top of page

Ehli Beyt’in Mektebinden Damlalar

İYİLİĞİ EMRETMEK, KÖTÜLÜĞÜ NEHYETMEK
.İmam Hüseyin (as) şöyle buyurmuştu;
“Ey insanlar! Allah’ın kendi velilerine öğüt vermek için Yahudi âlimleri hakkında yaptığı kınamadan öğüt alın. Allah-u Teâlâ (Yahudi âlimlerini kınayarak şöyle) buyuruyor: “Niçin onların din âlimleri, onları (Yahudileri) günah olan sözleri söylemekten (ve haram yemekten) men etmediler.”( Maide süresi/63)
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: “İsrail oğullarından kâfir olanlara Da v u d ‘un diliyle de lanet edilmişti, Meryem oğlu İsa ‘nın diliyle de. Bu da isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi. İşledikleri kötülükten, birbirlerini men etmezlerdi. Gerçekten de yaptıkları iş, ne de kötüydü.”( Maide süresi/78-79)
Allah’ın onları kınaması, onların, aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri görüp, onlar vasıtasıyla elde ettikleri dünya mal ve makamına olan bağlılıkları ve maruz kalmaktan korktukları baskı yüzünden onları alıkoymamaları içindir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ: “insanlardan korkmayın, Ben’den korkun.” diye buyurmaktadır.( Maide süresi/44)
Yine buyurmaktadır ki: “Erkek ve kadın mü’minler, birbirlerinin (gözetleyen ve koruyan) dostlarıdırlar, iyiliği emrederler ve kötülüklerden de alıkoymaya çalışırlar. (Namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler.)”( Tevbe süresi/71)
Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ (mü’minlerin sıfatını saydığında) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerle başlayıp ilk olarak onu farz kılıyor. Çünkü biliyor ki eğer bu farize hakkıyla yerine getirilip uygulanırsa, (artık) bütün farizeler ister kolay olsun, ister zor yerine getirilip uygulanır.
Çünkü iyiliği emredip kötülükten alıkoymak; zulme uğrayanların haklarının alınmasını, zalimlere muhalefeti, Beyt’ül-malın ve ganimetlerin (adaletle) dağıtılmasını, zekâtın gereken yerlerden alınıp gerektiği şekilde sarf edilmesini sağlamakla, İslam’a yapılan (amelî) bir davettir. Sonra siz, ey ilimle meşhur olup hayırla anılan, nasihatle tanınıp Allah’ın vesilesiyle halkın gönüllerinde heybetli görünen topluluk! (Bilin ki) şerefli insanlar sizden çekinir, zayıflar size saygı gösterir, kendi düzeyinizde olan ve iyilikte bulunmadığınız kimseler sizi kendilerine tercih ederler.
(insanların) ihtiyaçları karşılanmadığı zaman sizin arabuluculuğunuzla karşılanır. Yolda giderken padişahların heybeti ve büyüklerin de izzetiyle yürürsünüz. Acaba bunların hepsi sizden beklenilen ilahî vazifenizi yapmanız (hakkı hâkim kılmanız) için değil midir? Ama siz vazifenizin çoğunu yapmıyorsunuz, kusur ediyorsunuz. İmamların hakkını küçümsüyor, zayıfların hakkını çiğniyorsunuz. Fakat kendiniz için sandığınız hakka gelince onu talep ediyorsunuz.
Siz Allah yolunda ne bir mal harcadınız; ne de O’nun için, yarattığı nefsi herhangi bir tehlikeye attınız ve ne de O’nun rızası için bir kabileye (topluluğa) düşman oldunuz. (Bununla birlikte) Allah’ın cennetine girmeyi, peygamberleriyle komşu olmayı ve azabından da kurtulmayı arzu ediyorsunuz. Ey (amelsiz olarak) Allah’tan hayır bekleyenler; sizlerin O’nun azap ve intikamına duçar olmanızdan korkarım. Çünkü sizler, Allah’ın size ikramı sayesinde makam ve üstünlük kazanmış ve O’nun ismiyle kulları arasında hürmet görmektesiniz. Oysa Allah’a itaat etmekle tanınan kimselere hürmetiniz yoktur.
Kendi gözlerinizle Allah’ın ahitlerinin bozulduğunu görmeniz sizleri tedirgin etmiyor. Oysaki babalarınızın bazı ahitlerinin (söz ve vasiyetlerinin) çiğnenmesinden tedirgin oluyorsunuz.
Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih’in ahitleri küçümsenmekte; kör, dilsiz ve kötürüm kimseler şehirlerde sığınaksız ve bakıcısız kalmış, acıyanları bile yoktur; sizler de ne makamınızdan yararlanıp onların hakkında bir iş yapıyorsunuz ve ne de (sığınaksız insanlara) bir iş yapan kimselere yardımcı oluyorsunuz. Zalimlere dalkavukluk ve yaltaklık yaparak güvence elde etmeye çalışıyorsunuz. Bütün bunları Yüce Allah size yasaklamıştır; oysa sizler bundan gaflet ediyorsunuz.
Eğer şuurunuz olsaydı, anlardınız ki insanların içerisinde en büyük musibete uğrayan, ulemanın hakiki makamından uzak düşmüş bulunan sizlersiniz. Çünkü işleri yürütmek ve hükümleri uygulamak, Allah’ın helal ve haramına emin olan ulemanın elinde olmalıdır. Oysa bu mevki sizin elinizden alınmıştır. Bu mevki sadece açık deliller geldikten sonra hakta tefrikaya düşmeniz ve sünnette ihtilaf etmeniz yüzünden elinizden çıktı.
Eğer eziyetlere sabredip Allah için zorluklara katlanacak olsaydınız, ilahî işler sizden çıkar ve size dönerdi. Ama siz mevkiinizi zalimlere bırakarak ilahî meseleleri onlara teslim ettiniz. Onlar da şüphe üzerine hareket edip nefsanî arzularına uyuyorlar. Zalimleri bu işe musallat kılan, siz âlimlerin ölümden kaçmanız ve sizden ayrılacak hayata gönül bağlamanızdır. Sizler güçsüz halkı onlara teslim ettiniz. Onlardan bazıları ezik köleler durumuna düşmüş, bazıları da geçimini sağlayamayan yenik mustaz’âflar haline gelmiştir.
Onlar (zalimler) ısrarla (kötülerle) birlikte Allah’a karşı gelmeye yeltenerek, memleketten istedikleri şekilde faydalanıyorlar; heva ve heveslerine uyup her kötülüğe başvuruyorlar. Her şehirde belagatli hatipleri vardır. Memleketin her tarafı onlara boyun eğmiş durumdadır; her tarafta egemenliklerini kurmuş, halk da onların köleleri durumuna gelmiş ve kendilerini savunacak bir güçleri kalmamıştır. Halka egemen olanlar gaddar, isyankâr ve zayıflara karşı acımasızca davranan zalimlerdir. Ya da Allah’a ve kıyamete inancı olmayan, emrine uyulan yetki sahipleridir. Hayret! Nasıl hayrete düşmeyeyim ki, İslam toprakları sahtekâr ve zalim zekât toplayıcılarının ve mü’minlere karşı şefkatsiz ve insafsız olan hain hükümdarların otoritesi altındadır.
Münakaşa ettiğimiz hususta, bizimle sizlerin arasında hüküm verecek olan, yalnız Allah’tır.
İhtilafa düştüğümüz konularda da bizleri yargılayacak olan O’dur.
Allah’ım, sen biliyorsun ki bizim tarafımızdan gerçekleşen (kıyam), saltanat için yarış ve değersiz dünya mallarından bir şeye ulaşmak için değildir. Senin dininin nişanelerini (öğretilerini) göstermek, beldelerinde işleri düzeltip rayına oturtmak, mazlum kullarına emniyet ve güvence kazandırmak ve İslam’ın farzlarına, R e s u l u l l a h ‘ın sünnet ve hükümlerine amel olunması içindir. Sizler de bize yardım etmeyip hakkımızda insaflı olmazsanız, zalimler sizlere egemen olur ve Peygamber’inizin nurunu söndürmeye çalışırlar.
Allah bize yeterlidir. O’na tevekkül etmişiz, O’na yönelmişiz ve dönüşümüz de O’nadır.”
“Ey insanlar! Allah’ın kendi velilerine öğüt vermek için Yahudi âlimleri hakkında yaptığı kınamadan öğüt alın. Allah-u Teâlâ (Yahudi âlimlerini kınayarak şöyle) buyuruyor: “Niçin onların din âlimleri, onları (Yahudileri) günah olan sözleri söylemekten (ve haram yemekten) men etmediler.”( Maide süresi/63)
Yine Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: “İsrail oğullarından kâfir olanlara Da v u d ‘un diliyle de lanet edilmişti, Meryem oğlu İsa ‘nın diliyle de. Bu da isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi. İşledikleri kötülükten, birbirlerini men etmezlerdi. Gerçekten de yaptıkları iş, ne de kötüydü.”( Maide süresi/78-79)
Allah’ın onları kınaması, onların, aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri görüp, onlar vasıtasıyla elde ettikleri dünya mal ve makamına olan bağlılıkları ve maruz kalmaktan korktukları baskı yüzünden onları alıkoymamaları içindir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ: “insanlardan korkmayın, Ben’den korkun.” diye buyurmaktadır.( Maide süresi/44)
Yine buyurmaktadır ki: “Erkek ve kadın mü’minler, birbirlerinin (gözetleyen ve koruyan) dostlarıdırlar, iyiliği emrederler ve kötülüklerden de alıkoymaya çalışırlar. (Namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler.)”( Tevbe süresi/71)
Görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ (mü’minlerin sıfatını saydığında) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerle başlayıp ilk olarak onu farz kılıyor. Çünkü biliyor ki eğer bu farize hakkıyla yerine getirilip uygulanırsa, (artık) bütün farizeler ister kolay olsun, ister zor yerine getirilip uygulanır.
Çünkü iyiliği emredip kötülükten alıkoymak; zulme uğrayanların haklarının alınmasını, zalimlere muhalefeti, Beyt’ül-malın ve ganimetlerin (adaletle) dağıtılmasını, zekâtın gereken yerlerden alınıp gerektiği şekilde sarf edilmesini sağlamakla, İslam’a yapılan (amelî) bir davettir. Sonra siz, ey ilimle meşhur olup hayırla anılan, nasihatle tanınıp Allah’ın vesilesiyle halkın gönüllerinde heybetli görünen topluluk! (Bilin ki) şerefli insanlar sizden çekinir, zayıflar size saygı gösterir, kendi düzeyinizde olan ve iyilikte bulunmadığınız kimseler sizi kendilerine tercih ederler.
(insanların) ihtiyaçları karşılanmadığı zaman sizin arabuluculuğunuzla karşılanır. Yolda giderken padişahların heybeti ve büyüklerin de izzetiyle yürürsünüz. Acaba bunların hepsi sizden beklenilen ilahî vazifenizi yapmanız (hakkı hâkim kılmanız) için değil midir? Ama siz vazifenizin çoğunu yapmıyorsunuz, kusur ediyorsunuz. İmamların hakkını küçümsüyor, zayıfların hakkını çiğniyorsunuz. Fakat kendiniz için sandığınız hakka gelince onu talep ediyorsunuz.
Siz Allah yolunda ne bir mal harcadınız; ne de O’nun için, yarattığı nefsi herhangi bir tehlikeye attınız ve ne de O’nun rızası için bir kabileye (topluluğa) düşman oldunuz. (Bununla birlikte) Allah’ın cennetine girmeyi, peygamberleriyle komşu olmayı ve azabından da kurtulmayı arzu ediyorsunuz. Ey (amelsiz olarak) Allah’tan hayır bekleyenler; sizlerin O’nun azap ve intikamına duçar olmanızdan korkarım. Çünkü sizler, Allah’ın size ikramı sayesinde makam ve üstünlük kazanmış ve O’nun ismiyle kulları arasında hürmet görmektesiniz. Oysa Allah’a itaat etmekle tanınan kimselere hürmetiniz yoktur.
Kendi gözlerinizle Allah’ın ahitlerinin bozulduğunu görmeniz sizleri tedirgin etmiyor. Oysaki babalarınızın bazı ahitlerinin (söz ve vasiyetlerinin) çiğnenmesinden tedirgin oluyorsunuz.
Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih’in ahitleri küçümsenmekte; kör, dilsiz ve kötürüm kimseler şehirlerde sığınaksız ve bakıcısız kalmış, acıyanları bile yoktur; sizler de ne makamınızdan yararlanıp onların hakkında bir iş yapıyorsunuz ve ne de (sığınaksız insanlara) bir iş yapan kimselere yardımcı oluyorsunuz. Zalimlere dalkavukluk ve yaltaklık yaparak güvence elde etmeye çalışıyorsunuz. Bütün bunları Yüce Allah size yasaklamıştır; oysa sizler bundan gaflet ediyorsunuz.
Eğer şuurunuz olsaydı, anlardınız ki insanların içerisinde en büyük musibete uğrayan, ulemanın hakiki makamından uzak düşmüş bulunan sizlersiniz. Çünkü işleri yürütmek ve hükümleri uygulamak, Allah’ın helal ve haramına emin olan ulemanın elinde olmalıdır. Oysa bu mevki sizin elinizden alınmıştır. Bu mevki sadece açık deliller geldikten sonra hakta tefrikaya düşmeniz ve sünnette ihtilaf etmeniz yüzünden elinizden çıktı.
Eğer eziyetlere sabredip Allah için zorluklara katlanacak olsaydınız, ilahî işler sizden çıkar ve size dönerdi. Ama siz mevkiinizi zalimlere bırakarak ilahî meseleleri onlara teslim ettiniz. Onlar da şüphe üzerine hareket edip nefsanî arzularına uyuyorlar. Zalimleri bu işe musallat kılan, siz âlimlerin ölümden kaçmanız ve sizden ayrılacak hayata gönül bağlamanızdır. Sizler güçsüz halkı onlara teslim ettiniz. Onlardan bazıları ezik köleler durumuna düşmüş, bazıları da geçimini sağlayamayan yenik mustaz’âflar haline gelmiştir.
Onlar (zalimler) ısrarla (kötülerle) birlikte Allah’a karşı gelmeye yeltenerek, memleketten istedikleri şekilde faydalanıyorlar; heva ve heveslerine uyup her kötülüğe başvuruyorlar. Her şehirde belagatli hatipleri vardır. Memleketin her tarafı onlara boyun eğmiş durumdadır; her tarafta egemenliklerini kurmuş, halk da onların köleleri durumuna gelmiş ve kendilerini savunacak bir güçleri kalmamıştır. Halka egemen olanlar gaddar, isyankâr ve zayıflara karşı acımasızca davranan zalimlerdir. Ya da Allah’a ve kıyamete inancı olmayan, emrine uyulan yetki sahipleridir. Hayret! Nasıl hayrete düşmeyeyim ki, İslam toprakları sahtekâr ve zalim zekât toplayıcılarının ve mü’minlere karşı şefkatsiz ve insafsız olan hain hükümdarların otoritesi altındadır.
Münakaşa ettiğimiz hususta, bizimle sizlerin arasında hüküm verecek olan, yalnız Allah’tır.
İhtilafa düştüğümüz konularda da bizleri yargılayacak olan O’dur.
Allah’ım, sen biliyorsun ki bizim tarafımızdan gerçekleşen (kıyam), saltanat için yarış ve değersiz dünya mallarından bir şeye ulaşmak için değildir. Senin dininin nişanelerini (öğretilerini) göstermek, beldelerinde işleri düzeltip rayına oturtmak, mazlum kullarına emniyet ve güvence kazandırmak ve İslam’ın farzlarına, R e s u l u l l a h ‘ın sünnet ve hükümlerine amel olunması içindir. Sizler de bize yardım etmeyip hakkımızda insaflı olmazsanız, zalimler sizlere egemen olur ve Peygamber’inizin nurunu söndürmeye çalışırlar.
Allah bize yeterlidir. O’na tevekkül etmişiz, O’na yönelmişiz ve dönüşümüz de O’nadır.”

İMAMLARI ZİYARET, HZ. PEYGAMBER(SAA)’E SADAKATİN İŞARETİDİR.
İmam Hüseyin(as) Hz. Peygamber(saa)’i ziyaret ediyordu. Aynı şekilde abisi İmam Hasan(as)’ı da ziyaret ediyordu. Aynen Hz. Peygamber(saa)i ziyaret ettiği gibi. Ancak babası Necef’teydi. Onu ise uzaktan ziyaret ediyordu. Bu bir biat miydi, ahd miydi, yol muydu, dertleşme mi idi? Sanki hepsi vardı. En önemlisi de hepsini ziyaret etmenin göstergesi şu idi; Ceddi Resulullah(saa)’a sadık olmanın, yolundan gitme sözünün bir işareti idi.
Bana bir eğitim edebi veriyordu sanki. Herhalde kendisinden sonra gelenlerde onu ziyaret ederken Hz. Peygamber(saa)’e olan sadakatlerini böyle yansıtmış olacaklardı. Zaten hepsi aynı nuru taşımıyorlar mıydı?
Hz. Muhammed (saa) şöyle buyurmuştu;
“Hasan ve Hüseyin, benim oğullarımdır. Kim onları severse, beni sevmiş olur. Kim beni severse, Allah'ı sevmiş olur. Kim de Allah'ı severse, Allah, onu cennete koyar. Kim onlara buğzederse, bana buğzetmiş olur. Bana buğzeden Allah'a buğzetmiş olur. Kim de Allah'a buğzederse, Allah, onu cehenneme koyar.”( Müstedrek, Hâkim, 3/166)
Bana bir eğitim edebi veriyordu sanki. Herhalde kendisinden sonra gelenlerde onu ziyaret ederken Hz. Peygamber(saa)’e olan sadakatlerini böyle yansıtmış olacaklardı. Zaten hepsi aynı nuru taşımıyorlar mıydı?
Hz. Muhammed (saa) şöyle buyurmuştu;
“Hasan ve Hüseyin, benim oğullarımdır. Kim onları severse, beni sevmiş olur. Kim beni severse, Allah'ı sevmiş olur. Kim de Allah'ı severse, Allah, onu cennete koyar. Kim onlara buğzederse, bana buğzetmiş olur. Bana buğzeden Allah'a buğzetmiş olur. Kim de Allah'a buğzederse, Allah, onu cehenneme koyar.”( Müstedrek, Hâkim, 3/166)

Hz. Zeyneb’in Şam’daki Konuşması
Hz. Zeyneb’in (s.a) Şam’da ya da Yezid’in huzurunda yaptığı konuşma Hz. Zeyneb’in (s.a) Kerbela vakıasından sonra, esirlerin Şam’da Yezid’in huzuruna çıkarıldıklarında yaptığı konuşmaya işaret etmektedir. Bu konuşma ve Hz. Zeynel Abidin’in (a.s) yaptığı konuşmalar, oradakilerin olağanüstü bir şekilde etkilenmelerine neden olmuş ve toplantı Ehlibeytin (a.s) yararına sonuçlanmıştır.
Bu konuşmadaki temel noktalar şunlardır: Allah’a hamd, Resulullah’a salat ve selam, Allah’ın kâfirlere mühlet tanımasındaki ilahî sünneti, Yezid’in davranışlarının çirkinliği, Yezidilere beddua, zalimlerin akıbetlerine işaret, Allah’a şikâyet ve Ehlibeytin (a.s) ebedi kalıcılığı.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a özgüdür. Allah’ın salat ve selamı Peygamberine ve tüm ailesine olsun. Yüce Allah şöyle buyurarak doğru söylemiştir: "Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu." (Rûm, 10)
“Ey Yezid! Esir olarak şehir şehir dolaştırmakla bu geniş yeryüzünü ve bu fezayı bize dar ettiğini, bizi Allah katında hor ve zelil, kendini de yücelttiğini ve bu olayların da senin yüce makamından olduğunu mu sanırsın ki böyle övünüp seviniyorsun? Dünyayı abat ettiğin, şenlendirdiğin için çok mu mutlusun? Her şeyin istediğin gibi gerçekleşmesine ve saltanatı ele geçirmene çok mu seviniyorsun? Yavaş ol, yavaş ol! Allah’ın “O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar; biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır” (Al-i İmran, 178) buyurduğunu unuttun mu yoksa?
Ey Âzâd edilmiş kölelerin zürriyetinden olan! (Mekke fethi sonrasında Peygamber (s.a.a) tarafından azat edilenler)[4], kendi kadın ve cariyelerini örtüp Resulullah’ın (s.a.a) kızlarını açık yüzlerle ve örtüsüz bir hâlde düşmanlarının yanında şehir şehir dolaştırman ve her konakta oranın sakinlerine teşhir etmen, yabancıya ve aşinaya bu himayesiz esirleri göstermen insaf ve adalet midir? Soylu ve necip insanların ciğerini ağzına alıp emen, sonra da dışarı atan ve şehitlerin kanıyla beslenen (Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen Yezid’in büyük annesi Hind’e işaret etmekte) birinden nasıl merhamet beklenebilir? Her zaman itiraz, husumet ve kinle bize bakan biri, elinden gelen her türlü kötülüğü neden yapmasın? Şimdi de bu yaptığıyla sanki günah işlememiş gibi, sarhoş ve mağrur bir hâlde, cennet gençlerinin efendisi Eba Abdullah’ın (Hz. Hüseyin’in) (a.s) dişlerine çubukla vuruyor ve pervasızca “Bedir Savaşı'nda ölen büyüklerim, keşke burada olsalardı da bu durumu görerek çığlıklar atıp ‘ellerin dert görmesin ey Yezid’ deselerdi” diyorsun.
Evet, niye söylemeyesin ve niye bu şiiri okumayasın ki? Sen ellerini Muhammed (s.a.a) evlatlarının kanına buladın ve yeryüzünün yıldızları olan Abdulmuttalip oğullarını katlettin.
Fakat sen bununla kendi ölüm ve bedbahtlığına zemin hazırladın. Şimdi de duyuyorlarmış gibi kendi kavminin büyüklerine sesleniyorsun. Ne var ki çok geçmeden sen de onlara katılacak ve “Keşke ellerim kırılsaydı ve dilim lal olsaydı da bunları söylemeseydim” diyeceksin.
Ey güçlü Allah’ım! Bize zulmedenlerden intikamımızı ve hakkımızı al ve gazabının ateşinde onları yak!
Ey Yezid! Sen bu yaptıklarınla ancak kendi derini yüzdün ve kendi etini parçaladın. Çok geçmeyecek, Peygamber evlatlarının kanını dökmek ve Ehlibeytine saygısızlıkta bulunmakla yüklendiğin bu vebalin altında Peygamber’in huzuruna çıkacaksın. O gün Allah onları bir araya toplayacak ve haklarını alacaktır.“Allah yolunda ölenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar Rableri katında diridirler.” (Al-i İmrân, 169)
Allah’ın hükmedici, Muhammed’in (s.a.a) davacı ve Cebrail’in de ona yardımcı olacağı gün senin için yeterlidir.
Seni bu makama getirerek Müslümanların sırtına bindirenler, zalimler arasında ne de kötü bir bedel seçtiklerini çok yakında anlayacaklar. Hangimizin daha bedbaht olduğunu bilecekler.
Sen, konuşulmayacak kadar değersiz birisin. Ama bu durum seninle konuşmaya (bizi) mecbur etmiştir. Seni kınamak ve zemmetmek (kınamak, yermek)se benim gözümde değerli ve büyük bir iştir. Fakat gözler ağlıyor ve sineler de gam ateşiyle yanıyor.
Ah, Allah ordusunun şeytan ordusu olan azat edilmişler eliyle öldürülmesi, ne ilginçtir! Bizim kanımız bu ellerden akıyor ve etlerimiz ise, ağızlarında çiğneniyor. O tayyib ve pak bedenler, toprak üstünde kalmıştır…
Ey Yezid! Eğer bugün galip gelerek, bizi kendi ganimetin biliyorsan, yarın yaptıklarından başka bir şey göremeyeceğin gün, bunun hesabını vereceksin. Allah kullarına zulmetmez. Biz de şikâyetimizi O'na yöneltiyoruz. Çünkü sığınağımız O’dur.
Ey Yezid! Kendi işinle meşgul ol; istediğin şekilde düzen kur; hile yap ve çalış. Ancak Allah’a andolsun ki bizim adımızı silemeyecek; vahyimizi söndüremeyecek ve öldüremeyeceksin; işimizi bitiremeyeceksin. Alnındaki bu lekeyi de silemeyeceksin. Çünkü aklın alil (hasta) ve yaşayacağın günler azdır. Münadi “Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun” diye seslendiğinde, o gün bu topluluğun dağılmış olacaktır.
Allah’a hamdolsun ki başlangıcımızı saadet ve mağfiret, sonumuzu da şehadet ve rahmet karar kıldı. Allah’tan istiyoruz ki nimetini, şehitlerimize tamamlasın; mükâfatlarını artırsın ve bizleri de salih haleflerden kılsın. Çünkü O, bağışlayandır; şefkatlidir. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.”
Bu konuşmadaki temel noktalar şunlardır: Allah’a hamd, Resulullah’a salat ve selam, Allah’ın kâfirlere mühlet tanımasındaki ilahî sünneti, Yezid’in davranışlarının çirkinliği, Yezidilere beddua, zalimlerin akıbetlerine işaret, Allah’a şikâyet ve Ehlibeytin (a.s) ebedi kalıcılığı.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a özgüdür. Allah’ın salat ve selamı Peygamberine ve tüm ailesine olsun. Yüce Allah şöyle buyurarak doğru söylemiştir: "Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu." (Rûm, 10)
“Ey Yezid! Esir olarak şehir şehir dolaştırmakla bu geniş yeryüzünü ve bu fezayı bize dar ettiğini, bizi Allah katında hor ve zelil, kendini de yücelttiğini ve bu olayların da senin yüce makamından olduğunu mu sanırsın ki böyle övünüp seviniyorsun? Dünyayı abat ettiğin, şenlendirdiğin için çok mu mutlusun? Her şeyin istediğin gibi gerçekleşmesine ve saltanatı ele geçirmene çok mu seviniyorsun? Yavaş ol, yavaş ol! Allah’ın “O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar; biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır” (Al-i İmran, 178) buyurduğunu unuttun mu yoksa?
Ey Âzâd edilmiş kölelerin zürriyetinden olan! (Mekke fethi sonrasında Peygamber (s.a.a) tarafından azat edilenler)[4], kendi kadın ve cariyelerini örtüp Resulullah’ın (s.a.a) kızlarını açık yüzlerle ve örtüsüz bir hâlde düşmanlarının yanında şehir şehir dolaştırman ve her konakta oranın sakinlerine teşhir etmen, yabancıya ve aşinaya bu himayesiz esirleri göstermen insaf ve adalet midir? Soylu ve necip insanların ciğerini ağzına alıp emen, sonra da dışarı atan ve şehitlerin kanıyla beslenen (Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen Yezid’in büyük annesi Hind’e işaret etmekte) birinden nasıl merhamet beklenebilir? Her zaman itiraz, husumet ve kinle bize bakan biri, elinden gelen her türlü kötülüğü neden yapmasın? Şimdi de bu yaptığıyla sanki günah işlememiş gibi, sarhoş ve mağrur bir hâlde, cennet gençlerinin efendisi Eba Abdullah’ın (Hz. Hüseyin’in) (a.s) dişlerine çubukla vuruyor ve pervasızca “Bedir Savaşı'nda ölen büyüklerim, keşke burada olsalardı da bu durumu görerek çığlıklar atıp ‘ellerin dert görmesin ey Yezid’ deselerdi” diyorsun.
Evet, niye söylemeyesin ve niye bu şiiri okumayasın ki? Sen ellerini Muhammed (s.a.a) evlatlarının kanına buladın ve yeryüzünün yıldızları olan Abdulmuttalip oğullarını katlettin.
Fakat sen bununla kendi ölüm ve bedbahtlığına zemin hazırladın. Şimdi de duyuyorlarmış gibi kendi kavminin büyüklerine sesleniyorsun. Ne var ki çok geçmeden sen de onlara katılacak ve “Keşke ellerim kırılsaydı ve dilim lal olsaydı da bunları söylemeseydim” diyeceksin.
Ey güçlü Allah’ım! Bize zulmedenlerden intikamımızı ve hakkımızı al ve gazabının ateşinde onları yak!
Ey Yezid! Sen bu yaptıklarınla ancak kendi derini yüzdün ve kendi etini parçaladın. Çok geçmeyecek, Peygamber evlatlarının kanını dökmek ve Ehlibeytine saygısızlıkta bulunmakla yüklendiğin bu vebalin altında Peygamber’in huzuruna çıkacaksın. O gün Allah onları bir araya toplayacak ve haklarını alacaktır.“Allah yolunda ölenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar Rableri katında diridirler.” (Al-i İmrân, 169)
Allah’ın hükmedici, Muhammed’in (s.a.a) davacı ve Cebrail’in de ona yardımcı olacağı gün senin için yeterlidir.
Seni bu makama getirerek Müslümanların sırtına bindirenler, zalimler arasında ne de kötü bir bedel seçtiklerini çok yakında anlayacaklar. Hangimizin daha bedbaht olduğunu bilecekler.
Sen, konuşulmayacak kadar değersiz birisin. Ama bu durum seninle konuşmaya (bizi) mecbur etmiştir. Seni kınamak ve zemmetmek (kınamak, yermek)se benim gözümde değerli ve büyük bir iştir. Fakat gözler ağlıyor ve sineler de gam ateşiyle yanıyor.
Ah, Allah ordusunun şeytan ordusu olan azat edilmişler eliyle öldürülmesi, ne ilginçtir! Bizim kanımız bu ellerden akıyor ve etlerimiz ise, ağızlarında çiğneniyor. O tayyib ve pak bedenler, toprak üstünde kalmıştır…
Ey Yezid! Eğer bugün galip gelerek, bizi kendi ganimetin biliyorsan, yarın yaptıklarından başka bir şey göremeyeceğin gün, bunun hesabını vereceksin. Allah kullarına zulmetmez. Biz de şikâyetimizi O'na yöneltiyoruz. Çünkü sığınağımız O’dur.
Ey Yezid! Kendi işinle meşgul ol; istediğin şekilde düzen kur; hile yap ve çalış. Ancak Allah’a andolsun ki bizim adımızı silemeyecek; vahyimizi söndüremeyecek ve öldüremeyeceksin; işimizi bitiremeyeceksin. Alnındaki bu lekeyi de silemeyeceksin. Çünkü aklın alil (hasta) ve yaşayacağın günler azdır. Münadi “Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun” diye seslendiğinde, o gün bu topluluğun dağılmış olacaktır.
Allah’a hamdolsun ki başlangıcımızı saadet ve mağfiret, sonumuzu da şehadet ve rahmet karar kıldı. Allah’tan istiyoruz ki nimetini, şehitlerimize tamamlasın; mükâfatlarını artırsın ve bizleri de salih haleflerden kılsın. Çünkü O, bağışlayandır; şefkatlidir. “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.”

İmam Zeynelâbidin Seccad’dan (a.s)
… Zeyd b. Ali (a.s) babası İmam Zeynelâbidin Seccad’dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir:
Abidlerin seyyidi babama (a.s) sordum ve dedim ki: “Ey babacığım! Ceddin Resûlullah’tan (s.a.a) bana haber ver. Resûlullah, göğe çıkarıldığında Rabbi O’na elli vakitlik namazı emrettiği zaman neden onu ümmeti için indirmedi; öyle ki Musa b. İmran (a.s) O’na: ‘Rabbine geri dön ve O’ndan bunu indirmesini talep et, çünkü ümmetin bu kadar namazı kaldıramaz?’ dedi.”
Buyurdu ki: “Ey oğlum! Gerçekten Resûlullah (s.a.a) , Rabbi Azze ve Celle ’ye öneride bulunmaz ve emrettiği şey hakkında O’na müracaat etmezdi. Musa (a.s), O’nun ümmetine aracı olarak bunu Resûlullah’tan istediğinden kardeşi Musa’nın aracılığını reddetmesi uygun olmazdı. Dolayısıyla Rabbi Azze ve Celle’ye dönerek namazın sayısını azaltmasını istedi ve elli vakitlik namazı beş vakit namaza dönüştürdü.”
Dedim ki: “Ey babacığım! Resûlullah, neden namazın sayısını beşe indirdikten sonra, yeniden Rabbi Azze ve Celle’ye dönüp, namazı daha da azaltmasını istemedi?”
Buyurdu ki: “Ey oğlum! Resûlullah (s.a.a) ümmeti için namazın azaltılmasını elli rekâtlık namazın sevabıyla beraber istiyordu, çünkü Allah Azze ve Celle ‘Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır (Enam, 160)’ buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.a) , yeryüzüne indiği zaman Cebrail kendisine gelerek şöyle dedi: “Ey Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor ve diyor ki şüphesiz o beş namazın sevabı elli namaz mukabilindedir. ‘Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim (Kaf, 29)’ sözünü duymadın mı?”
Dedim ki: “Ey babacığım! Zikri yüce Allah mekânla vasfedilir mi ki?”
Buyurdu ki: “Hayır, Allah bundan münezzehtir.”
Dedim ki: “Öyleyse Hz. Musa’nın (a.s) Resûlullah’a (s.a.a) ‘Rabbine dön’ sözünün anlamı nedir?”
Buyurdu ki: “Onun anlamı İbrahim’in buradaki ‘Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir. (Saffat, 99)’ sözünün anlamı ve Musa’nın ‘Rabbim! Sen hoşnut olasın diye, acele ederek sana geldim. (Taha, 84)’ sözünün anlamı, Yüce Allah’ın ‘O halde Allah’a koşun. (Zariyat, 50)’ sözünün anlamının aynısıdır. Yani Allah’ın evini kast edin, ey oğlum! Şüphesiz Kâbe, Allah’ın evidir; dolayısıyla kim Allah’ın evini kast (haccederse) ederse şüphesiz Allah’a kast etmiştir. Camiler Allah’ın evleridir; kim ona doğru giderse, şüphesiz Allah’a gitmiş ve O’nu kast etmiştir. Namaz kılan namazdan ayrılmadığı süre içinde Allah Celle Celâluhu’nun önünde durmuştur. Arafat’ta vukuf için duranlar Yüce Allah’ın önünde durmuşlardır. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın göklerde (özel) yerleri vardır. Dolayısıyla her kimi göklerdeki o yerlere çıkarırlarsa şüphesiz Allah’a çıkarmış olurlar. Yüce Allah’ın ‘Melekler ve Ruh oraya, yükselip çıkar… (Mearic, 4)’ ve yine ‘O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. (Fatır, 10)’ sözlerini duymadın mı?”
TEVHİD, ŞEYH SADUK, H. 252/8
Abidlerin seyyidi babama (a.s) sordum ve dedim ki: “Ey babacığım! Ceddin Resûlullah’tan (s.a.a) bana haber ver. Resûlullah, göğe çıkarıldığında Rabbi O’na elli vakitlik namazı emrettiği zaman neden onu ümmeti için indirmedi; öyle ki Musa b. İmran (a.s) O’na: ‘Rabbine geri dön ve O’ndan bunu indirmesini talep et, çünkü ümmetin bu kadar namazı kaldıramaz?’ dedi.”
Buyurdu ki: “Ey oğlum! Gerçekten Resûlullah (s.a.a) , Rabbi Azze ve Celle ’ye öneride bulunmaz ve emrettiği şey hakkında O’na müracaat etmezdi. Musa (a.s), O’nun ümmetine aracı olarak bunu Resûlullah’tan istediğinden kardeşi Musa’nın aracılığını reddetmesi uygun olmazdı. Dolayısıyla Rabbi Azze ve Celle’ye dönerek namazın sayısını azaltmasını istedi ve elli vakitlik namazı beş vakit namaza dönüştürdü.”
Dedim ki: “Ey babacığım! Resûlullah, neden namazın sayısını beşe indirdikten sonra, yeniden Rabbi Azze ve Celle’ye dönüp, namazı daha da azaltmasını istemedi?”
Buyurdu ki: “Ey oğlum! Resûlullah (s.a.a) ümmeti için namazın azaltılmasını elli rekâtlık namazın sevabıyla beraber istiyordu, çünkü Allah Azze ve Celle ‘Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır (Enam, 160)’ buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.a) , yeryüzüne indiği zaman Cebrail kendisine gelerek şöyle dedi: “Ey Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor ve diyor ki şüphesiz o beş namazın sevabı elli namaz mukabilindedir. ‘Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim (Kaf, 29)’ sözünü duymadın mı?”
Dedim ki: “Ey babacığım! Zikri yüce Allah mekânla vasfedilir mi ki?”
Buyurdu ki: “Hayır, Allah bundan münezzehtir.”
Dedim ki: “Öyleyse Hz. Musa’nın (a.s) Resûlullah’a (s.a.a) ‘Rabbine dön’ sözünün anlamı nedir?”
Buyurdu ki: “Onun anlamı İbrahim’in buradaki ‘Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir. (Saffat, 99)’ sözünün anlamı ve Musa’nın ‘Rabbim! Sen hoşnut olasın diye, acele ederek sana geldim. (Taha, 84)’ sözünün anlamı, Yüce Allah’ın ‘O halde Allah’a koşun. (Zariyat, 50)’ sözünün anlamının aynısıdır. Yani Allah’ın evini kast edin, ey oğlum! Şüphesiz Kâbe, Allah’ın evidir; dolayısıyla kim Allah’ın evini kast (haccederse) ederse şüphesiz Allah’a kast etmiştir. Camiler Allah’ın evleridir; kim ona doğru giderse, şüphesiz Allah’a gitmiş ve O’nu kast etmiştir. Namaz kılan namazdan ayrılmadığı süre içinde Allah Celle Celâluhu’nun önünde durmuştur. Arafat’ta vukuf için duranlar Yüce Allah’ın önünde durmuşlardır. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın göklerde (özel) yerleri vardır. Dolayısıyla her kimi göklerdeki o yerlere çıkarırlarsa şüphesiz Allah’a çıkarmış olurlar. Yüce Allah’ın ‘Melekler ve Ruh oraya, yükselip çıkar… (Mearic, 4)’ ve yine ‘O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. (Fatır, 10)’ sözlerini duymadın mı?”
TEVHİD, ŞEYH SADUK, H. 252/8

HAC; VELAYET İLE KÂMİL OLUR!
Hariz b. Abdullah, Zurare'den, o da Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselam)'dan şöyle rivayet etmiştir:
“İslâm beş şey üzerine tekrar edilmiştir: Namaz, zekât, hac, oruç, velâyet.”
Zurare der ki: Şöyle dedim: "Bunların hangisi daha üstündür?"
-“En üstünü velayettir,” dedi. “Çünkü velâyet bunların anahtarıdır. Velâyet yetkisine sahip olan kişi bunları gösterir.”
-Dedim ki: "Sonra hangisi daha üstündür?"
İmam (as): “Namaz daha üstündür,” dedi. “Çünkü Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlihi): Namaz sizin dininizin direğidir, buyurmuştur.”
- Dedim ki: "Sonra hangisi daha üstündür?"
- “Zekât daha üstündür” dedi. “Çünkü zekât, onunla beraber zikredilmiş ama namaz önce anılmıştır. Ayrıca Resulullah: Zekât günahları giderir, buyurmuştur.”
Dedim ki: "Fazilet bakımından ondan sonra hangisi gelir?"
- “Hac gelir,” dedi. “Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
"Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmran/ 97) Ayrıca Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah tarafından kabul edilen bir hac, yirmi nafile namazdan daha hayırlıdır. Kim yedi kere sayarak bu evin etrafını tavaf ederse ve iki rekât namaz kılarsa, Allah onu bağışlar." Ayrıca Peygamber efendimiz, Arefe ve Müzdelife günlerinin faziletiyle ilgili olarak bir çok açıklamada bulunmuştur.”
Dedim ki: Peki, bundan sonra ne gelir?
İmam (as): “Oruç gelir,” dedi.
-Dedim ki: Niçin oruç bunların tümünün sonuna düştü?
Buyurdu ki: “Resulullah: "Oruç, ateşin kalkanıdır." buyurmuştur.”
Sonra şöyle dedi: “Bir şeyin en üstün olmasının göstergesi, onu kaçırdığın zaman, geri dönüp aynısını yapmadığın sürece ondan dolayı yaptığın tevbenin kabul edilmemesidir. Namaz, zekât, hac ve velâyetin yerini hiçbir şey tutamaz, onları bizzat yerine getirmekten başka seçenek yoktur. Fakat orucu kaçırdığın ya da bir kusurun olduğu yahut yolculuğa çıktığın zaman, onun yerine başka bir zaman tutabilirsin ve bu günahı sadakayla karşılarsın, ayrıca kaza yapmana gerek olmaz. Fakat diğer dördünü yerine getirmediğin zaman, onların yerini dolduracak başka bir şeyi yapman mümkün değildir.”
Sonra İmam (as) şöyle dedi:
“Dinin zirvesi, anahtarı, her şeyin kapısı ve Rahman'ın rızası, zamanın imamını bilip itaat etmektir. Çünkü Allah Azze ve Celle bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kim Resule itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur, kim de yüz çevirirse, bilsin ki biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermiş değiliz." (Nisa/ 80) Bir insan gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçirse, bütün malını sadaka olarak dağıtsa, her yıl hacca gitse, buna karşılık Allah'ın velisinin velâyetini bilip onu veli edinmezse, Allah Azze ve Celle rızası için yaptığı bütün amelleri İmam'ın yol göstericiliğiyle gerçekleştirmezse, onun Allah Azze ve Celle üzerinde sevap hakkı olmaz ve iman ehlinden de sayılmaz.”
Ardından imam şöyle dedi: “Allah bunlardan Muhsin olanları rahmetiyle Cennete koyar.” (Allame Meclisi, Mir`at`ul Ukul, c.7, s.102)
“İslâm beş şey üzerine tekrar edilmiştir: Namaz, zekât, hac, oruç, velâyet.”
Zurare der ki: Şöyle dedim: "Bunların hangisi daha üstündür?"
-“En üstünü velayettir,” dedi. “Çünkü velâyet bunların anahtarıdır. Velâyet yetkisine sahip olan kişi bunları gösterir.”
-Dedim ki: "Sonra hangisi daha üstündür?"
İmam (as): “Namaz daha üstündür,” dedi. “Çünkü Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlihi): Namaz sizin dininizin direğidir, buyurmuştur.”
- Dedim ki: "Sonra hangisi daha üstündür?"
- “Zekât daha üstündür” dedi. “Çünkü zekât, onunla beraber zikredilmiş ama namaz önce anılmıştır. Ayrıca Resulullah: Zekât günahları giderir, buyurmuştur.”
Dedim ki: "Fazilet bakımından ondan sonra hangisi gelir?"
- “Hac gelir,” dedi. “Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
"Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmran/ 97) Ayrıca Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah tarafından kabul edilen bir hac, yirmi nafile namazdan daha hayırlıdır. Kim yedi kere sayarak bu evin etrafını tavaf ederse ve iki rekât namaz kılarsa, Allah onu bağışlar." Ayrıca Peygamber efendimiz, Arefe ve Müzdelife günlerinin faziletiyle ilgili olarak bir çok açıklamada bulunmuştur.”
Dedim ki: Peki, bundan sonra ne gelir?
İmam (as): “Oruç gelir,” dedi.
-Dedim ki: Niçin oruç bunların tümünün sonuna düştü?
Buyurdu ki: “Resulullah: "Oruç, ateşin kalkanıdır." buyurmuştur.”
Sonra şöyle dedi: “Bir şeyin en üstün olmasının göstergesi, onu kaçırdığın zaman, geri dönüp aynısını yapmadığın sürece ondan dolayı yaptığın tevbenin kabul edilmemesidir. Namaz, zekât, hac ve velâyetin yerini hiçbir şey tutamaz, onları bizzat yerine getirmekten başka seçenek yoktur. Fakat orucu kaçırdığın ya da bir kusurun olduğu yahut yolculuğa çıktığın zaman, onun yerine başka bir zaman tutabilirsin ve bu günahı sadakayla karşılarsın, ayrıca kaza yapmana gerek olmaz. Fakat diğer dördünü yerine getirmediğin zaman, onların yerini dolduracak başka bir şeyi yapman mümkün değildir.”
Sonra İmam (as) şöyle dedi:
“Dinin zirvesi, anahtarı, her şeyin kapısı ve Rahman'ın rızası, zamanın imamını bilip itaat etmektir. Çünkü Allah Azze ve Celle bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kim Resule itaat ederse, şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur, kim de yüz çevirirse, bilsin ki biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermiş değiliz." (Nisa/ 80) Bir insan gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçirse, bütün malını sadaka olarak dağıtsa, her yıl hacca gitse, buna karşılık Allah'ın velisinin velâyetini bilip onu veli edinmezse, Allah Azze ve Celle rızası için yaptığı bütün amelleri İmam'ın yol göstericiliğiyle gerçekleştirmezse, onun Allah Azze ve Celle üzerinde sevap hakkı olmaz ve iman ehlinden de sayılmaz.”
Ardından imam şöyle dedi: “Allah bunlardan Muhsin olanları rahmetiyle Cennete koyar.” (Allame Meclisi, Mir`at`ul Ukul, c.7, s.102)

RAVZATU'L KÂFÎ
RAVZATU'L KÂFÎ, H.474- Süleyman b. Halid şöyle rivayet eder: “İmam Cafer Sadık’a (a.s) şöyle sordum: “Sıcak ve soğuk neden meydana geliyor?”
İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Ey Ebu Eyyub! Mars sıcak bir gezegendir. Satürn ise soğuk bir ge-zegendir. Mars gezegeni yükseğe çıktığında, Satürn aşağı iner. Bu da yaz mevsiminde gerçekleşir ve böyle de devam eder. Böylelikle her ne zaman Mars yükseğe çıkarsa, Satürn aşağı iner. Sonra Mars, en yüksek basamağa çıkar. Satürn ise en aşağı basamağa iner. Sonra Mars açıkça görünür ve sıcaklık artar. Bu da böyle devam eder. Satürn yükseğe çıktığında, Mars da aşağı iner. Sonra onlar, yükselme ve alçalmanın son noktasına ulaşırlar. Böylelikle de Satürn, yüksekliğin son basamağına ulaştığı zaman açıkça görünür. Bu da sonbaharın sonlarına ve kışın ilkine denk gelmektedir. Soğuk şiddetlenmeye başlar. Her ne zaman birisi yükselse, diğeri alçalır. Her ne zaman bu alçalsa, diğeri yükselir. Eğer yazın hava soğuk olursa bu, Ay’dan dolayıdır. Eğer kışın hava sıcak olursa bu, Güneş’ten dolayıdır. Bu takdir, yenilmez kudretin sahibi ve her şeyi bilen Allah’tandır. Ben de Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın kuluyum.”
İmam (a.s) şöyle buyurdu:
“Ey Ebu Eyyub! Mars sıcak bir gezegendir. Satürn ise soğuk bir ge-zegendir. Mars gezegeni yükseğe çıktığında, Satürn aşağı iner. Bu da yaz mevsiminde gerçekleşir ve böyle de devam eder. Böylelikle her ne zaman Mars yükseğe çıkarsa, Satürn aşağı iner. Sonra Mars, en yüksek basamağa çıkar. Satürn ise en aşağı basamağa iner. Sonra Mars açıkça görünür ve sıcaklık artar. Bu da böyle devam eder. Satürn yükseğe çıktığında, Mars da aşağı iner. Sonra onlar, yükselme ve alçalmanın son noktasına ulaşırlar. Böylelikle de Satürn, yüksekliğin son basamağına ulaştığı zaman açıkça görünür. Bu da sonbaharın sonlarına ve kışın ilkine denk gelmektedir. Soğuk şiddetlenmeye başlar. Her ne zaman birisi yükselse, diğeri alçalır. Her ne zaman bu alçalsa, diğeri yükselir. Eğer yazın hava soğuk olursa bu, Ay’dan dolayıdır. Eğer kışın hava sıcak olursa bu, Güneş’ten dolayıdır. Bu takdir, yenilmez kudretin sahibi ve her şeyi bilen Allah’tandır. Ben de Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın kuluyum.”

