap şudur: Nebilik mısdak ve so-mutlaşma bakımından Resullükten daha geneldir. Genel nitelikli bir şeyin kaldırılışı, onun kapsamındaki özel nitelikli bir şeyin de kaldırı-lışını kaçınılmaz kılar. Elimizdeki rivayetlerde, ki siz de fark etmişsi-nizdir, hiçbir şekilde Resullük ve Nebilik arasında umum-i min vech, yani birbirisinin bir bakımdan genel olmasına ilişkin bir kanıt söz ko-nusu değildir. Tersine rivayetler mutlak bir genelliğe yani sadece nebi-liğin genel olmasına işaret etmektedir.
Uyun-u Ahbar’ır-Rıza adlı eserde, İmam Ebu’l-Hasan er-Rıza’nın şöyle dediği rivayet edilir: “Ululazm” peygamberlerin bu ismi almala-rının nedeni şudur: onlar çığır açıcı, kararlı ve şeriat sahibi idiler. Şöyle ki: Nuh’tan sonra gelen bütün peygamberler onun şeriatı ve metodu üzereydiler, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Musa’nın zamanına kadar devam etti. Musa döneminden sonra gelen peygamberler, onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum İsa’nın zamanına kadar devam etti. İsa’dan son-ra gelen peygamberler onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) zamanına kadar devam etti. İşte adı geçen bu beş peygambere ululazm (=çığır açıcı) denir. Bunlar nebi ve resullerin en üstünleridir. Hz. Muhammed’in şeriatı kıyamete kadar nesh olmaz. On-dan sonra kıyamete kadar hiçbir peygamber gelmeyecektir. Kim Hz. Muhammed’den sonra peygamberlik iddiasında bulunursa, veya Kur’-ân’dan sonra bir kitap getirse, bunu duyan her kes için söz konusu iddia sahibinin kanını dökmek mubahtır.
Aynı anlamı içeren bir rivayet de, Kısas’ul-Enbiyâ yazarı kanalıyla İmam Cafer Sadık’tan (a.s) rivayet edilmiştir.
Tefsir’ul-Kummî’de, “Resullerden azim sahipleri gibi sabret.” ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer veriliyor: Ululazm peygamberler, Hz. Nuh, İbrahim, Musa, Meryem oğlu İsa’dır. “Ululazm” olmalarının anlamı, onların Allah’ı onaylamada bütün pey-gamberlerden önce davrandıkları, kendilerinden önce ve sonra gelen peygamberleri onayladıklarıdır. Yalanlandıkları hâlde, çeşitli eziyetlerle karşılaştıkları hâlde sabır ve kararlılıklarından ödün vermemişlerdir.”
Ben derim ki: Ehlisünnet ve’l-Cemaat kaynaklarında, İbn Abbas ve Katade kanalıyla ululazm peygamberlerin beş kişi oldukları, onların da Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) oldukları rivayet edilir. Aynı görüşü biz de, Ehlibeyt kanallarından rivayet ettik. Bu ko-nuda başka görüşlerde vardır. Bazılarına göre, çığır açıcı peygamberle-rin sayısı altıdır ve bunlar Hz. Nuh, İbrahim, İshak. Yakub. Yûsuf ve Eyyub’tur. Bazılarına göre, onlar cihad ve savaşla yükümlü kılınan, gizli şeyleri açığa çıkaran, din için mücadele eden peygamberlerdir. Bazıları da onların sayısının dört olduğunu ileri sürmüştür: İbrahim, Nuh, Hûd ve Hz. Muhammed (s.a.a). Ama bu iddialar kanıttan yok-sundur. Biz doğru görüşe yer verdik.
Tefsir’ul-Ayyâşî’de Sumalî aracılığı ile İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Adem ile Nuh arasında kendilerini gizleyen peygamberler vardır. Bu yüzden Kur’ân’da adları gizli tutul-muştur. Kendini açıklayan peygamberler gibi isimleri açıkça geç-miyor…”
Aynı anlamı pekiştiren başka rivayetler, birçok kanaldan, masu-miyet evinin halkından (Masum Ehlibeyt’ten) aktarılmıştır.
