top of page

Işığımı Nasıl Buldum

DEĞİŞİMLER ARASINDA HAKKI GÖREBİLMEK
Kendime zaman zaman sorarım…
Ceddinin yolunu kaybettikten sonra İsrailoğulları; ellerinde Tevrat olan Hz. Musa(as) ile başlamışlardı yeniden Tevhid yoluna. Birçok süreçlerden sonra apayrı bir imtihana daha girmişlerdi. Hz. Musa(as)’nın başlattığı bu yolu Hz. İsa (as) yeni bir versiyon ile devam edecekti. İsrailoğulları eğer Tevhidi anlamış iseler Hz. İsa (as)’yı kabul edip yola devam edeceklerdi. Yok, eğer Tevhidi iyi anlamamış ve kabullenmemiş iseler Allah’ın peygamberi Hz. İsa (as)’yı inkâr edeceklerdi.
Eğer yolu görememişlerse kişilere ve şekillere takılacak ve sınıfta kalacaklardı.
Şimdi özeleştiri yapıyorum ve kendime soruyorum. Eğer ben böyle bir toplumda yaşasaydım, acaba ben neyi tercih ederdim?
Allah tarafından seçilmiş ve örnek gösterilen kişiler dışında kişilere ve şekillere takılsaydım, taassup ve şartlanmışlık beni de kuşatırdı. Dolayısıyla ben de doğruyu tercih etmez, Hz. İsa(as)’yı inkâr ederdim. İnsan inancının amacını, maksadını ve yolunu iyi kavrarsa şekillere, kültüre ve kişilere aldanmaz.
Aynı imtihan peygamber Hz. Muhammed (saa) döneminde de olmuştu. Medine’de kıble değiştirilmesi sürecinde. Bazı kimseler Peygamber(saa)’e hiçbir sıkıntı duymaksızın itaat ettiler. Çünkü amaç ve yolu iyi kavramışlardı. Bazıları ise olayı kavrayamadılar. Ve kıble değişimi sınavlarında kaybettiler. Elendiler ve cahiliye hayatlarına geri döndüler.
Ve bu çağımızda yine bir imtihan yaşıyoruz. Atalarımın bana sunduğu yolda yürüyordum. Alışkanlıklar ve ezberler beni sarıp sarmalamıştı. İslam tarihini okuyunca bazı kırılma noktalarını fark ettim. Risalet ve imamet çizgisi olan Ehl-i Beyt mektebi ile tanıştım. Alışkanlıklar, ezberler ve çevre baskısı her yandan beni sarmışlardı.
Diğer taraftan da Rabb’im bana bir kapı aralamıştı. Ya içeri girecektim. Ya da geri dönecektim. Bu çağın önderi de İmam Mehdi (as) idi. Ya O’na biat edecektim ya da O’nu red edecektim.
Tek yaratıldığımı, tek mezarıma gireceğimi ve tek hesap vereceğimi düşününce cesur olmam gerektiğini düşündüm. Ve içeriye bir adım attım. Arkasından birçok pencereler açılmaya başladı. Hâlâ da açılmaya devam ediyor. Tüm muhalefetlere ve kendi içimdeki engellere rağmen bir seçim yaptım. Bu dinin sahibi, rehperi ve kitabı vardı. Bu yüzden kendimi kendime ve çevreme bırakmadım. Kıble değişim ayetini bende kendi üzerimde gerçekleştirdim. Şimdi diyeceksiniz; kıbleler ayrı mıydı ki? Kıble bir gibi düşünülebilirdi ancak algılar ve yol apayrı idi. Yol çok değiştirilmiş ve bir kisveye hapsedilmişti.
Ezberler ve taassuplar beni yenemedi çok şükür. Ne İsrail oğullarındaki rehber değişimi gibi, ne de peygamberin kıble değişimindeki yön meselesi gibi çağım beni hakkı görmekten alıkoyamamıştı.
Tüm peygamberlerin tasdiki olan Hz. Muhammed (saa) ve O’nun mirası üzerinde duran mirasçısı Hz. Mehdi (as)’nin ışığını yakalayabilme, O’nun yanında olabilme şansım olmuştu.
Ne yapmam gerektiğini, nasıl yapmam gerektiğini biliyorum artık. Bu yolun sonu bana meçhul görünmüyor çünkü… Benden önceki yolu da görüyorum, benden sonraki yolu da görebiliyorum artık.
Şimdi kalbim çok mutmain çok şükür!
Ceddinin yolunu kaybettikten sonra İsrailoğulları; ellerinde Tevrat olan Hz. Musa(as) ile başlamışlardı yeniden Tevhid yoluna. Birçok süreçlerden sonra apayrı bir imtihana daha girmişlerdi. Hz. Musa(as)’nın başlattığı bu yolu Hz. İsa (as) yeni bir versiyon ile devam edecekti. İsrailoğulları eğer Tevhidi anlamış iseler Hz. İsa (as)’yı kabul edip yola devam edeceklerdi. Yok, eğer Tevhidi iyi anlamamış ve kabullenmemiş iseler Allah’ın peygamberi Hz. İsa (as)’yı inkâr edeceklerdi.
Eğer yolu görememişlerse kişilere ve şekillere takılacak ve sınıfta kalacaklardı.
Şimdi özeleştiri yapıyorum ve kendime soruyorum. Eğer ben böyle bir toplumda yaşasaydım, acaba ben neyi tercih ederdim?
Allah tarafından seçilmiş ve örnek gösterilen kişiler dışında kişilere ve şekillere takılsaydım, taassup ve şartlanmışlık beni de kuşatırdı. Dolayısıyla ben de doğruyu tercih etmez, Hz. İsa(as)’yı inkâr ederdim. İnsan inancının amacını, maksadını ve yolunu iyi kavrarsa şekillere, kültüre ve kişilere aldanmaz.
Aynı imtihan peygamber Hz. Muhammed (saa) döneminde de olmuştu. Medine’de kıble değiştirilmesi sürecinde. Bazı kimseler Peygamber(saa)’e hiçbir sıkıntı duymaksızın itaat ettiler. Çünkü amaç ve yolu iyi kavramışlardı. Bazıları ise olayı kavrayamadılar. Ve kıble değişimi sınavlarında kaybettiler. Elendiler ve cahiliye hayatlarına geri döndüler.
Ve bu çağımızda yine bir imtihan yaşıyoruz. Atalarımın bana sunduğu yolda yürüyordum. Alışkanlıklar ve ezberler beni sarıp sarmalamıştı. İslam tarihini okuyunca bazı kırılma noktalarını fark ettim. Risalet ve imamet çizgisi olan Ehl-i Beyt mektebi ile tanıştım. Alışkanlıklar, ezberler ve çevre baskısı her yandan beni sarmışlardı.
Diğer taraftan da Rabb’im bana bir kapı aralamıştı. Ya içeri girecektim. Ya da geri dönecektim. Bu çağın önderi de İmam Mehdi (as) idi. Ya O’na biat edecektim ya da O’nu red edecektim.
Tek yaratıldığımı, tek mezarıma gireceğimi ve tek hesap vereceğimi düşününce cesur olmam gerektiğini düşündüm. Ve içeriye bir adım attım. Arkasından birçok pencereler açılmaya başladı. Hâlâ da açılmaya devam ediyor. Tüm muhalefetlere ve kendi içimdeki engellere rağmen bir seçim yaptım. Bu dinin sahibi, rehperi ve kitabı vardı. Bu yüzden kendimi kendime ve çevreme bırakmadım. Kıble değişim ayetini bende kendi üzerimde gerçekleştirdim. Şimdi diyeceksiniz; kıbleler ayrı mıydı ki? Kıble bir gibi düşünülebilirdi ancak algılar ve yol apayrı idi. Yol çok değiştirilmiş ve bir kisveye hapsedilmişti.
Ezberler ve taassuplar beni yenemedi çok şükür. Ne İsrail oğullarındaki rehber değişimi gibi, ne de peygamberin kıble değişimindeki yön meselesi gibi çağım beni hakkı görmekten alıkoyamamıştı.
Tüm peygamberlerin tasdiki olan Hz. Muhammed (saa) ve O’nun mirası üzerinde duran mirasçısı Hz. Mehdi (as)’nin ışığını yakalayabilme, O’nun yanında olabilme şansım olmuştu.
Ne yapmam gerektiğini, nasıl yapmam gerektiğini biliyorum artık. Bu yolun sonu bana meçhul görünmüyor çünkü… Benden önceki yolu da görüyorum, benden sonraki yolu da görebiliyorum artık.
Şimdi kalbim çok mutmain çok şükür!

“ ELİF” DEYİP GEÇME!
Tevhid denince aklıma sembolik olarak “Elif” gelir. Çünkü bir ve tek olanı ifade eden en güzel temsildir.
Kıyam ve dik duruşu anlatırken de “ Elif” gözlerimin önüne gelir. Bir insanın ayakta dimdik duruşunu, emre amade hazır oluşunu yatar pozisyonda ya da eğri pozisyonda çizemezsiniz. Sadece yukarıdan aşağıya doğru bir çizgi çizersiniz.
İmamet düşüncesi, “ Elif” ve üzerindeki “ tenvinli üstün” ile başladı. Buradaki tefekkürüm imamete açılan pencere oldu.
Tüm Kur’an okuyanlar bilirler. İki üstün Elif desteksiz yazılmaz. “Neden?” diye düşünürdüm. Neden diğer harfler için böyle bir şey söz konusu değildi de, sadece Elif için söz konusu idi. Hem “iki üstün” neden desteğe ihtiyaç duyuyordu? “İki üstün” neden böyle bir istekte bulunuyordu?
Anlaşılan o ki kendisini taşıyabilecek bir omuzdaş istiyordu.
Kendini direkt ifade edemez miydi? Demek ki ifade edemiyordu.
Sonra bu anlayış başka nerelerde geçiyordu diye düşünürken aynı anlayışın Kur’an için olduğunu fark ettim. Kur’an-ı Kerim de direkt inzal olmamıştı. Parça parça Resulullah (saa)’ın omuzlarına inmişti. İlahi kitap Kur’an, meramını anlatmak için kendisine destek olarak âlemlerin en güzel model örnek kulu istemişti. Dik, net ve pürüzsüz… “Tevhid” i haykıran en güzel duruş O’nda idi. Elbette omuzlarına taşıdığı iki üstün ile. Yani Kur’an ile.
Peki, Elif iki üstün yerine iki esre veya iki ötre taşısa ne olurdu?! Olacağı şu idi. Ya “ vav” harfine dönüşürdü, ya da “ ye” harfine. Demek ki Elif harfini sabit eden de üzerindeki iki üstün idi. Bu ikisi birleşince artık ayrı ayrı değerlendirmek imkânsızdı. Aynen Peygamber (saa) ve Kur’an gibi. İkisi birbirinden ayrılamaz bir ikili idi. İkisini ayrı ayrı düşünmek anlamı yok etmekti. Tevhid düşüncesini en güzel anlatan tablo bu idi.
Kıyamda olan Peygamber (saa) ve omzunda ilahî kitap Kur’an.
Şimdi?….
İmdi Kur’an var elimizde. Lâkin Peygamber(saa) yoktu aramızda. Evet, sözleri vardı ama kitabını taşıyan omuzu yoktu. Yolu vardı, ama kendisi değil. O halde Kur’an omuzsuz mu kaldı???
Böyle bir şey çok mantıksızdı. Tarih boyunca kitapları taşıyanlar vardı. Şimdi neden olmayacaktı?
Hem “ Kur’an’ı biz koruyacağız” derken, korumak nasıldı? Korunması gereken sadece lafız değildi. Aynı zamanda tevil denen çağrısı da korunmalı idi. Yoksa her insan yeni bir tevil, yeni bir tefsir yapacaktı.
Hem “ Biz koruyacağız” derken “ Biz” kimdi?
İşte tüm çağrışımlar tek tek bana hikmet kapılarını araladı. Anladım ki peygamberlerden sonra başka omuzdaşların olması şarttı. Peygamberlerin varisleri olmalıydı! Güzel ahlak için her baba varis kabul ediyordu, ilim için her âlim varis kabul ediyordu, Peygamber(saa) neden büyük emanetler ve yükümlülükler için vasi bırakamazdı. Hem de evrensel önderler olmalarına rağmen.
Bu büyük bir çelişkidir. Bu durumda tıkanıklık nerede idi?
Tevhid’i algı sorunlarından koruyarak doğru ifade etmek ve kesintisiz haykırmak için Kur’an gibi omuzdaşların da devamlı olması şarttı. Kur’an omuzsuz kalmamalı idi. Bu kaçınılmaz bir gerçekti.
Yine “Elif” gibi dimdik duran, peygamber minberine oturmayı hak eden ve ilahi çağrıyı ifade eden…
Bu yüzden yüce Allah’ın onayladığı ve Peygamber (saa)’in bildirdiği biri/ birileri olmalıydı. Tarih, hadisler/ sünnet ve bizzat Kur’an’ın kendi satırları da bunu anlatıyordu.
Tüm bu sorulara cevap ararken imamet ile tanıştım. Ve anladım ki imamet mercisi; Risalet mercisinin devamı idi.
Yani Kur’an’ın yeni omuzdaşları.
Dolayısıyla imam Ali (as), İmam Hasan (as), İmam Hüseyin (as), imam Zeynelabidin (as), İmam Muhammed Bakır (as), İmam Cafer Sadık (as), İmam Musa Kazım (as), İmam Ali Rıza (as), imam Muhammed Tâki (as), İmam Ali Nâki(as), İmam Hasan Askeri (as) ve en sonuncu olarak ahir zaman önderi İmam Mehdi (as). Hepsine selam olsun.
Onlar Kur’anın tevillerini koruyan Peygamber(saa)’den sonraki taşıyıcılar… Peygamber (saa) ile başlayan bu sorumluluğu, onu temsilen imam Mehdi (as) bitirecekti. Şükürler olsun ki ben onları fark ettim ve onların haykırışlarını duydum.
Elbette duyan kulaklarım değil, duyan kalbim idi.
Ve şimdi tek dileğim zamanımızın Elif’i yani İmam Mehdi (as)’nin yanında olabilmek. Kıyamda dimdik ve hazır olarak…
Kıyam ve dik duruşu anlatırken de “ Elif” gözlerimin önüne gelir. Bir insanın ayakta dimdik duruşunu, emre amade hazır oluşunu yatar pozisyonda ya da eğri pozisyonda çizemezsiniz. Sadece yukarıdan aşağıya doğru bir çizgi çizersiniz.
İmamet düşüncesi, “ Elif” ve üzerindeki “ tenvinli üstün” ile başladı. Buradaki tefekkürüm imamete açılan pencere oldu.
Tüm Kur’an okuyanlar bilirler. İki üstün Elif desteksiz yazılmaz. “Neden?” diye düşünürdüm. Neden diğer harfler için böyle bir şey söz konusu değildi de, sadece Elif için söz konusu idi. Hem “iki üstün” neden desteğe ihtiyaç duyuyordu? “İki üstün” neden böyle bir istekte bulunuyordu?
Anlaşılan o ki kendisini taşıyabilecek bir omuzdaş istiyordu.
Kendini direkt ifade edemez miydi? Demek ki ifade edemiyordu.
Sonra bu anlayış başka nerelerde geçiyordu diye düşünürken aynı anlayışın Kur’an için olduğunu fark ettim. Kur’an-ı Kerim de direkt inzal olmamıştı. Parça parça Resulullah (saa)’ın omuzlarına inmişti. İlahi kitap Kur’an, meramını anlatmak için kendisine destek olarak âlemlerin en güzel model örnek kulu istemişti. Dik, net ve pürüzsüz… “Tevhid” i haykıran en güzel duruş O’nda idi. Elbette omuzlarına taşıdığı iki üstün ile. Yani Kur’an ile.
Peki, Elif iki üstün yerine iki esre veya iki ötre taşısa ne olurdu?! Olacağı şu idi. Ya “ vav” harfine dönüşürdü, ya da “ ye” harfine. Demek ki Elif harfini sabit eden de üzerindeki iki üstün idi. Bu ikisi birleşince artık ayrı ayrı değerlendirmek imkânsızdı. Aynen Peygamber (saa) ve Kur’an gibi. İkisi birbirinden ayrılamaz bir ikili idi. İkisini ayrı ayrı düşünmek anlamı yok etmekti. Tevhid düşüncesini en güzel anlatan tablo bu idi.
Kıyamda olan Peygamber (saa) ve omzunda ilahî kitap Kur’an.
Şimdi?….
İmdi Kur’an var elimizde. Lâkin Peygamber(saa) yoktu aramızda. Evet, sözleri vardı ama kitabını taşıyan omuzu yoktu. Yolu vardı, ama kendisi değil. O halde Kur’an omuzsuz mu kaldı???
Böyle bir şey çok mantıksızdı. Tarih boyunca kitapları taşıyanlar vardı. Şimdi neden olmayacaktı?
Hem “ Kur’an’ı biz koruyacağız” derken, korumak nasıldı? Korunması gereken sadece lafız değildi. Aynı zamanda tevil denen çağrısı da korunmalı idi. Yoksa her insan yeni bir tevil, yeni bir tefsir yapacaktı.
Hem “ Biz koruyacağız” derken “ Biz” kimdi?
İşte tüm çağrışımlar tek tek bana hikmet kapılarını araladı. Anladım ki peygamberlerden sonra başka omuzdaşların olması şarttı. Peygamberlerin varisleri olmalıydı! Güzel ahlak için her baba varis kabul ediyordu, ilim için her âlim varis kabul ediyordu, Peygamber(saa) neden büyük emanetler ve yükümlülükler için vasi bırakamazdı. Hem de evrensel önderler olmalarına rağmen.
Bu büyük bir çelişkidir. Bu durumda tıkanıklık nerede idi?
Tevhid’i algı sorunlarından koruyarak doğru ifade etmek ve kesintisiz haykırmak için Kur’an gibi omuzdaşların da devamlı olması şarttı. Kur’an omuzsuz kalmamalı idi. Bu kaçınılmaz bir gerçekti.
Yine “Elif” gibi dimdik duran, peygamber minberine oturmayı hak eden ve ilahi çağrıyı ifade eden…
Bu yüzden yüce Allah’ın onayladığı ve Peygamber (saa)’in bildirdiği biri/ birileri olmalıydı. Tarih, hadisler/ sünnet ve bizzat Kur’an’ın kendi satırları da bunu anlatıyordu.
Tüm bu sorulara cevap ararken imamet ile tanıştım. Ve anladım ki imamet mercisi; Risalet mercisinin devamı idi.
Yani Kur’an’ın yeni omuzdaşları.
Dolayısıyla imam Ali (as), İmam Hasan (as), İmam Hüseyin (as), imam Zeynelabidin (as), İmam Muhammed Bakır (as), İmam Cafer Sadık (as), İmam Musa Kazım (as), İmam Ali Rıza (as), imam Muhammed Tâki (as), İmam Ali Nâki(as), İmam Hasan Askeri (as) ve en sonuncu olarak ahir zaman önderi İmam Mehdi (as). Hepsine selam olsun.
Onlar Kur’anın tevillerini koruyan Peygamber(saa)’den sonraki taşıyıcılar… Peygamber (saa) ile başlayan bu sorumluluğu, onu temsilen imam Mehdi (as) bitirecekti. Şükürler olsun ki ben onları fark ettim ve onların haykırışlarını duydum.
Elbette duyan kulaklarım değil, duyan kalbim idi.
Ve şimdi tek dileğim zamanımızın Elif’i yani İmam Mehdi (as)’nin yanında olabilmek. Kıyamda dimdik ve hazır olarak…

