top of page

GADİR HUM’DAN ÖNCE HAC BİLİNCİ
Hac menasiklerin yeri Meşari’l Haram bölgesidir. Yani Allah’ın şiarlarının toplu halde bulunduğu bölgedir. Kâbe, Safa ve Merve, Zemzem, Hz. İbrahim’in Makamı, Arafat dağı, Müzdelife, Mina gibi şiarlar Hac süresinde geçmektedir.
Bu şiarlar bize Yüce Allah’ı hatırlatırlar. İnsanoğlunun hidayet yolunu görebilmeleri için yol işaretleri konumundadırlar. Ve hepsinin hikâyesinde Allah tarafından seçilmiş Peygamberler veya vasilerinin hatırlattıkları vardır. Zaten bu kimliklerle tüm şiarlar öne çıkarlar.
Şiarlar arasında ve tüm bu şiarları canlandıran, Allah tarafından görevli ve her zamanın gözü, dili konumunda olan en önde duran bir şiar daha vardır. Dini ayakta tutan, Kur’an’ı koruyan, sünneti ihya eden her zamanın şiarı! O da seçilmiş bir hidayet önderi olarak her zaman var olduğudur.
…Fuzeyl'den, dedi ki: Hz. Ebu Abdullah (İmam Cafer Sadık) aleyhisselam'a:
“Allah Azze ve Celle'nin: "...Her toplumun bir de hidayetçisi vardır."(Rad/7) buyruğunu sordum.
Buyurdular ki: "Her imam yaşadığı çağdaki insanların hidayetçisidir." Usuli Kâfi, c. 1, h. 497
Bu zamanın hidayet önderi de İmam Mehdi(a.f)’dir. Ve gelen rivayetlerde o her yıl hac menasikine katılmaktadır. Dolayısıyla haccı hac yapan ve marifet yeri olan Arafat dağında her sene Arefe günü zamanın önderi bulunmaktadır. O dinin direğidir. Çünkü ilahi marifet ve peygamberin mirası ondadır. Kupkuru olan dağda düşünülmemelidir. O halde kim Arefe günü, Arafat dağında zamanın önderini dininin merkezine alırsa o marifete daha yakın olur.
Durum bu iken tarihi süreçte diğer şiarlar (Kâbe, Safa, Merve, Arafat, Zemzem gibi) ile zamanın önderinin ayrı düşünüldüğü sahneleri çok görüyoruz. Örneğin Mekke müşrikleri Allah’a iman ettiklerini söyledikleri, Kâbe’yi tavaf ettikleri, Merve ve Safa arasında say yapıkları, kurban kestikleri halde âlemlerin efendisi olan, tüm seçilmişlerin önünde duran, en kerim kul Hz. Muhammed’in(saa) peygamberliğini kabul etmemiş, Mekke’den dışlamış ve hatta öldürmek için defalarca uğraşmışlardı. Onu dinin en önemli şiarı veya kanıtı olarak görmemişlerdi.
Aynı sahneleri İslam tarihi sürecinde de görüyoruz. Hz. Muhammed (s.a.a) kendi döneminde Hac’ tan dönerken Gadir Hum’da verdiği hutbede kendisinden sonra dinin sütunu olarak İmam Ali’nin(a.s) görülmesi gerektiğini buyurmuştu. Onun velayetliğini kabul edenlerin Allah ve Resulüne sadık olduğunu belirtmişti. Ancak görüyoruz ki bir avuç sadık Müslümanlar dışında aynı eski cahiliyye bakışı gibi yine zamanın önderini diğer şiarlardan ayrı tuttular.
Aynı sahne imam Hüseyin’in(a.s) döneminde de görüyoruz. Hac günlerinde insanlar çevre beldelerden Mekke’ye doğru akın ederken, Mekke’de bulunan İmam Hüseyin(a.s) o günün yönetim baskısından ve halkın cehaletinden Terviye günü (Arefe gününden bir gün önce) Mekke’den ayrılmak zorunda kalıyor. Oraya doğru gelen ve orayı mesken edinmiş insanlar, imam Hüseyin’i (a.s) ne anlıyorlar, ne de ona destek veriyorlar. Yaşanan olayları kişiselleştirip, onun hiçbir davetine olumlu cevap vermiyorlar. O, sanki kendi imamları değilmiş gibi. Halk hac şiarlarını yine önderinden ayrı görmüş oldu ki, imamları haccı yapamadan Mekke’den ayrılmak zorunda kalıyor, onlar ise hac menasikine hiçir şey olmamış gibi devam ediyorlar. Allah rızasını olması gereken ana şiarda değil, beldelerde arıyorlar.
…Cabir'den, dedi ki: Hz. Ebu Cafer (İmam Muhammed Bâkır) aleyhisselam'ın şöyle buyurduklarını duydum:
"Yalnızca Allah'ı ve biz Ehli Beyt'ten olan imamını tanıyan kimse, Allah Azze ve Celle'yi tanır ve O'na kulluk eder. Allah Azze ve Celle'yi ve biz Ehli Beyt'ten olan imamı tanımayan ise, Allah'a yemin olsun ki ancak böylece sapık şekilde Allah'tan başkasını tanır ve kulluk eder." Usul-i Kâfi, c.1, h. 464
İmam Hüseyin (a.s)’e olan aynı bakış açısı, yine halk tabanında devam ediyor. Bu gün zamanımızın önderi İmam Mehdi(a.f) de diğer şiarlardan kopuk görülmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki marifet kalesi gerçekte imam Mehdi(a.f) değil miydi?
…Cabiri'l-Cofi'den, dedi ki: Hz. Ebu Cafer (İmam Muhammed Bâkır) aleyhisselam buyurdular ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve alih şöyle buyurmuşlardır:
"Kim, benim yaşayışımı yaşamak, benim ölümümle ölmek ve Rabbi'min bana vaad ettiği cennete girip, Rabbi'min kendi eliyle diktiği dala tutunmak istiyorsa, Ali bin Ebu Talip ve ondan sonraki vasileri veli edinsin.Çünkü onlar, sizi sapıklık kapısına sokmaz, hidayet kapısından da çıkarmaz. Onlara bir şey öğretmeğe kalkışmayın, çünkü onlar sizden daha bilgilidirler. Rabbi'mden istedim ki, Havuz'un başında bana dönünceye kadar onlarla Kitab'ın (Kur'an'ın) arasını açmasın."
Bu arada Resulullah sallallahu aleyhi ve alih iki parmağını birbirine bitiştirdi. (Sonra da buyurdu ki): "Onun (Havuz'un) genişliği San'a ile Eyle arasıcadır, orada yıldızların sayısıca gümüşten ve altından kadehler bulunmaktadır." Usul-i Kâfi, c.1, h. 537
Bazı insanlar Ehli Beyt’in Hz. Peygamber’den(s.a.a) sonraki mirasçılığını red etmektedirler. Doğruluğuna inanmadığımız bu tercihi onlar kendilerince yapmışlar?!
Ancak sözüm Ehli Beyt’in konumunu kabul ettiğini söyleyenleredir. Onlar da aynı hatayı yapmaktadırlar.
Gerçekte iman ve kulluk sunumunda İmam Mehdi (a.f) takip edilmeli idi. Ona itaat şartı vardı. Bu dini ayakta tutan ilahi sütun o görülüyordu. O halde Takvim takibi yapılarak o şiarın(İmam Mehdi’nin a.f.) marifetine razı ve hakkımızda Arefe vakfesinde yaptığı dualarına, ortak olmalıydık. Onun dualarıyla önümüzü aydınlatmasını istemeliydik. Onun marifetinin ışınlarını Arefe günü bir kelebek etkisi gibi tüm beldelere yayılmasından feyz almalıydık. Ancak bu şekilde ilahî terbiyeden ve disiplinden geçebilirdik. Zaman, mekân ve keyfiyet konusunda kulluğumuzda zamanın İmam’ına uymalıydık.
…Muhammed bin Fuzeyl'den, dedi ki:
"Ona (İmam'a) kulların Allah'a yaklaştıkları en faziletli amelin ne olduğunu sordum. Buyurdular ki:
"Kulların Allah'a yaklaştıkları en faziletli amel, Allah'a, Resulüne ve emir sahiplerine (Ehl-i Beyt İmamlarına) itaat etmektir." Usul-i Kâfi, c.1, h. 486
Dolayısıyla Arefe günü İmam Mehdi(a.f) vakfe dururken insanların acele ederek, onun önünden geçerek kendi kendilerine göre şeytan taşlamaya gitmeleri, kurban kesmeleri, bayram kutlamalarını başlatmaları gibi hareketleri gerçekten çok şaşırtıcıdır. Hem de gözleri ve gönüllerinin onda olduğunu savunanlar bunları yapmaktadır. Bu sahneler hâlâ daha aynı hatalarda olduğumuzu gösteriyor bize ne yazık ki.
Terviye günü yalnız bırakılan İmam Hüseyin(a.s) gibi İmam Mehdi (a.f) de bu tavırlarla yalnızlaşıyor. Bu gariplik bizim yüzümüzden devam ediyor. Bizim yüzümüzden gaybet imtihanı zorlaşıyor. Hâlbuki bu insanlar, Ehli Beyt’e tabii olduklarını söylüyorlardı. Yoksa kendilerini kaplayacak olan İlahi atmosfer, İmam Mehdi(a.f) merkezli değil miydi? Kendilerine biçtikleri iman dünyasını insanlar ve arzuları mı yönlendiriyordu?
… Ali b. Ukbe, babasından şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah’ın (İmam Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle dediğini duydum:
“Şu işi (Ehli Beyt’e bağlılığı) Allah için yapın. İnsanlar için değil; çünkü ancak Allah için yapılan iş, Allah içindir. İnsanlar için yapılan bir şey de Allah katına yükselmez. …” Tevhid, Şeyh Saduk, h. 537
O halde toplum psikolojisinden kurtulalım. Gerçekten Rabbimizin dediği gibi yeryüzü düzenine uyalım. Rabbimizin seçtiği Hz. Muhammed(s.a.a) ve vasileri olan Ehl-i Beyt imamlarına göre düşünelim. Zamanımızın Önderi, Resulullah’ın(s.a.a) en son vasisi İmam Mehdi(a.f)’dir. Bizim sığınağımız, nurumuz, aramızdaki ilahi nimet, sıratı müstakimimiz, konuşan Kur’an’ımız, Hüccetullah, Halifetullah, Veliyyullah O’dur.
Dolayısıyla yapmamız gereken bir kuşun kendi yuvasına koştuğu gibi çok çabuk ve doğruca Onun gölgesine girmemiz ve ona sarılmamız gerekmektedir. Ne ondan geri, ne de onun önüne geçmeden. Vesselam…
Bu şiarlar bize Yüce Allah’ı hatırlatırlar. İnsanoğlunun hidayet yolunu görebilmeleri için yol işaretleri konumundadırlar. Ve hepsinin hikâyesinde Allah tarafından seçilmiş Peygamberler veya vasilerinin hatırlattıkları vardır. Zaten bu kimliklerle tüm şiarlar öne çıkarlar.
Şiarlar arasında ve tüm bu şiarları canlandıran, Allah tarafından görevli ve her zamanın gözü, dili konumunda olan en önde duran bir şiar daha vardır. Dini ayakta tutan, Kur’an’ı koruyan, sünneti ihya eden her zamanın şiarı! O da seçilmiş bir hidayet önderi olarak her zaman var olduğudur.
…Fuzeyl'den, dedi ki: Hz. Ebu Abdullah (İmam Cafer Sadık) aleyhisselam'a:
“Allah Azze ve Celle'nin: "...Her toplumun bir de hidayetçisi vardır."(Rad/7) buyruğunu sordum.
Buyurdular ki: "Her imam yaşadığı çağdaki insanların hidayetçisidir." Usuli Kâfi, c. 1, h. 497
Bu zamanın hidayet önderi de İmam Mehdi(a.f)’dir. Ve gelen rivayetlerde o her yıl hac menasikine katılmaktadır. Dolayısıyla haccı hac yapan ve marifet yeri olan Arafat dağında her sene Arefe günü zamanın önderi bulunmaktadır. O dinin direğidir. Çünkü ilahi marifet ve peygamberin mirası ondadır. Kupkuru olan dağda düşünülmemelidir. O halde kim Arefe günü, Arafat dağında zamanın önderini dininin merkezine alırsa o marifete daha yakın olur.
Durum bu iken tarihi süreçte diğer şiarlar (Kâbe, Safa, Merve, Arafat, Zemzem gibi) ile zamanın önderinin ayrı düşünüldüğü sahneleri çok görüyoruz. Örneğin Mekke müşrikleri Allah’a iman ettiklerini söyledikleri, Kâbe’yi tavaf ettikleri, Merve ve Safa arasında say yapıkları, kurban kestikleri halde âlemlerin efendisi olan, tüm seçilmişlerin önünde duran, en kerim kul Hz. Muhammed’in(saa) peygamberliğini kabul etmemiş, Mekke’den dışlamış ve hatta öldürmek için defalarca uğraşmışlardı. Onu dinin en önemli şiarı veya kanıtı olarak görmemişlerdi.
Aynı sahneleri İslam tarihi sürecinde de görüyoruz. Hz. Muhammed (s.a.a) kendi döneminde Hac’ tan dönerken Gadir Hum’da verdiği hutbede kendisinden sonra dinin sütunu olarak İmam Ali’nin(a.s) görülmesi gerektiğini buyurmuştu. Onun velayetliğini kabul edenlerin Allah ve Resulüne sadık olduğunu belirtmişti. Ancak görüyoruz ki bir avuç sadık Müslümanlar dışında aynı eski cahiliyye bakışı gibi yine zamanın önderini diğer şiarlardan ayrı tuttular.
Aynı sahne imam Hüseyin’in(a.s) döneminde de görüyoruz. Hac günlerinde insanlar çevre beldelerden Mekke’ye doğru akın ederken, Mekke’de bulunan İmam Hüseyin(a.s) o günün yönetim baskısından ve halkın cehaletinden Terviye günü (Arefe gününden bir gün önce) Mekke’den ayrılmak zorunda kalıyor. Oraya doğru gelen ve orayı mesken edinmiş insanlar, imam Hüseyin’i (a.s) ne anlıyorlar, ne de ona destek veriyorlar. Yaşanan olayları kişiselleştirip, onun hiçbir davetine olumlu cevap vermiyorlar. O, sanki kendi imamları değilmiş gibi. Halk hac şiarlarını yine önderinden ayrı görmüş oldu ki, imamları haccı yapamadan Mekke’den ayrılmak zorunda kalıyor, onlar ise hac menasikine hiçir şey olmamış gibi devam ediyorlar. Allah rızasını olması gereken ana şiarda değil, beldelerde arıyorlar.
…Cabir'den, dedi ki: Hz. Ebu Cafer (İmam Muhammed Bâkır) aleyhisselam'ın şöyle buyurduklarını duydum:
"Yalnızca Allah'ı ve biz Ehli Beyt'ten olan imamını tanıyan kimse, Allah Azze ve Celle'yi tanır ve O'na kulluk eder. Allah Azze ve Celle'yi ve biz Ehli Beyt'ten olan imamı tanımayan ise, Allah'a yemin olsun ki ancak böylece sapık şekilde Allah'tan başkasını tanır ve kulluk eder." Usul-i Kâfi, c.1, h. 464
İmam Hüseyin (a.s)’e olan aynı bakış açısı, yine halk tabanında devam ediyor. Bu gün zamanımızın önderi İmam Mehdi(a.f) de diğer şiarlardan kopuk görülmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki marifet kalesi gerçekte imam Mehdi(a.f) değil miydi?
…Cabiri'l-Cofi'den, dedi ki: Hz. Ebu Cafer (İmam Muhammed Bâkır) aleyhisselam buyurdular ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve alih şöyle buyurmuşlardır:
"Kim, benim yaşayışımı yaşamak, benim ölümümle ölmek ve Rabbi'min bana vaad ettiği cennete girip, Rabbi'min kendi eliyle diktiği dala tutunmak istiyorsa, Ali bin Ebu Talip ve ondan sonraki vasileri veli edinsin.Çünkü onlar, sizi sapıklık kapısına sokmaz, hidayet kapısından da çıkarmaz. Onlara bir şey öğretmeğe kalkışmayın, çünkü onlar sizden daha bilgilidirler. Rabbi'mden istedim ki, Havuz'un başında bana dönünceye kadar onlarla Kitab'ın (Kur'an'ın) arasını açmasın."
Bu arada Resulullah sallallahu aleyhi ve alih iki parmağını birbirine bitiştirdi. (Sonra da buyurdu ki): "Onun (Havuz'un) genişliği San'a ile Eyle arasıcadır, orada yıldızların sayısıca gümüşten ve altından kadehler bulunmaktadır." Usul-i Kâfi, c.1, h. 537
Bazı insanlar Ehli Beyt’in Hz. Peygamber’den(s.a.a) sonraki mirasçılığını red etmektedirler. Doğruluğuna inanmadığımız bu tercihi onlar kendilerince yapmışlar?!
Ancak sözüm Ehli Beyt’in konumunu kabul ettiğini söyleyenleredir. Onlar da aynı hatayı yapmaktadırlar.
Gerçekte iman ve kulluk sunumunda İmam Mehdi (a.f) takip edilmeli idi. Ona itaat şartı vardı. Bu dini ayakta tutan ilahi sütun o görülüyordu. O halde Takvim takibi yapılarak o şiarın(İmam Mehdi’nin a.f.) marifetine razı ve hakkımızda Arefe vakfesinde yaptığı dualarına, ortak olmalıydık. Onun dualarıyla önümüzü aydınlatmasını istemeliydik. Onun marifetinin ışınlarını Arefe günü bir kelebek etkisi gibi tüm beldelere yayılmasından feyz almalıydık. Ancak bu şekilde ilahî terbiyeden ve disiplinden geçebilirdik. Zaman, mekân ve keyfiyet konusunda kulluğumuzda zamanın İmam’ına uymalıydık.
…Muhammed bin Fuzeyl'den, dedi ki:
"Ona (İmam'a) kulların Allah'a yaklaştıkları en faziletli amelin ne olduğunu sordum. Buyurdular ki:
"Kulların Allah'a yaklaştıkları en faziletli amel, Allah'a, Resulüne ve emir sahiplerine (Ehl-i Beyt İmamlarına) itaat etmektir." Usul-i Kâfi, c.1, h. 486
Dolayısıyla Arefe günü İmam Mehdi(a.f) vakfe dururken insanların acele ederek, onun önünden geçerek kendi kendilerine göre şeytan taşlamaya gitmeleri, kurban kesmeleri, bayram kutlamalarını başlatmaları gibi hareketleri gerçekten çok şaşırtıcıdır. Hem de gözleri ve gönüllerinin onda olduğunu savunanlar bunları yapmaktadır. Bu sahneler hâlâ daha aynı hatalarda olduğumuzu gösteriyor bize ne yazık ki.
Terviye günü yalnız bırakılan İmam Hüseyin(a.s) gibi İmam Mehdi (a.f) de bu tavırlarla yalnızlaşıyor. Bu gariplik bizim yüzümüzden devam ediyor. Bizim yüzümüzden gaybet imtihanı zorlaşıyor. Hâlbuki bu insanlar, Ehli Beyt’e tabii olduklarını söylüyorlardı. Yoksa kendilerini kaplayacak olan İlahi atmosfer, İmam Mehdi(a.f) merkezli değil miydi? Kendilerine biçtikleri iman dünyasını insanlar ve arzuları mı yönlendiriyordu?
… Ali b. Ukbe, babasından şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah’ın (İmam Cafer Sadık aleyhisselâm) şöyle dediğini duydum:
“Şu işi (Ehli Beyt’e bağlılığı) Allah için yapın. İnsanlar için değil; çünkü ancak Allah için yapılan iş, Allah içindir. İnsanlar için yapılan bir şey de Allah katına yükselmez. …” Tevhid, Şeyh Saduk, h. 537
O halde toplum psikolojisinden kurtulalım. Gerçekten Rabbimizin dediği gibi yeryüzü düzenine uyalım. Rabbimizin seçtiği Hz. Muhammed(s.a.a) ve vasileri olan Ehl-i Beyt imamlarına göre düşünelim. Zamanımızın Önderi, Resulullah’ın(s.a.a) en son vasisi İmam Mehdi(a.f)’dir. Bizim sığınağımız, nurumuz, aramızdaki ilahi nimet, sıratı müstakimimiz, konuşan Kur’an’ımız, Hüccetullah, Halifetullah, Veliyyullah O’dur.
Dolayısıyla yapmamız gereken bir kuşun kendi yuvasına koştuğu gibi çok çabuk ve doğruca Onun gölgesine girmemiz ve ona sarılmamız gerekmektedir. Ne ondan geri, ne de onun önüne geçmeden. Vesselam…

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yeyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir.” (Hac 36,37)
Yaklaşmakta olan Kurban bayramında keseceğimiz kurbanlıklarda dikkat etmemiz gereken hususları belirtmek gerekirse:
Eti helal olan hayvanlardan 14 şey haramdır:
1. Kan
2. Dışkı.
3. Erkeklik uzvu.
4. Dişilik uzunluğu .
5. Yavruluğu.
6. Uğur denilen vücuttaki şişkinlikler.
7. Erkeklik yumurtaları.
8. Beyinde bulunan nohut şeklindeki hipofiz bezi.
9. Omurilik.
10. İhtiyaten farz olarak, bel kemiğinin iki tarafında bulunan sinir.
11. Safra kesesi.
12. Dalak.
13. Mesane.
14. Göz bebeği.
Yaklaşmakta olan Kurban bayramında keseceğimiz kurbanlıklarda dikkat etmemiz gereken hususları belirtmek gerekirse:
Eti helal olan hayvanlardan 14 şey haramdır:
1. Kan
2. Dışkı.
3. Erkeklik uzvu.
4. Dişilik uzunluğu .
5. Yavruluğu.
6. Uğur denilen vücuttaki şişkinlikler.
7. Erkeklik yumurtaları.
8. Beyinde bulunan nohut şeklindeki hipofiz bezi.
9. Omurilik.
10. İhtiyaten farz olarak, bel kemiğinin iki tarafında bulunan sinir.
11. Safra kesesi.
12. Dalak.
13. Mesane.
14. Göz bebeği.

VAKİT İLE GELEN İMTİHAN!
Zaman, insanoğluna verilen imtihan sürecidir. Her imtihanın bir zamanı vardır. Yüce Allah bize, bir vakit programı ile de lütfetmektedir. Acaba günlük hayatımızda takvimi takip ederken, ilahi takvim boyutunu da görmemiz gerekmez mi? Dolayısıyla ilahi takvim programında bizim için ne önerilmektedir? Buraları da okumamız gerekmektedir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl. Kuşkusuz, iyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır.”[1]
“Güneşin kaymasından (zevaldan) gecenin karanlığına kadar namazı hakkıyla kıl ve fecrin okunuşunu da (sabah namazını da hakkıyla kıl) ki, gerçekten fecrin okunuşu izleniyordur” (Gece ve gündüz melekleri tarafından birlikte izlenmektedir)” [2]
Zaman bilinci, zamana göre niyet, zamana göre planlama ve programlama nasıl olmalıdır? Bizi bu yönden de Rabb’imiz bir terbiye sahasına almaktadır. Sabah namazı uykudan uyandırarak, öğle ve ikindi günün ortası, akşam ve yatsı her biri ayrı bir eğitim merhalesidir.
Bir ömrü plan ve programa çağırır. Hayatı ayakta tutar.
Zaman her insana şahittir ve her insanı kuşatır. Bu süreç içerisinde doğru olanlar ile yanlış olanlar veya temiz olanlar ile kirli olanlar birbirinden ayrılır. Namaz da zaman içerisinde bir şahit ve program olarak herkesin karnesini ortaya koyar.
Bazıları namazdan tamamen uzaktırlar.
“Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.”[3]
“Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.”[4]
Bazıları ise riya içerisindedirler. Namaz kılarlar ancak namazdan uzaktırlar.
“Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.”[5]
“Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.”[6]
Bazıları da namazın hakkını vermeye, ikame etmeğe çalışırlar.
“Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”[7]
Namazı ciddiye alanlar, vakit konusuna da itina gösterirler. Allah’ın davetine icabet hızı bir anlamda imanının ve samimi duygularının bir ifadesi olur.
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Namazları kılmaya çok dikkat etmesi kula dindarlık olarak yeter.” [8]
İmam Ali (a.s.) de inananları uyarmaktadır:
“Muhammed b. Ebu Bekir’e yazdığı mektubunda “Namaz vakitlerine dikkat et ve namazlarını vaktinde kıl, işin yok diye onu vaktinden önce kılma ve işin var diye de vaktinden sonraya erteleme!” diye buyurmuştur.”[9]
İmam Muhammed Bakır (a.s) da inananlara şöyle hatırlatmaktadır:
“Bil ki ilk vakit her zaman daha faziletlidir. O halde yapabildiğin kadar bu hayırlı işe koş. Aziz ve Celil olan Allah nezdinde en sevimli iş az olsa bilse kulun sürekli yaptığı iştir.”[10]
İmam Cafer Sadık (as) ta hatırlatmaktadır:
“Namazı ilk vaktinde kılmanın son vaktinde kılmaya üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstünlüğü gibidir.”[11]
“Kazzaz, İmam Rıza (a.s.) ve Ebu Talib soyundan gelen bazı alevileri ‘’seyidleri’’ karşılamak için dışarı çıktı. Bu esnada namaz vakti geldi. İmam yolunu orada bulunan bir köşke doğru değiştirdi. Bir kayanın ‘’gölgesinin’’ altına gelerek şöyle buyurdu: “Ezan oku!”, “ben dostlarımızın da bize katılmasını da bekleyelim. ‘’diye arz ettim.
İmam şöyle buyurdu. “Allah seni bağışlasın, namazı sebepsiz yere ilk vaktinden geriye erteleme. Her zaman namazı ilk vaktinde kılmaya çalış.” Böylece ben ezanı okudum ve namaz kıldık.””[12]
Yine namazını vaktinde hem de vaktinin ilk dakikaları olan en faziletli zamanında kılan kimsenin ölümü de güzel olur. Ölmeden önce şehadet kelimesini söylemek nasip olur.
“Dünyanın doğu ve batısında, ölüm meleğinin her gece ve gündüz beş namaz vaktinde kendilerine bakmadığı bir aile yoktur. Eğer canını almak istediği şahıs, namazlarını gözeten ve onları kendi vakitlerinde kılan kimselerden ise, ölüm meleği şehadeteyni[13]ona telkin eder ve Allah’ın rahmetinden uzak olan İblis’i ondan uzaklaştırır.”[14]
Tüm bunlardan anlıyoruz ki ilahi davette, hem Rabbimizin tayin ettiği plana uyulmalı hem de bu plana icabet çabuk olmalıdır. Bu ehemmiyetin farkında olmak gerekmektedir.
[1] Hûd suresi/114
[2] İsrâ suresi/78
[3] Müddesir Suresi/ 43
[4] Kıyamet Suresi/ 31
[5] Nisa Suresi, 142
[6] Maide Suresi, 58
[7] Bakara Suresi, 3
[8] Tembihü’l-Havatır, 2/122
[9] El-Bihar, 83/14/25
[10] El-Kafi,3/274/8
[11] Sevabu’l-A’mal,58-2
[12] El – Bihar, 83/21/38
[13]Şehadeteyn; Allah’ın tek ilâh, Hz. Muhammed’in (s.a.a) de O’nun elçisi ve son peygamber olduğuna iman etmekten ibaret olan şahadet kelimeleridir
[14] Sefinetu’l-Bihar, c. 8, s. 107, “Melek” maddesi
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl. Kuşkusuz, iyilikler kötülükleri giderir. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır.”[1]
“Güneşin kaymasından (zevaldan) gecenin karanlığına kadar namazı hakkıyla kıl ve fecrin okunuşunu da (sabah namazını da hakkıyla kıl) ki, gerçekten fecrin okunuşu izleniyordur” (Gece ve gündüz melekleri tarafından birlikte izlenmektedir)” [2]
Zaman bilinci, zamana göre niyet, zamana göre planlama ve programlama nasıl olmalıdır? Bizi bu yönden de Rabb’imiz bir terbiye sahasına almaktadır. Sabah namazı uykudan uyandırarak, öğle ve ikindi günün ortası, akşam ve yatsı her biri ayrı bir eğitim merhalesidir.
Bir ömrü plan ve programa çağırır. Hayatı ayakta tutar.
Zaman her insana şahittir ve her insanı kuşatır. Bu süreç içerisinde doğru olanlar ile yanlış olanlar veya temiz olanlar ile kirli olanlar birbirinden ayrılır. Namaz da zaman içerisinde bir şahit ve program olarak herkesin karnesini ortaya koyar.
Bazıları namazdan tamamen uzaktırlar.
“Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.”[3]
“Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.”[4]
Bazıları ise riya içerisindedirler. Namaz kılarlar ancak namazdan uzaktırlar.
“Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.”[5]
“Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.”[6]
Bazıları da namazın hakkını vermeye, ikame etmeğe çalışırlar.
“Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”[7]
Namazı ciddiye alanlar, vakit konusuna da itina gösterirler. Allah’ın davetine icabet hızı bir anlamda imanının ve samimi duygularının bir ifadesi olur.
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Namazları kılmaya çok dikkat etmesi kula dindarlık olarak yeter.” [8]
İmam Ali (a.s.) de inananları uyarmaktadır:
“Muhammed b. Ebu Bekir’e yazdığı mektubunda “Namaz vakitlerine dikkat et ve namazlarını vaktinde kıl, işin yok diye onu vaktinden önce kılma ve işin var diye de vaktinden sonraya erteleme!” diye buyurmuştur.”[9]
İmam Muhammed Bakır (a.s) da inananlara şöyle hatırlatmaktadır:
“Bil ki ilk vakit her zaman daha faziletlidir. O halde yapabildiğin kadar bu hayırlı işe koş. Aziz ve Celil olan Allah nezdinde en sevimli iş az olsa bilse kulun sürekli yaptığı iştir.”[10]
İmam Cafer Sadık (as) ta hatırlatmaktadır:
“Namazı ilk vaktinde kılmanın son vaktinde kılmaya üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstünlüğü gibidir.”[11]
“Kazzaz, İmam Rıza (a.s.) ve Ebu Talib soyundan gelen bazı alevileri ‘’seyidleri’’ karşılamak için dışarı çıktı. Bu esnada namaz vakti geldi. İmam yolunu orada bulunan bir köşke doğru değiştirdi. Bir kayanın ‘’gölgesinin’’ altına gelerek şöyle buyurdu: “Ezan oku!”, “ben dostlarımızın da bize katılmasını da bekleyelim. ‘’diye arz ettim.
İmam şöyle buyurdu. “Allah seni bağışlasın, namazı sebepsiz yere ilk vaktinden geriye erteleme. Her zaman namazı ilk vaktinde kılmaya çalış.” Böylece ben ezanı okudum ve namaz kıldık.””[12]
Yine namazını vaktinde hem de vaktinin ilk dakikaları olan en faziletli zamanında kılan kimsenin ölümü de güzel olur. Ölmeden önce şehadet kelimesini söylemek nasip olur.
“Dünyanın doğu ve batısında, ölüm meleğinin her gece ve gündüz beş namaz vaktinde kendilerine bakmadığı bir aile yoktur. Eğer canını almak istediği şahıs, namazlarını gözeten ve onları kendi vakitlerinde kılan kimselerden ise, ölüm meleği şehadeteyni[13]ona telkin eder ve Allah’ın rahmetinden uzak olan İblis’i ondan uzaklaştırır.”[14]
Tüm bunlardan anlıyoruz ki ilahi davette, hem Rabbimizin tayin ettiği plana uyulmalı hem de bu plana icabet çabuk olmalıdır. Bu ehemmiyetin farkında olmak gerekmektedir.
[1] Hûd suresi/114
[2] İsrâ suresi/78
[3] Müddesir Suresi/ 43
[4] Kıyamet Suresi/ 31
[5] Nisa Suresi, 142
[6] Maide Suresi, 58
[7] Bakara Suresi, 3
[8] Tembihü’l-Havatır, 2/122
[9] El-Bihar, 83/14/25
[10] El-Kafi,3/274/8
[11] Sevabu’l-A’mal,58-2
[12] El – Bihar, 83/21/38
[13]Şehadeteyn; Allah’ın tek ilâh, Hz. Muhammed’in (s.a.a) de O’nun elçisi ve son peygamber olduğuna iman etmekten ibaret olan şahadet kelimeleridir
[14] Sefinetu’l-Bihar, c. 8, s. 107, “Melek” maddesi

ABDEST DENİNCE…
Abdest Kur’an-ı Kerim ve sünnette belirtildiği şekilde yüz ve ellerin yıkanarak baş ve ayakların ise mesh edilmesidir. Beden ve ruhun temizliğine neden olduğu için abdest vuzü denilmiştir.
İnsanın normal olarak abdest alması müstehaptır. Ancak namaz kılmak, tavaf etmek, Kur’an- Kerimin yazılarına, Allah’ın isimlerine, Rasullullah’ın (saa) ve Ehlibeyt’in (as) isimlerine el sürmek durumunda farz olur. Kur’an-ı Kerim’i yanında bulundurmak, Kur’an okumak, dua okumak, cami ve ziyaretlere gitmek gibi yerlerde abdestli olunması tavsiye edilmiştir..
Kur’an-ı Kerim de Maide süresi 6. Ayet tüm detayları ile abdestin alınışından bahseder.
“Ey İman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinizle beraber ellerinizi yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh edin.”
Dış ve iç temizlik Yüce Allah’a yönelerek ibadet edebilmemiz için özellikle de namaz ibadeti için ilk önce kendimizi temizlemeliyiz.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor;
“Sizi temizlemek şeytanın vesvese ve pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve adımlarınızı sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyordu.” Enfal suresi/ 11
“Orada temizlenmeyi seven kişiler vardır. Allah temizlenenleri sever.” Tevbe suresi/ 108
İmam Ali as şöyle buyurmuştur; “Temizlik imanın yarısıdır.”
Bütün ibadet ve itaatlerde Allah ile olan samimiyet, doğruluk ve hulusun, suyun Yüce Allah’ın gökten indirdiği ondaki doğruluk ve saflığı gibi olsun ki: Allah onu temizleyici olarak adlandırmıştır. Yine azaların su ile temizlendiği anda kalbini de takva ve yakin ile temizle . Ehlibeyt fıkhında abdest sadece zahiri bir dış temizlik değildir. Aksine manevi bir arınma ve ibadettir. Dolayısıyla abdest almak isteyen bir kişi diğer ibadetlerde olduğu gibi öncelikle bu işe niyet etmelidir. Yani abdest sadece Allah rızası için ve O’nun emrini yerine getirmek maksadıyla yapılmadır. Serinlemek, riya ve gösteriş gibi ibadetin batıl olmasına neden olacak maksatlardan arınmalıdır. Bu esas gereğince Ehlibeyt fıkhında Allah’a itaat edip emrini yerine getirmek kastıyla ve niyetiyle abdestte başlanır.
Ehl-i Beyt mektebine göre abdestte önce eller bileklere kadar yıkanır. Sonra sağ el ile saç bitiminden başlanarak yüz yukarıdan aşağıya doğru çene altına kadar tek el ile yıkanır. Sonra sol kol aşağı tutularak dirsekten ihtiyaten iki parmak yukarıdan başlamak suretiyle yine yukarıdan aşağıya doğru yıkanır. Sol kol da tıpkı sağ kolda olduğu gibi yıkandıktan sonra musluk kapatılır ve elde kalan nemlilik ile sağ el ile başın üst ön kısmı mesh edilir. Daha sonra sağ el ile sağ ayağın üst kısmı parmak ucundan başlayarak ayak üzerindeki çıkıntılara kadar mesh edilir. Aynı şekilde sol el ile de sol ayak mesh edilerek abdest tamamlanır.
Yüz ve kolları birer defa yıkamak farz ikinci kez yıkamak ise müstehaptır. Ancak üçüncü defa yıkamak abdestti batıl eder. Mesh edilen organların kuru olması ve üzerlerinde mesh etmeye engel bir şeyin bulunmaması gerekir. Özellikle ayakta ayakkabı hayvan derisinde yapılmış mest veya çorap olması abdestti batıl eder. Ağız ve burun içini yıkamak sünnettir.
Abdestin çeşitleri
İçinde bulunulan koşullara göre abdest ibadeti 3 şekilde yerine getirilebilir.
1- Tertibi Abdest: Yaygın olarak bilinen ve uygulanan abdest çeşididir. Niyet edilir, eller yıkandıktan sonra yüz yıkanır. Kollar dirseklerden itibaren yıkanır. Baş mesh edilir ve son olarak ayaklar mesh edilerek abdest tamamlanır.
2- İrtimasi Abdest: İrtimasi abdestte suyu dökmek yerine yıkanan abdest uzuvları yukarıdan aşağıya olmak suretiyle ve abdest kastıyla suya daldırılır. Yine yukarıdan aşağıya olacak şekilde sudan çıkarılır. Eldeki ıslaklık ile baş ve ayaklar mesh edilerek abdest tamamlanır.
3- Cebire Abdesti: Adından da anlaşılacağı üzere abdest uzuvlarında yara kırık gibi nedenlerden dolayı sargılı olması, ilaç krem vs olması durumunda ya da yaranın suyu ile temas etmemesi gereken durumlarda alınan abdest çeşididir.
Abdestin Şartları ve Hükümleri
1. Su ve abdest uzuvları temiz olmalı (necis bir şey bulunmamalıdır.)
2. Abdest suyu katkısız olmalı (rengi, kokusu ve tadı artık bu su değildir denilecek kadar değişmiş olmamalıdır.)
3. Abdest suyu, kabı ,mekânı gasbi olmayıp mübah olmalıdır.
4. Abdest suyunun kabı altın veya gümüşten olmamalıdır.
5. Abdest almak için yeterli vakit bulunmalıdır. Abdest için yeterli vakit bulunmazsa abdest yerine teyemmüm yapılmalıdır.
6. Allah’a yakınlık kastı ile Allah rızası için yapılmalıdır.
7. Tertip ve sıralamaya uymak gerekir.
8. Peş peşe sıra ile yapılmalıdır. ( muvalat)
9. Abdest sırasında kimseden yardım alınmamadır.
10. Suyun abdest alana bir zararı olmamadır.
11. Suyun abdest uzuvlarına ulaşmasına engel teşkil edecek bir şey bulunmamalıdır.
ABDESTİ BOZAN ŞEYLER
Vücuttan çıkan idrar, dışkı ve bağırsak gazı
Gözün görmeyeceği kulağın duymayacağı kadar uyuklamak
Aklı ortadan kaldıran durumlar Örn: Sarhoşluk , delilik ve baygınlık gibi
Kadınlardaki istihaze hali
Gusül gerektiren her şey. Örn: Cünüp olmakABDESTİN MÜSTEHAPLARI
Diş fırçalamak
Rasulullah saa buyuruyorki
“ Kim abdestti kıbleye dönerek alırsa amel defterine iki rekatlık namaz olarak yazılır.”
Miftahul felah s:25
Diş fırçalamak namazın sevabını 70 katına çıkarmaktadır. Peygamber saa efendimiz İmam Ali’ ye as şöyle buyurmuştur.
“Ey Ali abdest aldığında dişlerini fırçala.” (Men La Yahduruhu’l Fakih C1 s. 145)
Misvakla 2 rekat namaz 70 rekatlı misvaksız namazdan daha üstündür. (Nehcül Fesahat s.349
Abdesten önce suyu ağzına alıp çalkalayıp dökmek( mazmaza yapmak)
Buruna su çekmek (İstinşak yapmak)
3 su bardağı miktarında fazla su tüketmemek (meftehul Felah s.27-28)
Abdest aldıktan sonra abdest suyunu kurulamamak (Men La Yahzuhu’l Fakih c.1 s.122
Abdest sırasında Kadir Süresini okumak tavsiye edilmiştir. (Fıkhur Rıza s.70)
Abdest esnasında Müminlerin Emiri İmam Ali’nin as naklettiği dua yı okumak
Zira İmam Ali as bu dua da abdestin bazı esrar ve batınını açıklamıştır.
İmam Muhammed Bakır as şöyle buyurmuştur.
“Temizlik olmadıkça namaz olmaz”
İmam Cafer Sadık As şöyle buyurmuştur
“Namaz; birincisi temizlik, ikincisi rükû, üçüncüsü de secde olmak üzere üç bölümden oluşur.”
İmam Ali as şöyle buyurmuştur
“Güzel bir şekilde temizlenip mescide giden kimse dünya sohbetine dalmadıkça namazda sayılır. Temizlik ikisi asil birisi bedel olmak üzere üç yol ile sağlanmaktadır. Asil olanlar abdest ve gusüldür. Bedel olan ise teyemmümdür.
Allah Resulü saa şöyle buyurmuştur
“Allah adını anarak abdest alan şahıs vücudunun tamamını temizlemiştir. Abdest üzerine alınan abdest ise iki abdest arasında yapılan günahların kefaretidir. Allah’ın adını anmaksızın alınan abdest ise yalnızca suyun ulaştığı yerleri temizler.”
Rasulullah ‘ın bu buyruğunun hikmeti şu olabilir. Abdestin başlangıcında Besmele çekmek Allah’ı anmak bir nevi kalp temizliği sağlamaktır. İnsanın en önemli parçası olan kalp temizlendiğinde ise tüm vücut temizlenir.
Şehid-i Sani şöyle buyurmaktadır.
Temizlik konusuna gelince insan bu konuda diğer insanların bakıp görebildiği uzuvlarını yıkayıp temizlemeyi kendisine bir görev bilmelidir. Ve vücudunun bu kısımları dünyevi kirlerle kirlendiği için bu uzuvlarını temizlemelidir. Ancak bu temizlikle beraber yüze Allah’ın nazargahı (kuluna nazar ettiği uzvu) yani kalbini de temizlemelidir. Yüce Allah kullarının dış görünüşüne değil kalplerine bakar ve kalp insanların diğer organlarına hükmeden, bu uzuvların Allah’tan uzaklaşmak yönünde yapabilecekleri fiilleri engelleyebilecek tek uzuvdur. Dolayısıyla temizlenmeyi diğer uzuvlardan daha fazla hak ediyor.
Kul ibadet amacıyla Allah’a yönelip dünyaya sırtını dönerek vücudunu temizlerken ve vücut temizliğinin Allah’a yönelmekle olan bağlantısını da düşünmelidir. Ahirete yönelirken dünya kirlerinden arınmak yönünde görevlendirilmiş olmamız boşuna değildir. Elbette abdest alırken yüzümüzü yıkamalıyız. Zira insan kalbinin yüzüyle Allah’a yöneliyor. Ayrıca insanı dünyaya yönlendiren birçok duyguyu içeren bir organ olduğu için dünyayı talep etmesine neden olan uzuvdur. Bu nedenle yıkanmalı ve bu bağların getirdiği kirliliklerden arınarak Allah’ yönelmelidir. Bu yıkamaların sonunda insan gerçek temizliğe ulaşabilir. Böylece en büyük rukne (rükn-i Azama ) ulaşmış olur.
Yüzün ardından direkt olarak dünyevi ve maddi işlerle uğraşan kolların farz kılınmıştır. Ardından başın mesh edilmesi farz kılınmıştır ki İnsanı maddi işlere yönlendiren ve duyguları uyararak dünyaya meyletmesini sağlayıp ahiretten uzaklaşmasına sebep olan düşünce gücü bu organdadır. Son olarak ayakların mesh edilmesi farz kılınmıştır. Zira insan ayaklarıyla arzularının peşinden gidiyor. Diğer uzuvlarında olduğu gibi ayaklarını da dünyevi emelleri için bir araç olarak kullanır. Dolayısıyla insan bu uzuvlarını ibadet etmek için kullanarak kazanacağı mutluluk ve ebedi saadete ortak etmelidir.
Misbahu’Ş Şeria adlı kitapta İmam Cafer-i Sadık’ın as şöyle buyurduğu nakledilmiştir;
“ Abdest almak isterken, Allah’ın rahmetine yönelircesine suya yönelmelisin. Yüce Allah suyu, kendisine yaklaşılması ve münacat edilmesi için bir vesile kılmıştır. Nasıl ki Allah’ın rahmeti günahı yıkayabiliyorsa aynı şekilde sadece su zahiri necasetleri giderebilir.”
Yüce Allah buyurmuştur ki
“Rahmetinin önünde rüzgarı müjdeci olarak gönderen O’dur. Biz, ölü toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanlara ve nice insanlara su vermek için gökten tertemiz bir su indirdik”
Furkan 48
Ve yine şöyle buyurmuştur
“ Her şey sudan hayat sağladık.”
Enbiya 30
Yüce Allah bütün dünyevi nimetleri su ile hayat ve varlık sahibi kıldığı gibi kendi fazlı ve rahmetiyle kalplerin hayatını kendi itaat ve ibadetine bağlı kılmıştır. Suyun temizliğine, yumuşaklığına ve bereketine ve bütün varlıklarda var olduğuna bakıp bunun üzerinde düşünmeliyiz. Allah’ın emrettiği şekilde bütün adaplarına uyarak farzlarını ve sünnetlerini yerine getirerek uzuvlarını su ile yıka. Kuşkusuz bu komutların her biri insan için birçok yarar taşıyor ve bu kurallara uyanlar kısa zamanda faydalarında yararlanacaklardır.
Suyun bütün varlıklara karıştığına bakıp tıpkı onun gibi insanların arasına karışmalısın ve herkese hakettiği şekilde davranıp kendi benliğini unutmamalısın. Kısa Hz Rasulullah’ın buyruğuna mazhar olup su gibi olmalısın.
Hz Rasulullah Saa şöyle buyurmuştur
“ Has bir mümin su gibidir.”
Allah’a karşı olan tüm ibadetlerde suyun Allah’ın emri ile gökyüzünde inerek saf ve temiz olarak adlandırılışı gibi saf ve şaibesiz olmalısın. Uzuvlarını su ile yıkayıp temizlediğin gibi kalbini takva ve yakin ile yıkayıp temizlemelisin.
Fazl Bin Şazan İlel adlı kitabında İmam Rıza as şöyle buyurduğunu nakletmiştir.
“Kul Allah’ın karşısına çıkarken temiz bir şekilde çıkabilmek, O’nun emirlerine uyduğunu gösterebilmek, bütün kirlilik ve necasetlerden uzak olabilmek, vücut kırgınlığını giderip zindelik kazanabilmek ve Allah’ın karşısına çıkarken gerekli kalp temizliğine sahip olabilmek için abdest almak insanlara farz kılınmıştır.”
Yüz, kollar, baş ve ayakların abdest için seçilmesinin sebebi şu ki: Kul Allah’ın huzuruna çıktığında abdest için seçilen uzuvlarını kullanır. Yüzünü secde için yere koyup Allah’a karşı huşu gösteriyor. Kollarını yukarı kaldırıp Allah’a dua ediyor ve arzularını O’na sunuyor. Rukü ve secdelerinde başını kullanıyor. Ayalarını ise oturup kalkmak için kullanıyor.
Hz Rasulullah Saa şöyle buyurmuştur
“Kıyamet gününde Allah diğer ümmetler içerisinden, benim ümmetimi aldıkları abdest sonucu parlak yüzlü olarak mahşere getirecektir.”
İmam Rıza as abdestin hikmeti hakkında şöyle buyurmuştur.
“Şu nedenle abdest almayla namaza başlama emri verilmiştir ki; kul mutlak egemenlik sahibi yüce Allah’ın huzurunda durup temiz olsun kirlilik ve pislikten pak olduğu halde Yüce Allah’ın emrini yerine getirsin. İlaveten abdest almak insanda tembellik, halsizlik, uykusuzluğu giderir ve insana Hakk ‘ın huzurunda durmak için gerekli kalp temizliğini kazandırır”.
Su temizleyicidir. Tıpkı vahy gibi su bedenin vahy ise ruhun temizliği içindir.
ABDEST VE BEDEN SAĞLIĞI
Yüce Allah’în emri olan abdestin insan sağlığı üzerinde de bir çok olumlu etkisi vardır ki aşağıda sıraladığımız bu birkaç madde günümüz teknolojisi ve tıp bilgisi ile henüz tespit edilen bilenlerdir
Tansiyonu düşürür.
Baş ağrısını giderir.
Uyuklamayı giderir
Yorgunluğu giderir
Soğuk ile alınan abdest bu faydaları pozitif yönde arttırır.
Ancak akciğer, karaciğer hastaları ile ağır ameliyat geçirmiş hastalar, yaşlılar ve ishali olanlar için ılık su kullanılması daha iyidir.
Abdest alan abdestli olarak bulunmaya gayret ve devam eden temizliğe gayret etmiş, temizliği alışkanlık haline getirerek kendisini birçok hastalıklara sebebiyet verecek kirlerden korumuş olur.
Müslümanların ilki olan insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem as ilk abdesti alan ve ilk istiğfar eden kimsedir. Bu Arafat olarak bilinen Mekke’deki bölgede bulanan Rahmet Tepesi’ ilk abdestin alındığı yerdir.
Her abdest bir tövbedir. Abdestte dökülen manevi kirlerdir. Cebrail as Hz Peygamber’e saa ilk kez geldiğinde Alak süresini okumadan Rasulullah saa abdest almıştır.
İmam Ali as Muhammed b.Ebubekr i Mısır’a vali olarak atadığında Ona hitaben yazdığı ahitnamesinde şöyle buyurmuştur;
“Abdestine dikkat et, zira abdest namazın kemalindendir. Üç defa ağzına üç defa burnuna su al. Sonra yüzünü sonra sağ elini ve sonra sol dirseklerinden parmak ucana kadar yıka. Sonra da başını ve ayaklarını mesh et. Çünkü ben Allah’ın Rasulü’nün saa böyle abdest aldığını gördüm ve bil ki abdest, imanın yarısıdır.” Biharul Envar c. s.366
İmam Zeynel Abidin as şöyle buyurmaktadır
“Abdest nurdur, Günahlardan temizlenmektir. Namazın ilk adımıdır.”
İmam as her zaman abdestli olurdu. Rivayet edilir ki abdest almak istediği zaman yüzünün rengi sararırdı. Kendisine sebebini soranlara şu cevabı verirdir.
“Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?”
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“Sık sık abdest al ki, Allah ömrünü uzatsın” Emameli Müfid s.60
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“ Öfke şeytandan, şeytan ise ateşten yaratılmıştır ve ateş su ile söndürülür. Dolayısıyla sizden her kim öfkelenirse abdest alsın”
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Ne zaman sizden birinize dünyadan gam ve keder dokunsa, abdest almasına, secdegahına yönelmesine ve iki rekât namaz kılarak dua etmesine ne engel olmaktadır? Meğer Allah’ın böyle buyurduğunu duymadın mı? Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dileyin.” Tefsirül Eyaşi c.1 s.43 h39
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Ard arda abdest almak nur üstüne nurdur.” Vesailuş Şia c.1 s.377
İmam Ali as şöyle buyurmuştur;
“Ard arda abdest almak iki abdest arasındaki günahlara kefaret olur.” Men La Yahduruhu’l Fakih c.1 s50
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Her kim abdestli olarak yatağına yatarsa, yatağı ona mescit olur. Eğer abdesti olmadığını hatırlarsa her ne olursa olsun örtüsüne teyemmüm etsin. Eğer böyle yaparsa, her an namaz ve zikir ahalindeymiş gibi olur.” Tezhibul Ahkam c.2 s. 116
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“Yemekten önce abdest almak yoksulluğu, sonrasında alınan abdest ise vesveseyi giderir ve göze ışık verir.” Nechül Fesahet s.797
Çatlamış toprağın suya hasreti gibidir abdest, abdest azalarımız ona hasret çölde bir kuşun suya özlemi gibi vücut ikliminde abdeste özlem duyar. Yüzümüz, kollarımız, başımız ve ayaklarımız yarın ahirette abdest azalarından tanınası insan mahrum bırakmak istemez o nurdan o kurtuluştan kendini. O gün görevini en iyi yapabilmek için hasreti feryada dönüşür. Her geçen gün ne mutlu bu hasreti hissedip suya koşarak bu feryadı dindirenlere…
Efendimiz saa “Erihna Ya Bilal! Bizi ferahlat, Ya Bilal.” Buyurduğunda Bilal ezan okumaya davranırken ferahlığın ve arınmanın ilk habercisidir abdest.
İnsanı namaza hazırlayan bedeni bir uyanıştır. O’na yönelirken temsili bir temizlik, yola koyulurken alınacak ilk azık, yağmurdan önce esen serin yayla rüzgârı, rahmet yağmurundan sonra kalan toprak kokusu, abdest azalarıyla buluştuğu zaman su insanı aslına dönüştürür. Tıpkı toprak ile buluşması gibi gül bahçesine girmek için atılan ilk adımdır. Gül kokusuyla birlikte tüm baharları sunar ona ve insanın en verimli çağı başlar. Yüzünden nurlar saçılırken gönlünden susuzluğa rahmet kapıları açılır.
Yüce Allah, Rasulü saa ve O’nun pak Ehlibeyti as temiz insanları sever bu sevgiye layık olmak için bir mümin her zaman bedeni ve manevi temizliğine özen göstermelidir. Yüce Allah bizleri ve neslimizi tevbe eden, temizlenenlerden ve namazı dosdoğru kılanlardan eylesin.
İmam Muhammed Bakır as şöyle buyurmuştur
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.” İlelüş-Şerayi 279/1
Hz Muhammed saa şöyle buyurmuştur
“Aziz ve Celil olan Allah kıyamet günü abdest sebebiyle güzel yüzler ve beyaz el ve ayaklarla haşreder.” El Bihar 80/237/11
İmam Cafer Sadık as şöyle buyurmuştur.
“Kim abdestini bozmaksızın abdestini yenilerse, Allah da istiğfarda bulunmaksızın onun tövbesini yeniler.” Vesailuş Şia 1/264/7
Hz Muhammed saa şöyle buyurmuştur.
Çok abdestli ol ki, Allah ömrünü uzun kılsın. Eğer gece gündüz abdestli olabilirsen bu işi yap zira abdest halinde ölecek olurs şehit olursun.” Şeyh Müfid Emali 60.5
FATMA ALTINBAŞ
İnsanın normal olarak abdest alması müstehaptır. Ancak namaz kılmak, tavaf etmek, Kur’an- Kerimin yazılarına, Allah’ın isimlerine, Rasullullah’ın (saa) ve Ehlibeyt’in (as) isimlerine el sürmek durumunda farz olur. Kur’an-ı Kerim’i yanında bulundurmak, Kur’an okumak, dua okumak, cami ve ziyaretlere gitmek gibi yerlerde abdestli olunması tavsiye edilmiştir..
Kur’an-ı Kerim de Maide süresi 6. Ayet tüm detayları ile abdestin alınışından bahseder.
“Ey İman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinizle beraber ellerinizi yıkayın. Başınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh edin.”
Dış ve iç temizlik Yüce Allah’a yönelerek ibadet edebilmemiz için özellikle de namaz ibadeti için ilk önce kendimizi temizlemeliyiz.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor;
“Sizi temizlemek şeytanın vesvese ve pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve adımlarınızı sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyordu.” Enfal suresi/ 11
“Orada temizlenmeyi seven kişiler vardır. Allah temizlenenleri sever.” Tevbe suresi/ 108
İmam Ali as şöyle buyurmuştur; “Temizlik imanın yarısıdır.”
Bütün ibadet ve itaatlerde Allah ile olan samimiyet, doğruluk ve hulusun, suyun Yüce Allah’ın gökten indirdiği ondaki doğruluk ve saflığı gibi olsun ki: Allah onu temizleyici olarak adlandırmıştır. Yine azaların su ile temizlendiği anda kalbini de takva ve yakin ile temizle . Ehlibeyt fıkhında abdest sadece zahiri bir dış temizlik değildir. Aksine manevi bir arınma ve ibadettir. Dolayısıyla abdest almak isteyen bir kişi diğer ibadetlerde olduğu gibi öncelikle bu işe niyet etmelidir. Yani abdest sadece Allah rızası için ve O’nun emrini yerine getirmek maksadıyla yapılmadır. Serinlemek, riya ve gösteriş gibi ibadetin batıl olmasına neden olacak maksatlardan arınmalıdır. Bu esas gereğince Ehlibeyt fıkhında Allah’a itaat edip emrini yerine getirmek kastıyla ve niyetiyle abdestte başlanır.
Ehl-i Beyt mektebine göre abdestte önce eller bileklere kadar yıkanır. Sonra sağ el ile saç bitiminden başlanarak yüz yukarıdan aşağıya doğru çene altına kadar tek el ile yıkanır. Sonra sol kol aşağı tutularak dirsekten ihtiyaten iki parmak yukarıdan başlamak suretiyle yine yukarıdan aşağıya doğru yıkanır. Sol kol da tıpkı sağ kolda olduğu gibi yıkandıktan sonra musluk kapatılır ve elde kalan nemlilik ile sağ el ile başın üst ön kısmı mesh edilir. Daha sonra sağ el ile sağ ayağın üst kısmı parmak ucundan başlayarak ayak üzerindeki çıkıntılara kadar mesh edilir. Aynı şekilde sol el ile de sol ayak mesh edilerek abdest tamamlanır.
Yüz ve kolları birer defa yıkamak farz ikinci kez yıkamak ise müstehaptır. Ancak üçüncü defa yıkamak abdestti batıl eder. Mesh edilen organların kuru olması ve üzerlerinde mesh etmeye engel bir şeyin bulunmaması gerekir. Özellikle ayakta ayakkabı hayvan derisinde yapılmış mest veya çorap olması abdestti batıl eder. Ağız ve burun içini yıkamak sünnettir.
Abdestin çeşitleri
İçinde bulunulan koşullara göre abdest ibadeti 3 şekilde yerine getirilebilir.
1- Tertibi Abdest: Yaygın olarak bilinen ve uygulanan abdest çeşididir. Niyet edilir, eller yıkandıktan sonra yüz yıkanır. Kollar dirseklerden itibaren yıkanır. Baş mesh edilir ve son olarak ayaklar mesh edilerek abdest tamamlanır.
2- İrtimasi Abdest: İrtimasi abdestte suyu dökmek yerine yıkanan abdest uzuvları yukarıdan aşağıya olmak suretiyle ve abdest kastıyla suya daldırılır. Yine yukarıdan aşağıya olacak şekilde sudan çıkarılır. Eldeki ıslaklık ile baş ve ayaklar mesh edilerek abdest tamamlanır.
3- Cebire Abdesti: Adından da anlaşılacağı üzere abdest uzuvlarında yara kırık gibi nedenlerden dolayı sargılı olması, ilaç krem vs olması durumunda ya da yaranın suyu ile temas etmemesi gereken durumlarda alınan abdest çeşididir.
Abdestin Şartları ve Hükümleri
1. Su ve abdest uzuvları temiz olmalı (necis bir şey bulunmamalıdır.)
2. Abdest suyu katkısız olmalı (rengi, kokusu ve tadı artık bu su değildir denilecek kadar değişmiş olmamalıdır.)
3. Abdest suyu, kabı ,mekânı gasbi olmayıp mübah olmalıdır.
4. Abdest suyunun kabı altın veya gümüşten olmamalıdır.
5. Abdest almak için yeterli vakit bulunmalıdır. Abdest için yeterli vakit bulunmazsa abdest yerine teyemmüm yapılmalıdır.
6. Allah’a yakınlık kastı ile Allah rızası için yapılmalıdır.
7. Tertip ve sıralamaya uymak gerekir.
8. Peş peşe sıra ile yapılmalıdır. ( muvalat)
9. Abdest sırasında kimseden yardım alınmamadır.
10. Suyun abdest alana bir zararı olmamadır.
11. Suyun abdest uzuvlarına ulaşmasına engel teşkil edecek bir şey bulunmamalıdır.
ABDESTİ BOZAN ŞEYLER
Vücuttan çıkan idrar, dışkı ve bağırsak gazı
Gözün görmeyeceği kulağın duymayacağı kadar uyuklamak
Aklı ortadan kaldıran durumlar Örn: Sarhoşluk , delilik ve baygınlık gibi
Kadınlardaki istihaze hali
Gusül gerektiren her şey. Örn: Cünüp olmakABDESTİN MÜSTEHAPLARI
Diş fırçalamak
Rasulullah saa buyuruyorki
“ Kim abdestti kıbleye dönerek alırsa amel defterine iki rekatlık namaz olarak yazılır.”
Miftahul felah s:25
Diş fırçalamak namazın sevabını 70 katına çıkarmaktadır. Peygamber saa efendimiz İmam Ali’ ye as şöyle buyurmuştur.
“Ey Ali abdest aldığında dişlerini fırçala.” (Men La Yahduruhu’l Fakih C1 s. 145)
Misvakla 2 rekat namaz 70 rekatlı misvaksız namazdan daha üstündür. (Nehcül Fesahat s.349
Abdesten önce suyu ağzına alıp çalkalayıp dökmek( mazmaza yapmak)
Buruna su çekmek (İstinşak yapmak)
3 su bardağı miktarında fazla su tüketmemek (meftehul Felah s.27-28)
Abdest aldıktan sonra abdest suyunu kurulamamak (Men La Yahzuhu’l Fakih c.1 s.122
Abdest sırasında Kadir Süresini okumak tavsiye edilmiştir. (Fıkhur Rıza s.70)
Abdest esnasında Müminlerin Emiri İmam Ali’nin as naklettiği dua yı okumak
Zira İmam Ali as bu dua da abdestin bazı esrar ve batınını açıklamıştır.
İmam Muhammed Bakır as şöyle buyurmuştur.
“Temizlik olmadıkça namaz olmaz”
İmam Cafer Sadık As şöyle buyurmuştur
“Namaz; birincisi temizlik, ikincisi rükû, üçüncüsü de secde olmak üzere üç bölümden oluşur.”
İmam Ali as şöyle buyurmuştur
“Güzel bir şekilde temizlenip mescide giden kimse dünya sohbetine dalmadıkça namazda sayılır. Temizlik ikisi asil birisi bedel olmak üzere üç yol ile sağlanmaktadır. Asil olanlar abdest ve gusüldür. Bedel olan ise teyemmümdür.
Allah Resulü saa şöyle buyurmuştur
“Allah adını anarak abdest alan şahıs vücudunun tamamını temizlemiştir. Abdest üzerine alınan abdest ise iki abdest arasında yapılan günahların kefaretidir. Allah’ın adını anmaksızın alınan abdest ise yalnızca suyun ulaştığı yerleri temizler.”
Rasulullah ‘ın bu buyruğunun hikmeti şu olabilir. Abdestin başlangıcında Besmele çekmek Allah’ı anmak bir nevi kalp temizliği sağlamaktır. İnsanın en önemli parçası olan kalp temizlendiğinde ise tüm vücut temizlenir.
Şehid-i Sani şöyle buyurmaktadır.
Temizlik konusuna gelince insan bu konuda diğer insanların bakıp görebildiği uzuvlarını yıkayıp temizlemeyi kendisine bir görev bilmelidir. Ve vücudunun bu kısımları dünyevi kirlerle kirlendiği için bu uzuvlarını temizlemelidir. Ancak bu temizlikle beraber yüze Allah’ın nazargahı (kuluna nazar ettiği uzvu) yani kalbini de temizlemelidir. Yüce Allah kullarının dış görünüşüne değil kalplerine bakar ve kalp insanların diğer organlarına hükmeden, bu uzuvların Allah’tan uzaklaşmak yönünde yapabilecekleri fiilleri engelleyebilecek tek uzuvdur. Dolayısıyla temizlenmeyi diğer uzuvlardan daha fazla hak ediyor.
Kul ibadet amacıyla Allah’a yönelip dünyaya sırtını dönerek vücudunu temizlerken ve vücut temizliğinin Allah’a yönelmekle olan bağlantısını da düşünmelidir. Ahirete yönelirken dünya kirlerinden arınmak yönünde görevlendirilmiş olmamız boşuna değildir. Elbette abdest alırken yüzümüzü yıkamalıyız. Zira insan kalbinin yüzüyle Allah’a yöneliyor. Ayrıca insanı dünyaya yönlendiren birçok duyguyu içeren bir organ olduğu için dünyayı talep etmesine neden olan uzuvdur. Bu nedenle yıkanmalı ve bu bağların getirdiği kirliliklerden arınarak Allah’ yönelmelidir. Bu yıkamaların sonunda insan gerçek temizliğe ulaşabilir. Böylece en büyük rukne (rükn-i Azama ) ulaşmış olur.
Yüzün ardından direkt olarak dünyevi ve maddi işlerle uğraşan kolların farz kılınmıştır. Ardından başın mesh edilmesi farz kılınmıştır ki İnsanı maddi işlere yönlendiren ve duyguları uyararak dünyaya meyletmesini sağlayıp ahiretten uzaklaşmasına sebep olan düşünce gücü bu organdadır. Son olarak ayakların mesh edilmesi farz kılınmıştır. Zira insan ayaklarıyla arzularının peşinden gidiyor. Diğer uzuvlarında olduğu gibi ayaklarını da dünyevi emelleri için bir araç olarak kullanır. Dolayısıyla insan bu uzuvlarını ibadet etmek için kullanarak kazanacağı mutluluk ve ebedi saadete ortak etmelidir.
Misbahu’Ş Şeria adlı kitapta İmam Cafer-i Sadık’ın as şöyle buyurduğu nakledilmiştir;
“ Abdest almak isterken, Allah’ın rahmetine yönelircesine suya yönelmelisin. Yüce Allah suyu, kendisine yaklaşılması ve münacat edilmesi için bir vesile kılmıştır. Nasıl ki Allah’ın rahmeti günahı yıkayabiliyorsa aynı şekilde sadece su zahiri necasetleri giderebilir.”
Yüce Allah buyurmuştur ki
“Rahmetinin önünde rüzgarı müjdeci olarak gönderen O’dur. Biz, ölü toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanlara ve nice insanlara su vermek için gökten tertemiz bir su indirdik”
Furkan 48
Ve yine şöyle buyurmuştur
“ Her şey sudan hayat sağladık.”
Enbiya 30
Yüce Allah bütün dünyevi nimetleri su ile hayat ve varlık sahibi kıldığı gibi kendi fazlı ve rahmetiyle kalplerin hayatını kendi itaat ve ibadetine bağlı kılmıştır. Suyun temizliğine, yumuşaklığına ve bereketine ve bütün varlıklarda var olduğuna bakıp bunun üzerinde düşünmeliyiz. Allah’ın emrettiği şekilde bütün adaplarına uyarak farzlarını ve sünnetlerini yerine getirerek uzuvlarını su ile yıka. Kuşkusuz bu komutların her biri insan için birçok yarar taşıyor ve bu kurallara uyanlar kısa zamanda faydalarında yararlanacaklardır.
Suyun bütün varlıklara karıştığına bakıp tıpkı onun gibi insanların arasına karışmalısın ve herkese hakettiği şekilde davranıp kendi benliğini unutmamalısın. Kısa Hz Rasulullah’ın buyruğuna mazhar olup su gibi olmalısın.
Hz Rasulullah Saa şöyle buyurmuştur
“ Has bir mümin su gibidir.”
Allah’a karşı olan tüm ibadetlerde suyun Allah’ın emri ile gökyüzünde inerek saf ve temiz olarak adlandırılışı gibi saf ve şaibesiz olmalısın. Uzuvlarını su ile yıkayıp temizlediğin gibi kalbini takva ve yakin ile yıkayıp temizlemelisin.
Fazl Bin Şazan İlel adlı kitabında İmam Rıza as şöyle buyurduğunu nakletmiştir.
“Kul Allah’ın karşısına çıkarken temiz bir şekilde çıkabilmek, O’nun emirlerine uyduğunu gösterebilmek, bütün kirlilik ve necasetlerden uzak olabilmek, vücut kırgınlığını giderip zindelik kazanabilmek ve Allah’ın karşısına çıkarken gerekli kalp temizliğine sahip olabilmek için abdest almak insanlara farz kılınmıştır.”
Yüz, kollar, baş ve ayakların abdest için seçilmesinin sebebi şu ki: Kul Allah’ın huzuruna çıktığında abdest için seçilen uzuvlarını kullanır. Yüzünü secde için yere koyup Allah’a karşı huşu gösteriyor. Kollarını yukarı kaldırıp Allah’a dua ediyor ve arzularını O’na sunuyor. Rukü ve secdelerinde başını kullanıyor. Ayalarını ise oturup kalkmak için kullanıyor.
Hz Rasulullah Saa şöyle buyurmuştur
“Kıyamet gününde Allah diğer ümmetler içerisinden, benim ümmetimi aldıkları abdest sonucu parlak yüzlü olarak mahşere getirecektir.”
İmam Rıza as abdestin hikmeti hakkında şöyle buyurmuştur.
“Şu nedenle abdest almayla namaza başlama emri verilmiştir ki; kul mutlak egemenlik sahibi yüce Allah’ın huzurunda durup temiz olsun kirlilik ve pislikten pak olduğu halde Yüce Allah’ın emrini yerine getirsin. İlaveten abdest almak insanda tembellik, halsizlik, uykusuzluğu giderir ve insana Hakk ‘ın huzurunda durmak için gerekli kalp temizliğini kazandırır”.
Su temizleyicidir. Tıpkı vahy gibi su bedenin vahy ise ruhun temizliği içindir.
ABDEST VE BEDEN SAĞLIĞI
Yüce Allah’în emri olan abdestin insan sağlığı üzerinde de bir çok olumlu etkisi vardır ki aşağıda sıraladığımız bu birkaç madde günümüz teknolojisi ve tıp bilgisi ile henüz tespit edilen bilenlerdir
Tansiyonu düşürür.
Baş ağrısını giderir.
Uyuklamayı giderir
Yorgunluğu giderir
Soğuk ile alınan abdest bu faydaları pozitif yönde arttırır.
Ancak akciğer, karaciğer hastaları ile ağır ameliyat geçirmiş hastalar, yaşlılar ve ishali olanlar için ılık su kullanılması daha iyidir.
Abdest alan abdestli olarak bulunmaya gayret ve devam eden temizliğe gayret etmiş, temizliği alışkanlık haline getirerek kendisini birçok hastalıklara sebebiyet verecek kirlerden korumuş olur.
Müslümanların ilki olan insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem as ilk abdesti alan ve ilk istiğfar eden kimsedir. Bu Arafat olarak bilinen Mekke’deki bölgede bulanan Rahmet Tepesi’ ilk abdestin alındığı yerdir.
Her abdest bir tövbedir. Abdestte dökülen manevi kirlerdir. Cebrail as Hz Peygamber’e saa ilk kez geldiğinde Alak süresini okumadan Rasulullah saa abdest almıştır.
İmam Ali as Muhammed b.Ebubekr i Mısır’a vali olarak atadığında Ona hitaben yazdığı ahitnamesinde şöyle buyurmuştur;
“Abdestine dikkat et, zira abdest namazın kemalindendir. Üç defa ağzına üç defa burnuna su al. Sonra yüzünü sonra sağ elini ve sonra sol dirseklerinden parmak ucana kadar yıka. Sonra da başını ve ayaklarını mesh et. Çünkü ben Allah’ın Rasulü’nün saa böyle abdest aldığını gördüm ve bil ki abdest, imanın yarısıdır.” Biharul Envar c. s.366
İmam Zeynel Abidin as şöyle buyurmaktadır
“Abdest nurdur, Günahlardan temizlenmektir. Namazın ilk adımıdır.”
İmam as her zaman abdestli olurdu. Rivayet edilir ki abdest almak istediği zaman yüzünün rengi sararırdı. Kendisine sebebini soranlara şu cevabı verirdir.
“Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?”
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“Sık sık abdest al ki, Allah ömrünü uzatsın” Emameli Müfid s.60
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“ Öfke şeytandan, şeytan ise ateşten yaratılmıştır ve ateş su ile söndürülür. Dolayısıyla sizden her kim öfkelenirse abdest alsın”
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Ne zaman sizden birinize dünyadan gam ve keder dokunsa, abdest almasına, secdegahına yönelmesine ve iki rekât namaz kılarak dua etmesine ne engel olmaktadır? Meğer Allah’ın böyle buyurduğunu duymadın mı? Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dileyin.” Tefsirül Eyaşi c.1 s.43 h39
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Ard arda abdest almak nur üstüne nurdur.” Vesailuş Şia c.1 s.377
İmam Ali as şöyle buyurmuştur;
“Ard arda abdest almak iki abdest arasındaki günahlara kefaret olur.” Men La Yahduruhu’l Fakih c.1 s50
İmam Cafer-i Sadık as şöyle buyurmuştur;
“Her kim abdestli olarak yatağına yatarsa, yatağı ona mescit olur. Eğer abdesti olmadığını hatırlarsa her ne olursa olsun örtüsüne teyemmüm etsin. Eğer böyle yaparsa, her an namaz ve zikir ahalindeymiş gibi olur.” Tezhibul Ahkam c.2 s. 116
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmuştur.
“Yemekten önce abdest almak yoksulluğu, sonrasında alınan abdest ise vesveseyi giderir ve göze ışık verir.” Nechül Fesahet s.797
Çatlamış toprağın suya hasreti gibidir abdest, abdest azalarımız ona hasret çölde bir kuşun suya özlemi gibi vücut ikliminde abdeste özlem duyar. Yüzümüz, kollarımız, başımız ve ayaklarımız yarın ahirette abdest azalarından tanınası insan mahrum bırakmak istemez o nurdan o kurtuluştan kendini. O gün görevini en iyi yapabilmek için hasreti feryada dönüşür. Her geçen gün ne mutlu bu hasreti hissedip suya koşarak bu feryadı dindirenlere…
Efendimiz saa “Erihna Ya Bilal! Bizi ferahlat, Ya Bilal.” Buyurduğunda Bilal ezan okumaya davranırken ferahlığın ve arınmanın ilk habercisidir abdest.
İnsanı namaza hazırlayan bedeni bir uyanıştır. O’na yönelirken temsili bir temizlik, yola koyulurken alınacak ilk azık, yağmurdan önce esen serin yayla rüzgârı, rahmet yağmurundan sonra kalan toprak kokusu, abdest azalarıyla buluştuğu zaman su insanı aslına dönüştürür. Tıpkı toprak ile buluşması gibi gül bahçesine girmek için atılan ilk adımdır. Gül kokusuyla birlikte tüm baharları sunar ona ve insanın en verimli çağı başlar. Yüzünden nurlar saçılırken gönlünden susuzluğa rahmet kapıları açılır.
Yüce Allah, Rasulü saa ve O’nun pak Ehlibeyti as temiz insanları sever bu sevgiye layık olmak için bir mümin her zaman bedeni ve manevi temizliğine özen göstermelidir. Yüce Allah bizleri ve neslimizi tevbe eden, temizlenenlerden ve namazı dosdoğru kılanlardan eylesin.
İmam Muhammed Bakır as şöyle buyurmuştur
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.” İlelüş-Şerayi 279/1
Hz Muhammed saa şöyle buyurmuştur
“Aziz ve Celil olan Allah kıyamet günü abdest sebebiyle güzel yüzler ve beyaz el ve ayaklarla haşreder.” El Bihar 80/237/11
İmam Cafer Sadık as şöyle buyurmuştur.
“Kim abdestini bozmaksızın abdestini yenilerse, Allah da istiğfarda bulunmaksızın onun tövbesini yeniler.” Vesailuş Şia 1/264/7
Hz Muhammed saa şöyle buyurmuştur.
Çok abdestli ol ki, Allah ömrünü uzun kılsın. Eğer gece gündüz abdestli olabilirsen bu işi yap zira abdest halinde ölecek olurs şehit olursun.” Şeyh Müfid Emali 60.5
FATMA ALTINBAŞ