Tefsir’us-Safi’de Mecma’ul-Beyan tefsirinden naklen Hz. Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilir: “Yüce Allah bize (Kur’ân’da) kıssasını anlat-madığı siyah bir peygamber göndermiştir.”
Emir’ül-Müminin, Nehc’ül-Belâğa’da Hz. Adem’den söz ettiği bir hutbesinde şöyle der: “Yüce Allah onu ölüm yurduna ve zürriyetin te-nasülle çoğaldığı diyara indirdi. Allah-u Teala onun çocukları arasından peygamberler seçip görevlendirdi. Vahiy yoluyla onlardan misak aldı. Mesajı tebliğ etme hususunda onları güvenilir kıldı. çünkü kulların büyük çoğunluğu Allah’a verdikleri ahdi değiştirmiş, O’nun hakkını unutmuş ve O’na eşler koşmuştu. Şeytanlar onları Allah’ı bilmekten uzaklaştırmış, O’na kulluk sunmalarına engel olmuştu. Bu yüzden içle-rinde Resuller görevlendirdi. Nebileri peş peşe gönderdi. Fıtratlarının misakını pekiştirsinler, unutulan nimetleri hatırlasınlar diye. Tebliğ aracılığı ile kendilerine kanıtlar sunsunlar, akılların gizli ve örtülü yön-lerini, kavrayışlarını harekete geçirsinler, bir plân ve ölçü dahilinde ev-rene yerleştirilen ayetleri kendilerine göstersinler; üzerlerinde yüksel-tilmiş tavanı (gök), altlarına serilmiş döşeği (yer), yaşadıkları hayatı, yok olacakları ecelleri, kendilerini kocaltan hastalıkları, birbirinin ardı sıra başlarına gelen hadiseleri anlatsınlar diye. Ulu Allah kullarını gönderilmiş bir nebiden, indirilmiş bir kitaptan, gerekli bir hüccetten ve kanıtlanmış bir belgeden yoksun bırakmamıştır. Allah resuller gön-dermiştir. Sayılarının azlığı ve kendilerini yalanlayanların çokluğu onlar için bir kusur değildir. Önce gelen sonrakinin adını vermiştir. Göçüp gideni de, önceki tanıtmıştır. Bu minval üzere asırlar geçti, çağlar birbirini izledi. Babalar göçtü, oğullar yerlerini aldı. Nihayet ulu Allah resullerin sayısını tamamlamak ve peygamberliği sona erdirmek üzere Hz. Muhammed’i gönderdi…”
Ben derim ki: Hutbenin orijinalinde yer alan “ictalethum (=onları Allah’ı bilmekten uzaklaştırdı.)” yani, haktan saptırıp şaşkın bir hâle getirdi. İfadenin orijinalindeki “vatere ileyhim (=nebileri peş peşe gön-derdi.)” yani, birini diğerinin ardından gönderdi. İfadenin orijinalinde yer alan “el-evsab” kelimesi, “vaseb” kelimesinin çoğuludur ve hastalık demektir. “Ahdas” kelimesi, “hades” kelimesinin çoğuludur ve hadise demektir. İfadenin orijinalinde yer alan “neselet’il-kurûn” asırlar geçti anlamınadır. “Sayıyı tamamlamak” va’di tasdik etmektir. Bununla kas-tedilen, yüce Allah’ın Resulü Muhammed’i (s.a.a) göndereceğine ilişkin va’didir. Nitekim Hz. İsa (a.s) ve diğer peygamberler onun geleceğini müjdelemişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da adalet bakımından da tastamamdır.” (En’âm, 115)
Tefsir’ul-Ayyâşî’de Abdullah b. Velid’in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki: Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor: “Onun için levhalarda her şeyden yazdık.” Böylece biz anladık ki, Hz. Musa’ya her şey yazılmamıştır. Hz. İsa hakkında da şöyle buyuruyor: “Sizin için anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri açıklayacağım.” Ama Hz Muhammed (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Seni de bunlar üzerine şahit getirdik. Sana her şeyin açıklayıcısı olan bir kitap indirdik.”