BUGÜN… AHİR ZAMAN ÖNDERİ İMAM MEHDİ (S.A) ‘Yİ AİLECE KARŞILAYIN!
AHİR ZAMAN ÖNDERİ İMAM MEHDİ (S.A) ‘Yİ AİLECE KARŞILAYIN!
İMAM MEHDİ (S.A)’ Yİ HANGİ AİLE AĞIRLAYACAK?
BUNUN İÇİN AİLECE HAZIRLIK YAPIN.
BU HAYYALLERİMİZİN HEPİMİZE NASİP OLMASI İÇİN…
TÜM AİLECE HİDAYET ÖNDERLERİ KİTAP SETİNDEN 14. CİLT “İMAM MEHDİ(AS)” KİTABINI OKUYALIM…
VE HAZIRLIKLARIMIZI BAŞLATALIM.….
BAŞLAMAK YOLUN YARISIDIR.
BU HAZIRLIKLARLA HEM RABB’İMİZİ, HEM PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED(S.A.A)’İ, HEM DE TÜM PEYGAMBERLERİN(S.A) VARİSİ OLAN TÜM EHL-İ BEYT İMAMLARINI(S.A) VE İMAM MEHDİ (S.A)’Yİ KENDİNİZDEN VE AİLENİZDEN RAZI EDİN….
BU AMAÇLA HER EVİ MÜJDELEMEK İSTİYORUZ.
HER EV HALKI AİLECE YARIŞMAYA HAZIRLANABİLDİĞİ GİBİ TEK BAŞLARINA DA GİREBİLİRLER…
İSTEĞİMİZ AİLECE VEYA DOSTLARIMIZLA BU HEYECANI YAŞAMAK…
YARIŞMA 10. MAYIS 2017/ ÇARŞAMBA GÜNÜ SAAT;22.00 DE İNTERNET ÜZERİNDEN ONLİNE OLARAK YAPILACAKTIR. YARIŞMA BAŞVURUSU İÇİN İNCİVEMERCAN SİTESİNİN ÜST KÖŞESİNDE “ KAYIT OL” BÖLÜMÜNDEN ÖNCEDEN YAPILMALIDIR.
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN BİRİNCİ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR BÜYÜK CUMHURİYET ALTIN
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN İKİNCİ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR YARIM CUMHURİYET ALTIN
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN ÜÇÜNCÜ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR ÇEYREK CUMHURİYET ALTIN
ÖDÜLLER 11 MAYIS 2017 PERŞEMBE / İMAM MEHDİ(AS)’NİN DOĞUM GÜNÜNDE VERİLECEKTİR.
HERŞEYDEN ÖNEMLİ OLAN; İMAM MEHDİ (AS) İÇİN BİR ŞEYLER YAPMAKTIR.
HER AİLEYE VE HER EHL-İ BEYT DOSTUNA BAŞARILAR DİLERİZ.
DİLEĞİMİZ HER EV BİRER EHL-İ BEYT YUVASI OLSUN,
İMAM MEHDİ(AS) DUALARINA SİZİ DE KATSIN İNŞALLAH…
İMAM MEHDİ (S.A)’ Yİ HANGİ AİLE AĞIRLAYACAK?
BUNUN İÇİN AİLECE HAZIRLIK YAPIN.
BU HAYYALLERİMİZİN HEPİMİZE NASİP OLMASI İÇİN…
TÜM AİLECE HİDAYET ÖNDERLERİ KİTAP SETİNDEN 14. CİLT “İMAM MEHDİ(AS)” KİTABINI OKUYALIM…
VE HAZIRLIKLARIMIZI BAŞLATALIM.….
BAŞLAMAK YOLUN YARISIDIR.
BU HAZIRLIKLARLA HEM RABB’İMİZİ, HEM PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED(S.A.A)’İ, HEM DE TÜM PEYGAMBERLERİN(S.A) VARİSİ OLAN TÜM EHL-İ BEYT İMAMLARINI(S.A) VE İMAM MEHDİ (S.A)’Yİ KENDİNİZDEN VE AİLENİZDEN RAZI EDİN….
BU AMAÇLA HER EVİ MÜJDELEMEK İSTİYORUZ.
HER EV HALKI AİLECE YARIŞMAYA HAZIRLANABİLDİĞİ GİBİ TEK BAŞLARINA DA GİREBİLİRLER…
İSTEĞİMİZ AİLECE VEYA DOSTLARIMIZLA BU HEYECANI YAŞAMAK…
YARIŞMA 10. MAYIS 2017/ ÇARŞAMBA GÜNÜ SAAT;22.00 DE İNTERNET ÜZERİNDEN ONLİNE OLARAK YAPILACAKTIR. YARIŞMA BAŞVURUSU İÇİN İNCİVEMERCAN SİTESİNİN ÜST KÖŞESİNDE “ KAYIT OL” BÖLÜMÜNDEN ÖNCEDEN YAPILMALIDIR.
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN BİRİNCİ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR BÜYÜK CUMHURİYET ALTIN
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN İKİNCİ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR YARIM CUMHURİYET ALTIN
EN GÜZEL HAZIRLIĞI YAPAN ÜÇÜNCÜ KİŞİYE İMAM MEHDİ (AS) ‘NİN SADIK DOSTLARINDAN OLMA TEMENNİSİNİN YANISIRA,
BİR ÇEYREK CUMHURİYET ALTIN
ÖDÜLLER 11 MAYIS 2017 PERŞEMBE / İMAM MEHDİ(AS)’NİN DOĞUM GÜNÜNDE VERİLECEKTİR.
HERŞEYDEN ÖNEMLİ OLAN; İMAM MEHDİ (AS) İÇİN BİR ŞEYLER YAPMAKTIR.
HER AİLEYE VE HER EHL-İ BEYT DOSTUNA BAŞARILAR DİLERİZ.
DİLEĞİMİZ HER EV BİRER EHL-İ BEYT YUVASI OLSUN,
İMAM MEHDİ(AS) DUALARINA SİZİ DE KATSIN İNŞALLAH…

İMAM MEHDİ (AS)’Yİ SELAMLAYALIM!
15 ŞABAN HİCRİ 255 YILI İMAM MEHDİ (AS)’NİN DOĞUM GÜNÜDÜR.
O’NA SELAM DOSYASI AÇIYORUZ.
İMAM MEHDİ (AS)’YE İMAN EDENLER….
İMAM MEHDİ(AS)’YE İTAAT EDENLER VEYA İTAAT ETMEK İSTEYENLER…
İMAM MEHDİ(AS)’NİN TARAFTARI OLMAK İSTEYENLER…
O’NA EN GÜZEL SELAMLARINIZI EN GÜZEL İFADELERİNİZLE SİTEMİZ ÜZERİNDEN GÖNDERİNİZ.
BU ONA SUNACAĞIMIZ BİR DEMET SEVGİ VE SAYGIMIZ OLSUN.
İMAM MEHDİ (AS)’NİN SELAM DEFTERİNE HOŞ GELDİNİZ!!!!
O’NA SELAM DOSYASI AÇIYORUZ.
İMAM MEHDİ (AS)’YE İMAN EDENLER….
İMAM MEHDİ(AS)’YE İTAAT EDENLER VEYA İTAAT ETMEK İSTEYENLER…
İMAM MEHDİ(AS)’NİN TARAFTARI OLMAK İSTEYENLER…
O’NA EN GÜZEL SELAMLARINIZI EN GÜZEL İFADELERİNİZLE SİTEMİZ ÜZERİNDEN GÖNDERİNİZ.
BU ONA SUNACAĞIMIZ BİR DEMET SEVGİ VE SAYGIMIZ OLSUN.
İMAM MEHDİ (AS)’NİN SELAM DEFTERİNE HOŞ GELDİNİZ!!!!