ONBEŞ ŞABAN
ON BEŞİNCİ GECE
Şaban ayının onbeşinci gecesi çok değerli bir gecedir. İmam Sadık’tan (a.s) rivayet edildiğine göre, bu gecenin fazileti hakkında İmam Bâkır’a (a.s) sorulduğunda, İmam (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Bu gece, Kadir Gecesi’nden sonra, en faziletli gecedir. Bu gecede Allah kullarına kendi fazlından lütfeder ve kendi minnetiyle onları bağışlar. O hâlde bu gecede Allah’a yakınlaşmaya çalışın. Zira Allah (azze ve celle) kendi mukaddes zatına ant içmiştir ki, bu gecede günah olan şeyleri isteyen hariç kendisine yalvaran hiçbir kimseyi eli boş geri çevirmesin. Allah, Kadir Gecesi’ni Hz. Peygamber (s.a.a) için kararlaştırdığı gibi, bu geceyi de (Şaban ayının on beşinci gecesini) biz Ehlibeyt için kararlaştırmıştır. Allah’a dua ve O’nu medh u sena etmeye çalışın.”[1]
Bu gecenin en büyük bereketlerinden birisi, “Veliyy-i Asr, İmam-ı Zaman, Hz. Mehdi”nin (a.s) bu gecenin seher vakti, Hicret’in 255. yılında Sâmerra’da dünyaya gelmesidir. Bu ise bu gecenin şeref ve faziletini kat kat artırmıştır.
Çünkü tüm enbiya ve vasilerinin dileği, evrensel dirilişi yapacak olan vasileri İmam Mehdi (a.f) dünyaya teşrif etmiştir. Onun doğumu ile din tamamlanma sürecine giriyor, hakkın batılı tamamen temizleme süreci başlıyor demektir.
“Allah’ım! Bu gecemizin, onda doğan ve senin vaat edilmiş hüccetin olan (Hz. Mehdi) hakkına; ona fazilet üstüne fazilet ekledin; böylece doğruluk ve adalet açısından (tevhit ve din) kelimen tamamlandı…
Zaman onların erafına döner; asrın koruyucuları onlardır. Emir sahipleri onlardır; Kadir Gecesi’nde inen şey, onlara iner. (Halkın) haşir ve neşri (Allah’ın izniyle) onların elindedir. Onlar İlahî vahyin tercümanları, ilâhî emir ve nehiylerin sahipleridirler. Allah’ım! (Ehlibeyt İmamları’nın) sonuncusu ve Kâim’leri olan ve gaybette yaşayan (Hz. Mehdi’ye) salât ve selam eyle.”[2]
Dolayısıyla İmam Mehdi’nin(a.f) doğduğu bu gecenin en faziletli ameli İmam Hüseyin’in (a.s) ziyaret etmek diye tavsiye edilmiştir. İmam Hüseyin şahsında tüm seçilmişlerin amacı dile getirilmektedir. Ve tüm seçilmişlerin hakkı alınacaktır.
Bu nedenle bir rivayette şöyle geçmektedir:
“Kim 124 bin peygamberin ruhunun kendisiyle müsafaha etmesini istiyorsa, bu gecede İmam Hüseyin’i (a.s) ziyaret etsin. İmam Hüseyn’in (a.s) en kısa ziyareti, bir çatının üzerine çıkarak, önce sağa ve sola bakmak, sonra da başını gökyüzüne kaldırarak şu cümlelerle İmam’ı (a.s) ziyaret etmektir…[3]
Dolayısıyla İmam Mehdi’nin(a.f) isim ve lakaplarını incelediğimizde, gaybet ve zuhurda neler olacağı ile ilgili haberleri elde ettiğimizde on beşinci gecenin önemini daha iyi anlıyoruz. Artık dünya kaderinin son sürecine girmenin başlangıç günüdür. Sırat-ı Müstakimin son aşamasıdır. Tüm tarih bu geceyi beklemiştir. İşte bu nedenle fırsat elden kaçmadan on beşinci gecenin farkında olunmalıdır.
Şaban Ayının Ortasında Gece Okunan Dua da şöyle tavsiye edilmiştir;
“Allah’ım, Muhammed ve Ehlibeyt’ine temiz, ebedî, çok, sürekli ve güzel salat eyle. O salatı senden başkası kuşatamasın, ilminden başkası kapsayamasın ve senden başkası sayamasın. Allah’ım! Sünnetini ihya eden, emrine kıyam eden, sana davet edip yönlendiren, yarattıklarına hüccetlik eden, yeryüzünde halifen olan ve kullarına şahitlik eden veline salat eyle.
Allah’ım! Yardımını ona bol ve ömrünü uzun eyle, onu uzun müddet baki ederek yeryüzünü süsle. Allah’ım! Hasetçilerin zulmünden onu kolla, hilekârların şerrinden onu koru, zalimlerin isteklerini ondan uzaklaştır ve zorbaların elinden onu kurtar. Allah’ım! Ona; nefsi, soyu, taraftarı, halkı, havassı (seçkinleri), avamı (alt tabakaları), düşmanı ve dünya ehlinin tamamı içerisinde gözlerini aydın edecek ve sevindirecek şeyler ver. Dünya ve ahirette onu, umut ettikleri en faziletli şeylere ulaştır. Kuşkusuz, senin her şeye gücün yeter.
Allah’ım! Onunla (onun eliyle) dininden yok edileni canlandır, Kitabın’dan değiştirilenleri ihya et, hükümlerinden değişime uğrayanı zahir et ki, dinin böylece onun elleriyle yeniden hayat bulup halis olsun; onda (dininde) şüphe, beraberinde bir kuşku, yanında bir batıl ve bidat kalmasın.
Allah’ım! Onun nuruyla bütün karanlıkları aydınlat, desteğiyle her bidati yık, her sapkınlığı yok et, her diktatörü helak et, kılıcıyla her ateşi söndür, adaletiyle her zalimin zulmünü mahvet, hükmünü her hükmün üzerinde tutup icra et ve saltanatıyla her sultanı zelil et.
Allah’ım! Ona zarar vermek isteyen herkesi zelil eyle, ona hile yapanın hilesini kendine döndür; bilerek onun hakkını inkâr edenin, işini küçümseyenin, nurunu söndürmek isteyenin ve zikrini önlemek isteyenin kökünü kazı!”[4]
[1] Mefatıhu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 370
[2] Mefatıhu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 370-371
[3] Mefatihu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 371
[4] Mefâtîhu’l-Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 52-53, İntişarat-i Usve; Kef’amî, elMisbâh, s. 547-548, Kum, el-Hâdî Neşri, 2.baskı, 1405; İbn Tâvûs, Cemâlu’l-Usbû’ bi-Kemâli’l-Ameli’l-Meşrû’, s. 503,
Şaban ayının onbeşinci gecesi çok değerli bir gecedir. İmam Sadık’tan (a.s) rivayet edildiğine göre, bu gecenin fazileti hakkında İmam Bâkır’a (a.s) sorulduğunda, İmam (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Bu gece, Kadir Gecesi’nden sonra, en faziletli gecedir. Bu gecede Allah kullarına kendi fazlından lütfeder ve kendi minnetiyle onları bağışlar. O hâlde bu gecede Allah’a yakınlaşmaya çalışın. Zira Allah (azze ve celle) kendi mukaddes zatına ant içmiştir ki, bu gecede günah olan şeyleri isteyen hariç kendisine yalvaran hiçbir kimseyi eli boş geri çevirmesin. Allah, Kadir Gecesi’ni Hz. Peygamber (s.a.a) için kararlaştırdığı gibi, bu geceyi de (Şaban ayının on beşinci gecesini) biz Ehlibeyt için kararlaştırmıştır. Allah’a dua ve O’nu medh u sena etmeye çalışın.”[1]
Bu gecenin en büyük bereketlerinden birisi, “Veliyy-i Asr, İmam-ı Zaman, Hz. Mehdi”nin (a.s) bu gecenin seher vakti, Hicret’in 255. yılında Sâmerra’da dünyaya gelmesidir. Bu ise bu gecenin şeref ve faziletini kat kat artırmıştır.
Çünkü tüm enbiya ve vasilerinin dileği, evrensel dirilişi yapacak olan vasileri İmam Mehdi (a.f) dünyaya teşrif etmiştir. Onun doğumu ile din tamamlanma sürecine giriyor, hakkın batılı tamamen temizleme süreci başlıyor demektir.
“Allah’ım! Bu gecemizin, onda doğan ve senin vaat edilmiş hüccetin olan (Hz. Mehdi) hakkına; ona fazilet üstüne fazilet ekledin; böylece doğruluk ve adalet açısından (tevhit ve din) kelimen tamamlandı…
Zaman onların erafına döner; asrın koruyucuları onlardır. Emir sahipleri onlardır; Kadir Gecesi’nde inen şey, onlara iner. (Halkın) haşir ve neşri (Allah’ın izniyle) onların elindedir. Onlar İlahî vahyin tercümanları, ilâhî emir ve nehiylerin sahipleridirler. Allah’ım! (Ehlibeyt İmamları’nın) sonuncusu ve Kâim’leri olan ve gaybette yaşayan (Hz. Mehdi’ye) salât ve selam eyle.”[2]
Dolayısıyla İmam Mehdi’nin(a.f) doğduğu bu gecenin en faziletli ameli İmam Hüseyin’in (a.s) ziyaret etmek diye tavsiye edilmiştir. İmam Hüseyin şahsında tüm seçilmişlerin amacı dile getirilmektedir. Ve tüm seçilmişlerin hakkı alınacaktır.
Bu nedenle bir rivayette şöyle geçmektedir:
“Kim 124 bin peygamberin ruhunun kendisiyle müsafaha etmesini istiyorsa, bu gecede İmam Hüseyin’i (a.s) ziyaret etsin. İmam Hüseyn’in (a.s) en kısa ziyareti, bir çatının üzerine çıkarak, önce sağa ve sola bakmak, sonra da başını gökyüzüne kaldırarak şu cümlelerle İmam’ı (a.s) ziyaret etmektir…[3]
Dolayısıyla İmam Mehdi’nin(a.f) isim ve lakaplarını incelediğimizde, gaybet ve zuhurda neler olacağı ile ilgili haberleri elde ettiğimizde on beşinci gecenin önemini daha iyi anlıyoruz. Artık dünya kaderinin son sürecine girmenin başlangıç günüdür. Sırat-ı Müstakimin son aşamasıdır. Tüm tarih bu geceyi beklemiştir. İşte bu nedenle fırsat elden kaçmadan on beşinci gecenin farkında olunmalıdır.
Şaban Ayının Ortasında Gece Okunan Dua da şöyle tavsiye edilmiştir;
“Allah’ım, Muhammed ve Ehlibeyt’ine temiz, ebedî, çok, sürekli ve güzel salat eyle. O salatı senden başkası kuşatamasın, ilminden başkası kapsayamasın ve senden başkası sayamasın. Allah’ım! Sünnetini ihya eden, emrine kıyam eden, sana davet edip yönlendiren, yarattıklarına hüccetlik eden, yeryüzünde halifen olan ve kullarına şahitlik eden veline salat eyle.
Allah’ım! Yardımını ona bol ve ömrünü uzun eyle, onu uzun müddet baki ederek yeryüzünü süsle. Allah’ım! Hasetçilerin zulmünden onu kolla, hilekârların şerrinden onu koru, zalimlerin isteklerini ondan uzaklaştır ve zorbaların elinden onu kurtar. Allah’ım! Ona; nefsi, soyu, taraftarı, halkı, havassı (seçkinleri), avamı (alt tabakaları), düşmanı ve dünya ehlinin tamamı içerisinde gözlerini aydın edecek ve sevindirecek şeyler ver. Dünya ve ahirette onu, umut ettikleri en faziletli şeylere ulaştır. Kuşkusuz, senin her şeye gücün yeter.
Allah’ım! Onunla (onun eliyle) dininden yok edileni canlandır, Kitabın’dan değiştirilenleri ihya et, hükümlerinden değişime uğrayanı zahir et ki, dinin böylece onun elleriyle yeniden hayat bulup halis olsun; onda (dininde) şüphe, beraberinde bir kuşku, yanında bir batıl ve bidat kalmasın.
Allah’ım! Onun nuruyla bütün karanlıkları aydınlat, desteğiyle her bidati yık, her sapkınlığı yok et, her diktatörü helak et, kılıcıyla her ateşi söndür, adaletiyle her zalimin zulmünü mahvet, hükmünü her hükmün üzerinde tutup icra et ve saltanatıyla her sultanı zelil et.
Allah’ım! Ona zarar vermek isteyen herkesi zelil eyle, ona hile yapanın hilesini kendine döndür; bilerek onun hakkını inkâr edenin, işini küçümseyenin, nurunu söndürmek isteyenin ve zikrini önlemek isteyenin kökünü kazı!”[4]
[1] Mefatıhu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 370
[2] Mefatıhu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 370-371
[3] Mefatihu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 371
[4] Mefâtîhu’l-Cinan, Şeyh Abbas Kummî, s. 52-53, İntişarat-i Usve; Kef’amî, elMisbâh, s. 547-548, Kum, el-Hâdî Neşri, 2.baskı, 1405; İbn Tâvûs, Cemâlu’l-Usbû’ bi-Kemâli’l-Ameli’l-Meşrû’, s. 503,

HİNT FİLMLERİNDE YILDIZ TAKVİMİ NEDİR?
Son zamanlarda Hint dizileri çok gösterilmektedir. Bu filmlerde istisnasız olarak Hindu rahiplerinin yıldızlara göre uğur veya uğursuzluk günlerini tayin etme ile ilgili sahneler çok geçmektedir. Elbette ki işin doğrusunu sorgulamak için konuyu sakaleyne götürüyoruz. Kendi delillerimizde bu konu ile ne denilmektedir?
İşte bir Hint doktoru ile İmam Cafer Sadık (a.s) arasında geçen diyalogda bu konu geçmektedir. Bu diyalog İhlilece risalesinden alınmıştır. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır;
…Şöyle dedim: “Söyle bana, ülkenin insanları yıldız ilmini bilirler mi?”
Şöyle dedi: “Sen ülkemin insanlarının yıldız ilmini ne kadar iyi bildiklerini bilmiyorsun.”
“Yıldız ilmini ne kadar biliyorlar?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Sana bu ilimleri hakkında yalnızca iki özellik söyleyeceğim, diğerlerini bilmene gerek kalmaz.”
Şöyle dedim: “O halde bana anlat, ama yalnızca doğruları söyle.”
“Dinim üzerine yemin ederim ki yalnızca doğru olanı ve tanık olduklarımı anlatacağım.” dedi.
Ben “Anlat.” dedim.
Şöyle dedi: “İki özellikten birisi şudur: Hindistan’ın kralları yalnızca hadımları alırlardı.”
Ben “Neden?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Çünkü her birisinin bir müneccimi ve hesaplayıcısı vardı. Sabahları kralın yanına gider, güneşi ölçüp hesaplayarak o gün olacakları ve o gecesinde yaşananları anlatırdı. Kadınlarından birisi kralın hoşnut olmayacağı bir şey yapmış olursa, bunu krala haber verirdi ve ‘Filan erkek filan kadınla şöyle şöyle yaptı, şu gün şunlar olacak.” gibi haberler verirdi.”
“Bana diğer özelliği anlat.” dedim.
Şöyle dedi: “Hindistan’da öyle kişiler vardır ki sizin buralarda boğarak öl[1]dürenler gibidirler; ancak herhangi bir silah olmadan ve boğmadan insanları öldürür ve paralarını alırlar.”
“Bu nasıl oluyor?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Gruplarla ve tacirlerle yaya halde yola çıkarlar. Onlarla aynı sayıda olurlar. Herhangi bir silahları olmadan günlerce yürürler. Onlarla konuşur ve tacirlerin her birisinin hesabını yaparlar. Her birisi yanında yürümekte olduğu kişinin canını tespit ettiğinde, canını tespit ettiği yeri dürter ve bu şekilde tüm tacirler ölü düşerlerdi.”
Şöyle dedim: “Eğer söylediklerin doğruysa, bu özellik ilkinden daha önemlidir.”
Şöyle dedi: “Dinim üzerine yemin ederim ki doğrudur. Hatta Hindistan’da bu kişilerden bazılarının yakalandığını ve ölümle cezalandırıldıklarını gördüm.”
“Söyle bana, bu nasıl mümkün oldu ve bu ilme nasıl vakıf olabildiler?” diye sordum.
“Yıldızları hesaplayarak.” dedi.
Şöyle dedim: “Böyle bir ilmi hiç duymamıştım; şüphesiz bu ilmi temellendi[1]ren kişi büyük bir hikmet ve ilme sahiptir. O halde söyle bana, duyularla, akılla ya da düşünmekle idrak edilemeyecek olan bu ilmi hazırlayan kimdir?”
Şöyle dedi: “Yıldız ilmini bilge kişiler hazırladı ve insanlar da kuşaktan kuşağa öğrendiler.”
Şöyle dedim: “Söyle bana, ülkenin insanları yıldız ilmini bilirler mi?”
Şöyle dedi: “Sen ülkemin insanlarının yıldız ilmini bilmezsin; bunu onlardan daha iyi bilen yoktur.”
Şöyle dedim: “Yıldız ilmi duyularla ya da düşünmekle idrak edilemeyecek olduğu halde bu ilmi nasıl öğrendiler?”
Şöyle dedi: “Bilgelerin hazırladığı ve insanların kuşaktan kuşağa öğrendikleri bir hesaptır. Onlardan birisine bir şey sorduğunda, güneşi ölçer, güneşin ve ayın konumlarına bakar, açığa çıkan bahtsızlıkları, görünen uğurları ölçer, sonra öyle bir hesap çıkarır ki hiçbir hatası olmaz. Onlardan birsine yeni doğmuş bebek götürüldüğünde, onun hesabına bakar, gözüyle incelemediği halde tüm alametlerini anlatır ve öleceği güne kadar başına gelecek her şeyi haber verir.”
Şöyle dedim: “İnsanların doğumları nasıl hesaplanabiliyor?”
Şöyle dedi: “Çünkü tüm insanlar, bu yıldızlara göre doğmaktadırlar. Öyle olmasaydı bu hesap doğru olmazdı. Eğer bebeğin doğduğu günü, ayı ve yılı bilir[1]se, hesabı yanlış çıkmaz.”
Şöyle dedim: “Çok ilginç bir ilim anlatıyorsun. Eğer söylediklerin doğruysa, dünyada bundan daha incelikli ve daha büyük bir ilim yoktur. Öyle bir ilim ki yeni doğmuş bebeğin alametleri, eceli ve hayatı boyunca başına gelecek olan olaylar biliniyor. Dünyadaki tüm insanlar bu hesaba göre doğmaktalar değil mi?”
“Bundan şüphem yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde alımızla düşünüp insanların bu ilmi nasıl öğrendiklerine bakalım. Tüm insanlar bu yıldızlara göre doğuyorlarsa bu ilim yalnızca bir kısmı için geçerli olabilir mi? Uğurları, bahtsızlıkları, saatleri, dakikaları, dereceleri, yavaşlığı, hızı, gökyüzündeki konumları ve yerin altındaki yerleriyle birlikte, gökte ve yerin altında anlattığın gizliliklerin neye delil olduğunu nasıl öğrendiler? Zira biliyorsun ki bu burçların bir kısmı gökte, bir kısmı yerin altındadır. Yedi yıldız da aynı şekilde bir kısmı yerin altında ve bir kısmı göktedir. Be[1]nim aklım, yeryüzünde yaratılmış birisinin buna kâdir olacağını kabul etmiyor.”
“Bunun nesini kabul etmiyorsun?” diye sordu.
Şöyle dedim: “Sen, yeryüzündeki tüm insanların bu yıldızlara göre doğduklarını iddia ettin. Yine senin iddiana göre bu ilmi hazırlayan bilge de bu dünya ehlindendir. Şüphesiz ki eğer doğru söylüyorsan, o bilge de kendinden önce var olan bu yıldızlar, saatler ve hesaba göre doğdu. Ancak o bilgenin diğer insanlar gibi bu yıldızlara göre doğmadığını söylersen başka…”
“O bilgenin diğer insanlardan ne farkı var ki?” dedi.
Şöyle dedim: “O bilgenin de bu yıldızlara göre doğduğunu söylediğin halde, yıldızların, bu hesabı hazırladığını iddia ettiğin bilgeden önce yaratıldığını aklınla anlaman gerekmez mi?”
“Evet.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde bu yıldızların konumlarını nasıl öğrendi? Bu ilim yalnızca yıldızlardan önce var olan bir öğreticiden alınmış olması gerekmez mi? Doğanların temelini oluşturan bu hesabın temelini de o belirlemiş olmalıdır. İlmin temeli ise doğan bebekten de bu ilmi hazırladığını iddia ettiğin bilgeden de önce olmalıdır ve bilge de kendinden önce olan öğreticinin emrini takip ediyordur. O bilgeyi yıldızlara göre yaratan da odur. Yine diğer insanların da doğumlarıyla ilgili olan burçların temelini yapan ve ayarlayan odur. Nitekim temeli var eden işi, temelden önce var olmalıdır. Varsayalım ki o bilge, dünya ömrünün on katı ömre sahip olsun, onun bu yıldızlara bakışı, senin bakışından farklı olur muydu? Onları yalnızca gökte asılı halde görmez miydi? Sence konumlarını, güzergâhlarını, bahtsızlık ve uğur yönlerini, inceliklerini, güneşin ve ay tutulmalarının hangisiyle gerçekleştiğini, doğan her bebeğin hangileriyle doğduğunu, hangisinin uğur ve hangisinin uğursuzluk olduğunu, daha sonra gündüz saatlerinin uğurlarını ve uğursuzluklarını, hangisinin uğur ve hangisinin uğursuzluk olduğunu, her bir yıldızın yer altında kaç saat kaldığını, hangi saatte gözlerden kaybolup hangi saatte ortaya çıktığını, kaç saat göründüğünü ve ne zaman gözden kaybolduğu[1]nu öğrenmek için onlar gökte olduğu halde onlara yaklaşabilir mi? İddia ettiğin gibi dünya ehlinden bir bilgenin, duyularla idrak edilmeyen, düşünmekle bulunmayan ve akla dahi gelmeyen gök ilmini bilmesi mümkün mü? Ayrıca güneşi nasıl ölçtü ki hangi burçta olduğunu bilsin? Ayın hangi burçta olduğunu, gökte asılı durdukları halde bu yedi uğur ve uğursuzluk yıldızlarının hangi burçta olduklarını, hangisinin açık ve hangisinin gizli olduğunu nasıl bilebilir? Zira o, dünya ehlindendir ve güneş ışığı sebebiyle gözlerden kaybolduklarında onları görmemektedir. Yoksa bu ilmi hazırlayan bilgenin göğe çıktığını mı iddia ediyorsun? Ben şahadet ederim ki bu âlim, yalnızca gökte olandan öğrenmekle bu ilmi öğrenebilir. Çünkü bu, dünya ehlinin ilimlerinden değildir.”
Şöyle dedi: “Dünya ehlinden birisinin göğe çıktığını duymadım.”
“Belki bu bilge bunu başardı da sen duymadın?” dedim.
“Duysam da inanmazdım.” dedi.
Şöyle dedim: “Ben de senin gibi söylüyorum; ancak varsayalım ki göğe çıkmış olsun, nereye ulaştıklarını keşfetmek için bu burçlardan her bir burç ve bu yıldızlardan her bir yıldız ile yol alması ve bu şekilde tamamını bitirmesi gerekmez miydi? Zira bazıları göğü otuz yılda geçmektedir; bazıları da daha az. Ayrıca uğur ve uğursuzluk yıldızlarının ortaya çıkışlarını, hızlı ve yavaş olanları öğrenmek ve tamamını bu şekilde keşfetmek için göğün uçlarında dolaşması gerekmez miydi? Varsayalım ki buna gücü yetmiş ve göğü bu şekilde tamamlamış olsun; Gökte olanları doğru bir şekilde hesapladıktan sonra yerde ve yerin altındakileri doğru bir şekilde hesaplayabilir miydi? Gökte görüp öğrendiği gibi yerin altında da görüp öğrenebilir miydi? Çünkü yerin altındaki güzergâhları, gökteki güzergâhlarından farklıdır. Bu sebeple yerin altında göremediklerini bilmediği sürece hesabını, dakikalarını ve saatlerini doğru bir şekilde hesaplayamazdı. Zira yerin altında hangi saatte ortaya çıktıklarını, kaç saat durduklarını, kaybolanların gündüzün hangi saatlerinde kaybolduklarını bilmesi gerekir. Ancak onları görmemektedir; ortaya çıkanları da kaybolanları da bilmemektedir. Bundan başka, bunları bilenlerin bir kişi olması gerekir. Aksi takdirde bu hesabın faydasını görmez. O bilgenin, yerlerin ve denizlerin karanlıklarına girdiğini, gökte yol alarak yıldızlar, güneş ve ayla birlikte onların güzergâhlarında ilerlediğini, onların gaybını öğrendiğini, gökte görüp öğrendiği gibi yerin altındakileri de öğrendiğini iddia etmiyor musun?”
Şöyle dedi: “Yeryüzünden birisinin göğe çıkıp bunu yapmaya gücü yettiğini kabul ettim mi ki yerlerin ve denizlerin karanlıklarına daldığını kabul etmiş olayım?”
Şöyle dedim: “O halde insanlardan olan bilgelerin hazırladıklarını ve tüm insanların buna göre doğduklarını iddia ettiğin bu ilim nasıl meydana geldi? Onlardan eski bir ilim olduğu halde bu ilmi nasıl öğrendiler?”
Şöyle dedi: “Burçların ezeli olduklarını ve onların bu hesaba göre kendilerini yarattıklarını söylesem cevabın ne olurdu?”
Şöyle dedim: “Sana sorarım; neden bir kısmı uğur, bir kısmı uğursuzluk, bir kısmı aydınlık, bir kısmı karanlık, bir kısmı küçük, bir kısmı da büyük oldu?”
Şöyle dedi: “Çünkü öyle olmak istediler, tıpkı insanlar gibi; insanların bir kısmı güzel, bir kısmı çirkindir. Bir kısmı kısa, bir kısmı uzundur. Bir kısmı beyaz, bir kısmı siyahtır. Bir kısmı iyi, bir kısmı kötüdür.”
Şöyle dedim: “Sana şaşıyorum ki nice vakittir sana bir yaratıcı olduğunu kabul ettirmeye çalışıyorum; şimdi ise maymunların ve domuzların kendilerini yarattığını ikrar ediyorsun!”
Şöyle dedi: “Bana bühtan(1) ediyorsun; zira hiç kimse benden böyle bir söz işitmemiştir.”
Şöyle dedim: “Bunu inkâr mı ediyorsun?”
“Şiddetle inkâr ediyorum.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde insanlar ve yıldızlar kendilerini yarattıysa, maymunlar ve domuzları kim yarattı? Ya insanların onları yarattıklarını söyleyeceksin ya da kendi kendilerini yarattıklarını kabul edeceksin! İnsanların yarattıklarını mı söylüyorsun?”
“Hayır.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde mutlaka bir yaratıcıları olması gerekir; yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? İnsanların yarattıklarını söylersen, bir yaratıcıları olduğunu kabul etmiş olursun. Mutlaka bir yaratıcıları olması gerekir dersen, doğru söylemiş olursun. Onu nasıl bilebiliriz ki! Kendi kendilerini yarattıklarını söylersen de bir yaratıcının olduğunu kabul etmen konusunda senden istediğim[1]den fazlasını bana vermiş olursun.”
Sonra şöyle dedim: “Söyle bana, bir kısmı bir kısmından önce mi kendilerini yarattılar? Yoksa aynı günde mi oldu? Bir kısmı bir kısmından önce dersen, şunu söyle: gökler, gökte olanlar ve yıldızlar; yeryüzü, insanlar ve zerreden önce mi yaratıldılar yoksa daha sonra mı? Dünyanın önce yaratıldığını söylersen, eşya[1]nın ezeli olduğunu söylemenin batıl olduğunu görmüyor musun? Zira o zaman gökyüzü, yeryüzünden sonra var olmuş olur.”
Şöyle dedi: “Evet, ancak ben hepsinin aynı anda yaratıldıklarını söylüyorum.”
Şöyle dedim: “Şu anda onların yaratılmadan önce hiçbir şey olmadıklarını söylediğini görmüyor musun? Ezeli oldukları iddianı çürütmüş oldun.”
Şöyle dedi: “Şu anda yalnızca duruyorum. Sana ne cevap vereceğimi bilmiyorum. Çünkü ben biliyorum ki sanatçı, sanatından dolayı bu adı almıştır. Sanat ise sanatçıdan farklıdır; sanatçı da sanattan farklıdır. Zira inşaatçı kişiye inşaat sanatından dolayı inşaatçı denir. Bina, inşaatçıdan farklıdır; inşaatçı da binadan farklıdır. Çiftçi de ekinlerden farklıdır, ekinler de çiftçiden farklıdır.”
Şöyle dedim: “O halde insanların kendi kendilerini yaratmalarından haber ver; ruhları, bedenleri, suretleri ve nefisleriyle tamamen kendileri mi yaratmışlardır yoksa bunların bir kısmını başkası mı yaratmıştır?”
Şöyle dedi: “Tamamıyla kendileri yaratmışlardır; hiçbir taraflarını başkası yaratmamıştır.”
“O halde söyle bana; hayatı mı daha çok severler ölümü mü?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Hayattan daha çok sevdikleri bir şey yoktur, ölümden de daha çok nefret ettikleri bir şey yoktur. Bundan şüphen mi var?”
Şöyle dedim: “O halde söyle bana, canlarını çıkaran ölümü yaratan kimdir? Zira sen, canlarını da kendileri yarattı diyorsun. Ölümün hayattan farklı bir şey olduğunu ve hayatı da ölümün sonlandırdığını inkâr etmezsin. Ölümü bir başkası yarattı dersen, o halde ölümü yaratan, hayatı da yaratmıştır. Ölümü kendileri için yaratan yine kendileridir dersen, bu da gerçek olması mümkün olmayan bir söz olur. İddia etiğin gibi kendi kendilerini yaratmışlarsa neden nefret ettikleri şeyi kendilerine yarattılar? İnsanların her yönleriyle kendi kendilerini yarattıklarını iddia edip hayatı ölümden daha çok sevdiklerini kabul ettikten sonra kendilerine nefret ettikleri şeyi yarattılar dersen, bu dalaletin kabul edilmez.”
Şöyle dedi: “İki sözden birisinin lehime olacağını düşünmüyorum. Ulaşmak istediğim amaçtan önce yolumu kestin.”
Şöyle dedim: “Cehalet kapılarına girerek sözü bir yere ulaştıramazsın. Ancak ben sana gökte asılı olan bu yıldızların ilmini ve hesabını yeryüzü ehline öğreten kişiyi soruyorum.”
Şöyle dedi: “Yeryüzü ehlinden birisinin gökte asılı bu yıldızların ilmini ha[1]zırladığını söylemenin doğru olmayacağını düşünüyorum.”
Şöyle dedim: “O halde göğü ve yeri bilen ve yöneten hikmet sahibinin bu ilmi öğrettiğini söylemen gerekir.”
Şöyle dedi: “Eğer bunu söylersem, gökte olduğunu iddia ettiğin ilahını kabul etmiş olurum.”
Şöyle dedim: “Sen, bu yıldız hesabının doğru olduğunu ve tüm insanların bu yıldız hesabına göre doğduklarını söylüyorsun.”
“Bunda şüphe yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “Aynı zamanda yeryüzü ehlinden hiç kimsenin bu yıldızlar, güneş ve ayla beraber batıda gözden kaybolup güzergâhlarını takip edemediğini ve onlarla birlikte doğudan ortaya çıkmadığını kabul ediyorsun.”
“Göğe çıkmak imkânsızdır.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde bu ilmi öğreten kişinin gökten olduğunu kabul etmen gerekir.”
Şöyle dedi: “Bu ilmin öğreten birisinin olmadığını söylersem, doğruyu söylemiş olmam. Yeryüzü ehlinden birisinin göktekileri ve yerin altındakileri öğretti dersem, batıl konuşmuş olurum. Çünkü yeryüzü ehli, yıldızlar ve burçlarla ilgili sana anlatmış olduğum bu ilmi görerek ya da onlara yaklaşarak bilme imkânına sahip değillerdir. O halde buna güçleri yoktur; çünkü dünya ehlinin ilmi bize göre yalnızca duyularla öğrenilebilir. Anlatmış olduğum bu yıldızların ilmi ise duyularla idrak edilemez; çünkü onlar gökte asılıdırlar. Duyular yalnızca onların ortaya çıkmalarını ve gözden kaybolmalarını görebilir. Ancak hesaplarını, inceliklerini, uğurlarını, uğursuzluklarını, yavaşlıklarını, hızlarını, gizlenmelerini ve geri dönmelerini duyular nasıl idrak edebilir ve bunlar kıyasla nasıl bilinebilir!”
Şöyle dedim: “Söyle bana, bu ilmi öğrenecek olsaydın, yeryüzü ehlinden mi öğrenmek isterdin yoksa gökyüzü ehlinden mi?”
Şöyle dedi: “Gökyüzü ehlinden öğrenmek isterdim; çünkü yıldızlar gökte asılıdır ve yeryüzü ehli onları bilmemekteler.”
Şöyle dedim: “Anla, dikkat et ve kendine öğüt ver; anlattığın üzere yeryüzü ehlinin tamamı, bu yıldızların uğurları ve uğursuzlukları üzerine doğduklarına göre, yıldızların insanlardan önce olmaları gerekmez mi?”
“Bunu kabul ediyorum.” dedi.
Şöyle dedim: “Bu durumda insanların ezeli oldukları görüşünün iptal olduğunu bilmen gerekmez mi? Çünkü insanlar yıldızlardan sonra var olmuşlardır. O halde insanlar, yıldızlardan sonra meydana gelmişlerdir. Yıldızlar insanlardan önce yaratılmışlarsa, yeryüzünün de insanlardan önce yaratılmış olduğunu kabul etmen gerekir.”
“Neden yeryüzünün insanlardan önce yaratıldığını iddia ediyorsun?” diye sordu.
Şöyle dedim: “Bilmiyor musun ki Allah, dünyayı yarattığı canlılar için döşek ve beşik kılmamış olsaydı, insanlar da diğer canlılar da yaşayamazlardı. Kanatları olmadan da havada duramazlardı.”
Şöyle dedi: “Yaşamları olmadıktan sonra kanatları ne işlerine yarardı ki!”
Şöyle dedim: “O halde insanların yeryüzü ve burçlardan sonra meydana geldikleri konusunda şüphen var mıdır?”
“Hayır, ancak daha fazla nasıl emin olabilirim?” dedi.
Şöyle dedim: “Gördüğün şeylerden sana delil getireyim.”
“Bu, şüpheyi ortadan kaldırmakta daha iyi bir yoldur.” dedi.
Şöyle dedim: “Bu yıldızlar, güneş ve ayın, feleğin içinde döndüklerini bilmez misin?”
“Bilirim.” dedi.
“Felek, bu yıldızların temeli değil midir?” diye sordum.
“Evet.” dedi.
Şöyle dedim: “İnsanların doğumlarının ayarını belirlediğini iddia ettiğin bu yıldızların, felekten sonra var edildiklerini görüyorum. Çünkü burçlar, onun içinde dönüyorlar. Bazen yükseliyor, bazen alçalıyorlar.”
Şöyle dedi: “Sözlerinin doğruluğu açıktır. Aklı olan birisi açıkça görür ki yıldızlar, dönmekte feleğin içinde dönmekteler ve bu felek, yıldızların temelidir. Bu sebeple felek, içinde yüzmekte olan yıldızlar için var edilmiş olmalıdır.”
Şöyle dedim: “İnsanların doğumlarında uğurları ve uğursuzluklarını belirleyen yıldızların yaratıcısının, aynı zamanda dünyanın da yaratıcısı olduğunu ikrar ediyor musun? Çünkü dünyayı yaratmamış olsaydı, dünyadaki canlılar da olmazlardı.”
“Bunu kabul etmekten başka çarem yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “Dünyayı, canlıları, güneşi, ayı ve yıldızları yaratandan baş[1]kasının göğü yaratmaya gücü yetmeyeceğini, gök ve gökte olanlar olmasaydı, yeryüzünün canlılarının da helak olacaklarını aklen idrak etmen gerekmez mi?”
Şöyle dedi: “Şüphesiz yaratıcının bir olduğuna şahadet ediyorum. Çünkü getirdiğin deliller aklıma aşikâr oldu ve delillerimin önünü kesti. Bu hesabı ha[1]zırlayan ve bu yıldızları öğreten kişinin yeryüzü ehlinden birisi olduğunu söylemek doğru olmayacaktır; çünkü yıldızlar göktedir. Yerin altında olanları da yalnızca gökte olanları öğreten kişi bilip öğretebilir. Ancak yeryüzü ehlinin gökte olan bu ilmi ve hesabı, görmüş olduğum bu doğruluk ve dakiklik derecesinde nasıl öğrendiklerini anlayamıyorum. Bu hesapla ilgili bildiklerimi bilmiyor olsaydım inkâr ederdim ve işin başında sana batıl olduğunu söylerdim. O zaman işim daha kolay olurdu.”
….
Biharu’l Envar, c. 3, b. 5, h.1
İşte bir Hint doktoru ile İmam Cafer Sadık (a.s) arasında geçen diyalogda bu konu geçmektedir. Bu diyalog İhlilece risalesinden alınmıştır. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır;
…Şöyle dedim: “Söyle bana, ülkenin insanları yıldız ilmini bilirler mi?”
Şöyle dedi: “Sen ülkemin insanlarının yıldız ilmini ne kadar iyi bildiklerini bilmiyorsun.”
“Yıldız ilmini ne kadar biliyorlar?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Sana bu ilimleri hakkında yalnızca iki özellik söyleyeceğim, diğerlerini bilmene gerek kalmaz.”
Şöyle dedim: “O halde bana anlat, ama yalnızca doğruları söyle.”
“Dinim üzerine yemin ederim ki yalnızca doğru olanı ve tanık olduklarımı anlatacağım.” dedi.
Ben “Anlat.” dedim.
Şöyle dedi: “İki özellikten birisi şudur: Hindistan’ın kralları yalnızca hadımları alırlardı.”
Ben “Neden?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Çünkü her birisinin bir müneccimi ve hesaplayıcısı vardı. Sabahları kralın yanına gider, güneşi ölçüp hesaplayarak o gün olacakları ve o gecesinde yaşananları anlatırdı. Kadınlarından birisi kralın hoşnut olmayacağı bir şey yapmış olursa, bunu krala haber verirdi ve ‘Filan erkek filan kadınla şöyle şöyle yaptı, şu gün şunlar olacak.” gibi haberler verirdi.”
“Bana diğer özelliği anlat.” dedim.
Şöyle dedi: “Hindistan’da öyle kişiler vardır ki sizin buralarda boğarak öl[1]dürenler gibidirler; ancak herhangi bir silah olmadan ve boğmadan insanları öldürür ve paralarını alırlar.”
“Bu nasıl oluyor?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Gruplarla ve tacirlerle yaya halde yola çıkarlar. Onlarla aynı sayıda olurlar. Herhangi bir silahları olmadan günlerce yürürler. Onlarla konuşur ve tacirlerin her birisinin hesabını yaparlar. Her birisi yanında yürümekte olduğu kişinin canını tespit ettiğinde, canını tespit ettiği yeri dürter ve bu şekilde tüm tacirler ölü düşerlerdi.”
Şöyle dedim: “Eğer söylediklerin doğruysa, bu özellik ilkinden daha önemlidir.”
Şöyle dedi: “Dinim üzerine yemin ederim ki doğrudur. Hatta Hindistan’da bu kişilerden bazılarının yakalandığını ve ölümle cezalandırıldıklarını gördüm.”
“Söyle bana, bu nasıl mümkün oldu ve bu ilme nasıl vakıf olabildiler?” diye sordum.
“Yıldızları hesaplayarak.” dedi.
Şöyle dedim: “Böyle bir ilmi hiç duymamıştım; şüphesiz bu ilmi temellendi[1]ren kişi büyük bir hikmet ve ilme sahiptir. O halde söyle bana, duyularla, akılla ya da düşünmekle idrak edilemeyecek olan bu ilmi hazırlayan kimdir?”
Şöyle dedi: “Yıldız ilmini bilge kişiler hazırladı ve insanlar da kuşaktan kuşağa öğrendiler.”
Şöyle dedim: “Söyle bana, ülkenin insanları yıldız ilmini bilirler mi?”
Şöyle dedi: “Sen ülkemin insanlarının yıldız ilmini bilmezsin; bunu onlardan daha iyi bilen yoktur.”
Şöyle dedim: “Yıldız ilmi duyularla ya da düşünmekle idrak edilemeyecek olduğu halde bu ilmi nasıl öğrendiler?”
Şöyle dedi: “Bilgelerin hazırladığı ve insanların kuşaktan kuşağa öğrendikleri bir hesaptır. Onlardan birisine bir şey sorduğunda, güneşi ölçer, güneşin ve ayın konumlarına bakar, açığa çıkan bahtsızlıkları, görünen uğurları ölçer, sonra öyle bir hesap çıkarır ki hiçbir hatası olmaz. Onlardan birsine yeni doğmuş bebek götürüldüğünde, onun hesabına bakar, gözüyle incelemediği halde tüm alametlerini anlatır ve öleceği güne kadar başına gelecek her şeyi haber verir.”
Şöyle dedim: “İnsanların doğumları nasıl hesaplanabiliyor?”
Şöyle dedi: “Çünkü tüm insanlar, bu yıldızlara göre doğmaktadırlar. Öyle olmasaydı bu hesap doğru olmazdı. Eğer bebeğin doğduğu günü, ayı ve yılı bilir[1]se, hesabı yanlış çıkmaz.”
Şöyle dedim: “Çok ilginç bir ilim anlatıyorsun. Eğer söylediklerin doğruysa, dünyada bundan daha incelikli ve daha büyük bir ilim yoktur. Öyle bir ilim ki yeni doğmuş bebeğin alametleri, eceli ve hayatı boyunca başına gelecek olan olaylar biliniyor. Dünyadaki tüm insanlar bu hesaba göre doğmaktalar değil mi?”
“Bundan şüphem yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde alımızla düşünüp insanların bu ilmi nasıl öğrendiklerine bakalım. Tüm insanlar bu yıldızlara göre doğuyorlarsa bu ilim yalnızca bir kısmı için geçerli olabilir mi? Uğurları, bahtsızlıkları, saatleri, dakikaları, dereceleri, yavaşlığı, hızı, gökyüzündeki konumları ve yerin altındaki yerleriyle birlikte, gökte ve yerin altında anlattığın gizliliklerin neye delil olduğunu nasıl öğrendiler? Zira biliyorsun ki bu burçların bir kısmı gökte, bir kısmı yerin altındadır. Yedi yıldız da aynı şekilde bir kısmı yerin altında ve bir kısmı göktedir. Be[1]nim aklım, yeryüzünde yaratılmış birisinin buna kâdir olacağını kabul etmiyor.”
“Bunun nesini kabul etmiyorsun?” diye sordu.
Şöyle dedim: “Sen, yeryüzündeki tüm insanların bu yıldızlara göre doğduklarını iddia ettin. Yine senin iddiana göre bu ilmi hazırlayan bilge de bu dünya ehlindendir. Şüphesiz ki eğer doğru söylüyorsan, o bilge de kendinden önce var olan bu yıldızlar, saatler ve hesaba göre doğdu. Ancak o bilgenin diğer insanlar gibi bu yıldızlara göre doğmadığını söylersen başka…”
“O bilgenin diğer insanlardan ne farkı var ki?” dedi.
Şöyle dedim: “O bilgenin de bu yıldızlara göre doğduğunu söylediğin halde, yıldızların, bu hesabı hazırladığını iddia ettiğin bilgeden önce yaratıldığını aklınla anlaman gerekmez mi?”
“Evet.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde bu yıldızların konumlarını nasıl öğrendi? Bu ilim yalnızca yıldızlardan önce var olan bir öğreticiden alınmış olması gerekmez mi? Doğanların temelini oluşturan bu hesabın temelini de o belirlemiş olmalıdır. İlmin temeli ise doğan bebekten de bu ilmi hazırladığını iddia ettiğin bilgeden de önce olmalıdır ve bilge de kendinden önce olan öğreticinin emrini takip ediyordur. O bilgeyi yıldızlara göre yaratan da odur. Yine diğer insanların da doğumlarıyla ilgili olan burçların temelini yapan ve ayarlayan odur. Nitekim temeli var eden işi, temelden önce var olmalıdır. Varsayalım ki o bilge, dünya ömrünün on katı ömre sahip olsun, onun bu yıldızlara bakışı, senin bakışından farklı olur muydu? Onları yalnızca gökte asılı halde görmez miydi? Sence konumlarını, güzergâhlarını, bahtsızlık ve uğur yönlerini, inceliklerini, güneşin ve ay tutulmalarının hangisiyle gerçekleştiğini, doğan her bebeğin hangileriyle doğduğunu, hangisinin uğur ve hangisinin uğursuzluk olduğunu, daha sonra gündüz saatlerinin uğurlarını ve uğursuzluklarını, hangisinin uğur ve hangisinin uğursuzluk olduğunu, her bir yıldızın yer altında kaç saat kaldığını, hangi saatte gözlerden kaybolup hangi saatte ortaya çıktığını, kaç saat göründüğünü ve ne zaman gözden kaybolduğu[1]nu öğrenmek için onlar gökte olduğu halde onlara yaklaşabilir mi? İddia ettiğin gibi dünya ehlinden bir bilgenin, duyularla idrak edilmeyen, düşünmekle bulunmayan ve akla dahi gelmeyen gök ilmini bilmesi mümkün mü? Ayrıca güneşi nasıl ölçtü ki hangi burçta olduğunu bilsin? Ayın hangi burçta olduğunu, gökte asılı durdukları halde bu yedi uğur ve uğursuzluk yıldızlarının hangi burçta olduklarını, hangisinin açık ve hangisinin gizli olduğunu nasıl bilebilir? Zira o, dünya ehlindendir ve güneş ışığı sebebiyle gözlerden kaybolduklarında onları görmemektedir. Yoksa bu ilmi hazırlayan bilgenin göğe çıktığını mı iddia ediyorsun? Ben şahadet ederim ki bu âlim, yalnızca gökte olandan öğrenmekle bu ilmi öğrenebilir. Çünkü bu, dünya ehlinin ilimlerinden değildir.”
Şöyle dedi: “Dünya ehlinden birisinin göğe çıktığını duymadım.”
“Belki bu bilge bunu başardı da sen duymadın?” dedim.
“Duysam da inanmazdım.” dedi.
Şöyle dedim: “Ben de senin gibi söylüyorum; ancak varsayalım ki göğe çıkmış olsun, nereye ulaştıklarını keşfetmek için bu burçlardan her bir burç ve bu yıldızlardan her bir yıldız ile yol alması ve bu şekilde tamamını bitirmesi gerekmez miydi? Zira bazıları göğü otuz yılda geçmektedir; bazıları da daha az. Ayrıca uğur ve uğursuzluk yıldızlarının ortaya çıkışlarını, hızlı ve yavaş olanları öğrenmek ve tamamını bu şekilde keşfetmek için göğün uçlarında dolaşması gerekmez miydi? Varsayalım ki buna gücü yetmiş ve göğü bu şekilde tamamlamış olsun; Gökte olanları doğru bir şekilde hesapladıktan sonra yerde ve yerin altındakileri doğru bir şekilde hesaplayabilir miydi? Gökte görüp öğrendiği gibi yerin altında da görüp öğrenebilir miydi? Çünkü yerin altındaki güzergâhları, gökteki güzergâhlarından farklıdır. Bu sebeple yerin altında göremediklerini bilmediği sürece hesabını, dakikalarını ve saatlerini doğru bir şekilde hesaplayamazdı. Zira yerin altında hangi saatte ortaya çıktıklarını, kaç saat durduklarını, kaybolanların gündüzün hangi saatlerinde kaybolduklarını bilmesi gerekir. Ancak onları görmemektedir; ortaya çıkanları da kaybolanları da bilmemektedir. Bundan başka, bunları bilenlerin bir kişi olması gerekir. Aksi takdirde bu hesabın faydasını görmez. O bilgenin, yerlerin ve denizlerin karanlıklarına girdiğini, gökte yol alarak yıldızlar, güneş ve ayla birlikte onların güzergâhlarında ilerlediğini, onların gaybını öğrendiğini, gökte görüp öğrendiği gibi yerin altındakileri de öğrendiğini iddia etmiyor musun?”
Şöyle dedi: “Yeryüzünden birisinin göğe çıkıp bunu yapmaya gücü yettiğini kabul ettim mi ki yerlerin ve denizlerin karanlıklarına daldığını kabul etmiş olayım?”
Şöyle dedim: “O halde insanlardan olan bilgelerin hazırladıklarını ve tüm insanların buna göre doğduklarını iddia ettiğin bu ilim nasıl meydana geldi? Onlardan eski bir ilim olduğu halde bu ilmi nasıl öğrendiler?”
Şöyle dedi: “Burçların ezeli olduklarını ve onların bu hesaba göre kendilerini yarattıklarını söylesem cevabın ne olurdu?”
Şöyle dedim: “Sana sorarım; neden bir kısmı uğur, bir kısmı uğursuzluk, bir kısmı aydınlık, bir kısmı karanlık, bir kısmı küçük, bir kısmı da büyük oldu?”
Şöyle dedi: “Çünkü öyle olmak istediler, tıpkı insanlar gibi; insanların bir kısmı güzel, bir kısmı çirkindir. Bir kısmı kısa, bir kısmı uzundur. Bir kısmı beyaz, bir kısmı siyahtır. Bir kısmı iyi, bir kısmı kötüdür.”
Şöyle dedim: “Sana şaşıyorum ki nice vakittir sana bir yaratıcı olduğunu kabul ettirmeye çalışıyorum; şimdi ise maymunların ve domuzların kendilerini yarattığını ikrar ediyorsun!”
Şöyle dedi: “Bana bühtan(1) ediyorsun; zira hiç kimse benden böyle bir söz işitmemiştir.”
Şöyle dedim: “Bunu inkâr mı ediyorsun?”
“Şiddetle inkâr ediyorum.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde insanlar ve yıldızlar kendilerini yarattıysa, maymunlar ve domuzları kim yarattı? Ya insanların onları yarattıklarını söyleyeceksin ya da kendi kendilerini yarattıklarını kabul edeceksin! İnsanların yarattıklarını mı söylüyorsun?”
“Hayır.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde mutlaka bir yaratıcıları olması gerekir; yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? İnsanların yarattıklarını söylersen, bir yaratıcıları olduğunu kabul etmiş olursun. Mutlaka bir yaratıcıları olması gerekir dersen, doğru söylemiş olursun. Onu nasıl bilebiliriz ki! Kendi kendilerini yarattıklarını söylersen de bir yaratıcının olduğunu kabul etmen konusunda senden istediğim[1]den fazlasını bana vermiş olursun.”
Sonra şöyle dedim: “Söyle bana, bir kısmı bir kısmından önce mi kendilerini yarattılar? Yoksa aynı günde mi oldu? Bir kısmı bir kısmından önce dersen, şunu söyle: gökler, gökte olanlar ve yıldızlar; yeryüzü, insanlar ve zerreden önce mi yaratıldılar yoksa daha sonra mı? Dünyanın önce yaratıldığını söylersen, eşya[1]nın ezeli olduğunu söylemenin batıl olduğunu görmüyor musun? Zira o zaman gökyüzü, yeryüzünden sonra var olmuş olur.”
Şöyle dedi: “Evet, ancak ben hepsinin aynı anda yaratıldıklarını söylüyorum.”
Şöyle dedim: “Şu anda onların yaratılmadan önce hiçbir şey olmadıklarını söylediğini görmüyor musun? Ezeli oldukları iddianı çürütmüş oldun.”
Şöyle dedi: “Şu anda yalnızca duruyorum. Sana ne cevap vereceğimi bilmiyorum. Çünkü ben biliyorum ki sanatçı, sanatından dolayı bu adı almıştır. Sanat ise sanatçıdan farklıdır; sanatçı da sanattan farklıdır. Zira inşaatçı kişiye inşaat sanatından dolayı inşaatçı denir. Bina, inşaatçıdan farklıdır; inşaatçı da binadan farklıdır. Çiftçi de ekinlerden farklıdır, ekinler de çiftçiden farklıdır.”
Şöyle dedim: “O halde insanların kendi kendilerini yaratmalarından haber ver; ruhları, bedenleri, suretleri ve nefisleriyle tamamen kendileri mi yaratmışlardır yoksa bunların bir kısmını başkası mı yaratmıştır?”
Şöyle dedi: “Tamamıyla kendileri yaratmışlardır; hiçbir taraflarını başkası yaratmamıştır.”
“O halde söyle bana; hayatı mı daha çok severler ölümü mü?” diye sordum.
Şöyle dedi: “Hayattan daha çok sevdikleri bir şey yoktur, ölümden de daha çok nefret ettikleri bir şey yoktur. Bundan şüphen mi var?”
Şöyle dedim: “O halde söyle bana, canlarını çıkaran ölümü yaratan kimdir? Zira sen, canlarını da kendileri yarattı diyorsun. Ölümün hayattan farklı bir şey olduğunu ve hayatı da ölümün sonlandırdığını inkâr etmezsin. Ölümü bir başkası yarattı dersen, o halde ölümü yaratan, hayatı da yaratmıştır. Ölümü kendileri için yaratan yine kendileridir dersen, bu da gerçek olması mümkün olmayan bir söz olur. İddia etiğin gibi kendi kendilerini yaratmışlarsa neden nefret ettikleri şeyi kendilerine yarattılar? İnsanların her yönleriyle kendi kendilerini yarattıklarını iddia edip hayatı ölümden daha çok sevdiklerini kabul ettikten sonra kendilerine nefret ettikleri şeyi yarattılar dersen, bu dalaletin kabul edilmez.”
Şöyle dedi: “İki sözden birisinin lehime olacağını düşünmüyorum. Ulaşmak istediğim amaçtan önce yolumu kestin.”
Şöyle dedim: “Cehalet kapılarına girerek sözü bir yere ulaştıramazsın. Ancak ben sana gökte asılı olan bu yıldızların ilmini ve hesabını yeryüzü ehline öğreten kişiyi soruyorum.”
Şöyle dedi: “Yeryüzü ehlinden birisinin gökte asılı bu yıldızların ilmini ha[1]zırladığını söylemenin doğru olmayacağını düşünüyorum.”
Şöyle dedim: “O halde göğü ve yeri bilen ve yöneten hikmet sahibinin bu ilmi öğrettiğini söylemen gerekir.”
Şöyle dedi: “Eğer bunu söylersem, gökte olduğunu iddia ettiğin ilahını kabul etmiş olurum.”
Şöyle dedim: “Sen, bu yıldız hesabının doğru olduğunu ve tüm insanların bu yıldız hesabına göre doğduklarını söylüyorsun.”
“Bunda şüphe yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “Aynı zamanda yeryüzü ehlinden hiç kimsenin bu yıldızlar, güneş ve ayla beraber batıda gözden kaybolup güzergâhlarını takip edemediğini ve onlarla birlikte doğudan ortaya çıkmadığını kabul ediyorsun.”
“Göğe çıkmak imkânsızdır.” dedi.
Şöyle dedim: “O halde bu ilmi öğreten kişinin gökten olduğunu kabul etmen gerekir.”
Şöyle dedi: “Bu ilmin öğreten birisinin olmadığını söylersem, doğruyu söylemiş olmam. Yeryüzü ehlinden birisinin göktekileri ve yerin altındakileri öğretti dersem, batıl konuşmuş olurum. Çünkü yeryüzü ehli, yıldızlar ve burçlarla ilgili sana anlatmış olduğum bu ilmi görerek ya da onlara yaklaşarak bilme imkânına sahip değillerdir. O halde buna güçleri yoktur; çünkü dünya ehlinin ilmi bize göre yalnızca duyularla öğrenilebilir. Anlatmış olduğum bu yıldızların ilmi ise duyularla idrak edilemez; çünkü onlar gökte asılıdırlar. Duyular yalnızca onların ortaya çıkmalarını ve gözden kaybolmalarını görebilir. Ancak hesaplarını, inceliklerini, uğurlarını, uğursuzluklarını, yavaşlıklarını, hızlarını, gizlenmelerini ve geri dönmelerini duyular nasıl idrak edebilir ve bunlar kıyasla nasıl bilinebilir!”
Şöyle dedim: “Söyle bana, bu ilmi öğrenecek olsaydın, yeryüzü ehlinden mi öğrenmek isterdin yoksa gökyüzü ehlinden mi?”
Şöyle dedi: “Gökyüzü ehlinden öğrenmek isterdim; çünkü yıldızlar gökte asılıdır ve yeryüzü ehli onları bilmemekteler.”
Şöyle dedim: “Anla, dikkat et ve kendine öğüt ver; anlattığın üzere yeryüzü ehlinin tamamı, bu yıldızların uğurları ve uğursuzlukları üzerine doğduklarına göre, yıldızların insanlardan önce olmaları gerekmez mi?”
“Bunu kabul ediyorum.” dedi.
Şöyle dedim: “Bu durumda insanların ezeli oldukları görüşünün iptal olduğunu bilmen gerekmez mi? Çünkü insanlar yıldızlardan sonra var olmuşlardır. O halde insanlar, yıldızlardan sonra meydana gelmişlerdir. Yıldızlar insanlardan önce yaratılmışlarsa, yeryüzünün de insanlardan önce yaratılmış olduğunu kabul etmen gerekir.”
“Neden yeryüzünün insanlardan önce yaratıldığını iddia ediyorsun?” diye sordu.
Şöyle dedim: “Bilmiyor musun ki Allah, dünyayı yarattığı canlılar için döşek ve beşik kılmamış olsaydı, insanlar da diğer canlılar da yaşayamazlardı. Kanatları olmadan da havada duramazlardı.”
Şöyle dedi: “Yaşamları olmadıktan sonra kanatları ne işlerine yarardı ki!”
Şöyle dedim: “O halde insanların yeryüzü ve burçlardan sonra meydana geldikleri konusunda şüphen var mıdır?”
“Hayır, ancak daha fazla nasıl emin olabilirim?” dedi.
Şöyle dedim: “Gördüğün şeylerden sana delil getireyim.”
“Bu, şüpheyi ortadan kaldırmakta daha iyi bir yoldur.” dedi.
Şöyle dedim: “Bu yıldızlar, güneş ve ayın, feleğin içinde döndüklerini bilmez misin?”
“Bilirim.” dedi.
“Felek, bu yıldızların temeli değil midir?” diye sordum.
“Evet.” dedi.
Şöyle dedim: “İnsanların doğumlarının ayarını belirlediğini iddia ettiğin bu yıldızların, felekten sonra var edildiklerini görüyorum. Çünkü burçlar, onun içinde dönüyorlar. Bazen yükseliyor, bazen alçalıyorlar.”
Şöyle dedi: “Sözlerinin doğruluğu açıktır. Aklı olan birisi açıkça görür ki yıldızlar, dönmekte feleğin içinde dönmekteler ve bu felek, yıldızların temelidir. Bu sebeple felek, içinde yüzmekte olan yıldızlar için var edilmiş olmalıdır.”
Şöyle dedim: “İnsanların doğumlarında uğurları ve uğursuzluklarını belirleyen yıldızların yaratıcısının, aynı zamanda dünyanın da yaratıcısı olduğunu ikrar ediyor musun? Çünkü dünyayı yaratmamış olsaydı, dünyadaki canlılar da olmazlardı.”
“Bunu kabul etmekten başka çarem yoktur.” dedi.
Şöyle dedim: “Dünyayı, canlıları, güneşi, ayı ve yıldızları yaratandan baş[1]kasının göğü yaratmaya gücü yetmeyeceğini, gök ve gökte olanlar olmasaydı, yeryüzünün canlılarının da helak olacaklarını aklen idrak etmen gerekmez mi?”
Şöyle dedi: “Şüphesiz yaratıcının bir olduğuna şahadet ediyorum. Çünkü getirdiğin deliller aklıma aşikâr oldu ve delillerimin önünü kesti. Bu hesabı ha[1]zırlayan ve bu yıldızları öğreten kişinin yeryüzü ehlinden birisi olduğunu söylemek doğru olmayacaktır; çünkü yıldızlar göktedir. Yerin altında olanları da yalnızca gökte olanları öğreten kişi bilip öğretebilir. Ancak yeryüzü ehlinin gökte olan bu ilmi ve hesabı, görmüş olduğum bu doğruluk ve dakiklik derecesinde nasıl öğrendiklerini anlayamıyorum. Bu hesapla ilgili bildiklerimi bilmiyor olsaydım inkâr ederdim ve işin başında sana batıl olduğunu söylerdim. O zaman işim daha kolay olurdu.”
….
Biharu’l Envar, c. 3, b. 5, h.1