Ben derim ki: Aynı değerlendirme Besair’ud-Derecat adlı eserde, iki değişik kanaldan Abdullah b. Velid aracılığı ile rivayet edilmiştir. Yüce Allah, Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor….” ifadesi, yüce Al-lah’ın Musa’ya verilen levhalarla ilgili bu çözümün, Tevrat’la ilgili “Her şeyin tafsili” şeklindeki sözünün açıklaması niteliğindedir. Çünkü eğer, her şeyin bütün yönlerden, eksiksiz bir açıklamayla kapsadığı kastedilseydi, o zaman levhalarla ilgili olarak “Her şeyden” sözü ger-çeği yansıtmamış olacaktı. Bu da gösteriyor ki, “Her şeyin tafsili”nden maksat, şeylerin bir yönüyle açıklanışıdır, tüm yönleriyle değil. Artık, maksadı varın siz anlayın.
EL- MÎZAN FÎ TEFSÎR-İL KUR’AN

MESCİD-İ HARAM’DAN MESCİD-İ AKSA’YA…
“Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan (Kâbe’den) yola çıkararak kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksa’ya (Kudüs’e) ulaştıran Allah her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve görendir.”
İSRA SÜRESİ/1
Bu sure yüce Allah’ın mutlak olarak ortaktan münezzeh bir ilah olduğunu vurguluyor. Bununla birlikte bu vurgulamanın Allah’ı noksanlıklardan tenzih etme (tesbih) yanı, onu övme (tahmid) yanına baskın çıkar. Nitekim “Kulunu yola çıkaran Allah… noksanlıklardan uzaktır” diye buyurularak sureye tesbih ile başlanıyor. bu ilke surede birkaç kere tekrarlanıyor. Şu ayetlerde buyurulduğu gibi “Haşa, o onların yakıştırmalarından münezzeh ve yücedir” , ” De ki; Rabbim her türlü noksanlıktan münezzeh ve yücedir.” , Derler ki,” Rabbimiz her türlü noksanlıktan münezzehtir” hatta suresin sonunu oluşturan De ki, ” Hamd, çocuk edinmemiş olan, egemenlikte ortağı bulunmayan ve güçsüzlüğünü telafi edecek bir destekçiye gerek duymayan Allah’a mahsustur.” ayetinde yüce Allah ortaktan, veliden ve çocuk edinmekten tenzih edilerek övülmektedir.
Bu sure başlangıcında amacını oluşturan Allah’ı tesbih etmenin yanı sıra Peygamberimizin Miraç olayına işaret ederek başlıyor. Bu meyanda onun Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar uzun bir gece yolculuğuna çıkarıldığı anlatılıyor. Mescid-i Aksa, Kudüs şehri ile Davud ve Süleyman peygamberler tarafından inşa edilen ve Allah’ın İsrail oğulları için kutsal kıldığı anıt akla gelir.
Arkasından bağlantılı bir üslupla Allah’ın İsrail oğulları toplumu için taktir ettiği gelişme, gerileme, üstünlük ve ezilmişlik dönemlerinden söz ediyor. Bu süreçte vurgulanıyor ki, İsrail oğulları ilahi emirlere itaat ettikçe Allah onları yükseltmiş, isyan ettikleri dönemlerde ise onları alçaltmıştır. Allah onlara kitap indirmiş, onlara Allah’ı bir bilmeyi ve ona ortak koşmayı reddetmeyi emretmiştir. Sonra söz bu ümmetin durumuna ve onlara indirilen kutsal kitaba döndürülüyor ve İsrail oğulları için geçerli olan ilkenin bu ümmet içinde geçerli olduğunu belirtiyor. Yani eğer ilahi emirlere itaat ederlerse mükafatlandırılırlar, buna karşılık isyan ederlerse cezaya çarptırılırlar. Ölçü yapılan işlerdir. İnsan ne iş yaparsa ona göre karşılık görür. İlahi kanun geçmişteki milletler hakkında böyle işlemiştir.
Sonra da yaratılışın başlangıcı ve sonu ile ilgili bazı gerçekler ile emirler ve yasaklar şeklindeki ve başka kalıplardaki bazı genel hükümler dile getiriliyor.