ABDEST VE ADALET
Hz Fatımatüz Zehra sa şöyle buyurmuştur
“Allah kalpleri yatıştırmak için abdesti farz kılmıştır.”
İmam Cafer-i Sadık as
“ Adelet baldan daha tatlıdır, yağdan daha yumuşaktır ve miskten daha güzel kokuludur” Buyurmaktadır.
Her şeyin yerli yerine koyulması diğer bir tabirle dengeli ve eşit olmasıdır adalet. Hz Peygamber saa bildirdiği üzere “ Gökler ve yer adalet üzere ayakta durmaktadır.”
Allah’ın adaletinin manası ise ne kimsenin hakkını zayi eder, ne de kimsenin hakkını başkasına verir ve ne de kulları arasında ayrım yapar. O tam manasıyla adildir.
“ Kıyamet günü için adalet terazilerini koyarız ki, hiçbir nefis hiçbir zulme uğramasın” Enbiya 47
İyi amele ceza vermez kötüyü ise teşvik etmez. Hiç kimseyi başkasının günahı ile hesaba çekmez. Kuru ile yaşı asla beraber yakmaz. Allah’ın öğretilerine güvenmeyen, Rasulünü bu yönde rehberliğine itaat etmeyen asla toplum içinde sosyal adaleti hayata geçiremez. Zira kendi nefsine karşı zalimolan, nasıl başka nefislere karşı adil olabilsin?
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmaktadır.
“Kim şiddetli soğukta kamil bir abdest alırsa sevaptan iki nasip alır. Kim şiddetli sıcakta kamil bir abdest alırsa sevaptan bir nasip alır.”
Hz Peygamber’in saa bu hadisinden açıkça anlaşılacağı üzere yapılan her amel eğer ki Allah’ın rızasına uygun yapılmışsa onun zorluğu derecesinde ecri de artar. Allah hiçbir çabayı zayi etmez
“Sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam.” Ali İmran 195
Adaletin anlamını bildiği halde şirk işleyen bir kimsenin adaletinin batıl olduğunu, Allah Teâlâ’nın adl olduğunu bilerek adaletin bilincinde olarak hakkını vererek alınan abdestin sahih olduğunu, aksi halde alınan abdestin batıl olduğunu bilmemiz gerekir. Hayatımızda adaletli olmayı esas almamış isek batınımız bu yönden kirli ise Yüce Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşamıyorsak, aldığımız abdestin ruhumuzu temizlemesini beklememiz de boşuna olur.
Örn: Gasp edilmiş yani sahibinin rızası olmaksızın kullanılan su ile alınan abdestin batıl olması her amelde ve hayatın her sahasında olduğu gibi adaletsiz abdestin de olmayacağına güzel örnektir aslında. Ve yine bir şekilde suyun paylaşılması gerektiği durumlarda bencil edip suyu paylaşmaktan kaçınanın abdestin batıl olması da bu yönde bir örnektir. Bu durum bir insanın ihtiyacı olduğu gibi bir hayvanın da suyu içme ihtiyacı olması durumunda dahi aynıdır.
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” Nisa /58
Hz Fatıma sa adeletle ilgili şöyle buyurmaktadır
“Allah kalpleri yatıştırmak için adaleti farz kılmıştır.”
Yüce Allah kendisi Adil’dir ve adaleti emreder. Adaleti gözetmeksizin yapılan ibadet Allah’a yaklaşmak şöyle dursun O’nun emrine itaatsizlikten başka bir şey değildir.
Bugün ne yazık ki, insanoğlunun baş etmesi gereken büyük sorunlarda n birisi de dünyadaki küresel ısınma ve bunun neticesinde yaşanan ve ilerleyen yıllarda şiddetini artırması beklenen su kıtlığıdır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda su israfının sadece çağdaşlarımıza değil aynı zamanda gelecek nesillere karşı adaletsiz ve umursamaz bir tutum olduğunu unutmamak gerekir. Burada her bireye düşen görev öncelikle kendisini ve devamında ailesi ve çevresini bu konuda Allah’ın emrine uymaya çağırmak olmalıdır.
Yüzyıllar öncesinde Hz Rasulullah saa bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır
“Nehir kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz.”
Sonuç olarak abdest alırken Allah yolunda doğru adım atılmalı alınan abdest ile namaz kılınan namazla kimin huzuruna durulacağı, okunan Kur’an ile kimin kelamın telaffuz edildiği düşünülmelidir.
İmam Bakır’ın As buyurduğu gibi
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.”
İmam Rıza as abdest ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.
“Abdest alarak kul Cebbar olan Allah’ın karşısında münacat için durduğunda temiz olur, emrine itaat etmiş olur . Ayrıca abdest bitkinlik halletinin ortadan kalkmasına, uyku halinin gitmesine ve Cebbar olan Allah’ın karşısına durmak için kalbin temizlenmesine sebep olur.”
Allah’ın selam ve bereketi üzerinize olsun
ÖZGÜL TAŞDEMİR
“Allah kalpleri yatıştırmak için abdesti farz kılmıştır.”
İmam Cafer-i Sadık as
“ Adelet baldan daha tatlıdır, yağdan daha yumuşaktır ve miskten daha güzel kokuludur” Buyurmaktadır.
Her şeyin yerli yerine koyulması diğer bir tabirle dengeli ve eşit olmasıdır adalet. Hz Peygamber saa bildirdiği üzere “ Gökler ve yer adalet üzere ayakta durmaktadır.”
Allah’ın adaletinin manası ise ne kimsenin hakkını zayi eder, ne de kimsenin hakkını başkasına verir ve ne de kulları arasında ayrım yapar. O tam manasıyla adildir.
“ Kıyamet günü için adalet terazilerini koyarız ki, hiçbir nefis hiçbir zulme uğramasın” Enbiya 47
İyi amele ceza vermez kötüyü ise teşvik etmez. Hiç kimseyi başkasının günahı ile hesaba çekmez. Kuru ile yaşı asla beraber yakmaz. Allah’ın öğretilerine güvenmeyen, Rasulünü bu yönde rehberliğine itaat etmeyen asla toplum içinde sosyal adaleti hayata geçiremez. Zira kendi nefsine karşı zalimolan, nasıl başka nefislere karşı adil olabilsin?
Hz Rasulullah saa şöyle buyurmaktadır.
“Kim şiddetli soğukta kamil bir abdest alırsa sevaptan iki nasip alır. Kim şiddetli sıcakta kamil bir abdest alırsa sevaptan bir nasip alır.”
Hz Peygamber’in saa bu hadisinden açıkça anlaşılacağı üzere yapılan her amel eğer ki Allah’ın rızasına uygun yapılmışsa onun zorluğu derecesinde ecri de artar. Allah hiçbir çabayı zayi etmez
“Sizden bir şey yapanın emeğini boşa çıkarmam.” Ali İmran 195
Adaletin anlamını bildiği halde şirk işleyen bir kimsenin adaletinin batıl olduğunu, Allah Teâlâ’nın adl olduğunu bilerek adaletin bilincinde olarak hakkını vererek alınan abdestin sahih olduğunu, aksi halde alınan abdestin batıl olduğunu bilmemiz gerekir. Hayatımızda adaletli olmayı esas almamış isek batınımız bu yönden kirli ise Yüce Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşamıyorsak, aldığımız abdestin ruhumuzu temizlemesini beklememiz de boşuna olur.
Örn: Gasp edilmiş yani sahibinin rızası olmaksızın kullanılan su ile alınan abdestin batıl olması her amelde ve hayatın her sahasında olduğu gibi adaletsiz abdestin de olmayacağına güzel örnektir aslında. Ve yine bir şekilde suyun paylaşılması gerektiği durumlarda bencil edip suyu paylaşmaktan kaçınanın abdestin batıl olması da bu yönde bir örnektir. Bu durum bir insanın ihtiyacı olduğu gibi bir hayvanın da suyu içme ihtiyacı olması durumunda dahi aynıdır.
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” Nisa /58
Hz Fatıma sa adeletle ilgili şöyle buyurmaktadır
“Allah kalpleri yatıştırmak için adaleti farz kılmıştır.”
Yüce Allah kendisi Adil’dir ve adaleti emreder. Adaleti gözetmeksizin yapılan ibadet Allah’a yaklaşmak şöyle dursun O’nun emrine itaatsizlikten başka bir şey değildir.
Bugün ne yazık ki, insanoğlunun baş etmesi gereken büyük sorunlarda n birisi de dünyadaki küresel ısınma ve bunun neticesinde yaşanan ve ilerleyen yıllarda şiddetini artırması beklenen su kıtlığıdır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda su israfının sadece çağdaşlarımıza değil aynı zamanda gelecek nesillere karşı adaletsiz ve umursamaz bir tutum olduğunu unutmamak gerekir. Burada her bireye düşen görev öncelikle kendisini ve devamında ailesi ve çevresini bu konuda Allah’ın emrine uymaya çağırmak olmalıdır.
Yüzyıllar öncesinde Hz Rasulullah saa bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır
“Nehir kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz.”
Sonuç olarak abdest alırken Allah yolunda doğru adım atılmalı alınan abdest ile namaz kılınan namazla kimin huzuruna durulacağı, okunan Kur’an ile kimin kelamın telaffuz edildiği düşünülmelidir.
İmam Bakır’ın As buyurduğu gibi
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.”
İmam Rıza as abdest ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.
“Abdest alarak kul Cebbar olan Allah’ın karşısında münacat için durduğunda temiz olur, emrine itaat etmiş olur . Ayrıca abdest bitkinlik halletinin ortadan kalkmasına, uyku halinin gitmesine ve Cebbar olan Allah’ın karşısına durmak için kalbin temizlenmesine sebep olur.”
Allah’ın selam ve bereketi üzerinize olsun
ÖZGÜL TAŞDEMİR

NAMAZ PSİKOLOJİSİ
Psikoloji veya ruh bilimi, davranışı ve zihni inceleyen bilime psikoloji denir. Namaz psikolojisi denilince de akla namazdaki ruh halimiz, davranışlarımız, zihnimizden bahsedebiliriz. Namaz esnasında zihnimizde neler meydana geliyor, meydana gelen olaylar bedenimizi nasıl etkiliyor, ruh halimizde neler değişiyor bunları ele alabiliriz. Öncelikle namazdan önce aslında namaz psikolojisine giriş yapıyoruz. Çünkü namaza hazırlık yapıyoruz. Bunu bilgisayar kullanmaya başlamadan önce bilgisayarı fişe takma, başlat tuşuna basma işlemi olarak görebiliriz. Namaz kılmadan önce de işte bir başlatma işlemi yapmamız gerekiyor. Bu başlatma işlemi ezandan sonra alınan abdest olarak görebiliriz. Abdest bizi namaza hazırlayan bir eylemdir. Abdest ruhumuzu ve bedenimizi -ki bu ikisi birbirinden ayrılamaz bir ikilidir- hazırlar. Abdestin kanıtlanmış etkilerine bakarak nasıl hazırladığına bakabiliriz. Abdest:
Temizlenen yerlerdeki mikropları yok eder,
Dolaşım sistemimizi düzenler,
İnsanı rahatlatır. Sakinlik verir,
Cilde güzellik verir,
Tansiyonu dengeler.
Abdesti Allah su ile ya da toprak ile almamızı bize emretmiştir. O zaman abdestin psikolojimize etkilerini incelemek için bu iki elementi de incelememiz gerekmektedir. Su ve toprak ikisi de insan vücudu için faydalıdır. Vücutta biriken zararlı maddeleri, negatif enerjiyi oluşturan damarlardaki elektriklenmeyi, vücuttaki gerilimin atılmasında iletken madde görevi görerek vücudun arınmasını sağlar. Namazdan önce vücudumuzdaki fazlalıklardan, zihnimizi bulandıran stresten, fazla negatif yükten arınarak namaza hazır hale geliyoruz. İnsan zihni ve bedeni çok fazla dolu olunca maalesef yapacağı işe odaklanması da mümkün olmuyor. Namaz da bir iş olduğuna göre biz fazlalıklarımızdan abdest yoluyla arınarak ruhumuzu namaza odaklayabilir hale geliyoruz. Örnek vermek gerekirse;
“Ofis çalışanları üzerinde yapılan araştırmada, deneklerden, çalışırken ayakkabılarım çıkarmaları ve tüm gün çıplak ayakla oturmaları istendi, daha sonra deneklerin ayaklarının altına lletgen bir madde konularak bir tel yardımıyla tu iletgen maddenin toprakla teması saklandı. Deneyden 40 dakika önce ve 40 dakika sonra yapılan elektro fizyolojik ölçümler incelendiğinde, deneklerin; kalp hm değişkenliği anlamına gelen HRV sinyallerinin ve sinir sisteminin düzene girdiği kanıtlandı.”
“Gün içinde maruz kalınan elektromanyetik dalgaların stres ve yorgunluğa neden olduğunu ifade eden Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Daşdag, çıplak ayakla toprağa basılmasının ya da herhangi bir metale dokunulmasının bu elektrik yükünü boşaltacağını söylüyor. Metal gibi iletken olan, suya temasın da elektrik yükünün boşalmasını sağlayacağını belirten Daşdağ: “Her akşam duş almak, hem tüm vücudu elektrik yükünden kurtararak stresten arındırır hem de sağlıklı bir gece geçirmemizi sağlar. Özellikle elektromanyetik kirliliğin yüksek olduğu alanlarda yaşayanlar, akşamları duş alarak vücutta biriken elektrik yükünden arınmalı. Böylece, elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan stres ve yorgunluk giderilebiliyor. Gün içinde bunu yapacak zamanı bulamıyorsanız, elinizi suya tutmamız yani ellerinizi sık sık yıkamanız da vücudunuzdaki elektrik yükünü alır. Bu nedenle hem mikroplardan arınmak hem de elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan elektrostatik yük birikiminden korunmak için sık sık ellerinizi yıkayıp, her gün duş almalısınız” diyor.”
Abdest yoluyla namaza hazırlanmak için yeterli dinginliğe vücudumuz ulaştıktan sonra namaz için giyinmemiz gerekiyor. Şimdilerde gördüğümüz gibi özel günlerde birçok insan şık giyinmeye, güzel kokmaya, güzel gözükmeye çok dikkat eder hale geldi. “Özel gün” kavramına burada dikkat etmek istiyorum. Bir zamanı özel yapan nedir? Aldığımız geri dönütler diyebilir miyiz? Örneğin bir ödül töreni, doğum günü, ölüm yıl dönümleri, düğünler vs. Bunları özel gün yapan nedir? İnsanlar o özel günün sahibine karşılık vermeleridir. Bu karşılık sevgi, ilgi, onun özel gününe değer verdiğini gösteren şekilde giyinmek, değer verdiğini belli eden paylaşımlarda bulunmak vs diyebiliriz. Mümin bir insan için özel zamanlardan bir tanesi de namaz anları değil midir? Peki o anlarda müminin karşısında kim vardır ilgisini, değerini, sevgisini göstereceği? Allah. Peki Allah kimdir? Bu soru aklımızda bir köşesinde kalsın biz karşılıktan devam edelim. Müminin karşısında namazda karşısında derken haşa yön olarak almayalım mecazi olarak bahsediyorum muhatabında olarak alabiliriz o kelimeyi Allah vardır. Öyleyse o özel anımız olan namazdaki duruşumuzla Allah’a sevgimizi, ilgimizi, değerimizi gösteriyor olmaz mıyız? Giydiğimiz kıyafetten, kokumuza, duruşumuza, söylediğimiz şeylerin ne olduğuna dikkat ederek göstermiyor muyuz? Dünyada konumu çok yüksek bir şahısla konuşan insanların hiç esnediğini, akılların bir karış havada olduğunu görür müyüz? Gördüysek o şahıslar hakkında ne düşünürüz? Namazda Allah’ın karşısındaki ruh hali, psikolojisi işte davranışlarıyla, ilgisiyle insanın ölçülür. Öyleyse biz namazda dikkatli olmayan, aklında namaz değil de başka şeyler olan insan için nasıl çok değer veriyor, çok ilgili, Allah’a karşılık veriyor diyebiliriz? Namazdaki psikoloji işte budur. Namaz esnasında pür dikkat ne söylediğini bilerek, muhatabın Allah olduğunu bilerek ve bunun gibi bilinçli hareket etmektir namaz psikolojisinde olması gereken. Allah “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye dek namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)” buyurmuştur. Sarhoş olmak için alkol almaya mı gerek var? Hayır. Sarhoşluk tanımına uyan şekilde alkol almadığımız halde davranıyorsak biz de sarhoşuz. Yaratılmış insanlar bir iş yaptıklarında bu işin sebepleri vardır ve sonuç doğurur. Namaz kılmak da bir iştir. Öyleyse bu hareketin bir sebebi ve sonucu olmak zorundadır. Sebebin “bilinç” ile yapılması canlının hayvan veya insan olarak ayırt edilmesindeki dayanak noktasıdır. Hayvanların hareketleri içgüdüleriyle olurken insanların güdüleri olmasına karşın zihinleriyle bu güdüleri gerçekleştirme veya bastırma gibi seçenekleri seçme olanakları mevcuttur. Yani insan bir işi yaparken beyninde birtakım süreçlerden, süzgeçlerden geçirirken hayvanlar için bu söz konusu değildir. Namazın “insanlara” farz olduğunu düşünürsek, öyleyse bu ibadetin “bilinçle” yapılması mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Öyleyse namaz esnasında bilinçli olmak zorundayız, sarhoş olmamalıyız.
Örneğin müziğin insanı sarhoş edici özellikleri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Müzik de insanı sarhoş edebilir. Yani alkol almıyorsak sarhoş değiliz diye düşünmemeliyiz. Ne zaman mağazaya girsek müzik çaldığınızı görürüz neden? Çünkü kanıtlanmıştır ki müziğin insanı uyuşturucu ve harekete geçirici özelliği bulunmakla. O an insanlar da harekete geçerek daha fazla alışveriş yapsınlar ve mağaza sahipleri de insanların düşüncelerinin uyuşukluğunu kullanarak satış yapsınlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta günümüzde ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın kısmıdır. Çünkü çoğumuz namazda ne söylediğimizi bilmiyoruz. Evet öğrenmiş oluyoruz. Evet zihnimiz bunu biliyor çünkü insan zihni hiçbir şeyi unutmadığı araştırmalarca kanıtlanmış. Sadece bilgiyi çağırmanın yolunu bilmek gerekiyor. Bilinçaltımızda bir yerlerde öğrendiğimiz her şey duruyor. Evet okuduğumuz sureleri, duaların anlamını öğrendik ama namazda bunları geri çağırmadığımız sürece, ne söylediğimizi bilmediğimiz sürece bizim namazımızın ne kadar kabul olduğu da Allah’ın bildiği bir iştir.
Bilinçli bir şekilde namaz kıldığımızı varsayarsak ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Namazda sürekli kendimize telkin ediyoruz. Telkin ettiğimiz şeylere örnek olarak:
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.
- Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır.
- (O) Rahman ve Rahimdir.
- Cezâ ve mükâfat gününün sahibidir.
- Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
- Bizi doğru yola hidayet et.
- Nimet verdiğin kimselerin yoluna; (onlar) ki ne kendilerine gazap edilmiştir ve ne de sapmışlardır.
De ki: Allah birdir.
- Allah ihtiyaçsızdır. (Ve her şey O’na muhtaçtır.)
- Doğurmaz ve doğmamıştır.
- Ve O’nun bir benzeri yoktur.
Her şeyden yüce olan Rabbim münezzehtir ve O’na hamd ederim.
Bir insan nasıl olurda gün içerisinde ve ömrü boyunca düzenli olarak Allah’ı tanıtan ayetleri ve kendisinin yaratılış sebebini zihnine telkin ettiğinde nasıl olur da ömrünü sırati müstakim de geçirmez? İşte namaz kılmamızın sonuçları olarak, günde en az 5 defa zihnimize telkin ettiğimiz, o sözler bizim kişiliğimize yaptığımız telkinlerdir aslında. Namaz insanın kişiliğini şekillendiren bir iştir. İnsan üzerindeki sonuçları; aynı saatlerde aynı işi yapmanın hayatı düzene sokması, hem kılan hem de gören bireylere Allah’ı hatırlatması, yeni nesillere örnek olması, kararlı ve sabırlı bir karaktere sahip olmasını örnek verebiliriz. Namaz kılma sebebi değiştiğinde insan için sonuçları da değişmektedir. Allah rızası için kılınan namaz ile riya için kılınan namazın sonuçlarının aynı olmasını beklemek mümkün olamaz. Riya ile kılınan namazda zaten insana ne etkisi olur ki? Yapılan bir araştırmaya bakalım.
“15 ile 65 yaş ve üzeri kişiler üzerinde namaz ibadeti ile psikolojik iyi olma arasındaki ilişkiyi din psikolojisi açısından incelemeyi amaç edinen araştırmamızda ölçme aracı olarak “Kişisel Bilgi Formu” ve “Psikolojik İyi Olma Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmanın sonucunda örneklemin beş vakit namaz ve nafile namaz kılma durumları ile psikolojik iyi olma düzeyleri arasında pozitif yönde ve anlamlılık derecesinde bir ilişki olduğu gözlenmiştir.
Namaz kılma niyetlerine göre katılımcıların psikolojik iyi oluş düzeylerinde istatiksel olarak anlamlılık derecesinde farklılıklar olduğu görülmüştür. Başka bir deyişle örneklemin Allah rızası için namaz kılma fikrine katılma dereceleri arttıkça psikolojik iyi oluş düzeylerinin de arttığı tespit edilmiştir.”
Her namazda kendisine telkin eden insan zamanla nasıl bir ruh hali içerisine girmektedir? Girmiş olduğu ruh hali kime benzemektedir? Birçok defa İmamların (a.s) namaz kılarken renklerinin attığından bahsetmiştik. Çünkü İmamlar (a.s) namazda ne söylediklerini ve söylediklerini kimin duyduğunu biliyorlardı. Beşeri her şeyden arınık, yaptıklarıyla Allah’ın karşısında olduklarını biliyorlardı. Secdeye gittiklerinde Allah ile insan arasındaki perdenin kalktığını biliyorlardı. Namaz psikolojisi işte budur. İnsan namaz için şunu bilmelidir ki, Allah, kuluna namazı nasip ettiğinde ve o kul secdeye kapandığında insan yaptıklarıyla Allah’ın karşısında, engelsiz, perdesiz durmaktadır. Dünyada insan bedenini örten, kusurları gizleyen ve insana güven veren kıyafetlerin olmadığında gelecek utanma hissi, insanın her şeyiyle çıplak kalmasının vereceği güvensizlik, korku duygularını namazda amellerimizle Allah’ın karşısında çıplak kaldığımızda da duymalıyız ki namazın ne olduğunu anlayabilelim. Amellerimizin azlığı ve günahlarımızın çokluğu karşısında secde etme isteğimiz artacaktır ve zamanla hayatımız, kişiliğimiz Allah’ı razı eden insanların hayatına ve kişiliğine benzeyecektir.
EYLEM KARABAĞ
Temizlenen yerlerdeki mikropları yok eder,
Dolaşım sistemimizi düzenler,
İnsanı rahatlatır. Sakinlik verir,
Cilde güzellik verir,
Tansiyonu dengeler.
Abdesti Allah su ile ya da toprak ile almamızı bize emretmiştir. O zaman abdestin psikolojimize etkilerini incelemek için bu iki elementi de incelememiz gerekmektedir. Su ve toprak ikisi de insan vücudu için faydalıdır. Vücutta biriken zararlı maddeleri, negatif enerjiyi oluşturan damarlardaki elektriklenmeyi, vücuttaki gerilimin atılmasında iletken madde görevi görerek vücudun arınmasını sağlar. Namazdan önce vücudumuzdaki fazlalıklardan, zihnimizi bulandıran stresten, fazla negatif yükten arınarak namaza hazır hale geliyoruz. İnsan zihni ve bedeni çok fazla dolu olunca maalesef yapacağı işe odaklanması da mümkün olmuyor. Namaz da bir iş olduğuna göre biz fazlalıklarımızdan abdest yoluyla arınarak ruhumuzu namaza odaklayabilir hale geliyoruz. Örnek vermek gerekirse;
“Ofis çalışanları üzerinde yapılan araştırmada, deneklerden, çalışırken ayakkabılarım çıkarmaları ve tüm gün çıplak ayakla oturmaları istendi, daha sonra deneklerin ayaklarının altına lletgen bir madde konularak bir tel yardımıyla tu iletgen maddenin toprakla teması saklandı. Deneyden 40 dakika önce ve 40 dakika sonra yapılan elektro fizyolojik ölçümler incelendiğinde, deneklerin; kalp hm değişkenliği anlamına gelen HRV sinyallerinin ve sinir sisteminin düzene girdiği kanıtlandı.”
“Gün içinde maruz kalınan elektromanyetik dalgaların stres ve yorgunluğa neden olduğunu ifade eden Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Daşdag, çıplak ayakla toprağa basılmasının ya da herhangi bir metale dokunulmasının bu elektrik yükünü boşaltacağını söylüyor. Metal gibi iletken olan, suya temasın da elektrik yükünün boşalmasını sağlayacağını belirten Daşdağ: “Her akşam duş almak, hem tüm vücudu elektrik yükünden kurtararak stresten arındırır hem de sağlıklı bir gece geçirmemizi sağlar. Özellikle elektromanyetik kirliliğin yüksek olduğu alanlarda yaşayanlar, akşamları duş alarak vücutta biriken elektrik yükünden arınmalı. Böylece, elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan stres ve yorgunluk giderilebiliyor. Gün içinde bunu yapacak zamanı bulamıyorsanız, elinizi suya tutmamız yani ellerinizi sık sık yıkamanız da vücudunuzdaki elektrik yükünü alır. Bu nedenle hem mikroplardan arınmak hem de elektromanyetik kirlilikten kaynaklanan elektrostatik yük birikiminden korunmak için sık sık ellerinizi yıkayıp, her gün duş almalısınız” diyor.”
Abdest yoluyla namaza hazırlanmak için yeterli dinginliğe vücudumuz ulaştıktan sonra namaz için giyinmemiz gerekiyor. Şimdilerde gördüğümüz gibi özel günlerde birçok insan şık giyinmeye, güzel kokmaya, güzel gözükmeye çok dikkat eder hale geldi. “Özel gün” kavramına burada dikkat etmek istiyorum. Bir zamanı özel yapan nedir? Aldığımız geri dönütler diyebilir miyiz? Örneğin bir ödül töreni, doğum günü, ölüm yıl dönümleri, düğünler vs. Bunları özel gün yapan nedir? İnsanlar o özel günün sahibine karşılık vermeleridir. Bu karşılık sevgi, ilgi, onun özel gününe değer verdiğini gösteren şekilde giyinmek, değer verdiğini belli eden paylaşımlarda bulunmak vs diyebiliriz. Mümin bir insan için özel zamanlardan bir tanesi de namaz anları değil midir? Peki o anlarda müminin karşısında kim vardır ilgisini, değerini, sevgisini göstereceği? Allah. Peki Allah kimdir? Bu soru aklımızda bir köşesinde kalsın biz karşılıktan devam edelim. Müminin karşısında namazda karşısında derken haşa yön olarak almayalım mecazi olarak bahsediyorum muhatabında olarak alabiliriz o kelimeyi Allah vardır. Öyleyse o özel anımız olan namazdaki duruşumuzla Allah’a sevgimizi, ilgimizi, değerimizi gösteriyor olmaz mıyız? Giydiğimiz kıyafetten, kokumuza, duruşumuza, söylediğimiz şeylerin ne olduğuna dikkat ederek göstermiyor muyuz? Dünyada konumu çok yüksek bir şahısla konuşan insanların hiç esnediğini, akılların bir karış havada olduğunu görür müyüz? Gördüysek o şahıslar hakkında ne düşünürüz? Namazda Allah’ın karşısındaki ruh hali, psikolojisi işte davranışlarıyla, ilgisiyle insanın ölçülür. Öyleyse biz namazda dikkatli olmayan, aklında namaz değil de başka şeyler olan insan için nasıl çok değer veriyor, çok ilgili, Allah’a karşılık veriyor diyebiliriz? Namazdaki psikoloji işte budur. Namaz esnasında pür dikkat ne söylediğini bilerek, muhatabın Allah olduğunu bilerek ve bunun gibi bilinçli hareket etmektir namaz psikolojisinde olması gereken. Allah “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye dek namaza yaklaşmayın. (Nisa/43)” buyurmuştur. Sarhoş olmak için alkol almaya mı gerek var? Hayır. Sarhoşluk tanımına uyan şekilde alkol almadığımız halde davranıyorsak biz de sarhoşuz. Yaratılmış insanlar bir iş yaptıklarında bu işin sebepleri vardır ve sonuç doğurur. Namaz kılmak da bir iştir. Öyleyse bu hareketin bir sebebi ve sonucu olmak zorundadır. Sebebin “bilinç” ile yapılması canlının hayvan veya insan olarak ayırt edilmesindeki dayanak noktasıdır. Hayvanların hareketleri içgüdüleriyle olurken insanların güdüleri olmasına karşın zihinleriyle bu güdüleri gerçekleştirme veya bastırma gibi seçenekleri seçme olanakları mevcuttur. Yani insan bir işi yaparken beyninde birtakım süreçlerden, süzgeçlerden geçirirken hayvanlar için bu söz konusu değildir. Namazın “insanlara” farz olduğunu düşünürsek, öyleyse bu ibadetin “bilinçle” yapılması mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Öyleyse namaz esnasında bilinçli olmak zorundayız, sarhoş olmamalıyız.
Örneğin müziğin insanı sarhoş edici özellikleri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Müzik de insanı sarhoş edebilir. Yani alkol almıyorsak sarhoş değiliz diye düşünmemeliyiz. Ne zaman mağazaya girsek müzik çaldığınızı görürüz neden? Çünkü kanıtlanmıştır ki müziğin insanı uyuşturucu ve harekete geçirici özelliği bulunmakla. O an insanlar da harekete geçerek daha fazla alışveriş yapsınlar ve mağaza sahipleri de insanların düşüncelerinin uyuşukluğunu kullanarak satış yapsınlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta günümüzde ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın kısmıdır. Çünkü çoğumuz namazda ne söylediğimizi bilmiyoruz. Evet öğrenmiş oluyoruz. Evet zihnimiz bunu biliyor çünkü insan zihni hiçbir şeyi unutmadığı araştırmalarca kanıtlanmış. Sadece bilgiyi çağırmanın yolunu bilmek gerekiyor. Bilinçaltımızda bir yerlerde öğrendiğimiz her şey duruyor. Evet okuduğumuz sureleri, duaların anlamını öğrendik ama namazda bunları geri çağırmadığımız sürece, ne söylediğimizi bilmediğimiz sürece bizim namazımızın ne kadar kabul olduğu da Allah’ın bildiği bir iştir.
Bilinçli bir şekilde namaz kıldığımızı varsayarsak ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Namazda sürekli kendimize telkin ediyoruz. Telkin ettiğimiz şeylere örnek olarak:
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.
- Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır.
- (O) Rahman ve Rahimdir.
- Cezâ ve mükâfat gününün sahibidir.
- Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
- Bizi doğru yola hidayet et.
- Nimet verdiğin kimselerin yoluna; (onlar) ki ne kendilerine gazap edilmiştir ve ne de sapmışlardır.
De ki: Allah birdir.
- Allah ihtiyaçsızdır. (Ve her şey O’na muhtaçtır.)
- Doğurmaz ve doğmamıştır.
- Ve O’nun bir benzeri yoktur.
Her şeyden yüce olan Rabbim münezzehtir ve O’na hamd ederim.
Bir insan nasıl olurda gün içerisinde ve ömrü boyunca düzenli olarak Allah’ı tanıtan ayetleri ve kendisinin yaratılış sebebini zihnine telkin ettiğinde nasıl olur da ömrünü sırati müstakim de geçirmez? İşte namaz kılmamızın sonuçları olarak, günde en az 5 defa zihnimize telkin ettiğimiz, o sözler bizim kişiliğimize yaptığımız telkinlerdir aslında. Namaz insanın kişiliğini şekillendiren bir iştir. İnsan üzerindeki sonuçları; aynı saatlerde aynı işi yapmanın hayatı düzene sokması, hem kılan hem de gören bireylere Allah’ı hatırlatması, yeni nesillere örnek olması, kararlı ve sabırlı bir karaktere sahip olmasını örnek verebiliriz. Namaz kılma sebebi değiştiğinde insan için sonuçları da değişmektedir. Allah rızası için kılınan namaz ile riya için kılınan namazın sonuçlarının aynı olmasını beklemek mümkün olamaz. Riya ile kılınan namazda zaten insana ne etkisi olur ki? Yapılan bir araştırmaya bakalım.
“15 ile 65 yaş ve üzeri kişiler üzerinde namaz ibadeti ile psikolojik iyi olma arasındaki ilişkiyi din psikolojisi açısından incelemeyi amaç edinen araştırmamızda ölçme aracı olarak “Kişisel Bilgi Formu” ve “Psikolojik İyi Olma Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmanın sonucunda örneklemin beş vakit namaz ve nafile namaz kılma durumları ile psikolojik iyi olma düzeyleri arasında pozitif yönde ve anlamlılık derecesinde bir ilişki olduğu gözlenmiştir.
Namaz kılma niyetlerine göre katılımcıların psikolojik iyi oluş düzeylerinde istatiksel olarak anlamlılık derecesinde farklılıklar olduğu görülmüştür. Başka bir deyişle örneklemin Allah rızası için namaz kılma fikrine katılma dereceleri arttıkça psikolojik iyi oluş düzeylerinin de arttığı tespit edilmiştir.”
Her namazda kendisine telkin eden insan zamanla nasıl bir ruh hali içerisine girmektedir? Girmiş olduğu ruh hali kime benzemektedir? Birçok defa İmamların (a.s) namaz kılarken renklerinin attığından bahsetmiştik. Çünkü İmamlar (a.s) namazda ne söylediklerini ve söylediklerini kimin duyduğunu biliyorlardı. Beşeri her şeyden arınık, yaptıklarıyla Allah’ın karşısında olduklarını biliyorlardı. Secdeye gittiklerinde Allah ile insan arasındaki perdenin kalktığını biliyorlardı. Namaz psikolojisi işte budur. İnsan namaz için şunu bilmelidir ki, Allah, kuluna namazı nasip ettiğinde ve o kul secdeye kapandığında insan yaptıklarıyla Allah’ın karşısında, engelsiz, perdesiz durmaktadır. Dünyada insan bedenini örten, kusurları gizleyen ve insana güven veren kıyafetlerin olmadığında gelecek utanma hissi, insanın her şeyiyle çıplak kalmasının vereceği güvensizlik, korku duygularını namazda amellerimizle Allah’ın karşısında çıplak kaldığımızda da duymalıyız ki namazın ne olduğunu anlayabilelim. Amellerimizin azlığı ve günahlarımızın çokluğu karşısında secde etme isteğimiz artacaktır ve zamanla hayatımız, kişiliğimiz Allah’ı razı eden insanların hayatına ve kişiliğine benzeyecektir.
EYLEM KARABAĞ