MERYEM VE ZEYNEP
Meryem ve Zeynep çok heyecanlıydılar. Bu yıl beraber ebru sanatı ile ilgili açılan kursa gideceklerdi. Aynı sokakta oturmalarından dolayı birbirlerini tanıyorlardı. Arada sırada birbirlerine selam verip, ayak üzere kısa süren sohbetler yapıyorlardı. Bu kurs planları onları birbirine yakınlaştırmaya başlamıştı. Zeynep çok heyecanlı, atak, konuşmayı seven, ince düşünceli ve çok kitap okuyan birisiydi. Meryem ise sessiz, içine dönük, küçük şeylerle mutlu olan ve uysal birisiydi. Hep bardağın dolu tarafına bakar, mutlu olmayı çok çabuk başaran birisiydi. Meryem ve Zeynep’in kişilikleri adeta birbirine ters düşüyordu. Zıt kutuplar birbirine çeker cinsinden bu ikisi de birbirilerine karşı sevgi beslemeye başlamışlardı. Pazartesi gününe plan yapıyorlardı.
Zeynep:
- Renklerin birbirine karışımı beni çok şaşırtır, Meryem.
- Zeynep, doğrusu ben renklerden ziyade oradaki arkadaş ortamını merak ediyorum.
- Neyi merak ediyorsun, Meryem?
- Korkuyorum, acaba gelecek arkadaşlar ile uyum sağlayabilecek miyiz?
- İyi dostlar olabildiği gibi kötü arkadaşlar da olabilir.
- Neyse. Allah kerimdir. Yarın olsun, hayır olsun.
O ikisi o geceyi sabırsızlıkla geçirdiler. Zeynep, tüm hazırlıklarını yapmış. Sokağa fırlamıştı. O kadar heyecanlıydı ki ayakkabısını bağlamayı unutmuştu. Sokakta Meryem’i gördü.
- Günaydın, Meryem.
- Günaydın, Zeynep.
- Yanına biraz para aldın mı? Belki malzemelerimizde eksiklik olabilir.
- Aldım, aldım.
- Bende yanıma biraz kumanya aldım. Olur ki acıkabiliriz.
İkisi otobüse bindiler. Otobüste bir müzik çalıyordu. Sevgi en güzel şey, diyordu şarkının nakaratlarında. Zeynep bir ara düşüncelere daldı. “Sanırım, Meryem’i sevmeye başladım” diye kendi kendine mırıldandı. Meryem “Bir şey mi dedin?” diye sordu. “Bir şey demedim, kursa geldik.”
Beraber kursun kapısından içeri girdiler. Öğretmen ve arkadaşlarla tanıştılar.
Bu ilk gün kendileri için unutamayacakları özel bir gün oldu. Meryem, annesi ile ilgili bazı psikolojik problemler yaşıyordu. Annesi çalışan kadın olmasından dolayı Meryem’e çok zaman ayıramıyordu. Meryem de bundan şikâyetçiydi. Arada bir Zeynep’in yanına gelip, Zeynep’le dertleşiyordu. Zeynep adeta O’nun yüreğini rahatlatan bir psikoloğu olmuştu. Zeynep O’na kitaplardan ilginç şeyler okuyarak O’nu güldürüyordu. Hatta Meryem’e de kitaplarından bir tanesini verip okumasını istedi. Zeynep verir de Meryem okumaz mı? Meryem okuduğu kitabın bazı bölümlerini eleştiriyor, bazı bölümlerini ise beğendiğini ebru sanatı kursunda Zeynep’e anlatıyordu. Kitap ve ebru sanatı Zeynep ve Meryem’in hayatının iki önemli şeyi olmuştu. Günler geçiyordu. Bir gün Zeynep ve Meryem ebru sanatı kursundayken şöyle bir karar aldılar.
- Meryem, ben çok yoruldum. Sen de yoruldun mu?
- Evet, ben de yoruldum. Bugün kendi kendimizi takdir edelim mi?
- Edelim ama ne yapalım.
- Bugün Ali Baba’nın yerine gidelim. Kendimize kocaman bir dondurma ısmarlayalım.
- Olur. Ama paramız yetecek mi?
- Yeter, yeter. Bende var.
Beraberce kurstan çıktılar. Ali Baba’nın küçük dondurma kulübesine doğru ilerlediler. Zeynep:
- Meryem, sen burada dur. Ben dondurmaları alıp geliyorum.
Meryem bekleyedurdu. Zeynep bir yandan giderken, diğer yandan da çantasından para çıkarıyordu. Birden büyük bir gürültü oldu. Zeynep, döndü ve baktı. Birde ne görsün. Gördüğü şey neredeyse kalbini durduracaktı. Gözleri yerlerinden fırlayarak bir çığlık attı. “Meryem, Meryem!” diye uzun uzun bağırdı. Bu yaşadığı şok manzara hayatının hiç unutamayacağı en acıklı sahnesi olmuştu. Meryem’i motosiklet kullanan bir gencin acımasız ve düşüncesizce hareketinin kurbanı durumuna getirmişti. Meryem cansız bir şekilde yerde yatıyordu. Her tarafı kan revan içinde çevredeki insanlar tarafından hastaneye götürmek için uğraşıyorlardı. Aralarından biri şöyle seslendi: “Hastaneye gerek kalmadı. O artık yaşamıyor.” Zeynep gözleri yaşla dolu olarak: “Yaşamıyor, ne demek. Onu kurtarın” diye feryat ediyordu. Çevredekilerden biri Zeynep’ten Meryem’in telefon ve adresini alarak ailesine ulaşılmaya çalıştı.
Aradan bir hafta geçmişti. Zeynep hâlâ kendine gelememişti. Öyle kendini yalnız hissediyordu ki adeta boğuluyordu. Meryem’in son hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Meryem onu terk etmişti. Bundan sonra ne yapacaktı, bilemiyordu. Artık kursa da gitmek istemiyordu. Kitaplara da yüz vermiyordu. Kendini odasına kapatmıştı. Saatlerce sessiz sessiz düşünüyor, kendine sorular sorup kendi cevaplandırıyordu. Her şey çok kötü sonuçlanmıştı. Ama her şeyin ötesinde bir şeyi çok iyi anlamıştı. O, Meryem’i çok sevmişti. Artık onsuz ne yapacaktı? Çok üzülüyordu.
Günler böyle sıradan geçiyordu. Meryem yoktu, ama Meryem’in sevgisi hâlâ kalbinde idi. Zeynep çok düşünüyordu. Bu yoğun düşüncelerin arasında bir şey dikkatini çekiyordu. Meryem yoktu, ama sevgisi yaşıyordu. Neden!? Neden!? Neden!? Ölen birisinin sevgisi neden hâlâ devam ediyordu. Çünkü hem sevmek, hem de özlemek onu çok üzüyordu. Bu nedenle Meryem’i sevmekten vazgeçmek istiyordu. Onu unutmak için çeşitli yollar deniyordu, ama olmuyordu.
Sevmek çok özel bir duygudur. İnsanı ayakta tutan yegâne enerji… Zaman zaman Zeynep düşünüyordu. Meryem’ i bu kadar sevmesinin sebebi ne idi? Meryem kendisine ne yapmıştı ki Meryem’i bu kadar çok sevmişti. Aslında Meryem sorunlu bir kızdı. İçine kapanık sıradan birisi idi. Zeynep’e özel anlamda çok büyük fedakârlıklar yapmamış, aksine kendisi hep alıcı idi. Peki; neden bu kadar Zeynep’in yüreğinde yer edinmişti…
Zeynep günlerce düşündü, düşündü…Yüreğindeki sevgiyi….Sonra bir şeyi fark etti. Yüreğindeki sevginin oluşmasını değil Meryem, hiçbir insan oluşturamazdı. Kimin buna gücü yetebilirdi ki… Hangi insan başkasının yüreğini yönlendirebilirdi ki… Peki, sevgiyi kim yüreğine akıtmıştı. Ve kim akıtmışsa, ancak o yine alabilirdi. Kim? Daima var olan… Ölmeyen…Herkesin yüreğini elinde tutan….İlim, kuvvet ve her bir şeye hükmeden…
Ve Zeynep’in kafasında şimşekler çaktı. Yıllarca anlamadığı, bilmediği ve tanımadığı O’nu yüce Allah’ı artık anlamıştı. Zeynep haykırmaya başladı. “O Allah’tı, O Allah’tı!”
Annesi kızının bu halini pek yorumlayamadı. Annesi seslendi kızına:
—Ne oldu kızım? Zeyneb’im!
—Anne, biliyor musun?
….. Neyi kızım!?
—Yüreğimdeki tüm sevgilerin asıl kaynağının Allah olduğunu… Ben geçici sevgilerin gölgesinde dolaşırken, gerçekte sevginin asıl sahibi Allah… Ben bunu şu ana kadar fark edememişim…
Annesi kızındaki bu ifadeler ile ne demek istediğini anlamamıştı.
Zeynep’in o günden sonra hayatı çok değişti. Artık Allah’ı bütün hayatının üzerinde tüm sıfatları ile hep yanı başında düşünüyordu. Yüreği artık sakinleşmişti. Çünkü sevdiği arkadaşı Meryem, çok sevdiği Rabb’inin yanına gitmişti. O’ndan güzel bir emanetçi olabilir miydi? Artık kalbi rahatlamıştı.
Zeynep:
- Renklerin birbirine karışımı beni çok şaşırtır, Meryem.
- Zeynep, doğrusu ben renklerden ziyade oradaki arkadaş ortamını merak ediyorum.
- Neyi merak ediyorsun, Meryem?
- Korkuyorum, acaba gelecek arkadaşlar ile uyum sağlayabilecek miyiz?
- İyi dostlar olabildiği gibi kötü arkadaşlar da olabilir.
- Neyse. Allah kerimdir. Yarın olsun, hayır olsun.
O ikisi o geceyi sabırsızlıkla geçirdiler. Zeynep, tüm hazırlıklarını yapmış. Sokağa fırlamıştı. O kadar heyecanlıydı ki ayakkabısını bağlamayı unutmuştu. Sokakta Meryem’i gördü.
- Günaydın, Meryem.
- Günaydın, Zeynep.
- Yanına biraz para aldın mı? Belki malzemelerimizde eksiklik olabilir.
- Aldım, aldım.
- Bende yanıma biraz kumanya aldım. Olur ki acıkabiliriz.
İkisi otobüse bindiler. Otobüste bir müzik çalıyordu. Sevgi en güzel şey, diyordu şarkının nakaratlarında. Zeynep bir ara düşüncelere daldı. “Sanırım, Meryem’i sevmeye başladım” diye kendi kendine mırıldandı. Meryem “Bir şey mi dedin?” diye sordu. “Bir şey demedim, kursa geldik.”
Beraber kursun kapısından içeri girdiler. Öğretmen ve arkadaşlarla tanıştılar.
Bu ilk gün kendileri için unutamayacakları özel bir gün oldu. Meryem, annesi ile ilgili bazı psikolojik problemler yaşıyordu. Annesi çalışan kadın olmasından dolayı Meryem’e çok zaman ayıramıyordu. Meryem de bundan şikâyetçiydi. Arada bir Zeynep’in yanına gelip, Zeynep’le dertleşiyordu. Zeynep adeta O’nun yüreğini rahatlatan bir psikoloğu olmuştu. Zeynep O’na kitaplardan ilginç şeyler okuyarak O’nu güldürüyordu. Hatta Meryem’e de kitaplarından bir tanesini verip okumasını istedi. Zeynep verir de Meryem okumaz mı? Meryem okuduğu kitabın bazı bölümlerini eleştiriyor, bazı bölümlerini ise beğendiğini ebru sanatı kursunda Zeynep’e anlatıyordu. Kitap ve ebru sanatı Zeynep ve Meryem’in hayatının iki önemli şeyi olmuştu. Günler geçiyordu. Bir gün Zeynep ve Meryem ebru sanatı kursundayken şöyle bir karar aldılar.
- Meryem, ben çok yoruldum. Sen de yoruldun mu?
- Evet, ben de yoruldum. Bugün kendi kendimizi takdir edelim mi?
- Edelim ama ne yapalım.
- Bugün Ali Baba’nın yerine gidelim. Kendimize kocaman bir dondurma ısmarlayalım.
- Olur. Ama paramız yetecek mi?
- Yeter, yeter. Bende var.
Beraberce kurstan çıktılar. Ali Baba’nın küçük dondurma kulübesine doğru ilerlediler. Zeynep:
- Meryem, sen burada dur. Ben dondurmaları alıp geliyorum.
Meryem bekleyedurdu. Zeynep bir yandan giderken, diğer yandan da çantasından para çıkarıyordu. Birden büyük bir gürültü oldu. Zeynep, döndü ve baktı. Birde ne görsün. Gördüğü şey neredeyse kalbini durduracaktı. Gözleri yerlerinden fırlayarak bir çığlık attı. “Meryem, Meryem!” diye uzun uzun bağırdı. Bu yaşadığı şok manzara hayatının hiç unutamayacağı en acıklı sahnesi olmuştu. Meryem’i motosiklet kullanan bir gencin acımasız ve düşüncesizce hareketinin kurbanı durumuna getirmişti. Meryem cansız bir şekilde yerde yatıyordu. Her tarafı kan revan içinde çevredeki insanlar tarafından hastaneye götürmek için uğraşıyorlardı. Aralarından biri şöyle seslendi: “Hastaneye gerek kalmadı. O artık yaşamıyor.” Zeynep gözleri yaşla dolu olarak: “Yaşamıyor, ne demek. Onu kurtarın” diye feryat ediyordu. Çevredekilerden biri Zeynep’ten Meryem’in telefon ve adresini alarak ailesine ulaşılmaya çalıştı.
Aradan bir hafta geçmişti. Zeynep hâlâ kendine gelememişti. Öyle kendini yalnız hissediyordu ki adeta boğuluyordu. Meryem’in son hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Meryem onu terk etmişti. Bundan sonra ne yapacaktı, bilemiyordu. Artık kursa da gitmek istemiyordu. Kitaplara da yüz vermiyordu. Kendini odasına kapatmıştı. Saatlerce sessiz sessiz düşünüyor, kendine sorular sorup kendi cevaplandırıyordu. Her şey çok kötü sonuçlanmıştı. Ama her şeyin ötesinde bir şeyi çok iyi anlamıştı. O, Meryem’i çok sevmişti. Artık onsuz ne yapacaktı? Çok üzülüyordu.
Günler böyle sıradan geçiyordu. Meryem yoktu, ama Meryem’in sevgisi hâlâ kalbinde idi. Zeynep çok düşünüyordu. Bu yoğun düşüncelerin arasında bir şey dikkatini çekiyordu. Meryem yoktu, ama sevgisi yaşıyordu. Neden!? Neden!? Neden!? Ölen birisinin sevgisi neden hâlâ devam ediyordu. Çünkü hem sevmek, hem de özlemek onu çok üzüyordu. Bu nedenle Meryem’i sevmekten vazgeçmek istiyordu. Onu unutmak için çeşitli yollar deniyordu, ama olmuyordu.
Sevmek çok özel bir duygudur. İnsanı ayakta tutan yegâne enerji… Zaman zaman Zeynep düşünüyordu. Meryem’ i bu kadar sevmesinin sebebi ne idi? Meryem kendisine ne yapmıştı ki Meryem’i bu kadar çok sevmişti. Aslında Meryem sorunlu bir kızdı. İçine kapanık sıradan birisi idi. Zeynep’e özel anlamda çok büyük fedakârlıklar yapmamış, aksine kendisi hep alıcı idi. Peki; neden bu kadar Zeynep’in yüreğinde yer edinmişti…
Zeynep günlerce düşündü, düşündü…Yüreğindeki sevgiyi….Sonra bir şeyi fark etti. Yüreğindeki sevginin oluşmasını değil Meryem, hiçbir insan oluşturamazdı. Kimin buna gücü yetebilirdi ki… Hangi insan başkasının yüreğini yönlendirebilirdi ki… Peki, sevgiyi kim yüreğine akıtmıştı. Ve kim akıtmışsa, ancak o yine alabilirdi. Kim? Daima var olan… Ölmeyen…Herkesin yüreğini elinde tutan….İlim, kuvvet ve her bir şeye hükmeden…
Ve Zeynep’in kafasında şimşekler çaktı. Yıllarca anlamadığı, bilmediği ve tanımadığı O’nu yüce Allah’ı artık anlamıştı. Zeynep haykırmaya başladı. “O Allah’tı, O Allah’tı!”
Annesi kızının bu halini pek yorumlayamadı. Annesi seslendi kızına:
—Ne oldu kızım? Zeyneb’im!
—Anne, biliyor musun?
….. Neyi kızım!?
—Yüreğimdeki tüm sevgilerin asıl kaynağının Allah olduğunu… Ben geçici sevgilerin gölgesinde dolaşırken, gerçekte sevginin asıl sahibi Allah… Ben bunu şu ana kadar fark edememişim…
Annesi kızındaki bu ifadeler ile ne demek istediğini anlamamıştı.
Zeynep’in o günden sonra hayatı çok değişti. Artık Allah’ı bütün hayatının üzerinde tüm sıfatları ile hep yanı başında düşünüyordu. Yüreği artık sakinleşmişti. Çünkü sevdiği arkadaşı Meryem, çok sevdiği Rabb’inin yanına gitmişti. O’ndan güzel bir emanetçi olabilir miydi? Artık kalbi rahatlamıştı.