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.A) GÖNDERİLİŞ HEDEFİ
HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.A) GÖNDERİLİŞ HEDEFİ
İmam Ali b. Ebu Talib (as), Peygamber’in (s.a.a) gönderiliş hedefini şöyle beyan etmektedir:
“Allah, Muhammed’i (s.a.a), kullarını putlara kulluktan kurtarıp kendine kulluğa, şeytana itaatten ayırıp kendine itaate çağırması için hak ile gönderdi. O’nu, habersiz oldukları Rablerini bilsinler, inkârlarından sonra onu ikrar ve ispat etsinler diye, kullarına apaçık anlatıp hükümlerini bildirdiği Kur’ân ile gönderdi. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kudretini göstererek onlar görmeksizin kitabında tecelli etti; onları kahrıyla korkuttu. Felaketlerle helak ettiklerini nasıl helak ettiğini, biçtiklerini nasıl biçtiğini gösterdi. Benden sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda haktan daha gizli, batıldan daha aşikâr bir şey olmayacak. Allah ve Resulü’ne yalan söylemekten daha fazla artıp yayılan bir şey olmayacak. O zaman halkına hakkıyla okunduğunda Kur’ân’dan daha rağbetsiz ve tahrif edildiğinde ise ondan daha rağbetli şey olmayacaktır.
Ülkelerde maruftan daha münker ve münkerden daha maruf şey olmayacaktır. Kur’ân’ı yüklenenler onu atmış ve hıfzedenler onu unutmuş olacaktır. O günde Kur’ân ve ehli kovulmuş iki sürgün, beraber yolculuk eden iki yoldaş olacak; fakat hiçbir kimse onlara yer vermeyecektir. O zaman da Kur’ân ve ehli insanlar içindedir; fakat onlarla değil; insanlarla beraberdir, fakat birlikte değil…
Çünkü bir araya gelseler bile dalalet hidayete uymaz. Bu halk ayrılık üzere birleştiler ve birlikten ayrıldılar Sanki kitabın önderleri onlar da, kitap onların önderi değildir. Onların yanında kitabın ancak adı vardır; sadece yazısını tanırlar, Bundan önce de salihlere her türlü zulmü reva görenler onlardı. Salihlerin Allah’a karşı doğruluklarına yalandır dediler, iyiliklerine kötülükle mukabele ettiler. Sizden öncekiler, ancak uzun-uzak emellere kapılmaları, ecellerinden gafil olmaları yüzünden helak oldular. Böylece özrün kabul edilmeyeceği, tövbenin kaldırıldığı ve çetin azap ve ceza gününün kendilerini kuşattığı o vaat edilmiş gün gelip çattı.
Ey insanlar, sizden kim Allah’tan öğüt isteyip kabul ederse, başarıya ermiştir. Onun sözünü delil/kılavuz kabul eden “en doğru yola hidayet”[1] olmuştur. Zira Allah’a sığınan emin olur; düşmanlık eden, korku içinde yaşar. Allah’ın yüceliğini, azametini bilenlerin büyüklük taslamamaları gerekir. O’nun büyüklüğünü tanıyanların yücelmeleri, ancak ona karşı tevazu göstermeleriyle mümkün olur. O’nun kudretini bilenlerin selâmeti, O’na teslim olmalarındadır. O hâlde, sağlam kişinin uyuzdan, sağlıklı insanın hastadan kaçtığı gibi siz de haktan kaçmayın.
Bilin ki O’nu terk edenleri tanımadıkça olgunluğu tanıyamazsınız. Kitabın ahdini bozanları tanımadıkça ahdine yapışmazsınız. Onu atanları tanımadıkça, sımsıkı tutunamazsınız.
Bunu ehlinde arayın; çünkü onlar cehaletin ölümü, ilmin yaşayışıdırlar. Onların dışları içlerini, susmaları konuşmalarını, hükümleri ilimlerini anlatır. Onlar, dine muhalif olmazlar, dinde ayrılığa düşmezler. Din onların arasında doğru söyleyen, sustuğu hâlde konuşan bir şahittir.”[2]
[1] İsra suresi/9
[2] Nehcü’l Belağa, 147. Hutbe.
İmam Ali b. Ebu Talib (as), Peygamber’in (s.a.a) gönderiliş hedefini şöyle beyan etmektedir:
“Allah, Muhammed’i (s.a.a), kullarını putlara kulluktan kurtarıp kendine kulluğa, şeytana itaatten ayırıp kendine itaate çağırması için hak ile gönderdi. O’nu, habersiz oldukları Rablerini bilsinler, inkârlarından sonra onu ikrar ve ispat etsinler diye, kullarına apaçık anlatıp hükümlerini bildirdiği Kur’ân ile gönderdi. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kudretini göstererek onlar görmeksizin kitabında tecelli etti; onları kahrıyla korkuttu. Felaketlerle helak ettiklerini nasıl helak ettiğini, biçtiklerini nasıl biçtiğini gösterdi. Benden sonra öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda haktan daha gizli, batıldan daha aşikâr bir şey olmayacak. Allah ve Resulü’ne yalan söylemekten daha fazla artıp yayılan bir şey olmayacak. O zaman halkına hakkıyla okunduğunda Kur’ân’dan daha rağbetsiz ve tahrif edildiğinde ise ondan daha rağbetli şey olmayacaktır.
Ülkelerde maruftan daha münker ve münkerden daha maruf şey olmayacaktır. Kur’ân’ı yüklenenler onu atmış ve hıfzedenler onu unutmuş olacaktır. O günde Kur’ân ve ehli kovulmuş iki sürgün, beraber yolculuk eden iki yoldaş olacak; fakat hiçbir kimse onlara yer vermeyecektir. O zaman da Kur’ân ve ehli insanlar içindedir; fakat onlarla değil; insanlarla beraberdir, fakat birlikte değil…
Çünkü bir araya gelseler bile dalalet hidayete uymaz. Bu halk ayrılık üzere birleştiler ve birlikten ayrıldılar Sanki kitabın önderleri onlar da, kitap onların önderi değildir. Onların yanında kitabın ancak adı vardır; sadece yazısını tanırlar, Bundan önce de salihlere her türlü zulmü reva görenler onlardı. Salihlerin Allah’a karşı doğruluklarına yalandır dediler, iyiliklerine kötülükle mukabele ettiler. Sizden öncekiler, ancak uzun-uzak emellere kapılmaları, ecellerinden gafil olmaları yüzünden helak oldular. Böylece özrün kabul edilmeyeceği, tövbenin kaldırıldığı ve çetin azap ve ceza gününün kendilerini kuşattığı o vaat edilmiş gün gelip çattı.
Ey insanlar, sizden kim Allah’tan öğüt isteyip kabul ederse, başarıya ermiştir. Onun sözünü delil/kılavuz kabul eden “en doğru yola hidayet”[1] olmuştur. Zira Allah’a sığınan emin olur; düşmanlık eden, korku içinde yaşar. Allah’ın yüceliğini, azametini bilenlerin büyüklük taslamamaları gerekir. O’nun büyüklüğünü tanıyanların yücelmeleri, ancak ona karşı tevazu göstermeleriyle mümkün olur. O’nun kudretini bilenlerin selâmeti, O’na teslim olmalarındadır. O hâlde, sağlam kişinin uyuzdan, sağlıklı insanın hastadan kaçtığı gibi siz de haktan kaçmayın.
Bilin ki O’nu terk edenleri tanımadıkça olgunluğu tanıyamazsınız. Kitabın ahdini bozanları tanımadıkça ahdine yapışmazsınız. Onu atanları tanımadıkça, sımsıkı tutunamazsınız.
Bunu ehlinde arayın; çünkü onlar cehaletin ölümü, ilmin yaşayışıdırlar. Onların dışları içlerini, susmaları konuşmalarını, hükümleri ilimlerini anlatır. Onlar, dine muhalif olmazlar, dinde ayrılığa düşmezler. Din onların arasında doğru söyleyen, sustuğu hâlde konuşan bir şahittir.”[2]
[1] İsra suresi/9
[2] Nehcü’l Belağa, 147. Hutbe.

TAKVA DENİNCE AKLA NE GELMELİDİR?
Tüm imamların babası olan İmam Ali (as) takva üzerindeki bakış açısını bize şöyle buyurmaktadır;
“Münezzeh ve yüce olan Allah, mahlûkatı yarattı; yarattığı zaman onların itaatlerinden mustağni ve günahlarından da güvende idi. Çünkü isyan edenin isyanı ona zarar vermediği gibi, itaat edenin itaati de ona fayda vermez. Aralarında geçimliklerini taksim etmiş, dünyadaki yerlerine yerleştirmiştir.
Ama muttakiler fazilet sahibidirler, konuşmalarında doğrudurlar, tarzları ılımlıdır, davranışları tevazu iledir. Gözlerini Allah’ın kendilerine haram kıldığı şeyden sakınırlar, kulaklarını kendilerine faydalı olan ilme vakfederler. Huzur ve bela durumlarında hâlleri aynıdır, (değişiklik arzetmez.)
Allah’ın onlara tayin ettiği ecel olmasaydı, ruhları göz kırpacak bir an bile olsun; azaptan korkmak, sevabı arzulamak sebebiyle bedenleriyle durmazdı. Gözlerinde yaratıcı büyük ve bundan dolayı da onun dışındakiler gözlerinde küçüktür. Cennete oranla orayı görüp nimetler içinde yaşayan ve cehenneme oranla da orayı görüp azab çeken kimse gibidirler. Kalpleri mahzundur. Kötülüklerinden herkes emindir, bedenleri zayıf, ihtiyaçları az ve iffetlidirler. Çarçabuk geçen günlerde sabrettiler, sonunda uzun bir rahata erdiler. Rableri onlara bu kârlı alış verişi kolaylaştırmıştır. Dünya onları ister, onlar dünyayı istemezler; dünyanın esaretinden canlarını fidye vererek kurtulurlar.
Geceleri ayakları üzerinde durup Kur’ân ayetlerini, anlamını düşünerek ağır ağır (tertil üzere) okurlar, onunla hüzünlere dalar, dertlerinin çaresini onda bulurlar. O sırada müjdeleyen bir ayet geçtiği zaman, o sevabı elde etmeyi umarlar, şevkle ona yönelirler; (mükâfatını) gözlerinin önünde zannederler.
Korkutucu bir ayet geçtiği zaman, can kulaklarını ona verirler. Cehennem alevlerinin uğultusu adeta kulaklarında yankılanmaktadır. Onlar (rükûda) iki büklüm olurlar; alınları, elleri, dizleri ve ayak parmakları ile yerlere (secdeye) kapanırlar. Böylece Allah’ın azabından kurtulmayı dilerler.
Gündüzleri ise halîm, âlim, iyi ve muttaki olurlar. Korku onları okçunun yonttuğu ok gibi inceltmiştir. Bakan kimse onları hasta zanneder; oysa onlarda hiçbir hastalık yoktur. Bakan kimse “bunlar karıştırmış” der. Oysa onları büyük bir iş karıştırmıştır. Onlar az amellerine razı olmaz, fazlasını da çok görmezler.
Kendilerini itham eder, amellerinden korkarlar. Bir kimse içlerinden birini överse, o övülmekten korkar ve “kendimi başkalarından daha iyi bilirim, Rabbim ise beni benden daha iyi bilir” der. “Allah’ım, söyledikleri sözlerden beni sorumlu tutma, beni zannettiklerinden daha üstün kıl, onların bilmedikleri suçlarımı da bağışla.” diye söylenirler.
Onlardan birinin alametleri; senin onu dini işlerde güçlü, uzak görüşlülükte yumuşak, imanda şeksiz şüphesiz, ilimde hırslı, bilgisi hilimle iç-içe, zenginlikte kanaatkâr, ibadetinden huşu içinde, fakirlikte muhteşem, zorlukta sabırlı, helal peşinde, hidayette neşat, tamahtan kurtulmuş ve salih amel işlediği hâlde korku içinde yaşayan biri olarak görmendir.
Gündüz akşama kadar düşüncesi şükür, gece sabaha kadar işi zikirdir. Korkuyla geceler, neşeyle sabahlar, gaflete düşmekten çekinerek korkar, rahmet ve fazilete nail olduğundan sevinir.
Nefsi, onu istemediği bir şeye zorlarsa, sevip istediğini ona vermez. Sevdiği şey, zevali olmayan nimettir. Sakındığı, bâki olmayan (geçici) şeylerdir. Hilmini ilimle, sözünü amelle birleştirip pekiştirmiştir. Onu emeli yakın, hatası az, kalbi huşu içinde, nefsi kanaatkâr, yemesi az, işi kolay, dini korunmuş, şehveti ölmüş, öfkesi yenilmiş, hayır umulan, şerrinden emin olunan biri olarak görürsün.
Eğer, gafiller içinde de olsa, zikredenlerden yazılır; zikredenlerin içinde olsa, gafillerden sayılmaz. Zulmedeni bağışlar, kendisine vermeyene verir. Kendisine gelmeyi kesene gider, kötü sözden uzak, sözü yumuşak, kötü olarak kınanacak işi yok, iyiliği her an mevcuttur. Hayrı yönelmiş, şerri yüz çevirmiştir. Zor işlerde vakarlıdır, tatsız işlerde sabırlıdır, rahatlıkta ise şükredenlerdir.
Kendisine buğz edene zulmetmez, birini sevdiğinden günaha girmez. Aleyhine şahadet edilmeden hakkı itiraf eder, emaneti zayi etmez, söyleneni unutmaz, kimseye lakap takmaz, komşusuna zarar vermez, başkalarının musibetine sevinmez, batıla girmez, haktan ayrılmaz. Susarsa sustuğuna üzülmez, güldüğünde sesini yükseltmez. (Dostları tarafından) İsyan ve zulme uğradığı zaman, Allah kendisine yapılanı cezalandırıncaya kadar sabreder (onu Allah’a havale eder). Kendisini zorluğa salar, oysa insanlar ondan rahattadır.
Kendisini ahireti için yorar, insanları ise rahata erdirir. Bir kimseden uzaklaşması, temizliğinden ve zühdündendir. Bir kimseye yaklaşması, yumuşaklığı ve acımasındandır. Uzaklaşması büyüklükten ve kibirden; yaklaşması da hile ve tuzaktan değildir.”[1]
[1] Nehcü’l Belağa/193. Hutbe
“Münezzeh ve yüce olan Allah, mahlûkatı yarattı; yarattığı zaman onların itaatlerinden mustağni ve günahlarından da güvende idi. Çünkü isyan edenin isyanı ona zarar vermediği gibi, itaat edenin itaati de ona fayda vermez. Aralarında geçimliklerini taksim etmiş, dünyadaki yerlerine yerleştirmiştir.
Ama muttakiler fazilet sahibidirler, konuşmalarında doğrudurlar, tarzları ılımlıdır, davranışları tevazu iledir. Gözlerini Allah’ın kendilerine haram kıldığı şeyden sakınırlar, kulaklarını kendilerine faydalı olan ilme vakfederler. Huzur ve bela durumlarında hâlleri aynıdır, (değişiklik arzetmez.)
Allah’ın onlara tayin ettiği ecel olmasaydı, ruhları göz kırpacak bir an bile olsun; azaptan korkmak, sevabı arzulamak sebebiyle bedenleriyle durmazdı. Gözlerinde yaratıcı büyük ve bundan dolayı da onun dışındakiler gözlerinde küçüktür. Cennete oranla orayı görüp nimetler içinde yaşayan ve cehenneme oranla da orayı görüp azab çeken kimse gibidirler. Kalpleri mahzundur. Kötülüklerinden herkes emindir, bedenleri zayıf, ihtiyaçları az ve iffetlidirler. Çarçabuk geçen günlerde sabrettiler, sonunda uzun bir rahata erdiler. Rableri onlara bu kârlı alış verişi kolaylaştırmıştır. Dünya onları ister, onlar dünyayı istemezler; dünyanın esaretinden canlarını fidye vererek kurtulurlar.
Geceleri ayakları üzerinde durup Kur’ân ayetlerini, anlamını düşünerek ağır ağır (tertil üzere) okurlar, onunla hüzünlere dalar, dertlerinin çaresini onda bulurlar. O sırada müjdeleyen bir ayet geçtiği zaman, o sevabı elde etmeyi umarlar, şevkle ona yönelirler; (mükâfatını) gözlerinin önünde zannederler.
Korkutucu bir ayet geçtiği zaman, can kulaklarını ona verirler. Cehennem alevlerinin uğultusu adeta kulaklarında yankılanmaktadır. Onlar (rükûda) iki büklüm olurlar; alınları, elleri, dizleri ve ayak parmakları ile yerlere (secdeye) kapanırlar. Böylece Allah’ın azabından kurtulmayı dilerler.
Gündüzleri ise halîm, âlim, iyi ve muttaki olurlar. Korku onları okçunun yonttuğu ok gibi inceltmiştir. Bakan kimse onları hasta zanneder; oysa onlarda hiçbir hastalık yoktur. Bakan kimse “bunlar karıştırmış” der. Oysa onları büyük bir iş karıştırmıştır. Onlar az amellerine razı olmaz, fazlasını da çok görmezler.
Kendilerini itham eder, amellerinden korkarlar. Bir kimse içlerinden birini överse, o övülmekten korkar ve “kendimi başkalarından daha iyi bilirim, Rabbim ise beni benden daha iyi bilir” der. “Allah’ım, söyledikleri sözlerden beni sorumlu tutma, beni zannettiklerinden daha üstün kıl, onların bilmedikleri suçlarımı da bağışla.” diye söylenirler.
Onlardan birinin alametleri; senin onu dini işlerde güçlü, uzak görüşlülükte yumuşak, imanda şeksiz şüphesiz, ilimde hırslı, bilgisi hilimle iç-içe, zenginlikte kanaatkâr, ibadetinden huşu içinde, fakirlikte muhteşem, zorlukta sabırlı, helal peşinde, hidayette neşat, tamahtan kurtulmuş ve salih amel işlediği hâlde korku içinde yaşayan biri olarak görmendir.
Gündüz akşama kadar düşüncesi şükür, gece sabaha kadar işi zikirdir. Korkuyla geceler, neşeyle sabahlar, gaflete düşmekten çekinerek korkar, rahmet ve fazilete nail olduğundan sevinir.
Nefsi, onu istemediği bir şeye zorlarsa, sevip istediğini ona vermez. Sevdiği şey, zevali olmayan nimettir. Sakındığı, bâki olmayan (geçici) şeylerdir. Hilmini ilimle, sözünü amelle birleştirip pekiştirmiştir. Onu emeli yakın, hatası az, kalbi huşu içinde, nefsi kanaatkâr, yemesi az, işi kolay, dini korunmuş, şehveti ölmüş, öfkesi yenilmiş, hayır umulan, şerrinden emin olunan biri olarak görürsün.
Eğer, gafiller içinde de olsa, zikredenlerden yazılır; zikredenlerin içinde olsa, gafillerden sayılmaz. Zulmedeni bağışlar, kendisine vermeyene verir. Kendisine gelmeyi kesene gider, kötü sözden uzak, sözü yumuşak, kötü olarak kınanacak işi yok, iyiliği her an mevcuttur. Hayrı yönelmiş, şerri yüz çevirmiştir. Zor işlerde vakarlıdır, tatsız işlerde sabırlıdır, rahatlıkta ise şükredenlerdir.
Kendisine buğz edene zulmetmez, birini sevdiğinden günaha girmez. Aleyhine şahadet edilmeden hakkı itiraf eder, emaneti zayi etmez, söyleneni unutmaz, kimseye lakap takmaz, komşusuna zarar vermez, başkalarının musibetine sevinmez, batıla girmez, haktan ayrılmaz. Susarsa sustuğuna üzülmez, güldüğünde sesini yükseltmez. (Dostları tarafından) İsyan ve zulme uğradığı zaman, Allah kendisine yapılanı cezalandırıncaya kadar sabreder (onu Allah’a havale eder). Kendisini zorluğa salar, oysa insanlar ondan rahattadır.
Kendisini ahireti için yorar, insanları ise rahata erdirir. Bir kimseden uzaklaşması, temizliğinden ve zühdündendir. Bir kimseye yaklaşması, yumuşaklığı ve acımasındandır. Uzaklaşması büyüklükten ve kibirden; yaklaşması da hile ve tuzaktan değildir.”[1]
[1] Nehcü’l Belağa/193. Hutbe

İMAM RIZA’YA(AS) MERAK EDİLEN SORULARDAN BİRİ SORULDU
İmam Ali Rıza (a.s) şöyle buyurdu:
“Eğer birisi “Allah’ı, peygamberlerini, hüccetlerini ve Allah katından gelenleri ikrar etmeyi Allah neden emretti?” diye soracak olursa, şu cevap verilir:
“Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birisi şudur ki Yüce Allah’ın varlığını ikrar etmeyen kişi, ona karşı gelmekten ve büyük günahları işlemekten geri durmaz. Bozgunculuk ve zulüm konusunda nefsinin arzuları ve şehvetlerini, birisinin gözlemlediğini düşünmez. İnsanlar bunları yaparlarsa ve her insan, kimsenin gözlemlemediğini düşünerek istediği ve arzuladığı her şeyi yaparsa, tüm insanların durumları bozulur ve birbirlerine kastederler. Böyle olduğunda ırzları ve malları gasp ederler, kanları ve kadınları mubah görürler, haksız yere ve hiçbir suç olmaksızın birbirlerini öldürürler. Bu şekilde dünya harap olur, insanlar helak olur, ekinler ve nesiller bozulur. Bir başka sebep de şudur ki Yüce Allah, hikmet sahibidir.
Bozgunculuğu ya[1]saklamayan, düzeni emretmeyen, zulümden alıkoymayan ve günahlardan sakındırmayan birisi, hikmet sahibi değildir ve hikmetli olarak nitelendirilmez. Bozgunculuğun yasaklanması, düzenin emredilmesi ve günahlardan sakındırılması ise ancak Allah’ı ikrar edip emredeni ve yasaklayanı tanıdıktan sonra olur.
Zira insanlar, Allah’ı ikrar etmeden ve tanımadan bırakılsalar; bir ıslah emri ya da bir yanlışlıktan sakındırma görülmezdi. Çünkü emreden ya da sakındıran birisi olmamış olurdu. O zaman bozgunculuk yasaklanmamış, ıslah emredilmemiş ve günahlardan sakındırılmamış olurdu. Sebeplerden birisi de şudur ki biz, insanların gizli yerlerde, diğer insanların göremedikleri konularda günah işlediklerini görüyoruz. Dolayısıyla Allah’ı ikrar edip gaypta ondan korkuluyor olmasaydı, şehveti ve iradesiyle baş başa kalan hiç kimse, birisinin gözetiminde olmadığını düşünerek bir günahı terk etme yoluna gitmeyecek, haram ve büyük günahlara girmekten geri durmayacaktı. Zira o amelinin insanlardan gizlendiğini görecek ve birisinin gözetiminde olmadığını bilecekti. Böyle bir durumda ise tüm insanların helaki söz konusudur. Şu durumda insanların düzeni ve maslahatları, ancak her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan, gizli saklı her şeyi gören, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı birisinin varlığını ikrar etmekle mümkün olabilir. Böylece insanlar, baş başa kalacakları türlü kötülük ve günahlardan sakınabilirler.
Eğer birisi “Neden Allah’ın bir ve tek olduğunu ikrar etmek ve bilmek gerekli olsun?” diye soracak olursa, şu cevap verilir: Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden birisi şudur ki bunu ikrar etmeleri ve bilmeleri gerekli olmasaydı, iki ya da daha fazla yöneten olduğunu düşünmeleri caiz olurdu. Bunu düşünmeleri caiz olursa, kendilerini yaratanı diğerlerinden ayırt etmeleri mümkün olmazdı. Çünkü her bir insan, belki de kendisini yaratandan başkasına tapıyor, kendisine emredenden başkasına itaat ediyor olabilirdi ve bunu bilemezdi. Bu durumda kendilerini hakikaten var eden ve yaratan Allah’ı bilemezlerdi. Hiçbir emredenin emri ya da yasaklayanın yasağı da belirlenmezdi. Çünkü emredenin tam olarak kim olduğu bilinmez, yasaklayan da başkalarından ayırt edilmezdi. Bir başka sebep de şudur ki iki olmaları doğru olsaydı, ortaklardan birisi diğerinden daha fazla ibadet ve itaat edilmeyi hak ediyor olmazdı. Diğer ortağa itaat edilmesinin caiz olmasının anlamı, Allah’a itaat edilmemesinin caiz olmasıdır.
Allah’a itaat edilmemesinin caiz olmasının anlamı ise Allah’a, tüm kitaplarına ve peygamberlerine kâfir olmak, her batılı hak görmek, her hakkı terk etmek, her haramı helal, her helali haram etmek, her günaha girmek, her itaatten çıkmak, her yanlışı mubah görmek ve her hakkı iptal etmektir. Bir başka sebebi de şudur ki birden fazla olması mümkün olsaydı, iblis diğer bir ilah olduğunu iddia edebilirdi. Böylece Allah’ın her hükmünde Allah’a zıtlık eder, kulları kendisine yönlendirirdi. Böyle bir durumda ise kâfirliğin en büyüğü ve nifakın en şiddetlisi vardır. Eğer birisi “Neden Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını ikrar etmek gerekli olsun?” diye soracak olursa, şu cevap verilir: Bunun birçok sebebi vardır.
Bu sebeplerden birisi, ibadet ve itaatte Allah’a yönelebilmeleridir; Rableri, yaratıcıları ve onları var edeni başka bir şeye benzeterek başkasına yönelmemeleridir. Bir başka sebebi de şudur ki Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını bilmeselerdi ve Allah’ın başka bir şeye benzemesi doğru olsaydı, belki de babalarının dikmiş olduğu şu putları, güneşi, ayı ya da ateşi Rableri ve yaratıcıları olarak görebilirlerdi ve doğrusunu bilmezlerdi. Böyle bir durumda ise, bu rablerden kendilerine ulaşan haberler, emirler ve yasaklara göre yanlışlara düşülür, itaatlerin tamamı terk edilir ve günahların tamamına girilirdi.
Bir başka sebebi de şudur ki Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını bilmeleri gerekli olmasaydı, diğer yaratılmışlarda olduğu gibi Allah’ın da acizlik, cehalet, değişkenlik, zeval, fanilik, yalan ve zulüm gibi özelliklere sahip olabileceğini düşünebilirlerdi. Bu gibi özelliklere sahip olan bir varlığın ise sona ermeyeceği bilinmez, adaletine güvenilmez, sözleri, emirleri, yasakları, vaatleri, uyarıları, sevapları ve cezaları hak olmazdı. Böyle bir durumda ise insanlar sapar ve rablık iptal olurdu.”
BİHARU’L ENVAR, C. 3, S. 27-28, H. 23
“Eğer birisi “Allah’ı, peygamberlerini, hüccetlerini ve Allah katından gelenleri ikrar etmeyi Allah neden emretti?” diye soracak olursa, şu cevap verilir:
“Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birisi şudur ki Yüce Allah’ın varlığını ikrar etmeyen kişi, ona karşı gelmekten ve büyük günahları işlemekten geri durmaz. Bozgunculuk ve zulüm konusunda nefsinin arzuları ve şehvetlerini, birisinin gözlemlediğini düşünmez. İnsanlar bunları yaparlarsa ve her insan, kimsenin gözlemlemediğini düşünerek istediği ve arzuladığı her şeyi yaparsa, tüm insanların durumları bozulur ve birbirlerine kastederler. Böyle olduğunda ırzları ve malları gasp ederler, kanları ve kadınları mubah görürler, haksız yere ve hiçbir suç olmaksızın birbirlerini öldürürler. Bu şekilde dünya harap olur, insanlar helak olur, ekinler ve nesiller bozulur. Bir başka sebep de şudur ki Yüce Allah, hikmet sahibidir.
Bozgunculuğu ya[1]saklamayan, düzeni emretmeyen, zulümden alıkoymayan ve günahlardan sakındırmayan birisi, hikmet sahibi değildir ve hikmetli olarak nitelendirilmez. Bozgunculuğun yasaklanması, düzenin emredilmesi ve günahlardan sakındırılması ise ancak Allah’ı ikrar edip emredeni ve yasaklayanı tanıdıktan sonra olur.
Zira insanlar, Allah’ı ikrar etmeden ve tanımadan bırakılsalar; bir ıslah emri ya da bir yanlışlıktan sakındırma görülmezdi. Çünkü emreden ya da sakındıran birisi olmamış olurdu. O zaman bozgunculuk yasaklanmamış, ıslah emredilmemiş ve günahlardan sakındırılmamış olurdu. Sebeplerden birisi de şudur ki biz, insanların gizli yerlerde, diğer insanların göremedikleri konularda günah işlediklerini görüyoruz. Dolayısıyla Allah’ı ikrar edip gaypta ondan korkuluyor olmasaydı, şehveti ve iradesiyle baş başa kalan hiç kimse, birisinin gözetiminde olmadığını düşünerek bir günahı terk etme yoluna gitmeyecek, haram ve büyük günahlara girmekten geri durmayacaktı. Zira o amelinin insanlardan gizlendiğini görecek ve birisinin gözetiminde olmadığını bilecekti. Böyle bir durumda ise tüm insanların helaki söz konusudur. Şu durumda insanların düzeni ve maslahatları, ancak her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan, gizli saklı her şeyi gören, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı birisinin varlığını ikrar etmekle mümkün olabilir. Böylece insanlar, baş başa kalacakları türlü kötülük ve günahlardan sakınabilirler.
Eğer birisi “Neden Allah’ın bir ve tek olduğunu ikrar etmek ve bilmek gerekli olsun?” diye soracak olursa, şu cevap verilir: Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden birisi şudur ki bunu ikrar etmeleri ve bilmeleri gerekli olmasaydı, iki ya da daha fazla yöneten olduğunu düşünmeleri caiz olurdu. Bunu düşünmeleri caiz olursa, kendilerini yaratanı diğerlerinden ayırt etmeleri mümkün olmazdı. Çünkü her bir insan, belki de kendisini yaratandan başkasına tapıyor, kendisine emredenden başkasına itaat ediyor olabilirdi ve bunu bilemezdi. Bu durumda kendilerini hakikaten var eden ve yaratan Allah’ı bilemezlerdi. Hiçbir emredenin emri ya da yasaklayanın yasağı da belirlenmezdi. Çünkü emredenin tam olarak kim olduğu bilinmez, yasaklayan da başkalarından ayırt edilmezdi. Bir başka sebep de şudur ki iki olmaları doğru olsaydı, ortaklardan birisi diğerinden daha fazla ibadet ve itaat edilmeyi hak ediyor olmazdı. Diğer ortağa itaat edilmesinin caiz olmasının anlamı, Allah’a itaat edilmemesinin caiz olmasıdır.
Allah’a itaat edilmemesinin caiz olmasının anlamı ise Allah’a, tüm kitaplarına ve peygamberlerine kâfir olmak, her batılı hak görmek, her hakkı terk etmek, her haramı helal, her helali haram etmek, her günaha girmek, her itaatten çıkmak, her yanlışı mubah görmek ve her hakkı iptal etmektir. Bir başka sebebi de şudur ki birden fazla olması mümkün olsaydı, iblis diğer bir ilah olduğunu iddia edebilirdi. Böylece Allah’ın her hükmünde Allah’a zıtlık eder, kulları kendisine yönlendirirdi. Böyle bir durumda ise kâfirliğin en büyüğü ve nifakın en şiddetlisi vardır. Eğer birisi “Neden Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını ikrar etmek gerekli olsun?” diye soracak olursa, şu cevap verilir: Bunun birçok sebebi vardır.
Bu sebeplerden birisi, ibadet ve itaatte Allah’a yönelebilmeleridir; Rableri, yaratıcıları ve onları var edeni başka bir şeye benzeterek başkasına yönelmemeleridir. Bir başka sebebi de şudur ki Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını bilmeselerdi ve Allah’ın başka bir şeye benzemesi doğru olsaydı, belki de babalarının dikmiş olduğu şu putları, güneşi, ayı ya da ateşi Rableri ve yaratıcıları olarak görebilirlerdi ve doğrusunu bilmezlerdi. Böyle bir durumda ise, bu rablerden kendilerine ulaşan haberler, emirler ve yasaklara göre yanlışlara düşülür, itaatlerin tamamı terk edilir ve günahların tamamına girilirdi.
Bir başka sebebi de şudur ki Allah’ın benzeri hiçbir şeyin olmadığını bilmeleri gerekli olmasaydı, diğer yaratılmışlarda olduğu gibi Allah’ın da acizlik, cehalet, değişkenlik, zeval, fanilik, yalan ve zulüm gibi özelliklere sahip olabileceğini düşünebilirlerdi. Bu gibi özelliklere sahip olan bir varlığın ise sona ermeyeceği bilinmez, adaletine güvenilmez, sözleri, emirleri, yasakları, vaatleri, uyarıları, sevapları ve cezaları hak olmazdı. Böyle bir durumda ise insanlar sapar ve rablık iptal olurdu.”
BİHARU’L ENVAR, C. 3, S. 27-28, H. 23