ABDEST VE AHİRET
Abdest kavramını, ahiretle ilişkisi açısından değerlendirdiğimiz zaman, abdestin, ahiret günü kâra ulaştıran salih ameller için önem arz ettiğini görmekteyiz. Abdest, bazı ameller için farz, bazıları için mustahap olarak belirlenmiştir. Farzın terkedilmesi ilâhi azaba sebep olur, mustahap amellerinse terki böyle bir sonuç doğurmaz, fakat Rahman ve Rahim olan Allah müstahap amelleri de mükafatsız bırakmayacaktır. Yani bir abdestle de sevap işleyebilir, ilâhi nurla süslenebiliriz. Abdestin farz olduğu durumlarda ise abdest, bu amellerin kabul olma şartlarının esasını oluşturmaktadır. Allahu Taala`nın vacip buyurduğu bir takım ameller abdestsiz yerine getirilemez. Çünkü bir eve girmek istediğimiz zaman ev sahibinden izin alırız. Abdest de aynı böyledir. Bu yüzden bu gibi salih ameller karşılığında belirlenmiş mükafat ve derecelerin hepsini bir oda gibi düşünürsek abdest almak bu odanın anahtarı olur. Abdestin ahiret dünyasını kazanmada nasıl önem arz ettiğini daha detaylı değerlendirelim.
Abdest almak bir nevi istiğfardır. Allah Resulü (saa): Müslüman kimse abdest aldığı zaman onun günahları kulak, göz, ve ayaklarından hariç olur. Böylece oturduğu zaman bağışlanmış olarak oturur. (El Fakih, cilt 1, s.58). Allah Resulü (saa): Allahu Taala kıyamet günü benim ümmetimi mahşere abdestlerinin sonucu olarak güzel yüz ve beyaz el-ayakla getirecektir.” der (Mizanül hikme 1822, 6530). Çünkü ilahi rahmetin tecellisi yağmurun toprakta bıraktığı etki gibi abdest zamanı kullanılan pâk su da insanı hem maddi hem manevi açıdan temizler.
Abdest, zikrin en güzel hallerindendir. İnsana yüce Allah’ı hatırlatır. Yani abdest, Allah’ın birliği, insanlığın başlangıcı ve sonu hakkında düşünmeye, tefekküre, Allah’tan korkmak ve Onun rahmetine umud etmeye vesile olur. Namaza hazırlık aşaması olarak abdest, su cisme değdiği anda insanı bir anlık dünyanın akışından ayırarak gafletten koparır ve yaratılış amacını ona anımsatır. İmam Ali Rıza (a): “Kula şu nedenle abdest almayla namaza başlama emri verilmiştir ki, kul mutlak egemenlik sahibi Yüce Allah’ın huzurunda durup münacat ettiği esnada temiz olsun ve kirlilik ve pislikten pâk olduğu bir halde yüce Allah’ın emrini yerine getirsin. İlaveten, abdest almak, insandan tembellik, hâlsizlik ve uyuşukluğu giderir ve insana Hakkın huzurunda durmak için gerekli kalp temizliğini kazandırır” (El-Vesail, c.1, s. 257).
Hz. Resulullah (saa), sürekli abdest hâlinde olan, gece abdestle uyuyup bu hâlde ölen kimsenin şehitler derecesinde olacağını belirtmiştir (Emali Mufid, s. 60, h.5). İmam Sadık (a)’ın buyurduğu gibi abdestliyken abdest almak nur üstüne nurdur. (Vesailuş-şia, c.1, s.265, h.8). Bu halde olan kimse her an pâk olur, her an namaz ve Allah’la munacat hâlinde olur. Ve sanki ilâhi çağrılara her an onay verme fırsatını yakalar. Bir kurtuluş gemisine binmek için gidiş bileti gibidir abdest. Bu hâl, kulun Allah’la irtibatını sürekli kılar ve ölüm kapıyı çalarken insan dünyadan abdestli bir şekilde ayrılmış olur, İlâhi dergaha bu şekilde çıkar.
Aslında abdest, bir bakıma insanın Rabbiyle görüşüne olan itinasını gösterir. Yani kişi, namazda Allah’a duyduğu saygı ve hûşuyu aslında abdest alırken göstermektedir. Ve insanın kendi Rabbiyle, onu Yaratanla olan manevi irtibatında, dolayısıyla uhrevi açıdan ilişkisinin sağlamlaşmasında abdestin önemi çoktur. İmam Bakır (a) şöyle buyururlar: “Abdest Allah’ın kullarından hangisinin Ona itaat edip etmediğini bilmek için tayin ettiği sınırlardan biridir” (İlelüş-Şeraye, s.279, hadis 1). Dolayısıyla Rabbimizin hoşnut olduğu amel olan namazın kabul edilme şartlarının ilki, dosdoğru abdesttir.
Nitekim kabir gününde, ahirette sorulacak ilk amel namazdır ve Kurani Kerim’de Maide suresi 6. ayette namaza duracağımız zaman abdest almamız gerektiği belirtilmiştir. Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur: “Dinin direği namazdır ve namaz insan oğlunun bakılan ilk amelidir. Eğer bu doğru olursa diğer amellerine de bakılır. Eğer doğru olmazsa diğer amellerine bakılmaz.” (Biharül Envar – 82/227/ 53). Namazın kabul olma şartları çoktur fakat konumuzla alakalı olan kısmı abdesttir. İmam Ali (a) şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ın kitabında en ümit verici ayet şudur: “Günün iki ucunda ve gecenin bir bölümünde namaz kıl” ayeti hakkında şöyle buyurdu: “Ey Ali! Beni hak üzere müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderene andolsun ki sizden biri abdest için kalkınca günahları organlarından yere dökülür. Yüzü ve gönlüyle Allah’a yönelirse, henüz namazı sona ermeden üzerinde hiçbir günah kalmaz ve annesinden doğduğu gün gibi olur. İki namaz arasındaki günahları da temizlenir.” Peygamber böylece sırasıyla beş vakit namazı saydı, daha sonra şöyle buyurdu: “Ey Ali! Ümmetim için beş vakit namaz, sizden birinin evinin kapısından geçen nehir gibidir. Eğer sizden birinin bedeni kirlenir ve günde beş defa o nehirde yıkanırsa, bedeninde bir kirlilik bulunur mu?” Allah’a yemin olsun ki beş vakit namazın da ümmetim için işte böyle bir hükmü vardır.” (Mizanul Hikmet 7. Cilt, 10559.) . En’am suresi 72. ayette belirtildiği gibi namazı dosdoğru kılmamız ve Allah’tan korkmamız emredilmiştir. Hadiste namazın bir nehir misali temizleyici olduğu belirtilmiştir. Nitekim bu temizleyici nehire bu özelliği veren de doğru alınmış bir abdesttir. Namazı doğru kılmak için ilk önce doğru bir şekilde abdest almak gerekir ki Ahirette namaz ve amellerimiz şefaatçimiz, günahlardan arınma vesilemiz olabilsin.
Abdest almak bir nevi istiğfardır. Allah Resulü (saa): Müslüman kimse abdest aldığı zaman onun günahları kulak, göz, ve ayaklarından hariç olur. Böylece oturduğu zaman bağışlanmış olarak oturur. (El Fakih, cilt 1, s.58). Allah Resulü (saa): Allahu Taala kıyamet günü benim ümmetimi mahşere abdestlerinin sonucu olarak güzel yüz ve beyaz el-ayakla getirecektir.” der (Mizanül hikme 1822, 6530). Çünkü ilahi rahmetin tecellisi yağmurun toprakta bıraktığı etki gibi abdest zamanı kullanılan pâk su da insanı hem maddi hem manevi açıdan temizler.
Abdest, zikrin en güzel hallerindendir. İnsana yüce Allah’ı hatırlatır. Yani abdest, Allah’ın birliği, insanlığın başlangıcı ve sonu hakkında düşünmeye, tefekküre, Allah’tan korkmak ve Onun rahmetine umud etmeye vesile olur. Namaza hazırlık aşaması olarak abdest, su cisme değdiği anda insanı bir anlık dünyanın akışından ayırarak gafletten koparır ve yaratılış amacını ona anımsatır. İmam Ali Rıza (a): “Kula şu nedenle abdest almayla namaza başlama emri verilmiştir ki, kul mutlak egemenlik sahibi Yüce Allah’ın huzurunda durup münacat ettiği esnada temiz olsun ve kirlilik ve pislikten pâk olduğu bir halde yüce Allah’ın emrini yerine getirsin. İlaveten, abdest almak, insandan tembellik, hâlsizlik ve uyuşukluğu giderir ve insana Hakkın huzurunda durmak için gerekli kalp temizliğini kazandırır” (El-Vesail, c.1, s. 257).
Hz. Resulullah (saa), sürekli abdest hâlinde olan, gece abdestle uyuyup bu hâlde ölen kimsenin şehitler derecesinde olacağını belirtmiştir (Emali Mufid, s. 60, h.5). İmam Sadık (a)’ın buyurduğu gibi abdestliyken abdest almak nur üstüne nurdur. (Vesailuş-şia, c.1, s.265, h.8). Bu halde olan kimse her an pâk olur, her an namaz ve Allah’la munacat hâlinde olur. Ve sanki ilâhi çağrılara her an onay verme fırsatını yakalar. Bir kurtuluş gemisine binmek için gidiş bileti gibidir abdest. Bu hâl, kulun Allah’la irtibatını sürekli kılar ve ölüm kapıyı çalarken insan dünyadan abdestli bir şekilde ayrılmış olur, İlâhi dergaha bu şekilde çıkar.
Aslında abdest, bir bakıma insanın Rabbiyle görüşüne olan itinasını gösterir. Yani kişi, namazda Allah’a duyduğu saygı ve hûşuyu aslında abdest alırken göstermektedir. Ve insanın kendi Rabbiyle, onu Yaratanla olan manevi irtibatında, dolayısıyla uhrevi açıdan ilişkisinin sağlamlaşmasında abdestin önemi çoktur. İmam Bakır (a) şöyle buyururlar: “Abdest Allah’ın kullarından hangisinin Ona itaat edip etmediğini bilmek için tayin ettiği sınırlardan biridir” (İlelüş-Şeraye, s.279, hadis 1). Dolayısıyla Rabbimizin hoşnut olduğu amel olan namazın kabul edilme şartlarının ilki, dosdoğru abdesttir.
Nitekim kabir gününde, ahirette sorulacak ilk amel namazdır ve Kurani Kerim’de Maide suresi 6. ayette namaza duracağımız zaman abdest almamız gerektiği belirtilmiştir. Resulullah (saa) şöyle buyurmuştur: “Dinin direği namazdır ve namaz insan oğlunun bakılan ilk amelidir. Eğer bu doğru olursa diğer amellerine de bakılır. Eğer doğru olmazsa diğer amellerine bakılmaz.” (Biharül Envar – 82/227/ 53). Namazın kabul olma şartları çoktur fakat konumuzla alakalı olan kısmı abdesttir. İmam Ali (a) şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ın kitabında en ümit verici ayet şudur: “Günün iki ucunda ve gecenin bir bölümünde namaz kıl” ayeti hakkında şöyle buyurdu: “Ey Ali! Beni hak üzere müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderene andolsun ki sizden biri abdest için kalkınca günahları organlarından yere dökülür. Yüzü ve gönlüyle Allah’a yönelirse, henüz namazı sona ermeden üzerinde hiçbir günah kalmaz ve annesinden doğduğu gün gibi olur. İki namaz arasındaki günahları da temizlenir.” Peygamber böylece sırasıyla beş vakit namazı saydı, daha sonra şöyle buyurdu: “Ey Ali! Ümmetim için beş vakit namaz, sizden birinin evinin kapısından geçen nehir gibidir. Eğer sizden birinin bedeni kirlenir ve günde beş defa o nehirde yıkanırsa, bedeninde bir kirlilik bulunur mu?” Allah’a yemin olsun ki beş vakit namazın da ümmetim için işte böyle bir hükmü vardır.” (Mizanul Hikmet 7. Cilt, 10559.) . En’am suresi 72. ayette belirtildiği gibi namazı dosdoğru kılmamız ve Allah’tan korkmamız emredilmiştir. Hadiste namazın bir nehir misali temizleyici olduğu belirtilmiştir. Nitekim bu temizleyici nehire bu özelliği veren de doğru alınmış bir abdesttir. Namazı doğru kılmak için ilk önce doğru bir şekilde abdest almak gerekir ki Ahirette namaz ve amellerimiz şefaatçimiz, günahlardan arınma vesilemiz olabilsin.

TEVHİD VE ABDEST
Tevhid: Vahd kökünden türemiştir. Sözlük manası: bir şeyin bir ve tek olduğunu kabul etmektir.
Dini terim olarak ise: Yüce Allah’ı bir, tek ve ortaksız kabul etmektir.
Tevhid sözcüğü Kur’anı Kerimde 37 defa zikredilmiştir.
Aslında Tevhidin tam bir tanımını yapmak için Yüce Allah’ın tüm isim ve sıfatlarını bir arada ve birbiriyle ilişkilendirilerek yapmak gerekir.
Şöyle ki Allah Alimdir ancak bu niteliği taşıyan hiçbir alime benzemeksizin Alim’dir. Alimken aynı zamanda Rahimdir, Raufdur…
Bakara 163. Ayette Allah Tebareke Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
“Sizin İlahınız, tek İlahtır. O’ndan başka İlah yoktur. O Rahman ve Rahimdir.”
İmam Rıza (as) şöyle buyurmaktadır.
“Allah’a ibadetin evveli O’nu tanımandır. Adı Yüce Allah’ı tanımanın aslı O’nun tekliğine birliğine inanmaktır. O’nun tekliğine birliğine inanmanın düzeni, O’nu sınırlandırmamaktır. Zira akıllar, her sınırlının yaratılmış olduğuna tanıklık etmektedir.” Mizanul Hikme s:466
LA İLAHE İLLALLAH
Hz. Muhammed (saa) İslam’a davette ilk çağrısı Allah’ın birliğini kabul etmeye olmuştur.
LA: Red etmek
İLAHE: Tüm İlahları
İLLALLAH: Allahtan başka
İslam’a ilk davetin başladığı coğrafyaya bakıldığında İlah inancına aslında hiç te yabancı olmadığı görülür. Müşrik topluluğun İlah inancına göre bir yaratıcı var ancak O yaratıcının yardımcıları da vardır. Böyle bir topluluğa ilk çağrı Yüce Allah’ın ortaksız oluşunu bildirmekle başlamış olması bu çağrının İlahi bir çağrı olduğunun en büyük delilidir. O gün o topluluğun yaşam şartları göz önünde bulundurulduğunda kendi elleriyle yaptığı putları yardımcı İlahlara olarak kabul etmek fikri her ne kadar gülünç gelse de, bugün modern insanın yaşamında İlahi emir ve yasaklara riayet etme konusunda kendi önüne koyduğu her engel de kendi eli ile yaptığı puttan daha da trajikomiktir. Çünkü zamanın şartları bilgiye ulaşma konusunda daha avantajlıdır. İlim öğrenmek eğitilmek dönemin şartlarına kıyasla daha kolay ve hızlıdır.
Tevhid her ne kadar Kur’an da 37 defa kelime olarak geçmiş ise de aslında Kur’an her bir ayeti, her harfi hatta topyekûn kendisinin İlahi bir mucize oluşu ile tamamıyla bir Tevhid çağrısıdır. Yaratılmış her bir zerre Yaratıcısının kudret ve güç olarak tek ve ortaksız olduğunun birer delili niteliğindedir.
“Şüphesiz ki çekirdeği ve taneyi (içlerinden bitki ve ağaç çıkarmak için) yarıp çatlatan, Allah’tır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah, budur. Nasıl olur da (O’na ibadeti bırakıp, bunların hiçbirini yapamayan putlara doğru) çevriliyorsunuz?” (En’âm/ 95)
Yaratmada güç ve kudrette ortağı olmayan elbette kulluğa en layık olan Allah Tebareke Teâlâ’dır.
“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Fatiha/ 5
Peki Nasıl?
Nereden öğrenmek gerekir yalnız Allah’a kulluk etmeyi? Allah’ın razı olacağı bir kulluğun reçetesi kimdedir acaba?
Öyle bir öğretmen olmalı ki kendisinde kulluk manasında bir eksik veya kusur bulunmamalıdır. Tüm sınavlardan en yüksek derece ile geçmiş olmalı, üstelikte Yüce Allah’ın kendilerine ruhsat verdiği seçtiği öğreticilerden olmalıdır.
Diyelim ki(İnşallah) Tevhidi inancımızı ve kulluğun nasıl, ne şekilde, ne niyetle yapılması gerektiğini bizlere itaati farz olan Seçkin Öğretmenlerden öğrendik, itikadımızı tamamladık. Kulluğun ibadet aşamasındayız ve ilk adımımız abdest…
“Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı mesh edin ayaklarınızı da.” Maide /6
Kendisi Kur’an ayetine konu olmuş başlı başına bir ibadet olan abdestin ne denli önemli olduğunu yine Seçkin öğretmenlerden öğreniyoruz.
Hz. Resulullah (saa) şöyle buyurmaktadır;
“Abdest, imanın yarısıdır.”
Ve yine İmam Muhammed Bakır (as) şöyle buyurmaktadır;
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.”
Öyleyse Tek ve ortaksız Yüce Allah’a itaatin bir göstergesi olan abdest ibadi anlamda ilk adım ve imanın yarısıdır buyruğu ile en önemli adımlardandır diyebiliriz. Ancak tevhid üzere olmasının bilinci ile olmalıdır.
ZELİHA ŞAHİN
Dini terim olarak ise: Yüce Allah’ı bir, tek ve ortaksız kabul etmektir.
Tevhid sözcüğü Kur’anı Kerimde 37 defa zikredilmiştir.
Aslında Tevhidin tam bir tanımını yapmak için Yüce Allah’ın tüm isim ve sıfatlarını bir arada ve birbiriyle ilişkilendirilerek yapmak gerekir.
Şöyle ki Allah Alimdir ancak bu niteliği taşıyan hiçbir alime benzemeksizin Alim’dir. Alimken aynı zamanda Rahimdir, Raufdur…
Bakara 163. Ayette Allah Tebareke Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
“Sizin İlahınız, tek İlahtır. O’ndan başka İlah yoktur. O Rahman ve Rahimdir.”
İmam Rıza (as) şöyle buyurmaktadır.
“Allah’a ibadetin evveli O’nu tanımandır. Adı Yüce Allah’ı tanımanın aslı O’nun tekliğine birliğine inanmaktır. O’nun tekliğine birliğine inanmanın düzeni, O’nu sınırlandırmamaktır. Zira akıllar, her sınırlının yaratılmış olduğuna tanıklık etmektedir.” Mizanul Hikme s:466
LA İLAHE İLLALLAH
Hz. Muhammed (saa) İslam’a davette ilk çağrısı Allah’ın birliğini kabul etmeye olmuştur.
LA: Red etmek
İLAHE: Tüm İlahları
İLLALLAH: Allahtan başka
İslam’a ilk davetin başladığı coğrafyaya bakıldığında İlah inancına aslında hiç te yabancı olmadığı görülür. Müşrik topluluğun İlah inancına göre bir yaratıcı var ancak O yaratıcının yardımcıları da vardır. Böyle bir topluluğa ilk çağrı Yüce Allah’ın ortaksız oluşunu bildirmekle başlamış olması bu çağrının İlahi bir çağrı olduğunun en büyük delilidir. O gün o topluluğun yaşam şartları göz önünde bulundurulduğunda kendi elleriyle yaptığı putları yardımcı İlahlara olarak kabul etmek fikri her ne kadar gülünç gelse de, bugün modern insanın yaşamında İlahi emir ve yasaklara riayet etme konusunda kendi önüne koyduğu her engel de kendi eli ile yaptığı puttan daha da trajikomiktir. Çünkü zamanın şartları bilgiye ulaşma konusunda daha avantajlıdır. İlim öğrenmek eğitilmek dönemin şartlarına kıyasla daha kolay ve hızlıdır.
Tevhid her ne kadar Kur’an da 37 defa kelime olarak geçmiş ise de aslında Kur’an her bir ayeti, her harfi hatta topyekûn kendisinin İlahi bir mucize oluşu ile tamamıyla bir Tevhid çağrısıdır. Yaratılmış her bir zerre Yaratıcısının kudret ve güç olarak tek ve ortaksız olduğunun birer delili niteliğindedir.
“Şüphesiz ki çekirdeği ve taneyi (içlerinden bitki ve ağaç çıkarmak için) yarıp çatlatan, Allah’tır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah, budur. Nasıl olur da (O’na ibadeti bırakıp, bunların hiçbirini yapamayan putlara doğru) çevriliyorsunuz?” (En’âm/ 95)
Yaratmada güç ve kudrette ortağı olmayan elbette kulluğa en layık olan Allah Tebareke Teâlâ’dır.
“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Fatiha/ 5
Peki Nasıl?
Nereden öğrenmek gerekir yalnız Allah’a kulluk etmeyi? Allah’ın razı olacağı bir kulluğun reçetesi kimdedir acaba?
Öyle bir öğretmen olmalı ki kendisinde kulluk manasında bir eksik veya kusur bulunmamalıdır. Tüm sınavlardan en yüksek derece ile geçmiş olmalı, üstelikte Yüce Allah’ın kendilerine ruhsat verdiği seçtiği öğreticilerden olmalıdır.
Diyelim ki(İnşallah) Tevhidi inancımızı ve kulluğun nasıl, ne şekilde, ne niyetle yapılması gerektiğini bizlere itaati farz olan Seçkin Öğretmenlerden öğrendik, itikadımızı tamamladık. Kulluğun ibadet aşamasındayız ve ilk adımımız abdest…
“Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı mesh edin ayaklarınızı da.” Maide /6
Kendisi Kur’an ayetine konu olmuş başlı başına bir ibadet olan abdestin ne denli önemli olduğunu yine Seçkin öğretmenlerden öğreniyoruz.
Hz. Resulullah (saa) şöyle buyurmaktadır;
“Abdest, imanın yarısıdır.”
Ve yine İmam Muhammed Bakır (as) şöyle buyurmaktadır;
“Abdest gerçekte Allah’ın, kimin itaat ettiğini ve kiminde kendisine isyan ettiğini bilmesi için belirlediği İlahi sınırlardan biridir.”
Öyleyse Tek ve ortaksız Yüce Allah’a itaatin bir göstergesi olan abdest ibadi anlamda ilk adım ve imanın yarısıdır buyruğu ile en önemli adımlardandır diyebiliriz. Ancak tevhid üzere olmasının bilinci ile olmalıdır.
ZELİHA ŞAHİN

GUSÜLÜNÜZ İÇİN BİR HATIRLATMADIR
İmam Cafer Sadık (as) gusül niyetleri için hatırlatma yapmaktadır. Şöyle dememiz için buyurmaktadır;
“ Allah’ın adıyla ve yardımıyla! Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur. Resulullah’ın (saa) ve sadık imamların dini üzere. Allah’ım! Kalbimi onunla (gusül) temizle. Sineme genişlik ve gözüme aydınlık ver. Allah’ım! Onu benim için nur, hayır, her dert ve hastalığın şifası karar kıl. Korktuğum ve çekindiğim her şeye karşı bana afiyet ver. Allah’ım! Onu çaresizlik, yokluk ve sana muhtaç olduğum gün için şahit karar kıl. Ey âlemlerin Rabbi! Senin her şeye gücün yeter.”
( Kâmilu’z Ziyaret s. 367, h. 619, Biharu’l Envar c.101,s. 157,h. 5)
“ Allah’ın adıyla ve yardımıyla! Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur. Resulullah’ın (saa) ve sadık imamların dini üzere. Allah’ım! Kalbimi onunla (gusül) temizle. Sineme genişlik ve gözüme aydınlık ver. Allah’ım! Onu benim için nur, hayır, her dert ve hastalığın şifası karar kıl. Korktuğum ve çekindiğim her şeye karşı bana afiyet ver. Allah’ım! Onu çaresizlik, yokluk ve sana muhtaç olduğum gün için şahit karar kıl. Ey âlemlerin Rabbi! Senin her şeye gücün yeter.”
( Kâmilu’z Ziyaret s. 367, h. 619, Biharu’l Envar c.101,s. 157,h. 5)

BOY ABDESTİ(GUSÜL) İLE BOYANABİLİYOR MUYUZ?
Boy abdestin Arapça kavramı gusül demektir. Ğa- se-le kelimesinden türemiştir. Anlamı yıkamak demektir. Yani suyun üzerinden akması demektir. Abdestten farkı ise abdeste ellerin sürülmesi, gusül de ise suyun gezdirilmesi anlamına gelmektedir. Yani ellerle mesh etmeye gerek yoktur.
Yüce Allah’ın Kitabında; “…cünüp iseniz temizlenin…” (Maide süresi/ 6) buyurması ve bu temizliğin nasıl yapılacağının da Kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.a.) tarafından açıklanması ile emredilmiştir.
Boy abdesti olayını sadece bir temizlik olarak görülseydi o zaman tüm banyoların gusül sayılması gerekirdi. Oysaki boy abdesti bir ibadettir. Hem de tüm ibadetlerden önce yapılması gereken bir ibadettir. Yani abdestin, namazın, orucun, haccın vs. geçerli olması için boy abdestin olması şarttır. Çünkü boy abdesti bir ibadettir. Ve ayetlerde bir emir olarak geçmektedir.
“…cünüp iseniz temizlenin…” (Maide süresi/ 6)
“……cünüp iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın…..” (Nisa süresi/43)
Bu ayeti kerimelerden öncelikle anlıyoruz ki boy abdesti ile Rabb’imize bir kulluk sunumu vardır. O halde boy abdestin amacını görmemiz gerekir.
Boy abdesti ile tüm vücut baştan aşağıya, ıslak kalmayacak şekilde her yer yıkanır. Yani bir temizlik söz konusudur. Arapçada “Taharetleniniz” olarak geçer. Acaba taharet, vücut kirlerinin giderilmesi midir?
Hayır, çünkü gusülden önce tüm kirler zaten önceden temizleniyor. O halde mesele bir banyo yapmak değildir. Bir Rabbani terbiye var demektir. Tathir ayetini hatırlayalım.
“….Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip, sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab süresi/ 33)
Bu ayette iç temizliğe vurgu yapılmaktadır. O halde boy abdesti ile birde iç temizlik önerilmektedir.
Nasıl ki bir insanın iç güzelliği (dediğimiz Takvası) dışarıya yansıyorsa, dış temizliğinden de içeriye bir mesaj verilmektedir. Yani bir “arınma” çalışması. Böylece dıştan içeriye telkin verilir. İçe doğru bir güzellik yansımayacaksa boy abdesti bir banyo olur. Ancak arınma mücadele fikri varsa gusül hedefine kavuşur ve ibadet olur. Yani gerçek anlamda boy abdesti, alanın içini de yıkamış olması gerekir.
Bu nedenle niyet edilir. “Allahı’m! Senin rızan için temizlenmeye(boy abdestini almaya) karar verdim yani niyetlendim”
O halde gerçekten Allah rızasına giden maksadımızı gerçekleştirmek yani arınmak istiyorsak, öncelikle yapmamız gereken imanın esasları olan Usul-i Dini çok iyi bilmemiz ve yakinen o başlıklara iman etmemizdir. Bu kişi Allah’a, ahiret gününe, kitaplara, peygamberlere, imamlara ve adalete gerçekten iman etmiyorsa bu kişi boy abdesti alsa da bir türlü arınmayı başaramayacaktır. Oysaki iki boy abdesti arasında bile arınma tekâmülü olmalıdır. Bu da o kişinin çabalarına bağlıdır. Olay sadece bu esasların başlıklarını kabul etmekte değildir. Örneğin;
“İnsanlar bir tek ümmet (topluluk) idi. Sonra Allah müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberleri gönderdi ve insanlar arasında ayrılığa düştükleri şeylerde yargıda bulunmak için onlarla beraber hak üzere kitap indirdi. Ama kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller kendilerine geldikten sonra aralarında ki zulüm ve azgınlıktan ötürü onda ayrılığa düştüler..”(Bakara süresi/ 213)
Bu ayete ne kadar uyuyorsunuz. Ya da;
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, O’nu sık sık anın. Sabah akşam O’nu takdis ve tenzih edin.” (Ahzab süresi/41-42)
Bu ayetlere ne kadar uyuyor. Ya da;
“Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” (Fecr süresi/ 17-20)
Ya da Hz. Peygamber(saa)’den ve imamlardan (sa) gelen haberlere ne kadar uyuyorsunuz?
Hz. Resulü Ekrem (saa) şöyle buyurdu; “Şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kuran, diğeri Ehlibeytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe benden sonra asla sapmazsınız. Yüce Allah bana haber vermiştir ki; O ikisi Kevser havuzunun kenarında bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar”
Hz. Peygamber (saa) yine şöyle buyurdu; “Allah’ı sizi rızıklandırdığı için sevin. Beni, Allah’ı sevdiğiniz için sevin. Ehlibeytimi de beni sevdiğiniz için sevin”
İmam Ali Murteza (as) şöyle buyurdu; “Cennet cömertlerin, cehennem cahillerin yeridir.”
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurdu; “Hiç kimseyi üç defa öfkelendirmedikçe, dostluğunu bir şey sayma.”
Yani boy abdesti kirli düşünce ve duygulara karşı arınmayı başlatmaktır. Eğer bu kişi bu kararla banyoya giriyorsa emin olun ki her boy abdestinde yeni adımlar atmış olur. Her boy abdesti ile daha da parlar ve aydınlanır. İki boy abdesti bile birbirine benzemez.
Nasıl vücuttan önce kirleri temizliyor ve tüm vücudu yıkıyorsak şöyle düşünmeliyiz. “Tüm kirlerin vücudumdan akıp gittiği gibi, günah ve hatalarım da benden uzaklaşsın.” Bu yüzden hem su hem de tevbe ve mağfiret dilenmelidir. Mağfiret ve tevbe de iç kirlerin gitmesinin vesilesidir.
Boy abdesti alırken vesile olarak su kullanılır. Su temizleyicidir. Yıkayıcıdır. Saflığı ifade eder, arıdır. Sadece insan yıkanmaz ki bu dünyada. Her varlık yıkanır. Gökten yağmur yağdığında tüm yeryüzünün de yıkanması gibi.
“Ve Kendi rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler olarak gönderen O’dur. Biz, gökten tertemiz su indirdik…” (Furkan Suresi/ 48)
Yüce Allah insan da dâhil her varlığa su veriyor hem de onları yıkıyor. Niçin?
Çünkü yüce Allah her varlığa bir hayat hem de tertemiz bir hayat vermek istiyor.
“Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.” ( Nahl Suresi/ 65)
“Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” ( Rum Suresi/24)
Ancak bu hayat verme yalnızca zahiri anlamda düşünülmemelidir.
Yüce Allah diri oldukları halde inanmayanlara su verdiği halde onları ölü- sağır- kör olarak ta ifade etmektedir.
“ Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin.” (Neml süresi/ 80-81)
O halde ne yapılmalıdır.?
Boy abdestin geçtiği Ayet-i Kerime’ye bakalım.
“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”( Maide süresi/ 6)
Akabinde gelen cevap niteliğindeki Ayet-i Kerime’ye dikkat eder misiniz?
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve “işittik, itaat ettik” dediğinizde ona verdiğiniz ve sizi kendisiyle bağladığı sağlam sözü hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.” ( Maide süresi/ 7)
O halde boy abdesti bu bilinçte olmalıdır.
“Biz her ümmet için bir şeriat tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler….” (Hac süresi/67)
Gerçekten hayat bulmak için içten ve dıştan arınılmalıdır. Bu olmazsa olmazlardandır.
Su hem vücudun dışını yıkar, hem de içini yıkar. Su bize gökten iner. Onun gibi dışı ve içi yıkayan ve arındıran hem de inen bir de vahiy vardır. İki inzal olunan şey. Su ve Vahiydir. İki temizleyici ve iki hayat kaynağı. O halde vahye ve vahiy inen Resule dayanmayan gerçek anlamda kendini arındıramaz.
”..Sizi temizlemek, şeytanın vesvese ve pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve adımlarınızı sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyordu”(Enfal süresi/ 11)
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur; “…Orada temizlenmeyi seven kişiler vardır. Allah temizlenenleri sever”(Tevbe süresi/108)
Su bulunmayan yerde toprak ile teyemmüm önerilir. Bu, şu anlama gelir. Vurgulanan nokta yine suyun kendisi değil, su ile yapılmak istenen işlev yani “ arınma” dır.
O halde gerçekten arınmak için, asıl mesele su çeşmelerini arayıp bulmak değil, Sakîleri bulmaktır. Yani hidayet yolunu gösterenleri. Gerçek anlamda insanoğlunu sulayanları ve hayat verenleri.
Hz. Resulü Ekrem (saa) şöyle buyurdular; “Şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kuran, diğeri Ehlibeytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe benden sonra asla sapmazsınız. Yüce Allah bana haber vermiştir ki; O ikisi Kevser havuzunun kenarında bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar”
Hz. Muhammed(saa) bizimle buluşma yeri olarak Kevser Havuzuna randevu vermesi de çok önemlidir. Yani sakilerden faydalananlar cennette de onların yanında olacaklardır.
Gusül sadece arınma da değildir. Aynı zamanda bir zırh giymedir. Günah yükünden arınırken şimdi yeni korunma ve yeni adımlar atma dönemi başlıyordur. Yeni başlangıçların kararıdır. Yeni kimlik.
O halde karar al ve dua et boy abdestini alırken. Özellikle amacın olan ilahi rızayı ifade eden Tevhid (La İlahe illallah) ve yolunu haykıran salâvata vurgu yap. Çünkü bu iki nokta sana dirilişi getirecektir. Hedefin ve yolun belli olacak.
Unutma ki bu boy abdesti hayatın boyunca tekrarlayacağın bir imtihanındır. Ta ki tam temizleninceye kadar yani saf tertemiz biri (Muhlis) oluncaya kadar…
İmam Muhammed Bakır (a.s) buyurdu; “Abdest ve gusül, sınırlarını Allah’ın belirlediği bir ameldir ki, Allah onlarla kimin kendisine itaat ettiğini, kimin de kendine isyan ettiğini zahir eder. Şunu biliniz ki, mümini hiç bir şey necis etmez. Dolayısıyla, abdest ve gusülde suyu, yağ sürer gibi dökünüz, harcayınız.” (İsraf etmeyiniz, yani bu amellerinizi sırf bedenî bir temizlikmiş gibi algılama durumuna düşmeyiniz.)
Boy abdest ile ilgili kurallara baktığımızda dikkatli olunması gereken yerlere bizi yöneltmektedir. O halde farzlara dikkat edelim.
Niyet
Guslün sonuna kadar niyetin korunması
Vücudun tamamını yıkamak
Göz, burun, ağız, kapalı ve gizli yerlerin yıkanması gerekli değildir.
Suyun rahat bir şekilde ulaşması. Yüzük altı gibi.
Kendisi gusletmeli
Gusülde bedeni temiz olmalı
Gusül suyu saf ve temiz olmalı
Boy abdestinin çeşitli hikmetleri de vardır.
1.Stresten kurtulma, psikolojik rahatlama oluşur.
Sekizinci İmam Ali Rıza (a.s) boy abdesti ile ilgili bir sözünde şöyle buyuruyor;
“İnsanın cünüp olduktan sonra gusletmesinin sebebi, bedeninde ve ruhsal durumu üzerinde oluşan kirlilik ve ağırlığın giderilmesi ve bedenen temiz, ruhen de rahat ve huzur içerisinde olunmasının sağlanmasıdır. Çünkü cünüplükte bütün beden bu halden etkilenmektedir. Dolayısıyla, bedenin sadece cünüplüğe vesile olan organının değil, tamamının yıkanması gerekir. İdrar ve dışkı, meniden daha şiddetli necis oldukları halde, onları yaptıktan sonra gusletmek gerekmez. Bu, Allah’ın, kullarına hem rahmeti ve merhametinin bir gereği, hem de bu iki halin insanda istek dışında ve çok sık olarak ortaya çıkmasından ötürüdür. Yüce Allah kullarına zorluk ve meşakkat yüklememek için bu hallerde yalnızca abdest almalarını emretmiştir. Ki Allah şöyle buyuruyor; “… Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez…” [Bakara süresi/ 185]
2.Artık maddelerden sonra temizlenme(dışkı, idrar, hayız, meni vs.) belki de hayızdan sonra cildinizde hormon artıkları kaldı. Tüm kirlerden sonra yıkanmanın çokça yönleri olabilir. İlmin peşinden gidilince bu tablolar daha da keşfedilecektir.
3. Mikroplardan korunma sağlanmış olacaktır.
4. Hormonları, hücre artıkları, mikroplar gibi etkenleri vücuttan uzaklaştırma (cünüp, hayız, meni gibi durumlarda veya ölüye dokunulduğunda vs.)
5. Derinin gözeneklerinin açılması; solunum, boşaltım, beslenme, koruma yönü ile bedenen ve ruhen sağlığa destek verir.
6. Algı ve hissin düzene girmesini sağlar.
“Allah, kelamın en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah’ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.” (Zümer süresi/ 23)
7. Dua etmenin, Rabbimize sığınmanın bedeni halidir.
8. İrade jimnastiği yapılıyor. Yeni iç kararlar alıyor.
Dikkatinizi çekiyor mu, bilemiyorum. Ziyaretlere giderken de ilk olarak gusül alınması tavsiye olunur. Bu ziyaretler Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’ini ziyaret etmelerdir. Acaba neden onların yanına giderken bir ibadet olarak gusül yerine getirilmesi söylenilir? Çünkü onların huzuruna arınmış, söz dinlemiş ve onlara layık olunmak istenilir. Daha bu durum önderlerimize böyle iken, âlemlerin rabbinin huzuruna gitmek için daha da arınmış olmak gerekir.
Ölürken bile boy abdestin insana verilmesi sanırım her şeyin ne anlama geldiğini bir kez daha vurgulanması açısından önemlidir. Rabbinin huzuruna tertemiz, O’nun terbiyesinde ve arınmış olarak çıkmayı istemektir.
İnna lillah ve inne ileyhi raciun.
Yüce Allah’ın Kitabında; “…cünüp iseniz temizlenin…” (Maide süresi/ 6) buyurması ve bu temizliğin nasıl yapılacağının da Kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.a.) tarafından açıklanması ile emredilmiştir.
Boy abdesti olayını sadece bir temizlik olarak görülseydi o zaman tüm banyoların gusül sayılması gerekirdi. Oysaki boy abdesti bir ibadettir. Hem de tüm ibadetlerden önce yapılması gereken bir ibadettir. Yani abdestin, namazın, orucun, haccın vs. geçerli olması için boy abdestin olması şarttır. Çünkü boy abdesti bir ibadettir. Ve ayetlerde bir emir olarak geçmektedir.
“…cünüp iseniz temizlenin…” (Maide süresi/ 6)
“……cünüp iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın…..” (Nisa süresi/43)
Bu ayeti kerimelerden öncelikle anlıyoruz ki boy abdesti ile Rabb’imize bir kulluk sunumu vardır. O halde boy abdestin amacını görmemiz gerekir.
Boy abdesti ile tüm vücut baştan aşağıya, ıslak kalmayacak şekilde her yer yıkanır. Yani bir temizlik söz konusudur. Arapçada “Taharetleniniz” olarak geçer. Acaba taharet, vücut kirlerinin giderilmesi midir?
Hayır, çünkü gusülden önce tüm kirler zaten önceden temizleniyor. O halde mesele bir banyo yapmak değildir. Bir Rabbani terbiye var demektir. Tathir ayetini hatırlayalım.
“….Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip, sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab süresi/ 33)
Bu ayette iç temizliğe vurgu yapılmaktadır. O halde boy abdesti ile birde iç temizlik önerilmektedir.
Nasıl ki bir insanın iç güzelliği (dediğimiz Takvası) dışarıya yansıyorsa, dış temizliğinden de içeriye bir mesaj verilmektedir. Yani bir “arınma” çalışması. Böylece dıştan içeriye telkin verilir. İçe doğru bir güzellik yansımayacaksa boy abdesti bir banyo olur. Ancak arınma mücadele fikri varsa gusül hedefine kavuşur ve ibadet olur. Yani gerçek anlamda boy abdesti, alanın içini de yıkamış olması gerekir.
Bu nedenle niyet edilir. “Allahı’m! Senin rızan için temizlenmeye(boy abdestini almaya) karar verdim yani niyetlendim”
O halde gerçekten Allah rızasına giden maksadımızı gerçekleştirmek yani arınmak istiyorsak, öncelikle yapmamız gereken imanın esasları olan Usul-i Dini çok iyi bilmemiz ve yakinen o başlıklara iman etmemizdir. Bu kişi Allah’a, ahiret gününe, kitaplara, peygamberlere, imamlara ve adalete gerçekten iman etmiyorsa bu kişi boy abdesti alsa da bir türlü arınmayı başaramayacaktır. Oysaki iki boy abdesti arasında bile arınma tekâmülü olmalıdır. Bu da o kişinin çabalarına bağlıdır. Olay sadece bu esasların başlıklarını kabul etmekte değildir. Örneğin;
“İnsanlar bir tek ümmet (topluluk) idi. Sonra Allah müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberleri gönderdi ve insanlar arasında ayrılığa düştükleri şeylerde yargıda bulunmak için onlarla beraber hak üzere kitap indirdi. Ama kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller kendilerine geldikten sonra aralarında ki zulüm ve azgınlıktan ötürü onda ayrılığa düştüler..”(Bakara süresi/ 213)
Bu ayete ne kadar uyuyorsunuz. Ya da;
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, O’nu sık sık anın. Sabah akşam O’nu takdis ve tenzih edin.” (Ahzab süresi/41-42)
Bu ayetlere ne kadar uyuyor. Ya da;
“Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” (Fecr süresi/ 17-20)
Ya da Hz. Peygamber(saa)’den ve imamlardan (sa) gelen haberlere ne kadar uyuyorsunuz?
Hz. Resulü Ekrem (saa) şöyle buyurdu; “Şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kuran, diğeri Ehlibeytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe benden sonra asla sapmazsınız. Yüce Allah bana haber vermiştir ki; O ikisi Kevser havuzunun kenarında bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar”
Hz. Peygamber (saa) yine şöyle buyurdu; “Allah’ı sizi rızıklandırdığı için sevin. Beni, Allah’ı sevdiğiniz için sevin. Ehlibeytimi de beni sevdiğiniz için sevin”
İmam Ali Murteza (as) şöyle buyurdu; “Cennet cömertlerin, cehennem cahillerin yeridir.”
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurdu; “Hiç kimseyi üç defa öfkelendirmedikçe, dostluğunu bir şey sayma.”
Yani boy abdesti kirli düşünce ve duygulara karşı arınmayı başlatmaktır. Eğer bu kişi bu kararla banyoya giriyorsa emin olun ki her boy abdestinde yeni adımlar atmış olur. Her boy abdesti ile daha da parlar ve aydınlanır. İki boy abdesti bile birbirine benzemez.
Nasıl vücuttan önce kirleri temizliyor ve tüm vücudu yıkıyorsak şöyle düşünmeliyiz. “Tüm kirlerin vücudumdan akıp gittiği gibi, günah ve hatalarım da benden uzaklaşsın.” Bu yüzden hem su hem de tevbe ve mağfiret dilenmelidir. Mağfiret ve tevbe de iç kirlerin gitmesinin vesilesidir.
Boy abdesti alırken vesile olarak su kullanılır. Su temizleyicidir. Yıkayıcıdır. Saflığı ifade eder, arıdır. Sadece insan yıkanmaz ki bu dünyada. Her varlık yıkanır. Gökten yağmur yağdığında tüm yeryüzünün de yıkanması gibi.
“Ve Kendi rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler olarak gönderen O’dur. Biz, gökten tertemiz su indirdik…” (Furkan Suresi/ 48)
Yüce Allah insan da dâhil her varlığa su veriyor hem de onları yıkıyor. Niçin?
Çünkü yüce Allah her varlığa bir hayat hem de tertemiz bir hayat vermek istiyor.
“Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.” ( Nahl Suresi/ 65)
“Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” ( Rum Suresi/24)
Ancak bu hayat verme yalnızca zahiri anlamda düşünülmemelidir.
Yüce Allah diri oldukları halde inanmayanlara su verdiği halde onları ölü- sağır- kör olarak ta ifade etmektedir.
“ Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak ayetlerimize inanıp da müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin.” (Neml süresi/ 80-81)
O halde ne yapılmalıdır.?
Boy abdestin geçtiği Ayet-i Kerime’ye bakalım.
“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”( Maide süresi/ 6)
Akabinde gelen cevap niteliğindeki Ayet-i Kerime’ye dikkat eder misiniz?
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve “işittik, itaat ettik” dediğinizde ona verdiğiniz ve sizi kendisiyle bağladığı sağlam sözü hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.” ( Maide süresi/ 7)
O halde boy abdesti bu bilinçte olmalıdır.
“Biz her ümmet için bir şeriat tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler….” (Hac süresi/67)
Gerçekten hayat bulmak için içten ve dıştan arınılmalıdır. Bu olmazsa olmazlardandır.
Su hem vücudun dışını yıkar, hem de içini yıkar. Su bize gökten iner. Onun gibi dışı ve içi yıkayan ve arındıran hem de inen bir de vahiy vardır. İki inzal olunan şey. Su ve Vahiydir. İki temizleyici ve iki hayat kaynağı. O halde vahye ve vahiy inen Resule dayanmayan gerçek anlamda kendini arındıramaz.
”..Sizi temizlemek, şeytanın vesvese ve pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve adımlarınızı sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyordu”(Enfal süresi/ 11)
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur; “…Orada temizlenmeyi seven kişiler vardır. Allah temizlenenleri sever”(Tevbe süresi/108)
Su bulunmayan yerde toprak ile teyemmüm önerilir. Bu, şu anlama gelir. Vurgulanan nokta yine suyun kendisi değil, su ile yapılmak istenen işlev yani “ arınma” dır.
O halde gerçekten arınmak için, asıl mesele su çeşmelerini arayıp bulmak değil, Sakîleri bulmaktır. Yani hidayet yolunu gösterenleri. Gerçek anlamda insanoğlunu sulayanları ve hayat verenleri.
Hz. Resulü Ekrem (saa) şöyle buyurdular; “Şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah’ın kitabı Kuran, diğeri Ehlibeytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe benden sonra asla sapmazsınız. Yüce Allah bana haber vermiştir ki; O ikisi Kevser havuzunun kenarında bana varıncaya dek birbirinden ayrılmazlar”
Hz. Muhammed(saa) bizimle buluşma yeri olarak Kevser Havuzuna randevu vermesi de çok önemlidir. Yani sakilerden faydalananlar cennette de onların yanında olacaklardır.
Gusül sadece arınma da değildir. Aynı zamanda bir zırh giymedir. Günah yükünden arınırken şimdi yeni korunma ve yeni adımlar atma dönemi başlıyordur. Yeni başlangıçların kararıdır. Yeni kimlik.
O halde karar al ve dua et boy abdestini alırken. Özellikle amacın olan ilahi rızayı ifade eden Tevhid (La İlahe illallah) ve yolunu haykıran salâvata vurgu yap. Çünkü bu iki nokta sana dirilişi getirecektir. Hedefin ve yolun belli olacak.
Unutma ki bu boy abdesti hayatın boyunca tekrarlayacağın bir imtihanındır. Ta ki tam temizleninceye kadar yani saf tertemiz biri (Muhlis) oluncaya kadar…
İmam Muhammed Bakır (a.s) buyurdu; “Abdest ve gusül, sınırlarını Allah’ın belirlediği bir ameldir ki, Allah onlarla kimin kendisine itaat ettiğini, kimin de kendine isyan ettiğini zahir eder. Şunu biliniz ki, mümini hiç bir şey necis etmez. Dolayısıyla, abdest ve gusülde suyu, yağ sürer gibi dökünüz, harcayınız.” (İsraf etmeyiniz, yani bu amellerinizi sırf bedenî bir temizlikmiş gibi algılama durumuna düşmeyiniz.)
Boy abdest ile ilgili kurallara baktığımızda dikkatli olunması gereken yerlere bizi yöneltmektedir. O halde farzlara dikkat edelim.
Niyet
Guslün sonuna kadar niyetin korunması
Vücudun tamamını yıkamak
Göz, burun, ağız, kapalı ve gizli yerlerin yıkanması gerekli değildir.
Suyun rahat bir şekilde ulaşması. Yüzük altı gibi.
Kendisi gusletmeli
Gusülde bedeni temiz olmalı
Gusül suyu saf ve temiz olmalı
Boy abdestinin çeşitli hikmetleri de vardır.
1.Stresten kurtulma, psikolojik rahatlama oluşur.
Sekizinci İmam Ali Rıza (a.s) boy abdesti ile ilgili bir sözünde şöyle buyuruyor;
“İnsanın cünüp olduktan sonra gusletmesinin sebebi, bedeninde ve ruhsal durumu üzerinde oluşan kirlilik ve ağırlığın giderilmesi ve bedenen temiz, ruhen de rahat ve huzur içerisinde olunmasının sağlanmasıdır. Çünkü cünüplükte bütün beden bu halden etkilenmektedir. Dolayısıyla, bedenin sadece cünüplüğe vesile olan organının değil, tamamının yıkanması gerekir. İdrar ve dışkı, meniden daha şiddetli necis oldukları halde, onları yaptıktan sonra gusletmek gerekmez. Bu, Allah’ın, kullarına hem rahmeti ve merhametinin bir gereği, hem de bu iki halin insanda istek dışında ve çok sık olarak ortaya çıkmasından ötürüdür. Yüce Allah kullarına zorluk ve meşakkat yüklememek için bu hallerde yalnızca abdest almalarını emretmiştir. Ki Allah şöyle buyuruyor; “… Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez…” [Bakara süresi/ 185]
2.Artık maddelerden sonra temizlenme(dışkı, idrar, hayız, meni vs.) belki de hayızdan sonra cildinizde hormon artıkları kaldı. Tüm kirlerden sonra yıkanmanın çokça yönleri olabilir. İlmin peşinden gidilince bu tablolar daha da keşfedilecektir.
3. Mikroplardan korunma sağlanmış olacaktır.
4. Hormonları, hücre artıkları, mikroplar gibi etkenleri vücuttan uzaklaştırma (cünüp, hayız, meni gibi durumlarda veya ölüye dokunulduğunda vs.)
5. Derinin gözeneklerinin açılması; solunum, boşaltım, beslenme, koruma yönü ile bedenen ve ruhen sağlığa destek verir.
6. Algı ve hissin düzene girmesini sağlar.
“Allah, kelamın en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah’ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.” (Zümer süresi/ 23)
7. Dua etmenin, Rabbimize sığınmanın bedeni halidir.
8. İrade jimnastiği yapılıyor. Yeni iç kararlar alıyor.
Dikkatinizi çekiyor mu, bilemiyorum. Ziyaretlere giderken de ilk olarak gusül alınması tavsiye olunur. Bu ziyaretler Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’ini ziyaret etmelerdir. Acaba neden onların yanına giderken bir ibadet olarak gusül yerine getirilmesi söylenilir? Çünkü onların huzuruna arınmış, söz dinlemiş ve onlara layık olunmak istenilir. Daha bu durum önderlerimize böyle iken, âlemlerin rabbinin huzuruna gitmek için daha da arınmış olmak gerekir.
Ölürken bile boy abdestin insana verilmesi sanırım her şeyin ne anlama geldiğini bir kez daha vurgulanması açısından önemlidir. Rabbinin huzuruna tertemiz, O’nun terbiyesinde ve arınmış olarak çıkmayı istemektir.
İnna lillah ve inne ileyhi raciun.

MEZARI BAŞINDA ANILAMADI
Yıl 639, Arabistan’dan bildiriyorum
Fatıma binti Muhammed(as)’i doğum günlerinde kabri başında ziyaret etmek isteyen yabancı ülkeden gelen yetkililer karşılaştıkları manzara karşısında şok oldular. Haberin ayrıntıları için lütfen yazımızı okuyunuz.
Peygamberin vefatından yaklaşık 6 ay sonra vefat eden, Peygamberin dünyada bıraktığı direkt kan bağı bulunan tek kişi olma özelliğine sahip Fatıma binti Muhammed(as) hatırlanacağı üzere halk tarafından oldukça seviliyor ve saygı görüyordu…
Babası Hz. Muhammed’in vefatından sonra oldukça üzülen ve üzüntüsünden günbegün zayıf düştüğü görülen Fatıma binti Muhammed(as)’in sağılığından çevresindekiler endişe duyuyordu…
Babasının vefatından mübarek naaşı henüz defnedilmemişken, ümmetin giriştiği parantez içerisinde bir “oldu-bitti” seçimle Ebubekirin halife seçilmesi ve babası tarafından halife, vasi, vezir ve vekil tayin edilen kocası Cenab-ı Ali(as)’ın gasbedilen ve alıkonulan hakkı için kendisinin, müzmin halifeye karşı yaptığı konuşma hala akıllarda…
“Şeytan başını kendi yuvasından çıkarıp, sizleri kendisine doğru çağırdı. Sizlerin onun davetini kabullenmeye ve aldanmaya meyilli olduğunuzu gördü. Sonra sizi tahrik etti ve sizleri hafif buldu. Sizleri kışkırttı ve siz de hemen galeyana geldiniz. Böylece sizler başkasının devesini (kendi deveniz olarak) dağladınız ve (onu) başkasına ait çeşmeye sürdünüz (yani başkasına ait olan hilafete el koydunuz ve gasp ettiniz). ” Evet, bu kelimeler O’nun(as) dilinden dökülmüş, o zamanın gündeminde bomba etkisi yaratmıştı. Nitekim kendisiyle beraber kocası Ali(as), İbn-i Abbas, Usame bin Zeyd, Zübeyr, Salman-ı Farisi, Ebuzer Gıfari, Mikdad bin Esved, Ammar bin Yasir, Huzeyfe bin Yemani, Huzamet’ibni Sabit, Ebu Ubeyde’til Eslemi, Bera bin Azib, Ubey bin Ka’ab, Sehl bin Henif, Sad bin Ubade, Kays bin Sâd, Ebu Eyyub El Ensari, Cabir bin Abdullah, Halid bin Sâd ve daha bir çok sahabi ve zamane büyüğü Halife Ebubekire biat etmemişti. (Tarih-i Taberi)
Nüfuz sahibi ve toplum tarafından saygı ve sevgi duyulan bu kimselerin halifeye biat etmemesi, üstelik Peygamberin(saa) yaşamında birçok kez Ali(as)’ı kendisinden sonra topluma İmam olarak işaret etmesi gözleri Al-i Aba’nın merkezi Fatıma binti Muhammed(as)’e çeviriyordu. Yönetimin çatlak olarak gördüğü bu yapılanmaya karşı uyguladığı tehdit ve karalama kampanyasının etkileri ise Fatıma(as)’nın ölümünden 7 yıl geçmesine rağmen hala izlerini taşıyor. Görmek isteyen okuyucularımız bu kargaşada yakılan Fatımanın evini ziyaret etmek, is ve duman izlerini görmek için Medineye gelebilirler…
Fatıma(as) tarafında ise burukluk hakim. Cennet kadınlarının efendisi… Kevser, Zehra, Tahire, Betül, Sıddıka, Tahire, Raziyye, Merziyye, Muhaddese, Mübareke, Zekiyye, Eşrefetü’l Nisa, Meymune, Seyyidetü’l Nisai’l Müminat, Efzalü’l Nisai’l Ehlü’l Cennet, Bizzatü’t-Tahire, Kübra, Mevziya, Raziyye lakaplarının sahibi, dünyada ve ahirette büyük makam sahip olan Fatıma binti Muhammed(as)’ın eşi ve çocuğu olmak, elbette büyük şükür gerektiriyor olsa gerek. Ancak eşi Fatımanın(as) vefatının ardından bir türlü, Onun kaburgalarının kırılma sesini ve kapının arkasında kalarak yaralanan nazenin bedenindeki yaraları aklından çıkaramayan aile üyeleri ise üzüntülerini gideremiyorlar.
Eşi Ali bin Ebi Talib’in(as) dünya hayatına hiçbir değer vermeyip ahiretine yönelik yaptığı ameller hiç şüphesiz kendisine Allah katında mükafat olarak dönecektir. Geçmişinde Peygamber savaş meydanlarında kılıç sallayan, Haydar ve Esedullah olan Ali bin Ebi Talib’in(as) şimdilerde dünya hayatındaki yalnızlığı kendisini fakirler için su kuyuları kazmaya, toprakla uğraşmaya itmiş durumda. Siyasetin kirli oyunlarından ve şeytanın fitnelerine alet olmaktansa kuyu kazıp fakire yardım etmek daha iyi olsa gerek.
Fatıma binti Muhammed’in(as) kabri nerede olduğu konusunda ise halk arasından bir görüş birliği yok. Vasiyeti üzerine eşi tarafından gece defnedilmek istenen Hanım Fatıma(as)’nın kabri gizliliğini hâlâ koruyor. Öyle ki kimileri tarafından Peygamberin yanına, kimileri tarafından kendi evine, kimileri tarafından ise Baki Mezarlığına defnedildiği söyleniyor. Ancak ekseri görüş Fatıma(as)’nın Baki Mezarlığına defnedildiği yönünde.
Vasiyetinden neden gece defnedilmek istediği ve kabrinin yerinin açıklanmamasını zamanın yönetimine söylenmemesi gerektiği bilinmeyen Fatıma(as), belki de bize, siz değerli okuyucularımıza ve asırlar sonra gelecek diğer insanlara bu gizemi, zamanın şartlarını ve yaşanan olayları araştırmamız, ibret almamız ve dersler çıkarmamız için bir ipucu olarak bırakmıştır ha, ne dersiniz değerli okuyucular?
Yabancı ülkeden gelen yetkililerini soruyorsunuz. Onlar ne yaptı dersiniz? Hepimizin yaptığını. Fatıma(as)’nın gıyabında bir Fatiha Suresi okuyup ülkelerine geri döndüler. Merak etmeyin Fatiha Suresinden sonra bir de İhlâs Suresi okudular. Sonuçta bizler ibret almayıp, ibret vermeyi çok iyi biliriz değil mi?
Kendinize iyi bakın değerli okuyucular…
İbret alacağımız günlerde buluşmak dileğiyle…
YAHYA KAYALI
Fatıma binti Muhammed(as)’i doğum günlerinde kabri başında ziyaret etmek isteyen yabancı ülkeden gelen yetkililer karşılaştıkları manzara karşısında şok oldular. Haberin ayrıntıları için lütfen yazımızı okuyunuz.
Peygamberin vefatından yaklaşık 6 ay sonra vefat eden, Peygamberin dünyada bıraktığı direkt kan bağı bulunan tek kişi olma özelliğine sahip Fatıma binti Muhammed(as) hatırlanacağı üzere halk tarafından oldukça seviliyor ve saygı görüyordu…
Babası Hz. Muhammed’in vefatından sonra oldukça üzülen ve üzüntüsünden günbegün zayıf düştüğü görülen Fatıma binti Muhammed(as)’in sağılığından çevresindekiler endişe duyuyordu…
Babasının vefatından mübarek naaşı henüz defnedilmemişken, ümmetin giriştiği parantez içerisinde bir “oldu-bitti” seçimle Ebubekirin halife seçilmesi ve babası tarafından halife, vasi, vezir ve vekil tayin edilen kocası Cenab-ı Ali(as)’ın gasbedilen ve alıkonulan hakkı için kendisinin, müzmin halifeye karşı yaptığı konuşma hala akıllarda…
“Şeytan başını kendi yuvasından çıkarıp, sizleri kendisine doğru çağırdı. Sizlerin onun davetini kabullenmeye ve aldanmaya meyilli olduğunuzu gördü. Sonra sizi tahrik etti ve sizleri hafif buldu. Sizleri kışkırttı ve siz de hemen galeyana geldiniz. Böylece sizler başkasının devesini (kendi deveniz olarak) dağladınız ve (onu) başkasına ait çeşmeye sürdünüz (yani başkasına ait olan hilafete el koydunuz ve gasp ettiniz). ” Evet, bu kelimeler O’nun(as) dilinden dökülmüş, o zamanın gündeminde bomba etkisi yaratmıştı. Nitekim kendisiyle beraber kocası Ali(as), İbn-i Abbas, Usame bin Zeyd, Zübeyr, Salman-ı Farisi, Ebuzer Gıfari, Mikdad bin Esved, Ammar bin Yasir, Huzeyfe bin Yemani, Huzamet’ibni Sabit, Ebu Ubeyde’til Eslemi, Bera bin Azib, Ubey bin Ka’ab, Sehl bin Henif, Sad bin Ubade, Kays bin Sâd, Ebu Eyyub El Ensari, Cabir bin Abdullah, Halid bin Sâd ve daha bir çok sahabi ve zamane büyüğü Halife Ebubekire biat etmemişti. (Tarih-i Taberi)
Nüfuz sahibi ve toplum tarafından saygı ve sevgi duyulan bu kimselerin halifeye biat etmemesi, üstelik Peygamberin(saa) yaşamında birçok kez Ali(as)’ı kendisinden sonra topluma İmam olarak işaret etmesi gözleri Al-i Aba’nın merkezi Fatıma binti Muhammed(as)’e çeviriyordu. Yönetimin çatlak olarak gördüğü bu yapılanmaya karşı uyguladığı tehdit ve karalama kampanyasının etkileri ise Fatıma(as)’nın ölümünden 7 yıl geçmesine rağmen hala izlerini taşıyor. Görmek isteyen okuyucularımız bu kargaşada yakılan Fatımanın evini ziyaret etmek, is ve duman izlerini görmek için Medineye gelebilirler…
Fatıma(as) tarafında ise burukluk hakim. Cennet kadınlarının efendisi… Kevser, Zehra, Tahire, Betül, Sıddıka, Tahire, Raziyye, Merziyye, Muhaddese, Mübareke, Zekiyye, Eşrefetü’l Nisa, Meymune, Seyyidetü’l Nisai’l Müminat, Efzalü’l Nisai’l Ehlü’l Cennet, Bizzatü’t-Tahire, Kübra, Mevziya, Raziyye lakaplarının sahibi, dünyada ve ahirette büyük makam sahip olan Fatıma binti Muhammed(as)’ın eşi ve çocuğu olmak, elbette büyük şükür gerektiriyor olsa gerek. Ancak eşi Fatımanın(as) vefatının ardından bir türlü, Onun kaburgalarının kırılma sesini ve kapının arkasında kalarak yaralanan nazenin bedenindeki yaraları aklından çıkaramayan aile üyeleri ise üzüntülerini gideremiyorlar.
Eşi Ali bin Ebi Talib’in(as) dünya hayatına hiçbir değer vermeyip ahiretine yönelik yaptığı ameller hiç şüphesiz kendisine Allah katında mükafat olarak dönecektir. Geçmişinde Peygamber savaş meydanlarında kılıç sallayan, Haydar ve Esedullah olan Ali bin Ebi Talib’in(as) şimdilerde dünya hayatındaki yalnızlığı kendisini fakirler için su kuyuları kazmaya, toprakla uğraşmaya itmiş durumda. Siyasetin kirli oyunlarından ve şeytanın fitnelerine alet olmaktansa kuyu kazıp fakire yardım etmek daha iyi olsa gerek.
Fatıma binti Muhammed’in(as) kabri nerede olduğu konusunda ise halk arasından bir görüş birliği yok. Vasiyeti üzerine eşi tarafından gece defnedilmek istenen Hanım Fatıma(as)’nın kabri gizliliğini hâlâ koruyor. Öyle ki kimileri tarafından Peygamberin yanına, kimileri tarafından kendi evine, kimileri tarafından ise Baki Mezarlığına defnedildiği söyleniyor. Ancak ekseri görüş Fatıma(as)’nın Baki Mezarlığına defnedildiği yönünde.
Vasiyetinden neden gece defnedilmek istediği ve kabrinin yerinin açıklanmamasını zamanın yönetimine söylenmemesi gerektiği bilinmeyen Fatıma(as), belki de bize, siz değerli okuyucularımıza ve asırlar sonra gelecek diğer insanlara bu gizemi, zamanın şartlarını ve yaşanan olayları araştırmamız, ibret almamız ve dersler çıkarmamız için bir ipucu olarak bırakmıştır ha, ne dersiniz değerli okuyucular?
Yabancı ülkeden gelen yetkililerini soruyorsunuz. Onlar ne yaptı dersiniz? Hepimizin yaptığını. Fatıma(as)’nın gıyabında bir Fatiha Suresi okuyup ülkelerine geri döndüler. Merak etmeyin Fatiha Suresinden sonra bir de İhlâs Suresi okudular. Sonuçta bizler ibret almayıp, ibret vermeyi çok iyi biliriz değil mi?
Kendinize iyi bakın değerli okuyucular…
İbret alacağımız günlerde buluşmak dileğiyle…
YAHYA KAYALI

RİSALET EVİ’NE SADIK OLAN BİR SEN DEĞİLSİN!
Bir koyun Kerbelâ yolunda…
Yürüyor Erbain günlerinde kilometrelerce…
İmam’ına biat etmeye ve onun yolunda feda olmaya gidiyor.
Büyük bir heyecan ve istekle…
Biliyor ki Risalet Evi’ne sadakat olmazsa olmazlardan…
Çünkü onun hedefi İlahî seçilmişlerin (Peygamber’in ve vasilerinin) açtığı yolda yürümek ve yalnızca; “Rabb’inin rızası”nı istemek.
“BİSMİLLAHİ, ALLAH’U EKBER!”
Yürüyor Erbain günlerinde kilometrelerce…
İmam’ına biat etmeye ve onun yolunda feda olmaya gidiyor.
Büyük bir heyecan ve istekle…
Biliyor ki Risalet Evi’ne sadakat olmazsa olmazlardan…
Çünkü onun hedefi İlahî seçilmişlerin (Peygamber’in ve vasilerinin) açtığı yolda yürümek ve yalnızca; “Rabb’inin rızası”nı istemek.
“BİSMİLLAHİ, ALLAH’U EKBER!”