KALBİM ŞİMDİ MUTMAİN!
Kalbin arayışları her insanda farklı olduğu gibi bazen de aşama aşama gelişir.
Elbette âlemlerin Rabb’ine iman ediyorum, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’i tasdik ediyorum. Elimden geldikçe de inandığım esaslar üzerinden de amel ediyorum. Ama yine de kalbimde bir şekilde kopukluklar var. Bazı noktaları yerine oturtamıyorum. Sanki elektrik kablosunda kontak oluyor. Bağlantılar birbirini tamamlamıyor.
Ama nerede? Bunu bulamıyorum. Takip etmem gereken iz nedir? Bunu da bilemiyorum.
Her grupun bir yön güçlü olsa da, bir yönü zayıf duruyordu. Ama ben ortak akıl ile hareket ediyordum. Her grubun güzel ve güçlü yönlerini alarak kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Biliyordum. Hasta da bendim, doktor da. Kendimi yetiştirebileceğim, ifade edebileceğim bir yer de yoktu. Nitekim karma bir toplumduk.
Bu düşüncelerle Kur’an’a sarılıyordum. Kur’anı kendi başıma tefsir edemeyeceğime göre her hocanın tefsirini okuyordum. Elimizin altındaki tefsirleri okumuştum. Şimdi sıra “Hayat Kitabı Kuran Gerekçeli Meal-tefsir ” diye bir kitaba gelmişti. Bu sefer daha itinalı okuyacaktım.
Kur’an benim için bir pınardı ve ben kana kana içmek istiyordum. Kitabın meal dili güzeldi ve kelimelerin altı doluydu. Yazarı kavramları çok güzel kullanmıştı. Tam bana hitap ediyordu. Psikolojimi hazırladım. Ders yapar gibi, masa başı ince ince okuyup, kitabın özetini çıkaracaktım. Not tutarak öğrendiklerimi aklıma yazmak istiyordum. Başladım sürelerin ve dolayısıyla içinde sıralanan ayetlerin açıklamalarını okumaya…
Ayetlerin altında sık sık dipnotlar vardı. Dipnotlarda şöyle diyordu; “ Zemahşeri’ye göre, Suyuti’ye göre, ibni Teymiyye’ye göre, ibni Hazm’e göre, Kuşeyri’ye göre, ….”
Bu kişiler ravi değillerdi. Bu kişiler dini yorumluyordu. Gerçi kendisi de bu dini yorumlamıştı. Ama o zamana kadar bu dikkatimi çekmemişti. Bu süre ve ayetler kişilere göre yorumlanmıştı. Araştırmaya başladım… Zemahşeri kimdir? İbn-i Hazm kimdir? İbni Teymiyye kimdir? Kuşeyri kimdir? Suyuti kimdir?…
Araştırdıkça arka arkaya şoklar yaşıyordum. Bu Kur’an onlara mı nazil olmuştu? Ki onlar yorumluyordu. Ve onların algılamaları üzerinden anlamaya çalışıyorduk. Bu durumda Peygamber nerede duruyordu, onun misyonu ne olmalıydı? Peygamberin Kur’an ile bağlantısı nerede olmalıydı? Lafız olarak ona atfedecektik ama tevilini başkalarına mı yönlendirecektik?
Anlamıştım ki tarih bize oyun oynuyordu. Kırılmalar buradan başlamıştı. Kur’an tevilini Peygambere dayandırma yerine yoldaki kişilere atfedilmişti ve atfedilmeye de devam edilecekti.
Üstelik bu kişilerin hepsi ayrı bir ekolun önderiydi. Onlar bile birbirini onaylamıyordu. Ve onlar her biri ayrı bir kaptan beslenmişlerdi.
Benim için en önemli nokta kim bunlara bu rolü vermişti.? Allah ve Resulü onları teyit etmiş miydi? Bunlara vahiy de gelmemişti. Yoksa din bilerek kişilerin tekeline mi bırakılıyordu?…
Binlerce soru… Bu soruların bir cevabı olmalıydı. Ama nerede? Şunu çok iyi biliyordum.
Bir çizginin yaşayabilmesi için mutlaka o çizginin kurucusu tarafından işaret edilen, onaylanılan ve teyit edilen birileri olmalıydı?
Peygambere döndüm. Cevap O’nda idi. O’nun gözlerine bakmalıydım. Söylediklerine ve hayatına yönelmeliydim!!!
Ve görmeye… Peygamberin işaret ettiklerini anlamaya başladım. O’nun işaret ve teyit ettiği Ehl-i Beyt’i ve arkasından gelen on iki imam idi… Tarihteki tağutlar ve zalimler hep Ehl-i Beyt’e karşı savaşmıştı. Ve bu savaşı dinin yorum ve algılamaları üzerinden de yapmıştı.
Allah ve Resulü’nün teyit ettikleri kişiler üzerinden dini almamıştık. Üstelik onlar kendileri dini yorumlamayıp sadece naklediyorlardı. Yinede peygamberin işaret ettiği ve teyit ettiği o modellere karşı duran çizgiler, kendi algı ve istekleri üzerinden yeni ekoller üretmişlerdi. Ve bu o kadar uzamıştı ki benim önüme kadar gelmişti.
Ama ben bunu fark ettiğim andan itibaren zincirleri kırmaya başladım. Benim üzerimden de proje üretemeyeceklerdi. Benim üzerimdeki tuzak buraya kadardı.
Şimdi Peygamberin ve dolayısıyla yüce Allah’ın onayladığı o kişilerin algılaması değil, dikkatinizi çekiyorum naklettikleri din üzerinden kalbimi besliyorum. Ve kalbim sakinleşti. Bağlantılar onarıldı. Kopukluklar düzeltildi… Şimdi kalbim çok mutmain.
Ve tüm bu aşamalardan sonra şunu çok iyi biliyorum. Bu din yalnızca peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)’e vahy edilmiştir.
Kopyalanması gereken sadece O’nun kalbi ve O’nun iradesidir.
Elbette âlemlerin Rabb’ine iman ediyorum, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’i tasdik ediyorum. Elimden geldikçe de inandığım esaslar üzerinden de amel ediyorum. Ama yine de kalbimde bir şekilde kopukluklar var. Bazı noktaları yerine oturtamıyorum. Sanki elektrik kablosunda kontak oluyor. Bağlantılar birbirini tamamlamıyor.
Ama nerede? Bunu bulamıyorum. Takip etmem gereken iz nedir? Bunu da bilemiyorum.
Her grupun bir yön güçlü olsa da, bir yönü zayıf duruyordu. Ama ben ortak akıl ile hareket ediyordum. Her grubun güzel ve güçlü yönlerini alarak kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Biliyordum. Hasta da bendim, doktor da. Kendimi yetiştirebileceğim, ifade edebileceğim bir yer de yoktu. Nitekim karma bir toplumduk.
Bu düşüncelerle Kur’an’a sarılıyordum. Kur’anı kendi başıma tefsir edemeyeceğime göre her hocanın tefsirini okuyordum. Elimizin altındaki tefsirleri okumuştum. Şimdi sıra “Hayat Kitabı Kuran Gerekçeli Meal-tefsir ” diye bir kitaba gelmişti. Bu sefer daha itinalı okuyacaktım.
Kur’an benim için bir pınardı ve ben kana kana içmek istiyordum. Kitabın meal dili güzeldi ve kelimelerin altı doluydu. Yazarı kavramları çok güzel kullanmıştı. Tam bana hitap ediyordu. Psikolojimi hazırladım. Ders yapar gibi, masa başı ince ince okuyup, kitabın özetini çıkaracaktım. Not tutarak öğrendiklerimi aklıma yazmak istiyordum. Başladım sürelerin ve dolayısıyla içinde sıralanan ayetlerin açıklamalarını okumaya…
Ayetlerin altında sık sık dipnotlar vardı. Dipnotlarda şöyle diyordu; “ Zemahşeri’ye göre, Suyuti’ye göre, ibni Teymiyye’ye göre, ibni Hazm’e göre, Kuşeyri’ye göre, ….”
Bu kişiler ravi değillerdi. Bu kişiler dini yorumluyordu. Gerçi kendisi de bu dini yorumlamıştı. Ama o zamana kadar bu dikkatimi çekmemişti. Bu süre ve ayetler kişilere göre yorumlanmıştı. Araştırmaya başladım… Zemahşeri kimdir? İbn-i Hazm kimdir? İbni Teymiyye kimdir? Kuşeyri kimdir? Suyuti kimdir?…
Araştırdıkça arka arkaya şoklar yaşıyordum. Bu Kur’an onlara mı nazil olmuştu? Ki onlar yorumluyordu. Ve onların algılamaları üzerinden anlamaya çalışıyorduk. Bu durumda Peygamber nerede duruyordu, onun misyonu ne olmalıydı? Peygamberin Kur’an ile bağlantısı nerede olmalıydı? Lafız olarak ona atfedecektik ama tevilini başkalarına mı yönlendirecektik?
Anlamıştım ki tarih bize oyun oynuyordu. Kırılmalar buradan başlamıştı. Kur’an tevilini Peygambere dayandırma yerine yoldaki kişilere atfedilmişti ve atfedilmeye de devam edilecekti.
Üstelik bu kişilerin hepsi ayrı bir ekolun önderiydi. Onlar bile birbirini onaylamıyordu. Ve onlar her biri ayrı bir kaptan beslenmişlerdi.
Benim için en önemli nokta kim bunlara bu rolü vermişti.? Allah ve Resulü onları teyit etmiş miydi? Bunlara vahiy de gelmemişti. Yoksa din bilerek kişilerin tekeline mi bırakılıyordu?…
Binlerce soru… Bu soruların bir cevabı olmalıydı. Ama nerede? Şunu çok iyi biliyordum.
Bir çizginin yaşayabilmesi için mutlaka o çizginin kurucusu tarafından işaret edilen, onaylanılan ve teyit edilen birileri olmalıydı?
Peygambere döndüm. Cevap O’nda idi. O’nun gözlerine bakmalıydım. Söylediklerine ve hayatına yönelmeliydim!!!
Ve görmeye… Peygamberin işaret ettiklerini anlamaya başladım. O’nun işaret ve teyit ettiği Ehl-i Beyt’i ve arkasından gelen on iki imam idi… Tarihteki tağutlar ve zalimler hep Ehl-i Beyt’e karşı savaşmıştı. Ve bu savaşı dinin yorum ve algılamaları üzerinden de yapmıştı.
Allah ve Resulü’nün teyit ettikleri kişiler üzerinden dini almamıştık. Üstelik onlar kendileri dini yorumlamayıp sadece naklediyorlardı. Yinede peygamberin işaret ettiği ve teyit ettiği o modellere karşı duran çizgiler, kendi algı ve istekleri üzerinden yeni ekoller üretmişlerdi. Ve bu o kadar uzamıştı ki benim önüme kadar gelmişti.
Ama ben bunu fark ettiğim andan itibaren zincirleri kırmaya başladım. Benim üzerimden de proje üretemeyeceklerdi. Benim üzerimdeki tuzak buraya kadardı.
Şimdi Peygamberin ve dolayısıyla yüce Allah’ın onayladığı o kişilerin algılaması değil, dikkatinizi çekiyorum naklettikleri din üzerinden kalbimi besliyorum. Ve kalbim sakinleşti. Bağlantılar onarıldı. Kopukluklar düzeltildi… Şimdi kalbim çok mutmain.
Ve tüm bu aşamalardan sonra şunu çok iyi biliyorum. Bu din yalnızca peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)’e vahy edilmiştir.
Kopyalanması gereken sadece O’nun kalbi ve O’nun iradesidir.