KERBELA`DAN DERSLER: KİŞİSEL ÇIKAR VE BEKLENTİLERLE MÜCADELE
KERBELA`DAN DERSLER:
KİŞİSEL ÇIKAR VE BEKLENTİLERLE MÜCADELE
Bir müslümanı hidayet önderinden uzak tutan şeylerden en önemlisi kişisel çıkar ve beklentilerdir. İnsanoğlu nefsini eğitmediği sürece bencilliği ve kişisel çıkarlarının esiri olmaya mahkumdur. İnsanları bu sahaya iten şey eğitilmemiş nefistir. Dünya nimetleri, dünyalık makam ve mevkiler her zaman insanın nefsine cazip gelmiştir. Ahireti göz ardı eden nefis birçok zaman bu dünyada ulaşabileceği en üstün makama ulaşabilmek, elde edebileceği en üstün makamı elde edebilmek, birilerine yaranmak ve layık olmayan kimselerin gözüne girebilmek için Allah`ın hakkı, velayetini ve Önderlerin velayetini hiçe saymışlardır. Tarih bu gibi insanlarla doludur.
Velayeti hiçe saymakla birlikte eğitilmemiş nefis, ilahi önderlere karşı çıkmıştır. Peygamberler tarihinde de bu gibi örnekler vardır. Fakat esasen odak noktamız İslam tarihi olduğundan bu alanda örneklendirme yapmaya çalışacağız. Hz. Muhammed (s.a.a) dünyadan göçtükten sonra imam Ali (a)`ın yanında duran kimseler vardı. Talha ve Zübeyir, imam Ali (a)`ın imametini, halifeliğini kabul eden o kimselerdendi. İmam Ali (a)`ın evine baskın yapıldığında adı geçen sahabeler hz. Zehra (sa)`nın başına getirilen o elim olayda Ehli Beyt (a)`ın tarafında durmuşlardı. O olayların gerçekleşme sebebi imam Ali (a)`ın hilafet hakkının gasp edilmesiyle alakalıydı. Yıllar sonra hilafet, halkın ısrarıyla imam Ali (a)`a geçtiği zaman Talha ve Zübeyir kişisel isteklerinin karşılanmadığını gördüklerinde İmamı (a) terk ettiler. Valilik talebiyle İmama (a) başvurdular fakat aldıkları yanıt karşısında saf değiştirip zamanın halifesi ve imamına karşı Cemel savaşını başlattılar. Eğitilmemiş nefis, dünyalık arzular ve kişisel çıkarlar, kişiyi zamanın önderinin yanında olsa bile ondan uzaklaştırabilmekte, hatta karşısında durup savaş açmasına vesile olmaktadır.
Bundan başka Sıffin savaşında imam Ali (a) ile birlikte Muaviye`nin ordusuna karşı kılıç sallayan Şimr bin Zilcevşen (Allah`ın laneti olsun ona), imam Hüseyin (a) zamanında Yezid (Allah`ın laneti olsun ona) ordusunun komutanlarındandı. Şimrin eğitilmemiş nefsine uyması, ahiretini mahvedecek şekilde ciddi bir saf değişikliği yapmasına sebep oldu.
Diğer Kerbela katillerinin de menfaatlerini incelemek gerekir. Mesela, Yezid neden imam Hüseyin (a)`a karşı çıkmıştı? Çünkü hükümetini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Muaviye (Allah`ın laneti olsun ona) ölmeden önce Yezid`e 3 kişiden mutlaka biat alması gerektiğini, biat etmedikleri takdirde bu engellerin ortadan kaldırılmasını vasiyet etmişti. Bu üç kişiden biri imam Hüseyin (a) idi. Muaviye bu cümlesiyle Yezid`in meşru olmayan hükümeti için tehlike arz edebilecek kimselere işaret etmişti. Diğer iki kimse bu hükümet için her hangi bir sebep yüzünden tehlike arz etse de imam Hüseyin (a)`ın bu hükümeti kabul etmemesinin tek nedeni bu hükümetin ilahi rızayete uygun olmamasıydı. Dolayısıyla Yezid`in dünyalık hükümet kaygısı Allah velisinin kanını helal görmeye sebebiyet vermiş oldu.
Ömer bin Sad. Bu kimse imam Hüseyin (a)`ın çocukluk arkadaşı olmuş, babası da Peygamberimizin sahabelerinden ve ordusunda yer alan kimselerden olmuştur. Rey şehrinin valisi olma arzusu gözlerini öyle bürümüştü ki zamanın önderinin karşısında yer alıp onu vahşice katledecek kadar gözü dönmüştü.
Kufe valisi bin Ziyad. Bu kimsenin tüm hayatı vahşilikler, İslam beldelerinde yapmış olduğu katliamlarla doludur. Tüm bu haysiyetsizlikleri yapmadaki amacı makamını korumak olmuştur. Tam Kerbela olayları gerçekleşmek üzereyken Kufe`ye vali olarak atanan bin Ziyad, bu makamı korumak ve halife Yezid`in rağbetini kazanmak için imam Hüseyin (a)`ın karşısında durmuş ve Ona yardım edebilecek herkese zulüm, işkence yapmıştır. Kerbela olayının temellerini atanlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
Yezid ordusuna katılanlardan bazıları valinin zorlamasıyla bu adımı atmış olsa da birçoğu da ganimet elde etmek, valinin gözüne girmek, hükümetten ödül almak gibi kaygı ve isteklerle imam Hüseyin (a)`ın karşısında yer almışlardı. İmam Hasan (a)`ın da savaş hazırlığını yaparken Muaviye (Allah`ın laneti olsun ona) ile barış sözleşmesini imzalamasının sebebi tam olarak budur: insanların kişisel çıkarlarının, dünyalık istek ve sıfatların peşinden gitmeleri. İmama yardım konusunda geri kalmamızın asıl büyük sebeplerinden bir tanesi, kişisel çıkarlarımızın İslam dininin çıkarlarından öne geçmesidir.
Bu ders, bir önceki Kerbela`dan çıkarılan “fedakar olma” dersiyle çok bağlantılıdır, hatta onun devamı da denebilir. Fedakarlık sahip olunan şeylerin İslami yolda feda edilmesiyse bugünkü konuda anlatılmak istenen şey, elde etmek istediğimiz şeyler – dünyalık çıkar, rahatlık, elde edebileceğimiz makam ve izzeti feda edebilmekten bahsetmekteyiz. İslam uğruna tutkularımız ve elde etmek istediğimiz şeylerden vazgeçebilmek…
Bu tutku ve hırslardan vazgeçemeyenler hep önderlerinin karşılarında yer aldılar. Hem de öyle bir yer alma ki bu, çoğu zaman karşı tarafa nasıl geçtiğinin bile farkına varamadılar. Karşı tarafa geçtiğinde kendini son ana kadar haklı hissederek, doğru yolda olan tarafın kendisi olduğunu düşünerek geçtiler. Çünkü bu hırslar onların gözünü kör etmişti. Bu tehlikeler son ana kadar bizim için de geçerlidir.
Kerbela`da sadece iyi örneklerden değil kötü örneklerden de ders alıyoruz. Ki biz de aynı hatalara düşmeyelim. Onların bu hale nasıl geldiklerini inceleyerek imamına karşı koyan etkenleri belirlemek bizler için birer vazifedir. Bu etkenlerin bizim içimizde olup olmadığını araştırarak sorgulamamız gerekiyor. “Ben de bugün imam Mehdi (af) için sürekli çağrı yapıyor, zuhuru için “el ecel” diyerek dua ediyorum. Peki ya ben Onun yolunun açılması için fedakarlık yapabiliyor muyum? Yoksa ben de Kufeliler gibi dünyalık isteklerime kapılarak İmamımın yolunu kapatanlara engel olmuyor muyum? Bir anda gözüm kararıp da safımı değiştirir miyim? Ben kendimden olan şeyleri feda edebiliyor muyum?”
Bencillik, birçok İslami çalışmaların, başarıların önüne geçmektedir. Benim rahatım, benim çalışmam, benim evim vs. gibi dünyalık araçlara kişisel baktığımız sürece maalesef bu kutlu yolda sebat edebilmek mümkün değil. İmam Hüseyin (a) nasıl tüm her şeyini İslam`ın maslahatı için feda etmekten kaçınmadıysa Onun yarenleri de bu öğretiyi takip ettiler. Oğullarını, kardeşlerini ve kendilerini hiç düşünmeden feda etmek bir yana, insanı ölüme gitmekten ayıran tüm bağları daha şehadete kavuşmadan evvel koparıp atmışlardı. Bu ister düşmana esir düşen oğul olsun, ister arkada bekleyen aile fertleri… Onlar İslam`ın maslahatını daha yüce bilip bu açıdan hareket ettiler. Çünkü o an öyle bir andı ki, eğer fedakarlık yapılmasaydı İslam`ı korumaktan daha üstün tutulan tüm nimetler zaten zayi olacaktı. Batılın elinde oyuncak olmuş bir düzende zilletle yaşamaktansa şehadetle batılın direklerini sarsmayı tercih ettiler. Bu yoldan onları hiçbir şey alıkoyamadı… Kişisel hastalıklarını tedavi edebilenler, o gün İmamın (a) yanında olabilenlerdi. İsteyip de olamayanlar ya da fırsat ayağına kadar gelip de geri çevirenler maalesef henüz bu hastalıkları tedavi edemeyenlerdi.
Zuheyr döneminin en zenginlerindendi. Fakat imam Hüseyin (a) ile görüştükten sonra Allah dininin korunması zaruretiyle karşılaşınca mal mülkü koruyup artırmaktan daha önemli ve acil bir durumun farkına vardı. Böylece yolculukta tüm mal varlığını eşine bırakıp İmam Hüseyin (a)`a katıldı. O an Zuheyr`den “Bana izin ver, bir şehre gidip bu mal mülkümü birine emanet edeyim ve öylece Sana katılayım” gibi cümleler görmüyoruz. Zuheyr`e sahip olduğu hiçbir şey engel olamadı. Allah`ın dinini korumak ve ona yardım etmede hiçbir şey ayağına bağ olamadı…
Bizler bugün imam Mehdi (af)`in emirlerini vasıtasız olarak duyup da yerine getiremiyoruz ne yazık ki. Fakat İslami ilimleri öğrenerek, derslere, bu gibi çalışmalara katılarak ve hayatımıza tatbik ederek İmamımıza (af) yardım edebiliriz. Bu çalışmalara katılırken ne kadar samimiyiz ve ne kadar çaba harcıyoruz? Bu çalışmaları yapanlara ve öncülere karşı tutumlarımız nasıldır? Onları sevip destekliyor muyuz? Yoksa köstek mi oluyoruz? O kimselere karşı nefsi hastalıklarımız, kıskançlıklarımız, kibirimiz var mı? Tüm bunlar İmama yaklaşmaya engel olan ayak bağlarıdır. Kendimizi teşhis edip ve samimi bir şekilde hangi hastalığın içimizde olduğunu kabullenmeliyiz. Ardından tedavi etmek çok kolay olacaktır. Bunları şimdiden teşhis ve tedavi etmezsek İmamın (af) zuhuru zamanında nasıl doğru yolda olanlardan oluruz? Bizler hz. Muhammed (s.a.a)`nin ve İmamların (a) zamanında birçok kez tövbe ederek doğru yola gelenleri görmüşüzdür. Hatta Kerbela`da Hürr örneği bu açıdan çok dikkat çekiyor. Fakat bizler en sonuncu Vasinin zamanında yaşayan kimseler olarak geriye kalan her zamanımızın değerli olduğunu unutmamalıyız. Bir an içinde zuhur olursa ve İmamla (af) bu şekilde karşılaşırsam yüzüne nasıl bakarım? Ya da O zuhur eder de Onu tanıyamazsam? O gelmeden önce tüm sorunlarımızı tedavi etmemiz gerekiyor.
Allah bu konuda bize uyanıklık versin. Unutmayalım; kalbimizi teftiş, sorunları kendimize ifşa, kabullenme ve tedavi. Hatalarımızı kendimizce belirleyip kabullenirsek tedavisi rahat olacaktır.
Allah bizlere İmam Mehdi (af) eliyle hatalarımızı teşhis edip düzeltmede yardımcı olsun inşaAllah.
Allahumme salli ala Muhammed ve ali Muhammed ve eccil fereccehum.
NECLA ADIGÜZEL
KİŞİSEL ÇIKAR VE BEKLENTİLERLE MÜCADELE
Bir müslümanı hidayet önderinden uzak tutan şeylerden en önemlisi kişisel çıkar ve beklentilerdir. İnsanoğlu nefsini eğitmediği sürece bencilliği ve kişisel çıkarlarının esiri olmaya mahkumdur. İnsanları bu sahaya iten şey eğitilmemiş nefistir. Dünya nimetleri, dünyalık makam ve mevkiler her zaman insanın nefsine cazip gelmiştir. Ahireti göz ardı eden nefis birçok zaman bu dünyada ulaşabileceği en üstün makama ulaşabilmek, elde edebileceği en üstün makamı elde edebilmek, birilerine yaranmak ve layık olmayan kimselerin gözüne girebilmek için Allah`ın hakkı, velayetini ve Önderlerin velayetini hiçe saymışlardır. Tarih bu gibi insanlarla doludur.
Velayeti hiçe saymakla birlikte eğitilmemiş nefis, ilahi önderlere karşı çıkmıştır. Peygamberler tarihinde de bu gibi örnekler vardır. Fakat esasen odak noktamız İslam tarihi olduğundan bu alanda örneklendirme yapmaya çalışacağız. Hz. Muhammed (s.a.a) dünyadan göçtükten sonra imam Ali (a)`ın yanında duran kimseler vardı. Talha ve Zübeyir, imam Ali (a)`ın imametini, halifeliğini kabul eden o kimselerdendi. İmam Ali (a)`ın evine baskın yapıldığında adı geçen sahabeler hz. Zehra (sa)`nın başına getirilen o elim olayda Ehli Beyt (a)`ın tarafında durmuşlardı. O olayların gerçekleşme sebebi imam Ali (a)`ın hilafet hakkının gasp edilmesiyle alakalıydı. Yıllar sonra hilafet, halkın ısrarıyla imam Ali (a)`a geçtiği zaman Talha ve Zübeyir kişisel isteklerinin karşılanmadığını gördüklerinde İmamı (a) terk ettiler. Valilik talebiyle İmama (a) başvurdular fakat aldıkları yanıt karşısında saf değiştirip zamanın halifesi ve imamına karşı Cemel savaşını başlattılar. Eğitilmemiş nefis, dünyalık arzular ve kişisel çıkarlar, kişiyi zamanın önderinin yanında olsa bile ondan uzaklaştırabilmekte, hatta karşısında durup savaş açmasına vesile olmaktadır.
Bundan başka Sıffin savaşında imam Ali (a) ile birlikte Muaviye`nin ordusuna karşı kılıç sallayan Şimr bin Zilcevşen (Allah`ın laneti olsun ona), imam Hüseyin (a) zamanında Yezid (Allah`ın laneti olsun ona) ordusunun komutanlarındandı. Şimrin eğitilmemiş nefsine uyması, ahiretini mahvedecek şekilde ciddi bir saf değişikliği yapmasına sebep oldu.
Diğer Kerbela katillerinin de menfaatlerini incelemek gerekir. Mesela, Yezid neden imam Hüseyin (a)`a karşı çıkmıştı? Çünkü hükümetini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Muaviye (Allah`ın laneti olsun ona) ölmeden önce Yezid`e 3 kişiden mutlaka biat alması gerektiğini, biat etmedikleri takdirde bu engellerin ortadan kaldırılmasını vasiyet etmişti. Bu üç kişiden biri imam Hüseyin (a) idi. Muaviye bu cümlesiyle Yezid`in meşru olmayan hükümeti için tehlike arz edebilecek kimselere işaret etmişti. Diğer iki kimse bu hükümet için her hangi bir sebep yüzünden tehlike arz etse de imam Hüseyin (a)`ın bu hükümeti kabul etmemesinin tek nedeni bu hükümetin ilahi rızayete uygun olmamasıydı. Dolayısıyla Yezid`in dünyalık hükümet kaygısı Allah velisinin kanını helal görmeye sebebiyet vermiş oldu.
Ömer bin Sad. Bu kimse imam Hüseyin (a)`ın çocukluk arkadaşı olmuş, babası da Peygamberimizin sahabelerinden ve ordusunda yer alan kimselerden olmuştur. Rey şehrinin valisi olma arzusu gözlerini öyle bürümüştü ki zamanın önderinin karşısında yer alıp onu vahşice katledecek kadar gözü dönmüştü.
Kufe valisi bin Ziyad. Bu kimsenin tüm hayatı vahşilikler, İslam beldelerinde yapmış olduğu katliamlarla doludur. Tüm bu haysiyetsizlikleri yapmadaki amacı makamını korumak olmuştur. Tam Kerbela olayları gerçekleşmek üzereyken Kufe`ye vali olarak atanan bin Ziyad, bu makamı korumak ve halife Yezid`in rağbetini kazanmak için imam Hüseyin (a)`ın karşısında durmuş ve Ona yardım edebilecek herkese zulüm, işkence yapmıştır. Kerbela olayının temellerini atanlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
Yezid ordusuna katılanlardan bazıları valinin zorlamasıyla bu adımı atmış olsa da birçoğu da ganimet elde etmek, valinin gözüne girmek, hükümetten ödül almak gibi kaygı ve isteklerle imam Hüseyin (a)`ın karşısında yer almışlardı. İmam Hasan (a)`ın da savaş hazırlığını yaparken Muaviye (Allah`ın laneti olsun ona) ile barış sözleşmesini imzalamasının sebebi tam olarak budur: insanların kişisel çıkarlarının, dünyalık istek ve sıfatların peşinden gitmeleri. İmama yardım konusunda geri kalmamızın asıl büyük sebeplerinden bir tanesi, kişisel çıkarlarımızın İslam dininin çıkarlarından öne geçmesidir.
Bu ders, bir önceki Kerbela`dan çıkarılan “fedakar olma” dersiyle çok bağlantılıdır, hatta onun devamı da denebilir. Fedakarlık sahip olunan şeylerin İslami yolda feda edilmesiyse bugünkü konuda anlatılmak istenen şey, elde etmek istediğimiz şeyler – dünyalık çıkar, rahatlık, elde edebileceğimiz makam ve izzeti feda edebilmekten bahsetmekteyiz. İslam uğruna tutkularımız ve elde etmek istediğimiz şeylerden vazgeçebilmek…
Bu tutku ve hırslardan vazgeçemeyenler hep önderlerinin karşılarında yer aldılar. Hem de öyle bir yer alma ki bu, çoğu zaman karşı tarafa nasıl geçtiğinin bile farkına varamadılar. Karşı tarafa geçtiğinde kendini son ana kadar haklı hissederek, doğru yolda olan tarafın kendisi olduğunu düşünerek geçtiler. Çünkü bu hırslar onların gözünü kör etmişti. Bu tehlikeler son ana kadar bizim için de geçerlidir.
Kerbela`da sadece iyi örneklerden değil kötü örneklerden de ders alıyoruz. Ki biz de aynı hatalara düşmeyelim. Onların bu hale nasıl geldiklerini inceleyerek imamına karşı koyan etkenleri belirlemek bizler için birer vazifedir. Bu etkenlerin bizim içimizde olup olmadığını araştırarak sorgulamamız gerekiyor. “Ben de bugün imam Mehdi (af) için sürekli çağrı yapıyor, zuhuru için “el ecel” diyerek dua ediyorum. Peki ya ben Onun yolunun açılması için fedakarlık yapabiliyor muyum? Yoksa ben de Kufeliler gibi dünyalık isteklerime kapılarak İmamımın yolunu kapatanlara engel olmuyor muyum? Bir anda gözüm kararıp da safımı değiştirir miyim? Ben kendimden olan şeyleri feda edebiliyor muyum?”
Bencillik, birçok İslami çalışmaların, başarıların önüne geçmektedir. Benim rahatım, benim çalışmam, benim evim vs. gibi dünyalık araçlara kişisel baktığımız sürece maalesef bu kutlu yolda sebat edebilmek mümkün değil. İmam Hüseyin (a) nasıl tüm her şeyini İslam`ın maslahatı için feda etmekten kaçınmadıysa Onun yarenleri de bu öğretiyi takip ettiler. Oğullarını, kardeşlerini ve kendilerini hiç düşünmeden feda etmek bir yana, insanı ölüme gitmekten ayıran tüm bağları daha şehadete kavuşmadan evvel koparıp atmışlardı. Bu ister düşmana esir düşen oğul olsun, ister arkada bekleyen aile fertleri… Onlar İslam`ın maslahatını daha yüce bilip bu açıdan hareket ettiler. Çünkü o an öyle bir andı ki, eğer fedakarlık yapılmasaydı İslam`ı korumaktan daha üstün tutulan tüm nimetler zaten zayi olacaktı. Batılın elinde oyuncak olmuş bir düzende zilletle yaşamaktansa şehadetle batılın direklerini sarsmayı tercih ettiler. Bu yoldan onları hiçbir şey alıkoyamadı… Kişisel hastalıklarını tedavi edebilenler, o gün İmamın (a) yanında olabilenlerdi. İsteyip de olamayanlar ya da fırsat ayağına kadar gelip de geri çevirenler maalesef henüz bu hastalıkları tedavi edemeyenlerdi.
Zuheyr döneminin en zenginlerindendi. Fakat imam Hüseyin (a) ile görüştükten sonra Allah dininin korunması zaruretiyle karşılaşınca mal mülkü koruyup artırmaktan daha önemli ve acil bir durumun farkına vardı. Böylece yolculukta tüm mal varlığını eşine bırakıp İmam Hüseyin (a)`a katıldı. O an Zuheyr`den “Bana izin ver, bir şehre gidip bu mal mülkümü birine emanet edeyim ve öylece Sana katılayım” gibi cümleler görmüyoruz. Zuheyr`e sahip olduğu hiçbir şey engel olamadı. Allah`ın dinini korumak ve ona yardım etmede hiçbir şey ayağına bağ olamadı…
Bizler bugün imam Mehdi (af)`in emirlerini vasıtasız olarak duyup da yerine getiremiyoruz ne yazık ki. Fakat İslami ilimleri öğrenerek, derslere, bu gibi çalışmalara katılarak ve hayatımıza tatbik ederek İmamımıza (af) yardım edebiliriz. Bu çalışmalara katılırken ne kadar samimiyiz ve ne kadar çaba harcıyoruz? Bu çalışmaları yapanlara ve öncülere karşı tutumlarımız nasıldır? Onları sevip destekliyor muyuz? Yoksa köstek mi oluyoruz? O kimselere karşı nefsi hastalıklarımız, kıskançlıklarımız, kibirimiz var mı? Tüm bunlar İmama yaklaşmaya engel olan ayak bağlarıdır. Kendimizi teşhis edip ve samimi bir şekilde hangi hastalığın içimizde olduğunu kabullenmeliyiz. Ardından tedavi etmek çok kolay olacaktır. Bunları şimdiden teşhis ve tedavi etmezsek İmamın (af) zuhuru zamanında nasıl doğru yolda olanlardan oluruz? Bizler hz. Muhammed (s.a.a)`nin ve İmamların (a) zamanında birçok kez tövbe ederek doğru yola gelenleri görmüşüzdür. Hatta Kerbela`da Hürr örneği bu açıdan çok dikkat çekiyor. Fakat bizler en sonuncu Vasinin zamanında yaşayan kimseler olarak geriye kalan her zamanımızın değerli olduğunu unutmamalıyız. Bir an içinde zuhur olursa ve İmamla (af) bu şekilde karşılaşırsam yüzüne nasıl bakarım? Ya da O zuhur eder de Onu tanıyamazsam? O gelmeden önce tüm sorunlarımızı tedavi etmemiz gerekiyor.
Allah bu konuda bize uyanıklık versin. Unutmayalım; kalbimizi teftiş, sorunları kendimize ifşa, kabullenme ve tedavi. Hatalarımızı kendimizce belirleyip kabullenirsek tedavisi rahat olacaktır.
Allah bizlere İmam Mehdi (af) eliyle hatalarımızı teşhis edip düzeltmede yardımcı olsun inşaAllah.
Allahumme salli ala Muhammed ve ali Muhammed ve eccil fereccehum.
NECLA ADIGÜZEL

KERBELA`DAN BİR BAŞKA DERS: “BAŞKASINI KENDİNE TERCİH ETMEK”
KERBELA`DAN BİR BAŞKA DERS:
BAŞKASINI KENDİNE TERCİH ETMEK
Haşr suresinin 9. Ayetinde buyruluyor ki: Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.
Başkasını kendine tercih etmek iyilik yapmak değildir. Aslında birini kendine tercih etmek fedakarlıktır. Bu en güzel ihsan, iyiliğin en üst ve imanın en güzel mertebesidir. Öyle ki Emirilmüminin İmam Ali (a) şöyle buyurmuştur: Fedakarlık en faziletli ibadettir.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve celil olan Allah’ın bir cenneti vardır. O cennete sadece üç kişiyi sokar: …Aziz ve celil olan Allah için mümin kardeşini kendine tercih eden kimseyi.”
Fedakarlığı iyilikten ayıran bazı özellikler vardır. Nitekim gülümsemek, gücümüzün yettiği kadar birine infak etmek bir sadakadır. Maddi yardımda bulunmak aslında bir şeyi feda etmek olarak kabul edilebilir. Fakat gerçek anlamda fedakarlık, insanın ihtiyacı olan bir şeyi başka bir ihtiyaç sahibine vermesidir. Aç bir kimsenin, yemeğini başka bir açla paylaşması, ayakkabıya ihtiyacı olanın topladığı parayı yoksul birisine bağışlaması, tatil için toplanan paranın islami çalışmalara yatırılması vs. gibi hareketler fedakarlığa örnektir.
Bir gün imam Ali (a.s) bir elbise satın aldı. Ondan hoşlanınca tasaddukta bulundu ve şöyle buyurdu: “Resulullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Her kim (başkalarını) nefsine tercih ederse, Allah da kıyamet günü ona cenneti tercih eder.”
Fedakarlık sadece parayla yapılmaz. Örneğin, anneler fedakarlıklarıyla bilinir. Yemeğinin, vaktinin en güzelini, rahatlığını, uykusunu evlatları için ayıran anneler ömürlerini aslında çocukları uğruna feda etmektedirler.
Genelde insanlar sevdikleri kimseler için fedakar davranışlarda bulunurlar. Vatanının, halkının kurtuluşu için ve Allah için canını feda edenlere de şehit unvanı verilmektedir.
Demek ki şehadet makamını yücelten şey insanın feda ettiği şeyin özelliği ve amacıyla alakalıdır. Allah yolunda feda edilen şeyler değerlidir. Fakat en değerli olan şeyi feda edenler Allah katında özel bir makama sahip olurlar. Bu yüzdendir ki şehitlerle birlikte şehit aileleri de değerli bir konumdadırlar.
Kerbela sahnelerine baktığımızda fedakarlığın en güzel örneklerini görebiliyoruz. Bizlere başkasını kendimize tercih etmeyi öğreten en güzel anımızdır Kerbela.
Kerbela`da anneler ve babalar oğullarını, ağabeyler kardeşlerini, gençler kendilerini İmamlarını (a) korumak için feda etmekteydiler. Çünkü onlar İmam Hüseyin (a)`ın onları Kendisine değil Allah`a çağırdığını görmekteydiler. İmam Hüseyin (a) ile olanlar, canlarını Allah yolunda vermek için ısrar ediyorlardı. Öyle ki İmam Hüseyin (a) ashabının üzerinden biati kaldırdığında bile onlar rahatlık, güvenlik ve sağlıklarını düşünmeden İmam Hüseyin (a)`dan ayrılmamayı seçtiler. Tüm her şeylerini İmamlarına (a) feda ettiler. Çünkü İslam`ın kurtuluşu için bir şeyler yapılmalıydı. Bu amaç uğruna ne yapılırsa yapılsın Allah`ın nimetleri karşısında az olduğunu görüyorlardı… İşte bu yüzden en değerlilerini Allah için kurban vermekten korkmuyorlardı. İbrahim peygamberin (a) ilahi rıza uğruna oğlunu hiç düşünmeden kurban vermeyi kabul ettiği gibi.
Hz. Abbas (a), kendisi şehit olmadan önce kardeşlerini savaşa yolladı. Allah yolunda kurban olmadan önce kurban vermeyi göze aldı. İlahi makam karşısında İbrahim (a)`ın duruşunu kabullenmişti. Kardeşleri şehit oldu ve Allah yolunda en değerlilerini feda eden Abbas (a) fedakarlığıyla tarihe adını yazdırdı. Öyle ki kaç günün susuzluğundan sonra Fırat nehrinin serin suyuna dokununca su içebileceği halde susuz çocukları ve İmamını (a) düşündü. İçme fırsatı ve suya çok ihtiyacı varken su torbasını doldurup çadırlara götürmek kararı aldı. Ebülfezl Abbas (a), İmamını (a) ve ailesini kendine tercih etti. Onların susuzluğunu Kendi susuzluğundan daha çok önemsediğinden Onların hayatı Kendi hayatından daha değerli görünüyordu gözünde. İnsanların en tahammülsüz davrandığı bir sınavdan Hz. Abbas (a) başarılı bir şekilde geçmişti.
İmam Hüseyin (a) ise rahatlığını Allah yolunda bırakarak bu adımı atmıştı. En başından beri Yezid`in (Allah`ın laneti olsun ona) haksız hilafetini kabullenseydi tüm bunlar yaşanmamış olacaktı. Fakat ne kadar zor ve canı pahasına olursa olsun Allah`ın rızasını gözetmek Onun için her şeyden önemliydi. İmam Hüseyin (a)`ın, Kerbela`da yakınları, dostları ve oğulları İslam uğrunda şehit oldu. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a) Allah`ın dininin yaşaması ve ayakta durması için fedakarlığın zirvesine ulaştı.
Sırf asırlar sonra hakla batılın yine ayırt edilebilmesi için ailesini de Kendisiyle birlikte o tehlikeli mekana götürmeyi göze almıştı. Çünkü ne zaman İmam Hüseyin (a)`ın Kerbela olayındaki amacı tahrif edilse, her zaman Ali Asğar (a)`ın şehadeti bu sorunların karşısında durabilmiştir. İmam Hüseyin (a)`ın küçük bebeğini bile öldüren tarafın İslam, hak taraftarı olabileceğini düşünmek mümkün mü?
İmam Hüseyin (a) en son anına kadar tüm bu acılara sabrediyordu.
Kerbela`daki kadınlar da Allah yolunda verdikleri kurbanların acısına ve başlarına getirilen musibetlere sabretmekle Allah katında yüce makam sahibi oldular. Nitekim kadınlar için cihad emri yokken o kadınlar Kerbela`da imam Hüseyin (a)`ı ve Hz. Zeyneb (s.a)`yı yalnız bırakmadılar. Başlarına getirilen musibetlere sabrederek Allah rızasını ümit etmeye devam ettiler. İşte bu yüzdendir ki Kerbela`da rahatlığını, tokluğunu, uykusunu, tüm lezzetlerini Allah için feda eden kimseler kurtuluşa erdiler. Hz. Zeyneb (sa)`dan yüce bir kadın yoktu zamanında. Ama O da kendi zarafeti, ihtişamını bir kenara bırakarak İmamına (a) itaati seçip tüm bu kayıplara, saygısızlıklara sabretti. Sonunda söylediği o kelamla Kerbela`yı ebedi olarak ayakta tuttu: Ben Kerbela`da güzellikten başka bir şey görmedim!”
Hz. Zeyneb (sa)`nın fedakarlığının tescili bu cümle oldu. Eğer ki kurban verip isyan etseydi bu fedakarlık değil pişmanlık olurdu. Fakat o düşman karşısında dik duruşunu, kalbinden geçenleri dile getirerek gösterdi. Tüm bu şeylerin Allah`ın şahitliğiyle gerçekleşmiş olması O yüce şahsiyetlerin tesellisiydi.
Hz. Zeyneb (sa) mutlu ve rahat mı hissediyordu ki böyle bir cümle kurabilmişti? Hayır… Çok perişan bir durumdaydı. O kadar kardeş, evlat ve İmamının (a) şehadetinden sonra hala üzerinde olan görevler vardı. Küçük çocukları, kadınları koruyup kollamalı, imam Hüseyin (a)`dan sonraki İmamının (a) yaşaması için fedakarlığa devam etmeliydi. Bununla birlikte öyle bir davranış sergilemeliydi ki Kerbela hadisesi tahrif edilmeden ebediyetini korumalıydı. İşte hz. Zeyneb (sa) tüm bu hengamede yine de kulluğundan taviz vermeden gece namazlarını bile aksatmıyordu. Bu kulluğun hangi mertebesidir, ey musibetler anası? Selam olsun Sana, ey Ali kızı Zeyneb!
Zamanın İmamı olan İmam Mehdi (af) ile birlikte yol alanların özelliklerinden biri de fedakarlıktır. Diğer üstün özelliklerle birlikte fedakar olan kimseler Allah yolunda sebat edenler olabilir. Dolayısıyla bizler bugün neleri Allah yolunda feda edebildiğimizi tartmalıyız. Böylece zamanın İmamının ashabından, zamanın Zeyneplerinden olabilelim inşaAllah.
Allahumme salli ala Muhammed ve Al-i Muhammed ve eccil fereccehum.
NECLA ADIGÜZEL
BAŞKASINI KENDİNE TERCİH ETMEK
Haşr suresinin 9. Ayetinde buyruluyor ki: Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.
Başkasını kendine tercih etmek iyilik yapmak değildir. Aslında birini kendine tercih etmek fedakarlıktır. Bu en güzel ihsan, iyiliğin en üst ve imanın en güzel mertebesidir. Öyle ki Emirilmüminin İmam Ali (a) şöyle buyurmuştur: Fedakarlık en faziletli ibadettir.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve celil olan Allah’ın bir cenneti vardır. O cennete sadece üç kişiyi sokar: …Aziz ve celil olan Allah için mümin kardeşini kendine tercih eden kimseyi.”
Fedakarlığı iyilikten ayıran bazı özellikler vardır. Nitekim gülümsemek, gücümüzün yettiği kadar birine infak etmek bir sadakadır. Maddi yardımda bulunmak aslında bir şeyi feda etmek olarak kabul edilebilir. Fakat gerçek anlamda fedakarlık, insanın ihtiyacı olan bir şeyi başka bir ihtiyaç sahibine vermesidir. Aç bir kimsenin, yemeğini başka bir açla paylaşması, ayakkabıya ihtiyacı olanın topladığı parayı yoksul birisine bağışlaması, tatil için toplanan paranın islami çalışmalara yatırılması vs. gibi hareketler fedakarlığa örnektir.
Bir gün imam Ali (a.s) bir elbise satın aldı. Ondan hoşlanınca tasaddukta bulundu ve şöyle buyurdu: “Resulullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Her kim (başkalarını) nefsine tercih ederse, Allah da kıyamet günü ona cenneti tercih eder.”
Fedakarlık sadece parayla yapılmaz. Örneğin, anneler fedakarlıklarıyla bilinir. Yemeğinin, vaktinin en güzelini, rahatlığını, uykusunu evlatları için ayıran anneler ömürlerini aslında çocukları uğruna feda etmektedirler.
Genelde insanlar sevdikleri kimseler için fedakar davranışlarda bulunurlar. Vatanının, halkının kurtuluşu için ve Allah için canını feda edenlere de şehit unvanı verilmektedir.
Demek ki şehadet makamını yücelten şey insanın feda ettiği şeyin özelliği ve amacıyla alakalıdır. Allah yolunda feda edilen şeyler değerlidir. Fakat en değerli olan şeyi feda edenler Allah katında özel bir makama sahip olurlar. Bu yüzdendir ki şehitlerle birlikte şehit aileleri de değerli bir konumdadırlar.
Kerbela sahnelerine baktığımızda fedakarlığın en güzel örneklerini görebiliyoruz. Bizlere başkasını kendimize tercih etmeyi öğreten en güzel anımızdır Kerbela.
Kerbela`da anneler ve babalar oğullarını, ağabeyler kardeşlerini, gençler kendilerini İmamlarını (a) korumak için feda etmekteydiler. Çünkü onlar İmam Hüseyin (a)`ın onları Kendisine değil Allah`a çağırdığını görmekteydiler. İmam Hüseyin (a) ile olanlar, canlarını Allah yolunda vermek için ısrar ediyorlardı. Öyle ki İmam Hüseyin (a) ashabının üzerinden biati kaldırdığında bile onlar rahatlık, güvenlik ve sağlıklarını düşünmeden İmam Hüseyin (a)`dan ayrılmamayı seçtiler. Tüm her şeylerini İmamlarına (a) feda ettiler. Çünkü İslam`ın kurtuluşu için bir şeyler yapılmalıydı. Bu amaç uğruna ne yapılırsa yapılsın Allah`ın nimetleri karşısında az olduğunu görüyorlardı… İşte bu yüzden en değerlilerini Allah için kurban vermekten korkmuyorlardı. İbrahim peygamberin (a) ilahi rıza uğruna oğlunu hiç düşünmeden kurban vermeyi kabul ettiği gibi.
Hz. Abbas (a), kendisi şehit olmadan önce kardeşlerini savaşa yolladı. Allah yolunda kurban olmadan önce kurban vermeyi göze aldı. İlahi makam karşısında İbrahim (a)`ın duruşunu kabullenmişti. Kardeşleri şehit oldu ve Allah yolunda en değerlilerini feda eden Abbas (a) fedakarlığıyla tarihe adını yazdırdı. Öyle ki kaç günün susuzluğundan sonra Fırat nehrinin serin suyuna dokununca su içebileceği halde susuz çocukları ve İmamını (a) düşündü. İçme fırsatı ve suya çok ihtiyacı varken su torbasını doldurup çadırlara götürmek kararı aldı. Ebülfezl Abbas (a), İmamını (a) ve ailesini kendine tercih etti. Onların susuzluğunu Kendi susuzluğundan daha çok önemsediğinden Onların hayatı Kendi hayatından daha değerli görünüyordu gözünde. İnsanların en tahammülsüz davrandığı bir sınavdan Hz. Abbas (a) başarılı bir şekilde geçmişti.
İmam Hüseyin (a) ise rahatlığını Allah yolunda bırakarak bu adımı atmıştı. En başından beri Yezid`in (Allah`ın laneti olsun ona) haksız hilafetini kabullenseydi tüm bunlar yaşanmamış olacaktı. Fakat ne kadar zor ve canı pahasına olursa olsun Allah`ın rızasını gözetmek Onun için her şeyden önemliydi. İmam Hüseyin (a)`ın, Kerbela`da yakınları, dostları ve oğulları İslam uğrunda şehit oldu. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a) Allah`ın dininin yaşaması ve ayakta durması için fedakarlığın zirvesine ulaştı.
Sırf asırlar sonra hakla batılın yine ayırt edilebilmesi için ailesini de Kendisiyle birlikte o tehlikeli mekana götürmeyi göze almıştı. Çünkü ne zaman İmam Hüseyin (a)`ın Kerbela olayındaki amacı tahrif edilse, her zaman Ali Asğar (a)`ın şehadeti bu sorunların karşısında durabilmiştir. İmam Hüseyin (a)`ın küçük bebeğini bile öldüren tarafın İslam, hak taraftarı olabileceğini düşünmek mümkün mü?
İmam Hüseyin (a) en son anına kadar tüm bu acılara sabrediyordu.
Kerbela`daki kadınlar da Allah yolunda verdikleri kurbanların acısına ve başlarına getirilen musibetlere sabretmekle Allah katında yüce makam sahibi oldular. Nitekim kadınlar için cihad emri yokken o kadınlar Kerbela`da imam Hüseyin (a)`ı ve Hz. Zeyneb (s.a)`yı yalnız bırakmadılar. Başlarına getirilen musibetlere sabrederek Allah rızasını ümit etmeye devam ettiler. İşte bu yüzdendir ki Kerbela`da rahatlığını, tokluğunu, uykusunu, tüm lezzetlerini Allah için feda eden kimseler kurtuluşa erdiler. Hz. Zeyneb (sa)`dan yüce bir kadın yoktu zamanında. Ama O da kendi zarafeti, ihtişamını bir kenara bırakarak İmamına (a) itaati seçip tüm bu kayıplara, saygısızlıklara sabretti. Sonunda söylediği o kelamla Kerbela`yı ebedi olarak ayakta tuttu: Ben Kerbela`da güzellikten başka bir şey görmedim!”
Hz. Zeyneb (sa)`nın fedakarlığının tescili bu cümle oldu. Eğer ki kurban verip isyan etseydi bu fedakarlık değil pişmanlık olurdu. Fakat o düşman karşısında dik duruşunu, kalbinden geçenleri dile getirerek gösterdi. Tüm bu şeylerin Allah`ın şahitliğiyle gerçekleşmiş olması O yüce şahsiyetlerin tesellisiydi.
Hz. Zeyneb (sa) mutlu ve rahat mı hissediyordu ki böyle bir cümle kurabilmişti? Hayır… Çok perişan bir durumdaydı. O kadar kardeş, evlat ve İmamının (a) şehadetinden sonra hala üzerinde olan görevler vardı. Küçük çocukları, kadınları koruyup kollamalı, imam Hüseyin (a)`dan sonraki İmamının (a) yaşaması için fedakarlığa devam etmeliydi. Bununla birlikte öyle bir davranış sergilemeliydi ki Kerbela hadisesi tahrif edilmeden ebediyetini korumalıydı. İşte hz. Zeyneb (sa) tüm bu hengamede yine de kulluğundan taviz vermeden gece namazlarını bile aksatmıyordu. Bu kulluğun hangi mertebesidir, ey musibetler anası? Selam olsun Sana, ey Ali kızı Zeyneb!
Zamanın İmamı olan İmam Mehdi (af) ile birlikte yol alanların özelliklerinden biri de fedakarlıktır. Diğer üstün özelliklerle birlikte fedakar olan kimseler Allah yolunda sebat edenler olabilir. Dolayısıyla bizler bugün neleri Allah yolunda feda edebildiğimizi tartmalıyız. Böylece zamanın İmamının ashabından, zamanın Zeyneplerinden olabilelim inşaAllah.
Allahumme salli ala Muhammed ve Al-i Muhammed ve eccil fereccehum.
NECLA ADIGÜZEL

KERBELA’DAN DERSLER:
KERBELA’DAN DERSLER:
1. Kerbela Hadisesi Niye Oldu?
Bismillahir Rahmanir Rahim
Hz. Muhammed (s.a.a)’nin dünyadan göçmesiyle Kerbela olayı arasında kaç yıl vardır?
Hicretin 11. yılında Peygamberimizin (s.a.a) bu dünyadan göçmesinden 50 sene sonra Kerbela olayı gerçekleşmiştir. 50 yıllık süre içinde İslam ümmeti Peygamberimizin (s.a.a) ailesini katledecek, esir edecek ve Onlara (a) şiddet edecek kadar ne yaşamış olabilirdi?
Bu 50 yılda neler oldu? Peygamberimizin (s.a.a) dünyadan göçmesinin ardından birkaç ay sonra kızı Hz. Zehra’nın (sa), ardından Hz. Ali’nin (a), kısa bir zaman sonrasında evlatları İmam Hasan’ın (a) şehadeti ve son olarak da İmam Hüseyin’in (a) dehşetli bir şekilde öldürülmesi olayları gerçekleşti. Bu süreçte sadece bu mübarek şahıslar değil, Onları sevenler de öldürüldü ve eziyet gördü. Ama bu 50 senelik zaman dilimindeki olaylara kuş bakışıyla baktığımızda Kisa Ehli’nin (a) bu az bir zamanda öldürülmüş olduğunu görüyoruz. Yaşadıkları sürede ise gerekli saygıyı görmediklerini…
Demek ki bu toplumun en başından beri bir problemi vardı. Bu problem hz. Muhammed’in (s.a.a) zamanında İslam’ın kudret kazandığı bir dönemde kirli kalplerde gizliden gizliye büyüyormuş demek ki. Tam da İslam dininin önderi vücut olarak dünyadan göçünce bu problemler de ortaya çıkmaya başladı.
Peki bahsedilen sorun nedir?
Allahutaala vahyin sonu kesilmeden önce defalarca bir konuya dikkat çekmiştir. Örneğin, Nisa suresi 59. Ayet: Ey inananlar, Allah’a, Peygambere ve içinizden olan Emir Sahiplerine itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bir şeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah’a ve Peygambere müracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır, hem de sonu pek güzeldir.
İtaat konusu. İtaat etmek, İslam’da önemli bir yerdedir. Çünkü itaatsiz bir din olamaz. Nitekim İslam dininin kurallarına uymak itaati gerektirir. Namaz, oruç, sosyal ilişkiler ve diğer tüm alanlarda biz Allah’a itaat ediyoruz. Nitekim Müslüman, teslim olan kimseyse teslim olmak fiilinin başında itaat etmek vardır. Dolayısıyla itaat ettiğimiz kimseye teslim oluruz. Allah’a teslim olmamızın sonucu, Müslüman kimliğimizdir.
Ayette yüce Allah’a itaatle birlikte Peygambere de itaatten bahsedilmiştir. Bu, mukaddes kitabımız Kur’an’da sürekli vurgu edilen noktadır: Nisa suresi 80. Ayet: Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
Peygambere itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir. Bunu çoğumuz kabul ederiz. Çünkü Müslümanlar genel olarak Resulullah’ın (s.a.a) ilettiği tüm ilahi vahiyleri kabul eder ve yüce Allah’la aralarındaki elçi olarak görürler. Peki, ilahi bir mesaj iletmediği zamanlarda Resulullah (s.a.a) bizler için kimdir? Resulullah (s.a.a) döneminde yaşadığımızı varsayalım. Ona bir vahiy geldiği zaman Onun ilahi bir seçilmiş olduğunun farkındayızdır. Peki ya torunları Hz. Hasan (a) ve Hz. Hüseyin (a) ile oynadığı zaman? Kızı hz. Fatıma Zehra’yı (s.a) görünce şefkat gösterdiği zaman Onu nasıl görürdük? Yakınlarıyla vakit geçiren bir baba mıydı sadece? Yoksa bu hareketiyle de bize mesaj vermek isteyen ilahi bir seçilmiş mi? Vahiy söylemediği müddetçe söylediği sözlerden feragat edebilir miyiz? İşte bazı noktalarda itaat kelimesinin doğru oturmadığını görebiliyoruz.
Bazı görüşlere göre, Peygamberin (s.a.a) vahyî emirlerine itaat farzdır ama içtihadı farz değildir. Ama bu kendi kendini tamamlamayan bir görüştür. Nitekim Peygamberin sünneti Onun amel ve davranışlarıysa, o zaman Hz. Muhammed’in (s.a.a) ilettiği vahiylere en çok uyması gereken kişinin Kendisi olduğunu anlıyoruz. Kur’an-i Kerim’de buyrulur ki: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff, 2-3).
Hz. Muhammed (s.a.a) gibi örnek bir ahlaka sahip birisi ilahi vahiyleri iletirken Kendisi buna amel etmeseydi Allah Resulü olarak seçilmezdi. Ne de Allahutaala Onu bu makama layık görmezdi o zaman. Dolayısıyla Resul’e itaat etmemiz gerektiği buyrulurken her hal ve koşulda Allah’ın Peygamberine itaatten bahsedilmektedir.
Nasıl ki Allahutaala’nın bizler için hayır olarak gördüğünü bizler bazen şer olarak, şer bildiğini ise bazen hayır olarak algılarken hata yapıyorsak Resulullah’ın (s.a.a) bize olan emirlerinde de bu böyle olabilir. O ilahi bir seçilmiştir ve O, (kesinlikle kendi) hevâsından (kafasından ve nefsi kuruntularından) konuşmaz-konuşmamıştır (Necm 3).
Dolayısıyla Resul’e itaat ederken hem söylediği vahiylere itaat etmeliyiz hem de bizlere olan tavsiyeleri, emir ve kelamlarına. Çünkü Onun pak ruhu tüm kötülüklerden arıdır. Eğer ki normal hayatında şeytana uyup kötü işler yapan birisi peygamber olsaydı o zaman söylediği sözlerden hangisinin ilahi vahiy olduğunu ayırt edebilirdik? Demek ki Allahutaala günahkâr bir dille beyan etmiyor sözlerini. Her halimizde Resul’e itaat etmek bize farzdır. Nisa suresi 64. Ayet: Biz Her peygamberi, Allah’ın izniyle, kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Allame Tabatabai’nin Nisa suresi 59. ayete dair tefsirini burada belirtmek yerinde olur: “Peygambere gelince, onun iki fonksiyonu vardır. Biri Allah’ın ona Kuran dışında vahyettiği mesajlara dayalı teşri kanun koyma fonksiyonudur. Bu mesajlar ana ilkelerini Kur’an’ın koyduğu ve Kur’an ile ilgili ve bağlantılı olan ayrıntılarda Peygamberin insanlara yaptığı açıklamalardır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için … sana da bu Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 44). İkinci fonksiyonu ise, doğru bildiği görüşü açıklamasıdır. Bu da onun hüküm (yargı) ve hükümet hususundaki velayeti (yetkili olması) ile bağlantılıdır. Nitekim yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye…” (Nisa, 105). Bu, Peygamberimizin (s.a.a) yargı kanunlarının zahirine göre insanlar arasında hükmederken ortaya koyduğu ve önemli konularda karar verirken dayandığı görüştür. İşte bu alandadır ki yüce Allah, ona müşavere ile görüş edinmesini emrediyor. Nitekim bir ayette şöyle buyuruyor: “İş hakkında onlara danış; fakat karar verdiğin zaman artık Allah’a dayan” (Al-i İmran, 159). Görüldüğü gibi yüce Allah bu ayette sahabeleri, istişarede Peygamberimize ortak ediyor; ama karar vermede yetkiyi sadece Peygambere veriyor. Bu gerçek öğrenilince anlaşılır ki, Peygambere itaat etmeyi yasalaştıran bizzat Allah olduğu için, her ne kadar Peygambere itaat etmek demek aslında Allah’a itaat etmek demekse de, – nitekim yüce Allah bu ayetlerin devamında, “Biz her peygamberi, Allah’ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için gönderdik” buyurmaktadır, – Peygamberimize (s.a.a) itaat etmekle Allah’a itaat etmenin farklı anlamları vardır. Buna göre insanlar hem vahye ilişkin açıklamalarında, hem de ortaya koyduğu görüşlerde Peygambere itaat etmekle yükümlüdürler.”
Bu da yine hem uhrevi boyutta Peygamber makamına itaat edilmesi, aynı zamanda dünyevi boyutlarda Hz. Muhammed’in (s.a.a) lider konumunda kabul edilmesi gerektiğinin göstergesidir.
Nisa suresi 59. ayetin devamında kimlere itaat edilmesi hakkında hususlar buyrulmuştur. Fakat Peygambere itaat anlaşılmadan Ulul Emre itaat uygulaması doğru gerçekleştirilemez. Çünkü hayata dair her detayı açıklayan Peygamberin (s.a.a) “Emir Sahipleri” hakkında sessiz kalmış olabileceği ya da insanların bunu sormamış olabileceği mümkün değildi.
Dolayısıyla gözleri Gadir Hum gününe çevirmekte yarar vardır:
Hz. Muhammed (s.a.a): “Ey insanlar! Bu böylesine bir toplulukta ayağa kalktığım son defadır. O halde işitiniz, itaat ediniz ve rabbiniz olan Allah’ın emri karşısında teslim olunuz. Zira aziz ve celil olan Allahutaala sizin ihtiyar sahibi ve mabudunuzdur. Allah’tan ve sizleri muhatap kılan Peygamber’inden, yani benden sonra da Ali Allah’ın emriyle sizin irade sahibiniz ve imamınızdır. İmamet makamı Ondan sonra da Allah ve Resulüyle görüşeceğiniz güne kadar benim neslimin, onun çocuklarının hakkıdır. … Ey insanlar! Aziz ve celil olan Allah tarafından bana bir nur verilmiş, benden sonra Ali bin Ebu Talib’e ve ondan sonra da Mehdi Kaim’e (a.f.) kadar onun nesline verilmiştir. … Biliniz ki ben eda ettim; biliniz ki ben tebliğ ettim; biliniz ki ben duyurdum; biliniz ki ben açıkladım; biliniz ki Allah buyurmuştur ve ben aziz ve celil olan Allah adına konuşuyorum. Biliniz ki Müminlerin Emiri de benim kardeşimdir. Biliniz ki “Müminlerin Emiri” olmak, benden sonra ondan başka hiç kimse için helal değildir.”
Dolayısıyla Gadir Hum’dan sonra gerçekleşen olaylarda Hz. Muhammed’e (s.a.a) ne kadar itaatsizlik yapıldığının ve Allah’ın emirlerine karşı gelindiğinin farkına varıyoruz. O sürece değinmeden sadece şunu söyleyerek Kerbela olayının niye gerçekleştiğini anlamaya çalışalım.
Muaviye’den (Allah’ın laneti olsun ona) sonra kendisini Müslümanların halifesi, “Müminlerin Emiri” ilan eden Yezid (Allah’ın laneti olsun ona) insanlardan biat toplamaya başladı. Bu kimselerden birisi de İmam Hüseyin (a) idi. Gadir Hum hutbesinde belirtildiği gibi Hz. Muhammed’den (s.a.a) sonra kıyamete kadarki süreçte İmam Ali (a) ve evlatları Allah’ın yeryüzünde tayin ettiği İmamlardır. Hz. Muhammed (s.a.a) Allah’ın emrini yerine getirerek bizlere her zamanın önderini tanıtmıştır. İmam Hüseyin (a) da o zamanın imamı ve önderiydi. Ama imamet makamından önce imam Hüseyin (a)’ın kulluk makamına dikkat edelim. O (a), Allah’a ve Resulü’ne kusursuz itaat eden bir kimse olmuştur. Bu nedenle Onun Yezid gibi Allah’ın hükümlerini hiçe sayan birine itaat etmesi Allah’a karşı gelmesine neden olurdu. Burada İmam Hüseyin’in (a) Yezid’e biat etmemekle Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) itaat ettiğini, Kendi kulluk görevini yerine getirdiğini görebiliyoruz.
Çünkü ister kriter açısından isterse de kimlik açısından Müslümanların halifesi pozisyonu Yezid’e ait değildi. Ama sıra zamanın ümmetindeydi. Onlar kime itaat edeceklerdi? Gadir Hum’daki mesajı dinleyerek Allah ve Resulü’ne (s.a.a) ve zamanın Emir Sahibine mi? Yoksa nefislerinin emirine mi?
Tarihe baktığımızda yaşanan kanlı olay bunu gösteriyor ki çok az sayıda kişi İmamına itaat etmekle Resul’üne (s.a.a) ve Allah’a itaat etmiş bulundu. Binlerce Müslüman kimliğine bürünmüş insansa Allah’ın Peygamberinin Oğlunu (a) katletmiş bulundu… Dolayısıyla Gadir Hum gününde söylenen o meşhur cümle – “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” – bir kez daha zihnimizde belirmeli. Ali (a) ve evlatlarını veli olarak görmeyenler aslında Hz. Muhammed’i (s.a.a) veli olarak görmeyenlerdi. Her ne kadar Allah ve Resul’üne itaat ettiklerini iddia etseler bile…
İtaati zedeleyen en büyük etkenler korku, fayda ve zarar gibi kavramlardır. Bir insandan korkup da Allah’ın emrini çiğnemek, bir dünya malı için Allah’ın emrine karşı gelmek, dünyevi zarara uğramamak için Allah’ın kurallarını esnetmek vs. durumlarla gün içerisinde çok karşılaşmaktayız. Kerbela’yı doğuran en önemli şeylerden birisi, insanların itaat etmeli olduğu en üst merciiyi görememesi olmuştur.
Kerbela okulundan alınması gereken sayısız dersler vardır. Bu bölümde itaatin, özellikle Müslümanların en büyük sorunlarından biri olan Allah’a ve Peygamberine itaatin doğru anlaşılmamasının nasıl sonuçlar doğurduğunu anlatmaya çalıştık.
Allah zalim kavimlere lanet etsin ve bizleri Ehl-i Beyt’in (a) dostlarından karar kılsın… Allahumme salli ala Muhammed ve al-i Muhammed ve eccil fereccehum.
1. Kerbela Hadisesi Niye Oldu?
Bismillahir Rahmanir Rahim
Hz. Muhammed (s.a.a)’nin dünyadan göçmesiyle Kerbela olayı arasında kaç yıl vardır?
Hicretin 11. yılında Peygamberimizin (s.a.a) bu dünyadan göçmesinden 50 sene sonra Kerbela olayı gerçekleşmiştir. 50 yıllık süre içinde İslam ümmeti Peygamberimizin (s.a.a) ailesini katledecek, esir edecek ve Onlara (a) şiddet edecek kadar ne yaşamış olabilirdi?
Bu 50 yılda neler oldu? Peygamberimizin (s.a.a) dünyadan göçmesinin ardından birkaç ay sonra kızı Hz. Zehra’nın (sa), ardından Hz. Ali’nin (a), kısa bir zaman sonrasında evlatları İmam Hasan’ın (a) şehadeti ve son olarak da İmam Hüseyin’in (a) dehşetli bir şekilde öldürülmesi olayları gerçekleşti. Bu süreçte sadece bu mübarek şahıslar değil, Onları sevenler de öldürüldü ve eziyet gördü. Ama bu 50 senelik zaman dilimindeki olaylara kuş bakışıyla baktığımızda Kisa Ehli’nin (a) bu az bir zamanda öldürülmüş olduğunu görüyoruz. Yaşadıkları sürede ise gerekli saygıyı görmediklerini…
Demek ki bu toplumun en başından beri bir problemi vardı. Bu problem hz. Muhammed’in (s.a.a) zamanında İslam’ın kudret kazandığı bir dönemde kirli kalplerde gizliden gizliye büyüyormuş demek ki. Tam da İslam dininin önderi vücut olarak dünyadan göçünce bu problemler de ortaya çıkmaya başladı.
Peki bahsedilen sorun nedir?
Allahutaala vahyin sonu kesilmeden önce defalarca bir konuya dikkat çekmiştir. Örneğin, Nisa suresi 59. Ayet: Ey inananlar, Allah’a, Peygambere ve içinizden olan Emir Sahiplerine itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız bir şeyde ihtilafa düştünüz mü o hususta Allah’a ve Peygambere müracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır, hem de sonu pek güzeldir.
İtaat konusu. İtaat etmek, İslam’da önemli bir yerdedir. Çünkü itaatsiz bir din olamaz. Nitekim İslam dininin kurallarına uymak itaati gerektirir. Namaz, oruç, sosyal ilişkiler ve diğer tüm alanlarda biz Allah’a itaat ediyoruz. Nitekim Müslüman, teslim olan kimseyse teslim olmak fiilinin başında itaat etmek vardır. Dolayısıyla itaat ettiğimiz kimseye teslim oluruz. Allah’a teslim olmamızın sonucu, Müslüman kimliğimizdir.
Ayette yüce Allah’a itaatle birlikte Peygambere de itaatten bahsedilmiştir. Bu, mukaddes kitabımız Kur’an’da sürekli vurgu edilen noktadır: Nisa suresi 80. Ayet: Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.
Peygambere itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir. Bunu çoğumuz kabul ederiz. Çünkü Müslümanlar genel olarak Resulullah’ın (s.a.a) ilettiği tüm ilahi vahiyleri kabul eder ve yüce Allah’la aralarındaki elçi olarak görürler. Peki, ilahi bir mesaj iletmediği zamanlarda Resulullah (s.a.a) bizler için kimdir? Resulullah (s.a.a) döneminde yaşadığımızı varsayalım. Ona bir vahiy geldiği zaman Onun ilahi bir seçilmiş olduğunun farkındayızdır. Peki ya torunları Hz. Hasan (a) ve Hz. Hüseyin (a) ile oynadığı zaman? Kızı hz. Fatıma Zehra’yı (s.a) görünce şefkat gösterdiği zaman Onu nasıl görürdük? Yakınlarıyla vakit geçiren bir baba mıydı sadece? Yoksa bu hareketiyle de bize mesaj vermek isteyen ilahi bir seçilmiş mi? Vahiy söylemediği müddetçe söylediği sözlerden feragat edebilir miyiz? İşte bazı noktalarda itaat kelimesinin doğru oturmadığını görebiliyoruz.
Bazı görüşlere göre, Peygamberin (s.a.a) vahyî emirlerine itaat farzdır ama içtihadı farz değildir. Ama bu kendi kendini tamamlamayan bir görüştür. Nitekim Peygamberin sünneti Onun amel ve davranışlarıysa, o zaman Hz. Muhammed’in (s.a.a) ilettiği vahiylere en çok uyması gereken kişinin Kendisi olduğunu anlıyoruz. Kur’an-i Kerim’de buyrulur ki: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff, 2-3).
Hz. Muhammed (s.a.a) gibi örnek bir ahlaka sahip birisi ilahi vahiyleri iletirken Kendisi buna amel etmeseydi Allah Resulü olarak seçilmezdi. Ne de Allahutaala Onu bu makama layık görmezdi o zaman. Dolayısıyla Resul’e itaat etmemiz gerektiği buyrulurken her hal ve koşulda Allah’ın Peygamberine itaatten bahsedilmektedir.
Nasıl ki Allahutaala’nın bizler için hayır olarak gördüğünü bizler bazen şer olarak, şer bildiğini ise bazen hayır olarak algılarken hata yapıyorsak Resulullah’ın (s.a.a) bize olan emirlerinde de bu böyle olabilir. O ilahi bir seçilmiştir ve O, (kesinlikle kendi) hevâsından (kafasından ve nefsi kuruntularından) konuşmaz-konuşmamıştır (Necm 3).
Dolayısıyla Resul’e itaat ederken hem söylediği vahiylere itaat etmeliyiz hem de bizlere olan tavsiyeleri, emir ve kelamlarına. Çünkü Onun pak ruhu tüm kötülüklerden arıdır. Eğer ki normal hayatında şeytana uyup kötü işler yapan birisi peygamber olsaydı o zaman söylediği sözlerden hangisinin ilahi vahiy olduğunu ayırt edebilirdik? Demek ki Allahutaala günahkâr bir dille beyan etmiyor sözlerini. Her halimizde Resul’e itaat etmek bize farzdır. Nisa suresi 64. Ayet: Biz Her peygamberi, Allah’ın izniyle, kendisine itaat edilmesi için gönderdik.
Allame Tabatabai’nin Nisa suresi 59. ayete dair tefsirini burada belirtmek yerinde olur: “Peygambere gelince, onun iki fonksiyonu vardır. Biri Allah’ın ona Kuran dışında vahyettiği mesajlara dayalı teşri kanun koyma fonksiyonudur. Bu mesajlar ana ilkelerini Kur’an’ın koyduğu ve Kur’an ile ilgili ve bağlantılı olan ayrıntılarda Peygamberin insanlara yaptığı açıklamalardır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için … sana da bu Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 44). İkinci fonksiyonu ise, doğru bildiği görüşü açıklamasıdır. Bu da onun hüküm (yargı) ve hükümet hususundaki velayeti (yetkili olması) ile bağlantılıdır. Nitekim yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye…” (Nisa, 105). Bu, Peygamberimizin (s.a.a) yargı kanunlarının zahirine göre insanlar arasında hükmederken ortaya koyduğu ve önemli konularda karar verirken dayandığı görüştür. İşte bu alandadır ki yüce Allah, ona müşavere ile görüş edinmesini emrediyor. Nitekim bir ayette şöyle buyuruyor: “İş hakkında onlara danış; fakat karar verdiğin zaman artık Allah’a dayan” (Al-i İmran, 159). Görüldüğü gibi yüce Allah bu ayette sahabeleri, istişarede Peygamberimize ortak ediyor; ama karar vermede yetkiyi sadece Peygambere veriyor. Bu gerçek öğrenilince anlaşılır ki, Peygambere itaat etmeyi yasalaştıran bizzat Allah olduğu için, her ne kadar Peygambere itaat etmek demek aslında Allah’a itaat etmek demekse de, – nitekim yüce Allah bu ayetlerin devamında, “Biz her peygamberi, Allah’ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için gönderdik” buyurmaktadır, – Peygamberimize (s.a.a) itaat etmekle Allah’a itaat etmenin farklı anlamları vardır. Buna göre insanlar hem vahye ilişkin açıklamalarında, hem de ortaya koyduğu görüşlerde Peygambere itaat etmekle yükümlüdürler.”
Bu da yine hem uhrevi boyutta Peygamber makamına itaat edilmesi, aynı zamanda dünyevi boyutlarda Hz. Muhammed’in (s.a.a) lider konumunda kabul edilmesi gerektiğinin göstergesidir.
Nisa suresi 59. ayetin devamında kimlere itaat edilmesi hakkında hususlar buyrulmuştur. Fakat Peygambere itaat anlaşılmadan Ulul Emre itaat uygulaması doğru gerçekleştirilemez. Çünkü hayata dair her detayı açıklayan Peygamberin (s.a.a) “Emir Sahipleri” hakkında sessiz kalmış olabileceği ya da insanların bunu sormamış olabileceği mümkün değildi.
Dolayısıyla gözleri Gadir Hum gününe çevirmekte yarar vardır:
Hz. Muhammed (s.a.a): “Ey insanlar! Bu böylesine bir toplulukta ayağa kalktığım son defadır. O halde işitiniz, itaat ediniz ve rabbiniz olan Allah’ın emri karşısında teslim olunuz. Zira aziz ve celil olan Allahutaala sizin ihtiyar sahibi ve mabudunuzdur. Allah’tan ve sizleri muhatap kılan Peygamber’inden, yani benden sonra da Ali Allah’ın emriyle sizin irade sahibiniz ve imamınızdır. İmamet makamı Ondan sonra da Allah ve Resulüyle görüşeceğiniz güne kadar benim neslimin, onun çocuklarının hakkıdır. … Ey insanlar! Aziz ve celil olan Allah tarafından bana bir nur verilmiş, benden sonra Ali bin Ebu Talib’e ve ondan sonra da Mehdi Kaim’e (a.f.) kadar onun nesline verilmiştir. … Biliniz ki ben eda ettim; biliniz ki ben tebliğ ettim; biliniz ki ben duyurdum; biliniz ki ben açıkladım; biliniz ki Allah buyurmuştur ve ben aziz ve celil olan Allah adına konuşuyorum. Biliniz ki Müminlerin Emiri de benim kardeşimdir. Biliniz ki “Müminlerin Emiri” olmak, benden sonra ondan başka hiç kimse için helal değildir.”
Dolayısıyla Gadir Hum’dan sonra gerçekleşen olaylarda Hz. Muhammed’e (s.a.a) ne kadar itaatsizlik yapıldığının ve Allah’ın emirlerine karşı gelindiğinin farkına varıyoruz. O sürece değinmeden sadece şunu söyleyerek Kerbela olayının niye gerçekleştiğini anlamaya çalışalım.
Muaviye’den (Allah’ın laneti olsun ona) sonra kendisini Müslümanların halifesi, “Müminlerin Emiri” ilan eden Yezid (Allah’ın laneti olsun ona) insanlardan biat toplamaya başladı. Bu kimselerden birisi de İmam Hüseyin (a) idi. Gadir Hum hutbesinde belirtildiği gibi Hz. Muhammed’den (s.a.a) sonra kıyamete kadarki süreçte İmam Ali (a) ve evlatları Allah’ın yeryüzünde tayin ettiği İmamlardır. Hz. Muhammed (s.a.a) Allah’ın emrini yerine getirerek bizlere her zamanın önderini tanıtmıştır. İmam Hüseyin (a) da o zamanın imamı ve önderiydi. Ama imamet makamından önce imam Hüseyin (a)’ın kulluk makamına dikkat edelim. O (a), Allah’a ve Resulü’ne kusursuz itaat eden bir kimse olmuştur. Bu nedenle Onun Yezid gibi Allah’ın hükümlerini hiçe sayan birine itaat etmesi Allah’a karşı gelmesine neden olurdu. Burada İmam Hüseyin’in (a) Yezid’e biat etmemekle Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) itaat ettiğini, Kendi kulluk görevini yerine getirdiğini görebiliyoruz.
Çünkü ister kriter açısından isterse de kimlik açısından Müslümanların halifesi pozisyonu Yezid’e ait değildi. Ama sıra zamanın ümmetindeydi. Onlar kime itaat edeceklerdi? Gadir Hum’daki mesajı dinleyerek Allah ve Resulü’ne (s.a.a) ve zamanın Emir Sahibine mi? Yoksa nefislerinin emirine mi?
Tarihe baktığımızda yaşanan kanlı olay bunu gösteriyor ki çok az sayıda kişi İmamına itaat etmekle Resul’üne (s.a.a) ve Allah’a itaat etmiş bulundu. Binlerce Müslüman kimliğine bürünmüş insansa Allah’ın Peygamberinin Oğlunu (a) katletmiş bulundu… Dolayısıyla Gadir Hum gününde söylenen o meşhur cümle – “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” – bir kez daha zihnimizde belirmeli. Ali (a) ve evlatlarını veli olarak görmeyenler aslında Hz. Muhammed’i (s.a.a) veli olarak görmeyenlerdi. Her ne kadar Allah ve Resul’üne itaat ettiklerini iddia etseler bile…
İtaati zedeleyen en büyük etkenler korku, fayda ve zarar gibi kavramlardır. Bir insandan korkup da Allah’ın emrini çiğnemek, bir dünya malı için Allah’ın emrine karşı gelmek, dünyevi zarara uğramamak için Allah’ın kurallarını esnetmek vs. durumlarla gün içerisinde çok karşılaşmaktayız. Kerbela’yı doğuran en önemli şeylerden birisi, insanların itaat etmeli olduğu en üst merciiyi görememesi olmuştur.
Kerbela okulundan alınması gereken sayısız dersler vardır. Bu bölümde itaatin, özellikle Müslümanların en büyük sorunlarından biri olan Allah’a ve Peygamberine itaatin doğru anlaşılmamasının nasıl sonuçlar doğurduğunu anlatmaya çalıştık.
Allah zalim kavimlere lanet etsin ve bizleri Ehl-i Beyt’in (a) dostlarından karar kılsın… Allahumme salli ala Muhammed ve al-i Muhammed ve eccil fereccehum.