İMAM HÜSEYİN (SA)’E BİR MEKTUP
KUFE HALKI İMAM ALİ(SA)NİN EĞİTİMİNDEN GEÇMİŞ, SÖZDE ONUN TARAFTARLARI İDİ. AMA KORKU, TEHDİT VE DÜNYA KAYGILARI ONLARI AMAÇLARINDAN SAPTIRMIŞ VE EHL-İ BEYT’E MUHALİF OLAN ŞAM ORDUSU İLE İŞBİRLİĞİNE YÖNELMİŞLERDİ. BÖYLELİKLE İMAM HÜSEYİN (SA)’İ YALNIZ BIRAKMIŞLARDI.
KÜFE HALKINDAN GELEN BİNLERCE MEKTUP, İMAM HÜSEYİN (SA) ‘İ ÇOK ÜZMÜŞTÜ….
BİZ İSE ONU YALNIZ BIRAKMAMA ADINA, İMAM HÜSEYİN (SA)’E GÖZ AYDINLIĞI OLACAK MEKTUPLAR YAZMA KARARI ALDIK.
BU MEKTUPLAR HEM BİZE ŞAHİTLİK YAPSIN, HEM DE İMAM BU MEKTUPLARI OKUDUĞU ZAMAN MUTLU OLSUN, BİZİM İÇİN DE DUA ETSİN İNŞALLAH….
İMAM HÜSEYİN (SA)’E OLAN DUYGU VE DÜŞÜNCELERİNİZİ ANLATAN MEKTUPLARINIZI EN KISA ZAMANDA BEKLİYORUZ. ÇOCUKLARINIZDAN VE YAKINLARINIZDAN DA….
İLTİMASİ DUA İLE…
KÜFE HALKINDAN GELEN BİNLERCE MEKTUP, İMAM HÜSEYİN (SA) ‘İ ÇOK ÜZMÜŞTÜ….
BİZ İSE ONU YALNIZ BIRAKMAMA ADINA, İMAM HÜSEYİN (SA)’E GÖZ AYDINLIĞI OLACAK MEKTUPLAR YAZMA KARARI ALDIK.
BU MEKTUPLAR HEM BİZE ŞAHİTLİK YAPSIN, HEM DE İMAM BU MEKTUPLARI OKUDUĞU ZAMAN MUTLU OLSUN, BİZİM İÇİN DE DUA ETSİN İNŞALLAH….
İMAM HÜSEYİN (SA)’E OLAN DUYGU VE DÜŞÜNCELERİNİZİ ANLATAN MEKTUPLARINIZI EN KISA ZAMANDA BEKLİYORUZ. ÇOCUKLARINIZDAN VE YAKINLARINIZDAN DA….
İLTİMASİ DUA İLE…

KURBAN’INIZI (HEDİYENİZİ) ALLAH KABUL ETSİN!
KURBAN; RABB’İMİZE SUNULAN BİR HEDİYEDİR…
Kurban, kelime anlamıyla kaf-re-be kelimesinden türemiştir. Türkçe karşılığı ise yaklaşmak demektir. Feda ederek yine kulluk ekseninde olmak için bir ibadet daha yapıyorsun. Nasıl zekât, verilen nimetleri feda etmek ise, hayvanlar nimetinde de feda etmek kurban ile olur. Şunu düşünmek gerek. Allah her türlü nimetleri Âdemoğlu için yaratmıştır. İnsanoğlu da bunlardan yararlanarak asli görevi kulluğunu yerine getirsin. İşte bu nimetleri araç olarak kullanırsın.
Hayvanlar insanoğluna boyun eğdirilmiştir. Bu şekilde tüm varlıklar insanoğlunun tasarrufuna girmiştir.
Hacc süresi / 33 “O (hayvanlarda) belli bir süreye kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra onların varacakları yer, eski ev (Kâbe) dir (orada kurban edilirler)
İşte insanoğlu hem bunlardan yararlanacak hem de şükrünü yapacak.
Bu rızkın kimin tarafından verildiği, hayvanın üzerine Allah’ın adını anarak kesmesi de buna bir işarettir. “ya Rabb’i biliyoruz, senin verdiğin rızıkla rızıklanıyoruz. O halde hamd yalnızca sanadır”
Hacc süresi / 34 “Biz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine Onun adını ansınlar. İlahınız bir tek ilahtır. Yalnız O’na teslim olun .O alçak gönüllü saygılı, samimi insanları müjdele.”
Kurban ibadetin çokça mesajları vardır. Bu kurban etme önce Allah için feda etme ile tarihte yerini alır. Allah için feda edebilirim ne olursa; maldan, emekten, zamandan, ilimden vs. Yani insanın yüreğinde Allah için bir şeyleri feda etme düşüncesi olmalıdır. Eğer bir İnanan Allah’ı seviyorsa O’na bir şeyler verebilme cesaretini de gösterebilmelidir. Ki bununla Rabb’ini ikna edip O’na yaklaşabilsin.
Belki alışkanlık olacak her sene kurban keseriz. Fakat günlük hayatımızda kurban edeceğimiz zamanımız, emeğimiz, evimiz, gücümüz vs. Yoksa kurban kesmenin bir anlamı da yok.
Habil ile kabilin olayını hatırlayın.
Maide süresi / 27 “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: hani her biri birer kurban sunmuşlardı, (kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden edilmemişti. (kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene): seni öldüreceğim” demişti (o da ) Allah sadece korunanlardan kabul eder” dedi”
İkisi de kurban vermişti. Birisi isteyerek, anlayarak, bilerek, şükrederek, arkasını getirerek (yani günlük hayatında her verilen nimetlerden feda ederek) yapmıştı. Diğeri ise istemeyerek, samimiyetsiz, hikmetsiz, sadece o anlık bir iş olarak, anlamadan, verilen nimetin en kötüsünü kesmişti. Rabb’im her ikisini değil sadece kendisine yaklaşabilmeyi başarmış kimsenin kurbanını kabul etmişti. İşte önemli olan kurban bayramında kurban kesmek değil, Kurban’ı edebilecek yüreğin olmasıdır. Nice inananlar vardır ki imkanı yoktur, Allah’a kurban kesemezler.
Fakat imkanları olsa ne Allah’a feda etmezler ki. Zaten kendilerinde olan her şeylerinden de feda ederler. Lakin kurban edeceği hayvanı alamazlar. Bunlar kurban kesmiş gibi Allah’a yakınlaşırlar.
Bazıları da var ki kurban keserler fakat yakınlaşamazlar. Kurban kesmek onlar için bir et ve kan meselesi olmuştur.
Hacc süresi / 37 “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O’na ulaşır. Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki, sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.”
Allah’ın ne ete, ne kana ihtiyacı vardır. Zaten bütün âlem O’nundur. Senin O’nun adına kesmen veya kesmemen O’na bir şey ne kazandırır, nede kaybettirir. Bu yalnızca senin imtihanındır, sana verilen bu nimet ile. Sen verilen bu nimetle Allah adına, Allah’a şükredecek misin? Hayvan nasıl sana boyun eğdirildi ise sende Allah’a boyun eğecek misin? Hayvana böyle bir emir verildi. Hayvanlar Allah adına sana karşı seçme hakkını kullanmıyor. Peki sen Allah’a karşı seçme hakkını kullanarak Allah’a teslim olacak mısın?
Unutmamak gerekir ki bu hayvan Allah’ın idi. Senin de tekrar Allah’ı anman gerekmez mi? Bunu yapmazsan, gerçeği saklamış olursun. Allah’ın yarattığına Allah’ın adını anmadan kesersen bil ki Allah’ın izin vermediği bir hayvanı kullanmış olursun. Hakkın olmayan bir şeyi, izin almadan kullanmış olursun. Buna dikkat etmelisin. Rabb’in adını anmadan kesilen hayvanı sana haram ediyor, izin vermiyor. İzin şeklin Allah adına kesersen o hayvandan yararlanabilirsin.
Hac süresi / 37 “……Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.”
Hz. İbrahim (as) in imtihanı da kurban idi. Hz. İbrahim (as) çok ileri bir yaşta çocuk sahibi olmuştu. Elbette bir baba olarak ona da muhabbeti vardı. İşte verilen bu nimet ile Allah’a bedel ödeme imtihanına giriyordu. Bakalım, düşkün olduğun, bağlandığın, sevdiğin, değer verdiğin çocuğunu da Allah’a feda edebilir misin? Bu çocuk ya seni Allah’a yakınlaştıracak yada uzaklaştıracaktı.
Hikmetleri çoktur bu kıssanın. Diğer taraftan Hz. İsmail(as) de bir imtihandaydı. Genç yaşta feda olmayı öğreniyordu. Biri feda etme, diğeri feda olma imtihanında. Diğer taraftan da hem Hz. İbrahim (as)in imtihanına, hem de Hz. İsmail (as) in imtihanına, destek veren saygıdeğer, takva örneği annemiz Hz Hacer; o da bir imtihanda idi. Üçünü de teslimiyette görürsün. Hz. İbrahim (as)in içinde teslimiyet olmasaydı, Rabb’i için feda etmeyi kabul etmeseydi, Rabb’ini her şeyden çok sevmeseydi, yalnızca hedefinin Rabb’inin kedisinden razı olması olmasaydı, her şeye rağmen Allah taraftarı olmasaydı ve bu merhemetli baba Allah için gerektiğinde en şiddetli şeylere hazır olmasaydı, Hz. İsmail’ini kesmeyecekti.
Hz. İsmail (as)de içinde kayıtsız, şartsız kendi iradesiyle teslim olmasaydı, Allah’ı tek hedef görmeseydi, O’nun kendisinden, babasından ve annesinden razı olmasını istemeseydi, en önemlisi de bununla Allah’a varış düşüncesi olmasaydı, o da babasına şöyle söylemeyecekti.
Saffat süresi / 102 “…………Babacığım sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın……”
Hz. Hacer (as) de Rabb’ine güvenmeseydi, Rabb’inin ilkeleri her düşünceden, her duygudan önce olduğuna inanmasaydı, duygularını teslimiyetin önüne koysaydı, vermezdi biricik oğlunu, bırakmazdı eşini, karşı çıkardı hükme. isyan ederlerdi, nedenini, niçinini sorarlardı. Ama üçünde de Rabblerine bir sorgulama yok. Teslimiyette bir gevşeklik yok, bir endişe yok, yok, yok.
Şeytana hiçbir zaaf kapısı açılmıyor. Açılan yalnızca Rabb’lerinin rahmet kapısı. İmtihanı kazanıyorlar. Razı ediyorlar Rabb’ini ve Rabb’leri de onları razı ediyor. Kendilerine İsmail’in yerine bir kurban gönderiyor. Evet, içinde değer verdiği şeyleri kurban etmişti.
Kısaca nefsinden gelenleri. İsmail onun gönlünde taht kurmuştu, o da onu feda etti Rabb’i için.
Peki sizin yüreğinizde ne tahtlar var? İsmail gibi çocuk mu? Mallarınız mı? Eviniz mi? Okulunuz mu? İş yeriniz mi? Dolarlarınız mı?
Siz de feda edebilir misiniz?.
Tevbe süresi / 24 “Deki eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, elçisinden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise …”
Bu tahtların yerine yalnızca Allah’ın tahtı kurulması için feda etmeyi bilmek gerekir. Bu demek değildir. Hiçbir şeyin sahibi olmayacaksınız. Ne ev, ne çocuk, ne mal, ne işyeri vs. Bu araçları amaç edinmemek gerekir. Bilakis araçları amaç doğrultusunda kullanmak gerekir.
Hz. İbrahim (as) in, oğlunu Allah yoluna yönlendirmesi, Hz. İsmail (as) de babasını Allah yoluna yönlendirmesi, iki örnek tavırdır.
İşte Hz. İsmail gibi bize de çok güzel nimetler verilmiştir. Bu nimetlere “her şey Allah’ındır yine Allah’a dönecek” olarak bakıyor muyuz?
O’na dönüşe hazır mısınız veya hazırlanıyor musunuz?
Belki her insan birisinin ölümünü göremez. Ama bir hayvanın ölümünü görebilir. Onun önce canlısını sonrada cansızlaştığını takip edebilir. Bu bir gerçeği hatırlatır insana, ölümü. Bir gün insanoğlunun da bu hayvan gibi öleceğini düşünür. Bu kapıya gelmeye hazır mısın? Ölüme ve ölümden sonrasına hazır mısın? Ölümü hiç düşündün mü? Hayvanda bir can vardı. O can gitti nereye, tutamadın, yakalayamadın. İşte sende bir gün gideceksin ve bu gitmeye karşı duramayacaksın. Yakalayamayacaklar, tutamayacaklar seni, Allah’tan başka dost sandıkların.
Hayvanın gözlerine, ağzına, sesine, ayaklarına, tüm organlarına bak. Hepsinin, artık bir et parçası olmaktan ve biraz sonra yenilmekten başka bir şeye yaramadığını göreceksin.
Sende bir gün toprak tarafından yenileceksin. Senin de artık gözlerin, ağzın, dilin ,ellerin, ayakların, kalbin, beynin bütün organların bir işe yaramayacak.
Düşün! Tüm bu et yığınlarını gördün. İşte etin önemli değil artık. Önemli olan yaptıkların, Allah’a giden ruhun. Kalbin vardı, eti yerde kalıyor ama kalbinin içindekiler şimdi yok, nerede? Beynin burada kaldı. Fakat beyninin içindekiler şimdi yok, nerede? Bunları düşün. Unutma ki hayatın bedenden ibaret değil. Ve düşün: gözündeki nuru, kulağınla işittiklerini, dilinden dökülen sözleri, elinin yaptığını, ayağının koşuşturmasını, düşündüklerini, kalbinin geçirdiklerini yokla bunlar gidecekler, Rabb’inin katına.
Bunlar dürüst mü? Hazır mı? Layık mı Rabb’ine?
Ya değilse! İşte kurban edeceğin hayvanda, bunları düşün. Hayvan hayvanlık görevini yaptı, peki sen insan olmanın görevini yaptın mı? Sen, geri dönüşünü düşün ve hazırlan kurban gibi teslimiyete.
Kurban gibi feda olmayı öğren Rabb’inin yolunda. O kanı görünce kan vermeyede alıştır kendini. O kana iyi bak. Evet! yeri geldiğinde çok merhametli, yeri geldiğinde şiddetli olman gerektiğini unutma. Rabb’ine feda olmaya hazır olmayanlar feda etmeye de hazırlanamazlar.
İyi bak o kana. O kan senin nefsinin kanı, değer verdiğin şeytani yaklaşımlarının kanı. O kan kalbinde olmaması gerekenlerdi. O yüzden o kan kalbinde olmaması gereken değerlerin kanı olarak düşün . İçinde olan şirkin, küfrün, çelişkinin kanı.
Kurban ile nasıl Hz. İbrahim (as) Rabb’ine uzanan yoldaki engeli kaldırıyorsa senin yolunda neler var, Rabb’ine ulaşmada. O halde sende onları kurban et. Kurban keserken o gücü, o yüreği kazan. Kurban keserken, nefsin ev eşyasına mı bağımlı o yürekle onu kaldır yolunun üzerinden. Tv.e nefsin düşkün. O halde o yürekle Tv. Kestiğini düşün. Paraya mı düşkün nefsin. o halde parayı kestiğini düşün kurban keserken. Kurban orada bir eğitimdir. Ne Allah’a uzaklaştırıyorsa seni, onu kestiğini düşünmelisin. O bağımlılığını, o muhabbetini kaldırmalısın ortadan.
Bazen de Allah yolunda uzaklaştıranlar, dışarıdaki müşrikler, kafirler olabilir.
Kendini arındıranlara, temize çıkanlara dışarıdan şeytani, küfranı ve nefsani saldırılar gerçekleştirebilirler. Bunlara karşı savunmayı öğrenmek için öldürmeyi de öğrenmelisin. Ama zulmetmeden, hayvanı kurban ettiğin gibi yapmalısın. Ama kendi nefsinden değil “Bismillahi Allah’u Ekber” niyetiyle. Yani ancak Allah için, Allah’ın ilkeleri doğrultusunda öldürebilirsin. Kendi adına veya başkaları adına öldüremezsin. Yalnızca Allah için, Allah’ın izin verdiği şekilde öldürebilirsin. Aksi takdirde adam öldürmek Allah’ın izini dışında, o sana haramdır. Öldürmek Allah’ın yetki alanıdır. Sadece Allah’ın izini ile olursa istisna. Kur’an da olduğu gibi “Bismillahi, Allah’u Ekber”
Kurban kesmek senin içindeki duyguları düzene sokarak gereğinde şiddete karşı kendini savunma ve saldırıyı da öğretir. Çünkü Allah’ın yolunda olanlar genellikle kalplerindeki iyi duygularla hareket ettiğinden, bu tür şiddete hazır olamazlar. İşte zülüm yapmadığı gibi, kendisini de zulme maruz bırakmayan müminler kendilerini savunmak için şiddet ve soğuk duygulara hazırlanmalıdırlar. Aksi takdirde, din, can, mal, nesil, ve akıl emniyetleri tehlikeye düşer. Peygamber Hz. Muhammed (saa) hem merhamet örneği olduğu gibi, hem de kılıç peygamberidir.
Kurban kesmek bir anlamda cihadı öğretmekti. Sadece küfre karşı değil, namusunu koruman, çocuklarını savunman, malının gasp edilmesine engel olman, haklarını bilmen açısından da, şiddetin amacını ve şeklini öğrenmek zorundasın. Bu yüzden kurbanı kesmek, herkesin kendisinin kurban kesmesi, başkasına kestirmesinden daha efdaldir. Maalesef bu gün kurban kesip, bu eğitimi alacaklarına, kesme işini alışkanlığa dökenlere kestirmektedirler. Rabbani olan bu eğitimden böylece yararlanmamış oluyor müminler. O ki kurbanı kendisinin kesmesi o mümini başlı başına bir eğitime alıyor.
Aynı zamanda kurban her ne kadar herkese bir görev değilse de tüm toplumun kurban olayına iştirak etmesi, tüm inanan toplumu bu tür düşüncelere hazırlar.
Bir diğer yandan inananların toplum düzeni oturaklı olmuş olabilir. Fakat kurban olayı devam ediyor. Toplum düzeni yerinde olabilir, fakat içinizde ki bastırılmış öfke, kin, intikam, sadisttik, şiddet temayülleri gibi duyguların giderilmesi, kalbinin rahatlaması, sükûnete ermesi yine kurban ile giderilmiş olur. Belki de bu şiddeti hiçte hak etmeyen kişilere veya varlıklara (bu çocuğunuz, eşiniz, arkadaşınız veya eşyaları yıkmak, harab etmek gibi) uygulayacaktınız. Hiç kimseye olmasa bile kendi kendinize sadist olacaktınız. İşte kurban kesmek ve kan görmek insanoğlunu rahatlatan bir ibadettir. İçindeki şiddet temayüllerini akıtır, yerine insani duygular, düşünceler gelir.
Bu ibadet aynı zamanda toplumun amacını, araçlarını ve ilkelerini hatırlatan çok önemli bir eğitimdir. Her şey Allah için, her şey Allah’ın dediği gibi olacak. İşte bunu yakalayabilenler kurban ile yakınlaşır Rabb’ine. Bu eğitimleri alamayanlar içinde kurban sadece bir et bayramı olmuştur. Niyet – amaç – araçlar üçlüsünü düşünmek gerekir. Bir kez daha prova olan şeytan taşlama dönüşür kurban ile gerçeğe, kurban ettiğiniz hayvanın yerine nefsani hastalıklarınızı, şeytani oluşumlarınızı düşünün. Şeytani veya şeytanları yok etme savaşını düşünün. Şeytanlaşan fikirlerin arzuların ve eylemlerin yok olmaya mahkumluğunu düşünün. Ebter olan odur. Baki olan ise Rabb’imizdir ve O’nun ilkeleridir.
Enfüste ve afakta, şeytan ve ordusunun yok olduğu bir dünya. İşte bu senin büyük Bayramındır. Bu kurban edilmesi gerekenlerin kurban edildiği bir bayramdır. “Bismillahi Allah’u Ekber!” için.
Kurban, kelime anlamıyla kaf-re-be kelimesinden türemiştir. Türkçe karşılığı ise yaklaşmak demektir. Feda ederek yine kulluk ekseninde olmak için bir ibadet daha yapıyorsun. Nasıl zekât, verilen nimetleri feda etmek ise, hayvanlar nimetinde de feda etmek kurban ile olur. Şunu düşünmek gerek. Allah her türlü nimetleri Âdemoğlu için yaratmıştır. İnsanoğlu da bunlardan yararlanarak asli görevi kulluğunu yerine getirsin. İşte bu nimetleri araç olarak kullanırsın.
Hayvanlar insanoğluna boyun eğdirilmiştir. Bu şekilde tüm varlıklar insanoğlunun tasarrufuna girmiştir.
Hacc süresi / 33 “O (hayvanlarda) belli bir süreye kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra onların varacakları yer, eski ev (Kâbe) dir (orada kurban edilirler)
İşte insanoğlu hem bunlardan yararlanacak hem de şükrünü yapacak.
Bu rızkın kimin tarafından verildiği, hayvanın üzerine Allah’ın adını anarak kesmesi de buna bir işarettir. “ya Rabb’i biliyoruz, senin verdiğin rızıkla rızıklanıyoruz. O halde hamd yalnızca sanadır”
Hacc süresi / 34 “Biz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine Onun adını ansınlar. İlahınız bir tek ilahtır. Yalnız O’na teslim olun .O alçak gönüllü saygılı, samimi insanları müjdele.”
Kurban ibadetin çokça mesajları vardır. Bu kurban etme önce Allah için feda etme ile tarihte yerini alır. Allah için feda edebilirim ne olursa; maldan, emekten, zamandan, ilimden vs. Yani insanın yüreğinde Allah için bir şeyleri feda etme düşüncesi olmalıdır. Eğer bir İnanan Allah’ı seviyorsa O’na bir şeyler verebilme cesaretini de gösterebilmelidir. Ki bununla Rabb’ini ikna edip O’na yaklaşabilsin.
Belki alışkanlık olacak her sene kurban keseriz. Fakat günlük hayatımızda kurban edeceğimiz zamanımız, emeğimiz, evimiz, gücümüz vs. Yoksa kurban kesmenin bir anlamı da yok.
Habil ile kabilin olayını hatırlayın.
Maide süresi / 27 “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: hani her biri birer kurban sunmuşlardı, (kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden edilmemişti. (kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene): seni öldüreceğim” demişti (o da ) Allah sadece korunanlardan kabul eder” dedi”
İkisi de kurban vermişti. Birisi isteyerek, anlayarak, bilerek, şükrederek, arkasını getirerek (yani günlük hayatında her verilen nimetlerden feda ederek) yapmıştı. Diğeri ise istemeyerek, samimiyetsiz, hikmetsiz, sadece o anlık bir iş olarak, anlamadan, verilen nimetin en kötüsünü kesmişti. Rabb’im her ikisini değil sadece kendisine yaklaşabilmeyi başarmış kimsenin kurbanını kabul etmişti. İşte önemli olan kurban bayramında kurban kesmek değil, Kurban’ı edebilecek yüreğin olmasıdır. Nice inananlar vardır ki imkanı yoktur, Allah’a kurban kesemezler.
Fakat imkanları olsa ne Allah’a feda etmezler ki. Zaten kendilerinde olan her şeylerinden de feda ederler. Lakin kurban edeceği hayvanı alamazlar. Bunlar kurban kesmiş gibi Allah’a yakınlaşırlar.
Bazıları da var ki kurban keserler fakat yakınlaşamazlar. Kurban kesmek onlar için bir et ve kan meselesi olmuştur.
Hacc süresi / 37 “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O’na ulaşır. Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki, sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.”
Allah’ın ne ete, ne kana ihtiyacı vardır. Zaten bütün âlem O’nundur. Senin O’nun adına kesmen veya kesmemen O’na bir şey ne kazandırır, nede kaybettirir. Bu yalnızca senin imtihanındır, sana verilen bu nimet ile. Sen verilen bu nimetle Allah adına, Allah’a şükredecek misin? Hayvan nasıl sana boyun eğdirildi ise sende Allah’a boyun eğecek misin? Hayvana böyle bir emir verildi. Hayvanlar Allah adına sana karşı seçme hakkını kullanmıyor. Peki sen Allah’a karşı seçme hakkını kullanarak Allah’a teslim olacak mısın?
Unutmamak gerekir ki bu hayvan Allah’ın idi. Senin de tekrar Allah’ı anman gerekmez mi? Bunu yapmazsan, gerçeği saklamış olursun. Allah’ın yarattığına Allah’ın adını anmadan kesersen bil ki Allah’ın izin vermediği bir hayvanı kullanmış olursun. Hakkın olmayan bir şeyi, izin almadan kullanmış olursun. Buna dikkat etmelisin. Rabb’in adını anmadan kesilen hayvanı sana haram ediyor, izin vermiyor. İzin şeklin Allah adına kesersen o hayvandan yararlanabilirsin.
Hac süresi / 37 “……Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.”
Hz. İbrahim (as) in imtihanı da kurban idi. Hz. İbrahim (as) çok ileri bir yaşta çocuk sahibi olmuştu. Elbette bir baba olarak ona da muhabbeti vardı. İşte verilen bu nimet ile Allah’a bedel ödeme imtihanına giriyordu. Bakalım, düşkün olduğun, bağlandığın, sevdiğin, değer verdiğin çocuğunu da Allah’a feda edebilir misin? Bu çocuk ya seni Allah’a yakınlaştıracak yada uzaklaştıracaktı.
Hikmetleri çoktur bu kıssanın. Diğer taraftan Hz. İsmail(as) de bir imtihandaydı. Genç yaşta feda olmayı öğreniyordu. Biri feda etme, diğeri feda olma imtihanında. Diğer taraftan da hem Hz. İbrahim (as)in imtihanına, hem de Hz. İsmail (as) in imtihanına, destek veren saygıdeğer, takva örneği annemiz Hz Hacer; o da bir imtihanda idi. Üçünü de teslimiyette görürsün. Hz. İbrahim (as)in içinde teslimiyet olmasaydı, Rabb’i için feda etmeyi kabul etmeseydi, Rabb’ini her şeyden çok sevmeseydi, yalnızca hedefinin Rabb’inin kedisinden razı olması olmasaydı, her şeye rağmen Allah taraftarı olmasaydı ve bu merhemetli baba Allah için gerektiğinde en şiddetli şeylere hazır olmasaydı, Hz. İsmail’ini kesmeyecekti.
Hz. İsmail (as)de içinde kayıtsız, şartsız kendi iradesiyle teslim olmasaydı, Allah’ı tek hedef görmeseydi, O’nun kendisinden, babasından ve annesinden razı olmasını istemeseydi, en önemlisi de bununla Allah’a varış düşüncesi olmasaydı, o da babasına şöyle söylemeyecekti.
Saffat süresi / 102 “…………Babacığım sana emredileni yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın……”
Hz. Hacer (as) de Rabb’ine güvenmeseydi, Rabb’inin ilkeleri her düşünceden, her duygudan önce olduğuna inanmasaydı, duygularını teslimiyetin önüne koysaydı, vermezdi biricik oğlunu, bırakmazdı eşini, karşı çıkardı hükme. isyan ederlerdi, nedenini, niçinini sorarlardı. Ama üçünde de Rabblerine bir sorgulama yok. Teslimiyette bir gevşeklik yok, bir endişe yok, yok, yok.
Şeytana hiçbir zaaf kapısı açılmıyor. Açılan yalnızca Rabb’lerinin rahmet kapısı. İmtihanı kazanıyorlar. Razı ediyorlar Rabb’ini ve Rabb’leri de onları razı ediyor. Kendilerine İsmail’in yerine bir kurban gönderiyor. Evet, içinde değer verdiği şeyleri kurban etmişti.
Kısaca nefsinden gelenleri. İsmail onun gönlünde taht kurmuştu, o da onu feda etti Rabb’i için.
Peki sizin yüreğinizde ne tahtlar var? İsmail gibi çocuk mu? Mallarınız mı? Eviniz mi? Okulunuz mu? İş yeriniz mi? Dolarlarınız mı?
Siz de feda edebilir misiniz?.
Tevbe süresi / 24 “Deki eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, elçisinden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise …”
Bu tahtların yerine yalnızca Allah’ın tahtı kurulması için feda etmeyi bilmek gerekir. Bu demek değildir. Hiçbir şeyin sahibi olmayacaksınız. Ne ev, ne çocuk, ne mal, ne işyeri vs. Bu araçları amaç edinmemek gerekir. Bilakis araçları amaç doğrultusunda kullanmak gerekir.
Hz. İbrahim (as) in, oğlunu Allah yoluna yönlendirmesi, Hz. İsmail (as) de babasını Allah yoluna yönlendirmesi, iki örnek tavırdır.
İşte Hz. İsmail gibi bize de çok güzel nimetler verilmiştir. Bu nimetlere “her şey Allah’ındır yine Allah’a dönecek” olarak bakıyor muyuz?
O’na dönüşe hazır mısınız veya hazırlanıyor musunuz?
Belki her insan birisinin ölümünü göremez. Ama bir hayvanın ölümünü görebilir. Onun önce canlısını sonrada cansızlaştığını takip edebilir. Bu bir gerçeği hatırlatır insana, ölümü. Bir gün insanoğlunun da bu hayvan gibi öleceğini düşünür. Bu kapıya gelmeye hazır mısın? Ölüme ve ölümden sonrasına hazır mısın? Ölümü hiç düşündün mü? Hayvanda bir can vardı. O can gitti nereye, tutamadın, yakalayamadın. İşte sende bir gün gideceksin ve bu gitmeye karşı duramayacaksın. Yakalayamayacaklar, tutamayacaklar seni, Allah’tan başka dost sandıkların.
Hayvanın gözlerine, ağzına, sesine, ayaklarına, tüm organlarına bak. Hepsinin, artık bir et parçası olmaktan ve biraz sonra yenilmekten başka bir şeye yaramadığını göreceksin.
Sende bir gün toprak tarafından yenileceksin. Senin de artık gözlerin, ağzın, dilin ,ellerin, ayakların, kalbin, beynin bütün organların bir işe yaramayacak.
Düşün! Tüm bu et yığınlarını gördün. İşte etin önemli değil artık. Önemli olan yaptıkların, Allah’a giden ruhun. Kalbin vardı, eti yerde kalıyor ama kalbinin içindekiler şimdi yok, nerede? Beynin burada kaldı. Fakat beyninin içindekiler şimdi yok, nerede? Bunları düşün. Unutma ki hayatın bedenden ibaret değil. Ve düşün: gözündeki nuru, kulağınla işittiklerini, dilinden dökülen sözleri, elinin yaptığını, ayağının koşuşturmasını, düşündüklerini, kalbinin geçirdiklerini yokla bunlar gidecekler, Rabb’inin katına.
Bunlar dürüst mü? Hazır mı? Layık mı Rabb’ine?
Ya değilse! İşte kurban edeceğin hayvanda, bunları düşün. Hayvan hayvanlık görevini yaptı, peki sen insan olmanın görevini yaptın mı? Sen, geri dönüşünü düşün ve hazırlan kurban gibi teslimiyete.
Kurban gibi feda olmayı öğren Rabb’inin yolunda. O kanı görünce kan vermeyede alıştır kendini. O kana iyi bak. Evet! yeri geldiğinde çok merhametli, yeri geldiğinde şiddetli olman gerektiğini unutma. Rabb’ine feda olmaya hazır olmayanlar feda etmeye de hazırlanamazlar.
İyi bak o kana. O kan senin nefsinin kanı, değer verdiğin şeytani yaklaşımlarının kanı. O kan kalbinde olmaması gerekenlerdi. O yüzden o kan kalbinde olmaması gereken değerlerin kanı olarak düşün . İçinde olan şirkin, küfrün, çelişkinin kanı.
Kurban ile nasıl Hz. İbrahim (as) Rabb’ine uzanan yoldaki engeli kaldırıyorsa senin yolunda neler var, Rabb’ine ulaşmada. O halde sende onları kurban et. Kurban keserken o gücü, o yüreği kazan. Kurban keserken, nefsin ev eşyasına mı bağımlı o yürekle onu kaldır yolunun üzerinden. Tv.e nefsin düşkün. O halde o yürekle Tv. Kestiğini düşün. Paraya mı düşkün nefsin. o halde parayı kestiğini düşün kurban keserken. Kurban orada bir eğitimdir. Ne Allah’a uzaklaştırıyorsa seni, onu kestiğini düşünmelisin. O bağımlılığını, o muhabbetini kaldırmalısın ortadan.
Bazen de Allah yolunda uzaklaştıranlar, dışarıdaki müşrikler, kafirler olabilir.
Kendini arındıranlara, temize çıkanlara dışarıdan şeytani, küfranı ve nefsani saldırılar gerçekleştirebilirler. Bunlara karşı savunmayı öğrenmek için öldürmeyi de öğrenmelisin. Ama zulmetmeden, hayvanı kurban ettiğin gibi yapmalısın. Ama kendi nefsinden değil “Bismillahi Allah’u Ekber” niyetiyle. Yani ancak Allah için, Allah’ın ilkeleri doğrultusunda öldürebilirsin. Kendi adına veya başkaları adına öldüremezsin. Yalnızca Allah için, Allah’ın izin verdiği şekilde öldürebilirsin. Aksi takdirde adam öldürmek Allah’ın izini dışında, o sana haramdır. Öldürmek Allah’ın yetki alanıdır. Sadece Allah’ın izini ile olursa istisna. Kur’an da olduğu gibi “Bismillahi, Allah’u Ekber”
Kurban kesmek senin içindeki duyguları düzene sokarak gereğinde şiddete karşı kendini savunma ve saldırıyı da öğretir. Çünkü Allah’ın yolunda olanlar genellikle kalplerindeki iyi duygularla hareket ettiğinden, bu tür şiddete hazır olamazlar. İşte zülüm yapmadığı gibi, kendisini de zulme maruz bırakmayan müminler kendilerini savunmak için şiddet ve soğuk duygulara hazırlanmalıdırlar. Aksi takdirde, din, can, mal, nesil, ve akıl emniyetleri tehlikeye düşer. Peygamber Hz. Muhammed (saa) hem merhamet örneği olduğu gibi, hem de kılıç peygamberidir.
Kurban kesmek bir anlamda cihadı öğretmekti. Sadece küfre karşı değil, namusunu koruman, çocuklarını savunman, malının gasp edilmesine engel olman, haklarını bilmen açısından da, şiddetin amacını ve şeklini öğrenmek zorundasın. Bu yüzden kurbanı kesmek, herkesin kendisinin kurban kesmesi, başkasına kestirmesinden daha efdaldir. Maalesef bu gün kurban kesip, bu eğitimi alacaklarına, kesme işini alışkanlığa dökenlere kestirmektedirler. Rabbani olan bu eğitimden böylece yararlanmamış oluyor müminler. O ki kurbanı kendisinin kesmesi o mümini başlı başına bir eğitime alıyor.
Aynı zamanda kurban her ne kadar herkese bir görev değilse de tüm toplumun kurban olayına iştirak etmesi, tüm inanan toplumu bu tür düşüncelere hazırlar.
Bir diğer yandan inananların toplum düzeni oturaklı olmuş olabilir. Fakat kurban olayı devam ediyor. Toplum düzeni yerinde olabilir, fakat içinizde ki bastırılmış öfke, kin, intikam, sadisttik, şiddet temayülleri gibi duyguların giderilmesi, kalbinin rahatlaması, sükûnete ermesi yine kurban ile giderilmiş olur. Belki de bu şiddeti hiçte hak etmeyen kişilere veya varlıklara (bu çocuğunuz, eşiniz, arkadaşınız veya eşyaları yıkmak, harab etmek gibi) uygulayacaktınız. Hiç kimseye olmasa bile kendi kendinize sadist olacaktınız. İşte kurban kesmek ve kan görmek insanoğlunu rahatlatan bir ibadettir. İçindeki şiddet temayüllerini akıtır, yerine insani duygular, düşünceler gelir.
Bu ibadet aynı zamanda toplumun amacını, araçlarını ve ilkelerini hatırlatan çok önemli bir eğitimdir. Her şey Allah için, her şey Allah’ın dediği gibi olacak. İşte bunu yakalayabilenler kurban ile yakınlaşır Rabb’ine. Bu eğitimleri alamayanlar içinde kurban sadece bir et bayramı olmuştur. Niyet – amaç – araçlar üçlüsünü düşünmek gerekir. Bir kez daha prova olan şeytan taşlama dönüşür kurban ile gerçeğe, kurban ettiğiniz hayvanın yerine nefsani hastalıklarınızı, şeytani oluşumlarınızı düşünün. Şeytani veya şeytanları yok etme savaşını düşünün. Şeytanlaşan fikirlerin arzuların ve eylemlerin yok olmaya mahkumluğunu düşünün. Ebter olan odur. Baki olan ise Rabb’imizdir ve O’nun ilkeleridir.
Enfüste ve afakta, şeytan ve ordusunun yok olduğu bir dünya. İşte bu senin büyük Bayramındır. Bu kurban edilmesi gerekenlerin kurban edildiği bir bayramdır. “Bismillahi Allah’u Ekber!” için.

ARAFAT HAC İSE, YA BEN?
Zemzem arayışınızı, nasıl yaptığınızı, nerelerde aradığınızı bir düşünün. Bu düşünce denizinde İbrahim (as) ve eşi Hacer (as) sana örnek olsun. Bu denizde gezmeye devam ederek Arafat’a çık.
Sende böyle biri misin, yoksa yapabilirsin fakat bu kadar değil. Yoksa bundan daha iyisini mi yaparsın? Kendini bir yokla bakalım. Kendini tanımaya çalış. Kendini bilebilmen içinde önce seni yaratanı düşün. Bir O’nun sıfatlarını bir de kendi sıfatlarını. Çevrene bak diyeceğim ama çevrede bir şey yok ki bir yer bir de gök. Yer bir döşek gök bir yorgan adeta. Yalnızca sen varsın, bir de Rabb’in. İşte bu tabloyu düşün. Bir gün sen ve Rabb’in yüzleşirseniz, acaba Rabb’ine alnı dik, yüzü ak, gönlü pak olarak bakabilecek misin? Yoksa boynunu bükmüş gözlerini yere dikmiş, içinden bu anı yaşayacağıma keşke toprak olsaydım mı diyeceksin? İşte ey nefis! Arefe günü Arafat’ta bunu düşün. Rabb’ini ve O’nun dostu ve düşmanını düşün. Bir halife olanları birde halife olmayanları düşün. Bir İslam’ı ve birde İslam’dan olmayanları düşün. Rabb’in için bugüne kadar ne yaptığını ve bundan sonra ne yapabileceklerini düşün.
Kendini değerlendir, yanlışların var mı? Varsa nelerdir. Nereden kaynaklanıyor. Nasıl tedavi edebilirsin kendini? Yok eğer yanlışların yoksa daha iyi bir Müslüman olmak için ne yapabilirsin? Sen ,sen kendini yenileme aşamaları içerisindeyken acaba değişiyor musun? Bu sınıfa girerken nasıldın, şimdi nasılsın? Bu sınıfı geçebileceğine inanıyor musun? Kendinden önce mezun olanları düşün. Tüm peygamberleri ,onların arkasından gidenleri. İlk baban Hz. Adem (as) den başlayan ve sonrakileri unutma, daha yakın bir zamanda yine bu tarih gerçekleşmişti. Hz. Muhammed (saa) ve arkasından giden Ehl-i Beyt imamlarını düşün. onların düşündüklerini ,tavsiyelerini ve çırpınışlarını düşün.
Arafat’ı bir geçiş yeri olarak düşün. Geçmiş ile gelecek arasında, günahlar ile arınma arasında, ileri adım ve geri adım arasında . Bu geçişi ileriye doğru yapabilecek misin?
Bu aşamalardan sonra yeni duruşun, yeni düşünüşün ve yeni gönlün nasıl olacak? Neler olacak gönlünde? Ne planlar yapacak beynin ve nasıl bir kimlikle çıkacaksın sahaya. Bunları düşün.
Bakara süresi / 198 – 199 “Rabb’inizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (seller gibi müzdelife’ye) akın edince meşar-ı haramda Allah’ı anın .O’nun size gösterdiği biçimde O’nu anın. siz onun yol göstermesinden önce sapıklardan idiniz, sonra insanların akın akın döndüğü yerden sizde akın edin ve Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan esirgeyendir.”
Unutma buralarda çok namaz kılman ön planda değil. Düşünmek, karar vermek, kararlar almak daha önemlidir. Çünkü yanlış duruş, namazının da mesajını unutturur sana. Bu yüzden kimlik sorgulanması daha çoktur gündemde. Kendini tanıma, kendini sorgulamaya götürecektir seni. Kendini sorgulamakta kendini değiştirmeye….
Arafatta uğraşılabilecek hiçbir iş, uğraş yoktur. Sadece kendin varsın. İlgilenmem gereken tek kişi kendinsin. Günlük hayatta o kadar çok araçlara dalmışsındır ki belkide kendini sorgulamayı unutmuşsundur. Fakat burada bu durum söz konusu değildir. İşte bu sorgulamayı çok iyi yap ki bir gün araçlar arasında da kendinle yüzleşmeyi öğrenebilesin.
Bak, senin gibi tüm inananlarda Arafat’ta. Onlarda senin gibi kendileriyle ilgileniyorlar. Demek ki kimlik sorgulaması, her inananın problemidir. Doğru kimliği bulabilecek misin? Tüm işlerden eletek çekmişsiniz. Kimlik derdine düşmüşsünüz. Bu o kadar önemli bir iştir.. Yıllarca aramadığını şimdi bulmaya çalışıyorsun. İşte bu içindeki yürüyüşü unutma. Sana bir ibret olsun. Hep bunu yap, yap ki kendini değiştirebilesin. Her yer, her an, senin için bir Arafat olsun. Arafat’ta senin kendini yenilediğin gibi, Arafat’a çıkan her Müslümanda yeniler kendini. Her kesin tek endişesi vardır. “İslami kimliğime kavuşa bilecek miyim” diye… “Allah’u Teâlâ (cc) benden razı olacak mı?” Eğer her inanan bu endişeyle geçirse Arafat’ını, bütün müslümanlar arasındaki tüm sorunlar da çözülecektir.
Ne birbirilerine haksızlık yapacak, ne birbirilerini ezecek, ne de Müslüman kardeşinin can, nesil, din, mal ve akıl emniyetini tehlikelere düşürebilecek sebeplere neden olacaktır. Aynen bu ihramla, bu haram belde de olduğu gibi kendini bulma (nefis muhasebesi) ile insan hakları (kul hakkı)na hiçbir ihlalde bulunmayacak.
Bak şu çevrendeki insanlara kimse kimseyi incitmiyor. Bu emniyet, Allah’ın koyduğu kurallarla sağlanıyor. O halde hayatının tüm alanlarında Allah’ın verdiği hukukunu izlesen, hiçbir zaman hiç kimse incinmeyecek. Yüce Allah en güzel ve isabetli hükmü verendir. Bu hukuk ile hukuklandığın zaman hem kendini sorgulayacak, hem kendini tedavi edecek, hem de kendisiyle barışık olduğu gibi çevresindekiler ile de barışık olacaksın.
Sen ve Rabb’in arasındaki bağı düşün. Seni ne, Rabb’ine yakınlaştırabilir, neye tutunarak Rabb’ine yakınlaşabilirsin? Düşün. İşte o bağ, o kopmayan ip Kur’an dır.
Al-i İmran süresi / 103 “Ve topluca Allah’ın ipine (Kur’an’a) yapışın, ayrılmayın……………”
Bir ucu senin elinde öbür ucu Rabb’inde. O ipi tutarsan ,ona tutunursan Rabb’ine doğru yakınlaşırsın. Kur’an, sen ile Rabb’in arasındaki tek yol, tek ip. Bu yüzden Kur’an bağına ne kadar, ne şekilde tutunduğunu düşün. Arafat’ta eğer Rabb’ine şimdiye kadar yakınlaşmadıysan tutuşunu değerlendir. Demek ki Kur’an hem Rabb’inin sana dilidir, hem de senin Rabb’ine olan dilindir. O halde o dili kullan, o dille kendini ifade et. O halde o dili düşün, düşün ki Rabb’ini anlayabilesin. Rabb’inin senin fıtratını yarattığını anlayabilesin. Anlayabilesin ki sen neyin nesisin, aradığın ve bulmak istediğin ne ve ne ile sukunet bulabilirsin.
Nur süresi / 52 “Kim(ler) Allah’a ve resulüne itaat eder, Allah’tan korkar, O’ndan korunursa işte kurtuluşa erenler onlardır.”
İşte o dil seni sana kavuşturacak, rahatlayacaksın.
Nur süresi / 18 “Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”
Boş oyalamalarla kendini oyaladığını anlayacaksın.
Müminun süresi / 3 “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.”
Bir an gözlerin o kayalıklara ilişir, düşünürsün buraya ayak basanları Hz. İbrahim (as)in, Hz. Muhammed(s.a.a)’in ve onların zamanından kendi zamanına kadar bu kayalara ayak basıldığını. bir düşünce alır seni. Hz.ibrahim (as)in misyonu, Hz. Muhammed (s.a.a)in misyonu ve müslümanların misyonu ve bir de bizlerin misyonu. Bir onları düşünürsün birde şu anı düşünürsün. Farklar dikkatini çekmeye başlar. Bu kadar Müslüman var, ama İslam âlemi komada. Her geçen gün kan kaybediyor. Zülüm altında inlemeden başka sesi yok. Niye niye niye; binlerce defa niye diye sorarsın kendine. Anlarsın ki yine tek cevabın “biz” olduğunu. Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (s.a.a), onun vasileri ve bizler.
Bakara süresi / 134 “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız”.
Onlar kul olmanın hakkını vermişlerdi. Onlar kendi adlarına yapmaları gerekenleri yaptılar. Acaba bizler kendi adımıza yapmamız gerekenleri yaptık mı? Ödevlerimizi ve görevlerimizi yerine getirdik mi?
Şu anda dön ve bak! Yüzlerce, binlerce, milyonlarca müminlerin çevredeki duruşlarına. Arafat dağı belki artık kaldıramayacak sizi. Mahşer gününü andırırcasına. Sanki insanlar kefenleri sırtında, yattıkları yerlerden kalkmış ve toplanmış Arafat’ta.
Bu sahneye bakarken ruhun donar, kalbin durur.
Aklından geçen tek şey şudur. “Bu bir hesap günü mü?”. “ Evet, bu bir hesap günü”.
Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çekme günü.
Kendini yargılama günü.
Bir Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin duruşuna bak, bir de bugünün ümmetine bak. Farkı göreceksin. Her ne kadar hepsi ihramlı, hepsi düşünceli, endişeli ve şaşkın olsa da fark var. Çünkü onlar ile bu ümmet birbirine benzemiyor. Benziyor gibi görünüyor ama benzemiyor. Kendini bilmeyi unutmuş, fıtratını bozmuş, imtihanlardan kaçar olmuş, ilkeleri yaşamaz olmuş, Allah ve Resul’üne karşı ödevlerini yapmaz olmuş, bedel ödemez olmuş…
Resul öğretmeniydi, beğenmez olmuş. Kur’an elinde anlamaz olmuş.
Güvensiz olmuş, sevgisiz olmuş, emeksiz olmuş, sözünde durmaz olmuş, can mal, din, nesil, akıl emniyetlerine dikkat etmez olmuş.
Her şeyi çiğnemiş. Anlamamış neler yaptığını, nelere sebep olduğunu…
Sizce Arafat’a gelmek ile her şey oldu mu?
Arafat’tan inerken ellerde ne olduğu önemli değil mi? Arafat Hac idi.
Arafat’tan inen hesap gününe hazır olan demekti…
Sende böyle biri misin, yoksa yapabilirsin fakat bu kadar değil. Yoksa bundan daha iyisini mi yaparsın? Kendini bir yokla bakalım. Kendini tanımaya çalış. Kendini bilebilmen içinde önce seni yaratanı düşün. Bir O’nun sıfatlarını bir de kendi sıfatlarını. Çevrene bak diyeceğim ama çevrede bir şey yok ki bir yer bir de gök. Yer bir döşek gök bir yorgan adeta. Yalnızca sen varsın, bir de Rabb’in. İşte bu tabloyu düşün. Bir gün sen ve Rabb’in yüzleşirseniz, acaba Rabb’ine alnı dik, yüzü ak, gönlü pak olarak bakabilecek misin? Yoksa boynunu bükmüş gözlerini yere dikmiş, içinden bu anı yaşayacağıma keşke toprak olsaydım mı diyeceksin? İşte ey nefis! Arefe günü Arafat’ta bunu düşün. Rabb’ini ve O’nun dostu ve düşmanını düşün. Bir halife olanları birde halife olmayanları düşün. Bir İslam’ı ve birde İslam’dan olmayanları düşün. Rabb’in için bugüne kadar ne yaptığını ve bundan sonra ne yapabileceklerini düşün.
Kendini değerlendir, yanlışların var mı? Varsa nelerdir. Nereden kaynaklanıyor. Nasıl tedavi edebilirsin kendini? Yok eğer yanlışların yoksa daha iyi bir Müslüman olmak için ne yapabilirsin? Sen ,sen kendini yenileme aşamaları içerisindeyken acaba değişiyor musun? Bu sınıfa girerken nasıldın, şimdi nasılsın? Bu sınıfı geçebileceğine inanıyor musun? Kendinden önce mezun olanları düşün. Tüm peygamberleri ,onların arkasından gidenleri. İlk baban Hz. Adem (as) den başlayan ve sonrakileri unutma, daha yakın bir zamanda yine bu tarih gerçekleşmişti. Hz. Muhammed (saa) ve arkasından giden Ehl-i Beyt imamlarını düşün. onların düşündüklerini ,tavsiyelerini ve çırpınışlarını düşün.
Arafat’ı bir geçiş yeri olarak düşün. Geçmiş ile gelecek arasında, günahlar ile arınma arasında, ileri adım ve geri adım arasında . Bu geçişi ileriye doğru yapabilecek misin?
Bu aşamalardan sonra yeni duruşun, yeni düşünüşün ve yeni gönlün nasıl olacak? Neler olacak gönlünde? Ne planlar yapacak beynin ve nasıl bir kimlikle çıkacaksın sahaya. Bunları düşün.
Bakara süresi / 198 – 199 “Rabb’inizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (seller gibi müzdelife’ye) akın edince meşar-ı haramda Allah’ı anın .O’nun size gösterdiği biçimde O’nu anın. siz onun yol göstermesinden önce sapıklardan idiniz, sonra insanların akın akın döndüğü yerden sizde akın edin ve Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan esirgeyendir.”
Unutma buralarda çok namaz kılman ön planda değil. Düşünmek, karar vermek, kararlar almak daha önemlidir. Çünkü yanlış duruş, namazının da mesajını unutturur sana. Bu yüzden kimlik sorgulanması daha çoktur gündemde. Kendini tanıma, kendini sorgulamaya götürecektir seni. Kendini sorgulamakta kendini değiştirmeye….
Arafatta uğraşılabilecek hiçbir iş, uğraş yoktur. Sadece kendin varsın. İlgilenmem gereken tek kişi kendinsin. Günlük hayatta o kadar çok araçlara dalmışsındır ki belkide kendini sorgulamayı unutmuşsundur. Fakat burada bu durum söz konusu değildir. İşte bu sorgulamayı çok iyi yap ki bir gün araçlar arasında da kendinle yüzleşmeyi öğrenebilesin.
Bak, senin gibi tüm inananlarda Arafat’ta. Onlarda senin gibi kendileriyle ilgileniyorlar. Demek ki kimlik sorgulaması, her inananın problemidir. Doğru kimliği bulabilecek misin? Tüm işlerden eletek çekmişsiniz. Kimlik derdine düşmüşsünüz. Bu o kadar önemli bir iştir.. Yıllarca aramadığını şimdi bulmaya çalışıyorsun. İşte bu içindeki yürüyüşü unutma. Sana bir ibret olsun. Hep bunu yap, yap ki kendini değiştirebilesin. Her yer, her an, senin için bir Arafat olsun. Arafat’ta senin kendini yenilediğin gibi, Arafat’a çıkan her Müslümanda yeniler kendini. Her kesin tek endişesi vardır. “İslami kimliğime kavuşa bilecek miyim” diye… “Allah’u Teâlâ (cc) benden razı olacak mı?” Eğer her inanan bu endişeyle geçirse Arafat’ını, bütün müslümanlar arasındaki tüm sorunlar da çözülecektir.
Ne birbirilerine haksızlık yapacak, ne birbirilerini ezecek, ne de Müslüman kardeşinin can, nesil, din, mal ve akıl emniyetini tehlikelere düşürebilecek sebeplere neden olacaktır. Aynen bu ihramla, bu haram belde de olduğu gibi kendini bulma (nefis muhasebesi) ile insan hakları (kul hakkı)na hiçbir ihlalde bulunmayacak.
Bak şu çevrendeki insanlara kimse kimseyi incitmiyor. Bu emniyet, Allah’ın koyduğu kurallarla sağlanıyor. O halde hayatının tüm alanlarında Allah’ın verdiği hukukunu izlesen, hiçbir zaman hiç kimse incinmeyecek. Yüce Allah en güzel ve isabetli hükmü verendir. Bu hukuk ile hukuklandığın zaman hem kendini sorgulayacak, hem kendini tedavi edecek, hem de kendisiyle barışık olduğu gibi çevresindekiler ile de barışık olacaksın.
Sen ve Rabb’in arasındaki bağı düşün. Seni ne, Rabb’ine yakınlaştırabilir, neye tutunarak Rabb’ine yakınlaşabilirsin? Düşün. İşte o bağ, o kopmayan ip Kur’an dır.
Al-i İmran süresi / 103 “Ve topluca Allah’ın ipine (Kur’an’a) yapışın, ayrılmayın……………”
Bir ucu senin elinde öbür ucu Rabb’inde. O ipi tutarsan ,ona tutunursan Rabb’ine doğru yakınlaşırsın. Kur’an, sen ile Rabb’in arasındaki tek yol, tek ip. Bu yüzden Kur’an bağına ne kadar, ne şekilde tutunduğunu düşün. Arafat’ta eğer Rabb’ine şimdiye kadar yakınlaşmadıysan tutuşunu değerlendir. Demek ki Kur’an hem Rabb’inin sana dilidir, hem de senin Rabb’ine olan dilindir. O halde o dili kullan, o dille kendini ifade et. O halde o dili düşün, düşün ki Rabb’ini anlayabilesin. Rabb’inin senin fıtratını yarattığını anlayabilesin. Anlayabilesin ki sen neyin nesisin, aradığın ve bulmak istediğin ne ve ne ile sukunet bulabilirsin.
Nur süresi / 52 “Kim(ler) Allah’a ve resulüne itaat eder, Allah’tan korkar, O’ndan korunursa işte kurtuluşa erenler onlardır.”
İşte o dil seni sana kavuşturacak, rahatlayacaksın.
Nur süresi / 18 “Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”
Boş oyalamalarla kendini oyaladığını anlayacaksın.
Müminun süresi / 3 “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.”
Bir an gözlerin o kayalıklara ilişir, düşünürsün buraya ayak basanları Hz. İbrahim (as)in, Hz. Muhammed(s.a.a)’in ve onların zamanından kendi zamanına kadar bu kayalara ayak basıldığını. bir düşünce alır seni. Hz.ibrahim (as)in misyonu, Hz. Muhammed (s.a.a)in misyonu ve müslümanların misyonu ve bir de bizlerin misyonu. Bir onları düşünürsün birde şu anı düşünürsün. Farklar dikkatini çekmeye başlar. Bu kadar Müslüman var, ama İslam âlemi komada. Her geçen gün kan kaybediyor. Zülüm altında inlemeden başka sesi yok. Niye niye niye; binlerce defa niye diye sorarsın kendine. Anlarsın ki yine tek cevabın “biz” olduğunu. Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (s.a.a), onun vasileri ve bizler.
Bakara süresi / 134 “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız”.
Onlar kul olmanın hakkını vermişlerdi. Onlar kendi adlarına yapmaları gerekenleri yaptılar. Acaba bizler kendi adımıza yapmamız gerekenleri yaptık mı? Ödevlerimizi ve görevlerimizi yerine getirdik mi?
Şu anda dön ve bak! Yüzlerce, binlerce, milyonlarca müminlerin çevredeki duruşlarına. Arafat dağı belki artık kaldıramayacak sizi. Mahşer gününü andırırcasına. Sanki insanlar kefenleri sırtında, yattıkları yerlerden kalkmış ve toplanmış Arafat’ta.
Bu sahneye bakarken ruhun donar, kalbin durur.
Aklından geçen tek şey şudur. “Bu bir hesap günü mü?”. “ Evet, bu bir hesap günü”.
Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çekme günü.
Kendini yargılama günü.
Bir Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin duruşuna bak, bir de bugünün ümmetine bak. Farkı göreceksin. Her ne kadar hepsi ihramlı, hepsi düşünceli, endişeli ve şaşkın olsa da fark var. Çünkü onlar ile bu ümmet birbirine benzemiyor. Benziyor gibi görünüyor ama benzemiyor. Kendini bilmeyi unutmuş, fıtratını bozmuş, imtihanlardan kaçar olmuş, ilkeleri yaşamaz olmuş, Allah ve Resul’üne karşı ödevlerini yapmaz olmuş, bedel ödemez olmuş…
Resul öğretmeniydi, beğenmez olmuş. Kur’an elinde anlamaz olmuş.
Güvensiz olmuş, sevgisiz olmuş, emeksiz olmuş, sözünde durmaz olmuş, can mal, din, nesil, akıl emniyetlerine dikkat etmez olmuş.
Her şeyi çiğnemiş. Anlamamış neler yaptığını, nelere sebep olduğunu…
Sizce Arafat’a gelmek ile her şey oldu mu?
Arafat’tan inerken ellerde ne olduğu önemli değil mi? Arafat Hac idi.
Arafat’tan inen hesap gününe hazır olan demekti…