Bu konudaki başlıca ayetler olarak şunları zikredebiliriz: “De ki; O’nu ister Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisi ile çağırırsanız çağırın en güzel isimler onundur.” (İsra-110) “Her iki gruba da, yani ötekilere de berikilere de Rabbinin bağışından pay veririz. Hiç kimse Rabbinin bağışından mahrum edilmez.” (İsra-20) “Kıyamet gününden önce her şehri ya yıkacak veya ağır azaba uğratacağız…” (İsra-58)
“ Kulu Muhammedi… bir gece yola çıkaran… Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir”
Buradaki subhane kelimesi, tesbih kelimesinin kök ismidir ve tenzih anlamını taşır. Muzaf (tamamlanan) olarak kullanılır. Fiilinin yerini tutan bir mutlak mefuldur. Subhanallah’ı tamamlamasının taktiri şekli sebbehtullahe tesbihen şeklindedir. Yani Allah’ı şanına yakışmayan her nitelikten tenzih ederim. Çoğunlukla hayret ifade etmek üzere kullanılır. Fakat buradaki ayetlerin akışına uygun düşen anlam tenzihtir. Çünkü vurgulanmak istenen odur. Gerçi bazı tefsirciler kelimenin hayret anlamı taşıdığı konusunda ısrar etmişlerdir.
Ayette geçen “esra” fiilinin kökü olan “isra” geceleyin yürümek demektir… Seyi kelimesi ise ya sadece gündüz yürümek veya hem gündüz hem gece yürümek anlamında kullanılır.
Yine ayette geçen “Leylan” kelimesi mefulün fihtir. Bu yürüyüşün geceleyin olup bittiğini, yani o gece tan yeri ağarmadan önce gidişin ve dönüşün tamamlandığını ifade eder. “
“Mescid-i Aksa’ya” ifadesi, “çevresini kutsal kıldığımız” karinesinden anlaşıldığı üzere Beyt-ül Mukaddes demektir. İfadede yer alan Aksa’nın kökü olan kusy kelimesi uzaklık anlamına gelir. Bu mescide Mescid-i Aksa (en uzaktaki mescid) adının verilmesi, bu ayetin indiği sırada Mescid-i Haram’ın bulunduğu Mekke şehrinde oturan peygamberimizle yanındakilere en uzak mescit olması sebebi iledir.
“Bazı mucizelerimizi gösterelim diye” ifadesi, geceleyin yola çıkarılmanın amacını bildiriyor. Bu amaç –ibaredeki min edatından anlaşılacağı üzere- bazı ilahi mucizelerin gösterilmesidir. Ayetin içeriği yüce Allah’ın peygamberimize gösterdiği mucizelerin büyük mucizeler olduğuna delalet ediyor. Nitekim Miraç olayının anlatıldığı başka bir ayet “O gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini gördü” (Necm, 18) buyurularak bu mucizelerin büyüklüğünü açıkça vurgulanmıştır.
“O her şeyi işiten ve görendir” ifadesi, yüce Allah’ın niçin peygamberimize mucizelerini göstermek için onu geceleyin yola çıkardığını açıklıyor. Yani Allah kullarının sözlerini işiten ve davranışlarını görendir. Nitekim kulu Muhammed’in işittiği sözlerinden ve gördüğü halinde ona böyle bir ikramda bulunmanın gerektiği sonucuna vararak ona bir gece yolculuğu sonunda bazı büyük mucizelerini göstermiştir.
Ayetin “Çevresini kutsal kıldığımız” ve “kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye” bölümlerinde üçüncü tekil şahıstan birinci çoğul geçiliyor, sonra yine birinci tekil şahsa dönüyor. Bunun hikmeti, gece yola çıkarma ile onu izleyen mucize gösteriminin ululuk, yücelik, üstünlük ve ceberut makamından çıktığına, bundan büyük egemenliğin etkili olduğuna, yüce Allah’ın büyük olağan üstülükleri ile peygamberimize tecelli ettiğine işaret etmektedir. Eğer üçüncü tekil şahıs zamiri ile “ona bazı mucizeleri göstersin diye” denseydi veya başka bir ifade tarzı kullanılsaydı bu incelik, bu espri ortamdan kalkardı.