BUGÜN ALİ BİN HÜSEYİN’İ (AS) DİNLEYELİM Mİ?
Ali bin Hüseyn (aleyhisselam) şöyle buyurdu:
“Bir gün Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) ashabı ile birlikte mescitte oturmuştu. Buyurdu ki: “Biraz sonra cennetlik biri bu kapıdan içeriye girerek bazı sorular soracak. Sonra tıpkı Muzâr kabilesinin adamları gibi uzun boylu bir adam içeriye girdi. İlerleyerek Resulullah’a selam verdı oturdu.
Sonra dedi ki: Ey Resulullah! Allah nazil ettiği bir ayette buyuyor ki: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılmayın!” Sımsıkı sarılarak asla ayrılmamamız emredilen bu ipi açıklar mısın?
Resulullah bir süre başını öne eğdikten sonra mübarek başını kaldırdı. Sonra Ali bin Ebi Talibi –aleyhisselam- gösterip şöyle buyurdu: İşte bu Allah’ın ipidir ki kim ona sarılırsa dünyasında kurtulur, ahiretinde de dalâlete uğramaz.
O adam ayağa kalkarak Hz. Ali’ye sarıldı ve dedi ki: Allahın ve resülünün ipine sarıldım. Sonra arkasını dönerek gitti.
O sırada ashaptan biri ayağa kalkarak dedi ki: Ey Resulullah! Onun yanına giderek Allah’tan beni affetmesi için dua etmesini isteyebilir miyim? Resulullah buyurdu ki: Eğer onu bulabilirsen iste. Der ki: O adam onu bularak kendisi için Allah’a dua etmesini istedi. O ise dedi ki: Resulullahın bana ne dediğini ve benim de ona ne dediğimi anladın mı?
Dedi ki: Evet.
Dedi ki: Eğer o ipe sarılırsan Allah seni bağışlar, aksi halde asla seni bağışlamaz.
Eğer Allahın sarılıp ayrılmamamızı emrettiği bu ipin ne olduğunu Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) bizlere açıklamasaydı ve onun Hz. Ali aleyhisselam olduğunu bildirmeseydi, inatçı olanlar onu başkalarına yorumlayacaklardı. Ama Resulullah, Veda haccında iken Hayf mescidindeki meşhur hutbesinde buyurdu ki: “Ben sizin rehberinizim. Ve sizler bana havzun başında ulaşacaksınız. O havuzun genişliği San’â ile Basra arasındaki mesafe kadardır. Gökteki yıldızların sayısınca orada kadehler vardır. İşte ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Büyük emanet Kur’andır. Ve küçük emanet ise itretim ve Ehl-i Beyt’imdir. O ikisi Allah ile sizin aranızda; Allah’ın uzattığı iptir. Ona sarıldığınız sürece sapıtmazsınız. Onun bir ucu sizde bir diğer ucu ise Allah’tadır. Herşeyden haberdâr ve lütuf sahibi olan Allah o ikisinin asla birbirinden ayrılmadan bana ulaşacaklarını bildirdi. Tıpkı bu iki parmağım gibi –işaret parmaklarını gösterdi- sonra işaret ve orta parmağını göstererek dedi ki: İşte böyle! Bunu ondan üstün kıldı. Evet, Kur’an, Ehl-i Beyt iledir, Ehl-i Beyt ise Kur’an ile. O ikisi Allah’ın sağlam ipidirler. Tıpkı Resulullah’ın da buyurduğu gibi birbirlerinden ayrılmazlar. İşte bu, Allah’ın gözünü ve kalbini açtığı bir adama açık bir delildir ki: Eğer birisi Kur’an ilmini, tevilini, tenzilini, muhkem ve müteşabihini, helâl ve haramını, özel ve genelini Allah’ın ve Resulünün emrettiği bu Ehli Beyt’ten değil de başkasından öğrenebileceğini zannederse hem kendisi dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıttırıp helâk olmalarına neden olur.”
Resulullah hazretleri Ehl-i Beyti, bu ümmete örnek olarak gösterip buyuruyor ki: “Benim Ehl-i Beyt’im, tıpkı Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, ondan ayrılan helak olur.”
Ve buyurmuşlardır ki: “Benim Ehl-i Beyt’im, tıpkı Ben-i İsrâil’deki Hitte (mağfiret) kapısı gibidir. Her kim oradan girerse günahları affolunur. Ve yaratanından bolluk ve rahmeti hakkeder.
Nasıl ki yüce Allah şöyle buyuruyor: Kapıdan secde ederek girin ve hitta “mağfiret” deyin. Biz sizin hatalarınızı affederiz ve ihsan edenlere biz de ihsan ederiz.”[1]
Emirül Müminin aleyhisselam naklettiği meşhur hutbesinde şöyle buyuruyor: Âdem’in gökten yere inerken getirdiği ilimi ve bütün peygamberleri son peygambere kadar birbirinden üstün kılan şey, Resulullah’ın Ehl-i Beyt’indedir. Nereye doğru gidiyor ve başıboş dolaşıyorsunuz? Ey Nuh’un gemisinde oturanın evlâdı, Ehl-i Beyt de aranızda o gemi gibidir. Tıpkı orada gemi sayesinde kurtuldukları gibi, burada sizler bu Ehl-i Beyt sayesinde kurtulursunuz. İmamlardan ayrılanlara eyvahlar olsun.
Ve buyurdu ki: Bizler sizin içinizde Ashab-ı Kehf’in mağarası gibiyiz. Ve tıpkı hitte; kurtuluş kapısı gibiyiz. Öyleyse hepiniz oraya dâhil olun. Aynı hutbesinde şunları da buyurmuştur: Muhammed’in ashabından hatırlayanlar çok iyi bilirler ki o, şöyle buyurmuştur: Ben ve Ehli Beyt’im pâk ve tahiriz. Onlardan öne geçmeyin yoksa sapıtırsınız. Ve onlardan ayrılmayın aksi halde helâk olursunuz. Onlara karşı çıkmayın yoksa cahil olursunuz. Onlara müsaade öğretmeyin. Çünkü onlar sizden daha çok bilirler. Onlar halkın küçüğünden ve büyüğünden daha çok bilirler. Her nerede olursa hakka ve hakk ehline uyun. Ve her nerede olursa batılı ve batıl ehlini reddedin.” Ama halk böyle övülen, sıfatları mükemmel olan ve davet olunan birini terk ettiler, ondan yüz çevirdiler, onlardan vazgeçtiler ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih)in emriyle alay ettiler. Ve onun sözünü hiçe saydılar. Allah’ın, Resulullah’ın diliyle emrederek itaat etmelerini ve bilmedikleri şeyleri ondan öğrenmelerini istediği Ehl-i Beyt’i terk ettiler.
Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[2] Ve buyurmuştu ki: “Allah’a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”[3]
Ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) kurtuluşun şartının; onlara sarılmak, sözlerine uymak, onların emrine teslim olmak, ilimi onlardan öğrenmek ve onların nuru ile münevver olmak olduğunu buyurmuştur. Ama halk bunların başkalarında olduğunu iddia ettiler. Ve onlardan vazgeçerek başkalarına yöneldiler. Onların yerine başkalarının geçmesine de razı oldular. Hâlbuki Allah onları ilimden uzaklaştırmıştır. Ve her olayı kendi heva ve heveslerine göre yorumlamışlardır. Ve kendi mantıkları, re’yleri ve kıyasları sayesinde, Allah’ın tayin ettiği oniki imama ihtiyaçları olmadığını zannettiler. Ve onlar kendi akıl ve hevâlarına ve reylerine sığındıkları için Allah onları kendileriyle başbaşa bıraktı. Böylece fasid olup dalâlet uğradılar. Kendileri helâk oldukları gibi başkalarını da helâk ettiler.
Allah onlar hakkında buyuruyor ki: “De ki: Sizlere amelleri hüsrana uğrayanları söyleyeyim mi? Onların dünyadaki amelleri dalâlette olduğu halde, kendilerinin iyi işler yaptıklarını zannederler!”[4]
Allah’ın, bu ümmetin zalimlerinin kıyamet günü Ehl-i Beyt’e yaptıklarından dolayı nasıl da pişman olacaklarını anlatan şu ayetini sanki okumamışlardır: “O gün o zalim elini ısırarak diyecek ki: Keşke Resulün yolundan gitseydim. Ve diyecek ki: Yazıklar olsun bana. Keşke filâncayı dost edinmeseydim.”[5]
Resul, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlih) değil midir? Ve “filanca” diye adı getirilen, dostluğu ve birlikteliği kınanan şahıs kimidir? Sonra diyor ki: “Benim yanıma geldikten sonra beni bana gelen zikir den saptırdı.”[6]
Yani ben islama girip de ikrar ettikten sonra geldi. Peki, bu dostunun gelmesinden sonra alıkoyulduğu bu “Zikir” nedir? O zikir, kâfirlere ve zulüme karşı zafere sayelerinde ulaşılan Kuran ve Ehl-i Beyt değil midir? Allah, resulünü “Zikir” diye adlandırarak buyuruyor ki:
“Allah sizere zikiri, Resul olarak gönderdi.”[7] Ve buyurdu ki: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”[8] Buradaki zikir, Resulden başka ne olabilir? Buradaki zikir, ilim kaynağı olan Ehl-i Beyt’ten başka kim olabilir?
Sonra yüce Allah buyuruyor ki: “Şeytan, insanı yalnız bırakandır.” Demek ki onu dünyada hüsrana uğratıp, ahirette yalnız bırakan ve onu zikirden uzaklaştıran bu dostluk, şeytanın dostluğunun ta kendisidir. Sonra yüce Allah Resulünün kıyamet günü şöyle söyleyeceğini bildiriyor:
“Resul der ki: Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı hafife aldılar.” Yani sen bu Kur’an’a ve Ehl-i Beyt’e sarılmayı ve ayrılmamayı emrettiğin halde onlar bunları terk ettiler ve yalnız bıraktılar. Bu hitaplar, sitemler ve kınamalar Resulullah’ın diliyle Kur’an’ın nazil olduğu kavim ve ondan sonra Ehl-i Beyt’e zulmeden ümmetle ilgili değil midir? Onlar Allahın kitabına uymadıkları için Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) kıyamet günü onların aleyhinde şahitlik edecek, kendisinin Kur’an ve Ehl-i Beyt’e sarılma sözünü terk ettiklerini ve onları yalnız bırakıp nefsi hevâ ve heveslerine uyduklarını bildirecektir. Onlar Kur’an ve Muhammed’e şekk ederek Ehl-i Beyt’in faziletlerini kıskandıkları için dinleri yerine dünyevi amelleri tercih ettiler. İşte bakınız! Kur’anın bu ayetine uyan şu hadisi hiçkimse inkâr etmez:
Resulullah buyurdu ki: Ashabından bir kavim kıyamet günü benim yanımdan uzaklaştırılacak. Ben de diyeceğim ki: Ey Rabbim! Ashabım, ashâbım. Sonra denilecek ki: Ey Muhammed! Onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun? Ben de diyeceğim ki: Uzaklaşsınlar, defolsunlar.”[9]
Allah’ın şu ayeti de bunu onaylayarak tasdik ediyor: “Muhammed sadece bir Resuldür ve ondan önce de Resuller gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (cahiliyete) mi döneceksiniz? Eğer birisi geriye dönerse bu, Allah’a ziyan getirmez. Ve Allah, şükredenlere ihsân eder.”[10]
Bu ayet açıkça işaret etmektedir ki, bir topluluk peygamberin ölümünden sonra gerisin geriye dönecektir. Onlar Allah’ın ve resulünün emrine karşı çıkanlardır. Onlar fitneye bulaşmış insanlar olup, Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onun emrine karşı çıkanlar bir fitneye bulaşmaktan ya da acı bir azâba uğramaktan korksunlar.”[11]
Allah onlara azâbını artırmış ve Âl-i Muhammed’e zulmedenleri uzaklaştırmış, onları sevmeyi ve başkasına değil de sadece Ehl-i Beyt’e tabi olmayı ise Allah’a ulaşmanın yolu olarak göstermiştir:
“De ki; Ben peygamberliğim karşısında sadece yakınlarım (olan Ehl-i Beyt’imi) sevmenizi istiyorum.”[12]
Ve buyuruyor ki: “Hakka hidayet edene mi uymak daha doğrudur yoksa hidayete ulaşmadıkça hidayet etmeyene mi? Ne oluyor size nasıl hükmediyorsunuz.”[13]
İslam ümmeti içinde azıcık insafı olan ve yalanı sevmeyen bir grup insan şöyle der: Bütün zor ve çetin sorunlarda her zaman Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve âlih) ve vasisi Hz. Ali (aleyhisselam) ashabı yönlendirir ve hidayet ederdi. Ama ashap asla Hz. Ali’yi irşâd etmemiş ve ona yol göstermemiştir. Onlar her zaman Hz. Ali’ye muhtaç idiler ama Hz. Ali hiçbirine muhtaç değildir. Onlara her zaman ilim öğretirdi ama onlar Hz. Ali’ye hiçbir şey öğretemediler. Ve Allah resulü’nün kızı Fatıma (sallallahu aleyha)’ya öyle eziyetler ettiler ki vasiyetinde geceleyin gizlice defnolunmasını istedi ve babasının ümmetinde onun istedikleri dışında kimse ona cenaze namazı kılmadı. Eğer İslam’da hiçbir musibet olmasaydı ve İslam düşmanlarının bizim aleyhimizde hiçbir delili olmasaydı dahi Hz. Fatımâ’nın başına gelen musibetler ve onun gazaplanması ve cenazesine onlardan kimsenin katılmamasını istemesi dahi en büyük musibet ve hayâdır.
Yalnız Allah’ın kalbini mühürlediği insanlar bunun pek önemli bir hadise olmadığını kaydederler. Hatta onu inciteni temize çıkarıp onu Fatımâ’dan, kocasından ve evlatlarından üstün bilir. Ve onun şanını Ehl-i Beyt’ten daha da yüceltir. Ve onun Fatımâya yaptıklarını onun hak meziyetlerinden biri olarak sayar. Ve o, bu işiyle Hz. Muhammed’den sonraki en üstün insan konumuna gelmiştir. Ve yüce Allah buyuruyor ki: “Gözler kör olmaz ama göğüslerdeki kalpler kör olur.”[14]
Âl-i Muhammed’in düşmanlarının, zalimlerin ve onları sevenlerdeki bu körlük kıyamet gününe kadar devam edecektır. Allah o gün hakkında buyuruyor ki: “Sen bundan gaflette idin, senden perdeleri kaldırdık ve senin gözün bugün demir gibidir (keskindir).”[15]
Ve: “O gün zalimlerin mazeretlerinin yararı olmayacak, lânet onlaradır ve kötü yer de onlaradır.”[16]
Bundan daha şaşırtıcı olan şudur ki: Bu kör ve sağırlar iddia ediyorlar ki Kur’an’da farzlar ve sünnetler hakkında her şey yoktur. Ve onlar bu konularda müsaade bulamayınca kıyasa ve re’ye başvuruyorlar. Ve Hz. Resulullah’a yalan ve iftiralar atıyorlar ve onun –haşa- kıyas’a müsaade ettiğini iddia ediyorlar. Onlar bu konunda Maaz’dan rivayet olunan uydurma bir hadisi[17] delil getiriyorlar.
Hâlbuki yüce Allah Kur’anı Kerimde buyuruyor ki: “Ve her şeyi açıklayasın diye sana kitabı indirdik.”[18] Ve buyuruyor ki: “Kur’an’da hiçbir şeyi (açıklanmamış) bırakmadık.”[19]Ve buyuruyor ki: “Ve herşeyi apaçık imamda karar kıldık.”[20]
Ve: Her şeyi kitap olarak getirdik.”[21] Ve buyuruyor ki: “De ki: Ben sadece bana vahy olana itaat ederim.”[22]
Ve buyuruyor ki: “Ve onların arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet.”[23]
Öyleyse her kim –Allah; her şeyi açıklayasın diye buyurduğu halde- dünya ve âhiretle ilgili farz veya sünnet olan bir şeyin ve şeriat ehlinin muhtaç olduğu konuların Kur’anda bulunmadığını söylerse Allah’ın sözünü kendisine geri döndürmüş, Allah’a iftira atmış ve onun kitabını anlayamayıp yalanlamış olur.”
Keşke onlar kendilerini kandırmasalar da tabi oldukları imamlarının, bunları Kur’an’da bulamadıklarını dolayısıyla onların kendilerine ilim verilen Kur’an ehli olmadıklarını bilseydiler. Onlar Kur’an konusunda Allah ve resulünden hiçbir nasip alamamışlardır. Aksine yüce Allah Kur’an’ın bütün ilmini Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine (aleyhisselam) vermiş, halkın onlara yönelmesini istemiş ve onların Kur’an’ın ilminin hazinesi, varisleri ve tercümanları olduğunu defalarca vurgulamıştır. Eğer onlar Allah’ın şu iki ayetine uysaydılar:
“Eğer bilmediklerini Allah’ın resulüne ve onlardan da emir sahiplerine sorsaydılar, ilmi onlardan olanlar mutlaka bilirlerdi”[24]
“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” Allah da onları hidayet nuruna ulaştırır, onlara bilmediklerini öğretir ve onların kıyas ve re’ye kaçmalarını da engellerdi. Böylece kulların amel ettikleri dinde ihtilâf olmazdı. Ama bunlar Resulullah’a iftira atıp kıyasa onun izin verdiğini iddia ediyorlar.
Kur’an-ı Kerim ise onları uyarıp şöylece menetmektedir: “Eğer Allah’tan başkasından olsaydı, onda birçok ihtilaflar bulurlardı.”[25] Ve buyuruyor ki: “Deliller geldikten sonra ihtilaf edip dağılanlar gibi olmayın.”[26]
Ve buyuruyor ki: Sımsıkı sarılın ve ayrılmayın.”[27]
Allah’ın ihtilaf ve ayrılığı kınadığı ayetler hayli fazladır. Dinde ihtilâf ve ayrılık dalâlettir. Onlar ise bunu câiz bilip buna Resulullah’ın izin verdiği iftirasını atıyorlar Allah ise buyuruyor ki: “Ayrılıp ihtilâf edenler gibi olmayın.”
Bundan daha açık bir söz olur mu? Bu açıklamadan sonra halkın Allah karşısında mazeretleri olabilir mi? Kendi başımıza kalıp kıyas yapıp kendi reyimize dayanmaktan Allah’a sığınırız. Allah’ın bizleri hidayet ettiği bu yol da; Ehli Beyt yolunda sabit kılmasını niyaz ederiz. Ve dinine irşad edip Ehl-i Beyt sevgisini nasip ettiği, onların emrettiğine uyup menettiklerinden çekinmemize yardımcı olduğu için yüce Allah’a şükrediyor, bu konuda Ehli Beyt’ten vazgeçmeyeceğimizi ve onlarda asla şüphe etmediğimizi, onlardan öne geçmeyerek onlardan geride kalmayacağımızı tekrar vurguluyoruz. Şüphesiz onlardan öne geçen dinden çıkar, onlardan ayrılan boğulur, onlara karşı çıkan helâk olur, onlara uyan onlara katılır ve Resulullah da böyle emretmiştir.”[28]
[1] Bakara suresi, 58
[2] Enbiya suresi, 7
[3] Nisa suresi, 60
[4] Kehf suresi, 103
[5] Furkân suresi, 27- 28
[6] Furkân suresi, 29
[7] Talâk” suresi 10. ve 11.
[8] Enbiyâ” suresi 7.
[9] Müsned-i Ahmed bin Hanbel c.1 s.453 ve 454, Sahih-i Buhari (Rikâk bölümü).
[10] Âl-i İmrân” suresi 144.
[11] Nür” suresi 63
[12] Şurâ” suresi 33
[13] Yunûs” suresi 35.
[14] Hacc” suresi 46
[15] Kâf” suresi 22.
[16] Mümin” suresi 52.
[17] Bu konudaki hadis Tirmizi ve Ebu Dâvud ‘da yazılıdır
[18] Nahl” suresi 89
[19] En’âm” suresi 38
[20] Yasin” suresi 12.
[21] Nebe” suresi 29.
[22]En’âm” suresi 50
[23] Mâide” suresi 49
[24] Nisâ” suresi 83
[25] Nisâ” suresi 82
[26]Âl-i İmran” suresi 105
[27] Âl-i İmran” suresi 103
[28] Gaybet-i Numani, b.2, h.2
“Bir gün Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) ashabı ile birlikte mescitte oturmuştu. Buyurdu ki: “Biraz sonra cennetlik biri bu kapıdan içeriye girerek bazı sorular soracak. Sonra tıpkı Muzâr kabilesinin adamları gibi uzun boylu bir adam içeriye girdi. İlerleyerek Resulullah’a selam verdı oturdu.
Sonra dedi ki: Ey Resulullah! Allah nazil ettiği bir ayette buyuyor ki: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılmayın!” Sımsıkı sarılarak asla ayrılmamamız emredilen bu ipi açıklar mısın?
Resulullah bir süre başını öne eğdikten sonra mübarek başını kaldırdı. Sonra Ali bin Ebi Talibi –aleyhisselam- gösterip şöyle buyurdu: İşte bu Allah’ın ipidir ki kim ona sarılırsa dünyasında kurtulur, ahiretinde de dalâlete uğramaz.
O adam ayağa kalkarak Hz. Ali’ye sarıldı ve dedi ki: Allahın ve resülünün ipine sarıldım. Sonra arkasını dönerek gitti.
O sırada ashaptan biri ayağa kalkarak dedi ki: Ey Resulullah! Onun yanına giderek Allah’tan beni affetmesi için dua etmesini isteyebilir miyim? Resulullah buyurdu ki: Eğer onu bulabilirsen iste. Der ki: O adam onu bularak kendisi için Allah’a dua etmesini istedi. O ise dedi ki: Resulullahın bana ne dediğini ve benim de ona ne dediğimi anladın mı?
Dedi ki: Evet.
Dedi ki: Eğer o ipe sarılırsan Allah seni bağışlar, aksi halde asla seni bağışlamaz.
Eğer Allahın sarılıp ayrılmamamızı emrettiği bu ipin ne olduğunu Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) bizlere açıklamasaydı ve onun Hz. Ali aleyhisselam olduğunu bildirmeseydi, inatçı olanlar onu başkalarına yorumlayacaklardı. Ama Resulullah, Veda haccında iken Hayf mescidindeki meşhur hutbesinde buyurdu ki: “Ben sizin rehberinizim. Ve sizler bana havzun başında ulaşacaksınız. O havuzun genişliği San’â ile Basra arasındaki mesafe kadardır. Gökteki yıldızların sayısınca orada kadehler vardır. İşte ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum: Büyük emanet Kur’andır. Ve küçük emanet ise itretim ve Ehl-i Beyt’imdir. O ikisi Allah ile sizin aranızda; Allah’ın uzattığı iptir. Ona sarıldığınız sürece sapıtmazsınız. Onun bir ucu sizde bir diğer ucu ise Allah’tadır. Herşeyden haberdâr ve lütuf sahibi olan Allah o ikisinin asla birbirinden ayrılmadan bana ulaşacaklarını bildirdi. Tıpkı bu iki parmağım gibi –işaret parmaklarını gösterdi- sonra işaret ve orta parmağını göstererek dedi ki: İşte böyle! Bunu ondan üstün kıldı. Evet, Kur’an, Ehl-i Beyt iledir, Ehl-i Beyt ise Kur’an ile. O ikisi Allah’ın sağlam ipidirler. Tıpkı Resulullah’ın da buyurduğu gibi birbirlerinden ayrılmazlar. İşte bu, Allah’ın gözünü ve kalbini açtığı bir adama açık bir delildir ki: Eğer birisi Kur’an ilmini, tevilini, tenzilini, muhkem ve müteşabihini, helâl ve haramını, özel ve genelini Allah’ın ve Resulünün emrettiği bu Ehli Beyt’ten değil de başkasından öğrenebileceğini zannederse hem kendisi dalâlete düşer, hem de başkalarını sapıttırıp helâk olmalarına neden olur.”
Resulullah hazretleri Ehl-i Beyti, bu ümmete örnek olarak gösterip buyuruyor ki: “Benim Ehl-i Beyt’im, tıpkı Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, ondan ayrılan helak olur.”
Ve buyurmuşlardır ki: “Benim Ehl-i Beyt’im, tıpkı Ben-i İsrâil’deki Hitte (mağfiret) kapısı gibidir. Her kim oradan girerse günahları affolunur. Ve yaratanından bolluk ve rahmeti hakkeder.
Nasıl ki yüce Allah şöyle buyuruyor: Kapıdan secde ederek girin ve hitta “mağfiret” deyin. Biz sizin hatalarınızı affederiz ve ihsan edenlere biz de ihsan ederiz.”[1]
Emirül Müminin aleyhisselam naklettiği meşhur hutbesinde şöyle buyuruyor: Âdem’in gökten yere inerken getirdiği ilimi ve bütün peygamberleri son peygambere kadar birbirinden üstün kılan şey, Resulullah’ın Ehl-i Beyt’indedir. Nereye doğru gidiyor ve başıboş dolaşıyorsunuz? Ey Nuh’un gemisinde oturanın evlâdı, Ehl-i Beyt de aranızda o gemi gibidir. Tıpkı orada gemi sayesinde kurtuldukları gibi, burada sizler bu Ehl-i Beyt sayesinde kurtulursunuz. İmamlardan ayrılanlara eyvahlar olsun.
Ve buyurdu ki: Bizler sizin içinizde Ashab-ı Kehf’in mağarası gibiyiz. Ve tıpkı hitte; kurtuluş kapısı gibiyiz. Öyleyse hepiniz oraya dâhil olun. Aynı hutbesinde şunları da buyurmuştur: Muhammed’in ashabından hatırlayanlar çok iyi bilirler ki o, şöyle buyurmuştur: Ben ve Ehli Beyt’im pâk ve tahiriz. Onlardan öne geçmeyin yoksa sapıtırsınız. Ve onlardan ayrılmayın aksi halde helâk olursunuz. Onlara karşı çıkmayın yoksa cahil olursunuz. Onlara müsaade öğretmeyin. Çünkü onlar sizden daha çok bilirler. Onlar halkın küçüğünden ve büyüğünden daha çok bilirler. Her nerede olursa hakka ve hakk ehline uyun. Ve her nerede olursa batılı ve batıl ehlini reddedin.” Ama halk böyle övülen, sıfatları mükemmel olan ve davet olunan birini terk ettiler, ondan yüz çevirdiler, onlardan vazgeçtiler ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih)in emriyle alay ettiler. Ve onun sözünü hiçe saydılar. Allah’ın, Resulullah’ın diliyle emrederek itaat etmelerini ve bilmedikleri şeyleri ondan öğrenmelerini istediği Ehl-i Beyt’i terk ettiler.
Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[2] Ve buyurmuştu ki: “Allah’a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”[3]
Ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) kurtuluşun şartının; onlara sarılmak, sözlerine uymak, onların emrine teslim olmak, ilimi onlardan öğrenmek ve onların nuru ile münevver olmak olduğunu buyurmuştur. Ama halk bunların başkalarında olduğunu iddia ettiler. Ve onlardan vazgeçerek başkalarına yöneldiler. Onların yerine başkalarının geçmesine de razı oldular. Hâlbuki Allah onları ilimden uzaklaştırmıştır. Ve her olayı kendi heva ve heveslerine göre yorumlamışlardır. Ve kendi mantıkları, re’yleri ve kıyasları sayesinde, Allah’ın tayin ettiği oniki imama ihtiyaçları olmadığını zannettiler. Ve onlar kendi akıl ve hevâlarına ve reylerine sığındıkları için Allah onları kendileriyle başbaşa bıraktı. Böylece fasid olup dalâlet uğradılar. Kendileri helâk oldukları gibi başkalarını da helâk ettiler.
Allah onlar hakkında buyuruyor ki: “De ki: Sizlere amelleri hüsrana uğrayanları söyleyeyim mi? Onların dünyadaki amelleri dalâlette olduğu halde, kendilerinin iyi işler yaptıklarını zannederler!”[4]
Allah’ın, bu ümmetin zalimlerinin kıyamet günü Ehl-i Beyt’e yaptıklarından dolayı nasıl da pişman olacaklarını anlatan şu ayetini sanki okumamışlardır: “O gün o zalim elini ısırarak diyecek ki: Keşke Resulün yolundan gitseydim. Ve diyecek ki: Yazıklar olsun bana. Keşke filâncayı dost edinmeseydim.”[5]
Resul, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlih) değil midir? Ve “filanca” diye adı getirilen, dostluğu ve birlikteliği kınanan şahıs kimidir? Sonra diyor ki: “Benim yanıma geldikten sonra beni bana gelen zikir den saptırdı.”[6]
Yani ben islama girip de ikrar ettikten sonra geldi. Peki, bu dostunun gelmesinden sonra alıkoyulduğu bu “Zikir” nedir? O zikir, kâfirlere ve zulüme karşı zafere sayelerinde ulaşılan Kuran ve Ehl-i Beyt değil midir? Allah, resulünü “Zikir” diye adlandırarak buyuruyor ki:
“Allah sizere zikiri, Resul olarak gönderdi.”[7] Ve buyurdu ki: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.”[8] Buradaki zikir, Resulden başka ne olabilir? Buradaki zikir, ilim kaynağı olan Ehl-i Beyt’ten başka kim olabilir?
Sonra yüce Allah buyuruyor ki: “Şeytan, insanı yalnız bırakandır.” Demek ki onu dünyada hüsrana uğratıp, ahirette yalnız bırakan ve onu zikirden uzaklaştıran bu dostluk, şeytanın dostluğunun ta kendisidir. Sonra yüce Allah Resulünün kıyamet günü şöyle söyleyeceğini bildiriyor:
“Resul der ki: Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur’an’ı hafife aldılar.” Yani sen bu Kur’an’a ve Ehl-i Beyt’e sarılmayı ve ayrılmamayı emrettiğin halde onlar bunları terk ettiler ve yalnız bıraktılar. Bu hitaplar, sitemler ve kınamalar Resulullah’ın diliyle Kur’an’ın nazil olduğu kavim ve ondan sonra Ehl-i Beyt’e zulmeden ümmetle ilgili değil midir? Onlar Allahın kitabına uymadıkları için Resulullah (sallallahu aleyhi ve âlih) kıyamet günü onların aleyhinde şahitlik edecek, kendisinin Kur’an ve Ehl-i Beyt’e sarılma sözünü terk ettiklerini ve onları yalnız bırakıp nefsi hevâ ve heveslerine uyduklarını bildirecektir. Onlar Kur’an ve Muhammed’e şekk ederek Ehl-i Beyt’in faziletlerini kıskandıkları için dinleri yerine dünyevi amelleri tercih ettiler. İşte bakınız! Kur’anın bu ayetine uyan şu hadisi hiçkimse inkâr etmez:
Resulullah buyurdu ki: Ashabından bir kavim kıyamet günü benim yanımdan uzaklaştırılacak. Ben de diyeceğim ki: Ey Rabbim! Ashabım, ashâbım. Sonra denilecek ki: Ey Muhammed! Onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun? Ben de diyeceğim ki: Uzaklaşsınlar, defolsunlar.”[9]
Allah’ın şu ayeti de bunu onaylayarak tasdik ediyor: “Muhammed sadece bir Resuldür ve ondan önce de Resuller gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (cahiliyete) mi döneceksiniz? Eğer birisi geriye dönerse bu, Allah’a ziyan getirmez. Ve Allah, şükredenlere ihsân eder.”[10]
Bu ayet açıkça işaret etmektedir ki, bir topluluk peygamberin ölümünden sonra gerisin geriye dönecektir. Onlar Allah’ın ve resulünün emrine karşı çıkanlardır. Onlar fitneye bulaşmış insanlar olup, Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onun emrine karşı çıkanlar bir fitneye bulaşmaktan ya da acı bir azâba uğramaktan korksunlar.”[11]
Allah onlara azâbını artırmış ve Âl-i Muhammed’e zulmedenleri uzaklaştırmış, onları sevmeyi ve başkasına değil de sadece Ehl-i Beyt’e tabi olmayı ise Allah’a ulaşmanın yolu olarak göstermiştir:
“De ki; Ben peygamberliğim karşısında sadece yakınlarım (olan Ehl-i Beyt’imi) sevmenizi istiyorum.”[12]
Ve buyuruyor ki: “Hakka hidayet edene mi uymak daha doğrudur yoksa hidayete ulaşmadıkça hidayet etmeyene mi? Ne oluyor size nasıl hükmediyorsunuz.”[13]
İslam ümmeti içinde azıcık insafı olan ve yalanı sevmeyen bir grup insan şöyle der: Bütün zor ve çetin sorunlarda her zaman Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve âlih) ve vasisi Hz. Ali (aleyhisselam) ashabı yönlendirir ve hidayet ederdi. Ama ashap asla Hz. Ali’yi irşâd etmemiş ve ona yol göstermemiştir. Onlar her zaman Hz. Ali’ye muhtaç idiler ama Hz. Ali hiçbirine muhtaç değildir. Onlara her zaman ilim öğretirdi ama onlar Hz. Ali’ye hiçbir şey öğretemediler. Ve Allah resulü’nün kızı Fatıma (sallallahu aleyha)’ya öyle eziyetler ettiler ki vasiyetinde geceleyin gizlice defnolunmasını istedi ve babasının ümmetinde onun istedikleri dışında kimse ona cenaze namazı kılmadı. Eğer İslam’da hiçbir musibet olmasaydı ve İslam düşmanlarının bizim aleyhimizde hiçbir delili olmasaydı dahi Hz. Fatımâ’nın başına gelen musibetler ve onun gazaplanması ve cenazesine onlardan kimsenin katılmamasını istemesi dahi en büyük musibet ve hayâdır.
Yalnız Allah’ın kalbini mühürlediği insanlar bunun pek önemli bir hadise olmadığını kaydederler. Hatta onu inciteni temize çıkarıp onu Fatımâ’dan, kocasından ve evlatlarından üstün bilir. Ve onun şanını Ehl-i Beyt’ten daha da yüceltir. Ve onun Fatımâya yaptıklarını onun hak meziyetlerinden biri olarak sayar. Ve o, bu işiyle Hz. Muhammed’den sonraki en üstün insan konumuna gelmiştir. Ve yüce Allah buyuruyor ki: “Gözler kör olmaz ama göğüslerdeki kalpler kör olur.”[14]
Âl-i Muhammed’in düşmanlarının, zalimlerin ve onları sevenlerdeki bu körlük kıyamet gününe kadar devam edecektır. Allah o gün hakkında buyuruyor ki: “Sen bundan gaflette idin, senden perdeleri kaldırdık ve senin gözün bugün demir gibidir (keskindir).”[15]
Ve: “O gün zalimlerin mazeretlerinin yararı olmayacak, lânet onlaradır ve kötü yer de onlaradır.”[16]
Bundan daha şaşırtıcı olan şudur ki: Bu kör ve sağırlar iddia ediyorlar ki Kur’an’da farzlar ve sünnetler hakkında her şey yoktur. Ve onlar bu konularda müsaade bulamayınca kıyasa ve re’ye başvuruyorlar. Ve Hz. Resulullah’a yalan ve iftiralar atıyorlar ve onun –haşa- kıyas’a müsaade ettiğini iddia ediyorlar. Onlar bu konunda Maaz’dan rivayet olunan uydurma bir hadisi[17] delil getiriyorlar.
Hâlbuki yüce Allah Kur’anı Kerimde buyuruyor ki: “Ve her şeyi açıklayasın diye sana kitabı indirdik.”[18] Ve buyuruyor ki: “Kur’an’da hiçbir şeyi (açıklanmamış) bırakmadık.”[19]Ve buyuruyor ki: “Ve herşeyi apaçık imamda karar kıldık.”[20]
Ve: Her şeyi kitap olarak getirdik.”[21] Ve buyuruyor ki: “De ki: Ben sadece bana vahy olana itaat ederim.”[22]
Ve buyuruyor ki: “Ve onların arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet.”[23]
Öyleyse her kim –Allah; her şeyi açıklayasın diye buyurduğu halde- dünya ve âhiretle ilgili farz veya sünnet olan bir şeyin ve şeriat ehlinin muhtaç olduğu konuların Kur’anda bulunmadığını söylerse Allah’ın sözünü kendisine geri döndürmüş, Allah’a iftira atmış ve onun kitabını anlayamayıp yalanlamış olur.”
Keşke onlar kendilerini kandırmasalar da tabi oldukları imamlarının, bunları Kur’an’da bulamadıklarını dolayısıyla onların kendilerine ilim verilen Kur’an ehli olmadıklarını bilseydiler. Onlar Kur’an konusunda Allah ve resulünden hiçbir nasip alamamışlardır. Aksine yüce Allah Kur’an’ın bütün ilmini Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine (aleyhisselam) vermiş, halkın onlara yönelmesini istemiş ve onların Kur’an’ın ilminin hazinesi, varisleri ve tercümanları olduğunu defalarca vurgulamıştır. Eğer onlar Allah’ın şu iki ayetine uysaydılar:
“Eğer bilmediklerini Allah’ın resulüne ve onlardan da emir sahiplerine sorsaydılar, ilmi onlardan olanlar mutlaka bilirlerdi”[24]
“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” Allah da onları hidayet nuruna ulaştırır, onlara bilmediklerini öğretir ve onların kıyas ve re’ye kaçmalarını da engellerdi. Böylece kulların amel ettikleri dinde ihtilâf olmazdı. Ama bunlar Resulullah’a iftira atıp kıyasa onun izin verdiğini iddia ediyorlar.
Kur’an-ı Kerim ise onları uyarıp şöylece menetmektedir: “Eğer Allah’tan başkasından olsaydı, onda birçok ihtilaflar bulurlardı.”[25] Ve buyuruyor ki: “Deliller geldikten sonra ihtilaf edip dağılanlar gibi olmayın.”[26]
Ve buyuruyor ki: Sımsıkı sarılın ve ayrılmayın.”[27]
Allah’ın ihtilaf ve ayrılığı kınadığı ayetler hayli fazladır. Dinde ihtilâf ve ayrılık dalâlettir. Onlar ise bunu câiz bilip buna Resulullah’ın izin verdiği iftirasını atıyorlar Allah ise buyuruyor ki: “Ayrılıp ihtilâf edenler gibi olmayın.”
Bundan daha açık bir söz olur mu? Bu açıklamadan sonra halkın Allah karşısında mazeretleri olabilir mi? Kendi başımıza kalıp kıyas yapıp kendi reyimize dayanmaktan Allah’a sığınırız. Allah’ın bizleri hidayet ettiği bu yol da; Ehli Beyt yolunda sabit kılmasını niyaz ederiz. Ve dinine irşad edip Ehl-i Beyt sevgisini nasip ettiği, onların emrettiğine uyup menettiklerinden çekinmemize yardımcı olduğu için yüce Allah’a şükrediyor, bu konuda Ehli Beyt’ten vazgeçmeyeceğimizi ve onlarda asla şüphe etmediğimizi, onlardan öne geçmeyerek onlardan geride kalmayacağımızı tekrar vurguluyoruz. Şüphesiz onlardan öne geçen dinden çıkar, onlardan ayrılan boğulur, onlara karşı çıkan helâk olur, onlara uyan onlara katılır ve Resulullah da böyle emretmiştir.”[28]
[1] Bakara suresi, 58
[2] Enbiya suresi, 7
[3] Nisa suresi, 60
[4] Kehf suresi, 103
[5] Furkân suresi, 27- 28
[6] Furkân suresi, 29
[7] Talâk” suresi 10. ve 11.
[8] Enbiyâ” suresi 7.
[9] Müsned-i Ahmed bin Hanbel c.1 s.453 ve 454, Sahih-i Buhari (Rikâk bölümü).
[10] Âl-i İmrân” suresi 144.
[11] Nür” suresi 63
[12] Şurâ” suresi 33
[13] Yunûs” suresi 35.
[14] Hacc” suresi 46
[15] Kâf” suresi 22.
[16] Mümin” suresi 52.
[17] Bu konudaki hadis Tirmizi ve Ebu Dâvud ‘da yazılıdır
[18] Nahl” suresi 89
[19] En’âm” suresi 38
[20] Yasin” suresi 12.
[21] Nebe” suresi 29.
[22]En’âm” suresi 50
[23] Mâide” suresi 49
[24] Nisâ” suresi 83
[25] Nisâ” suresi 82
[26]Âl-i İmran” suresi 105
[27] Âl-i İmran” suresi 103
[28] Gaybet-i Numani, b.2, h.2

