
Düşünce Köşesi-Makaleler

HAYATLARIMIZIN KAVŞAĞI DA AYNEN GADİR HUM KAVŞAĞI GİBİ
Ayeti kerimelerin nüzul sebebi ve tarihi konumları İlahi konuları idrak etmemiz açısından bize çokca ipucu verir. Örneğin 18. Zilhicce günü Maide Suresi 67. ayeti Kerime’nin nazil oluşu. Tam hac menasiklerinin bittiği ve hacdan geri dönüş yolunda. Konu neydi acaba? Sırada hangi konu vardı Hz. peygamber tarafından açıklanması gereken, yüce Allah tarafından bildirilen?
Maide suresi/67 “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni (halka) ilet. Eğer bunu yapmazsan, O'nun risaletini açıklamamış olursun (elçilik görevini yerine getirmemiş olursun). Allah seni insanlardan korur. Kuşkusuz, Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Ayet dehşet vericidir. Açıklamasını emrettiği, açıklamadığında risaletin amacının yerine gelmediği ve insanlar tarafından tehlikeli bir tepki alacağı hal neydi acaba?
İşte konunun hem sözel hem de fiili olarak açıklaması Hz. Peygamber (saa) tarafından Gadir Hum hutbesi olarak verildi. Gadir Hum hutbesini kesinlikle okumak gerekir. Risaletin amacını özetleyen bir hutbedir. Eğer bu denilenler anlaşılmazsa veya kabul edilmezse risalete iman ve dolayısıyla tevhid inancı da tehlikededir.
Hutbedeki ana konu; Resulullah(saa)’tan sonra ilahi yol sorumluluğunu taşıyacak olan vasileri Ehli Beyt İmamlarının, Allah tarafından bildirildiği ve açıklanması gerektiğidir. Yani yeryüzünün ilahi projesi olan imamet süreci Hz. Resulullah’tan(saa) sonra İmam olarak Ali b. Ebu Talib ve onun çocuklarından gelen belli isimler üzerinden devam edeceğidir.
Müşrik bir toplumdan gerçekten hicret etmeyen, hatta hâlâ o günleri hatırlamak isteyenler tevhid, risalet ve ahiret sürecini daha yeni sindirip sindirmeme aşamasında net değil iken şimdi de imamet sürecini kabul edeceklerdi. Nefsini hazırlamayanlar ve hakkı hazmedemeyenler için gerçekten bu, büyük bir lokma idi. Bu yüzden ayeti kerime de “Allah seni insanlardan korur.” denilmişti.
Ancak derdi hidayet olan, ilahi rızayı kesinlikle kazanmak olan kimseler için yüce Allah, hidayet yolunu açık tutmuştu. Bu yüzden ilahi velayet Hz. Resulullah’tan(saa) sonra imamlar (s.a) üzerinden garanti altına alınıyordu. Dolayısıyla Allah tarafından bu göreve layık görülmüş kişiler Hz. Peygamber tarafından resmen ilan edilmişti bu gün ve onlar adına Hz. Peygamber tüm insanlardan biat alıyordu. Elbette Hz. Peygamber (saa) bu haberleri önceden de vermişti ve toplumu bu günlere hazırlamıştı. Ancak toplu duyuru ve toplu biat bugün alınıyordu.
Hz. Peygamberin(saa) bu açıklamalarının ve akabinde gerçekleşen biatın öneminin farkında olmak gerekir.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştu:
“Kim benden sonra Ali'nin imametini bilerek inkâr ederse, benim nübüvvetimi inkâr etmiştir; kim de benim nübüvvetimi bilerek inkâr ederse, Allah'ın rubûbiyetini inkâr etmiştir.”[1]
Muhammed b. Fazl, İmam Ali Rıza’nın (a.s) babaları kanalıyla Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle rivayet ettiğini nakleder:
“Ya Ali, sen ve benden sonraki (diğer) imamlar, Allah'ın kullarına hücceti ve yaratıkları arasında nişanelerisiniz. Kim, sizden bir tanesini bile inkâr ederse, aslında beni inkâr etmiştir; kim de sizden birisine karşı gelirse, aslında bana karşı gelmiştir; size cefa eden, bana cefa etmiştir; kim sizinle ilişki kurarsa, benimle kurmuştur; kim size itaat ederse, bana itaat etmiştir; kim size dost olursa, bana dost olmuş ve kim size düşmanlık yaparsa, bana düşmanlık yapmıştır; zira hiç şüphesiz sizin hepiniz bendensiniz; benim tıynetimden yaratılmışsınız; ben de sizdenim!”[2]
Bu sözlerle Hz. Muhammed (saa) imam Ali’nin (a.s) velayetini kendi risaletine bağlamış oluyordu. Bu yüzden ayeti kerimede “ Risaletini tamamlamamış olursun” demektedir. Yani peygamberden sonra bu yol unutulur ya da tahrif edilir. Ancak imam Ali’nin velayeti ile başlayan süreçle peygamberin yolu korunmuş olacaktı. Elbette yol İmam Ali (a.s) ile de yarıda kalmamalı idi. Kıyamet kopuncaya kadar tüm veliler yani imamlar açıklanarak sıratı müstakim korunmalıydı. Dolayısıyla ilk adım peygamberden sonra İmam Ali’nin (a.s) velayetini kabul etmek olacaktı. İlk imamı kabul eden daha sonraki imamları da kabul edebilecekti. Bu yüzden İmam Ali’nin (a.s) velayetliğini kabul etmek büyük bir adımdı.