SAFA VE MERVE ARASINDA ZEMZEM
Tavafının bitişinde iki rekat namaz kıl ve Rabb’ine olan hamdını bir kez daha ispatla. Sonra Hz. Hacer gibi harekete geç, Safa ile Merve dağları arasında. Düşün tarihi ve gözlerinin önünde canlandır geçmişi.
Bir kadın girmişti imtihana oğlu İsmail ile birlikte. O civara bırakılıyor. Ne ev, ne su, ne de bir insan. Bir çöl ortasında bir kadın ve oğlu.
Hz. Hacer (sa) hem siyah hem de kölelikten azat olan bir kadındı. O, Hz. İbrahim (as) ile evlenip İslam’a girdikten sonra, o da Hz. İbrahim (as) gibi imtihana girmişti. Demek ki yalnızca peygamberler girmiyordu imtihana. Tüm inananlar imtihana girerdi.
Yalnızca erkekler de imtihana girmiyordu. Kadınlarda giriyordu imtihana.
İnanan erkekler ve inanan kadınlar ispatlamalıydı, Allah’a olan teslimiyetlerini. Bu olay Hz. Hacer(sa) için ne kadar zor bir imtihan ise, bu Hz. İbrahim (as) için de zor bir imtihandı. Rabb’ine teslim olan hayat arkadaşı ve yıllarca hasret duyduğu, özlemle beklediği oğlunu tek başlarına susuz ve azıksız bırakmıştı çölün ortasına. Geri dönmüştü evine. Kendisi evde, hanım ve yavru çölde. Fakat Hz. İbrahim (as) de ve Hz. Hacer (ra) de her ikisi de Rabb’lerine teslim olmuşlardı. Biliyorlardı ki, bu imtihanın arkasında Rabb’lerinin lütuflarının olduğunu ve inanıyorlardı bunda da bir hikmet olduğunu. Bunu “Rabb’imiz söylüyorsa mutlaka hayırdır” diyorlardı. Böylece teslim oldular verilen hükme, kısmete, takdire… Boyun eğdiler ve itaat ettiler. Oturup boş boş bir bekleyişle beklemediler.
Bir şeyler yapmalıydı Hacer. Çünkü teslimiyet demek hayatın ipini bırakmak değildi. Bir şeyler yaparak talep etmeliydi Rabb’inden. Madem orada kalacaklardı. O halde yaşamın amacı olan kulluk için ayakta durmalıydılar. Aksine ölümü beklemek olurdu. Buda bir çeşit intihar olurdu. “Hayır ben burada isem imtihana sokulan kulluğumdu, kulluğumun dayanma gücüydü. O halde kulluğumu yapabilmem için harekete geçmem lazım” diye düşünüyordu, su bulmalıydı. Biliyordu su olmadan bir şey yapamayacağını. Fakat bu arayış gerçek amacını saptırmadı. Hedef Allah’tı, amacı ona kulluktu. O’na ulaşmak için araçlara ihtiyaç vardı, kulluk için yaşamak, yaşamak için su. İşte say.
Allah’a sığındı, Rabb’inden araçlar istedi. Hem aradı, hem sabretti. Hem aradı, hem şükretti. Hem aradı, hem güvendi. Hem aradı, hem sığındı Rabb’ine….
Alınması gereken nice dersler vardır bu tarihi gerçekte. Böyle bir durumda inanan kardeşim, siz olsaydınız ne yapardınız? Günlük hayatımızda bundan daha hafif imtihanlar geliyor karşımıza. İmtihanınız nasıl geçiyor? Lütfen değerlendiriniz.
Bu say’ı yap ki, hayatındaki rastlayacağın her problem, gireceğin her imtihan karşısında senin de böyle davranman gerektiğini;
Bu say’ı yap ki sadece nimet verildiğine değil, verilmediğinde de şükretmen gerektiğini;
Bu say’ı yap ki kadında olsan, erkekte olsan kulluk sorumluluklarının olduğunu ve İlahî emrin senin içinde geçerli olduğunu;
Bu say’ı yap ki sende her olay karşısında Rabb’ine sığın, güven ve tevekküllü ol.
Bu say’ı yap ki sen Rabb’ine güvendikçe, sığındıkça Rabb’inin de sana icabet edeceğini,
Bu say’ı yap ki, sen de aradığını bulasın, oturarak değil arayarak.
Bu say’ı yap ki Hacer nasıl model oldu ise, senin de model olabileceğini.
Bu say’ı yap ki o imtihanını nasıl kazandı ise, sende kazanabileceğini unutma!
Bu say bir sembol. Hayatınızda sizde çok say yaparsınız. Ev ile okul arasında ,ev ile iş arasında, kendinizle eşiniz arasında, eşiniz ile anneniz arasında, eşiniz ile çocuklarınız arasında, evinizle pazar arasında, evinizle mescid arasında vs. vs. .. Hayat bu.
Her yere her çeşit gidiş geliş yaparsanız. Bu gidiş gelişlerde Hz. Hacer’in say da yaptıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini, amaçlarını, araçlarını sizde uyguluyor musunuz, düşünüyor musunuz? Amacınızı ve araçlarınızı belirliyor musunuz? Yaşadıklarınıza bir imtihan olarak bakıyor musunuz?
Diyelim evlisiniz. Eşiniz var. kendinizle eşiniz arasındaki say nasıl? Aranızdaki ilişkide Allah’ın ilkelerine dikkat ediyor musunuz?
Evlilikte amacınız kulluk mu? Yani çocuklara ve eşinize olan görevleriniz vs. amaca uygunluk gösteriyor mu?
Eşiniz kulluğunda gevşeme gösterdiği zaman iyiliği emredip, kötülüğü nehy ediyor musunuz? Eşinizin Allah yolunda imtihanına yardımcı oluyor musunuz? İşte bu evlilikteki say. Bu saylarda Hz. İbrahim ile Hz. Hacer’i düşünün.
Veya işyerine gidip geliyorsunuz. Elbette işyerinin kuralları var. Mesai saatlerine dikkat ediyorsunuz. Verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya çalışıyorsunuz. İş yerinin araç – gereçlerini koruyorsunuz. Amirinize karşı sorumluluklarınızı yerine getiriyorsunuz…
Bunun gibi benzeri prensiplere dikkat ediyorsunuz. Bu gidiş – gelişlerde, bir taraftı. Şöyle düşünün. Bu safa tepesiydi. Peki Merve tepesine dikkat ediyor musunuz? Yani Allah’ın prensiplerine, O’nun da kural koyduğu mesai saatleri var, O’nun da araçları var. O’nun da size verdiği görev ve sorumlulukları var…
Elbette ki iş hayatınız olacak. Fakat iş hayatınız bir araç yaşamak için, Hz. Hacer (sa)’in suyu gibi.
Bu işyerinde çalışırken Rabb’inizi unutuyor musunuz? Yoksa “elbette iş yerinde çalışıyorum fakat amacımı unutmuyorum. Koşuşturuyorum Hz. Hacer gibi, fakat asli görevim Allah’a kulluktur” mu diyorsunuz! Rızık veren, hüküm veren, mülk veren, kudret veren vs. her şeyi lütfeden, ikramda bulunan yüce Allah’tır. O halde araçlar amaç doğrultusunda olmalı. Çalış ama birle Rabb’ini, sığın, hamd et, güven ve sev Rabb’ini. Çünkü araçların sahibidir de O. Ona zemzemi verdiği gibi, Rabb’in sana da zem zemini sunar. Zemzemin ne ise. Sunar sana da… Niçin? Kulluğun için. Bu yüzden Hz. Hacer’in sayını tüm hayatındaki gidiş – gelişlerin de örneğin olsun, metodun olsun, prensibin olsun. Nasıl ki onun teslimiyeti geleceğe örnek oldu, senin de teslimiyetin de çevrene ve çocuklarına örnek olsun.
Unutma hayatındaki bu saylarda seni seyredenler çok olacak. Bu yüzden sayların adam gibi bir say olsun.
Diyelim ki herhangi birisiniz. Bir yandan yoksulluk, bir yandan hastalık vuruyor sizi. Çocuklar bir şeyler istiyor, eşinize karşı görevleriniz, akrabalara karşı görevleriniz, evde işyerinde problemler, her yerden bir ses, sanki dünyanın bütün sorumluluklarını sen taşıyorsun. Böyle bir durum karşısında nasıl davranacaksın? Yeteeeeeeeer……..! Hiç kimse benden bir şey beklemesin, benden bu kadar deyip kendinizi bir köşeye mi atacaksınız? Yoksa bu ihtiyaç ve istekleri gidereceğim diye gece – gündüz çabalayacak mısınız? Sizce hangisi.?
Bu problemler amacınızı unutturacak mı?
Yoksa karamsar ve ümitsizce bir bekleyişe mi gireceksiniz?
Veya bir harekettesiniz fakat sevgisiz, hikmetsiz ve amaçsız olarak mı! Nasıl olacak?
Bugün davasının arkasından gidip sorumluluklarını unutanlar ve bir yandan da sorumlulukları yüzünden Rabb’ini unutanlar. Oysa kulluk ve sorumluluk bir bütündür. Elbette eşiniz, işiniz, çocuklarınız, akrabalarınız, okulunuz vs. olacak. Fakat dengeyi çok iyi oturtmak gerekir. İsmail küçük bir çocuktu.
Hz. Hacer çocuğuna, geleceğin ümmeti olarak bakıyordu. Hz. Hacer sorumluluğunu yani anneliğini unutmadı. İmtihanda olduğunu kavradı ve bir tarafta Allah’ı düşünürken diğer tarafta çocuğunu da düşünüyordu. İşte Hz. Hacer (sa) ümitlice, amacını zinde tutarak, araçlarını tespit ederek, Allah’a güvenerek, sığınarak, çalışarak, sorumluluklarının bilincinde olarak, kulluk şuurunu unutmadan.
Su yaşamak için, yaşamak kulluk içindi.
Sizde yorulun. Fakat niçin? Sizde yorulun yaşamak için, ama yaşamınız kulluk için olsun. Ancak o zaman Rabb’ıniz kapı çalışınıza kim o? diyecektir. Rabb’ine gitmeyen, sığınmayan kaybetmiştir. Zaten amacını unutmak, araçlar uğrunda tükenmek en büyük kayıp değil midir? Yıllarca oyalanıp durursun. Niçin? Birşey götüremezsin ki ölümün kapısına. Bir şey atamazsın kabir kapısından arkasına. Bu yüzden araçlarının amacını unutturmasına izin vermemelisin. Suyu aramak unutturmamıştı Rabb’ini Hz. Hacer’e. Bu ana mesajı tüm inananlar sürekli gündeminde tutmalı.
Dünya işleri, inananların asli görevi değildir. İnananların asli görevi “kulluk” tur. “Halife” olmaktır.
Bakara süresi / 158 “Safa ile Merve Allah’ın nişanlarındandır. Kim evi (Kâ’be’yi) hacceder yada umre yaparsa…….”
Yada bir ihtiyacın var. Oturup oturup dua ediyorsun. “Ya Rabb’i bu ihtiyacımı gider” hayır! ihtiyacını gidermek için çaba harca. Harekete geç. Dersine çalışmayan bir delikanlının imtihanı geçemeyeceği gibi, dersine çalışan biriside mutlaka sınıfı geçer diyemezsin. Çünkü bilemezsin sonucu, belki o kişi çalışmıştır ama heyecanlanır, bildiklerini de karıştırabilir veya rahatsızlanabilir vs.
İşte o hem çalışıp yorulur, hem de yardım ister Rabb’inden. O’ndan yardım etmesini arzular. İşlerinin yolunda gitmesi için. İşte Hz. Hacer (sa) ihtiyacı için oturup ta istemedi Rabb’inden. Kalktı ve yoruldu.
Bir yandan da sığındı Rabb’ine. İşte inananlar bunu düşünmeli. Eğer toplumunuza, ailenize veya kendinize bir şey istiyorsanız bir yandan kalk ve yorul, diğer yandan güven Rabb’ine. Rabb’inin ilkeleri doğrultusunda yorul. İşte o zaman Rabb’in değiştirecek durumunu ve değiştireceksin durumunu. Rabb’imiz istiyor ki bazı ilkeler, kullarının eliyle gerçekleşsin.
Kulların değiştirmesiyle değişsin. Suyu aramayan Hz. Hacer’e suyu buldurmazdı Rabb’in. Suyu arama faaliyeti Hz. Hacer’in talebi, buldurmakta Rabb’inin cevabı oldu. Senin de hareketin talebin olsun, Rabb’inde cevap versin talebine. Tüm bu arayışlar arasında şöyle düşünceleri göremezsin.
- Neden ben?
- Ben ne yaptım ki Allah’a, Allah bana bunu reva gördü?
- Rabb’im bu imtihan ne biçim?
- Kadınların görevi evindedir. Kadınlar da imtihana girer mi?
- Kullukta cinsiyet ayırımı olmaz mı?
- Ben ne yapabilirim ki?
- Eyvah, ben niye yapacağım, varsın bu imtihana başkaları girsin
- Allah’ım beni cezalandırıyor musun?
- Beni sevseydin buraya atmazdın.
- Sen ne biçim kocasın, benim yerime de imtihana gir.
- İsmail yavrum. Seni burada tek bırakamam. Bu yüzden de bir şey yapamam.
- Su kısmetimde varsa, kısmet ayağıma gelsin. vs.
İşte gerek toplum tarafından gerekse kendi nefsinde çokça ileri geri düşünenler olur, fakat sen Hacer gibi ol. O isabetli düşündü ve davrandı. Hacer’in ruhu doymuştu, bedeni susuzdu. Şeytan ona ne kadar vesvese verdiyse de onu kandıramadı. Oysa bugünün insanlarının ruhları aç, susuz. Bedenleri değil. İşte bugünkü insanların zemzemi nedir acaba? Su mu? Suyu içseniz susuzluğunuz geçecek mi? Hayır binlerce hayır. İşte sizin zemzeminiz kulluğunuzu meneden ne ise odur. O yüzden zemzeminizi bulun, arayın.
Bulun, arayın ki sizin zemzeminiz de sizin susuzluğunuzu gidersin, gidersin ki kulluk yolculuğuna çıkmış olabilesiniz…
Bir kadın girmişti imtihana oğlu İsmail ile birlikte. O civara bırakılıyor. Ne ev, ne su, ne de bir insan. Bir çöl ortasında bir kadın ve oğlu.
Hz. Hacer (sa) hem siyah hem de kölelikten azat olan bir kadındı. O, Hz. İbrahim (as) ile evlenip İslam’a girdikten sonra, o da Hz. İbrahim (as) gibi imtihana girmişti. Demek ki yalnızca peygamberler girmiyordu imtihana. Tüm inananlar imtihana girerdi.
Yalnızca erkekler de imtihana girmiyordu. Kadınlarda giriyordu imtihana.
İnanan erkekler ve inanan kadınlar ispatlamalıydı, Allah’a olan teslimiyetlerini. Bu olay Hz. Hacer(sa) için ne kadar zor bir imtihan ise, bu Hz. İbrahim (as) için de zor bir imtihandı. Rabb’ine teslim olan hayat arkadaşı ve yıllarca hasret duyduğu, özlemle beklediği oğlunu tek başlarına susuz ve azıksız bırakmıştı çölün ortasına. Geri dönmüştü evine. Kendisi evde, hanım ve yavru çölde. Fakat Hz. İbrahim (as) de ve Hz. Hacer (ra) de her ikisi de Rabb’lerine teslim olmuşlardı. Biliyorlardı ki, bu imtihanın arkasında Rabb’lerinin lütuflarının olduğunu ve inanıyorlardı bunda da bir hikmet olduğunu. Bunu “Rabb’imiz söylüyorsa mutlaka hayırdır” diyorlardı. Böylece teslim oldular verilen hükme, kısmete, takdire… Boyun eğdiler ve itaat ettiler. Oturup boş boş bir bekleyişle beklemediler.
Bir şeyler yapmalıydı Hacer. Çünkü teslimiyet demek hayatın ipini bırakmak değildi. Bir şeyler yaparak talep etmeliydi Rabb’inden. Madem orada kalacaklardı. O halde yaşamın amacı olan kulluk için ayakta durmalıydılar. Aksine ölümü beklemek olurdu. Buda bir çeşit intihar olurdu. “Hayır ben burada isem imtihana sokulan kulluğumdu, kulluğumun dayanma gücüydü. O halde kulluğumu yapabilmem için harekete geçmem lazım” diye düşünüyordu, su bulmalıydı. Biliyordu su olmadan bir şey yapamayacağını. Fakat bu arayış gerçek amacını saptırmadı. Hedef Allah’tı, amacı ona kulluktu. O’na ulaşmak için araçlara ihtiyaç vardı, kulluk için yaşamak, yaşamak için su. İşte say.
Allah’a sığındı, Rabb’inden araçlar istedi. Hem aradı, hem sabretti. Hem aradı, hem şükretti. Hem aradı, hem güvendi. Hem aradı, hem sığındı Rabb’ine….
Alınması gereken nice dersler vardır bu tarihi gerçekte. Böyle bir durumda inanan kardeşim, siz olsaydınız ne yapardınız? Günlük hayatımızda bundan daha hafif imtihanlar geliyor karşımıza. İmtihanınız nasıl geçiyor? Lütfen değerlendiriniz.
Bu say’ı yap ki, hayatındaki rastlayacağın her problem, gireceğin her imtihan karşısında senin de böyle davranman gerektiğini;
Bu say’ı yap ki sadece nimet verildiğine değil, verilmediğinde de şükretmen gerektiğini;
Bu say’ı yap ki kadında olsan, erkekte olsan kulluk sorumluluklarının olduğunu ve İlahî emrin senin içinde geçerli olduğunu;
Bu say’ı yap ki sende her olay karşısında Rabb’ine sığın, güven ve tevekküllü ol.
Bu say’ı yap ki sen Rabb’ine güvendikçe, sığındıkça Rabb’inin de sana icabet edeceğini,
Bu say’ı yap ki, sen de aradığını bulasın, oturarak değil arayarak.
Bu say’ı yap ki Hacer nasıl model oldu ise, senin de model olabileceğini.
Bu say’ı yap ki o imtihanını nasıl kazandı ise, sende kazanabileceğini unutma!
Bu say bir sembol. Hayatınızda sizde çok say yaparsınız. Ev ile okul arasında ,ev ile iş arasında, kendinizle eşiniz arasında, eşiniz ile anneniz arasında, eşiniz ile çocuklarınız arasında, evinizle pazar arasında, evinizle mescid arasında vs. vs. .. Hayat bu.
Her yere her çeşit gidiş geliş yaparsanız. Bu gidiş gelişlerde Hz. Hacer’in say da yaptıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini, amaçlarını, araçlarını sizde uyguluyor musunuz, düşünüyor musunuz? Amacınızı ve araçlarınızı belirliyor musunuz? Yaşadıklarınıza bir imtihan olarak bakıyor musunuz?
Diyelim evlisiniz. Eşiniz var. kendinizle eşiniz arasındaki say nasıl? Aranızdaki ilişkide Allah’ın ilkelerine dikkat ediyor musunuz?
Evlilikte amacınız kulluk mu? Yani çocuklara ve eşinize olan görevleriniz vs. amaca uygunluk gösteriyor mu?
Eşiniz kulluğunda gevşeme gösterdiği zaman iyiliği emredip, kötülüğü nehy ediyor musunuz? Eşinizin Allah yolunda imtihanına yardımcı oluyor musunuz? İşte bu evlilikteki say. Bu saylarda Hz. İbrahim ile Hz. Hacer’i düşünün.
Veya işyerine gidip geliyorsunuz. Elbette işyerinin kuralları var. Mesai saatlerine dikkat ediyorsunuz. Verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya çalışıyorsunuz. İş yerinin araç – gereçlerini koruyorsunuz. Amirinize karşı sorumluluklarınızı yerine getiriyorsunuz…
Bunun gibi benzeri prensiplere dikkat ediyorsunuz. Bu gidiş – gelişlerde, bir taraftı. Şöyle düşünün. Bu safa tepesiydi. Peki Merve tepesine dikkat ediyor musunuz? Yani Allah’ın prensiplerine, O’nun da kural koyduğu mesai saatleri var, O’nun da araçları var. O’nun da size verdiği görev ve sorumlulukları var…
Elbette ki iş hayatınız olacak. Fakat iş hayatınız bir araç yaşamak için, Hz. Hacer (sa)’in suyu gibi.
Bu işyerinde çalışırken Rabb’inizi unutuyor musunuz? Yoksa “elbette iş yerinde çalışıyorum fakat amacımı unutmuyorum. Koşuşturuyorum Hz. Hacer gibi, fakat asli görevim Allah’a kulluktur” mu diyorsunuz! Rızık veren, hüküm veren, mülk veren, kudret veren vs. her şeyi lütfeden, ikramda bulunan yüce Allah’tır. O halde araçlar amaç doğrultusunda olmalı. Çalış ama birle Rabb’ini, sığın, hamd et, güven ve sev Rabb’ini. Çünkü araçların sahibidir de O. Ona zemzemi verdiği gibi, Rabb’in sana da zem zemini sunar. Zemzemin ne ise. Sunar sana da… Niçin? Kulluğun için. Bu yüzden Hz. Hacer’in sayını tüm hayatındaki gidiş – gelişlerin de örneğin olsun, metodun olsun, prensibin olsun. Nasıl ki onun teslimiyeti geleceğe örnek oldu, senin de teslimiyetin de çevrene ve çocuklarına örnek olsun.
Unutma hayatındaki bu saylarda seni seyredenler çok olacak. Bu yüzden sayların adam gibi bir say olsun.
Diyelim ki herhangi birisiniz. Bir yandan yoksulluk, bir yandan hastalık vuruyor sizi. Çocuklar bir şeyler istiyor, eşinize karşı görevleriniz, akrabalara karşı görevleriniz, evde işyerinde problemler, her yerden bir ses, sanki dünyanın bütün sorumluluklarını sen taşıyorsun. Böyle bir durum karşısında nasıl davranacaksın? Yeteeeeeeeer……..! Hiç kimse benden bir şey beklemesin, benden bu kadar deyip kendinizi bir köşeye mi atacaksınız? Yoksa bu ihtiyaç ve istekleri gidereceğim diye gece – gündüz çabalayacak mısınız? Sizce hangisi.?
Bu problemler amacınızı unutturacak mı?
Yoksa karamsar ve ümitsizce bir bekleyişe mi gireceksiniz?
Veya bir harekettesiniz fakat sevgisiz, hikmetsiz ve amaçsız olarak mı! Nasıl olacak?
Bugün davasının arkasından gidip sorumluluklarını unutanlar ve bir yandan da sorumlulukları yüzünden Rabb’ini unutanlar. Oysa kulluk ve sorumluluk bir bütündür. Elbette eşiniz, işiniz, çocuklarınız, akrabalarınız, okulunuz vs. olacak. Fakat dengeyi çok iyi oturtmak gerekir. İsmail küçük bir çocuktu.
Hz. Hacer çocuğuna, geleceğin ümmeti olarak bakıyordu. Hz. Hacer sorumluluğunu yani anneliğini unutmadı. İmtihanda olduğunu kavradı ve bir tarafta Allah’ı düşünürken diğer tarafta çocuğunu da düşünüyordu. İşte Hz. Hacer (sa) ümitlice, amacını zinde tutarak, araçlarını tespit ederek, Allah’a güvenerek, sığınarak, çalışarak, sorumluluklarının bilincinde olarak, kulluk şuurunu unutmadan.
Su yaşamak için, yaşamak kulluk içindi.
Sizde yorulun. Fakat niçin? Sizde yorulun yaşamak için, ama yaşamınız kulluk için olsun. Ancak o zaman Rabb’ıniz kapı çalışınıza kim o? diyecektir. Rabb’ine gitmeyen, sığınmayan kaybetmiştir. Zaten amacını unutmak, araçlar uğrunda tükenmek en büyük kayıp değil midir? Yıllarca oyalanıp durursun. Niçin? Birşey götüremezsin ki ölümün kapısına. Bir şey atamazsın kabir kapısından arkasına. Bu yüzden araçlarının amacını unutturmasına izin vermemelisin. Suyu aramak unutturmamıştı Rabb’ini Hz. Hacer’e. Bu ana mesajı tüm inananlar sürekli gündeminde tutmalı.
Dünya işleri, inananların asli görevi değildir. İnananların asli görevi “kulluk” tur. “Halife” olmaktır.
Bakara süresi / 158 “Safa ile Merve Allah’ın nişanlarındandır. Kim evi (Kâ’be’yi) hacceder yada umre yaparsa…….”
Yada bir ihtiyacın var. Oturup oturup dua ediyorsun. “Ya Rabb’i bu ihtiyacımı gider” hayır! ihtiyacını gidermek için çaba harca. Harekete geç. Dersine çalışmayan bir delikanlının imtihanı geçemeyeceği gibi, dersine çalışan biriside mutlaka sınıfı geçer diyemezsin. Çünkü bilemezsin sonucu, belki o kişi çalışmıştır ama heyecanlanır, bildiklerini de karıştırabilir veya rahatsızlanabilir vs.
İşte o hem çalışıp yorulur, hem de yardım ister Rabb’inden. O’ndan yardım etmesini arzular. İşlerinin yolunda gitmesi için. İşte Hz. Hacer (sa) ihtiyacı için oturup ta istemedi Rabb’inden. Kalktı ve yoruldu.
Bir yandan da sığındı Rabb’ine. İşte inananlar bunu düşünmeli. Eğer toplumunuza, ailenize veya kendinize bir şey istiyorsanız bir yandan kalk ve yorul, diğer yandan güven Rabb’ine. Rabb’inin ilkeleri doğrultusunda yorul. İşte o zaman Rabb’in değiştirecek durumunu ve değiştireceksin durumunu. Rabb’imiz istiyor ki bazı ilkeler, kullarının eliyle gerçekleşsin.
Kulların değiştirmesiyle değişsin. Suyu aramayan Hz. Hacer’e suyu buldurmazdı Rabb’in. Suyu arama faaliyeti Hz. Hacer’in talebi, buldurmakta Rabb’inin cevabı oldu. Senin de hareketin talebin olsun, Rabb’inde cevap versin talebine. Tüm bu arayışlar arasında şöyle düşünceleri göremezsin.
- Neden ben?
- Ben ne yaptım ki Allah’a, Allah bana bunu reva gördü?
- Rabb’im bu imtihan ne biçim?
- Kadınların görevi evindedir. Kadınlar da imtihana girer mi?
- Kullukta cinsiyet ayırımı olmaz mı?
- Ben ne yapabilirim ki?
- Eyvah, ben niye yapacağım, varsın bu imtihana başkaları girsin
- Allah’ım beni cezalandırıyor musun?
- Beni sevseydin buraya atmazdın.
- Sen ne biçim kocasın, benim yerime de imtihana gir.
- İsmail yavrum. Seni burada tek bırakamam. Bu yüzden de bir şey yapamam.
- Su kısmetimde varsa, kısmet ayağıma gelsin. vs.
İşte gerek toplum tarafından gerekse kendi nefsinde çokça ileri geri düşünenler olur, fakat sen Hacer gibi ol. O isabetli düşündü ve davrandı. Hacer’in ruhu doymuştu, bedeni susuzdu. Şeytan ona ne kadar vesvese verdiyse de onu kandıramadı. Oysa bugünün insanlarının ruhları aç, susuz. Bedenleri değil. İşte bugünkü insanların zemzemi nedir acaba? Su mu? Suyu içseniz susuzluğunuz geçecek mi? Hayır binlerce hayır. İşte sizin zemzeminiz kulluğunuzu meneden ne ise odur. O yüzden zemzeminizi bulun, arayın.
Bulun, arayın ki sizin zemzeminiz de sizin susuzluğunuzu gidersin, gidersin ki kulluk yolculuğuna çıkmış olabilesiniz…

“ LEBBEYK!” DE! NEREDE OLURSAN OL…
Senden öncede baban Hz. İbrahim (as) sonra son resulün Hz. Muhammed(s.a.a) ve diğer müminler gibi, sen de teslim olmak, sen de yalnızca bir olan yüce Rabb’ine saygı ve şükranlarını sunmak için geldin. ihrama girdikten sonra mikat sınırını geçersen yavaş yavaş Rabb’inin evine yaklaşırsın. Bu sıralarda yollarda telbiye getirmelisin. Bunu kalbinle ve iradenle gerçekten teslim oluşunun ifadesiyle haykır! Duysun herkes senin de teslim olduğunu. Ama önce kendin duy. Neye şahit olduğunu…
“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyk, La şerike leke, Lebbeyk, innel hamde ve nimete leke vel mülk La şerike Lek.”
“Rabbim davetine tekrar tekrar icabet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabb’im senin davetine icabet ediyorum. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb’im bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülkte senin. Bütün bunlarda eşin ve ortağın yoktur.”
Sık sık tekbir getirirsin “Allah’u ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu. Allah’u ekber. Allah’u ekber ve lillahil hamd.”
“Allah büyüktür. Allah büyüktür Allah’tan başka kulluk edilecek hiçbir ilah yoktur. Allah büyüktür. Allah büyüktür. Hamd O’na mahsustur.” Ve tehlil getirirsin.
“La ilahe illallahü vehdehü la şerike leh, lehül mülkü velehül hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir”
“Allah’tan başka kulluk edilecek hiçbir illah yoktur. Tektir, eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nun, hamd da O’nundur, O her şeye kadirdir.”
Bununla iyice anlarsın ki her şey Rabb’in içindir. Tüm âlemler Rabb’ine aittir. Tüm âlemler nasıl Rabb’ine hamd ediyorsa, sende O’nu birle ve hamd et. Bu dualar (telbiye, tekbir, tehlil) ile şunları düşünmelisin. Kendi kendine telkin ederek ikna ol. Ey nefis anla artık ve boyun eğ. Kendine yaptığın gibi bu telkini diğer insanlara da duyurmuş olursun. Ey çevremdeki nefisler anlayın O birdir. O’ndan başka ilah yoktur. Rububiyet, uluhiyet ve ubudiyet O’nundur. Anlayan nefisler, sizde gelin; birleyin. Sizde tehlil, tekbir ve telbiye getirin; birleşelim, sizde tehlil, tekbir ve telbiye getiriyorsunuz. Sizde Allah için buradasınız. O halde hep beraber gelin, Allah’ın birliğinde bir vahdet oluşturalım.
İnananların inananlara bir parolasıdır. Bu “biz birbirimizdeniz” diye. Anlamayan nefislere de bu haykırışlar bir ihtardır. Hem dünya için, hem ahiret için. Sık sık bu duaları söylesinler ta ki kendilerinde olan tüm kirler dökülsün, günahlar silinsin, pişmanlıklar bitsin, hatalardan vazgeçilsin.
Hac süresi / 29 “Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler ve eski evi tavaf etsinler.”
Tâ ki tam olarak arınsın ve hakikatın kendisine varılsın. Bu dualarla sığınsın Rabb’ine. Çünkü ne kadar ilkeli olsa da sığınmalı Rabb’ine ve şükretmeli nimetlerine. Kur’an-ı Kerim’in hamd ile başlaması ve sığınma süreleri ile bitmesi çok önemli bir mesajdır. Bir yandan şükretmeye devam ederken, diğer yandan da Rabb’inin himayesine sığın, sığın ki şükür devamlı olsun. Bu dualar sana çizgini gösterir. Başka hedef, başka gerçek yoktur. Bu gerçeği haykıran sadece dilin olmasın. Duruşun, özün, gönlün hepsi bu mesajı taşısın. Bu duruşla gel Kâ’be’ye, Rabb’inin evine.
Dikkat et, önce kulların arasına karışmalısın…
“Gir kullarımın arasına, sonra cennetime” Fecr süresi / 29 – 30
Önce tüm inananların arasına katıl. İnananların fevc, fevc girdiği aynı gerçekte birleşin. Tüm inananlarla sevginizi birleştirin. Gerçeğin çevresinde toplanın. Yaşamınızın hedefine dayanın.Yolun, duruşun, hayatın hep bu sevgili olsun. Hep O’nun etrafında olun. Dönün dönün bu dünüşten sonra ikna edin sığındığınızı. Sevginizle, şükredişinizle Allah’a selam verir gibi Hacer’ul esved yönünde selam verin.
Doğrusu bu tavaf anı çok şeyi hatırlatır. İlk planda, her bölgeden, her kültürden, her ırktan, her dilden, her yaştan tüm inananların toplanması dikkati çeker. Evrenin her yerinden inananlar toplanmıştır, irade aynı yönde, mesaj aynı yönde, gönüller aynı yönde, haykırışlar aynı yönde. İşte düşünenler anlarlar Hac’ta inananların ayrılmaması gerektiğini…
Neden? Kendi memleketlerine döndükten sonra parçalanıyorlar. Cinsiyet, ırk, dil, soy, sınıf, cemaat, mezhep, ulus vs. ayrılıyorlar. Eğer hacı adayları tavaf ederlerken samimi olsalardı bilirlerdi ki inananların kardeş olduğunu.
Hucurât süresi / 10 “Muhakkak mü’minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin.”
Ve inananların müslümanları parçalamaya, ayırmaya hakları olmadığını. Sen iman etmiş olan Ahmet bey, sen nasıl Allah’ a kul olmuşsan, unutma mehmet efendi de Allah’a kul olmuş. Kendine değer verdiğin kadar ona da değer vermelisin. Kendine hak tanıdığın kadar ona da haklar tanımalısın. Allah senin Rabb’in olduğu kadar onunda Rabb’i. O halde kendinle onun arasında fark görme.
Bu farklılıkları kaldırdığımızda tek ayırım kalacaktır. O da inananlar ile inanmayanlar arasındaki farklılık. İnananlar bilecek kiminle dost, kiminle düşman olması gerektiğini;
Bakara süresi / 257 “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları da tağuttur.Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.”
Böylece inananlar ümmet olma yolunda olacak. O zaman birbirlerinin dillerini ve hallerini anlayacaklar, üzüntü ve mutluluk anlarını paylaşacaklar. Kul olmak için birilerine iyiliği emredebilip kötülüğü nehyedebilecekler. Anlayacak Müslüman olmak için müslümana ihtiyacı olduğunu .
Bugün inandıklarını söyleyenler, hep birlikte camide namaz kılarlar, hep birlite oruç tutarlar, kurban keserler, hacca giderler yinede gönül bağlılığı yoktur. Çünkü birbirilerini kabul edemezler, sevemezler, paylaşamazlar, güvenemezler….
İşte bu inananların ibadetlerini tekrar gözden geçirmeleri gerekir demektir.. Çünkü ibadetlerinin dili var, fakat ruhu yoktur. İbadetlerin amacını anlamadıktan sonra ibadet sadece şekilde kalacaktır. Demek ki her ibadette olan bu ümmet olma tavsiyesi tavaf ile de dile geliyor. Birbirinizi kırmayın, birbirinize merhamet edin. Birbirinizin mal, can, akıl, din, nesil haklarını gasp etmeyin. İşte haram beldede hele de ihramlı iseniz bunlara dikkat edin. Ve bu öğrendiğiniz dersleri evlerinize döndüğünüzde de yapınız. Ve bu kurallara dikkat etmeseniz diyet ödemek zorunda kalırsınız. Unutmayın hesaplaşma gününde de hiç kimsenin hakkı hiç kimsede kalmayacak ve haksızlık hakkını verecektir. Düşünün bir kere hayatınızda diyet ödeyecek ne kadar çok hata yaptınız. Zannetme ki sadece haram beldenin suçlarında diyet vardır. Bir gün tüm hayatının suçları sorulacak. Acaba bunların diyetini verebilecek misin?
Zelzele süresi / 6 “O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde (ilahi divana) çıkarlar ki, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin”
Eğer güzel davranışları terk ederseniz, iyi huyları ve güzel ahlakı her geçen gün öldürüyorsunuz demektir. Bir insanlık ürününü öldürmek. O topluma o ölümü yaymak demektir.
“Fitne ölümden beterdir.”
Bazı insanlar iyi davranmayı, iyilik yapmayı arzularlar. Bunu teşvik edip daha iyi bir insan olma yerine “sen enayi misin, milletin ahmağı mısın?” gibi sözlerle onu iyi yolda olmaktan men etmek, o insanın o güzel hasletini öldürmek demektir. Her insan bu şekilde yönlendirildiğinde o toplumda o hasleti yapanların sayısı parmak sayısını geçmeyecektir…Yalancıya akıllı, riyakar olana kurnaz, ne kadar hayasız olursa olsun ona çağdaş, zalime otoriter, nefsani alışkanlıklara kültür, fedakâr olana enayi, merhametli olana saf, dürüst olana ahmak, çalışkan olana akılsız. vs. denildiğini görüyoruz. Oysa bu değerlerin karışmasını bir de kendinizde düşünün. Size merhamet edilmediğini, size hayasız davranıldığını düşünün. Bunları ister misiniz? Elbette istemeyiz. İşte ihram yasakları kötü hasletleri öldürür. Güzel hasletleri diriltir. İnananlara, insanlara insan gibi davranılmasını öğretir.
Birbirinize değer verin. Çünkü Allah size değer veriyor. Size “halife, kulum” diye sizleri seviyor. Tüm sıfatları ile (Vedud, Rahman, Rahim, Alim, Basar, Kerim, Rezzak vs.) sizleri kuşatıyor. Peki bu değerli kullar niye birbirine değer vermesin. Bu değer vermek Mekke’de kalmasın. Göstermelik, geçici, mecburiyetten olmasın. Sürekli, isteyerek, gerçekten birbirinize değer verin. Birbirinizin velisi olun.
Maide süresi / 2 “İyilik ve tâkva üzerinde yardımlaşın..”
Yurtlarınıza döndüğünüzde bunu ispat edin. Birbirinize mal, dış görünüşten, mevki, sınıf, cinsiyet, yaş gibi etkenlerden dolayı değersiz davranmayın. Gördünüz işte Allah’ın huzuruna çıktığınızda bunların hepsini geride bıraktınız . Bilakis değer vermediğiniz şeyler bu geçici faktörler olsun.
Hiç düşündünüz mü? Bu farklılıklar yüzünden birbirimizi tamamlayacağımıza, birbirimizi ne kadar ittiğimizi. Bu ayrılıklar hacta yoktu. Her zaman her ibadetinde bu dile geliyordu. Fakat sen anlamadın veya anlamamazlıktan geldin.
Rabb’inin yanında bu farklılıklar önemli değil. O’nun için tek önemli olan amelleriniz. Eğer hac sırasında aldığınız bu terbiyeyi içinize sindiremeyip, hac’tan sonra yine eski ahlakınıza dönerseniz salih amel toplayamazsınız.
Bu farklılıkları dile getirerek inananlar arasına bölünme tahumları atarsan, Allah’tan sana iletilen ilkelerde de seçicilik yapmaya başlarsın. Bu harekete girmekte seni şirk çeşitlerine götürür. Dünya sevgisi, para, ırk, ulus, cemaat gibi faktörler birer araçtır Allah’a yakınlaşmakta. Fakat sen bu faktörleri amaç durumuna getirirsen şeytan işlerinden birer pisliğe bulaşmış olursun. Bu farklılıklar ile seni asıl amacından saptırır ve üstelik görürsün ki bu farklılıklar sadece dünyaya ait özelliklerdir. Sen farklı olmayan yönlerimize bak. Hepimiz düşünürüz, hissederiz, hareket ederiz, yaşarız, hepimiz için ölüm söz konusu. Hepimizin yani tüm inananların tek hedefi vardır. O da Allah’a yönelmek, hepimizin öğretmeni Hz. Muhammed (saa)tir, ve hepimiz Kur’an ilkelerine tabiyiz. O halde neden suni farklılıklar ayırsın ki bizi. Kişisel farklılıklar Allah tarafından bize verilmiş. O halde bunu ön plana getirmenin ne anlamı olacak ki. Biz kendi ellerimizle yaptıklarımıza bakalım.
Enfal süresi / 51 “…..Ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmedici değildir..”
Tavaf, tüm inananlar arasındaki farklılıkları kaldırır. Allah çevresinde birleştirir, vahdetten tevhide çağırır. Ve tek tek büyük bir halkaya dönüşür. Düşünür hacı adayı ,ümmetin ıslah olması için her bireyin tek tek ıslah olmasından geçtiğini. Bilir ki ıslah olmadıktan sonra ümmet içerisinde olmanın çok önemli olmadığını. Çünkü insan İslam toplum içerisinde de cehennemlik olabilir. Aynı şekilde küfür toplumu içinde de cennetlik.
Bu bize şunu gösterir. Öncelikle mutlak olarak bireylerin terbiye edilmesi sonra ümmet oluşturulması ve de anlar ki İslamı yaşamak kimseye bağlı bir olay değildir. Sadece kendine bağlı. Kendi nefsinde müslüman olmalısın. Çünkü Kâ’be de ümmetten önce her hacı adayı tek tek Allah ile yüzleşmekte ve aynısı ahirette de olacak, tek tek hesap verecek.
Bu yüzden önce kendinle yüzleş, Kâ’be de tavaf ederken “Ey nefsim, bu insanlar Allah’ı tavaf etmeselerdi de, yine ben Allah’ı birleyecek miydim?
İşte çevrendekiler Müslüman olmasalardı da, sen Müslüman olmaya devam edecek misin? Dönüp, dönüp Kâ’be’nin çevresinde yine “benim hedefim sensin Allah’ım, yine sevgimin, güvenimin, sığınmamın merkezinde sensin Allah’ım ve hep sen olacaksın” diyebilecek misin? Yine dönüp yine dönüp, yine dönüp dolaşıp “sensin Allah’ım” diyecek misin? “Senden başka hakikat yok. Yalnızca hak olan sensin. Sen süphansın” diyecek misin? Bu sırada “Lebbeyk, lebbeyk” diyerek “senin davetine her zaman icabet edeceğim kendimi ikna etmişim, sende kabul et Allah’ım, ben sana teslim olanlardanım, senin tarafındayım, Allah’ım senin gösterdiğin hayırdan başka yol yok” diyecek misin? Bunları düşünerek dön, dön ve bu dönüş sadece yeryüzündeki dönüş olmasın. Yedi kez dön, dön ki gökler sayısınca da dön, dön ki meleklerde şahit olsun, dön ki semalardaki tüm peygamberler şahit olsun, dön ki hakikatin haykırışı yere ve göklere yayılsın, herkes anlasın ki yerdekiler ve göktekiler ve bunlardaki tüm alemler Allah’ındır, Allah içindir. O halde neden bende bu ahenkli alemlerin bir parçası olmayayım ki?
Dön, dön anlarsın ki ne kadar yeryüzünde dolaşıp dursan her şeyde Rabb’inin tecellisi var. O halde neye baksan, neyi duysan, ne yapsan, ne alsan, ne ile uğraşsan, her yerde Rabb’ine dayan. Dön ki her dönüşün semadaki seviyeni artırsın, değerin artsın. Dön ki sadece bir gün seni tanımayacağım, seni her gün sıralanan tüm günlerde tanıyacağım. Hiristiyan ve Yahudiler gibi haftanın bir gününü değil, haftanın her günü seni tespih edeceğim. Gece – gündüz, her saatte ayaktayken otururken, yatarken her yerde, her zamanda tesbih edeceğim. Her zaman nefsimin merkezinde olacaksın. Sevgimin, güvenimin, korkumun odağı sen olacaksın. Kalbimdeki tek değişmeyen gerçek sen olacaksın. Ben şahidim bu hakikatten başka gerçek yok.
Bende şahidim ki hepimiz Allah’ın dilemesiyle varız. O halde yine O’na döneceğiz.
Nur süresi / 42 “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dönüş de Allah’adır.”
O halde dönüşünle ilk başlangıcını ve sonucunu düşün. Sonrada şuna geldiğini düşünürsün. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Dönüşün döneceğin kimse için olsun
Dönüşün döndüğün kimse için olsun.
Yalnızca O. Çünkü mülkünde ve hükmünde O’nun ortağı olmadığı gibi hamd etmeden de O’nun ortağı olmaz. O halde yalnız O’nun için dön. Tâ ki bu dönüşler seni tüm aldatmalardan uzaklaştırıncaya kadar, unutturuncaya kadar olsun. Bu yüzden tavaf yapmanın sınırı belirlenmemiş. O halde sen arınıncaya kadar, gerçeği tanıncaya kadar, kendine gelinceye kadar dön, tavaf et Rabb’in için.
İspatla kendini ve Rabb’ine tek ilah olarak inandıktan sonra bunu amellerinle, eylemlerinle ispatla. Çünkü biliyoruz ki tavaf sadece düşünerek yapılan bir ibadet değildir. kalpte başlar, iradeyle planlanır, dille haykırılır, davranışlarla ispatlanır.
İşte remel yapmak, amel ile ispatlamanın tablosudur. Çünkü bu, Allah’ın emirlerine hazır oluştur. Enerjiyle dolu oluşunun ispatıdır. Rasulullah (s.a.a) Umre yaparken “kureyş müşriklerinin hicret eden müslümanların zayıfladığını ve güçsüzleştiğini” konuşmalarına karşılık kuvvetli ve ilkeleri uğrunda her şeyi yapabileceklerini ispatlamak için tavafın ilk üç şavtında sağ kolunu ihramın dışına çıkarıp pazılarını şişirerek remel ve izbita yapmışlardır. Rasulullah (s.a.a) “bu gün kendini onlara kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin” demiştir. Rasulun (s.a.a) kendini ispatlaması gibi siz de kendinizi ispatlayın.
Bu izbita ve remel sadece hacda değil, Resulün (s.a.a) tüm hayatıyla kendini göstermesi gibi sizde tüm hayatınızla gösterin. Yani tüm hayatınızla remel yapın. Yani remelin amacına ulaşın. Bu demek değildir hep koşu yapın. Hep Allah için koşun, yorulun. Remel’in amacını yapın…
Müzemmil süresi / 8 “Rabb’inin adını an ve bütün gönlünle O’na yönel”
Emeğinizi, zamanınızı, paranızı ve potansiyellerinizi Allah için harcayın. “Allah’ı seviyorum ve Allah’ı kabul ediyorum” deyip te arkanıza yaslanmayın. Bunu hayatınızla, zamanınızla, amellerinizle, elinizdekilerle ispatlayın. Allah’ı seviyorsanız Allah için tükettiklerinize bakın. Neyi Allah için tüketiyorsunuz?
Emek, zaman, para, yetenekler vs. ne veriyor, hangi fedalarda bulunuyorsun, işte remel ve izbita. Allah için hareketli olmanın ispatıdır. Allah için harekete geçin. Durgun, tembel ve miskin olan Allah için ne verebilir. Allah’ı seven, çalışkan ve fedakar olur. Sevdiğinizin isteklerini yerine getirin. O’nu hoşnut etmenin yollarını arayın. Nasıl bir hediye sunmak istersiniz, onun alternatiflerini araştırın. Mutlaka götürebileceğiniz bir hediyeniz vardır. Yeter ki götürmeye kararlı olun. Çünkü Rabb’ine senin kendi iradenle, kendi elinle götürebileceğin şeyler ancak hediye olabilir.
Bu şekilde sun hediyelerini, Rabb’ini razı et, etki Rabb’inde seni razı etsin. O’da sevgisini göstersin sana. Bu özel bir sevgidir. Çünkü herkes bu hediyeyi sunamaz Rabb’ine. Bu yüzden bu sevgiyi de hak edemez.
İşte remel kafirlere karşı bir ispattır. Siz anlayamazsınız bu sevgiyi diyeceksiniz. Çünkü onların kalpleri bu sevgiye kapanmıştır. Onlarda sizin gibi yapsalardı onlarda bu sevgiye nail olacaklardı. Nitekim onlar hem dünyada, hem de ahirette zelil olacaklar. Bu yüzden dön dön.
Tüm yalanlardan gerçeğe dön ve son sözün “La ilahe illallah, Muhammeden Rasulullah” olsun.
“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyk, La şerike leke, Lebbeyk, innel hamde ve nimete leke vel mülk La şerike Lek.”
“Rabbim davetine tekrar tekrar icabet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabb’im senin davetine icabet ediyorum. Senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb’im bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülkte senin. Bütün bunlarda eşin ve ortağın yoktur.”
Sık sık tekbir getirirsin “Allah’u ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu. Allah’u ekber. Allah’u ekber ve lillahil hamd.”
“Allah büyüktür. Allah büyüktür Allah’tan başka kulluk edilecek hiçbir ilah yoktur. Allah büyüktür. Allah büyüktür. Hamd O’na mahsustur.” Ve tehlil getirirsin.
“La ilahe illallahü vehdehü la şerike leh, lehül mülkü velehül hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir”
“Allah’tan başka kulluk edilecek hiçbir illah yoktur. Tektir, eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nun, hamd da O’nundur, O her şeye kadirdir.”
Bununla iyice anlarsın ki her şey Rabb’in içindir. Tüm âlemler Rabb’ine aittir. Tüm âlemler nasıl Rabb’ine hamd ediyorsa, sende O’nu birle ve hamd et. Bu dualar (telbiye, tekbir, tehlil) ile şunları düşünmelisin. Kendi kendine telkin ederek ikna ol. Ey nefis anla artık ve boyun eğ. Kendine yaptığın gibi bu telkini diğer insanlara da duyurmuş olursun. Ey çevremdeki nefisler anlayın O birdir. O’ndan başka ilah yoktur. Rububiyet, uluhiyet ve ubudiyet O’nundur. Anlayan nefisler, sizde gelin; birleyin. Sizde tehlil, tekbir ve telbiye getirin; birleşelim, sizde tehlil, tekbir ve telbiye getiriyorsunuz. Sizde Allah için buradasınız. O halde hep beraber gelin, Allah’ın birliğinde bir vahdet oluşturalım.
İnananların inananlara bir parolasıdır. Bu “biz birbirimizdeniz” diye. Anlamayan nefislere de bu haykırışlar bir ihtardır. Hem dünya için, hem ahiret için. Sık sık bu duaları söylesinler ta ki kendilerinde olan tüm kirler dökülsün, günahlar silinsin, pişmanlıklar bitsin, hatalardan vazgeçilsin.
Hac süresi / 29 “Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler ve eski evi tavaf etsinler.”
Tâ ki tam olarak arınsın ve hakikatın kendisine varılsın. Bu dualarla sığınsın Rabb’ine. Çünkü ne kadar ilkeli olsa da sığınmalı Rabb’ine ve şükretmeli nimetlerine. Kur’an-ı Kerim’in hamd ile başlaması ve sığınma süreleri ile bitmesi çok önemli bir mesajdır. Bir yandan şükretmeye devam ederken, diğer yandan da Rabb’inin himayesine sığın, sığın ki şükür devamlı olsun. Bu dualar sana çizgini gösterir. Başka hedef, başka gerçek yoktur. Bu gerçeği haykıran sadece dilin olmasın. Duruşun, özün, gönlün hepsi bu mesajı taşısın. Bu duruşla gel Kâ’be’ye, Rabb’inin evine.
Dikkat et, önce kulların arasına karışmalısın…
“Gir kullarımın arasına, sonra cennetime” Fecr süresi / 29 – 30
Önce tüm inananların arasına katıl. İnananların fevc, fevc girdiği aynı gerçekte birleşin. Tüm inananlarla sevginizi birleştirin. Gerçeğin çevresinde toplanın. Yaşamınızın hedefine dayanın.Yolun, duruşun, hayatın hep bu sevgili olsun. Hep O’nun etrafında olun. Dönün dönün bu dünüşten sonra ikna edin sığındığınızı. Sevginizle, şükredişinizle Allah’a selam verir gibi Hacer’ul esved yönünde selam verin.
Doğrusu bu tavaf anı çok şeyi hatırlatır. İlk planda, her bölgeden, her kültürden, her ırktan, her dilden, her yaştan tüm inananların toplanması dikkati çeker. Evrenin her yerinden inananlar toplanmıştır, irade aynı yönde, mesaj aynı yönde, gönüller aynı yönde, haykırışlar aynı yönde. İşte düşünenler anlarlar Hac’ta inananların ayrılmaması gerektiğini…
Neden? Kendi memleketlerine döndükten sonra parçalanıyorlar. Cinsiyet, ırk, dil, soy, sınıf, cemaat, mezhep, ulus vs. ayrılıyorlar. Eğer hacı adayları tavaf ederlerken samimi olsalardı bilirlerdi ki inananların kardeş olduğunu.
Hucurât süresi / 10 “Muhakkak mü’minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki size rahmet edilsin.”
Ve inananların müslümanları parçalamaya, ayırmaya hakları olmadığını. Sen iman etmiş olan Ahmet bey, sen nasıl Allah’ a kul olmuşsan, unutma mehmet efendi de Allah’a kul olmuş. Kendine değer verdiğin kadar ona da değer vermelisin. Kendine hak tanıdığın kadar ona da haklar tanımalısın. Allah senin Rabb’in olduğu kadar onunda Rabb’i. O halde kendinle onun arasında fark görme.
Bu farklılıkları kaldırdığımızda tek ayırım kalacaktır. O da inananlar ile inanmayanlar arasındaki farklılık. İnananlar bilecek kiminle dost, kiminle düşman olması gerektiğini;
Bakara süresi / 257 “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostları da tağuttur.Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.”
Böylece inananlar ümmet olma yolunda olacak. O zaman birbirlerinin dillerini ve hallerini anlayacaklar, üzüntü ve mutluluk anlarını paylaşacaklar. Kul olmak için birilerine iyiliği emredebilip kötülüğü nehyedebilecekler. Anlayacak Müslüman olmak için müslümana ihtiyacı olduğunu .
Bugün inandıklarını söyleyenler, hep birlikte camide namaz kılarlar, hep birlite oruç tutarlar, kurban keserler, hacca giderler yinede gönül bağlılığı yoktur. Çünkü birbirilerini kabul edemezler, sevemezler, paylaşamazlar, güvenemezler….
İşte bu inananların ibadetlerini tekrar gözden geçirmeleri gerekir demektir.. Çünkü ibadetlerinin dili var, fakat ruhu yoktur. İbadetlerin amacını anlamadıktan sonra ibadet sadece şekilde kalacaktır. Demek ki her ibadette olan bu ümmet olma tavsiyesi tavaf ile de dile geliyor. Birbirinizi kırmayın, birbirinize merhamet edin. Birbirinizin mal, can, akıl, din, nesil haklarını gasp etmeyin. İşte haram beldede hele de ihramlı iseniz bunlara dikkat edin. Ve bu öğrendiğiniz dersleri evlerinize döndüğünüzde de yapınız. Ve bu kurallara dikkat etmeseniz diyet ödemek zorunda kalırsınız. Unutmayın hesaplaşma gününde de hiç kimsenin hakkı hiç kimsede kalmayacak ve haksızlık hakkını verecektir. Düşünün bir kere hayatınızda diyet ödeyecek ne kadar çok hata yaptınız. Zannetme ki sadece haram beldenin suçlarında diyet vardır. Bir gün tüm hayatının suçları sorulacak. Acaba bunların diyetini verebilecek misin?
Zelzele süresi / 6 “O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde (ilahi divana) çıkarlar ki, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin”
Eğer güzel davranışları terk ederseniz, iyi huyları ve güzel ahlakı her geçen gün öldürüyorsunuz demektir. Bir insanlık ürününü öldürmek. O topluma o ölümü yaymak demektir.
“Fitne ölümden beterdir.”
Bazı insanlar iyi davranmayı, iyilik yapmayı arzularlar. Bunu teşvik edip daha iyi bir insan olma yerine “sen enayi misin, milletin ahmağı mısın?” gibi sözlerle onu iyi yolda olmaktan men etmek, o insanın o güzel hasletini öldürmek demektir. Her insan bu şekilde yönlendirildiğinde o toplumda o hasleti yapanların sayısı parmak sayısını geçmeyecektir…Yalancıya akıllı, riyakar olana kurnaz, ne kadar hayasız olursa olsun ona çağdaş, zalime otoriter, nefsani alışkanlıklara kültür, fedakâr olana enayi, merhametli olana saf, dürüst olana ahmak, çalışkan olana akılsız. vs. denildiğini görüyoruz. Oysa bu değerlerin karışmasını bir de kendinizde düşünün. Size merhamet edilmediğini, size hayasız davranıldığını düşünün. Bunları ister misiniz? Elbette istemeyiz. İşte ihram yasakları kötü hasletleri öldürür. Güzel hasletleri diriltir. İnananlara, insanlara insan gibi davranılmasını öğretir.
Birbirinize değer verin. Çünkü Allah size değer veriyor. Size “halife, kulum” diye sizleri seviyor. Tüm sıfatları ile (Vedud, Rahman, Rahim, Alim, Basar, Kerim, Rezzak vs.) sizleri kuşatıyor. Peki bu değerli kullar niye birbirine değer vermesin. Bu değer vermek Mekke’de kalmasın. Göstermelik, geçici, mecburiyetten olmasın. Sürekli, isteyerek, gerçekten birbirinize değer verin. Birbirinizin velisi olun.
Maide süresi / 2 “İyilik ve tâkva üzerinde yardımlaşın..”
Yurtlarınıza döndüğünüzde bunu ispat edin. Birbirinize mal, dış görünüşten, mevki, sınıf, cinsiyet, yaş gibi etkenlerden dolayı değersiz davranmayın. Gördünüz işte Allah’ın huzuruna çıktığınızda bunların hepsini geride bıraktınız . Bilakis değer vermediğiniz şeyler bu geçici faktörler olsun.
Hiç düşündünüz mü? Bu farklılıklar yüzünden birbirimizi tamamlayacağımıza, birbirimizi ne kadar ittiğimizi. Bu ayrılıklar hacta yoktu. Her zaman her ibadetinde bu dile geliyordu. Fakat sen anlamadın veya anlamamazlıktan geldin.
Rabb’inin yanında bu farklılıklar önemli değil. O’nun için tek önemli olan amelleriniz. Eğer hac sırasında aldığınız bu terbiyeyi içinize sindiremeyip, hac’tan sonra yine eski ahlakınıza dönerseniz salih amel toplayamazsınız.
Bu farklılıkları dile getirerek inananlar arasına bölünme tahumları atarsan, Allah’tan sana iletilen ilkelerde de seçicilik yapmaya başlarsın. Bu harekete girmekte seni şirk çeşitlerine götürür. Dünya sevgisi, para, ırk, ulus, cemaat gibi faktörler birer araçtır Allah’a yakınlaşmakta. Fakat sen bu faktörleri amaç durumuna getirirsen şeytan işlerinden birer pisliğe bulaşmış olursun. Bu farklılıklar ile seni asıl amacından saptırır ve üstelik görürsün ki bu farklılıklar sadece dünyaya ait özelliklerdir. Sen farklı olmayan yönlerimize bak. Hepimiz düşünürüz, hissederiz, hareket ederiz, yaşarız, hepimiz için ölüm söz konusu. Hepimizin yani tüm inananların tek hedefi vardır. O da Allah’a yönelmek, hepimizin öğretmeni Hz. Muhammed (saa)tir, ve hepimiz Kur’an ilkelerine tabiyiz. O halde neden suni farklılıklar ayırsın ki bizi. Kişisel farklılıklar Allah tarafından bize verilmiş. O halde bunu ön plana getirmenin ne anlamı olacak ki. Biz kendi ellerimizle yaptıklarımıza bakalım.
Enfal süresi / 51 “…..Ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmedici değildir..”
Tavaf, tüm inananlar arasındaki farklılıkları kaldırır. Allah çevresinde birleştirir, vahdetten tevhide çağırır. Ve tek tek büyük bir halkaya dönüşür. Düşünür hacı adayı ,ümmetin ıslah olması için her bireyin tek tek ıslah olmasından geçtiğini. Bilir ki ıslah olmadıktan sonra ümmet içerisinde olmanın çok önemli olmadığını. Çünkü insan İslam toplum içerisinde de cehennemlik olabilir. Aynı şekilde küfür toplumu içinde de cennetlik.
Bu bize şunu gösterir. Öncelikle mutlak olarak bireylerin terbiye edilmesi sonra ümmet oluşturulması ve de anlar ki İslamı yaşamak kimseye bağlı bir olay değildir. Sadece kendine bağlı. Kendi nefsinde müslüman olmalısın. Çünkü Kâ’be de ümmetten önce her hacı adayı tek tek Allah ile yüzleşmekte ve aynısı ahirette de olacak, tek tek hesap verecek.
Bu yüzden önce kendinle yüzleş, Kâ’be de tavaf ederken “Ey nefsim, bu insanlar Allah’ı tavaf etmeselerdi de, yine ben Allah’ı birleyecek miydim?
İşte çevrendekiler Müslüman olmasalardı da, sen Müslüman olmaya devam edecek misin? Dönüp, dönüp Kâ’be’nin çevresinde yine “benim hedefim sensin Allah’ım, yine sevgimin, güvenimin, sığınmamın merkezinde sensin Allah’ım ve hep sen olacaksın” diyebilecek misin? Yine dönüp yine dönüp, yine dönüp dolaşıp “sensin Allah’ım” diyecek misin? “Senden başka hakikat yok. Yalnızca hak olan sensin. Sen süphansın” diyecek misin? Bu sırada “Lebbeyk, lebbeyk” diyerek “senin davetine her zaman icabet edeceğim kendimi ikna etmişim, sende kabul et Allah’ım, ben sana teslim olanlardanım, senin tarafındayım, Allah’ım senin gösterdiğin hayırdan başka yol yok” diyecek misin? Bunları düşünerek dön, dön ve bu dönüş sadece yeryüzündeki dönüş olmasın. Yedi kez dön, dön ki gökler sayısınca da dön, dön ki meleklerde şahit olsun, dön ki semalardaki tüm peygamberler şahit olsun, dön ki hakikatin haykırışı yere ve göklere yayılsın, herkes anlasın ki yerdekiler ve göktekiler ve bunlardaki tüm alemler Allah’ındır, Allah içindir. O halde neden bende bu ahenkli alemlerin bir parçası olmayayım ki?
Dön, dön anlarsın ki ne kadar yeryüzünde dolaşıp dursan her şeyde Rabb’inin tecellisi var. O halde neye baksan, neyi duysan, ne yapsan, ne alsan, ne ile uğraşsan, her yerde Rabb’ine dayan. Dön ki her dönüşün semadaki seviyeni artırsın, değerin artsın. Dön ki sadece bir gün seni tanımayacağım, seni her gün sıralanan tüm günlerde tanıyacağım. Hiristiyan ve Yahudiler gibi haftanın bir gününü değil, haftanın her günü seni tespih edeceğim. Gece – gündüz, her saatte ayaktayken otururken, yatarken her yerde, her zamanda tesbih edeceğim. Her zaman nefsimin merkezinde olacaksın. Sevgimin, güvenimin, korkumun odağı sen olacaksın. Kalbimdeki tek değişmeyen gerçek sen olacaksın. Ben şahidim bu hakikatten başka gerçek yok.
Bende şahidim ki hepimiz Allah’ın dilemesiyle varız. O halde yine O’na döneceğiz.
Nur süresi / 42 “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dönüş de Allah’adır.”
O halde dönüşünle ilk başlangıcını ve sonucunu düşün. Sonrada şuna geldiğini düşünürsün. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Dönüşün döneceğin kimse için olsun
Dönüşün döndüğün kimse için olsun.
Yalnızca O. Çünkü mülkünde ve hükmünde O’nun ortağı olmadığı gibi hamd etmeden de O’nun ortağı olmaz. O halde yalnız O’nun için dön. Tâ ki bu dönüşler seni tüm aldatmalardan uzaklaştırıncaya kadar, unutturuncaya kadar olsun. Bu yüzden tavaf yapmanın sınırı belirlenmemiş. O halde sen arınıncaya kadar, gerçeği tanıncaya kadar, kendine gelinceye kadar dön, tavaf et Rabb’in için.
İspatla kendini ve Rabb’ine tek ilah olarak inandıktan sonra bunu amellerinle, eylemlerinle ispatla. Çünkü biliyoruz ki tavaf sadece düşünerek yapılan bir ibadet değildir. kalpte başlar, iradeyle planlanır, dille haykırılır, davranışlarla ispatlanır.
İşte remel yapmak, amel ile ispatlamanın tablosudur. Çünkü bu, Allah’ın emirlerine hazır oluştur. Enerjiyle dolu oluşunun ispatıdır. Rasulullah (s.a.a) Umre yaparken “kureyş müşriklerinin hicret eden müslümanların zayıfladığını ve güçsüzleştiğini” konuşmalarına karşılık kuvvetli ve ilkeleri uğrunda her şeyi yapabileceklerini ispatlamak için tavafın ilk üç şavtında sağ kolunu ihramın dışına çıkarıp pazılarını şişirerek remel ve izbita yapmışlardır. Rasulullah (s.a.a) “bu gün kendini onlara kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin” demiştir. Rasulun (s.a.a) kendini ispatlaması gibi siz de kendinizi ispatlayın.
Bu izbita ve remel sadece hacda değil, Resulün (s.a.a) tüm hayatıyla kendini göstermesi gibi sizde tüm hayatınızla gösterin. Yani tüm hayatınızla remel yapın. Yani remelin amacına ulaşın. Bu demek değildir hep koşu yapın. Hep Allah için koşun, yorulun. Remel’in amacını yapın…
Müzemmil süresi / 8 “Rabb’inin adını an ve bütün gönlünle O’na yönel”
Emeğinizi, zamanınızı, paranızı ve potansiyellerinizi Allah için harcayın. “Allah’ı seviyorum ve Allah’ı kabul ediyorum” deyip te arkanıza yaslanmayın. Bunu hayatınızla, zamanınızla, amellerinizle, elinizdekilerle ispatlayın. Allah’ı seviyorsanız Allah için tükettiklerinize bakın. Neyi Allah için tüketiyorsunuz?
Emek, zaman, para, yetenekler vs. ne veriyor, hangi fedalarda bulunuyorsun, işte remel ve izbita. Allah için hareketli olmanın ispatıdır. Allah için harekete geçin. Durgun, tembel ve miskin olan Allah için ne verebilir. Allah’ı seven, çalışkan ve fedakar olur. Sevdiğinizin isteklerini yerine getirin. O’nu hoşnut etmenin yollarını arayın. Nasıl bir hediye sunmak istersiniz, onun alternatiflerini araştırın. Mutlaka götürebileceğiniz bir hediyeniz vardır. Yeter ki götürmeye kararlı olun. Çünkü Rabb’ine senin kendi iradenle, kendi elinle götürebileceğin şeyler ancak hediye olabilir.
Bu şekilde sun hediyelerini, Rabb’ini razı et, etki Rabb’inde seni razı etsin. O’da sevgisini göstersin sana. Bu özel bir sevgidir. Çünkü herkes bu hediyeyi sunamaz Rabb’ine. Bu yüzden bu sevgiyi de hak edemez.
İşte remel kafirlere karşı bir ispattır. Siz anlayamazsınız bu sevgiyi diyeceksiniz. Çünkü onların kalpleri bu sevgiye kapanmıştır. Onlarda sizin gibi yapsalardı onlarda bu sevgiye nail olacaklardı. Nitekim onlar hem dünyada, hem de ahirette zelil olacaklar. Bu yüzden dön dön.
Tüm yalanlardan gerçeğe dön ve son sözün “La ilahe illallah, Muhammeden Rasulullah” olsun.