İMAM ALİ’NİN (AS) ŞEHADETİ
İMAM ALİ’NİN (AS) ŞEHADETİ
Ramazan ayında ve kadir gecelerinin ihtimali yüksek olabilecek bu ihya gecelerinde İmam Ali (a.s) öldürülmüştü ya da öldürülme planı yapılıyordu, yıllar önce. Ben ise bu durumu içinde bulunduğum bu değerli benzer günlerde anlamak istiyordum. Neden bir Müslüman, camideyken hatta secde de iken başka sözde Müslüman tarafından öldürülmek ister? Bunu anlamak için o günün gruplarını, akımlarını incelemek ile başladım. Hariciler dediğimiz bir grup dönemindeki olaylarda belirgin rol oynamıştır. Hariciler Sıffın Savaşında Muaviye karşı İmamın yanında savaşan bir zümreydi. Hakem olayından sonra ise (haşa) imamı kâfir görür oldular. Onlarda aynı bir devenin dizinin nasırı gibi alınlarında secde etmekten kaynaklı nasırlar vardı. O kadar zikir ehliydiler. Fakat diğer taraftan İmam Ali’ye kâfir diyorlardı. Radikal bir şekilde kendilerinden olmayanlara kâfir der haldeydiler bir yandan da gece namazları, ibadetler, şükürler. Yaptıkları ibadetlerin herhangi bir manevi değeri olmamakla beraber onlar için bir ritüel idi. Bunlar şu an bizlere uzak gelen gruplar değil mi? Hayır. O gün hayranlıkla bakılması, zamanın en parlak nur olması gerekene gerekli özeni göstermeyenler var. Bugünde zamanın imamına gerekli özeni göstermeyenler var. O zamanda Kuranla peygamberi bir bütün olmayarak görenler var bugünde Kuran bize yeter diyenler var. Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ederken, müslümanlardan muhalif sesler yükselmesi devam ediyordu. Günümüzdeki gibi.. Durumlar böyle devam ederken İmam Ali bir taraftan hakem olayından sonra da yine Muaviye ile savaşmak istiyordu. Böylece Kûfe’ye gelerek hazırlıklar yaptı ve Şama yani Muaviye doğru hareket etti. Bu sıra da İmama sürekli elçiler haber getiriyordu. Bu haber haricilerdendi. Hariciler imam Ali’nin Kûfe’yi terk etmesini avantaj olarak Kûfe’yi görüp geçirmeyi planlıyorlardı. İmam bu habere karşılık şama varan yönünü Nehravan’a çevirdi. Hariciler Nehravan’da toplanmıştı çünkü. İşler o kadar çığırından çıkmıştı ki Nehravan’dan bir gün bir çift geçerken, çiftten gebe olan kadına soruyorlar Aliyi sevenlerden misin? Gebe kadın evet diyor. Çocuğun olsa adını ne koyacaksın diyorlar kadın diyor ki; “Ali!” Karnındaki bebekle birlikte kadını şişliyorlar. Baba saldırıyor fakat onunda sonu ölüm oluyor. Tekrarlıyorum, imama sevgi duyanı şişleyenler gece namazı kılanlar, Allah rızasını için yaşayanlar, zikir edenlerdi. Olaylar böyle gerçekleşirken imam Nehravan’a ulaşıyor. Burada son kez uzun bir konuşma yapıyor. Konuşma sonrası da haricilerden 12.000 kişiden 8.000 orayı terk ediyor. İmam bu 8.000 kişiye hiçbir şart koşmuyor. Savaşılıyor ve Alinin ordusu galip geliyor. Savaş sonrasında firar edenler oluyor. Firar edenlerden biri ise İbni Mülcem’di. İmamın katiliydi.. Diğer firarlardan olanlarda Bekir bin Abdullah ve Amr bin bekr’di. Bu üç harici Mekke de bir sözleşme yapıyor. Diyorlar ki bu kadar Müslümanın ölmesinin sebebi 3 kişidir. Biz bunları öldürürsek İslam’a hizmet etmiş oluruz hem de ibadet etmiş oluruz diyorlar. Bunlar Amr bin As, imam Ali ve Muaviye. Her biri birini öldürmeye niyetleniyorlar. İbni Mülcem ise İmam Ali’yi öldürmeye gönüllü oluyor. Oysaki İbni Mülcem İle İmam Ali’nin tanışıklığı o gün başlamıyordu. İmam zaten katilini biliyor, öleceği günü biliyordu. Resulullah (saa) zaten ona bunları söylemişti. Ve böylece imam katilini gördüğü an olacaklardan haberdardı. Bunu tanışıklığının ilk başında İbni Mülcem’e de iletmişti. İbni Mülcem başlarda imamı sevse de sonrasında olaylar böyle gelişmedi. İbni Mülcem Kûfe’ye gelmiş ve imamı öldürmek için alt yapılarını hazırlamaya başlamıştı. Bu sırada İbni Mülcem Kûfe’de bir kadına tutuluyor. Kadının babası ve kardeşi de imama karşı savaşta hariciler tarafındayken ölüyor. Kadının imama bu sebeple oldukça büyük bir kini var. İbni Mülcem ile olan muhabbeti zamanla artarken kendisi ile evlenmesinin şartını imamın kanı olarak gösteriyor. Ve bu konuda ona kılıca sürmesi için zehir vererek destekliyor.. Ve aylardan Ramazan ayı oluyor. Bu sırada imam Kûfe’de sohbet ediyor. İmam Muhammed bin Hanefiye sesleniyor. ‘’Ramazan ayından kaç geçti?’’ Babasına buyuruyor. 13 gündür diyor. İmam tekrar soruyor oğlum Hüseyin böyle midir? İmam Hüseyin buyuruyor. “Evet babacım bu aydan 17 gün kaldı..” İmam biliyordu. Zamanın yaklaştığını. Elini sakalına götürerek dedi ki ‘’Oğullarım yakındır bu ak sakalların kızıl kana boyanacağı gün.’’ İmam gün sayıyordu. Gerçekten bu dünyadan çok çekmişti. Dünyanın zulmüne, ikiyüzlülüğüne, insanların ihaneti çok olmuştu. La ilahe illallah dediği halde nefislerini ilah edenler çoktu. İmama yapılan en büyük zulüm ona indirilen kılıç değildi. İmam yapılan en büyük zulüm ümmetin onu tanımamasıydı. Bugünde devam ediyor bu. Bir Ali’den bahsediliyor. Allah’ın aslanı, cesaretli bir yiğit, halifeden..“İmam Ali (s.a)” diyoruz. Biz hiç bir halifeye veya sahabeye “ İmam” sıfatı getirmiyoruz değil mi? Onu çok özel yapan durum; O, peygamberin halifesidir. Peygamberden sonraki bu ümmetin başı İmam Ali (s.a)’dir. Fakat bunlara rağmenİmam sıradan, iyi bir Müslüman olmanın ötesindeki bir konuma geçirilmedi!Öylesine zülüm gördü ki aslında İmam bunlardan. Makamı anlaşılmasın diye fırsat verilmeyen, önü kapatılan, inandım diyenlerin ihanetiyle yorulan bir Aliydi o… Ramazan ayının 18. Gecesini 19 a bağlayan gecede, 19. Gecesinde İmam Ali Rabb’ine kavuşacak diye heyecanlanıyordu. O gün kızı Ümmü Gülsüm de iftardaydı. Fakat imam sürekli semaya bakıp zikir çekiyor, dolaşıyor zikir çekiyor. Kızı soruyor “baba benim evime misafir olduğunda seni böyle hiç görmemiştim. Neden bu gece böyle yaparak beni kederlendiriyorsun?” İmam diyor ki vakit yaklaşıyor. İmam evden çıkarken bahçedeki kazlar imama yapışıyor. Ümmü Gülsüm anlıyor o gece babamın beklediği gecedir diye. Kızı diyor ki “bu sabah namazına giderken kardeşlerimle git korusunlar.” İmam buyuruyor. “Allah’ın takdiriyse kim etrafımda beni korumaya gelse de bir sonuç ifade etmez.” Camiye varıyor ezan okuyor. Ardından içeri giriyor. Camide birileri yatıyordu. Yatanlardan biri katili İbni Mülcem idi. Pusuda bekliyordu. Oysa imam haberdardı. Geldi uyardı kalkın namaza diye. Bu sırada bile uyarıyor “yüz üstüne yatma şeytanın şeklidir.” Katilini uyarıyor..Ve namaz başlıyor. Secdeye gidiyor. Ve kılıç iniyor. Bu sırada katili “ Hüküm ancak Allah’ındır, hüküm senin değildir ey Ali!” diyor. Kılıç yaraladıktan sonra imam diyor “ Kâbe’nin Rabbine hamdolsun ben rahatladım.” Sonrasında İmam Ali’yi evine götürüyorlardı. O sırada Onun kollarında tutanlara dedi ki bırakın kendim yürüyeyim kızım Zeynep beni böyle görmesin. Fakat o Zeynep Kerbela da neler görecekti neler! İmama zehirli kılıç darbesinden dolayı süt içmesi tavsiye ediliyor o sıra ve imam ölüm döşeğinde iken bile katili için oğullarına uyarıda bulunuyordu. Ona da bakıyor musunuz?” diye. “Onu korkutmayın” diye uyarıda bulunuyordu. Var mıdır katiline böylece merhamet edecek? Ve vasiyet ediyor. “Kalırsam ben ne yapacağımı bilirim. Sağ kalmazsam ise birden fazla vurmayın.” İmam 21 gecesi şehit düşmüştür. Darbe aldıktan 2 gün sonra. 21 gecesinin Kadir gecesi olduğuna dair rivayetlerde vardır. Bunu destekleyecek olgularda. Kadir gecesi nedir? Kur’an’ın nazil olduğu gecedir. Samid Kur’an bir gecede nazil olmuştur. Natık Kur’an o gecede dünyadan gitmiştir. O gece iki Kur’an’ın gecesidir… Samid olan o gece peygambere nazil oluyor. Natık olan şahadet şerbeti içiyor. Fakat Bilincini yitirmiş bu sözde müslümanlar, İmam’a ve misyonuna saldırmakla Kur’an’a saldırdığının farkında değillerdi.Kur’an’a saldırmakla da kendi imanına saldırdığının farkında değillerdi. Ramazan ayının tüm yönleri bu mübarek ayda ele alınırken, günümüzde bu önemli gecelerin her kesim tarafından zikredilmemesinin sebebi nedir…? Bu bizleri düşündürtmeli. Niye gizleniyor niye hatırlanmak istenmiyor. Herkes imamı severken niye şehadeti anılmıyor?? Bu bir tarihsel olaydan ibaret değil, bu iman meselesi, bu bir Allah’ın farzı ehlibeyti sevmek, bilmek, anlamak.. Ali’nin kapısından girmeyen, peygamberinin şehrine mi varırdı? Şehid düşmeden önce Oğlu Hasan’a vasiyette bulunuyor, ‘’oğul beni gece defnet. Defnederken tabutun önünü boş bırak.’’ İmamın cenazesi bulunmasın diye 700 tane mezar kazılmıştır. Bulunursa dillerimiz dönmeyeceği ihtimaller söylenmiştir çünkü. 190 sene sır kaldı mezar yeri. Defin için Necef’e geldiklerin de tabutun başı yere çöktü. Hasan (a.s) dedi burayı kazın. Kazınca bir levha çıkıyor. Levhada İbranice ‘’Bu o kabirdir ki tufandan önce Nuh kendi kardeşi Ebu Talip oğlu Ali için hazırlamıştır.’’ İmamın mezarı Nuh(as) tarafından hazırlanmıştır. Burası çok etkileyici.. Zer âleminden başlayan bir çizgi bu. Hedefe giden tek bir doğru yol olduğu her şeyin başlamasından önce biliniyor. İşte burada bize imameti düşünmek düşüyor. İmam rıza, imametle ilgili şöyle buyuruyor “Hz. Resulullah (s.a.a) da dünyadan göçmeden önce, ümmetine dinin öğretilerini beyan buyurdu. Yollarını onlara açıkladı. Onları hak yolunun ortasında bıraktı. Hz. Ali (a.s)’ı onlara bir örnek ve imam olarak tayin edip, ümmetin muhtaç olduğu hiç bir konuyu açıklamadan gitmedi. Kim, Allah Teâlâ’nın dinini kâmil kılmadığını zannederse, Allah’ın kitabını reddetmiş olur, kim de Allah’ın kitabını reddederse, onu inkâr etmiş olur.” Ve ekledi ‘’ İmamet dinin tamamlanmasıdır.’’ O hâlde imamet makamı Hz. Peygamber (s.a.a)’e özgü idi. O da Allah Teâlâ’nın emriyle, Allah Teâlâ’nın ona çizip farz kıldığı şekilde, onu Hz. İmam Ali (a.s)’a bıraktı ve sonra da Allah Teâlâ’nın: ‘Ve kendilerine ilim ve iman verilen kimseler, onlara derler ki: Allah’ın kitabında kıyamet gününe kadar bırakıldınız…’ (Rum Suresi:56) kavli gereğince, Hz. İmam Ali (a.s)’ın kendilerine ilim ve iman verilen seçilmiş zürriyetine ait oldu. Dolayısıyla, kıyamet gününe kadar bu makam, yalnızca Hz. Ali (a.s)’ın evlâtlarında olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed’den sonra artık bir peygamber yoktur. Geçmişte ki olayları böylece inceledim. Hataları, bilinçsizlikleri, nefislerin doğurduğu sonuçları gördüm. Nefislerin terbiye edilmesi gereken bu günlerde yani içinde bulunulan Ramazan ayında ben hatalardan ders çıkaran bir Müslüman olmak istiyorum. Çünkü o zamanın imamı Ali (a.s) iken benim zamanımın İmamı da İmam Mehdi (a.f).. Bu durumda anladığımız o ki; İmam Ali(as) imamet zincirinin ilk halkası yani tüm imamların babası, İmam Mehdi (as) de imamet zincirinin son halkası ve yani en son vasi oluyor. Yani yine bir imtihan var ve devam ediyor. Yine bir tanıma yine bir sadakatlik var. Ben bu konuda dikkatli olmak istiyorum. Ben tarih tekerrür etmesin istiyorum. Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ediyordu, ve ben Onun her dediği vahye dayalı ve kendisine itaat farz iken bu “Emrini” ciddiye alıyorum. Ben atalarımın yaptığı günahlardan beriyim. Ben o gün orada olsaydım kesinlikle imam Ali (as)’nin yanında olurdum. Peygamberinin(saa) ve kızı Fatıma(as)’nın şahitliğini asla inkâr etmezdim. Ayrıca oradakiler gibi hem biat edip hem de biatimi inkâr edenlerden olmazdım. Kesinlikle imam Ali(as)’nin kadir kıymetini bilirdim. Sonuna kadar yanında dimdik dururdum. Gadir Hum gününde İmam Ali(as)’nin şahsında on iki imam’ın eli kaldırılmıştı. Ve ben bu zaman dilimindeyim. Ve ben iddialarımda samimi olduğumu göstermek adına zamanımın imamı İmam Mehdi (as)’nin elini sımsıkı tutarsam, onun şahsında tüm imamların elini tutmuş ve dolayısıyla Peygamber(saa)’ime de sadık kalmış olacağımı biliyorum.Ve tutuyorum.Ve Gadir Hum günü biatini tazeliyorum. Söylenmiş olan son vasiyi tanıyorum. Ve İmam Mehdi (as)’nin kadir kıymetini bileceğime, onu suiistimal etmeyeceğime dair kendime uyarılarda bulunuyorum. Her çağın imamına sadık dostlar elbette vardı ben zamanın Alisi, İmam Mehdi (a.s) sadık dostları arasında olmaya niyet ediyorum. “Allah’ım! Eğer benimle onun arasında kulların için kesin kıldığın ve takdir ettiğin ölüm engel oluşturursa beni kefenimi kendime gömlek yaparak, kılıcımı kınından çıkararak, mızrağımı elime almış, -hakka- davet edenin şehirde ve diyardakilere yönelen davetine lebbeyk diyerek mezarımdan dışarı çıkar.Allah’ım! O değerli yüzü ve beğenilmiş parlaklığı bana göster. Ona bir bakışla gözüme -nur ve ebediyet- sürmesi sür. Zuhurunu çabuklaştır, çıkışını kolaylaştır, yolunu genişlet, beni onun hüccetli yolunda yürüt, emrini geçerli kıl, sırtını güçlendir. Allah’ım! Onunla beldelerini bayındırlaştır, onunla kullarını dirilt. Sen buyurdun ki -senin sözün haktır-: “Karada ve denizde insanların ellerinin kazandığı fesat zuhur etti” Allah’ım! O halde her batıla karşı zafere ulaşması ve onu yırtması -yok etmesi-, hakkı sabit kılması ve ayakta tutması için senin velin ve senin peygamberinin ismiyle adlananı ve senin peygamberinin kızının oğlunu bize göster. Onu zulme uğrayan kullarının sığınağı, senden başka kendisine yardımcı bulamayanın yardımcısı, kitabının uygulanmayan hükümlerini yenileyici, dininin şiarlarını ve peygamberinin sünnetlerini sağlamlaştırıcı kıl. Allah’ım! Onu zalimlerin kötülüklerinden koruduğun kimselerden kıl. Allah’ım! Peygamberin Muhammed’i onu ve onun davetini izleyenleri görmekle sevindir ve ondan sonraki bizim zavallı halimize merhamet et. Allah’ım! Onun zuhuruyla bu gamı bu ümmetten gider. O hazretin muhaliflerin uzak gördüğü, bizim ise yakın gördüğümüz zuhurunu çabuklaştır; merhametinin hakkı için ey merhametlilerin en merhametlisi!” (Ahd Duasından bir bölüm) Ve son olarak Ya Ali! Ancak senin için ağıt yakan bizler şehadet ederiz ki; sen, Hüccetulah’sın, Veliyullah’sın, Halifetullah’sın. Doğduğun güne, yaşadığın günlere, şehid olduğun güne selam olsun. Rabbim bizleri seninle beraber haşr eylesin. İlahi âmin. ZEYNEP TURAN
Ramazan ayında ve kadir gecelerinin ihtimali yüksek olabilecek bu ihya gecelerinde İmam Ali (a.s) öldürülmüştü ya da öldürülme planı yapılıyordu, yıllar önce. Ben ise bu durumu içinde bulunduğum bu değerli benzer günlerde anlamak istiyordum. Neden bir Müslüman, camideyken hatta secde de iken başka sözde Müslüman tarafından öldürülmek ister? Bunu anlamak için o günün gruplarını, akımlarını incelemek ile başladım. Hariciler dediğimiz bir grup dönemindeki olaylarda belirgin rol oynamıştır. Hariciler Sıffın Savaşında Muaviye karşı İmamın yanında savaşan bir zümreydi. Hakem olayından sonra ise (haşa) imamı kâfir görür oldular. Onlarda aynı bir devenin dizinin nasırı gibi alınlarında secde etmekten kaynaklı nasırlar vardı. O kadar zikir ehliydiler. Fakat diğer taraftan İmam Ali’ye kâfir diyorlardı. Radikal bir şekilde kendilerinden olmayanlara kâfir der haldeydiler bir yandan da gece namazları, ibadetler, şükürler. Yaptıkları ibadetlerin herhangi bir manevi değeri olmamakla beraber onlar için bir ritüel idi. Bunlar şu an bizlere uzak gelen gruplar değil mi? Hayır. O gün hayranlıkla bakılması, zamanın en parlak nur olması gerekene gerekli özeni göstermeyenler var. Bugünde zamanın imamına gerekli özeni göstermeyenler var. O zamanda Kuranla peygamberi bir bütün olmayarak görenler var bugünde Kuran bize yeter diyenler var. Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ederken, müslümanlardan muhalif sesler yükselmesi devam ediyordu. Günümüzdeki gibi.. Durumlar böyle devam ederken İmam Ali bir taraftan hakem olayından sonra da yine Muaviye ile savaşmak istiyordu. Böylece Kûfe’ye gelerek hazırlıklar yaptı ve Şama yani Muaviye doğru hareket etti. Bu sıra da İmama sürekli elçiler haber getiriyordu. Bu haber haricilerdendi. Hariciler imam Ali’nin Kûfe’yi terk etmesini avantaj olarak Kûfe’yi görüp geçirmeyi planlıyorlardı. İmam bu habere karşılık şama varan yönünü Nehravan’a çevirdi. Hariciler Nehravan’da toplanmıştı çünkü. İşler o kadar çığırından çıkmıştı ki Nehravan’dan bir gün bir çift geçerken, çiftten gebe olan kadına soruyorlar Aliyi sevenlerden misin? Gebe kadın evet diyor. Çocuğun olsa adını ne koyacaksın diyorlar kadın diyor ki; “Ali!” Karnındaki bebekle birlikte kadını şişliyorlar. Baba saldırıyor fakat onunda sonu ölüm oluyor. Tekrarlıyorum, imama sevgi duyanı şişleyenler gece namazı kılanlar, Allah rızasını için yaşayanlar, zikir edenlerdi. Olaylar böyle gerçekleşirken imam Nehravan’a ulaşıyor. Burada son kez uzun bir konuşma yapıyor. Konuşma sonrası da haricilerden 12.000 kişiden 8.000 orayı terk ediyor. İmam bu 8.000 kişiye hiçbir şart koşmuyor. Savaşılıyor ve Alinin ordusu galip geliyor. Savaş sonrasında firar edenler oluyor. Firar edenlerden biri ise İbni Mülcem’di. İmamın katiliydi.. Diğer firarlardan olanlarda Bekir bin Abdullah ve Amr bin bekr’di. Bu üç harici Mekke de bir sözleşme yapıyor. Diyorlar ki bu kadar Müslümanın ölmesinin sebebi 3 kişidir. Biz bunları öldürürsek İslam’a hizmet etmiş oluruz hem de ibadet etmiş oluruz diyorlar. Bunlar Amr bin As, imam Ali ve Muaviye. Her biri birini öldürmeye niyetleniyorlar. İbni Mülcem ise İmam Ali’yi öldürmeye gönüllü oluyor. Oysaki İbni Mülcem İle İmam Ali’nin tanışıklığı o gün başlamıyordu. İmam zaten katilini biliyor, öleceği günü biliyordu. Resulullah (saa) zaten ona bunları söylemişti. Ve böylece imam katilini gördüğü an olacaklardan haberdardı. Bunu tanışıklığının ilk başında İbni Mülcem’e de iletmişti. İbni Mülcem başlarda imamı sevse de sonrasında olaylar böyle gelişmedi. İbni Mülcem Kûfe’ye gelmiş ve imamı öldürmek için alt yapılarını hazırlamaya başlamıştı. Bu sırada İbni Mülcem Kûfe’de bir kadına tutuluyor. Kadının babası ve kardeşi de imama karşı savaşta hariciler tarafındayken ölüyor. Kadının imama bu sebeple oldukça büyük bir kini var. İbni Mülcem ile olan muhabbeti zamanla artarken kendisi ile evlenmesinin şartını imamın kanı olarak gösteriyor. Ve bu konuda ona kılıca sürmesi için zehir vererek destekliyor.. Ve aylardan Ramazan ayı oluyor. Bu sırada imam Kûfe’de sohbet ediyor. İmam Muhammed bin Hanefiye sesleniyor. ‘’Ramazan ayından kaç geçti?’’ Babasına buyuruyor. 13 gündür diyor. İmam tekrar soruyor oğlum Hüseyin böyle midir? İmam Hüseyin buyuruyor. “Evet babacım bu aydan 17 gün kaldı..” İmam biliyordu. Zamanın yaklaştığını. Elini sakalına götürerek dedi ki ‘’Oğullarım yakındır bu ak sakalların kızıl kana boyanacağı gün.’’ İmam gün sayıyordu. Gerçekten bu dünyadan çok çekmişti. Dünyanın zulmüne, ikiyüzlülüğüne, insanların ihaneti çok olmuştu. La ilahe illallah dediği halde nefislerini ilah edenler çoktu. İmama yapılan en büyük zulüm ona indirilen kılıç değildi. İmam yapılan en büyük zulüm ümmetin onu tanımamasıydı. Bugünde devam ediyor bu. Bir Ali’den bahsediliyor. Allah’ın aslanı, cesaretli bir yiğit, halifeden..“İmam Ali (s.a)” diyoruz. Biz hiç bir halifeye veya sahabeye “ İmam” sıfatı getirmiyoruz değil mi? Onu çok özel yapan durum; O, peygamberin halifesidir. Peygamberden sonraki bu ümmetin başı İmam Ali (s.a)’dir. Fakat bunlara rağmenİmam sıradan, iyi bir Müslüman olmanın ötesindeki bir konuma geçirilmedi!Öylesine zülüm gördü ki aslında İmam bunlardan. Makamı anlaşılmasın diye fırsat verilmeyen, önü kapatılan, inandım diyenlerin ihanetiyle yorulan bir Aliydi o… Ramazan ayının 18. Gecesini 19 a bağlayan gecede, 19. Gecesinde İmam Ali Rabb’ine kavuşacak diye heyecanlanıyordu. O gün kızı Ümmü Gülsüm de iftardaydı. Fakat imam sürekli semaya bakıp zikir çekiyor, dolaşıyor zikir çekiyor. Kızı soruyor “baba benim evime misafir olduğunda seni böyle hiç görmemiştim. Neden bu gece böyle yaparak beni kederlendiriyorsun?” İmam diyor ki vakit yaklaşıyor. İmam evden çıkarken bahçedeki kazlar imama yapışıyor. Ümmü Gülsüm anlıyor o gece babamın beklediği gecedir diye. Kızı diyor ki “bu sabah namazına giderken kardeşlerimle git korusunlar.” İmam buyuruyor. “Allah’ın takdiriyse kim etrafımda beni korumaya gelse de bir sonuç ifade etmez.” Camiye varıyor ezan okuyor. Ardından içeri giriyor. Camide birileri yatıyordu. Yatanlardan biri katili İbni Mülcem idi. Pusuda bekliyordu. Oysa imam haberdardı. Geldi uyardı kalkın namaza diye. Bu sırada bile uyarıyor “yüz üstüne yatma şeytanın şeklidir.” Katilini uyarıyor..Ve namaz başlıyor. Secdeye gidiyor. Ve kılıç iniyor. Bu sırada katili “ Hüküm ancak Allah’ındır, hüküm senin değildir ey Ali!” diyor. Kılıç yaraladıktan sonra imam diyor “ Kâbe’nin Rabbine hamdolsun ben rahatladım.” Sonrasında İmam Ali’yi evine götürüyorlardı. O sırada Onun kollarında tutanlara dedi ki bırakın kendim yürüyeyim kızım Zeynep beni böyle görmesin. Fakat o Zeynep Kerbela da neler görecekti neler! İmama zehirli kılıç darbesinden dolayı süt içmesi tavsiye ediliyor o sıra ve imam ölüm döşeğinde iken bile katili için oğullarına uyarıda bulunuyordu. Ona da bakıyor musunuz?” diye. “Onu korkutmayın” diye uyarıda bulunuyordu. Var mıdır katiline böylece merhamet edecek? Ve vasiyet ediyor. “Kalırsam ben ne yapacağımı bilirim. Sağ kalmazsam ise birden fazla vurmayın.” İmam 21 gecesi şehit düşmüştür. Darbe aldıktan 2 gün sonra. 21 gecesinin Kadir gecesi olduğuna dair rivayetlerde vardır. Bunu destekleyecek olgularda. Kadir gecesi nedir? Kur’an’ın nazil olduğu gecedir. Samid Kur’an bir gecede nazil olmuştur. Natık Kur’an o gecede dünyadan gitmiştir. O gece iki Kur’an’ın gecesidir… Samid olan o gece peygambere nazil oluyor. Natık olan şahadet şerbeti içiyor. Fakat Bilincini yitirmiş bu sözde müslümanlar, İmam’a ve misyonuna saldırmakla Kur’an’a saldırdığının farkında değillerdi.Kur’an’a saldırmakla da kendi imanına saldırdığının farkında değillerdi. Ramazan ayının tüm yönleri bu mübarek ayda ele alınırken, günümüzde bu önemli gecelerin her kesim tarafından zikredilmemesinin sebebi nedir…? Bu bizleri düşündürtmeli. Niye gizleniyor niye hatırlanmak istenmiyor. Herkes imamı severken niye şehadeti anılmıyor?? Bu bir tarihsel olaydan ibaret değil, bu iman meselesi, bu bir Allah’ın farzı ehlibeyti sevmek, bilmek, anlamak.. Ali’nin kapısından girmeyen, peygamberinin şehrine mi varırdı? Şehid düşmeden önce Oğlu Hasan’a vasiyette bulunuyor, ‘’oğul beni gece defnet. Defnederken tabutun önünü boş bırak.’’ İmamın cenazesi bulunmasın diye 700 tane mezar kazılmıştır. Bulunursa dillerimiz dönmeyeceği ihtimaller söylenmiştir çünkü. 190 sene sır kaldı mezar yeri. Defin için Necef’e geldiklerin de tabutun başı yere çöktü. Hasan (a.s) dedi burayı kazın. Kazınca bir levha çıkıyor. Levhada İbranice ‘’Bu o kabirdir ki tufandan önce Nuh kendi kardeşi Ebu Talip oğlu Ali için hazırlamıştır.’’ İmamın mezarı Nuh(as) tarafından hazırlanmıştır. Burası çok etkileyici.. Zer âleminden başlayan bir çizgi bu. Hedefe giden tek bir doğru yol olduğu her şeyin başlamasından önce biliniyor. İşte burada bize imameti düşünmek düşüyor. İmam rıza, imametle ilgili şöyle buyuruyor “Hz. Resulullah (s.a.a) da dünyadan göçmeden önce, ümmetine dinin öğretilerini beyan buyurdu. Yollarını onlara açıkladı. Onları hak yolunun ortasında bıraktı. Hz. Ali (a.s)’ı onlara bir örnek ve imam olarak tayin edip, ümmetin muhtaç olduğu hiç bir konuyu açıklamadan gitmedi. Kim, Allah Teâlâ’nın dinini kâmil kılmadığını zannederse, Allah’ın kitabını reddetmiş olur, kim de Allah’ın kitabını reddederse, onu inkâr etmiş olur.” Ve ekledi ‘’ İmamet dinin tamamlanmasıdır.’’ O hâlde imamet makamı Hz. Peygamber (s.a.a)’e özgü idi. O da Allah Teâlâ’nın emriyle, Allah Teâlâ’nın ona çizip farz kıldığı şekilde, onu Hz. İmam Ali (a.s)’a bıraktı ve sonra da Allah Teâlâ’nın: ‘Ve kendilerine ilim ve iman verilen kimseler, onlara derler ki: Allah’ın kitabında kıyamet gününe kadar bırakıldınız…’ (Rum Suresi:56) kavli gereğince, Hz. İmam Ali (a.s)’ın kendilerine ilim ve iman verilen seçilmiş zürriyetine ait oldu. Dolayısıyla, kıyamet gününe kadar bu makam, yalnızca Hz. Ali (a.s)’ın evlâtlarında olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed’den sonra artık bir peygamber yoktur. Geçmişte ki olayları böylece inceledim. Hataları, bilinçsizlikleri, nefislerin doğurduğu sonuçları gördüm. Nefislerin terbiye edilmesi gereken bu günlerde yani içinde bulunulan Ramazan ayında ben hatalardan ders çıkaran bir Müslüman olmak istiyorum. Çünkü o zamanın imamı Ali (a.s) iken benim zamanımın İmamı da İmam Mehdi (a.f).. Bu durumda anladığımız o ki; İmam Ali(as) imamet zincirinin ilk halkası yani tüm imamların babası, İmam Mehdi (as) de imamet zincirinin son halkası ve yani en son vasi oluyor. Yani yine bir imtihan var ve devam ediyor. Yine bir tanıma yine bir sadakatlik var. Ben bu konuda dikkatli olmak istiyorum. Ben tarih tekerrür etmesin istiyorum. Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ediyordu, ve ben Onun her dediği vahye dayalı ve kendisine itaat farz iken bu “Emrini” ciddiye alıyorum. Ben atalarımın yaptığı günahlardan beriyim. Ben o gün orada olsaydım kesinlikle imam Ali (as)’nin yanında olurdum. Peygamberinin(saa) ve kızı Fatıma(as)’nın şahitliğini asla inkâr etmezdim. Ayrıca oradakiler gibi hem biat edip hem de biatimi inkâr edenlerden olmazdım. Kesinlikle imam Ali(as)’nin kadir kıymetini bilirdim. Sonuna kadar yanında dimdik dururdum. Gadir Hum gününde İmam Ali(as)’nin şahsında on iki imam’ın eli kaldırılmıştı. Ve ben bu zaman dilimindeyim. Ve ben iddialarımda samimi olduğumu göstermek adına zamanımın imamı İmam Mehdi (as)’nin elini sımsıkı tutarsam, onun şahsında tüm imamların elini tutmuş ve dolayısıyla Peygamber(saa)’ime de sadık kalmış olacağımı biliyorum.Ve tutuyorum.Ve Gadir Hum günü biatini tazeliyorum. Söylenmiş olan son vasiyi tanıyorum. Ve İmam Mehdi (as)’nin kadir kıymetini bileceğime, onu suiistimal etmeyeceğime dair kendime uyarılarda bulunuyorum. Her çağın imamına sadık dostlar elbette vardı ben zamanın Alisi, İmam Mehdi (a.s) sadık dostları arasında olmaya niyet ediyorum. “Allah’ım! Eğer benimle onun arasında kulların için kesin kıldığın ve takdir ettiğin ölüm engel oluşturursa beni kefenimi kendime gömlek yaparak, kılıcımı kınından çıkararak, mızrağımı elime almış, -hakka- davet edenin şehirde ve diyardakilere yönelen davetine lebbeyk diyerek mezarımdan dışarı çıkar.Allah’ım! O değerli yüzü ve beğenilmiş parlaklığı bana göster. Ona bir bakışla gözüme -nur ve ebediyet- sürmesi sür. Zuhurunu çabuklaştır, çıkışını kolaylaştır, yolunu genişlet, beni onun hüccetli yolunda yürüt, emrini geçerli kıl, sırtını güçlendir. Allah’ım! Onunla beldelerini bayındırlaştır, onunla kullarını dirilt. Sen buyurdun ki -senin sözün haktır-: “Karada ve denizde insanların ellerinin kazandığı fesat zuhur etti” Allah’ım! O halde her batıla karşı zafere ulaşması ve onu yırtması -yok etmesi-, hakkı sabit kılması ve ayakta tutması için senin velin ve senin peygamberinin ismiyle adlananı ve senin peygamberinin kızının oğlunu bize göster. Onu zulme uğrayan kullarının sığınağı, senden başka kendisine yardımcı bulamayanın yardımcısı, kitabının uygulanmayan hükümlerini yenileyici, dininin şiarlarını ve peygamberinin sünnetlerini sağlamlaştırıcı kıl. Allah’ım! Onu zalimlerin kötülüklerinden koruduğun kimselerden kıl. Allah’ım! Peygamberin Muhammed’i onu ve onun davetini izleyenleri görmekle sevindir ve ondan sonraki bizim zavallı halimize merhamet et. Allah’ım! Onun zuhuruyla bu gamı bu ümmetten gider. O hazretin muhaliflerin uzak gördüğü, bizim ise yakın gördüğümüz zuhurunu çabuklaştır; merhametinin hakkı için ey merhametlilerin en merhametlisi!” (Ahd Duasından bir bölüm) Ve son olarak Ya Ali! Ancak senin için ağıt yakan bizler şehadet ederiz ki; sen, Hüccetulah’sın, Veliyullah’sın, Halifetullah’sın. Doğduğun güne, yaşadığın günlere, şehid olduğun güne selam olsun. Rabbim bizleri seninle beraber haşr eylesin. İlahi âmin. ZEYNEP TURAN

BÜYÜK GÜNAHLAR, BÜYÜK DERTLERDİR!
Mecma-ul Beyan tefsirinde verilen bilgiye göre Abdulazim b. Abdullah-il Hasanî, Ebu Cafer Muhammed b. Ali’den (a.s), o da babası Ali b. Musa Rıza’dan (a.s) rivayet ettiğine göre İmam Musa Kazım (as) şöyle buyurmuştur:
“Amr b. Ubeyd-il Basrî, İmam Sadık’ın (a.s) yanına geldi. Selam verip oturduktan sonra, ‘Onlar ki, büyük günahlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar.’ (Şûrâ, 37) ayetini okudu ve sustu. İmam ona, ‘Niçin sustun?’ diye sordu. Amr, ‘Büyük günahları Allah’ın kitabından öğrenmek istiyorum.’ dedi. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s) şöyle dedi: Tabi ey Amr!
[1-] Büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah, kendisine şirk koşmayı affetmez.’ [Nisâ, 48]‘Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer de cehennemdir.’ [Mâide, 72]
[2-] Sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden sadece kâfirler ümit keser.’ [Yûsuf, 87] buyuruyor.
[3-] Sonra Allah’ın tuzağından emin olmak gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Hüsrana uğrayanlar dışında hiç kimse Allah’ın tuzağından emin olamaz.’ [A'râf, 99] buyuruyor.
[4-] Büyük günahlardan biri de ana-babaya asi olmaktır. Çünkü yüce Allah, ana-babaya asi olan kimseyi ‘bedbaht bir zorba’ olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Zorba ve kötülük düşkünü biri olmaktan uzak tuttu.’ [Meryem, 32]
[5-] Büyük günahlardan biri de öldürülmesi haram olan bir insanı haksız yere öldürmektir. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.’ [Nisâ, 93] buyuruyor.
[6-] Namuslu ve iffetli kadınlara zina iftirası atmak, zina isnadında bulunmak. Çünkü yüce Allah, ‘Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir ve onlar için çok büyük bir azap vardır.’ [Nûr, 23] buyuruyor.
[7-] Yetimlerin malını yemek. Çünkü yüce Allah, ‘Yetimlerin mallarını haksızla yiyenler…’ [Nisâ, 10]buyuruyor.
[8-] Savaştan kaçmak. Çünkü yüce Allah, ‘Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir bölüğe ulaşma dışında o gün kim kâfirlere arka çevirirse, muhakkak ki o, Allah’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir.’ [Enfâl, 17] buyuruyor.
[9-] Faiz yemek. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Faiz yiyenler, ancak şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar.’ [Bakara, 275] ‘Eğer (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafından açılan bir savaştan haberiniz olsun.’ [Bakara, 279]
[10-] Büyücülük ve sihir. Çünkü yüce Allah, ‘Oysa onlar büyü satın alanın ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı.’ [Bakara, 102] buyuruyor.
[11-] Zina etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bunları yaparsa, günahı(nın cezasını) görür. Kıyamet günündeyse azabı kat kat arttırılır ve alçaltılmış olarak ebediyen azapta kalır.’ [Furkan, 69] buyuruyor.
[12-] Yalan yere yemin etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele satanların ahirette hiçbir (sevap) payı olmaz.’ [Âl-i İmrân, 77] buyuruyor.
[13-] Ganimet mallarında yolsuzluk yapmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim (ganimet mallarına) hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle gelir.’ [Âl-i İmrân, 161] buyuruyor.
[14-] Farz olan zekâtı vermemek. Çünkü yüce Allah, ‘O gün (biriktirdikleri altınlar ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak.’ [Tevbe, 35] buyuruyor.
[15-] Yalancı şahitlik ve şahitlik yapmaktan kaçınmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim şahitliği gizlerse, (bilsin ki) onun kalbi günahkârdır.’ [Bakara, 283] buyuruyor.
[16-] İçki içmek. Çünkü yüce Allah onu putlara tapmakla denk saymıştır.
[17-] Bilerek namazı veya başka bir farzı terk etmek. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘Kim bilerek namazı terk ederse, Allah’ın ve Peygamberin zimmeti (güvencesi) dışında kalır.’
[18-19-] Ahdi bozmak (verdiği sözü tutmamak) ve akrabalık bağını koparmak. Çünkü yüce Allah, ‘Onlara (ahdi bozan ve akrabalık bağını koparanlara…) lânet ve kötü bir yurt vardır.’ [Ra'd, 25] buyuruyor.
İmam Musa Kâzım (a.s) devamla şöyle buyurdu: “Daha sonra Amr b. Ubeyd, hüngür hüngür ağlayarak İmam Sadık’ın (a.s) yanından ayrıldı ve ayrılırken de şöyle dedi: Kendi görüşüne dayanarak fetva verenler ile fazilette ve ilimde size rakip çıkanlar (sizinle tartışmaya kalkışanlar) helâk oldu.” (c.2, s.84, Usûl-i Kâfî, c.2, s.285, h:24)
“Amr b. Ubeyd-il Basrî, İmam Sadık’ın (a.s) yanına geldi. Selam verip oturduktan sonra, ‘Onlar ki, büyük günahlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar.’ (Şûrâ, 37) ayetini okudu ve sustu. İmam ona, ‘Niçin sustun?’ diye sordu. Amr, ‘Büyük günahları Allah’ın kitabından öğrenmek istiyorum.’ dedi. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s) şöyle dedi: Tabi ey Amr!
[1-] Büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah, kendisine şirk koşmayı affetmez.’ [Nisâ, 48]‘Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer de cehennemdir.’ [Mâide, 72]
[2-] Sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden sadece kâfirler ümit keser.’ [Yûsuf, 87] buyuruyor.
[3-] Sonra Allah’ın tuzağından emin olmak gelir. Çünkü yüce Allah: ‘Hüsrana uğrayanlar dışında hiç kimse Allah’ın tuzağından emin olamaz.’ [A'râf, 99] buyuruyor.
[4-] Büyük günahlardan biri de ana-babaya asi olmaktır. Çünkü yüce Allah, ana-babaya asi olan kimseyi ‘bedbaht bir zorba’ olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Zorba ve kötülük düşkünü biri olmaktan uzak tuttu.’ [Meryem, 32]
[5-] Büyük günahlardan biri de öldürülmesi haram olan bir insanı haksız yere öldürmektir. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.’ [Nisâ, 93] buyuruyor.
[6-] Namuslu ve iffetli kadınlara zina iftirası atmak, zina isnadında bulunmak. Çünkü yüce Allah, ‘Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünyada ve ahirette lânetlenmişlerdir ve onlar için çok büyük bir azap vardır.’ [Nûr, 23] buyuruyor.
[7-] Yetimlerin malını yemek. Çünkü yüce Allah, ‘Yetimlerin mallarını haksızla yiyenler…’ [Nisâ, 10]buyuruyor.
[8-] Savaştan kaçmak. Çünkü yüce Allah, ‘Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir bölüğe ulaşma dışında o gün kim kâfirlere arka çevirirse, muhakkak ki o, Allah’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varılacak yerdir.’ [Enfâl, 17] buyuruyor.
[9-] Faiz yemek. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Faiz yiyenler, ancak şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar.’ [Bakara, 275] ‘Eğer (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulü tarafından açılan bir savaştan haberiniz olsun.’ [Bakara, 279]
[10-] Büyücülük ve sihir. Çünkü yüce Allah, ‘Oysa onlar büyü satın alanın ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı.’ [Bakara, 102] buyuruyor.
[11-] Zina etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Kim bunları yaparsa, günahı(nın cezasını) görür. Kıyamet günündeyse azabı kat kat arttırılır ve alçaltılmış olarak ebediyen azapta kalır.’ [Furkan, 69] buyuruyor.
[12-] Yalan yere yemin etmek. Çünkü yüce Allah, ‘Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele satanların ahirette hiçbir (sevap) payı olmaz.’ [Âl-i İmrân, 77] buyuruyor.
[13-] Ganimet mallarında yolsuzluk yapmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim (ganimet mallarına) hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle gelir.’ [Âl-i İmrân, 161] buyuruyor.
[14-] Farz olan zekâtı vermemek. Çünkü yüce Allah, ‘O gün (biriktirdikleri altınlar ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılacak ve onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak.’ [Tevbe, 35] buyuruyor.
[15-] Yalancı şahitlik ve şahitlik yapmaktan kaçınmak. Çünkü yüce Allah, ‘Kim şahitliği gizlerse, (bilsin ki) onun kalbi günahkârdır.’ [Bakara, 283] buyuruyor.
[16-] İçki içmek. Çünkü yüce Allah onu putlara tapmakla denk saymıştır.
[17-] Bilerek namazı veya başka bir farzı terk etmek. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: ‘Kim bilerek namazı terk ederse, Allah’ın ve Peygamberin zimmeti (güvencesi) dışında kalır.’
[18-19-] Ahdi bozmak (verdiği sözü tutmamak) ve akrabalık bağını koparmak. Çünkü yüce Allah, ‘Onlara (ahdi bozan ve akrabalık bağını koparanlara…) lânet ve kötü bir yurt vardır.’ [Ra'd, 25] buyuruyor.
İmam Musa Kâzım (a.s) devamla şöyle buyurdu: “Daha sonra Amr b. Ubeyd, hüngür hüngür ağlayarak İmam Sadık’ın (a.s) yanından ayrıldı ve ayrılırken de şöyle dedi: Kendi görüşüne dayanarak fetva verenler ile fazilette ve ilimde size rakip çıkanlar (sizinle tartışmaya kalkışanlar) helâk oldu.” (c.2, s.84, Usûl-i Kâfî, c.2, s.285, h:24)