Saîd b. Cübeyr, Ümmü'l-Müminin Âişe'den şöyle nakletmiştir:
Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki, şöyle buyuruyordu:
“Ben gelmiş geçmişlerin hepsinin efendisiyim; Ali b. Ebî Tâlib ise vasilerin efendisidir; odur benim kardeşim, vârisim ve ümmetime olan halifem; ona itaat etmek farzdır; ona uymak fazilettir ve onu sevmek Allah'a yakınlaşma vesilesidir. Onun hizbi, Allah'ın hizbidir; ona yardım edenler, Allah'a yardım edenlerdir. Onun dostları, Allah'ın dostlarıdır ve onun düşmanları, Allah'ın düşmanlarıdır; o, benden sonra Müslümanların imamı, müminlerin mevlâsı ve emiridir.”[3]
Saîd b. Müseyyib, Hz. Ali'den (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) Tebûk gazvesinde kendisine hitaben şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Seni, ehlim arasında halifem olarak bıraktım." Ben "Ey Allah'ın Nebisi, kendinden sonra mı halife olarak bırakıyorsun?" dediğimde, şöyle buyurdu: "Harûn'un Musâ yanında sahip olduğu makama, sen de benim yanımda sahip olmak istemez misin?! Ancak (onlarla bizim aramızdaki tek fark şudur ki) benden sonra peygamber yoktur."[4]
İbn Abbâs, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakletmiştir:
“Sizler, Ali'nin velâyeti altında olduğunuz müddetçe, asla yolunuzu şaşmaz ve helak olmazsınız! Ama ona muhalefet ederseniz, (farklı) yollar ve nefsânî hevesler sizi yolunuzdan saptırıp şaşkınlığa sürükler! O hâlde Allah'tan korkun; hiç kuşkusuz Allah'ın ahdi, Ali b. Ebî Tâlib'dir!”[5]
Resulullah (s.a.a) yine şöyle buyurmuştu:
“ Ya Ali, beni sevdiğini zannedip de sana düşman kesilen, yalancıdır. Ya Ali, kim seninle savaşırsa, hiç şüphesiz benimle savaşmıştır; benimle savaşan ise şüphesiz Allah'la savaşmıştır. Ya Ali, sana düşman olan, bana düşman olmuştur; bana düşman olan ise hiç kuşkusuz Allah'a düşman olmuştur ve Allah böyle bir kimseyi helak edecek ve cehennem ateşine sokacaktır.”[6]
Resulullah (s.a.a), Hz. Ali'ye (a.s) hitaben şöyle buyurmuştu:
“Senin dostun, benim dostumdur ve benim dostum, Allah'ın dostudur; senin düşmanın, benim düşmanımdır ve benim düşmanım, Allah'ın düşmanıdır. Benden sonra sana buğz eden kimsenin vay haline!”[7]
Bu konu ile ilgili yüzlerce daha delil var. O halde imam Ali’nin (a.s) konumunu anlamamak veya onun konumunu aşağıya çekmek bu aşamadan sonra derdi iman olmayanların çabası olmaktadır. Bu nedenle Maide süresi /67. ayet şöyle açıklamasını tamamlamaktadır. O gün nazil olan bu ifadeye dikkat edilmelidir; “Kuşkusuz, Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Maide suresi/67. ayet Gadir Hum hutbesine sebep nazil olmuştu. O halde Hz. Peygamberin hayatının son tebliğleriyle de insanlar, aynen Gadir Hum kavşağı gibi imanda sebat veya devam edip etmeme konusunda da kavşak noktasına gelinmişti. İnsanlar bu İlahi emirle yani imametliği kabul edip etmeme ile son imtihanını veriyordu. Ya Peygambere ve dolayısıyla Allah’a güveneceksiniz ya da gerçekte Allah’ı ve peygamberini anlamamış ve iman etmemiş olacaksınız. İşte bu yol ayırımında tüm insanlar o gün durmuştu ve karar veriyorlardı. O gün bir kişi dışında diğer insanlar imam Ali’nin(a.s) “ Müminlerin Emiri!” olduğuna biat etmişlerdi. Ancak bu yol ayırımına sadık kalmışlar mıydı, yoksa sonra kararlarını değiştirdiler mi? Bunu da tarih göstermiş olacaktı!