ARTIK GÖRÜYORUM!
Hayatın zorlukları beni çok yormuştu. Hem ekonomik sıkıntılar hem de çocuklarım ve çevrem beni zorluyordu. Nefes almam gerekiyordu. Uzunca düşündüm. Nerede nefes alabilirdim. Aslında namazımı kılıyordum. Kitaplarımı okuyordum. Ama yine de şarj olmaya ihtiyacım vardı.
O sırada arkadaşlardan uzak bir şehirde kamp olduğunu öğrendim. Ve buraya gitmemin benim için iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Eşime bu kararımı açıkladım. Kendime bu fırsatı vermem gerektiğine ikna ettim. Kısa bir sürede hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum.
“Elhamdulillah” kamp yapılacak şehre ulaşmıştım. Kampın yapılacağı yere gittim…
Günlük programa göre çalışmalara başladık. Her şehirden kardeşler gelmişti. Birbirilerine yabancı olsalar da müminlerin kardeşliği çok güzeldi. Her mümin rahmet olmuştu diğer müminlere. Büyük bir aile gibiydik. Kendimi çok emin kucaklarda hissediyordum. Bizi yönlendiren bir hocamız vardı. Bu hocamız Türkiye’de bilinen ve sayılan bir hocaydı.
İsmini vermek istemiyorum. Çünkü anlatacağım konu kişiselleştirilmeden düşünülmelidir. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Hocanın yanında genç birisi dolaşıyordu. Her eğitimde yanı başında idi. her fikrini ilk önce ona söylüyordu. Bu genç hocaya hayranlıktan veya ondan bir şeyler öğrenmekten farklı bir şekilde duruyordu. Çok merak ediyordum. Bu merakımı gidermeliydim. Ve sonunda onları yakından tanıyan birkaç kimse ile görüştüm.
Mesele neydi, biliyor musunuz? Bu genç o hocanın kendisinden sonraki vasisi idi. Hoca orta yaşlıydı ve şimdiden tedbirini almıştı. Hâlbuki bu hoca sadece bir grup insana sesleniyordu. Bu din belliydi ve yol biliniyordu. Yine de kendi öğretileri çizgisinde devam edilsin diye varis yetiştiriyordu.
Birden beynimde şimşekler çaktı. Bu hoca sadece Türkiye sınırlarında belli bir grubu yönlendiriyordu. Ve bu dinin rehberi kendisi değildi. Yinede vasi yetiştirmeyi kendi cemaatine bir sorumluluk olarak düşünmüştü.
Peki, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a), bu hoca kadar düşünememiş miydi? Oysaki peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) evrensel bir rehberdi ve kendisinden sonra bir peygamber veya bir kitapta gelmeyecekti. Üstelik bu dinin bir medeniyete dönüşmesinin ömrü on yaşındaki bir çocuk gibiydi.
Yoksa Allah tarafından seçilmiş bu peygamber ümmetini ihmal mi etmişti? Bizleri düşünmemiş miydi? Kendisi de bir beşerdi ve her insan gibi o da vefat edecekti. Neden kendisinden sonra bu çizgiyi taşıyacak ve dinini oraya buraya sapmaması için birisini varisi olarak bırakmamıştı. Oysaki O, bir peygamberdi. Ve üstelik son peygamberdi. Kıyamet kopuncaya kadar tüm ümmeti koruyacak şekilde ufku geniş olmalıydı.
İnsanlara öğretilerini taşıyacak vasileri olmalıydı???
Ayrıca âlemlerin Rabbi olan yüce Allah sadece bazı dönemlere mi seçilmiş kullarını göndermişti? Yüce Allah kullarına adil davranmamış mıydı?…
Binlerce soru beynimi kemirmeye başlamıştı. Gerçekten peygamberim beni ihmal mi etmişti? Yüce Allah bana adil davranmamış mıydı? Bu sorulara olumsuz cevap vermeyi ne vicdanım kabulleniyordu ne de aklım kabul ediyordu.
Ama soruyu cevaplandıramıyordum da. Çünkü hocamız da kendisine gerekli gördüğü vasiyi peygamber için düşünmeyen birisiydi. Bu soruların cevaplarını ondan alamayacağımı biliyordum. Bu sorulara cevap alamadan kampı bitirmiştim.
Evime kafamda kocaman bir soru yumağı ile dönmüştüm. Bu soru yumağının cevapları için yeniden kitaplara gömülmeye başladım. Peygamberin dediklerine ve tarihe odaklanmaya başladım. Ve anladım ki tarihsel süreçlerden geçen bizler, ezberler arasında kaybolmuştuk.
Hâlbuki ilk insandan son insana kadar her zaman bir vasi vardı. Bu Allah’ın yeryüzüne bir lütfü idi ve insanları başıboş bırakmamıştı. Defalarca son peygamber Hz. Muhammed (s.a.a), gündeme getirmişti. Kendisinden sonraki vasiyi bildirmişti. Hatta ondan sonraki vasiyi de, ondan sonrakini de…
Öyle ki son vasi Hz. Mehdi (as)’yi de. Böylece bir şeyi keşfetmiştim. İmametliği… Kesinkes imamet olmalıydı. Bu akla ve vicdana uygun olan tek çözüm idi. Ve anlamıştım ki ne adil olan Rabb’im, bizi ihmal etmişti ne de Kerim Peygamberimiz ümmetini.
Ve şunu da çok iyi anlamıştım. Sorunun cevabı aslında hep dillerimizde idi. Ama görememiştik. O tüm soruların cevabı salâvatta idi.
Hamd olsun…
O günlere kadar göremediğimi artık görüyorum. Binlerce hamd olsun.
O sırada arkadaşlardan uzak bir şehirde kamp olduğunu öğrendim. Ve buraya gitmemin benim için iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Eşime bu kararımı açıkladım. Kendime bu fırsatı vermem gerektiğine ikna ettim. Kısa bir sürede hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum.
“Elhamdulillah” kamp yapılacak şehre ulaşmıştım. Kampın yapılacağı yere gittim…
Günlük programa göre çalışmalara başladık. Her şehirden kardeşler gelmişti. Birbirilerine yabancı olsalar da müminlerin kardeşliği çok güzeldi. Her mümin rahmet olmuştu diğer müminlere. Büyük bir aile gibiydik. Kendimi çok emin kucaklarda hissediyordum. Bizi yönlendiren bir hocamız vardı. Bu hocamız Türkiye’de bilinen ve sayılan bir hocaydı.
İsmini vermek istemiyorum. Çünkü anlatacağım konu kişiselleştirilmeden düşünülmelidir. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Hocanın yanında genç birisi dolaşıyordu. Her eğitimde yanı başında idi. her fikrini ilk önce ona söylüyordu. Bu genç hocaya hayranlıktan veya ondan bir şeyler öğrenmekten farklı bir şekilde duruyordu. Çok merak ediyordum. Bu merakımı gidermeliydim. Ve sonunda onları yakından tanıyan birkaç kimse ile görüştüm.
Mesele neydi, biliyor musunuz? Bu genç o hocanın kendisinden sonraki vasisi idi. Hoca orta yaşlıydı ve şimdiden tedbirini almıştı. Hâlbuki bu hoca sadece bir grup insana sesleniyordu. Bu din belliydi ve yol biliniyordu. Yine de kendi öğretileri çizgisinde devam edilsin diye varis yetiştiriyordu.
Birden beynimde şimşekler çaktı. Bu hoca sadece Türkiye sınırlarında belli bir grubu yönlendiriyordu. Ve bu dinin rehberi kendisi değildi. Yinede vasi yetiştirmeyi kendi cemaatine bir sorumluluk olarak düşünmüştü.
Peki, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a), bu hoca kadar düşünememiş miydi? Oysaki peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) evrensel bir rehberdi ve kendisinden sonra bir peygamber veya bir kitapta gelmeyecekti. Üstelik bu dinin bir medeniyete dönüşmesinin ömrü on yaşındaki bir çocuk gibiydi.
Yoksa Allah tarafından seçilmiş bu peygamber ümmetini ihmal mi etmişti? Bizleri düşünmemiş miydi? Kendisi de bir beşerdi ve her insan gibi o da vefat edecekti. Neden kendisinden sonra bu çizgiyi taşıyacak ve dinini oraya buraya sapmaması için birisini varisi olarak bırakmamıştı. Oysaki O, bir peygamberdi. Ve üstelik son peygamberdi. Kıyamet kopuncaya kadar tüm ümmeti koruyacak şekilde ufku geniş olmalıydı.
İnsanlara öğretilerini taşıyacak vasileri olmalıydı???
Ayrıca âlemlerin Rabbi olan yüce Allah sadece bazı dönemlere mi seçilmiş kullarını göndermişti? Yüce Allah kullarına adil davranmamış mıydı?…
Binlerce soru beynimi kemirmeye başlamıştı. Gerçekten peygamberim beni ihmal mi etmişti? Yüce Allah bana adil davranmamış mıydı? Bu sorulara olumsuz cevap vermeyi ne vicdanım kabulleniyordu ne de aklım kabul ediyordu.
Ama soruyu cevaplandıramıyordum da. Çünkü hocamız da kendisine gerekli gördüğü vasiyi peygamber için düşünmeyen birisiydi. Bu soruların cevaplarını ondan alamayacağımı biliyordum. Bu sorulara cevap alamadan kampı bitirmiştim.
Evime kafamda kocaman bir soru yumağı ile dönmüştüm. Bu soru yumağının cevapları için yeniden kitaplara gömülmeye başladım. Peygamberin dediklerine ve tarihe odaklanmaya başladım. Ve anladım ki tarihsel süreçlerden geçen bizler, ezberler arasında kaybolmuştuk.
Hâlbuki ilk insandan son insana kadar her zaman bir vasi vardı. Bu Allah’ın yeryüzüne bir lütfü idi ve insanları başıboş bırakmamıştı. Defalarca son peygamber Hz. Muhammed (s.a.a), gündeme getirmişti. Kendisinden sonraki vasiyi bildirmişti. Hatta ondan sonraki vasiyi de, ondan sonrakini de…
Öyle ki son vasi Hz. Mehdi (as)’yi de. Böylece bir şeyi keşfetmiştim. İmametliği… Kesinkes imamet olmalıydı. Bu akla ve vicdana uygun olan tek çözüm idi. Ve anlamıştım ki ne adil olan Rabb’im, bizi ihmal etmişti ne de Kerim Peygamberimiz ümmetini.
Ve şunu da çok iyi anlamıştım. Sorunun cevabı aslında hep dillerimizde idi. Ama görememiştik. O tüm soruların cevabı salâvatta idi.
Hamd olsun…
O günlere kadar göremediğimi artık görüyorum. Binlerce hamd olsun.

KEK MACERASI
7 yaşındaki kızımla bir gün kek yapmaya karar verdik. Ben malzemeleri kaba koyarken o da mikserle karıştırıyordu, en son un kalmıştı eklenecek. Ben kızımın yanından un getirmek için ayrıldım. Dengesini kaybetmiş ve kap olduğu gibi halıya dökülmüştü. Kızım başladı ağlamaya. Onu sakinleştirdikten sonra etrafı toparladım, ama halı berbattı.
Evim bahçeliydi halıyı dışarıda yıkadım. Ama yağı bir türlü çıkaramadım, içine iyice sinmişti. Komşum “halıyı toprağa göm, birkaç gün beklet, başka türlü yağını çıkaramazsın” dedi. Aldım elime beli, başladım toprağı kazımaya.
Bir gün bende ölecek ve toprağa gömülecektim. Halıyı toprağa serdim, üstüne toprak atarken âdeta kendimin mezara konulup, üzerime toprak atılıyor gibi hissettim. Toprağın altında tek başıma kalacaktım, kimse olmayacaktı ve sadece sevaplarım, günahlarım kısacası amellerim kalacaktı benim yanımda. Tüylerim diken diken olmuş, ürpermiştim. “Ölümün soğuk yüzü bu olsa gerek” dedim içimden.
Aslında herkes gibi ben de biliyorum, bir gün öleceğimi, toprak olacağımı, ama bu kadar yakından hissetmemiştim. O anda nelere üzüldüğümü, nelere sevindiğimi ve en önemlisi ne için yaşadığımı düşündüm.
Ne kadar boş şeylerle uğraşıyordum. Sanki ölüm bana çok uzaktı, daha gençtim. Ama Kur’an-ı Kerim’de “hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah bilen ve haberdar olandır.” (lokman 33) buyuruyor Allah’u Teâlâ.
Bir baktım ben haftalık, yıllık, hatta bazen 5 yıllık bile plan yapıyorum. Hâlbuki yarın ne olacak, bunun bilgisi sadece Allah’u Teâlâ’da. Ve nerde, ne zaman, nasıl öleceğimizi de Allah biliyor.
Dünya hayatı insanı aldatıyordu. Gerçekten yaratılış amacımız Allah’a kul olmaktı. Ama bizler bu aldatıcı dünyaya o kadar dalmıştık ki, asıl amaçtan sapmaya başlamıştık. Peygamber efendimiz “bu dünya gelip geçici, bir gölgede dinlenme vakti kadar fakat ahiret ebedi kalınacak yer” demişti.
Ahireti düşünerek yaşamak zorunda olduğumu anladım. Al-i İmran süresindeki 145. Ayette Allah’u Teâlâ “ölüm belirlenmiş bir ecele göredir. Kim dünyanın mükâfatını isterse, ona ondan veririz, kim de ahiretin mükâfatını isterse ona da ondan veririz. Şükredenlerin mükafatlarını pek yakında vereceğiz.”buyurmuştu.
Ben Rabb’imden hem dünya, hem de ahiret mükâfatını istiyorum ve artık bu hayattaki amacımı belirlemiş oldum. Çok şükür Rabb’ime ki benim gözümü açmama kek macerasını vesile etti. Kek malzemeleri boşa gitmiş, bir sürü iş çıkmış, hatta halıyı toprağa bile gömmekle uğraşmıştım. Ama bu olay bana ölümü hatırlatmış, bir beyin fırtınasına ve hayatıma yön vermeme neden olmuştu. Her şer de bir hayır da olabilirdi.
SUHEYLA
Evim bahçeliydi halıyı dışarıda yıkadım. Ama yağı bir türlü çıkaramadım, içine iyice sinmişti. Komşum “halıyı toprağa göm, birkaç gün beklet, başka türlü yağını çıkaramazsın” dedi. Aldım elime beli, başladım toprağı kazımaya.
Bir gün bende ölecek ve toprağa gömülecektim. Halıyı toprağa serdim, üstüne toprak atarken âdeta kendimin mezara konulup, üzerime toprak atılıyor gibi hissettim. Toprağın altında tek başıma kalacaktım, kimse olmayacaktı ve sadece sevaplarım, günahlarım kısacası amellerim kalacaktı benim yanımda. Tüylerim diken diken olmuş, ürpermiştim. “Ölümün soğuk yüzü bu olsa gerek” dedim içimden.
Aslında herkes gibi ben de biliyorum, bir gün öleceğimi, toprak olacağımı, ama bu kadar yakından hissetmemiştim. O anda nelere üzüldüğümü, nelere sevindiğimi ve en önemlisi ne için yaşadığımı düşündüm.
Ne kadar boş şeylerle uğraşıyordum. Sanki ölüm bana çok uzaktı, daha gençtim. Ama Kur’an-ı Kerim’de “hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah bilen ve haberdar olandır.” (lokman 33) buyuruyor Allah’u Teâlâ.
Bir baktım ben haftalık, yıllık, hatta bazen 5 yıllık bile plan yapıyorum. Hâlbuki yarın ne olacak, bunun bilgisi sadece Allah’u Teâlâ’da. Ve nerde, ne zaman, nasıl öleceğimizi de Allah biliyor.
Dünya hayatı insanı aldatıyordu. Gerçekten yaratılış amacımız Allah’a kul olmaktı. Ama bizler bu aldatıcı dünyaya o kadar dalmıştık ki, asıl amaçtan sapmaya başlamıştık. Peygamber efendimiz “bu dünya gelip geçici, bir gölgede dinlenme vakti kadar fakat ahiret ebedi kalınacak yer” demişti.
Ahireti düşünerek yaşamak zorunda olduğumu anladım. Al-i İmran süresindeki 145. Ayette Allah’u Teâlâ “ölüm belirlenmiş bir ecele göredir. Kim dünyanın mükâfatını isterse, ona ondan veririz, kim de ahiretin mükâfatını isterse ona da ondan veririz. Şükredenlerin mükafatlarını pek yakında vereceğiz.”buyurmuştu.
Ben Rabb’imden hem dünya, hem de ahiret mükâfatını istiyorum ve artık bu hayattaki amacımı belirlemiş oldum. Çok şükür Rabb’ime ki benim gözümü açmama kek macerasını vesile etti. Kek malzemeleri boşa gitmiş, bir sürü iş çıkmış, hatta halıyı toprağa bile gömmekle uğraşmıştım. Ama bu olay bana ölümü hatırlatmış, bir beyin fırtınasına ve hayatıma yön vermeme neden olmuştu. Her şer de bir hayır da olabilirdi.
SUHEYLA