RECEP AYINA YÖNELİK HER GÜN OKUYABİLECEĞİMİZ BİR DUA;
İMAM MEHDİ’DEN (A.F) ÖĞRENELİM!
“Ey hiçbir keyfiyetle vasıflanmayan; hiçbir mekânda yer tutmayan; bütün gözlerden gizli kalan (Rabbim)! Ey ebedi varlık, ey varlıkları ayakta tutan ve bilinen her şeyi bilen, Muhammed ve Ehlibeyt’ine, seçilmiş kullarına, perde arkasında tuttuğun insanlara, yakın meleklerine ve emrine hazır dilsizlere rahmet et ve bu yüce recep ayımızı ve ondan sonra gelecek olan haram (hürmetli) ayları bizlere mübarek kıl.
Bu ayda nimetlerini bize bollaştır; kısmetimizi çoğalt ve bereketli kıl; en azametli, en yüce ve değerli ismin hakkına; öyle bir isimdir ki o, gündüze koyduğunda aydınlandı; geceye koyduğunda karardı. (Allah’ım!) Senin bildiğin ve bizim bilmediğimiz kötü amellerimizi bağışla. Bizi en iyi şekilde günahlardan koru. Kendi takdirinle bize yeterli ol.
Bize iyi bakışınla minnette bulun; bizi kendinden başkasına bırakma; hayrına ulaşmamızı önleme; bizim için yazdığın ömrümüzü bereketli kıl; içimizdeki kötülükleri ıslah et; bizi kendi azap ve gazabından koru; bize iyi bir imanla amel etmeyi nasip buyur; bizi oruç ayına (Ramazan’a) ve ondan sonra gelecek günler ve yıllara (sağlıkla) ulaştır ey celâl ve kerem sahibi (Allah)!”
Mefatihu’l Cinan Kitabı/ Şeyh Abbas Kummî, s.313
“Ey hiçbir keyfiyetle vasıflanmayan; hiçbir mekânda yer tutmayan; bütün gözlerden gizli kalan (Rabbim)! Ey ebedi varlık, ey varlıkları ayakta tutan ve bilinen her şeyi bilen, Muhammed ve Ehlibeyt’ine, seçilmiş kullarına, perde arkasında tuttuğun insanlara, yakın meleklerine ve emrine hazır dilsizlere rahmet et ve bu yüce recep ayımızı ve ondan sonra gelecek olan haram (hürmetli) ayları bizlere mübarek kıl.
Bu ayda nimetlerini bize bollaştır; kısmetimizi çoğalt ve bereketli kıl; en azametli, en yüce ve değerli ismin hakkına; öyle bir isimdir ki o, gündüze koyduğunda aydınlandı; geceye koyduğunda karardı. (Allah’ım!) Senin bildiğin ve bizim bilmediğimiz kötü amellerimizi bağışla. Bizi en iyi şekilde günahlardan koru. Kendi takdirinle bize yeterli ol.
Bize iyi bakışınla minnette bulun; bizi kendinden başkasına bırakma; hayrına ulaşmamızı önleme; bizim için yazdığın ömrümüzü bereketli kıl; içimizdeki kötülükleri ıslah et; bizi kendi azap ve gazabından koru; bize iyi bir imanla amel etmeyi nasip buyur; bizi oruç ayına (Ramazan’a) ve ondan sonra gelecek günler ve yıllara (sağlıkla) ulaştır ey celâl ve kerem sahibi (Allah)!”
Mefatihu’l Cinan Kitabı/ Şeyh Abbas Kummî, s.313

BUGÜNKÜ HUTBEMİZ İMAM ALİ’DEN (AS) OLSUN MU?
192. HUTBE
Bu hutbe El-Kasia (hakir görme) olarak adlandırılır. Bu hutbe İblis’i lanetlemesi, onun böbürlenip Âdem’e secde, etmeyerek ilk kez cahiliye asabiyetini ortaya atmasını kınaması ve insanları onun yolunu takip etmekten sakındırması konularını kapsamaktadır.
“Hamd, izzet ve kibriya sahip olan, bu iki sıfatı yarattıklarına vermeyen Allah’a mahsustur. Onları kendisi ile başkaları arasında bir sınır kıldı, yüce zatı için seçti. Kullarından bu iki şeyde onunla çelişenlere lanet etti.
Sonra boyun eğip itaat edenlerle büyüklük taslayanları birbirinden ayırmak kendisine yakın kıldığı melekleri onlarla imtihan etti. Münezzeh olan Allah kalplerde gizleneni, engellerin arkasındaki gaybi bildiği halde şöyle dedi: “Çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip, ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin. Meleklerin hepsi toplu olarak secde ettiler. Ancak İblis hariç.”(Sad: 74) O gereksiz yere kıskandı ve Âdem’e karşı yaratılışıyla övündü, onun aslına karşı asabiyet güttü. O asabiyet davasında aşırılığa gidenlerin önderi, büyüklenenlerin öncüsü, Allah’ın düşmanıdır. O asabiyetin temelini kurdu. Zorbalıkla Allah’la çekişmeye kalkıştı; izzet libasına büründü, tevazu maskesini çıkardı.
Allah’ın onu büyüklenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü, kendini yücelttiğinden dolayı nasıl alçalttığını, böylece dünyada kovulmuş kıldığını, ahirette de kendisi için alevli ateş hazırladığını görmüyor, düşünmüyorsunuz!
Allah Âdem’i ışığı gözleri alan, görünüş güzelliği akılları durduran ve kokusu nefesleri kesen bit nurdan yaratmak isteseydi yaratırdı; böylece boyunlar ona eğilir, meleklerin imtihanı hatiflerdi. Fakat Allah; birbirinden ayırmak, büyüklenenleri içlerinden kovmak ve kendini beğenmişleri onlardan uzaklaştırmak için yarattıklarını aslını bilmedikleri bazı şevlerle imtihan etmektedir.
O halde Allah’ın şeytana yaptığından ibret alın. Öyle ki uzun amelini, yoğun çabalarını boşa çıkardı. Allah’a altı bin sene -dünyanın yılları mı, yoksa (her günü bin yıl olan) ahiretin yılları mı bilinmez- ibadet etti, ama bir anlık tekebbür ile hepsini boşa çıkardı. İblisten başka, onun gibi bir günah işledikten sonra kim Allah karşısında emanda kalabilir? Hayır! Münezzeh olan Allah, bir meleğin cennetten çıkmasına sebep bildiği bir ameli, bir beşerin cennete girmesine sebep kılmaz. Şüphesiz yerdekiler için de göktekiler için de hükmü birdir. Âlemlere haram kıldığı bir yasağın mubah kılınması hususunda Allah, yarattıklarından hiç kimseye müsamaha göstermez.
Ey Allah’ın kulları! Allah’ın düşmanının (İblis’in) hastalığını size bulaştırması, çağrısıyla sizi tahrik etmesi, atlı yaya askerleriyle sizi kendine çekmesi konusunda uyanık olun. Ömrüme andolsun, sizi azaba düşürmek için korkunç yayını hazırladı. Sizi pek şiddetli bir çekişmeye düşürdü. Yakın bir yerden sizi oklamaya koyuldu. İblis, “Rabbim, beni azdırdığın için, onlara yeryüzünü süslü göstereceğim ve hepsini azdıracağım”(Hicr: 39) demiştir. Bu sözüyle karanlıkta uzak bir hedefi oklamış, doğru olmayan bir zanda bulunmuştur. Onu hamiyet (gereksiz kıskançlık) davasının oğulları, asabiyetçiliğin kardeşleri, kibir ve cahiliye meydanında at koşturanlar tasdik etmiştir. Ta ki asileriniz ona uydu, size karşı tamahı, hırsı arttı. Böylece gizli olan iş, apaçık ortaya çıktı, üzerinizdeki otoritesi güçlendi. Ordusunu üstünüze sürdü, sizi zillet sığınaklarına sürükledi, ölümden ölüme uğrattı, ağır yaralarınızı çiğnedi, gözlerinizi mızrakladı, boğazınızı kesti, burunlarınızı kırdı, sizi mahvetmeye yöneldi, burunlarınıza kahır halkası takarak sizin için hazırlanmış olan ateşe sevk etti.
O halde şeytan dininiz için en büyük müşkül ve dünyanız için fitne körükleyen bir kimsedir. O büyük düşman saydığınız ve yenmek için üzerine yürüdüğünüz düşmandan daha tehlikelidir. Ona karşı hışmınızı/gazabınızı bileyin, onunla tüm ilişkilerinizi kesin. Allah’a andolsun, o atanıza karşı övünmüş, sayınızı küçümsemiş, soyunuzu yermiştir. Atlılarını üzerinize sürmüş, yayalarını yolunuza dikmiş, her yandan sizi avlamakta, ellerinizi kesmektedir. Hileyle korunamazsınız, yeminle def edemezsiniz. Zillet içinde dar bir daireye kıstırılmış; ölüm meydanında ve bela gezisindesiniz. Gönlünüzde gizlediğiniz şu asabiyet ateşini, cahiliye kinini söndürün. Çünkü Müslüman’daki bu yersiz kıskançlık, şeytanın tehlike, tekebbür, bozgunculuk ve üflemesindendir. Tevazuyu başlarınıza, büyüklenme duygusunu ayaklarınız altına alın, boyunlarınızdaki kibri atın. Tevazuyu kendiniz ile düşmanınız olan iblis ve askerleri arasında bir sığınak edinin. Çünkü onun her ümmetten orduları, yardımcıları, yayaları ve atlıları vardır. Allah kendisine hiç bir üstünlük vermediği halde, şeytanın burnuna üflediği kibirle, kalbindeki öfkeyle tutuşan büyüklük ateşine düşüp nefsindeki haset düşmanlığı yüzünden, kardeşine (Habil’e) kibirlenen kişi (Kabil) gibi olma. Allah kibri yüzünden onu cezalandırdı, pişmanlığa düşürdü, kıyamete kadar adam öldürenlerin günahından onu da sorumlu tuttu.
Dikkat edin azgınlıkta ileri gittiniz ve yeryüzünde bozgunculuk ettiniz. (Çünkü) Allah’a açık düşmanlık ettiniz ve müminlerle savaştınız. Allah için, Allah için büyüklenme kibrinden ve cahiliye övüncünden vazgeçin. Her ikisi de kinin asısı, şeytanın üfürüğü, onlarla geçmiş zamanlardaki ümmetleri aldattığı şeydir. Sonunda kolayca istediği yere sürülerek ve ona teslim olarak cehalet karanlıklarına ve sapıklık çukurlarına daldılar. Bu işte (kibir ve asabiyette) kalpler birbirine benzemiş ve yıllarca bu hal üzere yaşamışlardır. Hâlbuki kibir, göğüsleri daraltıp sıkıntıya düşürür.
Dikkat edin, dikkat edin! Makamıyla övünen, nesebiyle başkalarına karşı büyüklenen, kazasına karşı koyarak ve nimetlerini görmezlikten gelerek Rablerine çirkin şeyler isnat eden ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr eden büyüklerinize ve idarecilerinize itaat etmekten sakının. Çünkü onlar, asabiyet esas sütunları, fitne binasının temeli, cahiliye devri övüncünün kılıçlarıdır.
O halde Allah’tan korkun; verdiği nimetlere karşı gelmeyin, bahşettiği üstünlüklere haset etmeyin. Saf suyunuza bulanık sularını katıp içtiğiniz, sıhhatinize hastalıklarını karıştırdığınız, hak inancınıza batıllarını girdirdiğiniz nesebi şüpheli kimselere uymayın. Onlar fışkın temeli, isyanın ayrılmaz parçalarıdır. İblis onları sapıklık binekleri ve insanların üzerine saldığı ordu edinmiştir. İblisin tercümanıdır onlar, onların dili ile konuşur. Böylece akıllarınızı çeler, gözlerinize girer, kulaklarınıza fısıldar. Sonunda sizi oklarına hedef, ayaklarının bastığı yer, ellerinin tuttuğu şey yapar.
Allah’ın azaba ve belaya uğrattığı sizden önceki büyüklenen ümmetlerin başlarına gelenlerden ve uğradıkları cezadan ibret alın. Toprağa değen yanaklarından ve toprağa uzanmış yanlarından öğüt alın. İbret alın. Zamanın musibetlerinden Allah’a sığındığınız gibi, kibir aşısından Allah’a sığının. Allah, kullarından birinin kibirde bulunmasına izin verseydi, onu nebileri ve evliyası arasından seçerdi. Fakat onlara büyüklük taslamayı kötü gördü, onlar için tevazuya razı oldu. Onlar da yanaklarıyla yere kapandılar, yüzlerini toprağa dayadılar. Kanatlarını müminler için yaydılar. Onlar, mustazaf bir topluluktu. Allah onları açlıkla denedi, meşakkatlere, korkulara uğratarak imtihan etti. Onları zorluklarla halis kıldı. Mal ve oğul sahibi olmayı, Allah’ın gazap veya rızasına ölçü saymayın. Zira bu kudret ve zenginliğin imtihan için verildiğini bilmemektir.
Allah, “Kendilerine mal ve oğullar vermekle onlara iyilik etmekte acele ettiğimizi mi sanıyorlar; hayır onlar şuurunda değiller.”(Mü’minun: 55-56) buyurmuştur. Allah, büyüklenen kullarını, onların gözlerinde zayıf olan dostlarıyla sınamaktadır. İmran oğlu Musa, kardeşi Harun ile birlikte, sırtlarında yünden elbiseler, ellerinde asalar olduğu halde Firavun’un yanma gitti. Ona, eğer hakka teslim olursa saltanatının süreceğini ve kudretinin devam edeceğini söylediler. Firavun: “Fakirlik ve çaresizlik içinde olduklarını gördüğünüz şu ikisinin bana saltanatımın ve üstünlüğümün devam edeceğini söyleyip şart koşmalarına şaşmıyor musunuz?” dedi. Altın sahibi olmayı bir büyüklük, yün giyinmeyi alçaklık saydı da “Neden onlara altın bilezikler verilmemiş?” dedi. Münezzeh olan Allah dileseydi, nebilerini gönderdiği zaman altın definelerini, altın madenlerini ihsan eder; bağlar, bahçeler verir; onların etrafına göğün uçan kuşlarını, yerin vahşi hayvanlarını toplardı. Fakat bunu yapsaydı imtihan ortadan kalkar, cezalar boşa gider, vaatler yok olurdu. O zaman da denenip kazananlara ecirleri verilmez; müminler, Muhsinlerin sevabını elde edemez; isimler, anlamlarına uygun olmazdı. Fakat Allah, elçilerini iradelerinde güç sahibi kıldı, görenlere karşı hallerini zayıf gösterdi. Gözleri, gönülleri dolduran bir kanaat, kulaklara ve gözlere eza olan bir yokluk verdi.
Eğer elçiler, karşı konulmaz bir kuvvete, başa çıkılmaz bir üstünlüğe ve görenlerin başlarını çevirecekleri bir saltanata sahip olsalardı ve insanlar kendilerine gelmek için her taraftan sefer hazırlığı halk öğütlerini daha kolay kabul eder, onlara karşı durmazlar ve düştükleri korkudan veya kendilerine meylettiren bir rağbetten dolayı iman ederlerdi. Bu takdirde de insanların niyetlerinde bir ortaklık olur, iyilikler paylaşılırdı. Ancak münezzeh olan Allah peygamberlerine uymayı, kitaplarını tasdik etmeyi, kendisine huşu etmeyi, emrini kabul etmeyi ve itaatine teslim olmayı kendisine has kılmış ve başka şeylerle karışmasını dikmemiştir. Bela ve imtihan ne kadar büyük olursa, sevabı ve ödülü de o kadar çok olur.
Allah’ın Âdem’in (a.s) zamanından beri bu dünyada ilk ve son bütün insanları ne kimseye zararı ve ne de faydası dokunan, görmeyen ve duymayan taşlarla denediğini görmüyor musunuz? O taşları kendine saygın bir ev ve evini de “İnsanlar için kıyam yeri” kıldı. Sonra onu, yeryüzünün taşı en çok, ot bitmez, dar bir vadide, sarp dağlar arasında, savrulan kumlar içinde, suyu az pınarların ve birbirinden kopuk köylerin bulunduğu bir bölgede kurdu. Orada ne deve, ne at, ne inek ve ne de koyun barınırdı.
Sonra, Âdem ve evladına oraya yönelmelerini emretti. Böylece orası seyahatlerin konağı, kervanların durağı oldu. Gönüllerin seyri orayadır. İnsanlar, çölleri aşarak, yükseklerden inerek, geniş yollan, yurtlarım, adalarım bırakarak oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, eziklikle hoşnutluğunu isteyerek yürürüler, koşuşurlar. Saçları darmadağın, toz toprak içinde kalırlar, elbiselerini çıkarıp arkalarına atarlar, yaratılışlarındaki güzelliklerden olan saçlarını kestirirler. Bunlar büyük bir deneme, çetin bir imtihan, apaçık bir seçim, güzel bir arıtmadır. Allah, onu rahmetine vasıta, cennetine ulaşmaya sebep kılmıştır. Allah dileseydi, hürmetli evini büyük yerleşim yerlerine yakın, bahçeler ve nehirler arasında; düz, kolay ve istikrarlı bir yerde; ağacı çok, meyvesi bol, binaları sık, köylerin bitişik ve yakın olduğu bir yerde kurardı. Kızıla çalan buğdayların, yemyeşil çayırların yetiştiği, sulak bir yerde; taze bitkilerin, güzelim suların, mamur yolların bulunduğu bir mevkide bina ederdi. Böyle yapsaydı imtihanların azlığına karşı mükafatın da az olması gerekirdi. O, yapıldığı gibi değil de; yeşil zümrüt, kızıl yakutla süslü, nurlu ışıklar saçan, parıl parıl parıldayan bir bina olarak yapılsaydı, gönüllerdeki şüphe azalır, iblisin kalplerdeki savaşı biter, insanların arasında dalgalanıp duran vesveseler giderilmiş olurdu. Kalplerindeki kibri çıkarsın, yerine ruhlarına huzu ve huzuru yerleştirsin, yüzlerine rahmet kapılarını açsın ve onlara bağışlama araçlarını kolayca versin diye Allah, kullarını çeşitli zorluklarla imtihan etmekte, sorunlarla ibadete davet etmekte ve çeşitli belalara duçar kılmaktadır.
Allah için, Allah için, bu dünyada azgınlıktan, ahirette zulmün korkunç cezasından ve kibrin kötü akıbetinden sakının. Çünkü bu (kibir), iblisin büyük av usulü, büyük tuzak şeklidir. Bu, insanların gönüllerine öldürücü zehirler gibi girerek onları zehirler; asla başarısız olmaz, hiç kimseyi vuruşunda da hata etmez. Ne âlim bilgisiyle, ne de yoksul olan yoksulluğuyla (ondan kurtulup bir yol bulabilir.) Allah mümin kullarını bundan; namazlarla, zekatlarla, farz kılınmış günlerdeki orucun gayretiyle; ellerini ayaklarını sakinleştirip gözlerini sakındırarak; nefislerini ezip gönüllerine tevazu vererek ve kendini beğenmeyi onlardan gidererek korur. Çünkü namazda, gönül alçaklığıyla yüzleri ve en değerli azalarını toprağa koyup tevazu göstermek; oruçta, karınları açlıkla terbiye ederek kibri yok etmek ve tevazuya alıştırmak; zekâtta da yerin bitirdiği ürünlerinden yeterince yararlanmak ve bunların dışındakileri miskinlere, yoksullara vermek vardır.
Bunların içinde bulunan, övünme belirtilerini yok eden, kibrin izlerini bile yasaklayan hükümlere bakın. Baktım da, cehalet hastalığına yakalanıp da kendisini kandıracak bir sebebe yapışmayan yahut sefihlerin aklına uyup da kendini bir delille bağnazlığa düşürmeyen sizden başka kimse bulamadım. Çünkü siz sebebi ve nedeni bilinmeyen bir şey hakkında bağnazlık gösteriyorsunuz. İblis de aslını delil göstererek bağnazlığa düştü. Âdem’in yaratılışını kınayarak “Ben ateştenim, sen ise topraktansın” dedi.
Ümmetlerin eşraf sınıfından olan zenginler de ellerindeki nimetler yüzünden bağnazlık gösterdiler. “Biz mal ve evlatlar bakımından çokluğuz, bize azap edilecek de değildir.”(Sebe: 35) dediler. Eğer bağnazlık gerekirse, güzel huylarda, övgüye layık amellerde ve iyi işlerde bağnazlık gösterin. Arap kabilelerinin asilleri, seçkinleri güzel ahlakla, üstün ve büyük işlerle, yüce düşüncelerle ve övgüye layık eserlerle övünürler, birbiriyle yarışırlardı.
O halde siz de komşuların hakkını korumak, ahde vefa göstermek, iyiliğe uymak, kibirden sakınmak, cömert olmak, zulümden kaçınmak, kan dökmekten korkmak, halka insaflı davranmak, öfkeyi yenmek, yeryüzünde fesat çıkarmaktan kaçınmak gibi övülen iyi huylarda bağnazlık gösterin. Sizden önceki ümmetlerin işledikleri kötülüklere, kınanan amelleri yüzünden uğradıkları belalara uğramaktan korkun. Hayırda ve serde onların durumlarını düşünün ve onlar gibi olmaktan sakının.
Hallerinin farklılığı (iyi ve kötü hallerini) düşündüğünüz zaman, her işte onların üstünlüğünü sağlayan, düşmanlarını kendilerinden uzaklaştıran, esenlik içinde yaşatan, onları nimetlere boğan; ayrılıktan çekinmek, birleşmeyi gerekli görmek, birbirini iyiye ve doğruya yönlendirip onu tavsiye etmek gibi yüceliğe ulaştıran hallerini elde etmeye çalışın. Birbirlerini yardımsız bırakmaları, kendilerini düşünmeleri, gönüllerinde birbirine kin güdüp düşmanlık beslemeleri gibi belleri kıran, güçleri zayıflatan hallerinden sakının.
Sizden önceki müminlerin halini bir düşünün! Belaya ve imtihana uğradıkları zaman halleri nasıldı? Zahmetlerin en ağırını yüklenmediler mi? Belaların en çetinine uğramadılar mı? Dünya halkı içinde halleri en sıkıntılı olan onlar değil miydi? Firavunlar, onları kul ediniyor, en kötü şekilde işkence ediyor, defalarca acılığı tattırıyorlardı; helak olmak zilletinden ve düşmanlarının üstünlüklerinden dolayı kahredilmekten bir türlü kurtulamıyorlardı. Ne onları giderecek bir hile, ne de başlarından savacak bir yol vardı. Sonunda Allah, düşmanların cefalarına kendisine olan muhabbetleri sebebiyle dayandıklarını; Allah korkusundan kendilerine yapılan kötülüklere tahammül ettiklerini gördü de onlara belanın darlığından bir çıkış yolu açtı; zilleti izzete, korkuyu güvene çevirdi. Onlara Allah katından ummadıkları yücelikler lütfedildi; mülkün sahipleri, hükmedenler, başkan ve önderler oldular.
Onların birlik içinde, dilekleri bir, gönülleri ılımlı, elleri ve kılıçları birbirlerine yardımcı, basiretleri açık ve azimlerinin tek olduğu zamanlarda nasıl olduklarına bakın; yeryüzünün efendileri olup, âlemleri idare etmediler mi? Bir de işlerinin sonunun nasıl olduğuna bakın; birbirlerinden ayrıldıkları, birlikleri bozulduğu, arzuları, gönülleri birbirlerine zıtlaştığı, çeşitli fırkalara, bölüklere ayrılıp birbirleriyle savaşmaya kalkınca da Allah onlardan keramet elbisesini soyup çıkardı, nimetlerinin genişliğini esirgedi; onlardan geriye, yalnız, içinizden ibret alanların işine yarayan hikayeler kaldı.
İsmail’in evladından, İshak oğullarından, İsrail (Yakub) oğullarından (a.s) ibret alın. Hallerinin benzerliği ne kadar çok, durumları birbirlerine ne kadar da yakındır.
Onların bölünüp ayrıldıkları zamanı düşünün, Kisralar, Kayserler, onlara nasıl da efendiler oldular! Onları dünyanın mamur yerlerinden, Irak’ın denizinden (Dicle ve Fırat’tan) ve dünyanın yeşilliklerinden çıkardılar; yalnızca çalı çırpı biten, şiddetli rüzgârların estiği ve yaşanması güç çöllere sürdüler. Onları sırtı yaralı hayvanlarla birlikte, fakir ve miskin bir halde bıraktılar. Onlar evleri açısından milletlerin en zelili idi ve yerleri en verimsiz topraklardı. Ne kendisine sığınacakları ve kendilerini hakka davet eden birileri ve ne de izzet ve şevketine dayanacakları ülfet ve birlik gölgeleri vardı. Halleri perişan, güçleri darmadağın oldu. Dağınık birçokluk halinde, şiddetli bir belaya tutulmuş kapkaranlık cehalet içindeydiler. Kızlarını diri diri toprağa gömüyor, putlara tapıyor, akrabalığı gözetmiyor, geniş bir çapta yağma ve baskınlar yapıyorlardı.
Bir de Allah’ın onlara Resulünü yollayıp nimetlendirdiği zamana bakın; diniyle itaatlerini pekiştirdi, onları daveti etrafına toplayarak uzlaşmalarını sağladı; bu dinde birleşmeleri yüzünden yücelik kanatlarını gererek nimetini üzerlerine nasıl yaydı! Türlü türlü nimetlerini, bereketlerini, hayırlarını üzerlerine akıttı. Nimetler içinde yüzenler, o nimetle yaşamanın zevkine erdiler. Güçlü bir hükümet gölgesinde işleri düzene girdi, izzet içinde yaşayacak güzel bir konuma geldiler. Sağlam, güvenilir bir güç sayesinde işleri derlenip toparlandı. Âlemlerin hâkimleri ve etraflarında iktidar sahibi oldular. Önceden kendilerini yönetenlerin işlerini kendileri idare ettiler, kendilerine hükmedenlere hükmettiler. Kimse onlara mızrak ve taş atamaz oldu.
Dikkat edin, siz ellerinizi itaat bağından çektiniz, sizin için inşa edilmiş olan Allah’ın kalesini cahiliye hükümleriyle deldiniz. Allah bu ümmetin arasını birlik ipiyle bağlamış, gölgesinde yaşayanlara dirlik düzenlik vermiş, himayesine sığınmalarını sağlamış; yarattıklarından hiç birinin kıymetini bilemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün karşılıklardan değerli bir nimet ihsan etmişti.
Bilin ki hicretten sonra çöl Arapları haline geldiniz, birbirinizi sevip dost olduktan sonra hiziplere dağılıp darmadağın oldunuz. Siz İslam’dan, isimden başka hiç bir şeye sahip değilsiniz, imandan onun şeklinden başka bir şey tanımıyorsunuz.
Cehenneme evet, utanca hayır diyorsunuz. Sanki Allah’ın hürmetlerini çiğneyerek ve Allah’ın yeryüzünde kanunlarına sınır kılıp yarattıkları arasında güvenliği sağlamak üzere sizden aldığı ahdini bozarak İslam’ı baş aşağı çevirmek istiyorsunuz. İslam’dan başkasına yönelirseniz, kafirler sizinle savaşır, artık ne Cebrail, ne Mikail, ne muhacirler ve ne de Ensar yardımınıza gelmez, ve Allah aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşmaktan başka çareniz kalmaz.
Allah’ın azabına uğrattığı kullan ile belalara, çetin olaylara düşürdüğü günlere ait önünüzde pek çok örnek var. O halde azabı hakkında bilginiz olmadığı bahanesiyle Allah’ın intikamını hafif sayarak ve kendinizi Allah’ın intikamından uzak görerek Allah’ın azabından emin olmayın. Allah, sizden önce geçmiş ümmetleri ancak iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmayı terk etmeleri sebebiyle rahmetinden uzak kılmıştır. Sefihleri günah işledikleri için; bilgi ve anlayış sahibi olanları da kötülükten sakındırmadıkları için rahmetinden uzak kılmıştır.
Uyanık olun ki gerçekten İslam bağını kestiniz, hadlerini işlevsiz kıldınız, hükümlerini öldürdünüz, Bilin ki Allah bana, yeryüzünde bozgunculuk eden, biat edip biatinden dönen, azgınlık edip yeryüzünde fitne çıkaran kimselerle savaşmamı emretti. Bu esas üzere ahdi bozanlar (Nakisin) ile savaştım, zalimler (Kasitin) ile mücadele ettim, dinden çıkanları (Marikin) mahvettim, zelil kıldım.
Redhe Şeytanını (Hariciler’in başı Zu’s-Sedy’i), ardından yüreğinin çarpıntısını ve göğsünün titrediğini gördüğüm korkunç bir feryatla işini bitirdim Asilerden ardımda kalan kaldı. Allah izin verirse yine savaş için üzerlerine yürüyeceğim de, onlardan ancak uzak ülkelere dağılanlar kurtulabilecek.
Henüz küçükken Arabın büyüklerini yere serip, Rabia ve Mudar kabilelerinin eşrafının boynuzlarını kırdım. Resulullah’a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, yanında nasıl özel bir makama ulaştığımı bilirsiniz. Çocukluğumda beni bağrına basar, yatağına alır, vücudunu bana iliştirir, güzel kokusunu bana koklatırdı. Lokmayı çiğnedikten sonra bana verirdi. Ne söylediğimde bir yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur. Allah, sütten kesildiği andan itibaren meleklerin büyüklerinden birini ona (s.a.a) arkadaş etmişti. O melek, ona gece gündüz yüceliklerin yolunu, âlemin güzel ahlakını öğretirdi. Ben de yavru annesinin arkasından nasıl giderse onu öylece takip ederdim. Her gün huylarından birini öğretir, ona uymamı isterdi. Her yıl Hıra dağına çekilirdi, onu ben görürdüm, benden başkası da görmezdi. O gün İslam Resulullah ve Hatice’nin evinden başka hiç bir evde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin nurunu görür, nübüvvetinin kokusunu duyardım.
Gerçekten de O’na (s.a.a) vahiy geldiği zaman, şeytanın inlemesini duydum da “Ya Resulullah! Bu inleme nedir?” dedim. “Bu kendisine kulluk edilmesinden ümidini kesen şeytandır. Benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun. Ancak sen nebi değilsin, vezirsin ve hayır üzeresin” dedi. Kureyş’in ileri gelenleri ona (s.a.a) geldiğinde onunla beraberdim. “Ya Muhammed, sen atalarından ve ailenden hiç kimsenin bulunmadığı büyük bir iddiada bulunuyorsun, biz senden, nebi ve resul olduğunu bilmemizi sağlayacak bir şey göstermeni istiyoruz. Eğer yapmazsan, seni sihirbaz ve yalancı biliriz.” dediler. Resulullah (s.a.a) “Ne istiyorsunuz?” dedi. “Bizim için şu ağacı çağır da köküyle beraber yerinden sökülüp yanına gelsin.” dediler. O (s.a.a) , “Allah şüphesiz her şeye kadirdir; eğer Allah sizin için bunu yaparsa hakka iman ederek şahadet eder misiniz?” dedi. “Evet” dediler. “İstediğinizi size göstereceğim, hayra dönmeyeceğinizi de biliyorum. İçinizde (Bedir’de) kuyuya atılacak, (Hendek’te) hiziplere ayrılacak kimseler var.” dedi. Sonra “Ey ağaç eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyor ve benim Allah’ın Resulü olduğumu biliyorsan, Allah’ın izniyle kökünle beraber sökül ve önümde dur.” dedi. Onu hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki ağaç yerinden söküldü, şiddetli bir gürültü kopardı, kuşun kanatlarını çırpması gibi ses çıkararak yerinden sökülüp geldi, dalları kuşların kanatları gibi birbirine değerek Resulullah’ın (s.a.a) önünde durdu. En yüksek dalı Resulullah’ın (s.a.a) üzerine, bazı dalları da benim omuzlarıma geldi. Ben Resulullah’ın (s.a.a) sağındaydım. Onlar bunu gördüğü zaman kibirlenip böbürlenerek “Ona emret tekrar gelsin fakat yarısı orada kalsın” dediler. O da bunu emretti. O da daha şaşırtıcı bir şekilde daha şiddetli bir sesle yarım olarak geldi; neredeyse Resulullah’a (s.a.a) sarılacaktı. İnkâr ve kibir dolu olarak “Tekrar bu yarısına emret de geldiği gibi öbür yarısına dönsün” dediler. Resulullah, o yarıya emretti ve o da döndü. “Allah’tan başka ilah yoktur; ben sana iman edenlerin ilkiyim ya Resulullah” dedim. “Sözünü yüceltmek, nübüvvetini tasdik etmek için Allah’ın emriyle bu ağacın emredileni yaptığını ikrar edenlerin de ilkiyim” dedim. Onların hepsi birden; “Hayır, sihirbaz ve yalancıdır. Sihrinin şaşırtıcılığı bu işi kolaylaştırdı. Bu işinde ancak bunun (beni kastediyorlardı) gibiler sana inanabilir,” dediler. Ben, Allah yolunda olan, kınayıcının kınamasına aldırış etmeyen, simaları sıddıkların siması, sözleri iyilerin sözleri olan bir toplumdanım. Onlar geceyi (ibadetle) ihya ederler, gündüzün yol gösteren işaretleri olurlar. Onlar, Kur’an’a sımsıkı sarılmışlardır. Allah’ın ve Resulünün sünnetlerini diriltirler, kibirlenmezler, büyüklük taslamazlar, hıyanet etmezler, bozgunculuk yapmazlar., kalpleri cennette, bedenleri ameldedir”
NEHCU’L BELAĞA’DAN 192. HUTBE
Bu hutbe El-Kasia (hakir görme) olarak adlandırılır. Bu hutbe İblis’i lanetlemesi, onun böbürlenip Âdem’e secde, etmeyerek ilk kez cahiliye asabiyetini ortaya atmasını kınaması ve insanları onun yolunu takip etmekten sakındırması konularını kapsamaktadır.
“Hamd, izzet ve kibriya sahip olan, bu iki sıfatı yarattıklarına vermeyen Allah’a mahsustur. Onları kendisi ile başkaları arasında bir sınır kıldı, yüce zatı için seçti. Kullarından bu iki şeyde onunla çelişenlere lanet etti.
Sonra boyun eğip itaat edenlerle büyüklük taslayanları birbirinden ayırmak kendisine yakın kıldığı melekleri onlarla imtihan etti. Münezzeh olan Allah kalplerde gizleneni, engellerin arkasındaki gaybi bildiği halde şöyle dedi: “Çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip, ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin. Meleklerin hepsi toplu olarak secde ettiler. Ancak İblis hariç.”(Sad: 74) O gereksiz yere kıskandı ve Âdem’e karşı yaratılışıyla övündü, onun aslına karşı asabiyet güttü. O asabiyet davasında aşırılığa gidenlerin önderi, büyüklenenlerin öncüsü, Allah’ın düşmanıdır. O asabiyetin temelini kurdu. Zorbalıkla Allah’la çekişmeye kalkıştı; izzet libasına büründü, tevazu maskesini çıkardı.
Allah’ın onu büyüklenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü, kendini yücelttiğinden dolayı nasıl alçalttığını, böylece dünyada kovulmuş kıldığını, ahirette de kendisi için alevli ateş hazırladığını görmüyor, düşünmüyorsunuz!
Allah Âdem’i ışığı gözleri alan, görünüş güzelliği akılları durduran ve kokusu nefesleri kesen bit nurdan yaratmak isteseydi yaratırdı; böylece boyunlar ona eğilir, meleklerin imtihanı hatiflerdi. Fakat Allah; birbirinden ayırmak, büyüklenenleri içlerinden kovmak ve kendini beğenmişleri onlardan uzaklaştırmak için yarattıklarını aslını bilmedikleri bazı şevlerle imtihan etmektedir.
O halde Allah’ın şeytana yaptığından ibret alın. Öyle ki uzun amelini, yoğun çabalarını boşa çıkardı. Allah’a altı bin sene -dünyanın yılları mı, yoksa (her günü bin yıl olan) ahiretin yılları mı bilinmez- ibadet etti, ama bir anlık tekebbür ile hepsini boşa çıkardı. İblisten başka, onun gibi bir günah işledikten sonra kim Allah karşısında emanda kalabilir? Hayır! Münezzeh olan Allah, bir meleğin cennetten çıkmasına sebep bildiği bir ameli, bir beşerin cennete girmesine sebep kılmaz. Şüphesiz yerdekiler için de göktekiler için de hükmü birdir. Âlemlere haram kıldığı bir yasağın mubah kılınması hususunda Allah, yarattıklarından hiç kimseye müsamaha göstermez.
Ey Allah’ın kulları! Allah’ın düşmanının (İblis’in) hastalığını size bulaştırması, çağrısıyla sizi tahrik etmesi, atlı yaya askerleriyle sizi kendine çekmesi konusunda uyanık olun. Ömrüme andolsun, sizi azaba düşürmek için korkunç yayını hazırladı. Sizi pek şiddetli bir çekişmeye düşürdü. Yakın bir yerden sizi oklamaya koyuldu. İblis, “Rabbim, beni azdırdığın için, onlara yeryüzünü süslü göstereceğim ve hepsini azdıracağım”(Hicr: 39) demiştir. Bu sözüyle karanlıkta uzak bir hedefi oklamış, doğru olmayan bir zanda bulunmuştur. Onu hamiyet (gereksiz kıskançlık) davasının oğulları, asabiyetçiliğin kardeşleri, kibir ve cahiliye meydanında at koşturanlar tasdik etmiştir. Ta ki asileriniz ona uydu, size karşı tamahı, hırsı arttı. Böylece gizli olan iş, apaçık ortaya çıktı, üzerinizdeki otoritesi güçlendi. Ordusunu üstünüze sürdü, sizi zillet sığınaklarına sürükledi, ölümden ölüme uğrattı, ağır yaralarınızı çiğnedi, gözlerinizi mızrakladı, boğazınızı kesti, burunlarınızı kırdı, sizi mahvetmeye yöneldi, burunlarınıza kahır halkası takarak sizin için hazırlanmış olan ateşe sevk etti.
O halde şeytan dininiz için en büyük müşkül ve dünyanız için fitne körükleyen bir kimsedir. O büyük düşman saydığınız ve yenmek için üzerine yürüdüğünüz düşmandan daha tehlikelidir. Ona karşı hışmınızı/gazabınızı bileyin, onunla tüm ilişkilerinizi kesin. Allah’a andolsun, o atanıza karşı övünmüş, sayınızı küçümsemiş, soyunuzu yermiştir. Atlılarını üzerinize sürmüş, yayalarını yolunuza dikmiş, her yandan sizi avlamakta, ellerinizi kesmektedir. Hileyle korunamazsınız, yeminle def edemezsiniz. Zillet içinde dar bir daireye kıstırılmış; ölüm meydanında ve bela gezisindesiniz. Gönlünüzde gizlediğiniz şu asabiyet ateşini, cahiliye kinini söndürün. Çünkü Müslüman’daki bu yersiz kıskançlık, şeytanın tehlike, tekebbür, bozgunculuk ve üflemesindendir. Tevazuyu başlarınıza, büyüklenme duygusunu ayaklarınız altına alın, boyunlarınızdaki kibri atın. Tevazuyu kendiniz ile düşmanınız olan iblis ve askerleri arasında bir sığınak edinin. Çünkü onun her ümmetten orduları, yardımcıları, yayaları ve atlıları vardır. Allah kendisine hiç bir üstünlük vermediği halde, şeytanın burnuna üflediği kibirle, kalbindeki öfkeyle tutuşan büyüklük ateşine düşüp nefsindeki haset düşmanlığı yüzünden, kardeşine (Habil’e) kibirlenen kişi (Kabil) gibi olma. Allah kibri yüzünden onu cezalandırdı, pişmanlığa düşürdü, kıyamete kadar adam öldürenlerin günahından onu da sorumlu tuttu.
Dikkat edin azgınlıkta ileri gittiniz ve yeryüzünde bozgunculuk ettiniz. (Çünkü) Allah’a açık düşmanlık ettiniz ve müminlerle savaştınız. Allah için, Allah için büyüklenme kibrinden ve cahiliye övüncünden vazgeçin. Her ikisi de kinin asısı, şeytanın üfürüğü, onlarla geçmiş zamanlardaki ümmetleri aldattığı şeydir. Sonunda kolayca istediği yere sürülerek ve ona teslim olarak cehalet karanlıklarına ve sapıklık çukurlarına daldılar. Bu işte (kibir ve asabiyette) kalpler birbirine benzemiş ve yıllarca bu hal üzere yaşamışlardır. Hâlbuki kibir, göğüsleri daraltıp sıkıntıya düşürür.
Dikkat edin, dikkat edin! Makamıyla övünen, nesebiyle başkalarına karşı büyüklenen, kazasına karşı koyarak ve nimetlerini görmezlikten gelerek Rablerine çirkin şeyler isnat eden ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr eden büyüklerinize ve idarecilerinize itaat etmekten sakının. Çünkü onlar, asabiyet esas sütunları, fitne binasının temeli, cahiliye devri övüncünün kılıçlarıdır.
O halde Allah’tan korkun; verdiği nimetlere karşı gelmeyin, bahşettiği üstünlüklere haset etmeyin. Saf suyunuza bulanık sularını katıp içtiğiniz, sıhhatinize hastalıklarını karıştırdığınız, hak inancınıza batıllarını girdirdiğiniz nesebi şüpheli kimselere uymayın. Onlar fışkın temeli, isyanın ayrılmaz parçalarıdır. İblis onları sapıklık binekleri ve insanların üzerine saldığı ordu edinmiştir. İblisin tercümanıdır onlar, onların dili ile konuşur. Böylece akıllarınızı çeler, gözlerinize girer, kulaklarınıza fısıldar. Sonunda sizi oklarına hedef, ayaklarının bastığı yer, ellerinin tuttuğu şey yapar.
Allah’ın azaba ve belaya uğrattığı sizden önceki büyüklenen ümmetlerin başlarına gelenlerden ve uğradıkları cezadan ibret alın. Toprağa değen yanaklarından ve toprağa uzanmış yanlarından öğüt alın. İbret alın. Zamanın musibetlerinden Allah’a sığındığınız gibi, kibir aşısından Allah’a sığının. Allah, kullarından birinin kibirde bulunmasına izin verseydi, onu nebileri ve evliyası arasından seçerdi. Fakat onlara büyüklük taslamayı kötü gördü, onlar için tevazuya razı oldu. Onlar da yanaklarıyla yere kapandılar, yüzlerini toprağa dayadılar. Kanatlarını müminler için yaydılar. Onlar, mustazaf bir topluluktu. Allah onları açlıkla denedi, meşakkatlere, korkulara uğratarak imtihan etti. Onları zorluklarla halis kıldı. Mal ve oğul sahibi olmayı, Allah’ın gazap veya rızasına ölçü saymayın. Zira bu kudret ve zenginliğin imtihan için verildiğini bilmemektir.
Allah, “Kendilerine mal ve oğullar vermekle onlara iyilik etmekte acele ettiğimizi mi sanıyorlar; hayır onlar şuurunda değiller.”(Mü’minun: 55-56) buyurmuştur. Allah, büyüklenen kullarını, onların gözlerinde zayıf olan dostlarıyla sınamaktadır. İmran oğlu Musa, kardeşi Harun ile birlikte, sırtlarında yünden elbiseler, ellerinde asalar olduğu halde Firavun’un yanma gitti. Ona, eğer hakka teslim olursa saltanatının süreceğini ve kudretinin devam edeceğini söylediler. Firavun: “Fakirlik ve çaresizlik içinde olduklarını gördüğünüz şu ikisinin bana saltanatımın ve üstünlüğümün devam edeceğini söyleyip şart koşmalarına şaşmıyor musunuz?” dedi. Altın sahibi olmayı bir büyüklük, yün giyinmeyi alçaklık saydı da “Neden onlara altın bilezikler verilmemiş?” dedi. Münezzeh olan Allah dileseydi, nebilerini gönderdiği zaman altın definelerini, altın madenlerini ihsan eder; bağlar, bahçeler verir; onların etrafına göğün uçan kuşlarını, yerin vahşi hayvanlarını toplardı. Fakat bunu yapsaydı imtihan ortadan kalkar, cezalar boşa gider, vaatler yok olurdu. O zaman da denenip kazananlara ecirleri verilmez; müminler, Muhsinlerin sevabını elde edemez; isimler, anlamlarına uygun olmazdı. Fakat Allah, elçilerini iradelerinde güç sahibi kıldı, görenlere karşı hallerini zayıf gösterdi. Gözleri, gönülleri dolduran bir kanaat, kulaklara ve gözlere eza olan bir yokluk verdi.
Eğer elçiler, karşı konulmaz bir kuvvete, başa çıkılmaz bir üstünlüğe ve görenlerin başlarını çevirecekleri bir saltanata sahip olsalardı ve insanlar kendilerine gelmek için her taraftan sefer hazırlığı halk öğütlerini daha kolay kabul eder, onlara karşı durmazlar ve düştükleri korkudan veya kendilerine meylettiren bir rağbetten dolayı iman ederlerdi. Bu takdirde de insanların niyetlerinde bir ortaklık olur, iyilikler paylaşılırdı. Ancak münezzeh olan Allah peygamberlerine uymayı, kitaplarını tasdik etmeyi, kendisine huşu etmeyi, emrini kabul etmeyi ve itaatine teslim olmayı kendisine has kılmış ve başka şeylerle karışmasını dikmemiştir. Bela ve imtihan ne kadar büyük olursa, sevabı ve ödülü de o kadar çok olur.
Allah’ın Âdem’in (a.s) zamanından beri bu dünyada ilk ve son bütün insanları ne kimseye zararı ve ne de faydası dokunan, görmeyen ve duymayan taşlarla denediğini görmüyor musunuz? O taşları kendine saygın bir ev ve evini de “İnsanlar için kıyam yeri” kıldı. Sonra onu, yeryüzünün taşı en çok, ot bitmez, dar bir vadide, sarp dağlar arasında, savrulan kumlar içinde, suyu az pınarların ve birbirinden kopuk köylerin bulunduğu bir bölgede kurdu. Orada ne deve, ne at, ne inek ve ne de koyun barınırdı.
Sonra, Âdem ve evladına oraya yönelmelerini emretti. Böylece orası seyahatlerin konağı, kervanların durağı oldu. Gönüllerin seyri orayadır. İnsanlar, çölleri aşarak, yükseklerden inerek, geniş yollan, yurtlarım, adalarım bırakarak oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, eziklikle hoşnutluğunu isteyerek yürürüler, koşuşurlar. Saçları darmadağın, toz toprak içinde kalırlar, elbiselerini çıkarıp arkalarına atarlar, yaratılışlarındaki güzelliklerden olan saçlarını kestirirler. Bunlar büyük bir deneme, çetin bir imtihan, apaçık bir seçim, güzel bir arıtmadır. Allah, onu rahmetine vasıta, cennetine ulaşmaya sebep kılmıştır. Allah dileseydi, hürmetli evini büyük yerleşim yerlerine yakın, bahçeler ve nehirler arasında; düz, kolay ve istikrarlı bir yerde; ağacı çok, meyvesi bol, binaları sık, köylerin bitişik ve yakın olduğu bir yerde kurardı. Kızıla çalan buğdayların, yemyeşil çayırların yetiştiği, sulak bir yerde; taze bitkilerin, güzelim suların, mamur yolların bulunduğu bir mevkide bina ederdi. Böyle yapsaydı imtihanların azlığına karşı mükafatın da az olması gerekirdi. O, yapıldığı gibi değil de; yeşil zümrüt, kızıl yakutla süslü, nurlu ışıklar saçan, parıl parıl parıldayan bir bina olarak yapılsaydı, gönüllerdeki şüphe azalır, iblisin kalplerdeki savaşı biter, insanların arasında dalgalanıp duran vesveseler giderilmiş olurdu. Kalplerindeki kibri çıkarsın, yerine ruhlarına huzu ve huzuru yerleştirsin, yüzlerine rahmet kapılarını açsın ve onlara bağışlama araçlarını kolayca versin diye Allah, kullarını çeşitli zorluklarla imtihan etmekte, sorunlarla ibadete davet etmekte ve çeşitli belalara duçar kılmaktadır.
Allah için, Allah için, bu dünyada azgınlıktan, ahirette zulmün korkunç cezasından ve kibrin kötü akıbetinden sakının. Çünkü bu (kibir), iblisin büyük av usulü, büyük tuzak şeklidir. Bu, insanların gönüllerine öldürücü zehirler gibi girerek onları zehirler; asla başarısız olmaz, hiç kimseyi vuruşunda da hata etmez. Ne âlim bilgisiyle, ne de yoksul olan yoksulluğuyla (ondan kurtulup bir yol bulabilir.) Allah mümin kullarını bundan; namazlarla, zekatlarla, farz kılınmış günlerdeki orucun gayretiyle; ellerini ayaklarını sakinleştirip gözlerini sakındırarak; nefislerini ezip gönüllerine tevazu vererek ve kendini beğenmeyi onlardan gidererek korur. Çünkü namazda, gönül alçaklığıyla yüzleri ve en değerli azalarını toprağa koyup tevazu göstermek; oruçta, karınları açlıkla terbiye ederek kibri yok etmek ve tevazuya alıştırmak; zekâtta da yerin bitirdiği ürünlerinden yeterince yararlanmak ve bunların dışındakileri miskinlere, yoksullara vermek vardır.
Bunların içinde bulunan, övünme belirtilerini yok eden, kibrin izlerini bile yasaklayan hükümlere bakın. Baktım da, cehalet hastalığına yakalanıp da kendisini kandıracak bir sebebe yapışmayan yahut sefihlerin aklına uyup da kendini bir delille bağnazlığa düşürmeyen sizden başka kimse bulamadım. Çünkü siz sebebi ve nedeni bilinmeyen bir şey hakkında bağnazlık gösteriyorsunuz. İblis de aslını delil göstererek bağnazlığa düştü. Âdem’in yaratılışını kınayarak “Ben ateştenim, sen ise topraktansın” dedi.
Ümmetlerin eşraf sınıfından olan zenginler de ellerindeki nimetler yüzünden bağnazlık gösterdiler. “Biz mal ve evlatlar bakımından çokluğuz, bize azap edilecek de değildir.”(Sebe: 35) dediler. Eğer bağnazlık gerekirse, güzel huylarda, övgüye layık amellerde ve iyi işlerde bağnazlık gösterin. Arap kabilelerinin asilleri, seçkinleri güzel ahlakla, üstün ve büyük işlerle, yüce düşüncelerle ve övgüye layık eserlerle övünürler, birbiriyle yarışırlardı.
O halde siz de komşuların hakkını korumak, ahde vefa göstermek, iyiliğe uymak, kibirden sakınmak, cömert olmak, zulümden kaçınmak, kan dökmekten korkmak, halka insaflı davranmak, öfkeyi yenmek, yeryüzünde fesat çıkarmaktan kaçınmak gibi övülen iyi huylarda bağnazlık gösterin. Sizden önceki ümmetlerin işledikleri kötülüklere, kınanan amelleri yüzünden uğradıkları belalara uğramaktan korkun. Hayırda ve serde onların durumlarını düşünün ve onlar gibi olmaktan sakının.
Hallerinin farklılığı (iyi ve kötü hallerini) düşündüğünüz zaman, her işte onların üstünlüğünü sağlayan, düşmanlarını kendilerinden uzaklaştıran, esenlik içinde yaşatan, onları nimetlere boğan; ayrılıktan çekinmek, birleşmeyi gerekli görmek, birbirini iyiye ve doğruya yönlendirip onu tavsiye etmek gibi yüceliğe ulaştıran hallerini elde etmeye çalışın. Birbirlerini yardımsız bırakmaları, kendilerini düşünmeleri, gönüllerinde birbirine kin güdüp düşmanlık beslemeleri gibi belleri kıran, güçleri zayıflatan hallerinden sakının.
Sizden önceki müminlerin halini bir düşünün! Belaya ve imtihana uğradıkları zaman halleri nasıldı? Zahmetlerin en ağırını yüklenmediler mi? Belaların en çetinine uğramadılar mı? Dünya halkı içinde halleri en sıkıntılı olan onlar değil miydi? Firavunlar, onları kul ediniyor, en kötü şekilde işkence ediyor, defalarca acılığı tattırıyorlardı; helak olmak zilletinden ve düşmanlarının üstünlüklerinden dolayı kahredilmekten bir türlü kurtulamıyorlardı. Ne onları giderecek bir hile, ne de başlarından savacak bir yol vardı. Sonunda Allah, düşmanların cefalarına kendisine olan muhabbetleri sebebiyle dayandıklarını; Allah korkusundan kendilerine yapılan kötülüklere tahammül ettiklerini gördü de onlara belanın darlığından bir çıkış yolu açtı; zilleti izzete, korkuyu güvene çevirdi. Onlara Allah katından ummadıkları yücelikler lütfedildi; mülkün sahipleri, hükmedenler, başkan ve önderler oldular.
Onların birlik içinde, dilekleri bir, gönülleri ılımlı, elleri ve kılıçları birbirlerine yardımcı, basiretleri açık ve azimlerinin tek olduğu zamanlarda nasıl olduklarına bakın; yeryüzünün efendileri olup, âlemleri idare etmediler mi? Bir de işlerinin sonunun nasıl olduğuna bakın; birbirlerinden ayrıldıkları, birlikleri bozulduğu, arzuları, gönülleri birbirlerine zıtlaştığı, çeşitli fırkalara, bölüklere ayrılıp birbirleriyle savaşmaya kalkınca da Allah onlardan keramet elbisesini soyup çıkardı, nimetlerinin genişliğini esirgedi; onlardan geriye, yalnız, içinizden ibret alanların işine yarayan hikayeler kaldı.
İsmail’in evladından, İshak oğullarından, İsrail (Yakub) oğullarından (a.s) ibret alın. Hallerinin benzerliği ne kadar çok, durumları birbirlerine ne kadar da yakındır.
Onların bölünüp ayrıldıkları zamanı düşünün, Kisralar, Kayserler, onlara nasıl da efendiler oldular! Onları dünyanın mamur yerlerinden, Irak’ın denizinden (Dicle ve Fırat’tan) ve dünyanın yeşilliklerinden çıkardılar; yalnızca çalı çırpı biten, şiddetli rüzgârların estiği ve yaşanması güç çöllere sürdüler. Onları sırtı yaralı hayvanlarla birlikte, fakir ve miskin bir halde bıraktılar. Onlar evleri açısından milletlerin en zelili idi ve yerleri en verimsiz topraklardı. Ne kendisine sığınacakları ve kendilerini hakka davet eden birileri ve ne de izzet ve şevketine dayanacakları ülfet ve birlik gölgeleri vardı. Halleri perişan, güçleri darmadağın oldu. Dağınık birçokluk halinde, şiddetli bir belaya tutulmuş kapkaranlık cehalet içindeydiler. Kızlarını diri diri toprağa gömüyor, putlara tapıyor, akrabalığı gözetmiyor, geniş bir çapta yağma ve baskınlar yapıyorlardı.
Bir de Allah’ın onlara Resulünü yollayıp nimetlendirdiği zamana bakın; diniyle itaatlerini pekiştirdi, onları daveti etrafına toplayarak uzlaşmalarını sağladı; bu dinde birleşmeleri yüzünden yücelik kanatlarını gererek nimetini üzerlerine nasıl yaydı! Türlü türlü nimetlerini, bereketlerini, hayırlarını üzerlerine akıttı. Nimetler içinde yüzenler, o nimetle yaşamanın zevkine erdiler. Güçlü bir hükümet gölgesinde işleri düzene girdi, izzet içinde yaşayacak güzel bir konuma geldiler. Sağlam, güvenilir bir güç sayesinde işleri derlenip toparlandı. Âlemlerin hâkimleri ve etraflarında iktidar sahibi oldular. Önceden kendilerini yönetenlerin işlerini kendileri idare ettiler, kendilerine hükmedenlere hükmettiler. Kimse onlara mızrak ve taş atamaz oldu.
Dikkat edin, siz ellerinizi itaat bağından çektiniz, sizin için inşa edilmiş olan Allah’ın kalesini cahiliye hükümleriyle deldiniz. Allah bu ümmetin arasını birlik ipiyle bağlamış, gölgesinde yaşayanlara dirlik düzenlik vermiş, himayesine sığınmalarını sağlamış; yarattıklarından hiç birinin kıymetini bilemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün karşılıklardan değerli bir nimet ihsan etmişti.
Bilin ki hicretten sonra çöl Arapları haline geldiniz, birbirinizi sevip dost olduktan sonra hiziplere dağılıp darmadağın oldunuz. Siz İslam’dan, isimden başka hiç bir şeye sahip değilsiniz, imandan onun şeklinden başka bir şey tanımıyorsunuz.
Cehenneme evet, utanca hayır diyorsunuz. Sanki Allah’ın hürmetlerini çiğneyerek ve Allah’ın yeryüzünde kanunlarına sınır kılıp yarattıkları arasında güvenliği sağlamak üzere sizden aldığı ahdini bozarak İslam’ı baş aşağı çevirmek istiyorsunuz. İslam’dan başkasına yönelirseniz, kafirler sizinle savaşır, artık ne Cebrail, ne Mikail, ne muhacirler ve ne de Ensar yardımınıza gelmez, ve Allah aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşmaktan başka çareniz kalmaz.
Allah’ın azabına uğrattığı kullan ile belalara, çetin olaylara düşürdüğü günlere ait önünüzde pek çok örnek var. O halde azabı hakkında bilginiz olmadığı bahanesiyle Allah’ın intikamını hafif sayarak ve kendinizi Allah’ın intikamından uzak görerek Allah’ın azabından emin olmayın. Allah, sizden önce geçmiş ümmetleri ancak iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmayı terk etmeleri sebebiyle rahmetinden uzak kılmıştır. Sefihleri günah işledikleri için; bilgi ve anlayış sahibi olanları da kötülükten sakındırmadıkları için rahmetinden uzak kılmıştır.
Uyanık olun ki gerçekten İslam bağını kestiniz, hadlerini işlevsiz kıldınız, hükümlerini öldürdünüz, Bilin ki Allah bana, yeryüzünde bozgunculuk eden, biat edip biatinden dönen, azgınlık edip yeryüzünde fitne çıkaran kimselerle savaşmamı emretti. Bu esas üzere ahdi bozanlar (Nakisin) ile savaştım, zalimler (Kasitin) ile mücadele ettim, dinden çıkanları (Marikin) mahvettim, zelil kıldım.
Redhe Şeytanını (Hariciler’in başı Zu’s-Sedy’i), ardından yüreğinin çarpıntısını ve göğsünün titrediğini gördüğüm korkunç bir feryatla işini bitirdim Asilerden ardımda kalan kaldı. Allah izin verirse yine savaş için üzerlerine yürüyeceğim de, onlardan ancak uzak ülkelere dağılanlar kurtulabilecek.
Henüz küçükken Arabın büyüklerini yere serip, Rabia ve Mudar kabilelerinin eşrafının boynuzlarını kırdım. Resulullah’a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, yanında nasıl özel bir makama ulaştığımı bilirsiniz. Çocukluğumda beni bağrına basar, yatağına alır, vücudunu bana iliştirir, güzel kokusunu bana koklatırdı. Lokmayı çiğnedikten sonra bana verirdi. Ne söylediğimde bir yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur. Allah, sütten kesildiği andan itibaren meleklerin büyüklerinden birini ona (s.a.a) arkadaş etmişti. O melek, ona gece gündüz yüceliklerin yolunu, âlemin güzel ahlakını öğretirdi. Ben de yavru annesinin arkasından nasıl giderse onu öylece takip ederdim. Her gün huylarından birini öğretir, ona uymamı isterdi. Her yıl Hıra dağına çekilirdi, onu ben görürdüm, benden başkası da görmezdi. O gün İslam Resulullah ve Hatice’nin evinden başka hiç bir evde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin nurunu görür, nübüvvetinin kokusunu duyardım.
Gerçekten de O’na (s.a.a) vahiy geldiği zaman, şeytanın inlemesini duydum da “Ya Resulullah! Bu inleme nedir?” dedim. “Bu kendisine kulluk edilmesinden ümidini kesen şeytandır. Benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun. Ancak sen nebi değilsin, vezirsin ve hayır üzeresin” dedi. Kureyş’in ileri gelenleri ona (s.a.a) geldiğinde onunla beraberdim. “Ya Muhammed, sen atalarından ve ailenden hiç kimsenin bulunmadığı büyük bir iddiada bulunuyorsun, biz senden, nebi ve resul olduğunu bilmemizi sağlayacak bir şey göstermeni istiyoruz. Eğer yapmazsan, seni sihirbaz ve yalancı biliriz.” dediler. Resulullah (s.a.a) “Ne istiyorsunuz?” dedi. “Bizim için şu ağacı çağır da köküyle beraber yerinden sökülüp yanına gelsin.” dediler. O (s.a.a) , “Allah şüphesiz her şeye kadirdir; eğer Allah sizin için bunu yaparsa hakka iman ederek şahadet eder misiniz?” dedi. “Evet” dediler. “İstediğinizi size göstereceğim, hayra dönmeyeceğinizi de biliyorum. İçinizde (Bedir’de) kuyuya atılacak, (Hendek’te) hiziplere ayrılacak kimseler var.” dedi. Sonra “Ey ağaç eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyor ve benim Allah’ın Resulü olduğumu biliyorsan, Allah’ın izniyle kökünle beraber sökül ve önümde dur.” dedi. Onu hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki ağaç yerinden söküldü, şiddetli bir gürültü kopardı, kuşun kanatlarını çırpması gibi ses çıkararak yerinden sökülüp geldi, dalları kuşların kanatları gibi birbirine değerek Resulullah’ın (s.a.a) önünde durdu. En yüksek dalı Resulullah’ın (s.a.a) üzerine, bazı dalları da benim omuzlarıma geldi. Ben Resulullah’ın (s.a.a) sağındaydım. Onlar bunu gördüğü zaman kibirlenip böbürlenerek “Ona emret tekrar gelsin fakat yarısı orada kalsın” dediler. O da bunu emretti. O da daha şaşırtıcı bir şekilde daha şiddetli bir sesle yarım olarak geldi; neredeyse Resulullah’a (s.a.a) sarılacaktı. İnkâr ve kibir dolu olarak “Tekrar bu yarısına emret de geldiği gibi öbür yarısına dönsün” dediler. Resulullah, o yarıya emretti ve o da döndü. “Allah’tan başka ilah yoktur; ben sana iman edenlerin ilkiyim ya Resulullah” dedim. “Sözünü yüceltmek, nübüvvetini tasdik etmek için Allah’ın emriyle bu ağacın emredileni yaptığını ikrar edenlerin de ilkiyim” dedim. Onların hepsi birden; “Hayır, sihirbaz ve yalancıdır. Sihrinin şaşırtıcılığı bu işi kolaylaştırdı. Bu işinde ancak bunun (beni kastediyorlardı) gibiler sana inanabilir,” dediler. Ben, Allah yolunda olan, kınayıcının kınamasına aldırış etmeyen, simaları sıddıkların siması, sözleri iyilerin sözleri olan bir toplumdanım. Onlar geceyi (ibadetle) ihya ederler, gündüzün yol gösteren işaretleri olurlar. Onlar, Kur’an’a sımsıkı sarılmışlardır. Allah’ın ve Resulünün sünnetlerini diriltirler, kibirlenmezler, büyüklük taslamazlar, hıyanet etmezler, bozgunculuk yapmazlar., kalpleri cennette, bedenleri ameldedir”
NEHCU’L BELAĞA’DAN 192. HUTBE