Ayetin anlamı şudur: Yüceliği, ululuğu, üstün gücü ve egemenliği ile tenzih edilmesi gereken yüce Allah, kulu Muhammedi bir gece yarısı Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya doğru yola çıkardı. Mescid-i Aksa, onun çevresini kutsal kıldığı Beyt’ul Mukaddestir. Onu yola çıkarmasının amacı yüceliği ve ululuğu ile ona büyük mucizelerini göstermekti. Bunu yapmasının sebebi işitici ve görücü olması sebebi ile peygamberin sözlerini işittiği ve halini gö
İSRA SÜRESİ/1
Bu sure yüce Allah’ın mutlak olarak ortaktan münezzeh bir ilah olduğunu vurguluyor. Bununla birlikte bu vurgulamanın Allah’ı noksanlıklardan tenzih etme (tesbih) yanı, onu övme (tahmid) yanına baskın çıkar. Nitekim “Kulunu yola çıkaran Allah… noksanlıklardan uzaktır” diye buyurularak sureye tesbih ile başlanıyor. bu ilke surede birkaç kere tekrarlanıyor. Şu ayetlerde buyurulduğu gibi “Haşa, o onların yakıştırmalarından münezzeh ve yücedir” , ” De ki; Rabbim her türlü noksanlıktan münezzeh ve yücedir.” , Derler ki,” Rabbimiz her türlü noksanlıktan münezzehtir” hatta suresin sonunu oluşturan De ki, ” Hamd, çocuk edinmemiş olan, egemenlikte ortağı bulunmayan ve güçsüzlüğünü telafi edecek bir destekçiye gerek duymayan Allah’a mahsustur.” ayetinde yüce Allah ortaktan, veliden ve çocuk edinmekten tenzih edilerek övülmektedir.
Bu sure başlangıcında amacını oluşturan Allah’ı tesbih etmenin yanı sıra Peygamberimizin Miraç olayına işaret ederek başlıyor. Bu meyanda onun Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar uzun bir gece yolculuğuna çıkarıldığı anlatılıyor. Mescid-i Aksa, Kudüs şehri ile Davud ve Süleyman peygamberler tarafından inşa edilen ve Allah’ın İsrail oğulları için kutsal kıldığı anıt akla gelir.
Arkasından bağlantılı bir üslupla Allah’ın İsrail oğulları toplumu için taktir ettiği gelişme, gerileme, üstünlük ve ezilmişlik dönemlerinden söz ediyor. Bu süreçte vurgulanıyor ki, İsrail oğulları ilahi emirlere itaat ettikçe Allah onları yükseltmiş, isyan ettikleri dönemlerde ise onları alçaltmıştır. Allah onlara kitap indirmiş, onlara Allah’ı bir bilmeyi ve ona ortak koşmayı reddetmeyi emretmiştir. Sonra söz bu ümmetin durumuna ve onlara indirilen kutsal kitaba döndürülüyor ve İsrail oğulları için geçerli olan ilkenin bu ümmet içinde geçerli olduğunu belirtiyor. Yani eğer ilahi emirlere itaat ederlerse mükafatlandırılırlar, buna karşılık isyan ederlerse cezaya çarptırılırlar. Ölçü yapılan işlerdir. İnsan ne iş yaparsa ona göre karşılık görür. İlahi kanun geçmişteki milletler hakkında böyle işlemiştir.
Sonra da yaratılışın başlangıcı ve sonu ile ilgili bazı gerçekler ile emirler ve yasaklar şeklindeki ve başka kalıplardaki bazı genel hükümler dile getiriliyor.