İKİ FARE BİR YUMURTA
Evimiz köy evi ve topraktandı. Bir odamız kışlık yiyecek ve mutfak malzemeleri ile bir ambar gibi kullanıyorduk. Evin genç kızı bendim. Ve eve giren-çıkan her şey benden sorulurdu.
Her gün kümesten yumurtaları ben getirirdim. Yumurtaları sayar ve yerine yerleştirirdim. Evde benden başka yemek yapan yoktu. Bu nedenle her şey bıraktığım gibi olurdu. Fakat yumurtaların sayısı bir türlü bıraktığım gibi değildi. Günde bir iki yumurta eksik olurdu. Sorup soruşturdum. Yumurtalara ne olduğunu kimse bilememişti. Bende bir takıntıya dönüştü ve sorunu çözmeye karar verdim.
Bir gün boyunca odamızın köşesinde bulunan dolabın arkasına saklandım. Birde ne göreyim, iki fare arka arkaya dizili olarak yumurtaların olduğu rafa doğru gittiler. Yandan sarkan sarkaca çıktılar. Rafa atladılar. Yumurtayı kucakladılar. Kendilerini aşağıya sarkıttılar. Yere inince bir fare yumurtayı kucağına aldı ve sırtüstü uzandı. Diğer fare arkadaşı da uzanmış farenin kuyruğundan tuttu ve çekmeye başladı, yuvalarına doğru sürükledi.
Ağzım açık kalmıştı. Şok olmuştum. Bu iki fare işbirliği yapmış, kendilerince bir plan uygulamışlardı. Ama bunlar fare idi.
Sonra tefekküre daldım. Ve bu farelerin kendilerine değil, arkasında olan yüce Rabb’imizin lütuf ve kudretine düşündüm. O ki; yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa, her şeyin yönetimi, gözetimi ve denetimi hepsi O’na aitti. Bu küçük varlıklara bile yol göstermişti.
O gün, o olayın karşısında kendi zelilliğimi düşündüm. O fareler yumurtayı amaçlamışlardı. Bir plan yapmışlardı. Ve projelerini uygulamışlardı.
Ben de kendi amaçlarımı, planlarımı ve projelerimi düşündüm. Ben, gün neyi getiriyorsa onu yaşıyordum, onu yapıyordum. Ama bugünden sonra böyle olmayacaktı. Amacımı ben belirleyecektim. Plan ve projelerimi ben seçecektim…
Sonra hayatımın yatırımının en doğru ve en iyi yeri neresi olmalı ve daha binlerce soru… Beni bekliyordu. Sonunda yüce Allah’ın rızasına ve O’nun yoluna karar verdim. Ve hayatımı buraya yatırdım.
Şimdi çok mutluyum. Artık her yol ve olayın bana nereyi işaret ettiğini biliyorum. Ve hayatımı boşuna tüketmiyorum.
ŞERİFE KISAYOL
Her gün kümesten yumurtaları ben getirirdim. Yumurtaları sayar ve yerine yerleştirirdim. Evde benden başka yemek yapan yoktu. Bu nedenle her şey bıraktığım gibi olurdu. Fakat yumurtaların sayısı bir türlü bıraktığım gibi değildi. Günde bir iki yumurta eksik olurdu. Sorup soruşturdum. Yumurtalara ne olduğunu kimse bilememişti. Bende bir takıntıya dönüştü ve sorunu çözmeye karar verdim.
Bir gün boyunca odamızın köşesinde bulunan dolabın arkasına saklandım. Birde ne göreyim, iki fare arka arkaya dizili olarak yumurtaların olduğu rafa doğru gittiler. Yandan sarkan sarkaca çıktılar. Rafa atladılar. Yumurtayı kucakladılar. Kendilerini aşağıya sarkıttılar. Yere inince bir fare yumurtayı kucağına aldı ve sırtüstü uzandı. Diğer fare arkadaşı da uzanmış farenin kuyruğundan tuttu ve çekmeye başladı, yuvalarına doğru sürükledi.
Ağzım açık kalmıştı. Şok olmuştum. Bu iki fare işbirliği yapmış, kendilerince bir plan uygulamışlardı. Ama bunlar fare idi.
Sonra tefekküre daldım. Ve bu farelerin kendilerine değil, arkasında olan yüce Rabb’imizin lütuf ve kudretine düşündüm. O ki; yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa, her şeyin yönetimi, gözetimi ve denetimi hepsi O’na aitti. Bu küçük varlıklara bile yol göstermişti.
O gün, o olayın karşısında kendi zelilliğimi düşündüm. O fareler yumurtayı amaçlamışlardı. Bir plan yapmışlardı. Ve projelerini uygulamışlardı.
Ben de kendi amaçlarımı, planlarımı ve projelerimi düşündüm. Ben, gün neyi getiriyorsa onu yaşıyordum, onu yapıyordum. Ama bugünden sonra böyle olmayacaktı. Amacımı ben belirleyecektim. Plan ve projelerimi ben seçecektim…
Sonra hayatımın yatırımının en doğru ve en iyi yeri neresi olmalı ve daha binlerce soru… Beni bekliyordu. Sonunda yüce Allah’ın rızasına ve O’nun yoluna karar verdim. Ve hayatımı buraya yatırdım.
Şimdi çok mutluyum. Artık her yol ve olayın bana nereyi işaret ettiğini biliyorum. Ve hayatımı boşuna tüketmiyorum.
ŞERİFE KISAYOL

DOĞRULARLA BERABER OLUN
Öncelikle “ dosdoğru yol” kavramı üzerinde durmak gerekir. Daha ilk süremiz olan Fatiha süresinde geçen bu kavram dinimizin yol haritasını göstermektedir. “ ihdina’s sırat el müstakim”. Yani “ bizi Allah’ım kendine ilet. Sana doğru gelen bu yol, en doğru yoldur. Beni bu yolda ayağa kaldır, yürüt ve sabitle”.
Birkaç kelime ile özetlesek bile, burada kullanılan her kavram çok önemli. İhdina, Sırat, Müstakim. Hepsi hedef, yol ve yolcuları anlatır. Doğruda anlatan kim?
İşte bizzat yaşayarak anlatanlar, vahiy alanlardır. Kadro vahiyi alanlar ve taşıyanlardır. Ehl-i Beyt önderlerinin hangisine bu soru sorulsa “ sıratı müstakimde yürüyenler kimlerdir?” diye, hep aynı cevap verilmiş. “ Dosdoğru yolda yürüyenler, biz ehl-i beyt önderleriyiz.”
Göz ardı etmeyelim. Bir önemli nokta. Ehl-i Beyt’in birinci zatı Resulullah Hz Muhammed(s.a.a)’tir. Resul ayrı bir şahıs, ailesi ayrı olarak düşünülemez. Ehl-i Beyt denilince, Resul(s.a.a) başta olmak üzere ailesi düşünülür. Örneğin; kaya ailesini babası ayrı düşünülerek Kaya ailesi şöyledir diye anlatamayız. Kaya ailesi deyince; baba ferdini birinci üye olarak anlatmaya başlamamız gerekir.
Aba halkını hatırlayın. Abayı onların üzerine atmıyor. “Gelin abamın altına girin” diyor Resulullah (s.a.a). Abasıyla kanatlarını açıyor. Bunu anlatan mubahale ayeti. Kendisi merkezde olarak bir kanadının altına Hz. Ali (as), Hz. Fatma(as), diğer kanadının altına Hz. Hasan (as) ve Hz. Hüseyin (as)’i alıyor. Resulün kendisi gövde, onlarda kanatları oluveriyorlar.
İşte bu yüzden onlar Risalet yolunun taşıyıcılarıdır, Resul’ün varisleridirler, Kur’an’ın tevilini aktaracak olan, Zikir Ehli, Ulu-l Emr, Sıddıklar, Ümmetin Önderleridirler.
Ehl-i Beyt mektebi bir mezhep, bir ekol, bir cemaat değildir. Yeni bir yorum, yeni bir algılama, yeni bir disiplin ile bir din yenilenmesi yapmıyorlar. Tamamlanmış ve kemâl kabul edilmiş İslam çizgisini devam ettiriyorlar.
Resul’ün yolunu değiştirmek isteyenler ile mücadele ediyorlar. Bunu akidede, ahlakta, siyasette, ekonomide ve her alanda direnmeye çalışıyorlar.
İslam adı altında çıkan her yeni oluşuma karşı duruyorlar. Her gün çıkan bir ekol ile karşılaşmak zorunda kalıyorlar. Tüm bunların arasında ilahi yol Resul’ün çizgisini devam ettiriyorlar. Bu yüzden dosdoğru yol onlardır. Sapma yok. İstikamet ilahi rıza ve peygamberin öğretisi. Yeni bir yorum, yeni bir disiplin yok. Var olan dinin devamıdırlar. Sizce Hz. Ali (as)’nin, Hz. Hasan(as)’ın, Hz. Hüseyin(as)’in, Hz. Zeynelabidin(as)’in …. İstekleri bu değil miydi? Bu yüzden imamet olarak seçilmemişler miydi? Direnişleri hep bunu anlatmıyor muydu? Katledilme sebepleri bu olabilir mi?
Bu yüzden onlar “bizim dediklerimiz lafız olarak bize aittir, ama mana olarak ceddimiz Resul(s.a.a)’e aittir” derler. Dolayısıyla onların dedikleri de öğreti dünyasına katılır. Resul’ün dediği kadar itibar görür.
Dosdoğru yol sapmayan yoldur. Artırması ve eksiltilmesi yoktur. İstikamet yüce Allah’ın rızasıdır. Hepsinin Öğreticisi Resul’ün kucağı, vahyin beşiğidir. Kısaca Allah ve Resul’ünün iradesini taşıyan yoldur.
Onlar Risalet ağacının meyveleri, bu dinin hüccetleri, peygamberin mirasçılarıdır.
Ayet-i kerimede bize emredilen “muhakkak doğrularla beraber olun” denilmektedir. Söyleyin, biz daha kimlerle beraber olalım?
Allah’ın salât ve selamı, Resul’ün ve tüm Ehl-i Beyt hidayet önderlerinin üzerine olsun.
Birkaç kelime ile özetlesek bile, burada kullanılan her kavram çok önemli. İhdina, Sırat, Müstakim. Hepsi hedef, yol ve yolcuları anlatır. Doğruda anlatan kim?
İşte bizzat yaşayarak anlatanlar, vahiy alanlardır. Kadro vahiyi alanlar ve taşıyanlardır. Ehl-i Beyt önderlerinin hangisine bu soru sorulsa “ sıratı müstakimde yürüyenler kimlerdir?” diye, hep aynı cevap verilmiş. “ Dosdoğru yolda yürüyenler, biz ehl-i beyt önderleriyiz.”
Göz ardı etmeyelim. Bir önemli nokta. Ehl-i Beyt’in birinci zatı Resulullah Hz Muhammed(s.a.a)’tir. Resul ayrı bir şahıs, ailesi ayrı olarak düşünülemez. Ehl-i Beyt denilince, Resul(s.a.a) başta olmak üzere ailesi düşünülür. Örneğin; kaya ailesini babası ayrı düşünülerek Kaya ailesi şöyledir diye anlatamayız. Kaya ailesi deyince; baba ferdini birinci üye olarak anlatmaya başlamamız gerekir.
Aba halkını hatırlayın. Abayı onların üzerine atmıyor. “Gelin abamın altına girin” diyor Resulullah (s.a.a). Abasıyla kanatlarını açıyor. Bunu anlatan mubahale ayeti. Kendisi merkezde olarak bir kanadının altına Hz. Ali (as), Hz. Fatma(as), diğer kanadının altına Hz. Hasan (as) ve Hz. Hüseyin (as)’i alıyor. Resulün kendisi gövde, onlarda kanatları oluveriyorlar.
İşte bu yüzden onlar Risalet yolunun taşıyıcılarıdır, Resul’ün varisleridirler, Kur’an’ın tevilini aktaracak olan, Zikir Ehli, Ulu-l Emr, Sıddıklar, Ümmetin Önderleridirler.
Ehl-i Beyt mektebi bir mezhep, bir ekol, bir cemaat değildir. Yeni bir yorum, yeni bir algılama, yeni bir disiplin ile bir din yenilenmesi yapmıyorlar. Tamamlanmış ve kemâl kabul edilmiş İslam çizgisini devam ettiriyorlar.
Resul’ün yolunu değiştirmek isteyenler ile mücadele ediyorlar. Bunu akidede, ahlakta, siyasette, ekonomide ve her alanda direnmeye çalışıyorlar.
İslam adı altında çıkan her yeni oluşuma karşı duruyorlar. Her gün çıkan bir ekol ile karşılaşmak zorunda kalıyorlar. Tüm bunların arasında ilahi yol Resul’ün çizgisini devam ettiriyorlar. Bu yüzden dosdoğru yol onlardır. Sapma yok. İstikamet ilahi rıza ve peygamberin öğretisi. Yeni bir yorum, yeni bir disiplin yok. Var olan dinin devamıdırlar. Sizce Hz. Ali (as)’nin, Hz. Hasan(as)’ın, Hz. Hüseyin(as)’in, Hz. Zeynelabidin(as)’in …. İstekleri bu değil miydi? Bu yüzden imamet olarak seçilmemişler miydi? Direnişleri hep bunu anlatmıyor muydu? Katledilme sebepleri bu olabilir mi?
Bu yüzden onlar “bizim dediklerimiz lafız olarak bize aittir, ama mana olarak ceddimiz Resul(s.a.a)’e aittir” derler. Dolayısıyla onların dedikleri de öğreti dünyasına katılır. Resul’ün dediği kadar itibar görür.
Dosdoğru yol sapmayan yoldur. Artırması ve eksiltilmesi yoktur. İstikamet yüce Allah’ın rızasıdır. Hepsinin Öğreticisi Resul’ün kucağı, vahyin beşiğidir. Kısaca Allah ve Resul’ünün iradesini taşıyan yoldur.
Onlar Risalet ağacının meyveleri, bu dinin hüccetleri, peygamberin mirasçılarıdır.
Ayet-i kerimede bize emredilen “muhakkak doğrularla beraber olun” denilmektedir. Söyleyin, biz daha kimlerle beraber olalım?
Allah’ın salât ve selamı, Resul’ün ve tüm Ehl-i Beyt hidayet önderlerinin üzerine olsun.