DAHA ANNEMİZ NE DESİN!
Bir gün Ümmü Seleme, Hz. Fatıma’nın yanına gitti ve dedi ki: “Bu geceyi nasıl geçirdin ey Resulullah’ın kızı?” Dedi ki:
“Hüzün ve keder içinde sabahladım. Bir yanda Nebi’nin (s.a.a) vefatı, bir yanda Vasi’nin (a.s) uğradığı zulüm… Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kitabında indirdiğine ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetinde tevil ettiğine aykırı bir şekilde imameti elinden alınan kimsenin mahremiyeti çiğnenmiş oldu. Ama bunun sebebini biliyorum. Bu, Bedr’in kininin ve Uhud’un kalıntılarının açığa vurmasıdır.” (Biharu’l-Envar, 43/156)
“Hüzün ve keder içinde sabahladım. Bir yanda Nebi’nin (s.a.a) vefatı, bir yanda Vasi’nin (a.s) uğradığı zulüm… Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kitabında indirdiğine ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetinde tevil ettiğine aykırı bir şekilde imameti elinden alınan kimsenin mahremiyeti çiğnenmiş oldu. Ama bunun sebebini biliyorum. Bu, Bedr’in kininin ve Uhud’un kalıntılarının açığa vurmasıdır.” (Biharu’l-Envar, 43/156)

HZ. FATIMA (AS) ANNEMİZ BİZİM İÇİN ENDİŞELENMEKTEDİR. ACABA NİÇİN?
ANNE TERBİYESİNDE NAMAZ
Tüm insanlığın annesi, annelerinde annesi olan Hz. Fatıma (as) da ümmet için çok tedirgindir. Onların hangi çizgide yürümeleri gerektiğine dikkat çekmek ister. Annemiz Hz. Fatıma (as)’yı babası peygamber olan Hz. Muhammed (saa) terbiye etti. Onu da âlemlerin Rabbi yüce Allah terbiye etti. İşte bu ilahi terbiye Hz. Muhammed (saa) üzerinden annemize gelmiş olup, o da bizim için endişelenmektedir. Dikkatimizi bakın neye çekmektedir?
Dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma (a.s), babası Hz. Muhammed’e (s.a.a) sorar:
“ Babacığım! Namazı önemsemeyen, küçümseyen erkekler ve kadınlar için ne tür bir ceza vardır?”
Resulullah (saa) Buyurdu ki: “Ey Fatıma! Allah; namazı önemsemeyen, namaz hususunda gevşek davranan erkek ve kadınları, on beş sıkıntıya duçar eder:
Bunların altısı dünyada, üçü ölüm anında, üçü kabirde ve üçü de kabrinden çıktığı kıyamet gününde karşısına çıkar.
Dünyada karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Her şeyden önce Allah ömründen bereketi kaldırır. Rızkından bereketi kaldırır. Yüzündeki salih insanlara özgü alâmeti siler. İşlediği hiçbir amele mükâfat vermez. Duasını semaya çıkarmaz (kabul etmez). Altıncısı, salihlerin duasında onun payı olmaz.
Ölüm anında karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Öncelikle alçak bir şekilde ölür. İkincisi, aç ölür. Üçüncüsü, susuz ölür; öyle ki dünyadaki bütün nehirlerin suyu verilse yine de susuzluğu geçmez.
Kabirde karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Birincisi, Allah, bir meleği onun başına vekil eder; bu melek kabrinde onu sürekli rahatsız eder. İkincisi, kabrini daraltır. Üçüncüsü, kabri karanlık olur.
Kabrinden çıktığı kıyamet günü karşısına çıkan sıkıntılar ise şunlardır:
Birincisi, Allah, ona bir melek vekil kılar; bu melek onu yüzükoyun sürükler, bu sırada bütün varlıklar ona bakarlar. İkincisi, çok zor ve şiddetli bir hesaptan geçirilir. Üçüncüsü, Allah ona bakmaz, onu arındırmaz ve ona acı bir azap vardır.” (Sefinetu’l-Bihar, 2/43)
Tüm insanlığın annesi, annelerinde annesi olan Hz. Fatıma (as) da ümmet için çok tedirgindir. Onların hangi çizgide yürümeleri gerektiğine dikkat çekmek ister. Annemiz Hz. Fatıma (as)’yı babası peygamber olan Hz. Muhammed (saa) terbiye etti. Onu da âlemlerin Rabbi yüce Allah terbiye etti. İşte bu ilahi terbiye Hz. Muhammed (saa) üzerinden annemize gelmiş olup, o da bizim için endişelenmektedir. Dikkatimizi bakın neye çekmektedir?
Dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma (a.s), babası Hz. Muhammed’e (s.a.a) sorar:
“ Babacığım! Namazı önemsemeyen, küçümseyen erkekler ve kadınlar için ne tür bir ceza vardır?”
Resulullah (saa) Buyurdu ki: “Ey Fatıma! Allah; namazı önemsemeyen, namaz hususunda gevşek davranan erkek ve kadınları, on beş sıkıntıya duçar eder:
Bunların altısı dünyada, üçü ölüm anında, üçü kabirde ve üçü de kabrinden çıktığı kıyamet gününde karşısına çıkar.
Dünyada karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Her şeyden önce Allah ömründen bereketi kaldırır. Rızkından bereketi kaldırır. Yüzündeki salih insanlara özgü alâmeti siler. İşlediği hiçbir amele mükâfat vermez. Duasını semaya çıkarmaz (kabul etmez). Altıncısı, salihlerin duasında onun payı olmaz.
Ölüm anında karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Öncelikle alçak bir şekilde ölür. İkincisi, aç ölür. Üçüncüsü, susuz ölür; öyle ki dünyadaki bütün nehirlerin suyu verilse yine de susuzluğu geçmez.
Kabirde karşısına çıkan sıkıntılar şunlardır:
Birincisi, Allah, bir meleği onun başına vekil eder; bu melek kabrinde onu sürekli rahatsız eder. İkincisi, kabrini daraltır. Üçüncüsü, kabri karanlık olur.
Kabrinden çıktığı kıyamet günü karşısına çıkan sıkıntılar ise şunlardır:
Birincisi, Allah, ona bir melek vekil kılar; bu melek onu yüzükoyun sürükler, bu sırada bütün varlıklar ona bakarlar. İkincisi, çok zor ve şiddetli bir hesaptan geçirilir. Üçüncüsü, Allah ona bakmaz, onu arındırmaz ve ona acı bir azap vardır.” (Sefinetu’l-Bihar, 2/43)

FEDEK HUTBESİNİ HİÇ OKUDUNUZ MU?
HZ. FATIMA (AS)’NIN MESCİD-İ NEBEVİ’DEKİ HUTBESİ
Hamdolsun Allah’a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O’na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O’na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamd etmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır.
Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah’tan başka ilâh yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O’nu görmesi, dillerin O’nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır.
Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlûkatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti).
Sonra kullarını intikamından uzaklaştırmak ve onları toplayıp cennetine sevk etmek için ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı kıldı.
Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O’nun elçisidir. Onu henüz mahlûkatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti…
Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O’nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O’nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak, hükmünü yürürlüğe koymaya verdiği karar ve takdir ettiği rahmetini etkin kılmak için gönderdi. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah’ı inkâr ettiklerini gördü.
Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlûkatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı.
Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur/bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah’ın civarına yerleşmiştir. Allah’ın peygamberi, vahyinin emini, mahlûkatın için-de en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed’e salât olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun.
Sonra Hz. Fatıma (a.s) orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:
Siz, ey Allah’ın kulları! O’nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah’ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O’ndan gelen hakkın lideri (Kur’ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah’ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur’ân’ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah’ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah’ın aydın-lık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır.
Allah sizin için imanı, şirkten arınmak; namazı büyük günahlardan temizlenmek; zekâtı, nefsi temizlemek ve rızkı genişletmek; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmak; haccı, dini ayakta tutmak ve adaleti, kalpleri uzlaştırmak aracı kıldı.
Bize (Ehl-i Beyt’e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm’ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı.
Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı ortadan kaldırmak için farz kıldı.
İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı.
Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır.
“O hâlde Allah’tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün.” [2]
“Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah’a itaat edin. Çünkü ancak âlim kulları Allah’tan korkar.” [3]
Ardından sözlerini şöyle sürdürdü:
Biliniz ki, ben Fatıma’yım ve babam da Muhammed’dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum.
“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” [4]
Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir.
O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rab-binin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar.
Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şak-şakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız.
Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz.
Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i kitab’ın azgınlarına tutsak düştükten sonra, Allah, sizi Muhammed’le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali’yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürme-dikçe onlardan vazgeçmezdi.
O, Allah’ın zatı için var gücünü harcar, Allah’ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah’a (s.a.a) yakını, Allah’ın velilerinin önderidir.
Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında, kınayanların kınamasından korkmazdı.
Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız.
Allah, Peygamber’inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular.
Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar, çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber’in na’şını kabre koymamıştık. ‘Fitne çıkmasından korkuyoruz.’ diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız.
“Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır.” [5]
Heyhat! Ne oldu size? Allah’ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Hâlbuki Allah’ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan baş-kasıyla mı hükmediyorsunuz?
“Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!” [6]
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” [7]
Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber’in sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama sütü de içip bitirdiniz. [8]
Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz.
Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım.
Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!
Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu! Allah’ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız?
Çünkü Allah’ın kitabında: “Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu.” [9] deniliyor. Zekeriyya Peygamber’in (a.s) oğlu Yahya’dan söz edilirken de şöyle deniyor: “Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub’un soyuna mirasçı olsun.” [10]
Ve yine şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.” [11] Yine buyurmuştur ki: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” [12]
Yine buyurmuştur ki: “Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.” [13]
Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti?
Yoksa her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur’ân’ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali’den) daha mı iyi bileceksiniz?
Fedek’i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşr edildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır.
“Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.” [14]
Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi:
Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm’ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: “Ki ş inin saygınlığı çocuklarında devam eder.” Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz.
Yoksa: “Muhammed öldü!” mü diyorsunuz? Evet, onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı.
Bu, Allah’a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah’ın kitabı bunu duyurmuştu.
Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi:
Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir. [15]
Ah Kıyleoğulları, [16] ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz?
İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz.
Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu.
Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?
Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. [17]
Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz.
Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır. [18]
Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim.
Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin galeyanı, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler.
Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah’ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah’ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi.
(Bilin ki,) yaptıklarınız Allah’ın gözünün önündedir. “Zalimler yakında hangi inkılâpla devrileceklerini bileceklerdir.” [19] Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz.
Bu konuşmadan sonra Ebu Bekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki:
Ey Resulullah’ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban, müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz.
O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah’ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz.
Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah’a yemin e-derim ki, Resulullah’ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: “Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.”
Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günah-kârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır.
Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın).
Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi:
Suphanallah! Babam Allah’ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilakis Kur’ân’ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi.
Yoksa siz ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz?! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah’ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: “Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak…” [20] Yine diyor ki: “Süleyman Davud’a mirasçı oldu.” [21] Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. “Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah’tan yardım istenir.” [22]
Ebu Bekir dedi ki:
Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah’ın kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler.
Bu, Ebu Bekir’in, Müslümanların duygularını bastırma ve Hz. Fatıma’ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti. Bunun ardından Hz. Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi:
Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur’ân’ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?!
Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah’a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün…
O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. [23]
Sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:
Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!
Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer.
Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi
Kavmin bozuldu, sen gittin gideli.
Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var
Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar.
İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar
Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.
Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce
Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince
Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce
İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar.
Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle
Sen gittin hayır gizlendi perdelerle
Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!
Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar. [24]
[1]- Cilbab; kadının her tarafını kaplayan geniş elbise demektir.
[2]- Âl-i İmrân, 102
[3]- Fâtır, 28
[4]- Tevbe, 128
[5]- Tevbe, 49
[6]- Kehf, 50
[7]- Âl-i İmrân, 85
[8]- Orijinali “teşrebûne hasven fi irtiğa” olan bu deyim, bir şeyi görünürde sergileyen ama asıl amacı başka bir şey olan kimseler için kullanılır. [Dolayısıyla şöyle bir anlam kastedilmiş olabilir: "Beytülmali gizlice dilediğiniz şekilde harcıyorsunuz."]
[9]- Neml, 16
[10]- Meryem, 60
[11]- Enfâl, 75
[12]- Nisâ, 11
[13]- Bakara, 180
[14]- Hûd, 39
[15]- Âl-i İmrân, 144
[16]- Evs ve Hazreç kabileleri
[17]- Tevbe, 13
[18]- İbrâhîm, 8
[19]- Şuârâ, 227
[20]- Meryem, 6
[21]- Neml, 16
[22]- Yûsuf, 18
[23]- Mü’min, 78
[24]- el-İhticac, 1/253-279, Usve Yayınları
Hamdolsun Allah’a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O’na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O’na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamd etmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır.
Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah’tan başka ilâh yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O’nu görmesi, dillerin O’nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır.
Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlûkatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti).
Sonra kullarını intikamından uzaklaştırmak ve onları toplayıp cennetine sevk etmek için ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı kıldı.
Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O’nun elçisidir. Onu henüz mahlûkatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti…
Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O’nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O’nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak, hükmünü yürürlüğe koymaya verdiği karar ve takdir ettiği rahmetini etkin kılmak için gönderdi. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah’ı inkâr ettiklerini gördü.
Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlûkatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı.
Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur/bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah’ın civarına yerleşmiştir. Allah’ın peygamberi, vahyinin emini, mahlûkatın için-de en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed’e salât olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun.
Sonra Hz. Fatıma (a.s) orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:
Siz, ey Allah’ın kulları! O’nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah’ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O’ndan gelen hakkın lideri (Kur’ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah’ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur’ân’ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah’ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah’ın aydın-lık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır.
Allah sizin için imanı, şirkten arınmak; namazı büyük günahlardan temizlenmek; zekâtı, nefsi temizlemek ve rızkı genişletmek; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmak; haccı, dini ayakta tutmak ve adaleti, kalpleri uzlaştırmak aracı kıldı.
Bize (Ehl-i Beyt’e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm’ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı.
Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı ortadan kaldırmak için farz kıldı.
İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı.
Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır.
“O hâlde Allah’tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün.” [2]
“Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah’a itaat edin. Çünkü ancak âlim kulları Allah’tan korkar.” [3]
Ardından sözlerini şöyle sürdürdü:
Biliniz ki, ben Fatıma’yım ve babam da Muhammed’dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum.
“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” [4]
Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir.
O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rab-binin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar.
Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şak-şakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız.
Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz.
Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i kitab’ın azgınlarına tutsak düştükten sonra, Allah, sizi Muhammed’le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali’yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürme-dikçe onlardan vazgeçmezdi.
O, Allah’ın zatı için var gücünü harcar, Allah’ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah’a (s.a.a) yakını, Allah’ın velilerinin önderidir.
Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında, kınayanların kınamasından korkmazdı.
Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız.
Allah, Peygamber’inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular.
Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar, çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber’in na’şını kabre koymamıştık. ‘Fitne çıkmasından korkuyoruz.’ diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız.
“Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır.” [5]
Heyhat! Ne oldu size? Allah’ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Hâlbuki Allah’ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan baş-kasıyla mı hükmediyorsunuz?
“Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!” [6]
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” [7]
Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber’in sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama sütü de içip bitirdiniz. [8]
Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz.
Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım.
Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!
Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu! Allah’ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız?
Çünkü Allah’ın kitabında: “Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu.” [9] deniliyor. Zekeriyya Peygamber’in (a.s) oğlu Yahya’dan söz edilirken de şöyle deniyor: “Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub’un soyuna mirasçı olsun.” [10]
Ve yine şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.” [11] Yine buyurmuştur ki: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” [12]
Yine buyurmuştur ki: “Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.” [13]
Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti?
Yoksa her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur’ân’ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali’den) daha mı iyi bileceksiniz?
Fedek’i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşr edildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır.
“Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.” [14]
Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi:
Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm’ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: “Ki ş inin saygınlığı çocuklarında devam eder.” Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz.
Yoksa: “Muhammed öldü!” mü diyorsunuz? Evet, onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı.
Bu, Allah’a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah’ın kitabı bunu duyurmuştu.
Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi:
Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir. [15]
Ah Kıyleoğulları, [16] ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz?
İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz.
Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu.
Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?
Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. [17]
Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz.
Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır. [18]
Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim.
Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin galeyanı, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler.
Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah’ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah’ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi.
(Bilin ki,) yaptıklarınız Allah’ın gözünün önündedir. “Zalimler yakında hangi inkılâpla devrileceklerini bileceklerdir.” [19] Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz.
Bu konuşmadan sonra Ebu Bekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki:
Ey Resulullah’ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban, müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz.
O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah’ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz.
Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah’a yemin e-derim ki, Resulullah’ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: “Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.”
Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günah-kârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır.
Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın).
Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi:
Suphanallah! Babam Allah’ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilakis Kur’ân’ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi.
Yoksa siz ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz?! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah’ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: “Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak…” [20] Yine diyor ki: “Süleyman Davud’a mirasçı oldu.” [21] Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. “Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah’tan yardım istenir.” [22]
Ebu Bekir dedi ki:
Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah’ın kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler.
Bu, Ebu Bekir’in, Müslümanların duygularını bastırma ve Hz. Fatıma’ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti. Bunun ardından Hz. Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi:
Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur’ân’ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?!
Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah’a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün…
O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. [23]
Sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:
Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!
Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer.
Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi
Kavmin bozuldu, sen gittin gideli.
Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var
Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar.
İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar
Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.
Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce
Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince
Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce
İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar.
Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle
Sen gittin hayır gizlendi perdelerle
Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!
Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar. [24]
[1]- Cilbab; kadının her tarafını kaplayan geniş elbise demektir.
[2]- Âl-i İmrân, 102
[3]- Fâtır, 28
[4]- Tevbe, 128
[5]- Tevbe, 49
[6]- Kehf, 50
[7]- Âl-i İmrân, 85
[8]- Orijinali “teşrebûne hasven fi irtiğa” olan bu deyim, bir şeyi görünürde sergileyen ama asıl amacı başka bir şey olan kimseler için kullanılır. [Dolayısıyla şöyle bir anlam kastedilmiş olabilir: "Beytülmali gizlice dilediğiniz şekilde harcıyorsunuz."]
[9]- Neml, 16
[10]- Meryem, 60
[11]- Enfâl, 75
[12]- Nisâ, 11
[13]- Bakara, 180
[14]- Hûd, 39
[15]- Âl-i İmrân, 144
[16]- Evs ve Hazreç kabileleri
[17]- Tevbe, 13
[18]- İbrâhîm, 8
[19]- Şuârâ, 227
[20]- Meryem, 6
[21]- Neml, 16
[22]- Yûsuf, 18
[23]- Mü’min, 78
[24]- el-İhticac, 1/253-279, Usve Yayınları

NİÇİN İBADET EDERİM?
İmam Zeynel Abidin (Allah’ın selamı O’na olsun) şöyle dedi:
“Sevap elde etmenin dışında başka hiçbir niyetim olmadan Allah’a ibadet etmekten hoşlanmıyorum, bu durumda kendimi tamah eden itaatkâr kul gibi görüyorum. Bu durumda eğer tamah varsa ibadet vardır tamah yoksa ibadet de yoktur.
Allah’a ibadet ederken vereceği cezanın dışında başka bir gaye olmadan ibadet etmekten hoşlanmıyorum, bu durumda kendimi suçlu kul gibi görüyorum, korkum olduğu için ibadet ediyorum ve eğer korkum olmayacak olursa ibadet etmeyeceğim.”
Şöyle dediler: “Öyleyse ibadet etmenin sebebi nedir?”
Şöyle buyurdu: “Allah, ibadet edilmeye layık olduğu ve nimetlerini verdiği için ibadet ediyorum.”
“Sevap elde etmenin dışında başka hiçbir niyetim olmadan Allah’a ibadet etmekten hoşlanmıyorum, bu durumda kendimi tamah eden itaatkâr kul gibi görüyorum. Bu durumda eğer tamah varsa ibadet vardır tamah yoksa ibadet de yoktur.
Allah’a ibadet ederken vereceği cezanın dışında başka bir gaye olmadan ibadet etmekten hoşlanmıyorum, bu durumda kendimi suçlu kul gibi görüyorum, korkum olduğu için ibadet ediyorum ve eğer korkum olmayacak olursa ibadet etmeyeceğim.”
Şöyle dediler: “Öyleyse ibadet etmenin sebebi nedir?”
Şöyle buyurdu: “Allah, ibadet edilmeye layık olduğu ve nimetlerini verdiği için ibadet ediyorum.”

İMAM MUHAMMED BAKIR (AS)’IN CABİR’E VASİYETİ
İMAM MUHAMMED BAKIR (AS)’IN CABİR’E VASİYETİ
“(Ey Cabir!) Bil ki (Yine) bil ki, yaşadığın şehrin bütün halkı sana: “Sen kötü insansın” derlerse, bu seni üzmemeli; “Sen iyi insansın” derlerse de, bu seni sevindirmemeli; böyle olmadıkça bizlerin dostu olamazsın. (Her halukârda) sen kendini Allah’ın kitabına sunmalısın; eğer onun yolunda gidiyor, onun küçümsediğini küçümsüyor, sevdirdiğini seviyor ve korkuttuğundan da korkuyorsan, o zaman sebat göster ve hakkında söylenen sözlerin sana bir zararı olmayacağı için de kendini müjdele. Ama eğer Kur’ân’dan uzak isen, (o zaman) neden kendini aldatasın?
Mü’min nefsani isteklerine galip gelmesi için daima nefsine karşı cihad halindedir; bazen nefsin eğriliklerini düzeltip Allah rızası için heva ve hevesine muhalefet eder; bazen de nefsi, onu mağlup eder ve kendi heva ve hevesine uydurur, ama Allah-u Teâla hemen onun elinden tutar ve o da kendine gelir. Allah onun sürçmesine göz yumar; o da Allah’ı anar, tövbe ve korkuya yönelir; (azap ve ceza) korkusu arttığı için basiret ve marifeti de artar.
Nitekim Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:
“Allah’tan korkanlara Şeytan’dan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki doğru yolu görüp bilmişlerdir.” (A’raf / 201.)
Ey Cabir! Allah’ın sana verdiği rızkın şükrünü yerine getirebilmen için az rızkı çok say. Nefsinin ayıplarını görebilmen ve affolunman için Allah’a olan ibadet ve itaatini az bil. Karşılaştığın kötülüğü, edindiğin bilgiyle kendinden uzaklaştır; bilgiyi de halis amelle çalıştır; halis ameli de, tam bir uyanıklıkla büyük gafletlerden koru; kâmil olan uyanıklığı da, gerçek korkuyla elde et.
Mevcut yaşantıya razı olarak gösterişten kaçın. Akla uyarak heva ve heves tehlikesinden kendini koru. Nefsani istekler galip geldiğinde ilmin irşadıyla kendini kontrol et. Halis amelleri mükâfat günü için koru. İhtirastan (aşırı istekten) kaçınmakla, kanaatkâr olmaya çalış. Kanaati seçmekle şiddetli tamahkârlığı kendinden uzaklaştır. Arzuları azaltmakla, zahitliğin tadını al; insanlardan ümidini keserek tamahın kökünü kurut. Nefsi tanımakla, bencilliğin yolunu kapa. (Çünkü nefsinin, kötü ahlak ve tabiatını ve gizli isteklerini bilen insan kendini büyük görmez.)
Doğru bir tefvizle (işi Allah’a bırakmakla) ruhi rahatlığa kavuş. Beden rahatlığını kalbin huzurunda ara. Az hata yapmakla, kalp huzuruna kavuş. Yalnızlıkta çok zikir etmekle, yumuşak kalpli olmaya çalış. Daimi hüzünle, kalbini aydınlat. Gerçek korkuyla Şeytan’dan korun. Yalan ümitten sakın (günah işleyip Allah’ın rahmetine boşuna ümit bağlama). Çünkü böyle bir ümit seni, gerçek korkuya (hakiki azaba) sokar.
Allah karşısında, amellerde doğru olmakla (ihlasla) kendini süsle. Göçmeye acele etmekle (ölüme hazırlanmakla) kendini O’na (Allah’a) sevdir. İşi geciktirmekten ve sonra yapacağım, demekten sakın. Çünkü helak olanlar bu denizde gark olmuştur. Gafletten uzak ol. Zira kalbin katılaşması gaflete dalmaktadır. Özrün olmadığı yerlerde gevşeklik yapma. Çünkü pişman olanlar ona sığınır.
Tam bir pişmanlık ve çok tövbe etmekle geçmiş günahlarından dön. Güzel bir dönüşle, Allah’ın rahmet ve affına yönel. Güzel dönüş için de, gecelerin karanlığında, hâlis dua ve münacat ile Allah’tan yardım talebinde bulun. Az rızkı çok ve çok itaati da az saymakla, büyük şükrü elde et. Çok şükür etmekle, nimetin çoğalmasını kazan. Nimetin elden çıkması korkusuyla, büyük şükre sarıl.
Tamahı öldürmekle, ebedi izzeti talep et. Halktan ümitsizliğin verdiği izzetle, tamahın zilletini kendinden uzaklaştır. Yüce himmetle de, halktan ümidi kesmek izzetini elde et. Arzuyu azaltmakla, dünyadan (ahiretin için) azık topla. Fırsat varken hedefe kavuşmak için çabuk davran. Bedenin sıhhatli olması ve boş zaman gibi, iyi bir fırsat olmaz. Güvenilmez insanlara, itimat etmekten sakın. Çünkü yemek alışkanlığı gibi kötülüğe de alışkanlık vardır…”
Bihar, c. 78, s. 163
“(Ey Cabir!) Bil ki (Yine) bil ki, yaşadığın şehrin bütün halkı sana: “Sen kötü insansın” derlerse, bu seni üzmemeli; “Sen iyi insansın” derlerse de, bu seni sevindirmemeli; böyle olmadıkça bizlerin dostu olamazsın. (Her halukârda) sen kendini Allah’ın kitabına sunmalısın; eğer onun yolunda gidiyor, onun küçümsediğini küçümsüyor, sevdirdiğini seviyor ve korkuttuğundan da korkuyorsan, o zaman sebat göster ve hakkında söylenen sözlerin sana bir zararı olmayacağı için de kendini müjdele. Ama eğer Kur’ân’dan uzak isen, (o zaman) neden kendini aldatasın?
Mü’min nefsani isteklerine galip gelmesi için daima nefsine karşı cihad halindedir; bazen nefsin eğriliklerini düzeltip Allah rızası için heva ve hevesine muhalefet eder; bazen de nefsi, onu mağlup eder ve kendi heva ve hevesine uydurur, ama Allah-u Teâla hemen onun elinden tutar ve o da kendine gelir. Allah onun sürçmesine göz yumar; o da Allah’ı anar, tövbe ve korkuya yönelir; (azap ve ceza) korkusu arttığı için basiret ve marifeti de artar.
Nitekim Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:
“Allah’tan korkanlara Şeytan’dan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki doğru yolu görüp bilmişlerdir.” (A’raf / 201.)
Ey Cabir! Allah’ın sana verdiği rızkın şükrünü yerine getirebilmen için az rızkı çok say. Nefsinin ayıplarını görebilmen ve affolunman için Allah’a olan ibadet ve itaatini az bil. Karşılaştığın kötülüğü, edindiğin bilgiyle kendinden uzaklaştır; bilgiyi de halis amelle çalıştır; halis ameli de, tam bir uyanıklıkla büyük gafletlerden koru; kâmil olan uyanıklığı da, gerçek korkuyla elde et.
Mevcut yaşantıya razı olarak gösterişten kaçın. Akla uyarak heva ve heves tehlikesinden kendini koru. Nefsani istekler galip geldiğinde ilmin irşadıyla kendini kontrol et. Halis amelleri mükâfat günü için koru. İhtirastan (aşırı istekten) kaçınmakla, kanaatkâr olmaya çalış. Kanaati seçmekle şiddetli tamahkârlığı kendinden uzaklaştır. Arzuları azaltmakla, zahitliğin tadını al; insanlardan ümidini keserek tamahın kökünü kurut. Nefsi tanımakla, bencilliğin yolunu kapa. (Çünkü nefsinin, kötü ahlak ve tabiatını ve gizli isteklerini bilen insan kendini büyük görmez.)
Doğru bir tefvizle (işi Allah’a bırakmakla) ruhi rahatlığa kavuş. Beden rahatlığını kalbin huzurunda ara. Az hata yapmakla, kalp huzuruna kavuş. Yalnızlıkta çok zikir etmekle, yumuşak kalpli olmaya çalış. Daimi hüzünle, kalbini aydınlat. Gerçek korkuyla Şeytan’dan korun. Yalan ümitten sakın (günah işleyip Allah’ın rahmetine boşuna ümit bağlama). Çünkü böyle bir ümit seni, gerçek korkuya (hakiki azaba) sokar.
Allah karşısında, amellerde doğru olmakla (ihlasla) kendini süsle. Göçmeye acele etmekle (ölüme hazırlanmakla) kendini O’na (Allah’a) sevdir. İşi geciktirmekten ve sonra yapacağım, demekten sakın. Çünkü helak olanlar bu denizde gark olmuştur. Gafletten uzak ol. Zira kalbin katılaşması gaflete dalmaktadır. Özrün olmadığı yerlerde gevşeklik yapma. Çünkü pişman olanlar ona sığınır.
Tam bir pişmanlık ve çok tövbe etmekle geçmiş günahlarından dön. Güzel bir dönüşle, Allah’ın rahmet ve affına yönel. Güzel dönüş için de, gecelerin karanlığında, hâlis dua ve münacat ile Allah’tan yardım talebinde bulun. Az rızkı çok ve çok itaati da az saymakla, büyük şükrü elde et. Çok şükür etmekle, nimetin çoğalmasını kazan. Nimetin elden çıkması korkusuyla, büyük şükre sarıl.
Tamahı öldürmekle, ebedi izzeti talep et. Halktan ümitsizliğin verdiği izzetle, tamahın zilletini kendinden uzaklaştır. Yüce himmetle de, halktan ümidi kesmek izzetini elde et. Arzuyu azaltmakla, dünyadan (ahiretin için) azık topla. Fırsat varken hedefe kavuşmak için çabuk davran. Bedenin sıhhatli olması ve boş zaman gibi, iyi bir fırsat olmaz. Güvenilmez insanlara, itimat etmekten sakın. Çünkü yemek alışkanlığı gibi kötülüğe de alışkanlık vardır…”
Bihar, c. 78, s. 163

İMAM ALİ BİN EBU TALİB (AS) GELECEKTEN HABER VERİYOR…
“Ali ‘nin canı elinde olana yemin olsun ki bu ümmet oğlum Hüseyin’i öldürdükten sonra ömürlerinin tamamını yoldan sapmış, zulüm ve dinde birkaç gruba bölünmüş bir halde geçirecekler. Sürekli Allah’ın kendi kitabında indirdiği hükümleri değiştirme peşinde olacaklar. Bid’atler çıkarmak, sünnetleri yok etmek (dinin emirlerini) yok etmek, birbirine benzeyen konularda kıyasa başvurmak ve (Kur’an ‘ın açık emirleri olan) muhkematı bir kenara itme girişiminde bulunacaklar. Böylece İslam elbisesi (tamamen) üzerlerinden çıkacak. Körlük vadisine, kurtuluş yolunu bulamama başıboşluğuna ve bedbahtlığına düşecekler.
Ey Ümeyye nesli! Sana ne oluyor!? Ölüm olsun sana, asla yolu bulamayacaksın!
Ey Abbas nesli! Sana ne oluyor? Ölüm olsun sana. Ümeyye oğullarının içerisinde zalimden ve Abbas oğullarının arasında tecavüzcü, hakkın emirlerine itaat etmeyen, benim evlatlarımı öldüren ve benim saygınlığımı yitirenden başka kimse gözükmüyor!
Dolayısıyla bu ümmet sürekli zalimdirler ve aynen köpekler misali dünyanın haram malı üzerinde birbirleriyle çekişmekteler. Helak denizlerinde ve kan çukurlarında ömürlerini geçirirler. Bu durum benim evlatlarımdan gaybta olan oğlum insanların gözünden saklanıncaya ve insanlar birbirine “Acaba o kayıp mı oldu? Acaba öldürüldü mü yoksa kendisi mi dünyadan göçtü?” söyleyinceye kadar devam edecek. Fitneler şiddetlenecek. Belalar nazil olacak. Kabile savaşlarının ateşi alevlenecek. İnsanlar dinlerinde aşırıya kaçacaklar. Hüccetin yok olduğu ve İmamet’in batıl olduğu hususunda tek ses olacaklar. O yıl içerisinde geçmiştekilerin hatıralarını araştırıp keşfetmek için Ali’nin Şialarından ve düşmanlarından olan kimselerin tamamı hacca gidecekler. Ancak ondan ne bir nişane görülür. Ne bir haber ulaşır ve ne de geride kalan biri tanınır.
Böylesi bir durumda Ali’nin Şia’sı kötü sözlere maruz kalır. Düşmanları onlara uygunsuz sözler söylerler. Kötüler ve sözlerinde iğneleyici olanlar onlara musallat olurlar. Şöyle ki ümmet başıboş kalır. Korkuya kapılır ve hüccetin ortadan kalktığı ve İmamet’in batıl olduğu sözleri çoğalır (ve dillere düşer). Ali’nin Rabbi’ne yemin olsun ki ümmetin hücceti o esnada ayakta olup onların sokaklarında dolaşmaktadır. Evlerine ve köşklerine girmektedir. Yeryüzünün Doğu’sunda ve Batı’sında dolaşmaktadır. Söylenenleri duymaktadır. Topluluklara selam vermektedir.
Vaad edilen zamanı gelip çatıncaya ve gökyüzünden münadinin “Bilin ki! Bugün Ali evlatlarının ve onun Şialarının mutluluk günüdür” şeklinde nida edeceği güne kadar o görecek ama görülmeyecektir!”
İMAM HÜSEYİN ANSİKLOPEDİSİ C. 1. S. 710-711)
Ey Ümeyye nesli! Sana ne oluyor!? Ölüm olsun sana, asla yolu bulamayacaksın!
Ey Abbas nesli! Sana ne oluyor? Ölüm olsun sana. Ümeyye oğullarının içerisinde zalimden ve Abbas oğullarının arasında tecavüzcü, hakkın emirlerine itaat etmeyen, benim evlatlarımı öldüren ve benim saygınlığımı yitirenden başka kimse gözükmüyor!
Dolayısıyla bu ümmet sürekli zalimdirler ve aynen köpekler misali dünyanın haram malı üzerinde birbirleriyle çekişmekteler. Helak denizlerinde ve kan çukurlarında ömürlerini geçirirler. Bu durum benim evlatlarımdan gaybta olan oğlum insanların gözünden saklanıncaya ve insanlar birbirine “Acaba o kayıp mı oldu? Acaba öldürüldü mü yoksa kendisi mi dünyadan göçtü?” söyleyinceye kadar devam edecek. Fitneler şiddetlenecek. Belalar nazil olacak. Kabile savaşlarının ateşi alevlenecek. İnsanlar dinlerinde aşırıya kaçacaklar. Hüccetin yok olduğu ve İmamet’in batıl olduğu hususunda tek ses olacaklar. O yıl içerisinde geçmiştekilerin hatıralarını araştırıp keşfetmek için Ali’nin Şialarından ve düşmanlarından olan kimselerin tamamı hacca gidecekler. Ancak ondan ne bir nişane görülür. Ne bir haber ulaşır ve ne de geride kalan biri tanınır.
Böylesi bir durumda Ali’nin Şia’sı kötü sözlere maruz kalır. Düşmanları onlara uygunsuz sözler söylerler. Kötüler ve sözlerinde iğneleyici olanlar onlara musallat olurlar. Şöyle ki ümmet başıboş kalır. Korkuya kapılır ve hüccetin ortadan kalktığı ve İmamet’in batıl olduğu sözleri çoğalır (ve dillere düşer). Ali’nin Rabbi’ne yemin olsun ki ümmetin hücceti o esnada ayakta olup onların sokaklarında dolaşmaktadır. Evlerine ve köşklerine girmektedir. Yeryüzünün Doğu’sunda ve Batı’sında dolaşmaktadır. Söylenenleri duymaktadır. Topluluklara selam vermektedir.
Vaad edilen zamanı gelip çatıncaya ve gökyüzünden münadinin “Bilin ki! Bugün Ali evlatlarının ve onun Şialarının mutluluk günüdür” şeklinde nida edeceği güne kadar o görecek ama görülmeyecektir!”
İMAM HÜSEYİN ANSİKLOPEDİSİ C. 1. S. 710-711)
bottom of page