[1] Bihâru'l-Envâr, c.27, s.61.
[2] İsbâtü'l-Hüdât, c.1, s.519
[3]İsbâtü'l-Hüdât, c.2, s.69
[4] İhkâku'l-Hak, c.5, s.198
[5] İhkâku'l-Hak, c.6, s.57
[6] Gâyetü'l-Merâm, c.1, s.94
[7] İhkâku'l-Hak, c.6, s.406
Maide suresi/67 “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni (halka) ilet. Eğer bunu yapmazsan, O'nun risaletini açıklamamış olursun (elçilik görevini yerine getirmemiş olursun). Allah seni insanlardan korur. Kuşkusuz, Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Ayet dehşet vericidir. Açıklamasını emrettiği, açıklamadığında risaletin amacının yerine gelmediği ve insanlar tarafından tehlikeli bir tepki alacağı hal neydi acaba?
İşte konunun hem sözel hem de fiili olarak açıklaması Hz. Peygamber (saa) tarafından Gadir Hum hutbesi olarak verildi. Gadir Hum hutbesini kesinlikle okumak gerekir. Risaletin amacını özetleyen bir hutbedir. Eğer bu denilenler anlaşılmazsa veya kabul edilmezse risalete iman ve dolayısıyla tevhid inancı da tehlikededir.
Hutbedeki ana konu; Resulullah(saa)’tan sonra ilahi yol sorumluluğunu taşıyacak olan vasileri Ehli Beyt İmamlarının, Allah tarafından bildirildiği ve açıklanması gerektiğidir. Yani yeryüzünün ilahi projesi olan imamet süreci Hz. Resulullah’tan(saa) sonra İmam olarak Ali b. Ebu Talib ve onun çocuklarından gelen belli isimler üzerinden devam edeceğidir.
Müşrik bir toplumdan gerçekten hicret etmeyen, hatta hâlâ o günleri hatırlamak isteyenler tevhid, risalet ve ahiret sürecini daha yeni sindirip sindirmeme aşamasında net değil iken şimdi de imamet sürecini kabul edeceklerdi. Nefsini hazırlamayanlar ve hakkı hazmedemeyenler için gerçekten bu, büyük bir lokma idi. Bu yüzden ayeti kerime de “Allah seni insanlardan korur.” denilmişti.
Ancak derdi hidayet olan, ilahi rızayı kesinlikle kazanmak olan kimseler için yüce Allah, hidayet yolunu açık tutmuştu. Bu yüzden ilahi velayet Hz. Resulullah’tan(saa) sonra imamlar (s.a) üzerinden garanti altına alınıyordu. Dolayısıyla Allah tarafından bu göreve layık görülmüş kişiler Hz. Peygamber tarafından resmen ilan edilmişti bu gün ve onlar adına Hz. Peygamber tüm insanlardan biat alıyordu. Elbette Hz. Peygamber (saa) bu haberleri önceden de vermişti ve toplumu bu günlere hazırlamıştı. Ancak toplu duyuru ve toplu biat bugün alınıyordu.