Bu konudaki başlıca ayetler olarak şunları zikredebiliriz: “De ki; O’nu ister Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisi ile çağırırsanız çağırın en güzel isimler onundur.” (İsra-110) “Her iki gruba da, yani ötekilere de berikilere de Rabbinin bağışından pay veririz. Hiç kimse Rabbinin bağışından mahrum edilmez.” (İsra-20) “Kıyamet gününden önce her şehri ya yıkacak veya ağır azaba uğratacağız…” (İsra-58)
“ Kulu Muhammedi… bir gece yola çıkaran… Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir”
Buradaki subhane kelimesi, tesbih kelimesinin kök ismidir ve tenzih anlamını taşır. Muzaf (tamamlanan) olarak kullanılır. Fiilinin yerini tutan bir mutlak mefuldur. Subhanallah’ı tamamlamasının taktiri şekli sebbehtullahe tesbihen şeklindedir. Yani Allah’ı şanına yakışmayan her nitelikten tenzih ederim. Çoğunlukla hayret ifade etmek üzere kullanılır. Fakat buradaki ayetlerin akışına uygun düşen anlam tenzihtir. Çünkü vurgulanmak istenen odur. Gerçi bazı tefsirciler kelimenin hayret anlamı taşıdığı konusunda ısrar etmişlerdir.
Ayette geçen “esra” fiilinin kökü olan “isra” geceleyin yürümek demektir… Seyi kelimesi ise ya sadece gündüz yürümek veya hem gündüz hem gece yürümek anlamında kullanılır.
Yine ayette geçen “Leylan” kelimesi mefulün fihtir. Bu yürüyüşün geceleyin olup bittiğini, yani o gece tan yeri ağarmadan önce gidişin ve dönüşün tamamlandığını ifade eder. “
“Mescid-i Aksa’ya” ifadesi, “çevresini kutsal kıldığımız” karinesinden anlaşıldığı üzere Beyt-ül Mukaddes demektir. İfadede yer alan Aksa’nın kökü olan kusy kelimesi uzaklık anlamına gelir. Bu mescide Mescid-i Aksa (en uzaktaki mescid) adının verilmesi, bu ayetin indiği sırada Mescid-i Haram’ın bulunduğu Mekke şehrinde oturan peygamberimizle yanındakilere en uzak mescit olması sebebi iledir.
“Bazı mucizelerimizi gösterelim diye” ifadesi, geceleyin yola çıkarılmanın amacını bildiriyor. Bu amaç –ibaredeki min edatından anlaşılacağı üzere- bazı ilahi mucizelerin gösterilmesidir. Ayetin içeriği yüce Allah’ın peygamberimize gösterdiği mucizelerin büyük mucizeler olduğuna delalet ediyor. Nitekim Miraç olayının anlatıldığı başka bir ayet “O gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini gördü” (Necm, 18) buyurularak bu mucizelerin büyüklüğünü açıkça vurgulanmıştır.
“O her şeyi işiten ve görendir” ifadesi, yüce Allah’ın niçin peygamberimize mucizelerini göstermek için onu geceleyin yola çıkardığını açıklıyor. Yani Allah kullarının sözlerini işiten ve davranışlarını görendir. Nitekim kulu Muhammed’in işittiği sözlerinden ve gördüğü halinde ona böyle bir ikramda bulunmanın gerektiği sonucuna vararak ona bir gece yolculuğu sonunda bazı büyük mucizelerini göstermiştir.
Ayetin “Çevresini kutsal kıldığımız” ve “kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye” bölümlerinde üçüncü tekil şahıstan birinci çoğul geçiliyor, sonra yine birinci tekil şahsa dönüyor. Bunun hikmeti, gece yola çıkarma ile onu izleyen mucize gösteriminin ululuk, yücelik, üstünlük ve ceberut makamından çıktığına, bundan büyük egemenliğin etkili olduğuna, yüce Allah’ın büyük olağan üstülükleri ile peygamberimize tecelli ettiğine işaret etmektedir. Eğer üçüncü tekil şahıs zamiri ile “ona bazı mucizeleri göstersin diye” denseydi veya başka bir ifade tarzı kullanılsaydı bu incelik, bu espri ortamdan kalkardı.
Ayetin anlamı şudur: Yüceliği, ululuğu, üstün gücü ve egemenliği ile tenzih edilmesi gereken yüce Allah, kulu Muhammedi bir gece yarısı Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya doğru yola çıkardı. Mescid-i Aksa, onun çevresini kutsal kıldığı Beyt’ul Mukaddestir. Onu yola çıkarmasının amacı yüceliği ve ululuğu ile ona büyük mucizelerini göstermekti. Bunu yapmasının sebebi işitici ve görücü olması sebebi ile peygamberin sözlerini işittiği ve halini gö