PORTAKAL KABUĞU
Gençliğimin hormonları kafama vurmuş olmalı. Duygularım alt üst. Ailem bana hiç anlayış göstermiyor, ağabeyimin baskısı beni çileden çıkarıyordu. Babamın duyarsız davranışları, annemin özellikle erkek çocuklara destek vermesi beni daha da üzüyordu.
Mahalleden arkadaşlarım vardı. Bana Kürt halkının haklarının çiğnendiğinden ve bu hakların geri alınması için mücadelelerden bahsediyorlardı. Uzun gecelerden sonra düşündüm, taşındım, karar verdim. Dağa kaçacaktım. Aileme söylemedim. Biliyordum karşı çıkacaklarını ve bana daha da baskı yapacaklarını. Arkadaşlarımdan bazıları beni tanıdıklarından fevri davranmamı istemiyorlardı.
Yoğun düşünceler içerisinde eve geldim. Babam yemeğini yemiş, kenara çekilmişti. Oturdum sofraya, annemle beraber sofrayı topladık, biraz televizyon seyrettik, haberler hiç iç açıcı değildi. Haberler de beni boğdu. Annem “Kızım kalk, meyve getir.”Dedi. Herkesin önüne ikişer portakal koydum, akabinde kendi tabağımı önüme aldım ve o yoğun düşünceler içinde sessizce portakalı soymaya başladım.
Derin düşünceler arasında birden ilâhi bir lütûf olmalı ki bir şeyi fark ettim. Portakalın bir kabuğu vardı ve o kabuk sayesinde portakalın tabiatı korunuyordu, hem dışarıdaki mikroplardan, hem de zarar gelebilecek her türlü böceklerden. Kendime sordum : “Ey Hazal, senin kabuğun nerede? İçimdeki güzelliği korumak nasıl olacaktı ve dışarıdaki tehlikelere karşı neyle korunacaktım?” Anladım ki benim de kabuğum olmalıydı. Tek tek bütün meyveleri düşündüm, hatta hayvanları da.
Örtü olayı dikkatimi çekti. Ailem hiç böyle bir öneri sunmamıştı bana. İşte o gece İslam’ın ilk tohumları beynimde dank etmişti. Ertesi gün İslam’ın düşünce yapısını araştırmaya başladım ve farkına vardım ki İslam’da örtünme bir şiardı ve inancını sembolize ediyordu. Bir süre sonra bedenimi örtüyle, ruhumu takva ile bürümeye karar verdim. Hem kendimi korumak, hem de korunmak için.
Aradan 18 yıl geçti. Geçmişime dönüp baktığımda her şey bir portakal kabuğu ile başlamıştı…
Mahalleden arkadaşlarım vardı. Bana Kürt halkının haklarının çiğnendiğinden ve bu hakların geri alınması için mücadelelerden bahsediyorlardı. Uzun gecelerden sonra düşündüm, taşındım, karar verdim. Dağa kaçacaktım. Aileme söylemedim. Biliyordum karşı çıkacaklarını ve bana daha da baskı yapacaklarını. Arkadaşlarımdan bazıları beni tanıdıklarından fevri davranmamı istemiyorlardı.
Yoğun düşünceler içerisinde eve geldim. Babam yemeğini yemiş, kenara çekilmişti. Oturdum sofraya, annemle beraber sofrayı topladık, biraz televizyon seyrettik, haberler hiç iç açıcı değildi. Haberler de beni boğdu. Annem “Kızım kalk, meyve getir.”Dedi. Herkesin önüne ikişer portakal koydum, akabinde kendi tabağımı önüme aldım ve o yoğun düşünceler içinde sessizce portakalı soymaya başladım.
Derin düşünceler arasında birden ilâhi bir lütûf olmalı ki bir şeyi fark ettim. Portakalın bir kabuğu vardı ve o kabuk sayesinde portakalın tabiatı korunuyordu, hem dışarıdaki mikroplardan, hem de zarar gelebilecek her türlü böceklerden. Kendime sordum : “Ey Hazal, senin kabuğun nerede? İçimdeki güzelliği korumak nasıl olacaktı ve dışarıdaki tehlikelere karşı neyle korunacaktım?” Anladım ki benim de kabuğum olmalıydı. Tek tek bütün meyveleri düşündüm, hatta hayvanları da.
Örtü olayı dikkatimi çekti. Ailem hiç böyle bir öneri sunmamıştı bana. İşte o gece İslam’ın ilk tohumları beynimde dank etmişti. Ertesi gün İslam’ın düşünce yapısını araştırmaya başladım ve farkına vardım ki İslam’da örtünme bir şiardı ve inancını sembolize ediyordu. Bir süre sonra bedenimi örtüyle, ruhumu takva ile bürümeye karar verdim. Hem kendimi korumak, hem de korunmak için.
Aradan 18 yıl geçti. Geçmişime dönüp baktığımda her şey bir portakal kabuğu ile başlamıştı…

ÖNCELİKLE İYİLİĞİ KENDİME EMRETMELİYİM…
Gençlik, kanımı kaynatıyordu. Heyecan ve macera benim dikkatimi çeken ilk seçeneklerdi. Dinamik bir ülkücü olmaya karar verdim. Ülkücü arkadaşlara takılıyor sık sık toplantılara katılıyordum. Zaman zaman karar veriyor. Eylem planları yapıyorduk. Toplantılarda “Türkçülük” ana konumuzdu, eylemlerde ise “Tekbir” getirmek bizim sloganımızdı.
Çevredeki gençleri çok kolay etrafımıza toplayabiliyorduk.
Bir gün dedemle kardeşim tartışmışlardı. Konu pek belli değildi. Adaleti yansıtacak bir durum yoktu. Konuyu kardeşime tavsiyelerde bulunarak “dedemin büyük olduğunu, büyüklere hürmet, büyük sözünün dinlenmesi gerektiğini” tavsiye etmiştim.
Tam bu sırada bir yandan kardeşime tavsiyelerde bulunurken diğer yandan içimde bir uyanış oldu. Ben kardeşime “büyük sözünün dinlenmesi gerektiğini” savunmuştum. Oysaki ben sürekli meydanlarda “Allah-u Ekber!” diyordum. Yani “Allah büyüktür”. O halde neden “Büyük Sözü” dinlemiyordum. Allah’ımın sözlerini ciddiye almıyor, uyarılarını dinlemiyordum. Ciddi uyarılarından biride “ırkçılık” yapmamamdı. Ama ben ümmeti Türk, Kürt, Arap gibi topluluklara bölüyordum. Aslında kardeşime yaptığım tavsiyeyi ilk önce kendime telkin etmeliydim.
O tartışma benim için bir uyanış vesilesi oldu. Rabb’im büyük olduğuna göre, O’nun sözüne itibar edip, dinlemeye karar verdim. Rabb’im bütün büyüklerinde büyüğüdür. Artık sloganik düşünmemeye, her önüme gelen açık davete icabet etmemeye karar verdim. Doğrulara hidayet eden ve yönlendiren yalnızca Rabb’imdir ve ben o doğrulardan başka doğruları kabul etmemeye azmettim. Beni boğan tüm tatminsizliklerden ve sonu boş sayfalardan sonra ışığımı bulmuştum. Hamd olsun…
Çevredeki gençleri çok kolay etrafımıza toplayabiliyorduk.
Bir gün dedemle kardeşim tartışmışlardı. Konu pek belli değildi. Adaleti yansıtacak bir durum yoktu. Konuyu kardeşime tavsiyelerde bulunarak “dedemin büyük olduğunu, büyüklere hürmet, büyük sözünün dinlenmesi gerektiğini” tavsiye etmiştim.
Tam bu sırada bir yandan kardeşime tavsiyelerde bulunurken diğer yandan içimde bir uyanış oldu. Ben kardeşime “büyük sözünün dinlenmesi gerektiğini” savunmuştum. Oysaki ben sürekli meydanlarda “Allah-u Ekber!” diyordum. Yani “Allah büyüktür”. O halde neden “Büyük Sözü” dinlemiyordum. Allah’ımın sözlerini ciddiye almıyor, uyarılarını dinlemiyordum. Ciddi uyarılarından biride “ırkçılık” yapmamamdı. Ama ben ümmeti Türk, Kürt, Arap gibi topluluklara bölüyordum. Aslında kardeşime yaptığım tavsiyeyi ilk önce kendime telkin etmeliydim.
O tartışma benim için bir uyanış vesilesi oldu. Rabb’im büyük olduğuna göre, O’nun sözüne itibar edip, dinlemeye karar verdim. Rabb’im bütün büyüklerinde büyüğüdür. Artık sloganik düşünmemeye, her önüme gelen açık davete icabet etmemeye karar verdim. Doğrulara hidayet eden ve yönlendiren yalnızca Rabb’imdir ve ben o doğrulardan başka doğruları kabul etmemeye azmettim. Beni boğan tüm tatminsizliklerden ve sonu boş sayfalardan sonra ışığımı bulmuştum. Hamd olsun…