İHSAN SAHİBİ OLMAK veya OLMAMAK
“Allah size adaleti, iyiliği emreder…” (Nahl, 90)
‘Adalet’ “eşitlik, denklik ve eşit bir şekilde paylaşım” anlamına gelen bir kavramdır. Ayette emredilen ve ‘iyilik’ diye tercüme edilen sözcüğün ise Kur’an metnindeki adı ‘ihsan’ olup, “başkasına iyilik yapmak ve kişinin yaptığı işi en güzel yapması” olarak iki şekilde tanımlanır. Her iki kavramın tanımını biraz daha genişletecek olursak; adalet, “kişinin vermesi gerekeni vermesi, alması gerekenin en azını alması” anlamına gelirken, ihsan “ise vermesi gerekenden fazlasını vermesi ve alması gerekenden azını alması”dır.
Adalet, karşılık vermede eşit davranmaktır. Yani yapılan hayır (iyilik) ise hayır ile mukabele etmek; (şer) kötülük gördüğünde de kötülükle karşılık vermektir. Adalette “sana iyilik yapana iyilik yapman, sana eziyet etmeyene senin de eziyet etmemen” gibi eşit, ölçülü muamele ilkesi vardır. Kötülüğü cezalandırmak, iyiliği de ödüllendirmek adaletin gereğidir. Kavram olarak ihsan daha geniş bir ifadedir ve adaleti de kapsar. Çünkü her güzel iş ihsandır ancak her adalet ihsanı kapsamaz. Her işte adaletle yetinmek asgari bir çaba gerektirirken, ihsan ile davranmak, daha çok fedakârlık ve yorulmayı beraberinde getirir.
İhsan kelimesinin ‘kişinin yaptığı işi en güzel yapması’ şeklindeki tanımından yola çıkarsak “kulun kulluğunu en iyi şekilde yapması ihsandır” sonucuna ulaşırız.
“Darlıkta da bollukta da tutumlu, iktisatlı davranacaksın. Zulmedeni affedeceksin. Gelmeyene gideceksin. Vermeyene vereceksin…” buyuran Rasulullah (s.a.s)bir gün arkadaşlarına hitaben: “Size beldeleri şerefli kılan, dereceleri yükselten amellerden haber vereyim mi?” diye sorar. Ashabın “Evet” cevabı üzerine O şöyle buyurur:
“Sana karşı cehaletle davranana vakarla, zulmedenlere af ile karşılık verip, sana ihsanda bulunmayana ihsanla, ziyaretine gelmeyene de gitmek ile karşılık vereceksin.”
Bu nedenle ihsan derece olarak adaletten daha üstündür.
Kötülüğün misliyle karşılık vermek varken kötülüğü iyilikle defetmek; iyiliğe dengi bir iyilikle cevap vermektense daha üstünüyle muamele tabi ki ancak muhsinlerin (ihsan sahiplerinin) yapabileceği bir iştir. Ve ihsanın ödülü âlemlerin gıpta edeceği kadar değerlidir: “İhsanla davranın. Şüphesiz Allah muhsinleri sever.” (Bakara, 195)
Allah (c.c) kullarına ihsanı emreder ve bununla birlikte O kullarının ihsanına ihsanla karşılık verir. Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için sadaka ve zekât verenlere sayısız mükâfatlar vereceğini şu ayetle bildirir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine bunu daha da katlar. Çünkü Allah geniş (nimet sahibi)dir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 261)
Yüce Allah, insanların işledikleri günahlara karşı ise adaletle davranandır. Kendisine kullukta kusur edenlerin kötülüklerinin cezası, sadece onun miktarı kadardır:
“Kötülükleri yüklenenlere ise kötülükleri kadar ceza verilir ve onları bir de zillet kaplar.” (Yunus, 27)
Mü’minlerin güzel amellerine en güzeliyle ve kat kat fazlasıyla ihsanda bulunan Rabbimiz muhsin kullarını müjdeler:
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler için daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Ve onların yüzleri kararmadığı gibi onlar zelil de olmazlar.” (Yunus, 26)
Rahman’ın kullarının günahlarına adaletle, sevaplarına da ihsanla karşılık vermesi O’nun sonsuz merhametinin göstergesidir:
“Kim iyilik getirirse ona on katı vardır. Kim kötülük getirirse sadece onun dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En’am, 160)
‘Cibril Hadisi’ olarak anılan ve hadiste, Peygamberimiz (a.s)’e Cebrail (a.s) tarafından yöneltilen: “İhsan nedir?” sorusuna O’nun cevabı şudur: “Allah’ı görüyormuşsun gibi Allah’a kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Aslında Rasulullah bu cevabıyla, kişiyi ihsana götüren reçeteyi işaret etmiştir: “Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et”
Hz. Ali (s.a)’ye: “Rabbini gördün mü ey mü’minlerin emiri?” şeklinde bir soru yöneltilir. O: “Görmediğime ibadet eder miyim?” diye cevap verir. “O’nu nasıl görüyorsun?” sorusuna karşılık olarak ise şu açıklamayı yapar: “Gözler O’nu, apaçık şeyleri gördüğü gibi görmez; ancak kalpler O’nu imanın hakikatleriyle idrak eder. Eşyaya dokunmadan yakın, ondan ayrı olmadan uzaktır. Tefekkür olmadan mütekellim, niyet olmadan irade sahibi, uzuv olmadan yapan, gizlilikle vasıflandırılamayan Lâtif, kabalıkla nitelendirilemeyen Büyük, duyuyla nitelendirilemeyecek şekilde gören, yumuşaklıkla nitelendirilemeyecek Rahîm’dir. Yüzler O’nun büyüklüğü karşısında boyun eğer; kalpler O’nun korkusuyla titrer.”
Denizlerin derinliklerinden uzayın boşluğuna, dağlardaki en kuytu mağaralardan balta girmemiş ormanlara, uçsuz bucaksız çöllerden keşfedilmemiş adalara, gündüzün aydınlığından gecenin bütün sırları örten karanlığına, kısacası nereye gidersek gidelim, neden kaçarsak kaçalım ve ne yaparsak yapalım Rabbimiz bizi görür:
“Sen ne zaman bir işe girişsen, ne zaman Kur’an’dan bir şey okuyacak olsan; sizler de ne zaman bir işe başlasanız Biz o iş esnasında mutlaka yaptıklarınızdan haberdarız. Şüphesiz ki yerde de gökte de zerre kadar bir şey Rabbinizden uzak ve gizli kalmaz, hatta ondan daha küçük ve daha büyük ne var ne yok hepsi apaçık kitapta (Levh-i Mahfuz) yazılıdır.” (Yunus, 61)
Gaybın anahtarları O’nundur: Karada ve denizde olanı, düşen her bir yaprağı, insan vücudundaki hücrelerden maddelerin atom sayısına; göklerdeki yıldızlardan yeraltında gizlenen maden ve minerallere kadar her şeyin bilgisi O’nun katındadır. En ufak bir fısıltıdan karanlık bir gecede kapkara bir kayanın üzerindeki siyah küçük bir karıncanın ayak sesine kadar bütün sesleri; sessiz bir gecede, tenha ve ücra bir köşede ellerini semaya kaldırıp gönülden kendisine yakaranı işiten Semî’dir. Kayaların içinde, denizlerin dibinde, göklerde ve yerde gizlenen her şeyden haberdar olan Habîr’dir.
O ‘Şehîd’dir; yaptığımız her harekete, hayatımızın her anına tanıklık edendir.
O ‘Basîr’dir; nerede olursak olalım bizi daima görür.
O ‘Ragîb’dir; Kullarının her şeyini gözeten, anne karnından ölünceye kadar tüm hallerini kaydedendir.
O ‘Habîr’dir; Her şeyin iç yüzünden haberdar olandır. Kâinatta meydana gelen her olay, O’nun bilgisindedir. Öyle ki ‘Onun emri olmadan yaprak dahi düşmez.’ Rüzgâr esmez, yağmur yağmaz, hiçbir canlı dünyaya gelemez. Okyanusun derinliklerinde, kayaların dibinde, gecenin karanlığında, yerde ve göklerde saklananlardan ve yaşayanlardan haberdardır.
O ‘Müheymin’dir; Sadece insanın değil, bütün evrenin işlerini düzenleyip gözeten, kontrol edendir.
O ‘Semî’dir; En ufak fısıldaşmalar dâhil her sesi hakkıyla işitendir.
O ‘Alîm’dir; Gizli, açık her şeyi bilendir. Bütün ilimleri –fizik, metafizik- kendisinde toplayandır. Bununla birlikte kulunun her halinden haberdar olandır.
İnsanın hem Allah’a, hem de yakın ve uzak çevresine, bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında bile tutum ve davranışlarının adalet ölçüsüne göre olmasıdır ihsan. İnanan kişinin ibadetinde kendisine farz kılınanın ötesine geçerek, sahip olduğu güç ve yeteneğine göre kulluğun ve fedakarlığın en üst seviyesine ulaşmasıdır.
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler için daha güzeli, bir de fazlası vardır ve onların yüzleri kararmadığı gibi onlar zelil de olmazlar. İşte cennetlikler bunlardır ve onlar orada sonsuz kalacaklardır.” (Yunus, 26)
Hz. Ali (s.a.):“İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanırlar” derken kulluğun zirve noktası olarak ihsanı göstermiştir.
O’nu görüyormuş gibi ibadet etmek, yaptığımız ve yapmadığımız her hareketten haberdar olduğunun farkında olmak ve O’nun rızasını hedefleyerek yaşam sürmeyi gerekli kılar. Bu ise, O’nun koyduğu kurallara titizlikle uymak (takva) ve her işi ihsan ile yapmakla mümkündür. Sadece namaz kılarken veya hacc görevini yerine getirirken değil, her an ve her amelde yapılacak işi usulüne uygun olarak ve en güzel şekilde yapmaktır.
Hz. Muhammed (s.a.s)’in: “Allah ihsanı her şey üzerine yazdı” ve :”Allah, sizden biriniz bir iş yaptığınız zaman o işi hakkını vererek yapmanızdan hoşlanır” gibi ifadeleri ihsan için konu ve alan sınırlaması olmadığının ve bütün hayatı kuşatıcı olduğunun delilidir. İnsanlar yaptıkları güzel amellere ve bildiklerine tabidirler. Hz. Ali (s.a) “İnsanlar iyiliklerinin çocuklarıdır” derken onların yaptıkları hayırlı işlerle bilinip, hatırlanacaklarını da kastetmiştir. O halde iyilikle yâd edilmek için iyiliklerimizi artırma yarışına girelim.
Milyonlarca canlıyı gözetmek ve denetlemekle bir tek kulu denetlemek arasında Rahman için bir fark yoktur. Bilakis yerde ve göklerde her zerreyi sonsuza değin ve bütün halleriyle, tüm detaylarıyla gözetleyen bir Yaratıcı var. Kâinatta yalnız ben varmışım gibi beni tanıyan, hakkımda her şeyi bilen ve kendisine mazeret uydurulamayacak bir ‘Allah’ var. İşte bu bilinç insanı ihsana götüren yegâne güçtür. İhsan ise en nitelikli kontrol mekanizması, kulluğun mükemmellik noktasıdır.
‘Adalet’ “eşitlik, denklik ve eşit bir şekilde paylaşım” anlamına gelen bir kavramdır. Ayette emredilen ve ‘iyilik’ diye tercüme edilen sözcüğün ise Kur’an metnindeki adı ‘ihsan’ olup, “başkasına iyilik yapmak ve kişinin yaptığı işi en güzel yapması” olarak iki şekilde tanımlanır. Her iki kavramın tanımını biraz daha genişletecek olursak; adalet, “kişinin vermesi gerekeni vermesi, alması gerekenin en azını alması” anlamına gelirken, ihsan “ise vermesi gerekenden fazlasını vermesi ve alması gerekenden azını alması”dır.
Adalet, karşılık vermede eşit davranmaktır. Yani yapılan hayır (iyilik) ise hayır ile mukabele etmek; (şer) kötülük gördüğünde de kötülükle karşılık vermektir. Adalette “sana iyilik yapana iyilik yapman, sana eziyet etmeyene senin de eziyet etmemen” gibi eşit, ölçülü muamele ilkesi vardır. Kötülüğü cezalandırmak, iyiliği de ödüllendirmek adaletin gereğidir. Kavram olarak ihsan daha geniş bir ifadedir ve adaleti de kapsar. Çünkü her güzel iş ihsandır ancak her adalet ihsanı kapsamaz. Her işte adaletle yetinmek asgari bir çaba gerektirirken, ihsan ile davranmak, daha çok fedakârlık ve yorulmayı beraberinde getirir.
İhsan kelimesinin ‘kişinin yaptığı işi en güzel yapması’ şeklindeki tanımından yola çıkarsak “kulun kulluğunu en iyi şekilde yapması ihsandır” sonucuna ulaşırız.
“Darlıkta da bollukta da tutumlu, iktisatlı davranacaksın. Zulmedeni affedeceksin. Gelmeyene gideceksin. Vermeyene vereceksin…” buyuran Rasulullah (s.a.s)bir gün arkadaşlarına hitaben: “Size beldeleri şerefli kılan, dereceleri yükselten amellerden haber vereyim mi?” diye sorar. Ashabın “Evet” cevabı üzerine O şöyle buyurur:
“Sana karşı cehaletle davranana vakarla, zulmedenlere af ile karşılık verip, sana ihsanda bulunmayana ihsanla, ziyaretine gelmeyene de gitmek ile karşılık vereceksin.”
Bu nedenle ihsan derece olarak adaletten daha üstündür.
Kötülüğün misliyle karşılık vermek varken kötülüğü iyilikle defetmek; iyiliğe dengi bir iyilikle cevap vermektense daha üstünüyle muamele tabi ki ancak muhsinlerin (ihsan sahiplerinin) yapabileceği bir iştir. Ve ihsanın ödülü âlemlerin gıpta edeceği kadar değerlidir: “İhsanla davranın. Şüphesiz Allah muhsinleri sever.” (Bakara, 195)
Allah (c.c) kullarına ihsanı emreder ve bununla birlikte O kullarının ihsanına ihsanla karşılık verir. Sırf Allah’ın rızasını kazanmak için sadaka ve zekât verenlere sayısız mükâfatlar vereceğini şu ayetle bildirir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer. Allah dilediğine bunu daha da katlar. Çünkü Allah geniş (nimet sahibi)dir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 261)
Yüce Allah, insanların işledikleri günahlara karşı ise adaletle davranandır. Kendisine kullukta kusur edenlerin kötülüklerinin cezası, sadece onun miktarı kadardır:
“Kötülükleri yüklenenlere ise kötülükleri kadar ceza verilir ve onları bir de zillet kaplar.” (Yunus, 27)
Mü’minlerin güzel amellerine en güzeliyle ve kat kat fazlasıyla ihsanda bulunan Rabbimiz muhsin kullarını müjdeler:
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler için daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Ve onların yüzleri kararmadığı gibi onlar zelil de olmazlar.” (Yunus, 26)
Rahman’ın kullarının günahlarına adaletle, sevaplarına da ihsanla karşılık vermesi O’nun sonsuz merhametinin göstergesidir:
“Kim iyilik getirirse ona on katı vardır. Kim kötülük getirirse sadece onun dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En’am, 160)
‘Cibril Hadisi’ olarak anılan ve hadiste, Peygamberimiz (a.s)’e Cebrail (a.s) tarafından yöneltilen: “İhsan nedir?” sorusuna O’nun cevabı şudur: “Allah’ı görüyormuşsun gibi Allah’a kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” Aslında Rasulullah bu cevabıyla, kişiyi ihsana götüren reçeteyi işaret etmiştir: “Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et”
Hz. Ali (s.a)’ye: “Rabbini gördün mü ey mü’minlerin emiri?” şeklinde bir soru yöneltilir. O: “Görmediğime ibadet eder miyim?” diye cevap verir. “O’nu nasıl görüyorsun?” sorusuna karşılık olarak ise şu açıklamayı yapar: “Gözler O’nu, apaçık şeyleri gördüğü gibi görmez; ancak kalpler O’nu imanın hakikatleriyle idrak eder. Eşyaya dokunmadan yakın, ondan ayrı olmadan uzaktır. Tefekkür olmadan mütekellim, niyet olmadan irade sahibi, uzuv olmadan yapan, gizlilikle vasıflandırılamayan Lâtif, kabalıkla nitelendirilemeyen Büyük, duyuyla nitelendirilemeyecek şekilde gören, yumuşaklıkla nitelendirilemeyecek Rahîm’dir. Yüzler O’nun büyüklüğü karşısında boyun eğer; kalpler O’nun korkusuyla titrer.”
Denizlerin derinliklerinden uzayın boşluğuna, dağlardaki en kuytu mağaralardan balta girmemiş ormanlara, uçsuz bucaksız çöllerden keşfedilmemiş adalara, gündüzün aydınlığından gecenin bütün sırları örten karanlığına, kısacası nereye gidersek gidelim, neden kaçarsak kaçalım ve ne yaparsak yapalım Rabbimiz bizi görür:
“Sen ne zaman bir işe girişsen, ne zaman Kur’an’dan bir şey okuyacak olsan; sizler de ne zaman bir işe başlasanız Biz o iş esnasında mutlaka yaptıklarınızdan haberdarız. Şüphesiz ki yerde de gökte de zerre kadar bir şey Rabbinizden uzak ve gizli kalmaz, hatta ondan daha küçük ve daha büyük ne var ne yok hepsi apaçık kitapta (Levh-i Mahfuz) yazılıdır.” (Yunus, 61)
Gaybın anahtarları O’nundur: Karada ve denizde olanı, düşen her bir yaprağı, insan vücudundaki hücrelerden maddelerin atom sayısına; göklerdeki yıldızlardan yeraltında gizlenen maden ve minerallere kadar her şeyin bilgisi O’nun katındadır. En ufak bir fısıltıdan karanlık bir gecede kapkara bir kayanın üzerindeki siyah küçük bir karıncanın ayak sesine kadar bütün sesleri; sessiz bir gecede, tenha ve ücra bir köşede ellerini semaya kaldırıp gönülden kendisine yakaranı işiten Semî’dir. Kayaların içinde, denizlerin dibinde, göklerde ve yerde gizlenen her şeyden haberdar olan Habîr’dir.
O ‘Şehîd’dir; yaptığımız her harekete, hayatımızın her anına tanıklık edendir.
O ‘Basîr’dir; nerede olursak olalım bizi daima görür.
O ‘Ragîb’dir; Kullarının her şeyini gözeten, anne karnından ölünceye kadar tüm hallerini kaydedendir.
O ‘Habîr’dir; Her şeyin iç yüzünden haberdar olandır. Kâinatta meydana gelen her olay, O’nun bilgisindedir. Öyle ki ‘Onun emri olmadan yaprak dahi düşmez.’ Rüzgâr esmez, yağmur yağmaz, hiçbir canlı dünyaya gelemez. Okyanusun derinliklerinde, kayaların dibinde, gecenin karanlığında, yerde ve göklerde saklananlardan ve yaşayanlardan haberdardır.
O ‘Müheymin’dir; Sadece insanın değil, bütün evrenin işlerini düzenleyip gözeten, kontrol edendir.
O ‘Semî’dir; En ufak fısıldaşmalar dâhil her sesi hakkıyla işitendir.
O ‘Alîm’dir; Gizli, açık her şeyi bilendir. Bütün ilimleri –fizik, metafizik- kendisinde toplayandır. Bununla birlikte kulunun her halinden haberdar olandır.
İnsanın hem Allah’a, hem de yakın ve uzak çevresine, bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında bile tutum ve davranışlarının adalet ölçüsüne göre olmasıdır ihsan. İnanan kişinin ibadetinde kendisine farz kılınanın ötesine geçerek, sahip olduğu güç ve yeteneğine göre kulluğun ve fedakarlığın en üst seviyesine ulaşmasıdır.
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet edenler için daha güzeli, bir de fazlası vardır ve onların yüzleri kararmadığı gibi onlar zelil de olmazlar. İşte cennetlikler bunlardır ve onlar orada sonsuz kalacaklardır.” (Yunus, 26)
Hz. Ali (s.a.):“İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanırlar” derken kulluğun zirve noktası olarak ihsanı göstermiştir.
O’nu görüyormuş gibi ibadet etmek, yaptığımız ve yapmadığımız her hareketten haberdar olduğunun farkında olmak ve O’nun rızasını hedefleyerek yaşam sürmeyi gerekli kılar. Bu ise, O’nun koyduğu kurallara titizlikle uymak (takva) ve her işi ihsan ile yapmakla mümkündür. Sadece namaz kılarken veya hacc görevini yerine getirirken değil, her an ve her amelde yapılacak işi usulüne uygun olarak ve en güzel şekilde yapmaktır.
Hz. Muhammed (s.a.s)’in: “Allah ihsanı her şey üzerine yazdı” ve :”Allah, sizden biriniz bir iş yaptığınız zaman o işi hakkını vererek yapmanızdan hoşlanır” gibi ifadeleri ihsan için konu ve alan sınırlaması olmadığının ve bütün hayatı kuşatıcı olduğunun delilidir. İnsanlar yaptıkları güzel amellere ve bildiklerine tabidirler. Hz. Ali (s.a) “İnsanlar iyiliklerinin çocuklarıdır” derken onların yaptıkları hayırlı işlerle bilinip, hatırlanacaklarını da kastetmiştir. O halde iyilikle yâd edilmek için iyiliklerimizi artırma yarışına girelim.
Milyonlarca canlıyı gözetmek ve denetlemekle bir tek kulu denetlemek arasında Rahman için bir fark yoktur. Bilakis yerde ve göklerde her zerreyi sonsuza değin ve bütün halleriyle, tüm detaylarıyla gözetleyen bir Yaratıcı var. Kâinatta yalnız ben varmışım gibi beni tanıyan, hakkımda her şeyi bilen ve kendisine mazeret uydurulamayacak bir ‘Allah’ var. İşte bu bilinç insanı ihsana götüren yegâne güçtür. İhsan ise en nitelikli kontrol mekanizması, kulluğun mükemmellik noktasıdır.

TEMİZLENMEYİ ARZULAR MISINIZ?
Temizlenmeyi arzular mısın?
Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O’na saygı duyasın.
(Naziat, 18-19)
İslam; ferdi ruhen ve ahlâken olgunlaştırmayı, onu her türlü kirden temizlemeyi hedefler. Bunun için insanı kirletecek ve onun üstünde leke olarak kalacak her pisliği gidermek için tedbirler alır. Kur’an ve Rasulullah (s.a.a)’ın gönderilme amacı; başta Allah’a şirk koşma ve küfür olmak üzere kan davası, cinayetler, fuhuş, zulüm, ayyaşlık, faiz, rüşvet, hırsızlık, ırkçılık gibi toplumları kirleten günahlardan; Kibir, haset, riya gibi ferdin arınmasına engel olan her kötü histen onları kurtarmaktır.
“Okuma ve yazma bilmeyenlere, içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah’tır. Daha önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma, 2)
Daha önce büyük bir sapıklık içinde olan bir topluluğun kirlerini Allah’ın ayetleriyle ve örnek yaşantısıyla gideren ve onları iman ahlakının temizliğine eriştiren bir Elçi… Kirlenmiş bedenleri, paslanmış kalpleri, kirli düşüncelerle adeta bir çöp yığını haline gelen beyinleri gökten inen tertemiz ayetlerle yıkayan Rasul ( s.a.a): “Allah temizdir, temizliği sever” buyurur.
Rabbiyle kavuşacağına iman eden, O’nun yanına kirli bir şekilde çıkmak ister mi?
Allah (c.c) Kur’an’ın “yüksek tutulan tertemiz sahifelerde” (Abese, 14) olduğunu anlatır. Ve yeryüzündeki hayatı canlandıran, ölü toprağı dirilten tertemiz bir suyun Gök’ten nazil olduğunu hatırlatır: “Sizi temizlesin, şeytanın pisliğini sizden gidersin, kalplerinize bağlılık versin ve bununla ayaklarınızı sağlam durdursun diye üzerinize gökten bir su indiriyordu.” (Enfal, 11) Tertemiz bir yağmur gibi gökten yeryüzüne nazil olan Kur’an mesajıyla kalpleri ihya eden Hz. Peygamber için: “Nitekim aranıza sizden bir peygamber gönderdik; size ayetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara, 151) buyurarak Rabbimiz, Rasulü (s.a.a)’nün görevlendirilme nedenlerinden birinin insanları vahiyle tezkiye olduğunu bildiriyor.
YAĞMUR…
Tertemiz göklerden yeryüzüne iner Allah’ın emriyle.
Doğaya ve insana hayat verir. Kirlenen bedenleri ve yeryüzünü temizler.
İnsanları tezkiye etme misyonunu Hz. Muhammed (s.a.a) şu sözleriyle ifade eder: “Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenab-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.”
Allah Rasulü (s.a.a) bu hadisinde gökten inen ilahi vahyi yağmura benzetir. Vahyin bereketinden yararlanıp hidayete erenler, bu ilmi hem öğrenir, hem de öğretirler. Vahyin kalplere ve ruhlara hayat verici damlalarından uzak duranlar ise hidayetten yüz çevirenler, rahmetten kaçanlardır. Verimsiz bir arazi, nasıl üzerine yağan tonlarca yağmura rağmen hayat belirtisi göstermezse, Allah’ın ayetlerine yüreklerini kapatanlar da imanın güzelliği ve bereketinden yararlanamazlar: Kalpleri taş gibi katılaşmıştır “Hatta taştan da beter hale gelmiştir. Ama öyle taşlar vardır ki, içlerinden ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki çatlar ve içinden su sızar, öyleleri de vardır ki, Allah korkusuyla yuvarlanır.” (Bakara, 74)
KUR’AN’A GÖRE NELER TEMİZ DEĞİLDİR?
Arınmak isteyen kulun öncelikle nelerden uzak durması ve hangi şeylerden temizlenmesi gerektiğini bilmesi gerekir. Bunun için de Allah’ın ‘pis’ olarak vasıflandırdığı unsurları tanıması şarttır. Kur’an’ın pis olan şeyleri ifade etmek için habis, rics, necis kavramlarını kullandığı bilinmektedir. Bunların anlamlarına kısaca değinelim:
HABİS: Kötülük ve alçaklık niteliği olan somut ve soyut şeyleri anlatmak için kullanılır. Ayrıca asılsız inançları, sözdeki yalanı ve davranışlardaki kötülük ve çirkinliğin tamamını kapsar. Ayetlerle kazandığı manalar ise şöyledir:
- “Deki pis ile temiz asla bir değildir” (Maide, 100) ayetinde pis olarak isimlendirilen, Allah’ın haram kıldığı her şeydir.
-“Kötü söz de kötü bir ağaca benzer” (İbrahim, 26) ayetinde küfür, yalan, gıybet, iftira gibi çirkin sözler habis ismiyle zikredilmiştir.
- “Onu pis işler yapan o şehirden kurtardık.” (Enbiya, 74) Burada pis işlerden kasıt fuhuş vb hayâsızlıklardır.
-“Allah mü’minleri bulunduğunuz durumda bırakacak değil; sonunda murdarı temizden ayıracaktır” (Al-i İmran, 179) Yani müslümanla kâfiri; salih amel sahipleriyle kötü işler yapanları ayıracaktır. Ayette geçen habis kelimesi kâfirler ve onların kötü işlerini anlatmak içindir.
RİCS: Kirli olan şeyleri anlatır. Dört çeşit ‘rics’ ten bahsedilir: Mizaç-Akıl- Din ve hepsi açısından pis kabul edilenler:
-“Ey inananlar! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir.” (Maide, 90) Günahlar ayette rics olarak zikredilmiştir.
-“Kalplerinde hastalık olanlara gelince Allah kirlerine kir ekler” (Tevbe, 125) ayetinde rics, inkâr ve şirk günahlarıdır. Bazı müfessirler ise ayette geçen “pislik” kavramının azap anlamında olduğunu söylerler.
“Allah aklını kullanmayanları kir içinde bırakır” (Yunus, 100) ifadesinde yine benzer anlamdadır.
-“Çünkü onlar pisliktirler…” (Tevbe, 95) Cihattan kaçan münafıkları anlatır.
-“O halde o pis putlardan ve yalan sözden de kaçının.” (Hacc, 30) Ayette Allah’a şirk koşmayı temsil eden putlar pis diye geçmektedir.
-En’am Suresi 145. Ayette domuz etinden Allah (c.c) rics diye bahsetmektedir. Bununla onun hem din açısından haram kılındığını hem de hakiki anlamda pis olduğunu anlatır.
NECİS: “Kirli” anlamına gelen kelime, hem duyu organlarıyla algılanabilen kirleri, hem de kalben ve aklen idrak edilebilen kirleri ifade eder.
- Müşrikleri nitelemek için: “Müşrikler birer pisliktirler.” (Tevbe, 28) ifadesi Kur’an’da yer bulur. Şirk, manevi kirlerin en fenasıdır. Müşrikler, abdest ve gusül de bilmez, maddi kirlerden de sakınmazlar. Bu yönden beden olarak bütünüyle pis değilseler de pisliğe bulanmış ve batmış kimselerdir. Müşrikler birer insan olmak yönüyle aynen ve doğuştan değil, müşrik olmaları sebebiyle inanç ve amel yönünden pisliğe batmışlardır. Bedenlerinde ve elbiselerinde dışarıdan bakıldığında fark edilmese bile maneviyatları kirlidir. Birçok İslam âlimi ayette kâfirlerin kast edildiğini; köpek ve domuz nasıl necis (pis) ise müşrik ve kâfirlerin de necis olduğunu söylemişlerdir. Müşrik bir kişi vücudundaki kirleri ne kadar temizlerse temizlesin, kalbinde taşıdığından dolayı kirlidir ve ancak imanla arınabilir.
Rabb’imizin kirli, necis olarak adlandırdığı unsurları şöyle özetleyebiliriz:
-Şirk, küfür, nifak gibi kullukta işlenen büyük günahlar,
-Allah’ın yenmesini ve içilmesini haram kıldığı yiyecek ve içecekler (domuz, kan, leş, sarhoşluk veren her içki ve tütsü gibi)
-Allah (c.c)’ın yasakladığı davranışlar ve sözler (harama bakmak, gıybet, iftira, zina, ölçü ve tartıda hile, yalan, yetimin malını haksızlıkla yemek vd)
-Müşrik, kâfir ve münafıklar.
-Şirk ve küfür araçları (putlar, fal okları, dikili taşlar gibi)
-Bazı eğlence araçları (kumar, fal gibi kişinin malını, neslini, ahlâkını tehdit eden eğlenceler)
Temiz olanın zıddı olarak kullanılan “Kir, pislik, kirli” anlamına gelen kavramların Kur’an’da maddi kirleri anlatmaktan ziyade manevi kirliliği kastetmekte olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü din, özü itibariyle manevi kirlerden arınma, Allah’ı tanıma ve O’na en halis şekliyle ibadet etmedir. İnanç kirliliği, düşünce kirliliği, eylem kirliliğinden kulu arındırıp temiz bir kalp, duru bir akıl ve saf (halis) amelle kulu ahlâken temizlemek; ardından temiz olanı emredip, pis olandan sakındırma misyonuyla temizliği halka halka genişletmek… Bireyden aileye, aileden topluma, toplumdan tüm dünyaya yayılan bu faaliyetle güzel ahlakı hâkim kılma hedeflenir. Hz. Muhammed (s.a.a)’in gönderilme amacı tam da bu değil midir?
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” Rasul (s.a.a) yirmi üç sene gibi kısa bir sürede günahın her türlüsüyle kirlenen insanları Allah’ın ayetleriyle temizlenmeye çağırmış ve gayretleri sonucu bütün nesillere örnek teşkil edecek temiz bir toplumu inşa etmeyi başarmıştır.
Bedenleri maddi kirlerden temizlemek kolaydır. Hatta insanların büyük çoğunluğu bu yönden bakıldığında temiz kabul edilebilir. Ya kalpler, beyinler ve günahla murdarlaşan bedenler? Allah (c.c), vücutlarını görünen kirlerden temizlemek için defalarca banyo yapsalar ve tonlarca su kullansalar; kalıp kalıp sabunlarla maddi kirlerini yok etseler de O’na ortak koşanları temiz kabul etmez. Buna mukabil bir mü’mini her haliyle temiz kabul eder.
Kişiyi ruhen yüce bir seviyeye ulaştırmayı hedefleyen Allah (c.c): “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır” (Şems, 9-10) buyurur. Bununla birlikte kulu her açıdan mükemmelleştirmeyi hedefleyen İslam, işte bunun için tahareti bütün yönleriyle ele alır. Ne sadece bedeni temizlemeyi emredip manevi temizliği bir kenara bırakır ne de maddi temizliği ihmal edip yalnız ruh temizliğine önem vermeyi emreder.
Hedef kısmi değil, bütüncül bir temizliktir.
Temizliğin dört derecesi:
1. Dışını her türlü kir ve pisliklerden,
2. Organlarını günahlardan,
3. Kalbini kötü huylardan,
4. Gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemektir.
“Taharet” hem bedeni, hem de nefsi temizlemek, arındırmak demektir.
-Manevi temizlik anlamında: “Allah temizlenenleri sever” (Bakara, 222) ayetinde günahları terk etmek ve iyilik yapmak, tevbe etmekle gerçekleşen temizlik kastedilir.
“Seni o inkâr edenlerden arındıracağım” Onların yaptıklarından Allah Rasulünü uzak tutmak, seçip çıkarmak anlamındadır.
-Maddi ve manevi temizlik anlamında: “Eğer cünüpseniz temizlenin” (Maide, 6) Gusül almak emredilir.
-Hem giysilerin hem de nefsin temizliği kast edilir: “Elbiseni temizle” (Müddessir, 4) Elbisenizi yani kişiliğinizi, mizacınızı, kendinizi temizleyin. Sadece vücudun ayıplarını temiz ve güzel kıyafetlerle örtmek yetmez; ahlâkı da güzelleştirmek gerekir. Ayrıca ayette geçen ifade Hz. Peygamber (s.a.a)’in dönemindeki Arap toplumunda kullanılan bir deyim olup “namusunu, edebini muhafaza et” gibi anlamlara gelir. Bu açıdan bakıldığında ayetlerin insan neslini arındırma fonksiyonuyla bu anlamın örtüştüğünü görmekteyiz. Ancak âlimler temizliğin sadece bu yönünün değil, ayette açıkça anladığımız şekliyle “kıyafetlerin temiz tutulması”nın da emredildiğinde hem fikirdirler. Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.a)’in elbiselerini maddi kirlerden temiz tutma noktasındaki titizliğini her müslüman bilmektedir.
A. TEVBE İLE ARINMA
Günahlar, vücutta oluşan habis organizmalar ve artıklar gibidir, bu da ekin içerisindeki yabani otlara benzer. Fazla olan pis kanın alınması gibi, vücut bu artıkları boşalttığı zaman, rahatlayarak tabi haline döner ve gelişmesi hızlanır. Aynı şekilde kalpte günahlardan tevbe edildiği zaman artıklar boşaltılmış olur. Çünkü salih amellere kötü ameller karıştırılınca kalpte habis bir artık olmuş demektir. Tevbe ile bu artıklar atıldığında kalp yeniden kuvvet kazanır ve salih amelleri yapmaya hazır hale gelir.
Hz. Ali (s.a): “Haramdan kazandığın vücut etlerini gidermelisin” derken tevbeyi ve günahla kirlenmiş bedeni Allah yolunda yorarak temizlemeyi işaret eder.
Arınmak isteyen kul, öncelikle kendisini ablukaya alan kirlerin ve hamallığını yaptığı bel büken, onur inciten günah yükünün farkında olmalıdır. Sonra hakkıyla Rabbine yönelmeli ve O’nun güven iklimine kendisini teslim etmelidir: “Çünkü günahları ancak Allah bağışlar.” Tevbeyle günahın kirini ve ağırlığını üzerinden atmayı başaran kul, bu sükûnet ve huzur anını devamlı kılmak için Rabbe ibadetin tek yol olduğunu anlar: “Temizlenmeyi arzular mısın? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O’na saygı duyasın.” (Naziat, 18-19)
B. İBADET İLE ARINMA
Allah, temizlenmek isteyen kullarını yollarına iletendir. Kuluna namazı emreder ve ardından bu ibadetin günahlardan ve çirkinliklerden insanı alıkoyacağını ve mü’mini kurtuluşa götüreceğini müjdeler. O’nun Rasulü (s.a.a) namazı mü’minin kapısının önünden akan ve onun beş defa kendisiyle yıkandığı bir nehre benzetir ve ekler: “İşte namaz mü’minin günahlarını böyle siler, götürür.”
Kur’an ayetlerinde daima namazla birlikte anılan zekât kelimesinin zahirinde ve batınında aynı anlam gizlidir: Arınma…
Zekât ile malın üstündeki kir giderilmiş olur. Çünkü zenginin malında fakirin hakkı vardır ve bu hak sahibine ulaşıncaya kadar mal temiz değildir. Sahibini ateşe götüren mal, zekâtla budanmayandır: “Ve Allah’ın yolunda malını verip temizlenerek hakkıyla korunan ise ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır.”
Allah’ı anmaktan alıkoyan ve günaha girmeye sebep olan mal sevgisinin neden olacağı kirlilikten ancak zekât ve sadakayla arınılabilir. Yine nifak gibi ciddi bir kirden ancak Allah yolunda malını seve seve harcayanlar temizlenebilir. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.a) Müslümanlara “Zekatı ver! Zira o seni (günahlardan) arındıran bir temizliktir” buyurur.
Sadaka ise suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür ve bu sayede kalpte üstün bir temizlik elde edilir. Kalbin manevi yönden gelişip büyümesi, onun günahlardan arındırılıp temizlenmesine bağlıdır. Zekât ve sadaka hem malı hem kalbi temizler: “Onların mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günahlarını-kusurlarını) paklarsın.” (Tevbe, 103)
Bunun yanında sadece namaz için değil, kulu arındırmaya yönelik emredilen her amel için temizlik şart koşulmuştur. “Temiz” olmayan hiçbir ameli Allah kabul etmez. Riya ile kirlenen ibadet, haram yollarda kazanılmış malları zekat ve sadaka olarak vermek makbul değildir. Yenilip içilen şeyler, alınan gıdalar temiz (helal) değilse yapılan dualar dahi kabul olmaz: “Allah temizdir ve sadece temiz olanı kabul eder.”
C. GÜNAHTAN SAKINARAK ARINMA
Günahlar, bedendeki virüsler ve bitkileri saran zararlı otlar gibidir. Onları vücuttan uzaklaştırmadan ve onun tutsaklığından kurtulmadan gelişip serpilemez, olgunlaşamaz insan. Yarattıklarına merhamet eden Rahman, kulunu arındırmak ve onun kişiliğini kemale erdirmek için ona birtakım yasaklamalar getirir:
“Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu hareket onlar için daha temiz ve yararlıdır.” (Nur, 30)
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve zar çekerek şans aramanız şeytana ait pis işlerden başkası değildir. Kurtuluşunuzu umabilmek için bunlardan hep birlikte kaçının.” (Maide, 90)
“Sakın zinaya yaklaşmayın, şüphesiz o iğrenç bir hayâsızlık ve çok kötü bir yoldur.” (İsra, 32)
“Öyleyse o pis putlardan sakının ve yalan söz söylemekten kaçının.” (Hacc, 30)
“Ey iman edenler zandan kaçının; zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Kiminiz de kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz hiç ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Demek ki tiksindiniz!” (Hucurat, 12)
“Allah’ın sizin üzerinize bol rahmeti ve lûtfu olmasaydı, sizden hiçbiriniz ebediyen (günah ve fenalıktan) temize çıkamazdı.” (Nûr, 21)
D. FİZİKİ ARINMA
Allah’ın emirlerine uyarak ve yasaklarından sakınarak manevi kirlerden arınan ve ruhunu yücelten kulun temizliğinin kemale ermesi için kendisini çevreleyen fiziki şartların da buna uygun olması gerekir. Kulunun manevi açıdan arınmasını isteyen Allah (c.c), onun beden, elbise ve çevresinin kirli olmasına razı olabilir mi? Kur’an’da taharetin hem maddi, hem de manevi yönüyle ele alınmasının böyle bir anlamı vardır: İnsanı bütün yönleriyle arındırmak…
Çünkü Allah: “… temizlenmenizi ve üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide, 6)
Müslümanların sağlıklı ve güvenli bir toplum meydana getirmesinde maddi temizliğin de dini sorumluluklar kapsamına alındığını görmekteyiz. Abdest ve gusül, uygulanış itibariyle suyla yapılan bir beden temizliği olarak görülebilir. Ancak bu eylemler beden ve ruh temizliğini aynı anda gerçekleştiren ibadetler olup manevi temizlik yönleri daha güçlüdür. Bunun en büyük kanıtı su bulunamadığında yapılması emredilen “Teyemmüm”dür. Amaç sadece vücut temizliğini temin etmek olsaydı teyemmüm gibi sembolik temizlik yönü baskın olan bir ibadet emredilmezdi.
Taharet (Temizlik) âlimler tarafından bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Buna göre 3 kısma ayrılır:
1. Manevi Temizlik: Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan temizliktir ve İslam Dini’nin amacını teşkil eder. Kalbin ve nefsin yalan, kibir, gıybet, haset, küfür, nifak, şirk gibi günahlardan; organların haram yiyecekler ve yasak davranışlardan arındırılmasını anlatır.
2.Maddi Temizlik: Beden, elbise ve yer temizliği gibi görünen kir ve pisliklere yönelik temizliktir.
3. Hükmi Temizlik: “Hadesten Taharet” olarak fıkıh kitaplarında anılan ve kişinin başta namaz olmak üzere birtakım ibadetlerini yapmasına engel olan hükmi kirlilik halinin ortadan kaldırılmasına ilişkin bir temizliktir. Abdest, gusül ve teyemmüm ibadetleri bu temizlik kapsamında değerlendirilmektedir. Ancak, ibadet amaçlı yapılan ve bizzat Kur’an ve Sünnetle emredilen ibadetler olan abdest, gusül ve teyemmüm özü ve görüntüsü itibariyle her üç sınıflamaya da dâhildir.
Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O’na saygı duyasın.
(Naziat, 18-19)
İslam; ferdi ruhen ve ahlâken olgunlaştırmayı, onu her türlü kirden temizlemeyi hedefler. Bunun için insanı kirletecek ve onun üstünde leke olarak kalacak her pisliği gidermek için tedbirler alır. Kur’an ve Rasulullah (s.a.a)’ın gönderilme amacı; başta Allah’a şirk koşma ve küfür olmak üzere kan davası, cinayetler, fuhuş, zulüm, ayyaşlık, faiz, rüşvet, hırsızlık, ırkçılık gibi toplumları kirleten günahlardan; Kibir, haset, riya gibi ferdin arınmasına engel olan her kötü histen onları kurtarmaktır.
“Okuma ve yazma bilmeyenlere, içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah’tır. Daha önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma, 2)
Daha önce büyük bir sapıklık içinde olan bir topluluğun kirlerini Allah’ın ayetleriyle ve örnek yaşantısıyla gideren ve onları iman ahlakının temizliğine eriştiren bir Elçi… Kirlenmiş bedenleri, paslanmış kalpleri, kirli düşüncelerle adeta bir çöp yığını haline gelen beyinleri gökten inen tertemiz ayetlerle yıkayan Rasul ( s.a.a): “Allah temizdir, temizliği sever” buyurur.
Rabbiyle kavuşacağına iman eden, O’nun yanına kirli bir şekilde çıkmak ister mi?
Allah (c.c) Kur’an’ın “yüksek tutulan tertemiz sahifelerde” (Abese, 14) olduğunu anlatır. Ve yeryüzündeki hayatı canlandıran, ölü toprağı dirilten tertemiz bir suyun Gök’ten nazil olduğunu hatırlatır: “Sizi temizlesin, şeytanın pisliğini sizden gidersin, kalplerinize bağlılık versin ve bununla ayaklarınızı sağlam durdursun diye üzerinize gökten bir su indiriyordu.” (Enfal, 11) Tertemiz bir yağmur gibi gökten yeryüzüne nazil olan Kur’an mesajıyla kalpleri ihya eden Hz. Peygamber için: “Nitekim aranıza sizden bir peygamber gönderdik; size ayetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara, 151) buyurarak Rabbimiz, Rasulü (s.a.a)’nün görevlendirilme nedenlerinden birinin insanları vahiyle tezkiye olduğunu bildiriyor.
YAĞMUR…
Tertemiz göklerden yeryüzüne iner Allah’ın emriyle.
Doğaya ve insana hayat verir. Kirlenen bedenleri ve yeryüzünü temizler.
İnsanları tezkiye etme misyonunu Hz. Muhammed (s.a.a) şu sözleriyle ifade eder: “Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenab-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.”
Allah Rasulü (s.a.a) bu hadisinde gökten inen ilahi vahyi yağmura benzetir. Vahyin bereketinden yararlanıp hidayete erenler, bu ilmi hem öğrenir, hem de öğretirler. Vahyin kalplere ve ruhlara hayat verici damlalarından uzak duranlar ise hidayetten yüz çevirenler, rahmetten kaçanlardır. Verimsiz bir arazi, nasıl üzerine yağan tonlarca yağmura rağmen hayat belirtisi göstermezse, Allah’ın ayetlerine yüreklerini kapatanlar da imanın güzelliği ve bereketinden yararlanamazlar: Kalpleri taş gibi katılaşmıştır “Hatta taştan da beter hale gelmiştir. Ama öyle taşlar vardır ki, içlerinden ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki çatlar ve içinden su sızar, öyleleri de vardır ki, Allah korkusuyla yuvarlanır.” (Bakara, 74)
KUR’AN’A GÖRE NELER TEMİZ DEĞİLDİR?
Arınmak isteyen kulun öncelikle nelerden uzak durması ve hangi şeylerden temizlenmesi gerektiğini bilmesi gerekir. Bunun için de Allah’ın ‘pis’ olarak vasıflandırdığı unsurları tanıması şarttır. Kur’an’ın pis olan şeyleri ifade etmek için habis, rics, necis kavramlarını kullandığı bilinmektedir. Bunların anlamlarına kısaca değinelim:
HABİS: Kötülük ve alçaklık niteliği olan somut ve soyut şeyleri anlatmak için kullanılır. Ayrıca asılsız inançları, sözdeki yalanı ve davranışlardaki kötülük ve çirkinliğin tamamını kapsar. Ayetlerle kazandığı manalar ise şöyledir:
- “Deki pis ile temiz asla bir değildir” (Maide, 100) ayetinde pis olarak isimlendirilen, Allah’ın haram kıldığı her şeydir.
-“Kötü söz de kötü bir ağaca benzer” (İbrahim, 26) ayetinde küfür, yalan, gıybet, iftira gibi çirkin sözler habis ismiyle zikredilmiştir.
- “Onu pis işler yapan o şehirden kurtardık.” (Enbiya, 74) Burada pis işlerden kasıt fuhuş vb hayâsızlıklardır.
-“Allah mü’minleri bulunduğunuz durumda bırakacak değil; sonunda murdarı temizden ayıracaktır” (Al-i İmran, 179) Yani müslümanla kâfiri; salih amel sahipleriyle kötü işler yapanları ayıracaktır. Ayette geçen habis kelimesi kâfirler ve onların kötü işlerini anlatmak içindir.
RİCS: Kirli olan şeyleri anlatır. Dört çeşit ‘rics’ ten bahsedilir: Mizaç-Akıl- Din ve hepsi açısından pis kabul edilenler:
-“Ey inananlar! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir.” (Maide, 90) Günahlar ayette rics olarak zikredilmiştir.
-“Kalplerinde hastalık olanlara gelince Allah kirlerine kir ekler” (Tevbe, 125) ayetinde rics, inkâr ve şirk günahlarıdır. Bazı müfessirler ise ayette geçen “pislik” kavramının azap anlamında olduğunu söylerler.
“Allah aklını kullanmayanları kir içinde bırakır” (Yunus, 100) ifadesinde yine benzer anlamdadır.
-“Çünkü onlar pisliktirler…” (Tevbe, 95) Cihattan kaçan münafıkları anlatır.
-“O halde o pis putlardan ve yalan sözden de kaçının.” (Hacc, 30) Ayette Allah’a şirk koşmayı temsil eden putlar pis diye geçmektedir.
-En’am Suresi 145. Ayette domuz etinden Allah (c.c) rics diye bahsetmektedir. Bununla onun hem din açısından haram kılındığını hem de hakiki anlamda pis olduğunu anlatır.
NECİS: “Kirli” anlamına gelen kelime, hem duyu organlarıyla algılanabilen kirleri, hem de kalben ve aklen idrak edilebilen kirleri ifade eder.
- Müşrikleri nitelemek için: “Müşrikler birer pisliktirler.” (Tevbe, 28) ifadesi Kur’an’da yer bulur. Şirk, manevi kirlerin en fenasıdır. Müşrikler, abdest ve gusül de bilmez, maddi kirlerden de sakınmazlar. Bu yönden beden olarak bütünüyle pis değilseler de pisliğe bulanmış ve batmış kimselerdir. Müşrikler birer insan olmak yönüyle aynen ve doğuştan değil, müşrik olmaları sebebiyle inanç ve amel yönünden pisliğe batmışlardır. Bedenlerinde ve elbiselerinde dışarıdan bakıldığında fark edilmese bile maneviyatları kirlidir. Birçok İslam âlimi ayette kâfirlerin kast edildiğini; köpek ve domuz nasıl necis (pis) ise müşrik ve kâfirlerin de necis olduğunu söylemişlerdir. Müşrik bir kişi vücudundaki kirleri ne kadar temizlerse temizlesin, kalbinde taşıdığından dolayı kirlidir ve ancak imanla arınabilir.
Rabb’imizin kirli, necis olarak adlandırdığı unsurları şöyle özetleyebiliriz:
-Şirk, küfür, nifak gibi kullukta işlenen büyük günahlar,
-Allah’ın yenmesini ve içilmesini haram kıldığı yiyecek ve içecekler (domuz, kan, leş, sarhoşluk veren her içki ve tütsü gibi)
-Allah (c.c)’ın yasakladığı davranışlar ve sözler (harama bakmak, gıybet, iftira, zina, ölçü ve tartıda hile, yalan, yetimin malını haksızlıkla yemek vd)
-Müşrik, kâfir ve münafıklar.
-Şirk ve küfür araçları (putlar, fal okları, dikili taşlar gibi)
-Bazı eğlence araçları (kumar, fal gibi kişinin malını, neslini, ahlâkını tehdit eden eğlenceler)
Temiz olanın zıddı olarak kullanılan “Kir, pislik, kirli” anlamına gelen kavramların Kur’an’da maddi kirleri anlatmaktan ziyade manevi kirliliği kastetmekte olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü din, özü itibariyle manevi kirlerden arınma, Allah’ı tanıma ve O’na en halis şekliyle ibadet etmedir. İnanç kirliliği, düşünce kirliliği, eylem kirliliğinden kulu arındırıp temiz bir kalp, duru bir akıl ve saf (halis) amelle kulu ahlâken temizlemek; ardından temiz olanı emredip, pis olandan sakındırma misyonuyla temizliği halka halka genişletmek… Bireyden aileye, aileden topluma, toplumdan tüm dünyaya yayılan bu faaliyetle güzel ahlakı hâkim kılma hedeflenir. Hz. Muhammed (s.a.a)’in gönderilme amacı tam da bu değil midir?
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” Rasul (s.a.a) yirmi üç sene gibi kısa bir sürede günahın her türlüsüyle kirlenen insanları Allah’ın ayetleriyle temizlenmeye çağırmış ve gayretleri sonucu bütün nesillere örnek teşkil edecek temiz bir toplumu inşa etmeyi başarmıştır.
Bedenleri maddi kirlerden temizlemek kolaydır. Hatta insanların büyük çoğunluğu bu yönden bakıldığında temiz kabul edilebilir. Ya kalpler, beyinler ve günahla murdarlaşan bedenler? Allah (c.c), vücutlarını görünen kirlerden temizlemek için defalarca banyo yapsalar ve tonlarca su kullansalar; kalıp kalıp sabunlarla maddi kirlerini yok etseler de O’na ortak koşanları temiz kabul etmez. Buna mukabil bir mü’mini her haliyle temiz kabul eder.
Kişiyi ruhen yüce bir seviyeye ulaştırmayı hedefleyen Allah (c.c): “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır” (Şems, 9-10) buyurur. Bununla birlikte kulu her açıdan mükemmelleştirmeyi hedefleyen İslam, işte bunun için tahareti bütün yönleriyle ele alır. Ne sadece bedeni temizlemeyi emredip manevi temizliği bir kenara bırakır ne de maddi temizliği ihmal edip yalnız ruh temizliğine önem vermeyi emreder.
Hedef kısmi değil, bütüncül bir temizliktir.
Temizliğin dört derecesi:
1. Dışını her türlü kir ve pisliklerden,
2. Organlarını günahlardan,
3. Kalbini kötü huylardan,
4. Gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemektir.
“Taharet” hem bedeni, hem de nefsi temizlemek, arındırmak demektir.
-Manevi temizlik anlamında: “Allah temizlenenleri sever” (Bakara, 222) ayetinde günahları terk etmek ve iyilik yapmak, tevbe etmekle gerçekleşen temizlik kastedilir.
“Seni o inkâr edenlerden arındıracağım” Onların yaptıklarından Allah Rasulünü uzak tutmak, seçip çıkarmak anlamındadır.
-Maddi ve manevi temizlik anlamında: “Eğer cünüpseniz temizlenin” (Maide, 6) Gusül almak emredilir.
-Hem giysilerin hem de nefsin temizliği kast edilir: “Elbiseni temizle” (Müddessir, 4) Elbisenizi yani kişiliğinizi, mizacınızı, kendinizi temizleyin. Sadece vücudun ayıplarını temiz ve güzel kıyafetlerle örtmek yetmez; ahlâkı da güzelleştirmek gerekir. Ayrıca ayette geçen ifade Hz. Peygamber (s.a.a)’in dönemindeki Arap toplumunda kullanılan bir deyim olup “namusunu, edebini muhafaza et” gibi anlamlara gelir. Bu açıdan bakıldığında ayetlerin insan neslini arındırma fonksiyonuyla bu anlamın örtüştüğünü görmekteyiz. Ancak âlimler temizliğin sadece bu yönünün değil, ayette açıkça anladığımız şekliyle “kıyafetlerin temiz tutulması”nın da emredildiğinde hem fikirdirler. Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.a)’in elbiselerini maddi kirlerden temiz tutma noktasındaki titizliğini her müslüman bilmektedir.
A. TEVBE İLE ARINMA
Günahlar, vücutta oluşan habis organizmalar ve artıklar gibidir, bu da ekin içerisindeki yabani otlara benzer. Fazla olan pis kanın alınması gibi, vücut bu artıkları boşalttığı zaman, rahatlayarak tabi haline döner ve gelişmesi hızlanır. Aynı şekilde kalpte günahlardan tevbe edildiği zaman artıklar boşaltılmış olur. Çünkü salih amellere kötü ameller karıştırılınca kalpte habis bir artık olmuş demektir. Tevbe ile bu artıklar atıldığında kalp yeniden kuvvet kazanır ve salih amelleri yapmaya hazır hale gelir.
Hz. Ali (s.a): “Haramdan kazandığın vücut etlerini gidermelisin” derken tevbeyi ve günahla kirlenmiş bedeni Allah yolunda yorarak temizlemeyi işaret eder.
Arınmak isteyen kul, öncelikle kendisini ablukaya alan kirlerin ve hamallığını yaptığı bel büken, onur inciten günah yükünün farkında olmalıdır. Sonra hakkıyla Rabbine yönelmeli ve O’nun güven iklimine kendisini teslim etmelidir: “Çünkü günahları ancak Allah bağışlar.” Tevbeyle günahın kirini ve ağırlığını üzerinden atmayı başaran kul, bu sükûnet ve huzur anını devamlı kılmak için Rabbe ibadetin tek yol olduğunu anlar: “Temizlenmeyi arzular mısın? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O’na saygı duyasın.” (Naziat, 18-19)
B. İBADET İLE ARINMA
Allah, temizlenmek isteyen kullarını yollarına iletendir. Kuluna namazı emreder ve ardından bu ibadetin günahlardan ve çirkinliklerden insanı alıkoyacağını ve mü’mini kurtuluşa götüreceğini müjdeler. O’nun Rasulü (s.a.a) namazı mü’minin kapısının önünden akan ve onun beş defa kendisiyle yıkandığı bir nehre benzetir ve ekler: “İşte namaz mü’minin günahlarını böyle siler, götürür.”
Kur’an ayetlerinde daima namazla birlikte anılan zekât kelimesinin zahirinde ve batınında aynı anlam gizlidir: Arınma…
Zekât ile malın üstündeki kir giderilmiş olur. Çünkü zenginin malında fakirin hakkı vardır ve bu hak sahibine ulaşıncaya kadar mal temiz değildir. Sahibini ateşe götüren mal, zekâtla budanmayandır: “Ve Allah’ın yolunda malını verip temizlenerek hakkıyla korunan ise ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır.”
Allah’ı anmaktan alıkoyan ve günaha girmeye sebep olan mal sevgisinin neden olacağı kirlilikten ancak zekât ve sadakayla arınılabilir. Yine nifak gibi ciddi bir kirden ancak Allah yolunda malını seve seve harcayanlar temizlenebilir. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.a) Müslümanlara “Zekatı ver! Zira o seni (günahlardan) arındıran bir temizliktir” buyurur.
Sadaka ise suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür ve bu sayede kalpte üstün bir temizlik elde edilir. Kalbin manevi yönden gelişip büyümesi, onun günahlardan arındırılıp temizlenmesine bağlıdır. Zekât ve sadaka hem malı hem kalbi temizler: “Onların mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizler ve (günahlarını-kusurlarını) paklarsın.” (Tevbe, 103)
Bunun yanında sadece namaz için değil, kulu arındırmaya yönelik emredilen her amel için temizlik şart koşulmuştur. “Temiz” olmayan hiçbir ameli Allah kabul etmez. Riya ile kirlenen ibadet, haram yollarda kazanılmış malları zekat ve sadaka olarak vermek makbul değildir. Yenilip içilen şeyler, alınan gıdalar temiz (helal) değilse yapılan dualar dahi kabul olmaz: “Allah temizdir ve sadece temiz olanı kabul eder.”
C. GÜNAHTAN SAKINARAK ARINMA
Günahlar, bedendeki virüsler ve bitkileri saran zararlı otlar gibidir. Onları vücuttan uzaklaştırmadan ve onun tutsaklığından kurtulmadan gelişip serpilemez, olgunlaşamaz insan. Yarattıklarına merhamet eden Rahman, kulunu arındırmak ve onun kişiliğini kemale erdirmek için ona birtakım yasaklamalar getirir:
“Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu hareket onlar için daha temiz ve yararlıdır.” (Nur, 30)
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve zar çekerek şans aramanız şeytana ait pis işlerden başkası değildir. Kurtuluşunuzu umabilmek için bunlardan hep birlikte kaçının.” (Maide, 90)
“Sakın zinaya yaklaşmayın, şüphesiz o iğrenç bir hayâsızlık ve çok kötü bir yoldur.” (İsra, 32)
“Öyleyse o pis putlardan sakının ve yalan söz söylemekten kaçının.” (Hacc, 30)
“Ey iman edenler zandan kaçının; zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Kiminiz de kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz hiç ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Demek ki tiksindiniz!” (Hucurat, 12)
“Allah’ın sizin üzerinize bol rahmeti ve lûtfu olmasaydı, sizden hiçbiriniz ebediyen (günah ve fenalıktan) temize çıkamazdı.” (Nûr, 21)
D. FİZİKİ ARINMA
Allah’ın emirlerine uyarak ve yasaklarından sakınarak manevi kirlerden arınan ve ruhunu yücelten kulun temizliğinin kemale ermesi için kendisini çevreleyen fiziki şartların da buna uygun olması gerekir. Kulunun manevi açıdan arınmasını isteyen Allah (c.c), onun beden, elbise ve çevresinin kirli olmasına razı olabilir mi? Kur’an’da taharetin hem maddi, hem de manevi yönüyle ele alınmasının böyle bir anlamı vardır: İnsanı bütün yönleriyle arındırmak…
Çünkü Allah: “… temizlenmenizi ve üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide, 6)
Müslümanların sağlıklı ve güvenli bir toplum meydana getirmesinde maddi temizliğin de dini sorumluluklar kapsamına alındığını görmekteyiz. Abdest ve gusül, uygulanış itibariyle suyla yapılan bir beden temizliği olarak görülebilir. Ancak bu eylemler beden ve ruh temizliğini aynı anda gerçekleştiren ibadetler olup manevi temizlik yönleri daha güçlüdür. Bunun en büyük kanıtı su bulunamadığında yapılması emredilen “Teyemmüm”dür. Amaç sadece vücut temizliğini temin etmek olsaydı teyemmüm gibi sembolik temizlik yönü baskın olan bir ibadet emredilmezdi.
Taharet (Temizlik) âlimler tarafından bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Buna göre 3 kısma ayrılır:
1. Manevi Temizlik: Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan temizliktir ve İslam Dini’nin amacını teşkil eder. Kalbin ve nefsin yalan, kibir, gıybet, haset, küfür, nifak, şirk gibi günahlardan; organların haram yiyecekler ve yasak davranışlardan arındırılmasını anlatır.
2.Maddi Temizlik: Beden, elbise ve yer temizliği gibi görünen kir ve pisliklere yönelik temizliktir.
3. Hükmi Temizlik: “Hadesten Taharet” olarak fıkıh kitaplarında anılan ve kişinin başta namaz olmak üzere birtakım ibadetlerini yapmasına engel olan hükmi kirlilik halinin ortadan kaldırılmasına ilişkin bir temizliktir. Abdest, gusül ve teyemmüm ibadetleri bu temizlik kapsamında değerlendirilmektedir. Ancak, ibadet amaçlı yapılan ve bizzat Kur’an ve Sünnetle emredilen ibadetler olan abdest, gusül ve teyemmüm özü ve görüntüsü itibariyle her üç sınıflamaya da dâhildir.

ADAM KAYIRMA VE TORPİL
Sosyal eşitsizliğin diğer bir yönü ehil (uzman) olmayanın iş başına geçmesi ve işlerin yolunda gitmesine engel olan torpil mekanizmasıdır.
İslam ise sosyal düzeni; adalet (eşitlik) temeline bina eder. Sınıfsal bir ayrışma yapılmaksızın, herkes Allah’ın hükümleri karşısında birdir.
Peygamber oğluyla bir köle çocuğu Allah indinde eşittir. Âdem’in oğlu olması Kabil’e verilecek cezayı hafifletecek değildir. Babasının ısrar ve çabalarına rağmen iman etmeyen Nuh’un oğlunu babasının Allah’ın Elçisi olması tufandan kurtarmaz. Bilakis, oğlunun azgın dalgalarda boğuluşunu derin bir hüzün içinde seyreden ve Rabb’inden onu kurtarmasını talep eden Nuh’a Rabbi’nden cevap gelir: “O senin ailenden değil!” Aynı kanı, geni taşısalar da mü’min bir baba ile kâfir oğlunun bağlarını koparan bir açıklamadır bu.
Ne oğullar, ne mallar, ne makam, ne de babalar onları azaptan kurtaramadı:
“Onlar, işledikleri günahlarından dolayı tufanda boğuldular, peşinden yakıcı bir ateşe atıldılar ve kendilerini azaptan kurtaracak, Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar” (Nuh, 25)
Bir başka ayette ise gerçek yakınlıktan bahsedilir: “Ancak inananlar kardeştir.”
Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Lut (a.s)’un eşlerine peygamber zevcesi olmaları ne gibi bir şöhret sağlamıştır? Yalnız Allah’a iman eden ve kocası Firavun’un rablik iddiasına şiddetle karşı çıkarak mü’min kadınların örneği olma onurunu hak eden Asiye’ye, asırlar boyu adı zulüm ve şirkle anılacak Firavun’un karısı olmak neyi kaybettirir? Hz. Muhammed (s.a.s)’in amcası olmak, adı Kur’an’da “Elleri kurusun” bedduasıyla anılan Ebu Leheb’e kıyamet günü nasıl bir ayrıcalık kazandırır?
Kıyamet Günü “Dostluğun, alışverişin ve şefaatin olmadığı” dehşetli bir gündür. “O gün anne yavrusundan, kardeş kardeşten kaçar, hiçbir dost dostunu sormaz.”
Müşriklerin elebaşı Ebu Leheb bir gün Rasulullah (a.s)’a sorar: “Ben iman edersem bana ne var?” Mekkeliler arasında makam ve şan sahibi olmakla kibirlenen Ebu Leheb, kendisine yapılan ayrıcalıklı muamelelerin devam edeceği ümidini taşımaktadır. Rasulullah (a.s)’ın: “Bütün mü’minlere ne varsa sana da o var” cevabı üzerine içi öfke ve nefretle dolu bir halde inkârını belirtir: “Beni başkalarıyla eşit tutan din olmaz olsun!”
Mekkelilere kabilelerin ismiyle teker teker hitap ederek cehennem azabına karşı onları uyaran Rasululah, kızı Fatıma’ya dönerek sözlerini tamamlar: “Ey Fatıma! Malımdan dilediğini benden iste. Fakat Allah’a karşı sana bir yardımım olmaz.” Fatıma (sa) buğday öğütür, ekmek pişirir, gün içinde defalarca dışarıdan eve su taşır. Bedeni artık bu yükün altında ezilir hale gelir.
Kureyş’ten bir kadın hırsızlık yapar ve Hz. Peygamber (a.s) bunu duyunca hükmü verir: “Parmakları kesilmelidir!” Kureyş’in büyük, zengin aileleri bunu kabileleri üzerinde kalacak kara bir leke olarak görür ve hükmün iptali için Rasul’ün sevdiği bazı isimleri aracılık yapması için Rasul’ün yanına gönderirler. Ama O, Allah’ın yasalarını uygulamakta kararlıdır; her türlü uzlaşma ve kayırmaya kapılarını sertçe ve bir daha açılmamacasına kapatır: “Hüküm benim ellerimde olduğu sürece kaçış yolu yoktur. Hatta bu, Peygamber’in kızı Fatıma bile olsa, parmakları kesilecektir.”
Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s), aynı olay üzerine halkın karşısına çıkıp şu açıklamayı yapar: “ Ey İnsanlar! Siz Allah’ın kanunlarından birinin uygulanmaması için vasıtalar mı arıyorsunuz? Şüphesiz sizden öncekiler, şerefli (soylu) biri hırsızlık yaptığında onu serbest bırakmak, zayıf biri suç işlediğinde onu cezalandırmak yüzünden helak olmuşlardır. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim.”
O (s.a)’nun kalabalık bir topluluk önünde yaptığı konuşma, halkın bu yönde taleplerle (kayırma, torpil vb) bir kısım insanları Allah’ın kanunlarından muaf tutma girişimlerini, şiddetle engeller niteliktedir. Çünkü O, kayırma için değil adalet için gönderilmiştir.
“Müslümanlar ancak kardeştir.” (Hucurât, 10) ilâhî düsturu gereği her türlü taassup, menfaat ve geleneksel algılama hatalarından sıyrılarak İslam kardeşliğini adalet üzerine tesis etmesi mü’minin üstünde bir borçtur.
İslam ise sosyal düzeni; adalet (eşitlik) temeline bina eder. Sınıfsal bir ayrışma yapılmaksızın, herkes Allah’ın hükümleri karşısında birdir.
Peygamber oğluyla bir köle çocuğu Allah indinde eşittir. Âdem’in oğlu olması Kabil’e verilecek cezayı hafifletecek değildir. Babasının ısrar ve çabalarına rağmen iman etmeyen Nuh’un oğlunu babasının Allah’ın Elçisi olması tufandan kurtarmaz. Bilakis, oğlunun azgın dalgalarda boğuluşunu derin bir hüzün içinde seyreden ve Rabb’inden onu kurtarmasını talep eden Nuh’a Rabbi’nden cevap gelir: “O senin ailenden değil!” Aynı kanı, geni taşısalar da mü’min bir baba ile kâfir oğlunun bağlarını koparan bir açıklamadır bu.
Ne oğullar, ne mallar, ne makam, ne de babalar onları azaptan kurtaramadı:
“Onlar, işledikleri günahlarından dolayı tufanda boğuldular, peşinden yakıcı bir ateşe atıldılar ve kendilerini azaptan kurtaracak, Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar” (Nuh, 25)
Bir başka ayette ise gerçek yakınlıktan bahsedilir: “Ancak inananlar kardeştir.”
Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Lut (a.s)’un eşlerine peygamber zevcesi olmaları ne gibi bir şöhret sağlamıştır? Yalnız Allah’a iman eden ve kocası Firavun’un rablik iddiasına şiddetle karşı çıkarak mü’min kadınların örneği olma onurunu hak eden Asiye’ye, asırlar boyu adı zulüm ve şirkle anılacak Firavun’un karısı olmak neyi kaybettirir? Hz. Muhammed (s.a.s)’in amcası olmak, adı Kur’an’da “Elleri kurusun” bedduasıyla anılan Ebu Leheb’e kıyamet günü nasıl bir ayrıcalık kazandırır?
Kıyamet Günü “Dostluğun, alışverişin ve şefaatin olmadığı” dehşetli bir gündür. “O gün anne yavrusundan, kardeş kardeşten kaçar, hiçbir dost dostunu sormaz.”
Müşriklerin elebaşı Ebu Leheb bir gün Rasulullah (a.s)’a sorar: “Ben iman edersem bana ne var?” Mekkeliler arasında makam ve şan sahibi olmakla kibirlenen Ebu Leheb, kendisine yapılan ayrıcalıklı muamelelerin devam edeceği ümidini taşımaktadır. Rasulullah (a.s)’ın: “Bütün mü’minlere ne varsa sana da o var” cevabı üzerine içi öfke ve nefretle dolu bir halde inkârını belirtir: “Beni başkalarıyla eşit tutan din olmaz olsun!”
Mekkelilere kabilelerin ismiyle teker teker hitap ederek cehennem azabına karşı onları uyaran Rasululah, kızı Fatıma’ya dönerek sözlerini tamamlar: “Ey Fatıma! Malımdan dilediğini benden iste. Fakat Allah’a karşı sana bir yardımım olmaz.” Fatıma (sa) buğday öğütür, ekmek pişirir, gün içinde defalarca dışarıdan eve su taşır. Bedeni artık bu yükün altında ezilir hale gelir.
Kureyş’ten bir kadın hırsızlık yapar ve Hz. Peygamber (a.s) bunu duyunca hükmü verir: “Parmakları kesilmelidir!” Kureyş’in büyük, zengin aileleri bunu kabileleri üzerinde kalacak kara bir leke olarak görür ve hükmün iptali için Rasul’ün sevdiği bazı isimleri aracılık yapması için Rasul’ün yanına gönderirler. Ama O, Allah’ın yasalarını uygulamakta kararlıdır; her türlü uzlaşma ve kayırmaya kapılarını sertçe ve bir daha açılmamacasına kapatır: “Hüküm benim ellerimde olduğu sürece kaçış yolu yoktur. Hatta bu, Peygamber’in kızı Fatıma bile olsa, parmakları kesilecektir.”
Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s), aynı olay üzerine halkın karşısına çıkıp şu açıklamayı yapar: “ Ey İnsanlar! Siz Allah’ın kanunlarından birinin uygulanmaması için vasıtalar mı arıyorsunuz? Şüphesiz sizden öncekiler, şerefli (soylu) biri hırsızlık yaptığında onu serbest bırakmak, zayıf biri suç işlediğinde onu cezalandırmak yüzünden helak olmuşlardır. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim.”
O (s.a)’nun kalabalık bir topluluk önünde yaptığı konuşma, halkın bu yönde taleplerle (kayırma, torpil vb) bir kısım insanları Allah’ın kanunlarından muaf tutma girişimlerini, şiddetle engeller niteliktedir. Çünkü O, kayırma için değil adalet için gönderilmiştir.
“Müslümanlar ancak kardeştir.” (Hucurât, 10) ilâhî düsturu gereği her türlü taassup, menfaat ve geleneksel algılama hatalarından sıyrılarak İslam kardeşliğini adalet üzerine tesis etmesi mü’minin üstünde bir borçtur.

HER İBADETTE VAHDET VAR…
İman edenlerin temel ibadetlerini sıralayacak olursak öncelikle namaz, hac, oruç, …
Namaz ve Vahdet
Tüm inananlar namaz ile mükelleftir. Beraberce aynı kıbleye dönerler, kıyama dururlar, rükû ve secdeye varırlar. Rabb’lerine tüm ümmet için dua ederler. Hep beraber Fatiha andını okurlar. Kendilerine nazil olan sürelerden arka arkaya sıralarlar. Akıllarının ve gönüllerinin odaklandığı aynı yönde inananlar vahdet oluştururlar.
Namazdan sonra beraberce durdukları kıblelerini mi değiştirirler? Beraberce ettikleri kıyamı Allah için yapmayacaklar mıydı? Yoksa Allah düşmanları yerine birbirilerine mi kıyam edecekler? Rükû ve secdelerinin ifadelerini unuturlar mı? Ne için, kimler için dua ettiler? Fatiha süresini okumamışlar mıydı? Tevhid bilincinden vahdete düşüncesine ne oldu?
Namazda verilen vahdet ahdine ne oldu!!!
Namazdan sonra namaz bilinci unutulacak mıydı?!!
Hac ve Vahdet
Bütün inananlar kefen giymiş gibi ihrama girerler. Arınmayı çok isteyen bu insanlar birbirine odaklanmayıp Rabb’inin huzuruna çıkmanın endişe ve heyecanını yaşarlar. Hepsinin kalbi güp güp atar. Sanki kalpleri dışarıya fırlayacakmış gibi olurlar. Diğer yandan gözleri yaşlıdır. Pişmanlığın ızdırabı içinde mağfiret ve af dilerler. Tek istekleri “iyi bir kul” olmaktır. Diğer tüm inananlar ile Beytullah’ın etrafında ışığa üşüşen kelebekler gibi pervane olurlar ve sonsuzluğun kucağında razı olunmuş kullar olmayı çok isterler. “Suphanallah” onların en çok tekrarladıkları zikirdir. Sonra Say’a yönelirler, sonra babaları âdem(a.s) ve anneleri Havva(as) gibi marifete erişmek için Arafat a koşarlar… Ahiret gününe dirilmişin bir provası gözlerinin önüne serileniverir.
Bilirler ki dünya geçici bir gölgelik. Asıl ahiret hayatı kendilerini bekliyordur.
Oradan da Müzdelife’ye… Şeytana saldırmak için taşlarını orada toplarlar. Ve hep birlikte asıl düşmanları olan şeytan ve dostlarını taşlamaya giderler…
Ve insanın ve Rabb’imin düşmanı olan şeytanları yenmenin izzet ve gururu ile hep birlikte Rabb’lerine getirdikleri hediyelerini sunarlar…
Ya sonra… Bu Rabbanî terbiye unutulur ve birbirilerini taşlamaya başlarlar, ahiret gününün sahnesini, beraber yaptıkları tavaf ve say göz ardı ederler. Hepsinin düşmanı olan Şeytan özgürleşir! Kimi taşlayacaktılar? Âdem babasına ve Havva annesine bu evlat yaraşanı yaptı mı? Ahiret gününün duruşuna ne oldu? Rabbine vereceği hesap anı unutuldu mu?
Hacda verilen vahdet ahdine ne oldu!!!
Hac’dan sonra hac bilinci unutulacak mıydı?!!
Oruç ve Vahdet
İnananlar hep beraber sahura kalkarlar. “Allah’ım! Yalnızca senin rızan için oruç tutacağım” diyerek… Gün boyunca bedenler aç, susuz kalır. Her organa kendini tutmak öğretilir. İstenir ki her organ işlediği günahlardan arınsın, terbiye olsun… Diğer yandan aç olanların hali anlaşılsın. Kalpler yumuşasın, merhamet ve beraberlik öğrenilsin. Bu yüzden bu ayda iyilikler artırılır. Bilinir ki bu ay; Allah’ın ayıdır. Ve her iyilik Rabbine bir sunumdur.
Akşamları iftarın heyecanı bir başkadır. Sahne Cennet nimetlerine koşmayı andırır. Hele bir de misafir iftar yemeğine çağrılmışsa; hep beraber cennete koşmalar birbirine temenni edilir.
Hele bu ayı en çok ta kıymetli eden Kur’an’ın inzal olduğu gecenin bu ay da saklı oluşudur. Tüm inananların ilahi kitabı bu gecede inzal olmaya başlamıştır. Bu gece için birbirilerine tebrik ettikleri gibi Rabb’lerine binlerce kez hamd ederler. Kendilerine vahy edilen bu ilahî kitabı verdiği için şükrederler. Aynı zamanda bu gece; peygamberin bisetini de hatırlatır. Ve kendilerine model bir rehber olan peygamberi gönderen Rabb’lerine yine şükrederler. Ramazan ayının sonunda cennet günlerini andıran bayram günlerini hep beraber kutlarlar…
Ve kısa bir süre sonra arındırılan nefis; kötülük ve düşmanlık için tetiklenir. Merhamet ve kardeşlik zulme ve ihanete dönüşür. Hep beraber teslim aldıkları Kur’an unutulur, hepsinin tek rehberi olan peygamberin önderliği göz ardı edilir. Bayram günleri dünya hayatına sıkıştırılmış olur.
Ramazan ayından sonra Ramazan ahdine ne oldu!!!
Ramazan ayından sonra Ramazan bilinci unutulacak mıydı?!!
Kısaca İslam’ın tüm ibadetlerinde verilen “Biz” hareketi ve mesajları; “ Ben” e dönüşür. Bir olan Rabb’leri yüce Allah’a verdikleri sözünden geri dönerler. İlahi huzurda tek kaygıları “kulluk” iken ibadetlerden sonra dünyaya yönelirler.
Hâlbuki hepsi yüce Allah’ın huzurunda durmuş, hedeflerini yalnızca “Allah rızası” olarak göstermişlerdi.
Şimdi vahdeti bozarak amaç ve gayretlerini saptırdılar mı? Saptırmadılarsa dönüp bir daha ibadetlerinin mesajlarını duymak ve kendilerini sorgulamak zorundadırlar.
İbadetleri kendilerine ne emrediyor? Vahdeti mi, yoksa ahde ihaneti mi?
Namaz ve Vahdet
Tüm inananlar namaz ile mükelleftir. Beraberce aynı kıbleye dönerler, kıyama dururlar, rükû ve secdeye varırlar. Rabb’lerine tüm ümmet için dua ederler. Hep beraber Fatiha andını okurlar. Kendilerine nazil olan sürelerden arka arkaya sıralarlar. Akıllarının ve gönüllerinin odaklandığı aynı yönde inananlar vahdet oluştururlar.
Namazdan sonra beraberce durdukları kıblelerini mi değiştirirler? Beraberce ettikleri kıyamı Allah için yapmayacaklar mıydı? Yoksa Allah düşmanları yerine birbirilerine mi kıyam edecekler? Rükû ve secdelerinin ifadelerini unuturlar mı? Ne için, kimler için dua ettiler? Fatiha süresini okumamışlar mıydı? Tevhid bilincinden vahdete düşüncesine ne oldu?
Namazda verilen vahdet ahdine ne oldu!!!
Namazdan sonra namaz bilinci unutulacak mıydı?!!
Hac ve Vahdet
Bütün inananlar kefen giymiş gibi ihrama girerler. Arınmayı çok isteyen bu insanlar birbirine odaklanmayıp Rabb’inin huzuruna çıkmanın endişe ve heyecanını yaşarlar. Hepsinin kalbi güp güp atar. Sanki kalpleri dışarıya fırlayacakmış gibi olurlar. Diğer yandan gözleri yaşlıdır. Pişmanlığın ızdırabı içinde mağfiret ve af dilerler. Tek istekleri “iyi bir kul” olmaktır. Diğer tüm inananlar ile Beytullah’ın etrafında ışığa üşüşen kelebekler gibi pervane olurlar ve sonsuzluğun kucağında razı olunmuş kullar olmayı çok isterler. “Suphanallah” onların en çok tekrarladıkları zikirdir. Sonra Say’a yönelirler, sonra babaları âdem(a.s) ve anneleri Havva(as) gibi marifete erişmek için Arafat a koşarlar… Ahiret gününe dirilmişin bir provası gözlerinin önüne serileniverir.
Bilirler ki dünya geçici bir gölgelik. Asıl ahiret hayatı kendilerini bekliyordur.
Oradan da Müzdelife’ye… Şeytana saldırmak için taşlarını orada toplarlar. Ve hep birlikte asıl düşmanları olan şeytan ve dostlarını taşlamaya giderler…
Ve insanın ve Rabb’imin düşmanı olan şeytanları yenmenin izzet ve gururu ile hep birlikte Rabb’lerine getirdikleri hediyelerini sunarlar…
Ya sonra… Bu Rabbanî terbiye unutulur ve birbirilerini taşlamaya başlarlar, ahiret gününün sahnesini, beraber yaptıkları tavaf ve say göz ardı ederler. Hepsinin düşmanı olan Şeytan özgürleşir! Kimi taşlayacaktılar? Âdem babasına ve Havva annesine bu evlat yaraşanı yaptı mı? Ahiret gününün duruşuna ne oldu? Rabbine vereceği hesap anı unutuldu mu?
Hacda verilen vahdet ahdine ne oldu!!!
Hac’dan sonra hac bilinci unutulacak mıydı?!!
Oruç ve Vahdet
İnananlar hep beraber sahura kalkarlar. “Allah’ım! Yalnızca senin rızan için oruç tutacağım” diyerek… Gün boyunca bedenler aç, susuz kalır. Her organa kendini tutmak öğretilir. İstenir ki her organ işlediği günahlardan arınsın, terbiye olsun… Diğer yandan aç olanların hali anlaşılsın. Kalpler yumuşasın, merhamet ve beraberlik öğrenilsin. Bu yüzden bu ayda iyilikler artırılır. Bilinir ki bu ay; Allah’ın ayıdır. Ve her iyilik Rabbine bir sunumdur.
Akşamları iftarın heyecanı bir başkadır. Sahne Cennet nimetlerine koşmayı andırır. Hele bir de misafir iftar yemeğine çağrılmışsa; hep beraber cennete koşmalar birbirine temenni edilir.
Hele bu ayı en çok ta kıymetli eden Kur’an’ın inzal olduğu gecenin bu ay da saklı oluşudur. Tüm inananların ilahi kitabı bu gecede inzal olmaya başlamıştır. Bu gece için birbirilerine tebrik ettikleri gibi Rabb’lerine binlerce kez hamd ederler. Kendilerine vahy edilen bu ilahî kitabı verdiği için şükrederler. Aynı zamanda bu gece; peygamberin bisetini de hatırlatır. Ve kendilerine model bir rehber olan peygamberi gönderen Rabb’lerine yine şükrederler. Ramazan ayının sonunda cennet günlerini andıran bayram günlerini hep beraber kutlarlar…
Ve kısa bir süre sonra arındırılan nefis; kötülük ve düşmanlık için tetiklenir. Merhamet ve kardeşlik zulme ve ihanete dönüşür. Hep beraber teslim aldıkları Kur’an unutulur, hepsinin tek rehberi olan peygamberin önderliği göz ardı edilir. Bayram günleri dünya hayatına sıkıştırılmış olur.
Ramazan ayından sonra Ramazan ahdine ne oldu!!!
Ramazan ayından sonra Ramazan bilinci unutulacak mıydı?!!
Kısaca İslam’ın tüm ibadetlerinde verilen “Biz” hareketi ve mesajları; “ Ben” e dönüşür. Bir olan Rabb’leri yüce Allah’a verdikleri sözünden geri dönerler. İlahi huzurda tek kaygıları “kulluk” iken ibadetlerden sonra dünyaya yönelirler.
Hâlbuki hepsi yüce Allah’ın huzurunda durmuş, hedeflerini yalnızca “Allah rızası” olarak göstermişlerdi.
Şimdi vahdeti bozarak amaç ve gayretlerini saptırdılar mı? Saptırmadılarsa dönüp bir daha ibadetlerinin mesajlarını duymak ve kendilerini sorgulamak zorundadırlar.
İbadetleri kendilerine ne emrediyor? Vahdeti mi, yoksa ahde ihaneti mi?

IRKÇILIK BİZİ BİTİRECEK!
Toplumların bir diğer ayıbı ise şüphesiz ırkçılık, soyla ve makamla övünme hastalığıdır. Allah (c.c)’ın insanları farklı ırk, ten ve dilde yaratması kişisel veya toplumsal üstünlük bahşetmek veya bazı milletleri aşağılamak için değil; sadece insanların birbiriyle tanışıp kaynaşması içindir:
“ Ey insanlar! Gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında sizin en üstününüz, şüphe yok ki O’dan en çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 13) Rabb’in sevdiği veya nefret ettiği bir ırk yoktur. Zaten böyle bir durum O’nun adaletine de yakışmaz.
Kimsenin kanı, canı, ten rengi, kafatası asil değildir. Asalet edinimseldir, kalıtımsal değildir; ancak takva ve ahlak güzelliğiyle elde edilebilir. Tabi bu, insanların birbirleri arasında ve kibir vesilesi olacak bir şöhret değil; Rableri katında ve sadece O’nun layık görmesiyle elde edilecek bir onurdur. (Rum 22’ye bkz.)
Hz. Muhammed (s.a.a), İslam’la putperestliğin belirgin özelliklerinden olan gurur, kibir ve atalarla övünme alışkanlıklarına karşı savaş açar.
O (s.a.a), Veda Haccı’nda insanlığa hitap ederken ırkçılık hakkında genel bir uyarı yapar: “Ey insanlar Rabbiniz birdir ve atanız da birdir: Hepiniz Âdem (a.s)’in soyundan geliyorsunuz ve Âdem de topraktan yaratılmıştır. Allah katında en saygın ve değerliniz, O’ndan en çok korkan ve çekineninizdir. Takva (Allah’tan hakkıyla korkma) dışında Arap’ın Arap olmayan birine karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Dikkat edin!” Bu mükemmel ifade ‘ırkçılık’ konusundaki tüm tartışma ve şüphelere son verir niteliktedir. Türk’ün Arap’a, Amerikan’ın Afrikalı’ya, Japon’un İngiliz’e üstünlüğü yoktur. Seçilmiş ırk ve kusursuz soy yoktur.
Bir gün İran’lı Selman, Habeşistan’lı Bilal ve Anadolu’lu Suheyb’i, Arap olmadıkları için ‘yabancı’ diye küçümseyen bir adamı Rasulullah’a şikâyet ederler. O (s.a.a), ashabını derhal toplayıp onlara seslenir:
“Ey insanlar Rabbiniz bir, babanız bir, dininiz birdir. Araplık sizin ne babanız, ne ananızdır. O, dilden ibarettir.” Daha sonra: “Bu münafık için ne buyurursun?” diye soran sahabesine cevabı: “Bırak, cehenneme kadar yolu var” olur. Selman-ı Farisi hakkında Hz. Muhammed (s.a.a)’in şu sözü sınırların, ataların ve kültürlerin yabancılığına rağmen onun Rasulullah yanındaki yakınlığını gözler önüne serer: “Selman Biz’dendir, Ehl-i Beyttendir.” Bir Müslüman için onurların en güzelidir Hz. Muhammed’e aile olabilmek. Selman’ı Peygamber Ailesine dâhil eden, onun İslam’la gelen kardeşliğinden başkası değildir.
Bir çocuk ne babasının asaletini (!) onun kanıyla taşır, ne de babasının günahını miras alabilir: “ Allah’ın nezdinde bir çiftçi çocuğu olmakla, devlet başkanının oğlu olmak arasında fark yoktur. Çünkü mallar, makamlar, evlatlar, ilimler hepsi Allah’ın kullarına lütfu ve emanetidir. Bu nimetler; riya, kibir ve üstünlük aracı değil, imtihan vesilesidir.
Mekke’nin fethi sırasında, ordunun önünde; başı, sakalı devesinin semerine değecek kadar öne eğilmiş bir şahıs vardır. Devamlı olarak ağzından şu kelimeler dökülür: “Ey Allah’ım! Dünya ancak ahiret hayatıdır.” (Ankebut, 64) Bir devlet başkanı, bir ordu komutanı ve Allah’ın Elçisi (s.a.s)’dir sözlerin sahibi. O, bütün üstün vasıf ve rütbelerine rağmen, kul olduğunu hatırından çıkarmayandır.
Mekke’nin fethedildiği gün, adamın biri O’nun huzuruna girer. Bir devlet reisinin huzuruna çıkmanın heyecan ve korkusundan vücudu titreyen adam, ürkek adımlarla O’na yanaşır. Allah’ın Rasulü adamı rahatlatan ses tonuyla şunları söyler: “ Serbest dur, sıkılma! Ben hükümdar değilim, ben Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Çağının kayserleri, şahları ve krallarının oturduğu mücevher işlemeli tahtların aksine, kuru yerde oturan bir devlet başkanı… O, sultan bir peygamber olmaktansa kul bir peygamber olmayı tercih eder. Güzel davranışlarıyla Kur’an ayetlerini konuşturur: “Üstünlük ancak takvadadır.”
Hz. Âdem (a.s)’den Hz. Muhammed (s.a.a)’e bütün Peygamberler aynı mesajı verir halklarına: “Ben de sizin gibi (yiyen, içen, çarşıda gezen, yolda yürüyen) biriyim. Sizden farkım bana Allah’tan vahiy gelmesidir.”
İslam’ın temelini oluşturan “Tevhid”; kalpleri, milletleri, renkleri ve kültürleri Allah’a ibadette “bir”leştiren mutlak bir güçtür. Bu din, sınıfsal ayrıcalıkları yok etmek ve fitnelere son vermek, “kardeşlik” ekseninde bütün inananları bir araya toplamak için gelmiştir.
“ Ey insanlar! Gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında sizin en üstününüz, şüphe yok ki O’dan en çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 13) Rabb’in sevdiği veya nefret ettiği bir ırk yoktur. Zaten böyle bir durum O’nun adaletine de yakışmaz.
Kimsenin kanı, canı, ten rengi, kafatası asil değildir. Asalet edinimseldir, kalıtımsal değildir; ancak takva ve ahlak güzelliğiyle elde edilebilir. Tabi bu, insanların birbirleri arasında ve kibir vesilesi olacak bir şöhret değil; Rableri katında ve sadece O’nun layık görmesiyle elde edilecek bir onurdur. (Rum 22’ye bkz.)
Hz. Muhammed (s.a.a), İslam’la putperestliğin belirgin özelliklerinden olan gurur, kibir ve atalarla övünme alışkanlıklarına karşı savaş açar.
O (s.a.a), Veda Haccı’nda insanlığa hitap ederken ırkçılık hakkında genel bir uyarı yapar: “Ey insanlar Rabbiniz birdir ve atanız da birdir: Hepiniz Âdem (a.s)’in soyundan geliyorsunuz ve Âdem de topraktan yaratılmıştır. Allah katında en saygın ve değerliniz, O’ndan en çok korkan ve çekineninizdir. Takva (Allah’tan hakkıyla korkma) dışında Arap’ın Arap olmayan birine karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Dikkat edin!” Bu mükemmel ifade ‘ırkçılık’ konusundaki tüm tartışma ve şüphelere son verir niteliktedir. Türk’ün Arap’a, Amerikan’ın Afrikalı’ya, Japon’un İngiliz’e üstünlüğü yoktur. Seçilmiş ırk ve kusursuz soy yoktur.
Bir gün İran’lı Selman, Habeşistan’lı Bilal ve Anadolu’lu Suheyb’i, Arap olmadıkları için ‘yabancı’ diye küçümseyen bir adamı Rasulullah’a şikâyet ederler. O (s.a.a), ashabını derhal toplayıp onlara seslenir:
“Ey insanlar Rabbiniz bir, babanız bir, dininiz birdir. Araplık sizin ne babanız, ne ananızdır. O, dilden ibarettir.” Daha sonra: “Bu münafık için ne buyurursun?” diye soran sahabesine cevabı: “Bırak, cehenneme kadar yolu var” olur. Selman-ı Farisi hakkında Hz. Muhammed (s.a.a)’in şu sözü sınırların, ataların ve kültürlerin yabancılığına rağmen onun Rasulullah yanındaki yakınlığını gözler önüne serer: “Selman Biz’dendir, Ehl-i Beyttendir.” Bir Müslüman için onurların en güzelidir Hz. Muhammed’e aile olabilmek. Selman’ı Peygamber Ailesine dâhil eden, onun İslam’la gelen kardeşliğinden başkası değildir.
Bir çocuk ne babasının asaletini (!) onun kanıyla taşır, ne de babasının günahını miras alabilir: “ Allah’ın nezdinde bir çiftçi çocuğu olmakla, devlet başkanının oğlu olmak arasında fark yoktur. Çünkü mallar, makamlar, evlatlar, ilimler hepsi Allah’ın kullarına lütfu ve emanetidir. Bu nimetler; riya, kibir ve üstünlük aracı değil, imtihan vesilesidir.
Mekke’nin fethi sırasında, ordunun önünde; başı, sakalı devesinin semerine değecek kadar öne eğilmiş bir şahıs vardır. Devamlı olarak ağzından şu kelimeler dökülür: “Ey Allah’ım! Dünya ancak ahiret hayatıdır.” (Ankebut, 64) Bir devlet başkanı, bir ordu komutanı ve Allah’ın Elçisi (s.a.s)’dir sözlerin sahibi. O, bütün üstün vasıf ve rütbelerine rağmen, kul olduğunu hatırından çıkarmayandır.
Mekke’nin fethedildiği gün, adamın biri O’nun huzuruna girer. Bir devlet reisinin huzuruna çıkmanın heyecan ve korkusundan vücudu titreyen adam, ürkek adımlarla O’na yanaşır. Allah’ın Rasulü adamı rahatlatan ses tonuyla şunları söyler: “ Serbest dur, sıkılma! Ben hükümdar değilim, ben Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Çağının kayserleri, şahları ve krallarının oturduğu mücevher işlemeli tahtların aksine, kuru yerde oturan bir devlet başkanı… O, sultan bir peygamber olmaktansa kul bir peygamber olmayı tercih eder. Güzel davranışlarıyla Kur’an ayetlerini konuşturur: “Üstünlük ancak takvadadır.”
Hz. Âdem (a.s)’den Hz. Muhammed (s.a.a)’e bütün Peygamberler aynı mesajı verir halklarına: “Ben de sizin gibi (yiyen, içen, çarşıda gezen, yolda yürüyen) biriyim. Sizden farkım bana Allah’tan vahiy gelmesidir.”
İslam’ın temelini oluşturan “Tevhid”; kalpleri, milletleri, renkleri ve kültürleri Allah’a ibadette “bir”leştiren mutlak bir güçtür. Bu din, sınıfsal ayrıcalıkları yok etmek ve fitnelere son vermek, “kardeşlik” ekseninde bütün inananları bir araya toplamak için gelmiştir.