GEÇ GELEN İMANIN KAYIPLARI
İnsanlara bakıyorum. Herkes bir telaş içerisinde, herkes bir gayretin peşinde… Kimisi kariyer peşinde, kimisi birilerini memnun etme peşinde, kimisi markalara takıntılı, kimisi eğlenceye dalmış, kimisi hırslı, kimisi de boş vermişliğe bırakmış kendini, kimisi alış verişte, kimisi de laf ile geçiştirmekte…
Neler oluyor, ne zamanlar geçiyorlar…
Sonunda hakikat ile tanışıyorlar. İslam üzere bir hayat tarzı ile. Hak tercih olan ile… Yüce Allah’ın kaçınılmaz bir dönüş mercisi olduğunu anlıyorlar. Zararın neresinden dönersen kârdır ama yinede neler kaybettiklerini bir geriye dönüp bakıyorlar ve ne yazık ki görüyorlar…
“Yıllarca çalışmışım. Ama faizi benim hayatımda haram görmediğim için bir türlü bankacıların, tefecilerin pençelerinden kurtulamamışım. Kendime yazık etmişliğimin yanı sıra çocuklarımı ve eşimi mağdur etmişim, onları üzmüşüm, psikolojileri ile oynamışım, gelecekleri ile oynamışım.
Artık onlar büyümüşler, ama kendi ayaklarının üzerine sebat edemiyorlar, mutsuzlar, hep bir kanatları kırıklar. Onları doğru bir şekilde yetiştirememişim. Boğazlarından haram lokma geçirirken doğruları onlara nasıl benimsetebilirdim ki. Doğru olanı yakalamak için artık treni kaçırmışlar. Kısaca onları kaybetmişim…”
Başka bir pencereyi görüyoruz.
“O zaman İslam ile tanışmamıştım. Karı koca hayatın tadını istediğimiz şekilde çıkarıyoruz. İstediğimiz yerde yiyor, eğleniyor, içiyor, giyiniyor, tatil yapıyoruz. Sonra İslam ile tanıştım. Eşime de anlattım. Ama o alıştığı hayatı bırakmadı. Aramızda sürtüşmeler başladı. Ya islamı seçecektim ya da eşimi. Sonunda bir tercihe zorlandım. Eşimden ayrılmak zorunda kaldım. Bu huzursuzluk devam edemezdi. Aynı beklentileri artık yapmak istemiyordum. O da istediği gibi yaşamak istiyordu. Beraber yürüyemeyince ayrılmaktan başka çare kalmadı.”
Başka bir pencereyi aralıyoruz.
“ Eşim yıllarca içki içiyordu. Sarhoş olunca eve geliyordu. Çocuklara zarar vermesin diye odalarına gönderiyordum. Ama eşim beni de, çocuklarımı da kendi meze sofrasına oturmamıza zorluyordu. Kabul etmeyince beni dövüyor, çocukları da hırpalıyordu. Çocuklarımdan biri çok korkuyordu babasından ve oturuyordu onun içki sofrasına. Ama diğeri de direniyor, bütün eziyetlere dayanmaya çalışıyordu. Aradan yıllar geçti. Bir arkadaşın vesilesi ile eşim İslam ile tanıştı. Çok sevinmiştim. Artık bizim evimizde de huzur olacaktı. Çatışmalar sona ermişti. Eşim artık iyi davranıyordu bize. Ama ne yazık ki bazı şeylerin değişmesi artık çok geçti. Büyük çocuğum içki içme de kolik olmuştu. Küçük çocuğumda içine kapanık, okulda başarısız, sıkıntılı bir genç olmuştu…..”
Bunlar gibi hikâyeler çok çevremizde. Tüm bunlar hayatımıza İslam’ın geç davet edilmesinin sonuçları idi. Kendimizi düzeltsek bile, çevremize verdiğimiz zarar ve bizimde kaybettiğimiz o kadar çok şey vardı ki…
Dileğimiz gençlerin bu hikâyeler gibi aynı hataları yapmamaları ve geç kalmamaları… Bu yaşanılan kötü tecrübelerden ders almalarıdır. Daha ne kadar, ne zamana kadar kayıplar olsun. Olmasın. Her şey böyle söylenildiği kadar kolay değil. Ancak yaşayan bilir.
Neler oluyor, ne zamanlar geçiyorlar…
Sonunda hakikat ile tanışıyorlar. İslam üzere bir hayat tarzı ile. Hak tercih olan ile… Yüce Allah’ın kaçınılmaz bir dönüş mercisi olduğunu anlıyorlar. Zararın neresinden dönersen kârdır ama yinede neler kaybettiklerini bir geriye dönüp bakıyorlar ve ne yazık ki görüyorlar…
“Yıllarca çalışmışım. Ama faizi benim hayatımda haram görmediğim için bir türlü bankacıların, tefecilerin pençelerinden kurtulamamışım. Kendime yazık etmişliğimin yanı sıra çocuklarımı ve eşimi mağdur etmişim, onları üzmüşüm, psikolojileri ile oynamışım, gelecekleri ile oynamışım.
Artık onlar büyümüşler, ama kendi ayaklarının üzerine sebat edemiyorlar, mutsuzlar, hep bir kanatları kırıklar. Onları doğru bir şekilde yetiştirememişim. Boğazlarından haram lokma geçirirken doğruları onlara nasıl benimsetebilirdim ki. Doğru olanı yakalamak için artık treni kaçırmışlar. Kısaca onları kaybetmişim…”
Başka bir pencereyi görüyoruz.
“O zaman İslam ile tanışmamıştım. Karı koca hayatın tadını istediğimiz şekilde çıkarıyoruz. İstediğimiz yerde yiyor, eğleniyor, içiyor, giyiniyor, tatil yapıyoruz. Sonra İslam ile tanıştım. Eşime de anlattım. Ama o alıştığı hayatı bırakmadı. Aramızda sürtüşmeler başladı. Ya islamı seçecektim ya da eşimi. Sonunda bir tercihe zorlandım. Eşimden ayrılmak zorunda kaldım. Bu huzursuzluk devam edemezdi. Aynı beklentileri artık yapmak istemiyordum. O da istediği gibi yaşamak istiyordu. Beraber yürüyemeyince ayrılmaktan başka çare kalmadı.”
Başka bir pencereyi aralıyoruz.
“ Eşim yıllarca içki içiyordu. Sarhoş olunca eve geliyordu. Çocuklara zarar vermesin diye odalarına gönderiyordum. Ama eşim beni de, çocuklarımı da kendi meze sofrasına oturmamıza zorluyordu. Kabul etmeyince beni dövüyor, çocukları da hırpalıyordu. Çocuklarımdan biri çok korkuyordu babasından ve oturuyordu onun içki sofrasına. Ama diğeri de direniyor, bütün eziyetlere dayanmaya çalışıyordu. Aradan yıllar geçti. Bir arkadaşın vesilesi ile eşim İslam ile tanıştı. Çok sevinmiştim. Artık bizim evimizde de huzur olacaktı. Çatışmalar sona ermişti. Eşim artık iyi davranıyordu bize. Ama ne yazık ki bazı şeylerin değişmesi artık çok geçti. Büyük çocuğum içki içme de kolik olmuştu. Küçük çocuğumda içine kapanık, okulda başarısız, sıkıntılı bir genç olmuştu…..”
Bunlar gibi hikâyeler çok çevremizde. Tüm bunlar hayatımıza İslam’ın geç davet edilmesinin sonuçları idi. Kendimizi düzeltsek bile, çevremize verdiğimiz zarar ve bizimde kaybettiğimiz o kadar çok şey vardı ki…
Dileğimiz gençlerin bu hikâyeler gibi aynı hataları yapmamaları ve geç kalmamaları… Bu yaşanılan kötü tecrübelerden ders almalarıdır. Daha ne kadar, ne zamana kadar kayıplar olsun. Olmasın. Her şey böyle söylenildiği kadar kolay değil. Ancak yaşayan bilir.

ÖĞRETMENİM VE HAYAL KIRIKLIĞIM
Describe your Çok başarılıydım, kolejde son sınıftaydım. Ahmet öğretmenimi çok seviyordum. Onun fikirleri, onun düşünceleri benim için çok önemliydi. Öğretmenim Sosyalist’ti. Bana Sosyalizm’e ait kitaplar getiriyordu. Okuyordum ve birkaç gün içerisinde tekrar geri veriyordum. Kitaplardan anlamadığım bazı kavram ve bölümleri ona soruyordum. Kendince cevap veriyordu bana. İçimi tatmin etmese de kabul ediyordum. Çünkü ona çok güveniyordum. Onun her şeyin en iyisini bileceğini düşünüyordum.
Bir gün müdürümüz beni çağırttı. Sebebini bilmediğim suçlamalardan dolayı bana bağırdı, hakaret etti. Beni dövdü. Bu haksızlığı yaparken bana, anladım ki okul derecesine girmiştim ve o bunu kabullenemiyordu. Müdürümüz ırkçı birisiydi ve kendi çevresinden birisi olmadığı için bana saldırıyordu. Ahmet Öğretmenim de bunu biliyordu. Dayak yerken ve kulaklarımda o hakaretler çınlarken öğretmenimin ceketini ilikleyip müdüre eğildiğini fark ettim. Yediğim hakaretler ve tokatlar gözümde küçülmüş; içimde büyüyen acı, öğretmenimin haksızlık karşısında eğilmesi olmuştu. Bütün hayallerim ve ideallerim alt üst olmuştu…
O halde ben kime güvenmeliydim? Binlerce soru beynimi kemiriyordu. Cevap arıyordum. Cevaba en yakın arkadaşımı koydum. Ama o da aciz, zayıflıkları olan bir varlıktı. Annemi, babamı düşündüm; onlar da birer insan idiler, onların da korkuları, zayıf yönleri ve acizlikleri vardı. Bu soruya cevap alıncaya kadar günlerce düşündüm…
Sonunda kitapevine gitmeye karar verdim. Saatlerce kitapları karıştırdım, karıştırdım, karıştırdım… Bir kısım kitapları da yanıma alarak yurda getirdim. Ve okumaya başladım. Sonunda cevabı bulmuştum.
Güveneceğim, sığınacağım ve asla beni hayal kırıklığına uğratmayacak tek mercii. Meğer aradığım, kalbimin ve ruhumun tek çaresi “ Yüce Allah” imiş. O gün beni karanlıklardan kurtaran ışığımı bulmuştum.image here.
Bir gün müdürümüz beni çağırttı. Sebebini bilmediğim suçlamalardan dolayı bana bağırdı, hakaret etti. Beni dövdü. Bu haksızlığı yaparken bana, anladım ki okul derecesine girmiştim ve o bunu kabullenemiyordu. Müdürümüz ırkçı birisiydi ve kendi çevresinden birisi olmadığı için bana saldırıyordu. Ahmet Öğretmenim de bunu biliyordu. Dayak yerken ve kulaklarımda o hakaretler çınlarken öğretmenimin ceketini ilikleyip müdüre eğildiğini fark ettim. Yediğim hakaretler ve tokatlar gözümde küçülmüş; içimde büyüyen acı, öğretmenimin haksızlık karşısında eğilmesi olmuştu. Bütün hayallerim ve ideallerim alt üst olmuştu…
O halde ben kime güvenmeliydim? Binlerce soru beynimi kemiriyordu. Cevap arıyordum. Cevaba en yakın arkadaşımı koydum. Ama o da aciz, zayıflıkları olan bir varlıktı. Annemi, babamı düşündüm; onlar da birer insan idiler, onların da korkuları, zayıf yönleri ve acizlikleri vardı. Bu soruya cevap alıncaya kadar günlerce düşündüm…
Sonunda kitapevine gitmeye karar verdim. Saatlerce kitapları karıştırdım, karıştırdım, karıştırdım… Bir kısım kitapları da yanıma alarak yurda getirdim. Ve okumaya başladım. Sonunda cevabı bulmuştum.
Güveneceğim, sığınacağım ve asla beni hayal kırıklığına uğratmayacak tek mercii. Meğer aradığım, kalbimin ve ruhumun tek çaresi “ Yüce Allah” imiş. O gün beni karanlıklardan kurtaran ışığımı bulmuştum.image here.

DÖNÜM GECESİ
Ailem; tam geleneksel bir aileydi. Babam işe gider gelir, namaz kılar, şefkatle bizimle ilgilenirdi. Annem ev işlerini yapar, bizi okula uğurlar, arada nasihatlerde bulunurdu. Annem ve Babamın benden istediği başımı örtmem ve namaz kılmamdı.
Annem ve babam doğal olarak cehennem ateşinden korumak için sık sık beni uyarıyordu. Onların kaygılarını anlamak istemiyordum. Arkadaşlarım gayet rahattılar. Onların ailesi böyle bir baskı yapmıyorlardı. Serbest olmak istiyordum ama diğer yandan da onları kırmamak adına arada sırada namaz kılıyordum. Örtünme konusunda da sürekli bir bahane arkasına saklanıyordum.
Aileme arkadaşlarımı emsal gösteriyor, içten içe onlara sitem ediyordum.
Günlerden bir gün arkadaşlarımdan birinin babaannesi ölmüştü. Ben de onu tanıyordum. O yaşlı teyzeyi bende seviyordum. O gün ölümü beni çok üzmüştü. Yoğun bir günden sonra sessizce eve gelmiştim. O kadar sessizdim ki aileme hiç açıklama yapmadan odama gidip uyumuştum.
O gece çok dehşetli bir rüya gördüm. Kıyamet günüydü. Kendimin de dirildiğini gördüm. Hayatımda olup biten her şeyin masaya yatırıldığını, niyetlerimin, duygularımın, hayallerimin, beklentilerimin, sorumluluklarımın ama hepsinin sorgulandığını gördüm, o kadar şaşkındım ki gelen sorulara nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Yan taraftan kaçmak istiyordum ama kaçamıyordum. Büyük bir dehşetin beni sardığını gördüm. Sonumun nereye varacağından çok korkuyordum.
Ne yapmalıydım… Bütün o endişe, kaygı, korku ve sıkıntıların içerisinde beni en çok üzen ve pişman olduğum şey; Rabb’imin bana uzattığı dost eli tutmamış olduğumdu. Hidayete sarılmamış olmamdı. Bu pişmanlık her duygudan daha çok kavuruyordu beni. Secdeye kapanmış yalvarıyordum Rabb’ime: “Ya Rabbi, Ya İlahi! ne olur bana bir fırsat ver.”
Ve… Bana bir lütuf daha verilmişti.
Birden uyandım. Ter içinde uyandım. Hemen banyoya koştum. Abdestimi aldım, annemin baş örtüsünü taktım ve Rabb’imin huzuruna durdum. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da “Rabb’im sana binlerce kez hamd olsun. Bana yeni bir fırsat verdiğin için.” Diyordum.
O gece, hayatımın dönüm noktası oldu. Hayatımda yeni bir sayfa açtım. Yeni bir kimlik, yeni bir bilinç ile hayata “merhaba” dedim. Rabb’imin rızası, ilmi ve hikmeti ile yaşamak ne güzel!
Annem ve babam doğal olarak cehennem ateşinden korumak için sık sık beni uyarıyordu. Onların kaygılarını anlamak istemiyordum. Arkadaşlarım gayet rahattılar. Onların ailesi böyle bir baskı yapmıyorlardı. Serbest olmak istiyordum ama diğer yandan da onları kırmamak adına arada sırada namaz kılıyordum. Örtünme konusunda da sürekli bir bahane arkasına saklanıyordum.
Aileme arkadaşlarımı emsal gösteriyor, içten içe onlara sitem ediyordum.
Günlerden bir gün arkadaşlarımdan birinin babaannesi ölmüştü. Ben de onu tanıyordum. O yaşlı teyzeyi bende seviyordum. O gün ölümü beni çok üzmüştü. Yoğun bir günden sonra sessizce eve gelmiştim. O kadar sessizdim ki aileme hiç açıklama yapmadan odama gidip uyumuştum.
O gece çok dehşetli bir rüya gördüm. Kıyamet günüydü. Kendimin de dirildiğini gördüm. Hayatımda olup biten her şeyin masaya yatırıldığını, niyetlerimin, duygularımın, hayallerimin, beklentilerimin, sorumluluklarımın ama hepsinin sorgulandığını gördüm, o kadar şaşkındım ki gelen sorulara nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Yan taraftan kaçmak istiyordum ama kaçamıyordum. Büyük bir dehşetin beni sardığını gördüm. Sonumun nereye varacağından çok korkuyordum.
Ne yapmalıydım… Bütün o endişe, kaygı, korku ve sıkıntıların içerisinde beni en çok üzen ve pişman olduğum şey; Rabb’imin bana uzattığı dost eli tutmamış olduğumdu. Hidayete sarılmamış olmamdı. Bu pişmanlık her duygudan daha çok kavuruyordu beni. Secdeye kapanmış yalvarıyordum Rabb’ime: “Ya Rabbi, Ya İlahi! ne olur bana bir fırsat ver.”
Ve… Bana bir lütuf daha verilmişti.
Birden uyandım. Ter içinde uyandım. Hemen banyoya koştum. Abdestimi aldım, annemin baş örtüsünü taktım ve Rabb’imin huzuruna durdum. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da “Rabb’im sana binlerce kez hamd olsun. Bana yeni bir fırsat verdiğin için.” Diyordum.
O gece, hayatımın dönüm noktası oldu. Hayatımda yeni bir sayfa açtım. Yeni bir kimlik, yeni bir bilinç ile hayata “merhaba” dedim. Rabb’imin rızası, ilmi ve hikmeti ile yaşamak ne güzel!
bottom of page