AKLIN ÖNÜNDEKİ TEHLİKELER
İslam Dini taklit, önyargı, taassup, körü körüne bağlılık gibi batıl düşünce ve eylemleri ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Kur’an’ı anlamak ve gerçekleri kavramak için ‘temiz bir akıl’ şart koşulmaktadır: “Şüphesiz bunu ancak temiz akıl sahibi kimseler idrak edebilirler.” (Zümer, 9)
Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.
Bu konuda bir hikâye anlatılır: Bir âlime, okumayı öğretmesi için iki öğrenci getirilir. Öğrencilerden biri, ne bir harf ne bir ayet bilmektedir. Diğeri ise okumayı kısmen de olsa bilmektedir. Okumayı hiç bilmeyen öğrenci için beş dinar talep eden hoca, diğer öğrenci için ücreti iki katına çıkarınca tepki alır: “Ama nasıl olur? Hiçbir şey bilmeyenden daha az, bilenden ise daha fazla ücret talep etmenize sebep nedir?” Âlim cevap verir: “İlki bize temiz bir zihinle gelmiştir. Oysa diğeri birçok yanlışla birlikte gelmiştir. O yanlışları silmek zor iştir.”
Allah, insana çevresini keşfedebilme, yeni ve farklı birçok bilgiyi öğrenebilme yeteneği vermiştir: “Rabbin kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Alak, 4-5)
Bilmediği bir dünyada gözlerini açan insana, bebeklik çağından başlayarak çevresini gözlemlemesi, eşya ve olayları algılayabilmesi için imkânlar sunar. İlk aylarda konuşmasını bilmeyen ve anlamsız sesler çıkaran bir bebek, konuşma becerisini ifşa edebildiği ilk andan itibaren, anne ve babasının ağzından çıkan doğru veya yanlış her sözü taklit etmeye çalışır. Şayet İngilizce konuşan bir ailede dünyaya gelmişse doğal olarak İngilizce sözcükler söyler. Türkçe konuşulan bir evde yaşıyorsa Türkçe duyduğu ilk kelimeleri telaffuz etmek için duyu organlarıyla sıkı bir takibe başlar: Anne ve babanın ağız hareketlerine ve kulağına yansıyan sözlere odaklanır ve bunları beyniyle algılamaya çalışır. Bu öğrenme sürecinde bebek seçici davranmaz. Aksine ağızdan çıkan her sözü, anlamını kavramadığı halde telaffuz etmek için çaba harcar. Taklit sözle kalmaz; gördüğü her hareket bebek için malzemedir.
Ancak yaş büyüdükçe, taklit ederek öğrenme süreci, yerini tahkik ederek, araştırarak öğrenmeye ve davranışlarında daha bilinçli ve seçici olmaya bırakır. Yapması istenilen işlerde “Neden? Nasıl?” gibi sorular sorar ve yer yer eleştiriler yapar, itiraz eder.
Esasında taklit, zahmetsiz ve basit bir öğrenme yöntemidir: “Kendini yormadan, eziyete sokmadan gördüğünü yap, duyduğunu söyle, söylenen her şeye inan.” Bebeklik döneminin ilerleyen yaşa rağmen devam etmesini andırdığı için bu durum gülünçtür.
Bilginin kaynağını, davranışların kökenini ve nedenini sorgulamak, akıl sahibi olmanın gereğidir. İnanç ve ibadet gibi hem dünya hem de ahiret yaşamı için son derece öneme sahip konularda, her önüne çıkanı izlemek veya din adına konuşan her kişinin bilgisine balıklama atlamak, bilinçli kulun doğasına aykırıdır.
Suyun en temiz olduğu yer hiç şüphesiz çıktığı kaynaktır. Su aktıkça ve yol kat ettikçe insan, hayvan, hava ve çevre gibi etkenlerin tesiriyle saflığını kaybeder, bulanır. Bilgi de akarsu misali, kaynağında tertemizdir. Ancak kuşaktan kuşağa aktarılırken her kuşakta içine yabancı unsurlar karışabilir veya aslından eksiltmeler yapılarak aktarılabilir. İşte bu kaynaklara (Kur’an-ı Kerim ve peygambere) bağlı kalarak dinini yaşayan kişi, katkısız ve tertemiz beslenmiş olur. Bilinçli kul, diğer bilgi kaynaklarından beslenirken seçici ve titiz davranır. Kendisine sunulan bilgi yahut görüşün nedenini, nasılını, kaynağını, doğruluğunu araştırır. Ancak tahkik yapmak ve bilgileri ayıklayabilmek için de iyi bir donanıma sahip olmak gerekir.
Taklit, birisinin yaptıklarının sebep ve delilleri bilinmeden sırf o kişiden dolayı benimsenmesi ve yerine getirilmesidir. Bu yüzden de esarettir, özgürlüğün katlidir.
Taklit edilen kim olursa olsun yapılan iş tasvip edilemez. Hz. Muhammed (s.a.a) ümmetini bu tehlikeye karşı uyarırken : “Gün gelecek sizden öncekilerin yolunu karış karış, adım adım takip edeceksiniz. Öyle ki onlar keler (kertenkele) deliğine girmeye kalkışsalar siz de tereddütsüz peşlerinden girmeye kalkışacaksınız” şeklinde, işitenlere abartılı gelebilecek bir üslup kullanır. Aslında Resulullah (s.a.a) bu sözüyle taklitçiliğin ne derece körü körüne olduğunu vurgulamaktadır.
Şöyle ki Resulullah (a.s)’ın yediğini yemek, içtiğinden içmek, giydiğini giymek O’nu örnek almak değil, taklit etmektir. O’nun bu tür tercihlerinde şüphesiz yaşadığı çevrenin imkân ve şartlarının; kültürel değerlerin etkisi vardır. Bu nedenle Hz. Peygamber’i örnek alma anlamı taşımaz. Örnek alma; “Hz. Peygamber’in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla yaptığı gibi yapmaktır.” Bu bağlamda eylemin bilinçli ve amaçlı yapılması önemlidir.
Hz. Muhammed (s.a.a) bir defasında cemaatle namaz kılmaktayken Cebrail (a.s) yanına gelir ve “ayakkabısına pislik (necaset) bulaştığını” kendisine haber verir. O, derhal ayakkabısını çıkarır, cemaat de aynısını yapıp ayakkabılarını çıkarır. Namazdan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) kendisinin ayakkabıları çıkarma gerekçesini onlara bildirir ve O’nun belli bir maksatla yaptığı bir işin başkalarınca sebebi bilinmeden, sırf “Peygamber böyle yaptı” diye taklit edilmesine karşı çıkar.
Taklidin en kötüsü ise elbette dini şahsiyeti zayıf ve inançları bozuk kimselere özenerek yapılanıdır. Abdullah b. Mesud, müslümanları taklidin nispeten daha tehlikeli olan bu çeşidine karşı dikkatli olmaya çağırır:“Aman hiçbiriniz dininde başkasını taklit etmesin. ‘O inanırsa ben de inanırım, o inanmazsa ben de inanmam’ demesin. Sakın hiçbiriniz ‘Herkes kâfir olursa ben de olurum’ şeklinde bir düşünceyi aklına sokmasın. Kararsızlık gösterip ‘Ben de bu toplumun ferdiyim, onlar saparsa ben de saparım, onlar doğru yolu bulurlarsa ben de bulurum’, şeklinde bir söz söylemesin.” Onun bu ifadesi bizlere müşriklerin ortak koşma ve günah işlemedeki taklitçi tutumlarını hatırlatır. Şirke ve daha pek çok günaha bulaşanlar kıyamet günü kendilerini “Boş işlere dalanlarla biz de dalardık.” (Müddessir, 45) sözüyle savunacaklardır.
Müslüman olmayanlara benzemek kastıyla yapılan her davranış, onu öz kimliğinden uzaklaştırır. Çünkü “Bir kavme kendisini benzeten onlardandır.”
Müslüman olmayanların inanç ve düşüncelerinin yansıması olan kıyafetler, müzikler, konuşmalar, kutladıkları bayramlar ve özel günler (yılbaşı, babalar günü, sevgililer günü gibi), İslam kültür ve geleneği ile uzaktan yakından bağdaşmaz ve “medenilik”le de açıklanamaz. Medeniliğin ölçüsü, insanın doymayan zevkleri üzerine rant elde edenleri sevindirecek, para babalarının cüzdanlarını şişirecek tüketim miktarı ile değil; güzel ve yararlı şeyler üretebilmekle ölçülür. Harcadıkça artan ilim insanı yüceltir. Tüketildiğinde insana acı ve pişmanlık veren mal değil, zekât ve sadakayla artan ve değer kazanan mal insana Rabbi katında onur kazandırır.
Müslüman coğrafyalara musallat olan taklit etme hastalığını ciddi bir sorun olarak gören ve eserlerinde de bu durumu sıkça eleştirenler, atalarını sorgusuz sualsiz takip eden milletin halini şu ifadelerle anlatır: “Dini, dünyası, adetleri, giydikleri, selamı, konuşması yani özetle her şeyi taklit olan bir milletin bireyleri de ‘insan taklidi’ demektir. Dolayısıyla gerçek bir sosyal toplumu oluşturamaz ve hayatlarını sürdüremezler.”
Taklidin neticesi ise dini inançların saflığını kaybetmesidir: “Dinin emirlerini, taklit ile ayakta tutacağını sanan zihniyetin yaptığı kötülük; kuşaktan kuşağa birer ikişer bid’at, üçer beşer hurafenin miras kalmasıdır. Böylece iman esaslarımız, itaatlerimiz, davranışlarımız adeta ‘hurafeler derlemesi’, ‘bid’at yığını’ haline gelmiştir. Bu görüntüden dolayı Din’in gerçek şeklini hatırlamak bile mümkün olmamaktadır.”
Nasreddin Hoca’ya nispet edilen meşhur bir fıkraya göre bir gün Hoca, namaz kılmasını bilmeyen bir cemaate imam olur ve onlara der: “Ben ne yaparsam siz de öyle yapın (eğilirsem eğilin, doğrulursam doğrulun.) Daha önce namazın hiçbir rüknu hakkında bilgisi olmayan cemaat başlar Hoca’yı taklit etmeye ve o ne yaparsa bunu namazın bir gereği gibi görüp aynısı yaparlar. Secde esnasında burnu gevşemiş tahtalara sıkışan Hoca feryadı basar: “Ahh, burnum!” Cemaatten aynı ses duyulur: “Ahh, burnum!” İnsanı taklitle düşebileceği komik durumları anlatan bir nüktedir bu. Aslına bakılırsa her taklit insanı basitleştirir ve küçük düşürebilir.
Her türlü düşünce ve duygu kirliliğinden arınmış, hurafe ve bidatlerden uzak duru bir akıl sahibi kişi, Rabbi’yle arasındaki engelleri kaldırmış demektir.
Aklını ve iradesini kullanmayan, sürü içindeki koyun gibi güdülen; bir robot gibi programlanan ve sadece verilen komutlarla iş yapan, hareket eden değil; soran, sorgulayan, gözlemleyen, düşünen, akleden kul olmaya talip olunmalıdır.
Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.
Bu konuda bir hikâye anlatılır: Bir âlime, okumayı öğretmesi için iki öğrenci getirilir. Öğrencilerden biri, ne bir harf ne bir ayet bilmektedir. Diğeri ise okumayı kısmen de olsa bilmektedir. Okumayı hiç bilmeyen öğrenci için beş dinar talep eden hoca, diğer öğrenci için ücreti iki katına çıkarınca tepki alır: “Ama nasıl olur? Hiçbir şey bilmeyenden daha az, bilenden ise daha fazla ücret talep etmenize sebep nedir?” Âlim cevap verir: “İlki bize temiz bir zihinle gelmiştir. Oysa diğeri birçok yanlışla birlikte gelmiştir. O yanlışları silmek zor iştir.”
Allah, insana çevresini keşfedebilme, yeni ve farklı birçok bilgiyi öğrenebilme yeteneği vermiştir: “Rabbin kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Alak, 4-5)
Bilmediği bir dünyada gözlerini açan insana, bebeklik çağından başlayarak çevresini gözlemlemesi, eşya ve olayları algılayabilmesi için imkânlar sunar. İlk aylarda konuşmasını bilmeyen ve anlamsız sesler çıkaran bir bebek, konuşma becerisini ifşa edebildiği ilk andan itibaren, anne ve babasının ağzından çıkan doğru veya yanlış her sözü taklit etmeye çalışır. Şayet İngilizce konuşan bir ailede dünyaya gelmişse doğal olarak İngilizce sözcükler söyler. Türkçe konuşulan bir evde yaşıyorsa Türkçe duyduğu ilk kelimeleri telaffuz etmek için duyu organlarıyla sıkı bir takibe başlar: Anne ve babanın ağız hareketlerine ve kulağına yansıyan sözlere odaklanır ve bunları beyniyle algılamaya çalışır. Bu öğrenme sürecinde bebek seçici davranmaz. Aksine ağızdan çıkan her sözü, anlamını kavramadığı halde telaffuz etmek için çaba harcar. Taklit sözle kalmaz; gördüğü her hareket bebek için malzemedir.
Ancak yaş büyüdükçe, taklit ederek öğrenme süreci, yerini tahkik ederek, araştırarak öğrenmeye ve davranışlarında daha bilinçli ve seçici olmaya bırakır. Yapması istenilen işlerde “Neden? Nasıl?” gibi sorular sorar ve yer yer eleştiriler yapar, itiraz eder.
Esasında taklit, zahmetsiz ve basit bir öğrenme yöntemidir: “Kendini yormadan, eziyete sokmadan gördüğünü yap, duyduğunu söyle, söylenen her şeye inan.” Bebeklik döneminin ilerleyen yaşa rağmen devam etmesini andırdığı için bu durum gülünçtür.
Bilginin kaynağını, davranışların kökenini ve nedenini sorgulamak, akıl sahibi olmanın gereğidir. İnanç ve ibadet gibi hem dünya hem de ahiret yaşamı için son derece öneme sahip konularda, her önüne çıkanı izlemek veya din adına konuşan her kişinin bilgisine balıklama atlamak, bilinçli kulun doğasına aykırıdır.
Suyun en temiz olduğu yer hiç şüphesiz çıktığı kaynaktır. Su aktıkça ve yol kat ettikçe insan, hayvan, hava ve çevre gibi etkenlerin tesiriyle saflığını kaybeder, bulanır. Bilgi de akarsu misali, kaynağında tertemizdir. Ancak kuşaktan kuşağa aktarılırken her kuşakta içine yabancı unsurlar karışabilir veya aslından eksiltmeler yapılarak aktarılabilir. İşte bu kaynaklara (Kur’an-ı Kerim ve peygambere) bağlı kalarak dinini yaşayan kişi, katkısız ve tertemiz beslenmiş olur. Bilinçli kul, diğer bilgi kaynaklarından beslenirken seçici ve titiz davranır. Kendisine sunulan bilgi yahut görüşün nedenini, nasılını, kaynağını, doğruluğunu araştırır. Ancak tahkik yapmak ve bilgileri ayıklayabilmek için de iyi bir donanıma sahip olmak gerekir.
Taklit, birisinin yaptıklarının sebep ve delilleri bilinmeden sırf o kişiden dolayı benimsenmesi ve yerine getirilmesidir. Bu yüzden de esarettir, özgürlüğün katlidir.
Taklit edilen kim olursa olsun yapılan iş tasvip edilemez. Hz. Muhammed (s.a.a) ümmetini bu tehlikeye karşı uyarırken : “Gün gelecek sizden öncekilerin yolunu karış karış, adım adım takip edeceksiniz. Öyle ki onlar keler (kertenkele) deliğine girmeye kalkışsalar siz de tereddütsüz peşlerinden girmeye kalkışacaksınız” şeklinde, işitenlere abartılı gelebilecek bir üslup kullanır. Aslında Resulullah (s.a.a) bu sözüyle taklitçiliğin ne derece körü körüne olduğunu vurgulamaktadır.
Şöyle ki Resulullah (a.s)’ın yediğini yemek, içtiğinden içmek, giydiğini giymek O’nu örnek almak değil, taklit etmektir. O’nun bu tür tercihlerinde şüphesiz yaşadığı çevrenin imkân ve şartlarının; kültürel değerlerin etkisi vardır. Bu nedenle Hz. Peygamber’i örnek alma anlamı taşımaz. Örnek alma; “Hz. Peygamber’in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla yaptığı gibi yapmaktır.” Bu bağlamda eylemin bilinçli ve amaçlı yapılması önemlidir.
Hz. Muhammed (s.a.a) bir defasında cemaatle namaz kılmaktayken Cebrail (a.s) yanına gelir ve “ayakkabısına pislik (necaset) bulaştığını” kendisine haber verir. O, derhal ayakkabısını çıkarır, cemaat de aynısını yapıp ayakkabılarını çıkarır. Namazdan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) kendisinin ayakkabıları çıkarma gerekçesini onlara bildirir ve O’nun belli bir maksatla yaptığı bir işin başkalarınca sebebi bilinmeden, sırf “Peygamber böyle yaptı” diye taklit edilmesine karşı çıkar.
Taklidin en kötüsü ise elbette dini şahsiyeti zayıf ve inançları bozuk kimselere özenerek yapılanıdır. Abdullah b. Mesud, müslümanları taklidin nispeten daha tehlikeli olan bu çeşidine karşı dikkatli olmaya çağırır:“Aman hiçbiriniz dininde başkasını taklit etmesin. ‘O inanırsa ben de inanırım, o inanmazsa ben de inanmam’ demesin. Sakın hiçbiriniz ‘Herkes kâfir olursa ben de olurum’ şeklinde bir düşünceyi aklına sokmasın. Kararsızlık gösterip ‘Ben de bu toplumun ferdiyim, onlar saparsa ben de saparım, onlar doğru yolu bulurlarsa ben de bulurum’, şeklinde bir söz söylemesin.” Onun bu ifadesi bizlere müşriklerin ortak koşma ve günah işlemedeki taklitçi tutumlarını hatırlatır. Şirke ve daha pek çok günaha bulaşanlar kıyamet günü kendilerini “Boş işlere dalanlarla biz de dalardık.” (Müddessir, 45) sözüyle savunacaklardır.
Müslüman olmayanlara benzemek kastıyla yapılan her davranış, onu öz kimliğinden uzaklaştırır. Çünkü “Bir kavme kendisini benzeten onlardandır.”
Müslüman olmayanların inanç ve düşüncelerinin yansıması olan kıyafetler, müzikler, konuşmalar, kutladıkları bayramlar ve özel günler (yılbaşı, babalar günü, sevgililer günü gibi), İslam kültür ve geleneği ile uzaktan yakından bağdaşmaz ve “medenilik”le de açıklanamaz. Medeniliğin ölçüsü, insanın doymayan zevkleri üzerine rant elde edenleri sevindirecek, para babalarının cüzdanlarını şişirecek tüketim miktarı ile değil; güzel ve yararlı şeyler üretebilmekle ölçülür. Harcadıkça artan ilim insanı yüceltir. Tüketildiğinde insana acı ve pişmanlık veren mal değil, zekât ve sadakayla artan ve değer kazanan mal insana Rabbi katında onur kazandırır.
Müslüman coğrafyalara musallat olan taklit etme hastalığını ciddi bir sorun olarak gören ve eserlerinde de bu durumu sıkça eleştirenler, atalarını sorgusuz sualsiz takip eden milletin halini şu ifadelerle anlatır: “Dini, dünyası, adetleri, giydikleri, selamı, konuşması yani özetle her şeyi taklit olan bir milletin bireyleri de ‘insan taklidi’ demektir. Dolayısıyla gerçek bir sosyal toplumu oluşturamaz ve hayatlarını sürdüremezler.”
Taklidin neticesi ise dini inançların saflığını kaybetmesidir: “Dinin emirlerini, taklit ile ayakta tutacağını sanan zihniyetin yaptığı kötülük; kuşaktan kuşağa birer ikişer bid’at, üçer beşer hurafenin miras kalmasıdır. Böylece iman esaslarımız, itaatlerimiz, davranışlarımız adeta ‘hurafeler derlemesi’, ‘bid’at yığını’ haline gelmiştir. Bu görüntüden dolayı Din’in gerçek şeklini hatırlamak bile mümkün olmamaktadır.”
Nasreddin Hoca’ya nispet edilen meşhur bir fıkraya göre bir gün Hoca, namaz kılmasını bilmeyen bir cemaate imam olur ve onlara der: “Ben ne yaparsam siz de öyle yapın (eğilirsem eğilin, doğrulursam doğrulun.) Daha önce namazın hiçbir rüknu hakkında bilgisi olmayan cemaat başlar Hoca’yı taklit etmeye ve o ne yaparsa bunu namazın bir gereği gibi görüp aynısı yaparlar. Secde esnasında burnu gevşemiş tahtalara sıkışan Hoca feryadı basar: “Ahh, burnum!” Cemaatten aynı ses duyulur: “Ahh, burnum!” İnsanı taklitle düşebileceği komik durumları anlatan bir nüktedir bu. Aslına bakılırsa her taklit insanı basitleştirir ve küçük düşürebilir.
Her türlü düşünce ve duygu kirliliğinden arınmış, hurafe ve bidatlerden uzak duru bir akıl sahibi kişi, Rabbi’yle arasındaki engelleri kaldırmış demektir.
Aklını ve iradesini kullanmayan, sürü içindeki koyun gibi güdülen; bir robot gibi programlanan ve sadece verilen komutlarla iş yapan, hareket eden değil; soran, sorgulayan, gözlemleyen, düşünen, akleden kul olmaya talip olunmalıdır.

AKIL, HAKK’IN ELÇİSİ
İman ve ibadet, akıl ve bilinç işidir. Bu nedenledir ki aklı olmayan, imanla ve ibadetle sorumlu tutulmaz. Akıl, insanı yeryüzündeki yaratılmışlar içinde farklı kılan bir lütuf; alâmet-i farikadır. İrade ise onu kulluk derecesi yönüyle meleklerden bile üstün kılabilen bir hediyedir.
Akıl, düşünce açısından diri, zinde ve etkin tutulmalıdır. Bu ise ancak Yüce Allah tarafından verilen tefekkür (zihni yorarak derin düşünme),tedebbür (gerçeği düşünme) ve taakkul (akletme) gibi zihni işlevleri yerine getirmekle mümkündür. Göklerin ve yerin yaratılışı, tabiat olayları, gök cisimlerine ait bilgiler ve ibretlerle dolu kıssalar (Âdem, Nuh, Ad, Musa-Firavun, Yusuf Kıssası ve Bahçe Sahiplerinin anlatıldığı kıssalar gibi) insanı düşünceye teşvik etmeye yönelik Kur’an anlatımlarıdır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.a); “Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında ve gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, akıl sahipleri için kesinlikle mucizeler vardır.” (Bakara, 190) ayetini kastederek: “Bu ayeti okuyup da, onun üzerine düşünmeyene yazıklar olsun.” demiştir.
Kur’an insanlar için indirilmiştir ve üzerinde en çok durduğu konu, insanların ‘iyice düşünmeleri’dir. Tefekkürün emredilmesindeki amaç ise kulun ibret almasını sağlamaktır. Kur’an’ı okumayan ve ayetler hakkında düşünmeyen, doğal olarak O’ndan ibret de alamaz.
“Bu Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz ayetlerimizi aklını başına alıp düşünecek bir topluluk için apaçık gösterdik.” (En’am, 126)
Yani Kitab’ı anlamak ve O’ndan ibret almak için gören göz, işiten kulak, hisseden bir kalp ve her türlü düşünce kirliliğinden ve önyargıdan uzak bir beyin gerekir. Hakka kulak vermeyen ve onu kabul etmemekte direnenler için Allah (c.c): “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler” (Bakara, 18) ifadesini kullanır.
İnsanı Rabbine yaklaştıracak ve O’na olan hayranlığı artıracak bir ilim talep eden Resulullah(s.a.a) duasında: “Allah’ım hayretimi artır” buyurur.
Bakara Sûresi 191.ayette ise tefekkür sahnesi sergilenir: “O (akıl sahipleri) ayaktayken, otururken ve uzanmışken Allah’ı dillerinden düşürmezler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler. Ve: ‘Ey Rabbimiz! Sen bütün bunları boşuna yaratmadın. Biz seni bütün eksikliklerden uzak tutarız, bizi cehennem azabından koru.’ (derler)”
Yüce Allah, Kur’an ifadelerinde akletmek ve tefekkür etmeye, benzer ifadelerle sık sık vurgu yapar.
“İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye ayetleri böyle açıklıyor.”
“Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için mucizeler vardır.”
“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
“Eğer düşünme yeteneğiniz varsa…”
“Hâlâ anlamıyor musunuz?”
“Ancak akıl sahipleri ibret alır.”
“Siz hâlâ akıl erdiremeyecek misiniz?”
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Kelime olarak “ilmi kabul etmeye hazır olan güç” anlamına gelen akıl olgusunu, Hz. Ali(as) iki başlıkta değerlendirir.
Birincisi, doğuştan gelen akıldır.
İkincisi ise işitilen yani sonradan öğrenmeyle geliştirilen akıldır.
İşitilen akıl; “insanın deneyim, olaylardan ders alma, edebiyat ve akıl yürütme yoluyla elde ettiğidir.”Ancak birincisi, yani doğuştan sahip olunan akıl olmadan, ikinci akıl hiçbir işe yaramaz. Daha net bir ifadeyle; ikinci tür akıldan söz etmek için fıtri olan akla sahip olmak şarttır.Kur’an ayetlerinde, kavrama, düşünme, anlama gibi ifadeler fiziki (maddi) zekâya atfen kullanılmamıştır.
Örneğin kişinin en zor matematik işlemlerini kısa sürede çözmesi, birçok fizik formülünü ezbere bilmesi, en çetrefilli konuları anlaması onun zekâsına delil gösterilebilir ancak, bütün bu akli meziyetlerinin yanında, İslam’a ve Kur’an’a karşı duyarsız kalan biri için Allah “sefih” (beyinsiz) tabirini kullanır. Çünkü insanı gerçek kurtuluşa götürecek ilme akıl kapılarını kapatmışlardır: Onlar anlamazlar. Yani Allah (c.c)’a göre akıllı kimse, Allah’ın Kitabı’ndaki ayetleri anlamak için çaba sarfeden kimsedir. Güzel akıl ise, iyiyi kötüyü birbirinden ayıran, hakkı batılı fark eden, faydayı zararı seçebilendir; yani temyiz kudreti olandır. İyi-kötü, yararlı-zararlı, hak-batıl, Rahmani-şeytani her olgu, olay veya durum Furkan’la apaçık ayrılmıştır ve bunu ancak aklı çalışanlar (akıl sahipleri) anlar.
Hz. Muhammed (s.a.a)’e göre akıllı kimse “nefsini düzeltip ölümden sonrası için çalışan”, ahmak ise “nefsine uyup (hak etmediği halde), Yüce Allah’a ümit bağlayandır.”
Kur’an’da sık sık yer bulan “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler” ibaresi de fiziki bir engel anlamında değil; kalpteki körlüğü anlatmak için kullanılmıştır. Fiziki anlamda gözleri gördüğü, kulakları duyduğu, dilleri konuşabildiği; kısacası bütün zihni ve bedeni kabiliyetleri aktif olduğu halde, gerçek ve sarsılmaz vahiy bilgisini kavramak isteyemeyenler için Allah (c.c): “Onların öyle kalpleri vardır ki onlarla anlamazlar, öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler, öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha şaşkındırlar…” (Araf, 179) ifadesini kullanır.
Kur’an’da düşünmenin merkezi olarak beyin değil kalp zikredilir. Şayet beyin düşünmenin ve akletmenin merkezi kabul edilseydi ayetlerde: “Onların beyinleri var ama anlamazlar” mealindeki ifadelerin bulunması gerekirdi. Oysa Allah (c.c): “Onların öyle kalpleri vardır ki onunla anlamazlar” buyurur. Duyguların ve inancın hareket üssü olan kalp, “akletmenin de üssü” kabul edilir.
Allah (c.c), vahyinden sapmış olanları kastederek “Onlar akıl erdiremezler” hükmünü verirken, onların İlahi bilgiyle bağlarını koparmış olduklarını, dolayısıyla bunu bağlamaları gerektiğini bildirir.
Rabb’imiz ayetlerinden ibret almak, Kur’an’da anlatılan kıssalardan dersler çıkarmak, tabiat olayları ve yaratılmışlar üzerinde düşünmek için akıl erdirmeyi, var olan aklı kullanmayı, tefekkür etmeyi şart koşmaktadır. Peki, aklımız mükemmel midir? Her soruna çözüm üretebilecek kapasitede, her olayın derinliğini kavrayacak güçte midir? Aksine akıl İlahi bilgiye ulaşmak için sadece bir araçtır. Aklın her şeyi çözeceğine ve her sorunun akılla çözümleneceğine ve her bilinmezin akılla gün yüzüne çıkacağına inanmak ise onu “amaç” olarak kabul etmektir. İslam Dini’nde akla aykırı bir şey bulunmaz; ancak aklın sınırlarını aşan, onun kavramakta aciz kalacağı hususlar vardır. Çünkü akıl sınırlı, Allah’ın ilmi ise sınırsızdır.
Hz. Muhammed (s.a.a) duasında: “Ya Rabbi! Hakkı hak olarak bana bildir, her şeyi hakikatle göster!” derken gerçek bilgiye tanıklık edebilmek için Allah’tan yardım diler.
Hakikate ulaşmak için ise en büyük araç tefekkür etmektir. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünmek; canlı ve cansız varlıkların bizlere kendi hallerinin diliyle yaptıkları konuşmalara kulak vermek, tabiat olayları üzerinde kafa yormak, alışmış olmaktan dolayı çok sıradan lütuflar olarak algıladığımız olaylar hakkında düşünmek elbette Yaratan’a karşı beslediğimiz muhabbeti ve hayranlığı artıracaktır. Güneşin doğması, gündüz ve gecenin birbirini takip etmesi, küçücük bir tohumun zamanla filizlenip koskoca bir ağaç olup meyveye durması, yerdeki çekim kuvvetine karşılık Kâinatta asılıymış gibi duran Dünya’nın dengesinin korunması ve daha niceleri…
“Tefekkür gibi ibadet yoktur” sözüyle Allah Rasulü (s.a.a) tefekkürün bu boyutuna dikkat çekmiştir. Bilinçsizce yapılan ibadetin ise kişiye hiçbir faydası yoktur.
“Dikkat edin! Anlamadan yapılan ibadette hayır yoktur. İncelikleri kavranmayan ilimde ve tedebbür etmeden (anlayıp düşünmeden) Kur’an okumada da hayır yoktur.”
Bu yüzden Hz. Alİ (as); ” Akıl, Hakk’ın elçisidir.” demektedir.
Akıl, düşünce açısından diri, zinde ve etkin tutulmalıdır. Bu ise ancak Yüce Allah tarafından verilen tefekkür (zihni yorarak derin düşünme),tedebbür (gerçeği düşünme) ve taakkul (akletme) gibi zihni işlevleri yerine getirmekle mümkündür. Göklerin ve yerin yaratılışı, tabiat olayları, gök cisimlerine ait bilgiler ve ibretlerle dolu kıssalar (Âdem, Nuh, Ad, Musa-Firavun, Yusuf Kıssası ve Bahçe Sahiplerinin anlatıldığı kıssalar gibi) insanı düşünceye teşvik etmeye yönelik Kur’an anlatımlarıdır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.a); “Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında ve gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, akıl sahipleri için kesinlikle mucizeler vardır.” (Bakara, 190) ayetini kastederek: “Bu ayeti okuyup da, onun üzerine düşünmeyene yazıklar olsun.” demiştir.
Kur’an insanlar için indirilmiştir ve üzerinde en çok durduğu konu, insanların ‘iyice düşünmeleri’dir. Tefekkürün emredilmesindeki amaç ise kulun ibret almasını sağlamaktır. Kur’an’ı okumayan ve ayetler hakkında düşünmeyen, doğal olarak O’ndan ibret de alamaz.
“Bu Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz ayetlerimizi aklını başına alıp düşünecek bir topluluk için apaçık gösterdik.” (En’am, 126)
Yani Kitab’ı anlamak ve O’ndan ibret almak için gören göz, işiten kulak, hisseden bir kalp ve her türlü düşünce kirliliğinden ve önyargıdan uzak bir beyin gerekir. Hakka kulak vermeyen ve onu kabul etmemekte direnenler için Allah (c.c): “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler” (Bakara, 18) ifadesini kullanır.
İnsanı Rabbine yaklaştıracak ve O’na olan hayranlığı artıracak bir ilim talep eden Resulullah(s.a.a) duasında: “Allah’ım hayretimi artır” buyurur.
Bakara Sûresi 191.ayette ise tefekkür sahnesi sergilenir: “O (akıl sahipleri) ayaktayken, otururken ve uzanmışken Allah’ı dillerinden düşürmezler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler. Ve: ‘Ey Rabbimiz! Sen bütün bunları boşuna yaratmadın. Biz seni bütün eksikliklerden uzak tutarız, bizi cehennem azabından koru.’ (derler)”
Yüce Allah, Kur’an ifadelerinde akletmek ve tefekkür etmeye, benzer ifadelerle sık sık vurgu yapar.
“İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye ayetleri böyle açıklıyor.”
“Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için mucizeler vardır.”
“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
“Eğer düşünme yeteneğiniz varsa…”
“Hâlâ anlamıyor musunuz?”
“Ancak akıl sahipleri ibret alır.”
“Siz hâlâ akıl erdiremeyecek misiniz?”
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Kelime olarak “ilmi kabul etmeye hazır olan güç” anlamına gelen akıl olgusunu, Hz. Ali(as) iki başlıkta değerlendirir.
Birincisi, doğuştan gelen akıldır.
İkincisi ise işitilen yani sonradan öğrenmeyle geliştirilen akıldır.
İşitilen akıl; “insanın deneyim, olaylardan ders alma, edebiyat ve akıl yürütme yoluyla elde ettiğidir.”Ancak birincisi, yani doğuştan sahip olunan akıl olmadan, ikinci akıl hiçbir işe yaramaz. Daha net bir ifadeyle; ikinci tür akıldan söz etmek için fıtri olan akla sahip olmak şarttır.Kur’an ayetlerinde, kavrama, düşünme, anlama gibi ifadeler fiziki (maddi) zekâya atfen kullanılmamıştır.
Örneğin kişinin en zor matematik işlemlerini kısa sürede çözmesi, birçok fizik formülünü ezbere bilmesi, en çetrefilli konuları anlaması onun zekâsına delil gösterilebilir ancak, bütün bu akli meziyetlerinin yanında, İslam’a ve Kur’an’a karşı duyarsız kalan biri için Allah “sefih” (beyinsiz) tabirini kullanır. Çünkü insanı gerçek kurtuluşa götürecek ilme akıl kapılarını kapatmışlardır: Onlar anlamazlar. Yani Allah (c.c)’a göre akıllı kimse, Allah’ın Kitabı’ndaki ayetleri anlamak için çaba sarfeden kimsedir. Güzel akıl ise, iyiyi kötüyü birbirinden ayıran, hakkı batılı fark eden, faydayı zararı seçebilendir; yani temyiz kudreti olandır. İyi-kötü, yararlı-zararlı, hak-batıl, Rahmani-şeytani her olgu, olay veya durum Furkan’la apaçık ayrılmıştır ve bunu ancak aklı çalışanlar (akıl sahipleri) anlar.
Hz. Muhammed (s.a.a)’e göre akıllı kimse “nefsini düzeltip ölümden sonrası için çalışan”, ahmak ise “nefsine uyup (hak etmediği halde), Yüce Allah’a ümit bağlayandır.”
Kur’an’da sık sık yer bulan “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler” ibaresi de fiziki bir engel anlamında değil; kalpteki körlüğü anlatmak için kullanılmıştır. Fiziki anlamda gözleri gördüğü, kulakları duyduğu, dilleri konuşabildiği; kısacası bütün zihni ve bedeni kabiliyetleri aktif olduğu halde, gerçek ve sarsılmaz vahiy bilgisini kavramak isteyemeyenler için Allah (c.c): “Onların öyle kalpleri vardır ki onlarla anlamazlar, öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler, öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha şaşkındırlar…” (Araf, 179) ifadesini kullanır.
Kur’an’da düşünmenin merkezi olarak beyin değil kalp zikredilir. Şayet beyin düşünmenin ve akletmenin merkezi kabul edilseydi ayetlerde: “Onların beyinleri var ama anlamazlar” mealindeki ifadelerin bulunması gerekirdi. Oysa Allah (c.c): “Onların öyle kalpleri vardır ki onunla anlamazlar” buyurur. Duyguların ve inancın hareket üssü olan kalp, “akletmenin de üssü” kabul edilir.
Allah (c.c), vahyinden sapmış olanları kastederek “Onlar akıl erdiremezler” hükmünü verirken, onların İlahi bilgiyle bağlarını koparmış olduklarını, dolayısıyla bunu bağlamaları gerektiğini bildirir.
Rabb’imiz ayetlerinden ibret almak, Kur’an’da anlatılan kıssalardan dersler çıkarmak, tabiat olayları ve yaratılmışlar üzerinde düşünmek için akıl erdirmeyi, var olan aklı kullanmayı, tefekkür etmeyi şart koşmaktadır. Peki, aklımız mükemmel midir? Her soruna çözüm üretebilecek kapasitede, her olayın derinliğini kavrayacak güçte midir? Aksine akıl İlahi bilgiye ulaşmak için sadece bir araçtır. Aklın her şeyi çözeceğine ve her sorunun akılla çözümleneceğine ve her bilinmezin akılla gün yüzüne çıkacağına inanmak ise onu “amaç” olarak kabul etmektir. İslam Dini’nde akla aykırı bir şey bulunmaz; ancak aklın sınırlarını aşan, onun kavramakta aciz kalacağı hususlar vardır. Çünkü akıl sınırlı, Allah’ın ilmi ise sınırsızdır.
Hz. Muhammed (s.a.a) duasında: “Ya Rabbi! Hakkı hak olarak bana bildir, her şeyi hakikatle göster!” derken gerçek bilgiye tanıklık edebilmek için Allah’tan yardım diler.
Hakikate ulaşmak için ise en büyük araç tefekkür etmektir. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünmek; canlı ve cansız varlıkların bizlere kendi hallerinin diliyle yaptıkları konuşmalara kulak vermek, tabiat olayları üzerinde kafa yormak, alışmış olmaktan dolayı çok sıradan lütuflar olarak algıladığımız olaylar hakkında düşünmek elbette Yaratan’a karşı beslediğimiz muhabbeti ve hayranlığı artıracaktır. Güneşin doğması, gündüz ve gecenin birbirini takip etmesi, küçücük bir tohumun zamanla filizlenip koskoca bir ağaç olup meyveye durması, yerdeki çekim kuvvetine karşılık Kâinatta asılıymış gibi duran Dünya’nın dengesinin korunması ve daha niceleri…
“Tefekkür gibi ibadet yoktur” sözüyle Allah Rasulü (s.a.a) tefekkürün bu boyutuna dikkat çekmiştir. Bilinçsizce yapılan ibadetin ise kişiye hiçbir faydası yoktur.
“Dikkat edin! Anlamadan yapılan ibadette hayır yoktur. İncelikleri kavranmayan ilimde ve tedebbür etmeden (anlayıp düşünmeden) Kur’an okumada da hayır yoktur.”
Bu yüzden Hz. Alİ (as); ” Akıl, Hakk’ın elçisidir.” demektedir.

HZ. MUHAMMED (S.A.A)’E TABİ OL!
“Eğer siz Allah’ı gerçekten seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, pek de merhamet edicidir de.” (Âli İmran,31)
Allah(cc) ‘ı sevmek Rasul’ünü sevmeyi ve O’na tabi olmayı gerektirir.
Kur’an-ı Kerim’de Peygambere itaat Allah’a itaat kabul edilir:
“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş demektir.” (Nisa,81)
Çünkü: “O,istek ve arzusuna göre konuşmaz. O’nun söyledikleri vahiyden başka bir şey değildir.”(Necm, 3-4)
Rasul (as) Hz. Aişe (r.anha)’nin ifadesiyle Ahlâkı Kur’an Olandır. Bu özelliğiyle Kur’an’ın uygulanabilirliğini, hayalî bir metin olmadığını ispatlamıştır. Ataların dini üzere kurulmuş, şirkle kirlenmiş yaşamları Allah’ın Dinine yöneltmek, bozuk-batıl inançları Kitap’la yıkmak, yanlış ezberleri bozmak için mücadele etmiştir O.
Bütün peygamberlerrabbimizin isteği üzere, ‘insanlar kendilerine itaat etsinler’ diye gönderilmişlerdir.(Nisa, 64) Yine her peygamber gönderildiği toplumdan kendisine tabi olmalarını istemiştir: “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”Dosdoğru yolda ilerlemenin şartı elçilere uymaktır: “Eğer O’na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygambere düşen sadece apaçık tebliğdir.”(Nur, 54)
Müminler, Allah’a ve Rasulü’ne itaat eder ve bu doğrultuda Hz. Peygamber’in yolunu izlerler. O’nun yaşantısını model almayan Allah (c.c)’a inandığını da iddia edemez. O’ndan uzak bir hayat, Yaratan’dan uzak yaşam demektir. Rasulullah (a.s), Kur’an’ın tefsiri, tabir yerindeyse O’nun beşer dilidir. Bu durum Kıyamet Sûresi’nde “Sonra onu açıklamak şüphesiz Biz’e aittir” ifadesinde yer bulur. Kur’an-ı Kerim’de tam olarak açıklanmayan ve izah gerektiren birçok konu O’nun tefsiriyle (söz ve eylemle açıklama) netlik kazanmıştır.
Vahiy nazil olmaya başladığında Mekke şehrinde iki grup ortaya çıkar:
– Hz. Muhammed’e iman edenler
– Hz. Muhammed’e iman etmeyenler
Allah’a inanan ve Allah’a inanmayan şeklinde değil de bu nevi bir gruplaşmanın olması düşündürücüdür. Mesele Allah’a inanıp inanma meselesi değil; Allah’ın dinine teslim olup-olmama meselesidir. Müşriklere: “Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?” diye sor./ Onlar: “Elbette Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse siz bunu hâlâ idrak edemeyecek misiniz?” de./ “Yedi göğün Rabbi ve kâinatın Rabbi kimdir?” diye sor. Onlar: “Elbette Allah’ındır.” diyecekler. (Mü’minûn, 84-87) Yani Allah’ın insanı ve kâinatı yarattığını, kendisi her şeyi koruyup kolladığı halde, korunmaya ihtiyacı olmadığını, gökten yağmuru yağdırdığını kabul edip Rasulüne itaat etmeyi reddeden bir tavır vardır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğini kabul etmek, İslam’ı kabul etmek gibi bir anlam taşır. Rasulsüz bir İslam anlayışı, uygulanabilir olmadığından kişiye bir sorumluluk da getirmez. Bu nedenle saflar, Peygamber esas alınarak belirlenmiştir.
Kur’an-ı Kerim kâinat, insan ve yaşam hakkında temel konulara değinir. Özellikle tevhid, şirk, yaradılış gerçeği, Kur’an’ın ve Yaratıcının tanınması gibi temel iman esasları üzerinde daha sık ve detaylı olarak açıklamalar yapılırken ibadetler ve sosyal hayattaki birtakım düzenlemeler gibi konularda ayrıntıya yer verilmez. Örneğin; namaz emredilmiş, fakat kaç rekât ve kaç vakit kılınacağı, nasıl kılınacağı ve rükunlarda neler yapılacağına açıklık getirilmemiştir. Abdestle ilgili ayette yıkanması ve mesh edilmesi gerekli abdest uzuvlarına belirtilmiş, ancak abdestin alınma şekline yönelik detaylı bilgi verilmemiştir. Ramazan ayında oruç tutmak Kur’an’da inananlara farz kılınmasına karşılık, orucu nelerin bozup nelerin bozmayacağı gibi konulara açıklık getirilmemiştir. Yine hacc ibadetinin yapılması da ancak O’nun önderliğinde mümkündür: “Haccda yapacaklarınızı benden öğreniniz” buyuran Rasulullah (a.s) benzer ifadeyi namaz için de kullanarak şöyle demiştir: “Namazı benden gördüğünüz şekliyle kılın.”
Namaz, hacc, zekât gibi İslam’ın temel ibadetleri yanında, yaşamın her alanında Hz. Muhammed (s.a.s)’in kılavuzluğu önem taşır. Sosyal ilişkiler, evlilik hayatı, eğitim, alışveriş, komşuluk ilişkileri, asayiş, barış ve daha birçok konuda O’nun örnek yaşantısı yol göstericidir. Dinin ilkelerini uygulamada Allah (c.c) O’nu model seçmiştir: “Gerçek şu ki Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ sürekli ananlar için Allah’ın elçisinde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
İslam öğretilerinin ‘Kitab’dan hayata somutlaştırılarak aktarılması Rasul (a.s)’ün şahsında gerçekleşmiştir. İslami bilginin pratik yaşama yansıması O’nun eliyle olmuştur. Zulmün, hayâsızlığın, şiddetin ve türlü kötülüğün kol gezdiği bir şehri imar eden; kökleşmiş, adeta kemikleşmiş taassup ve bozuk düzenleri kökünden temizleyen O’dur.
Cafer b. Ebi Talip Habeşistan Kralı Necaşi’nin önünde Rasul’le birlikte değişen hayatlarını şu sözlerle dile getirir: “Ey hükümdar! Biz cahiliye hayatı yaşayan bir kavimdik. Putlara tapardık, leş yerdik, fuhuş yapardık, akrabalara küserdik, komşuluk hakkını çiğnerdik. Zayıf güçlünün esiri idi. Biz bu hal üzere iken Allah, içimizden birini Peygamber olarak gönderdi. Soyu ve asaleti; sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce bilinmektedir. O, bizi bir Allah’a ibadete davet ediyor, atalarımızın tapına geldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terk etmemizi söylüyor.
Bize doğru söylemeyi, emaneti ve akrabalık bağını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, dil tecavüzünden alıkoyuyor. Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şekilde ortak koşmamayı emrediyor. Namaz, sadaka ve ihsana davet ediyor. Biz de O’na inandık. Getirdiği dine bağlandık. Allah tarafından getirdiklerini tasdik ettik. O’nun emrettiği şekilde ibadet ettik. O’nun haram dediğini haram bildik, helal dediğini helal saydık…”
Hz. Peygamber yüce bir ahlak ve edebe sahiptir: “Sen kesinlikle çok büyük bir ahlak üzeresin.” O’nun edep, şahsiyet ve hayâsına bizzat Allah (c.c) kefil olmaktadır. İnsanlar arasında Allah’tan en çok korkan ve hayâ eden; Hz. Muhammed (a.s)’in vahiy kâbilinden insanlara yapılmasını emrettiği veya yasakladığı kurallara uymak her birey üzerine farzdır: “Rasul size neyi emrettiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan sakının…”(Haşr, 7) Hz. Peygamber’in yapılması güzel, ama terk edilmesi günah olmayan davranışlarını örnek almak ise (yemeğe besmele ile başlamak, önünden yemek, sağ yanını üstüne yatmak, sağ elle yemek, suyu oturarak veya ayakta içmek gibi) şüphesiz kişiyi ahlâk ve edep yönünden kemale erdirir ve kişiye manevî kazanç sağlar. Fakat din açısından namaz, sadaka veya hacc konusundaki emirleri gibi bağlayıcı değildir. Yine O’nun göz rengi, saçının dalgası veya boyu, deveye binmesi, elle yemek yemesi, giydiği yöresel kıyafetler değil, O’nun ahlâkı örnek alınmak içindir: “Çünkü Sen üstün bir ahlâka sahipsin” (Kalem, 4)
Dünya yolculuğunda O (a.s)’nu kendine yoldaş, davasında arkadaş edenlere ne mutlu… Salih bir kul olma gayretiyle O’na tabi olana ne mutlu!
“Kim Allah’a ve Elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostturlar.” (Nisa, 69)
Allah(cc) ‘ı sevmek Rasul’ünü sevmeyi ve O’na tabi olmayı gerektirir.
Kur’an-ı Kerim’de Peygambere itaat Allah’a itaat kabul edilir:
“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş demektir.” (Nisa,81)
Çünkü: “O,istek ve arzusuna göre konuşmaz. O’nun söyledikleri vahiyden başka bir şey değildir.”(Necm, 3-4)
Rasul (as) Hz. Aişe (r.anha)’nin ifadesiyle Ahlâkı Kur’an Olandır. Bu özelliğiyle Kur’an’ın uygulanabilirliğini, hayalî bir metin olmadığını ispatlamıştır. Ataların dini üzere kurulmuş, şirkle kirlenmiş yaşamları Allah’ın Dinine yöneltmek, bozuk-batıl inançları Kitap’la yıkmak, yanlış ezberleri bozmak için mücadele etmiştir O.
Bütün peygamberlerrabbimizin isteği üzere, ‘insanlar kendilerine itaat etsinler’ diye gönderilmişlerdir.(Nisa, 64) Yine her peygamber gönderildiği toplumdan kendisine tabi olmalarını istemiştir: “Allah’tan sakının ve bana itaat edin.”Dosdoğru yolda ilerlemenin şartı elçilere uymaktır: “Eğer O’na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygambere düşen sadece apaçık tebliğdir.”(Nur, 54)
Müminler, Allah’a ve Rasulü’ne itaat eder ve bu doğrultuda Hz. Peygamber’in yolunu izlerler. O’nun yaşantısını model almayan Allah (c.c)’a inandığını da iddia edemez. O’ndan uzak bir hayat, Yaratan’dan uzak yaşam demektir. Rasulullah (a.s), Kur’an’ın tefsiri, tabir yerindeyse O’nun beşer dilidir. Bu durum Kıyamet Sûresi’nde “Sonra onu açıklamak şüphesiz Biz’e aittir” ifadesinde yer bulur. Kur’an-ı Kerim’de tam olarak açıklanmayan ve izah gerektiren birçok konu O’nun tefsiriyle (söz ve eylemle açıklama) netlik kazanmıştır.
Vahiy nazil olmaya başladığında Mekke şehrinde iki grup ortaya çıkar:
– Hz. Muhammed’e iman edenler
– Hz. Muhammed’e iman etmeyenler
Allah’a inanan ve Allah’a inanmayan şeklinde değil de bu nevi bir gruplaşmanın olması düşündürücüdür. Mesele Allah’a inanıp inanma meselesi değil; Allah’ın dinine teslim olup-olmama meselesidir. Müşriklere: “Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?” diye sor./ Onlar: “Elbette Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse siz bunu hâlâ idrak edemeyecek misiniz?” de./ “Yedi göğün Rabbi ve kâinatın Rabbi kimdir?” diye sor. Onlar: “Elbette Allah’ındır.” diyecekler. (Mü’minûn, 84-87) Yani Allah’ın insanı ve kâinatı yarattığını, kendisi her şeyi koruyup kolladığı halde, korunmaya ihtiyacı olmadığını, gökten yağmuru yağdırdığını kabul edip Rasulüne itaat etmeyi reddeden bir tavır vardır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğini kabul etmek, İslam’ı kabul etmek gibi bir anlam taşır. Rasulsüz bir İslam anlayışı, uygulanabilir olmadığından kişiye bir sorumluluk da getirmez. Bu nedenle saflar, Peygamber esas alınarak belirlenmiştir.
Kur’an-ı Kerim kâinat, insan ve yaşam hakkında temel konulara değinir. Özellikle tevhid, şirk, yaradılış gerçeği, Kur’an’ın ve Yaratıcının tanınması gibi temel iman esasları üzerinde daha sık ve detaylı olarak açıklamalar yapılırken ibadetler ve sosyal hayattaki birtakım düzenlemeler gibi konularda ayrıntıya yer verilmez. Örneğin; namaz emredilmiş, fakat kaç rekât ve kaç vakit kılınacağı, nasıl kılınacağı ve rükunlarda neler yapılacağına açıklık getirilmemiştir. Abdestle ilgili ayette yıkanması ve mesh edilmesi gerekli abdest uzuvlarına belirtilmiş, ancak abdestin alınma şekline yönelik detaylı bilgi verilmemiştir. Ramazan ayında oruç tutmak Kur’an’da inananlara farz kılınmasına karşılık, orucu nelerin bozup nelerin bozmayacağı gibi konulara açıklık getirilmemiştir. Yine hacc ibadetinin yapılması da ancak O’nun önderliğinde mümkündür: “Haccda yapacaklarınızı benden öğreniniz” buyuran Rasulullah (a.s) benzer ifadeyi namaz için de kullanarak şöyle demiştir: “Namazı benden gördüğünüz şekliyle kılın.”
Namaz, hacc, zekât gibi İslam’ın temel ibadetleri yanında, yaşamın her alanında Hz. Muhammed (s.a.s)’in kılavuzluğu önem taşır. Sosyal ilişkiler, evlilik hayatı, eğitim, alışveriş, komşuluk ilişkileri, asayiş, barış ve daha birçok konuda O’nun örnek yaşantısı yol göstericidir. Dinin ilkelerini uygulamada Allah (c.c) O’nu model seçmiştir: “Gerçek şu ki Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ sürekli ananlar için Allah’ın elçisinde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)
İslam öğretilerinin ‘Kitab’dan hayata somutlaştırılarak aktarılması Rasul (a.s)’ün şahsında gerçekleşmiştir. İslami bilginin pratik yaşama yansıması O’nun eliyle olmuştur. Zulmün, hayâsızlığın, şiddetin ve türlü kötülüğün kol gezdiği bir şehri imar eden; kökleşmiş, adeta kemikleşmiş taassup ve bozuk düzenleri kökünden temizleyen O’dur.
Cafer b. Ebi Talip Habeşistan Kralı Necaşi’nin önünde Rasul’le birlikte değişen hayatlarını şu sözlerle dile getirir: “Ey hükümdar! Biz cahiliye hayatı yaşayan bir kavimdik. Putlara tapardık, leş yerdik, fuhuş yapardık, akrabalara küserdik, komşuluk hakkını çiğnerdik. Zayıf güçlünün esiri idi. Biz bu hal üzere iken Allah, içimizden birini Peygamber olarak gönderdi. Soyu ve asaleti; sadakat ve emaneti, şeref ve namuskârlığı hepimizce bilinmektedir. O, bizi bir Allah’a ibadete davet ediyor, atalarımızın tapına geldikleri putları, ağaç ve taş parçalarını terk etmemizi söylüyor.
Bize doğru söylemeyi, emaneti ve akrabalık bağını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildiriyor. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, dil tecavüzünden alıkoyuyor. Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şekilde ortak koşmamayı emrediyor. Namaz, sadaka ve ihsana davet ediyor. Biz de O’na inandık. Getirdiği dine bağlandık. Allah tarafından getirdiklerini tasdik ettik. O’nun emrettiği şekilde ibadet ettik. O’nun haram dediğini haram bildik, helal dediğini helal saydık…”
Hz. Peygamber yüce bir ahlak ve edebe sahiptir: “Sen kesinlikle çok büyük bir ahlak üzeresin.” O’nun edep, şahsiyet ve hayâsına bizzat Allah (c.c) kefil olmaktadır. İnsanlar arasında Allah’tan en çok korkan ve hayâ eden; Hz. Muhammed (a.s)’in vahiy kâbilinden insanlara yapılmasını emrettiği veya yasakladığı kurallara uymak her birey üzerine farzdır: “Rasul size neyi emrettiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan sakının…”(Haşr, 7) Hz. Peygamber’in yapılması güzel, ama terk edilmesi günah olmayan davranışlarını örnek almak ise (yemeğe besmele ile başlamak, önünden yemek, sağ yanını üstüne yatmak, sağ elle yemek, suyu oturarak veya ayakta içmek gibi) şüphesiz kişiyi ahlâk ve edep yönünden kemale erdirir ve kişiye manevî kazanç sağlar. Fakat din açısından namaz, sadaka veya hacc konusundaki emirleri gibi bağlayıcı değildir. Yine O’nun göz rengi, saçının dalgası veya boyu, deveye binmesi, elle yemek yemesi, giydiği yöresel kıyafetler değil, O’nun ahlâkı örnek alınmak içindir: “Çünkü Sen üstün bir ahlâka sahipsin” (Kalem, 4)
Dünya yolculuğunda O (a.s)’nu kendine yoldaş, davasında arkadaş edenlere ne mutlu… Salih bir kul olma gayretiyle O’na tabi olana ne mutlu!
“Kim Allah’a ve Elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostturlar.” (Nisa, 69)

Hayat İçinde İbadet, İbadet İçinde Hayat
bottom of page