Hz. Peygamberin(saa) bu açıklamalarının ve akabinde gerçekleşen biatın öneminin farkında olmak gerekir.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştu:
“Kim benden sonra Ali'nin imametini bilerek inkâr ederse, benim nübüvvetimi inkâr etmiştir; kim de benim nübüvvetimi bilerek inkâr ederse, Allah'ın rubûbiyetini inkâr etmiştir.”[1]
Muhammed b. Fazl, İmam Ali Rıza’nın (a.s) babaları kanalıyla Allah Resulü'nden (s.a.a) şöyle rivayet ettiğini nakleder:
“Ya Ali, sen ve benden sonraki (diğer) imamlar, Allah'ın kullarına hücceti ve yaratıkları arasında nişanelerisiniz. Kim, sizden bir tanesini bile inkâr ederse, aslında beni inkâr etmiştir; kim de sizden birisine karşı gelirse, aslında bana karşı gelmiştir; size cefa eden, bana cefa etmiştir; kim sizinle ilişki kurarsa, benimle kurmuştur; kim size itaat ederse, bana itaat etmiştir; kim size dost olursa, bana dost olmuş ve kim size düşmanlık yaparsa, bana düşmanlık yapmıştır; zira hiç şüphesiz sizin hepiniz bendensiniz; benim tıynetimden yaratılmışsınız; ben de sizdenim!”[2]
Bu sözlerle Hz. Muhammed (saa) imam Ali’nin (a.s) velayetini kendi risaletine bağlamış oluyordu. Bu yüzden ayeti kerimede “ Risaletini tamamlamamış olursun” demektedir. Yani peygamberden sonra bu yol unutulur ya da tahrif edilir. Ancak imam Ali’nin velayeti ile başlayan süreçle peygamberin yolu korunmuş olacaktı. Elbette yol İmam Ali (a.s) ile de yarıda kalmamalı idi. Kıyamet kopuncaya kadar tüm veliler yani imamlar açıklanarak sıratı müstakim korunmalıydı. Dolayısıyla ilk adım peygamberden sonra İmam Ali’nin (a.s) velayetini kabul etmek olacaktı. İlk imamı kabul eden daha sonraki imamları da kabul edebilecekti. Bu yüzden İmam Ali’nin (a.s) velayetliğini kabul etmek büyük bir adımdı.
Saîd b. Cübeyr, Ümmü'l-Müminin Âişe'den şöyle nakletmiştir:
Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki, şöyle buyuruyordu:
“Ben gelmiş geçmişlerin hepsinin efendisiyim; Ali b. Ebî Tâlib ise vasilerin efendisidir; odur benim kardeşim, vârisim ve ümmetime olan halifem; ona itaat etmek farzdır; ona uymak fazilettir ve onu sevmek Allah'a yakınlaşma vesilesidir. Onun hizbi, Allah'ın hizbidir; ona yardım edenler, Allah'a yardım edenlerdir. Onun dostları, Allah'ın dostlarıdır ve onun düşmanları, Allah'ın düşmanlarıdır; o, benden sonra Müslümanların imamı, müminlerin mevlâsı ve emiridir.”[3]
Saîd b. Müseyyib, Hz. Ali'den (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) Tebûk gazvesinde kendisine hitaben şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Seni, ehlim arasında halifem olarak bıraktım." Ben "Ey Allah'ın Nebisi, kendinden sonra mı halife olarak bırakıyorsun?" dediğimde, şöyle buyurdu: "Harûn'un Musâ yanında sahip olduğu makama, sen de benim yanımda sahip olmak istemez misin?! Ancak (onlarla bizim aramızdaki tek fark şudur ki) benden sonra peygamber yoktur."[4]
İbn Abbâs, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakletmiştir:
“Sizler, Ali'nin velâyeti altında olduğunuz müddetçe, asla yolunuzu şaşmaz ve helak olmazsınız! Ama ona muhalefet ederseniz, (farklı) yollar ve nefsânî hevesler sizi yolunuzdan saptırıp şaşkınlığa sürükler! O hâlde Allah'tan korkun; hiç kuşkusuz Allah'ın ahdi, Ali b. Ebî Tâlib'dir!”[5]
Resulullah (s.a.a) yine şöyle buyurmuştu:
“ Ya Ali, beni sevdiğini zannedip de sana düşman kesilen, yalancıdır. Ya Ali, kim seninle savaşırsa, hiç şüphesiz benimle savaşmıştır; benimle savaşan ise şüphesiz Allah'la savaşmıştır. Ya Ali, sana düşman olan, bana düşman olmuştur; bana düşman olan ise hiç kuşkusuz Allah'a düşman olmuştur ve Allah böyle bir kimseyi helak edecek ve cehennem ateşine sokacaktır.”[6]
Resulullah (s.a.a), Hz. Ali'ye (a.s) hitaben şöyle buyurmuştu:
“Senin dostun, benim dostumdur ve benim dostum, Allah'ın dostudur; senin düşmanın, benim düşmanımdır ve benim düşmanım, Allah'ın düşmanıdır. Benden sonra sana buğz eden kimsenin vay haline!”[7]
Bu konu ile ilgili yüzlerce daha delil var. O halde imam Ali’nin (a.s) konumunu anlamamak veya onun konumunu aşağıya çekmek bu aşamadan sonra derdi iman olmayanların çabası olmaktadır. Bu nedenle Maide süresi /67. ayet şöyle açıklamasını tamamlamaktadır. O gün nazil olan bu ifadeye dikkat edilmelidir; “Kuşkusuz, Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Maide suresi/67. ayet Gadir Hum hutbesine sebep nazil olmuştu. O halde Hz. Peygamberin hayatının son tebliğleriyle de insanlar, aynen Gadir Hum kavşağı gibi imanda sebat veya devam edip etmeme konusunda da kavşak noktasına gelinmişti. İnsanlar bu İlahi emirle yani imametliği kabul edip etmeme ile son imtihanını veriyordu. Ya Peygambere ve dolayısıyla Allah’a güveneceksiniz ya da gerçekte Allah’ı ve peygamberini anlamamış ve iman etmemiş olacaksınız. İşte bu yol ayırımında tüm insanlar o gün durmuştu ve karar veriyorlardı. O gün bir kişi dışında diğer insanlar imam Ali’nin(a.s) “ Müminlerin Emiri!” olduğuna biat etmişlerdi. Ancak bu yol ayırımına sadık kalmışlar mıydı, yoksa sonra kararlarını değiştirdiler mi? Bunu da tarih göstermiş olacaktı!
[1] Bihâru'l-Envâr, c.27, s.61.
[2] İsbâtü'l-Hüdât, c.1, s.519
[3]İsbâtü'l-Hüdât, c.2, s.69
[4] İhkâku'l-Hak, c.5, s.198
[5] İhkâku'l-Hak, c.6, s.57
[6] Gâyetü'l-Merâm, c.1, s.94
[7] İhkâku'l-Hak, c.6, s.406

TARKAN, GEÇÇEK VE GELECEK
Sosyal medya da gündeme oturan Tarkan’ın “geççek” klibini merak ettim, ben de izledim. Evet başarılı bir klip olmuş. Tarkan’ın hakkını iyi vermek gerek. Güzel sunmuş. Ancak benim için, ilginin neden bu kadar yoğun olduğu dikkatimi çekti. Bilemiyorum reklam mı iyi idi, yoksa stratejiyi mi iyi kullanmışlar… Ancak sebep ne olursa olsun gerçek şu ki toplumsal bir sorunumuzu gündeme taşımışlar… Ümide olan acil ve yoğun ihtiyacımızı iyi yansıtmışlar. Gerçekten insanlar günlük hayatın sayfaları arasında boğulmaktadırlar. Her grup hayatın çeşitli basamaklarında tıkanmakta, bu yarışın nereye doğru gittiği bilinmemektedir. Yani sorun doğru olarak ortaya atılmıştır. Ancak “ geççek” demekle sorun çözülmemektedir. Ne malayani davranabiliriz. Ne de önümüzdeki tıkanıklığı kendimizi kandırarak görmezden gelebiliriz. Aksi takdirde sürekli bir dağa tökezleyip dururuz.
O halde çözümü aramak gerekmektedir. Sorunun çözümlerini insanlar çok denediler. İdeolojiler, akımlar, felsefeler, fırkalar, mezhepler, sistemler, kültürler… Ancak tüm bu denemelere rağmen sorunlarını çözemediler. Toplumlar nerelere sürüklendiğini fark edemediler. Nerelerde mutluluk ve mutmainliği yakalayabileceğini göremediler…
Gerçekten sorunun cevabını bulmak gerekmektedir. Aksi takdirde insanlık bu kısır döngünün içerisinde kaybolacaktır.
” Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. “[1]
İlk öncelikle bütün tabloya bakmak gerekmektedir. İnsanı yaratan, neden yaratmış demelidir. İnsanı yaratan Allah, insanın ihtiyacını en iyi bilendir.
“Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak bir gayeyle ve belirli bir süre için yarattık; inkâr edenler uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.”[2]
İnsan yaratılış gayesini unuttuğunda ne yapacağını, nereye doğru gideceğini bilmeyen bir hal alır. Ne çalışmanın, ne öğrenmenin, ne fedakârlığın, ne üretmenin, ne başarmanın, ne zengin olmanın bir anlamı ve nihayeti vardır. Hepsi yolun sonunda patlayan bir balona dönüşmektedir.
Öğrencisiniz başarmak istiyorsunuz, sonunda başardınız. Şimdi ne olacak?
Yorgundunuz dinlendiniz. Ya sonra ne yapacaksınız?
Fakirdiniz, şimdi kendinize yetiyorsunuz. Bundan sonraki amacınız nedir?
Hep dikkat ediniz ki kısa süren bir film gibi yolda kalıyorsunuz. İşte tüm bu pencereler şunu gösteriyor. Öyle bir amaç edin ki fani olmasın. Ebedi hayat boyunca tutunduğun bir başlık olsun.
De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” [3]
İşte bu yaratılış amacıyla örtüşen bir gayedir. Allah’ın rızasını görebilmek.
Fatiha süresinde her insana bu başlık gösterilmektedir; “ İhdina Sıratel Müstakim.”
Aslında hepimiz Fatiha süresini biliriz ancak dikkatler hep başka alanlarda olduğu içi elimizde olupta göremediğimiz bir başlık; İhdina! Rabbine bir sesleniş ve kendisine yaratıcısı tarafından gösterilen bir başlıktır. Hayatın başlığı; İhdina olmalıdır. Yani her birey böyle demelidir; Ya Rabbi, beni kendine ilet! (kendi rızana yönelt!)
Kısaca şunu demek gerekmektedir. Tüm yaratılmışları kuşatan ve ebedi süren başlık; baki olan hedefi görebilmektir. Bunu gördüğünde her işin başında ve sonunda ümitvar olunacaktır.
“Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline!…”[4]
Yani insanları ümitsiz eden birinci tıkanıklık hedefsizliktir. İnsanlar sürekli bir çırpınışın, bir gayretin içerisindedir. Ama niçin yaptıklarının farkında değillerdir. Acaba hayatımızdaki okumak, çalışmak, evlenmek, anne veya baba olmak, seyahat etmek, kariyer edinmek gibi tüm başlıklar bir gaye değil midir? gibi bir soru da gelebilir. Gaye olabilir gibi görünse de gerçekte tüm bunlar bir amaç değildir. Bunlar dünya hayatında birer basamaktır. Ölüm kapısında bu sorular birer amaç olarak kendisine sorulmayacaktır. O halde öyle bir hedef edinelim ki ölüm kapısında da bizimle beraber olsun.
İşte diğer tüm gayeler dünyaya kalacak, ancak Allah’ın rızası bizimle beraber olacaktır. O halde ders çalışan, oyun oynayan, iş yapan, alış verişte olan, masa başında duran, bilgisayar kullanan her kişi gibi her birey bu ana başlığı görmelidir. O zaman geçiştirilmiş değil, sorunu çözecek bir duruşa geçilmiş oluruz.
Yüce Allah bu başlığı verirken, yani ilahi rızayı gösterirken bunun nasıl elde edilmesini de bir meçhule bırakmamıştır. İlk insan, ilk babamızı yaratırken bile şöyle buyurmuştur;
“İnin oradan hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber ve vasisi) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.”[5]
Yani hidayet yolunu gösteren peygamberler ve vasileri gelecektir. İlk hidayet yolunu gösteren Hz. Âdem idi. Bu yüzden kendisi yeryüzünün ilk halifesi ve ilk peygamberidir. Sonra yeryüzüne sırasıyla tüm seçilmişler geldiler.
“De ki: “Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve Yakupoğulları’na indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız.”[6]
Böylelikle yeryüzü hiç öndersiz kalmadı. Hep hidayet yolunu gösteren bir ilahi önder oldu.
İnsanlık tarihinin son peygamberi Hz. Muhammed (saa) oldu. Ancak insanlık devam ederken insanlar öndersiz kalmadı. Son peygamberin vasileri de var. On iki Ehli Beyt İmamları(sa) da geldiler. Şimdi ise bizler son önder olan İmam Mehdi’nin(a.f) çağdaşlarıyız.
Ancak toplumda bir belirsizliği daha görür gibiyiz.
“İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkar eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.”[7]
İşte çağımızın tıkandığı ikinci sorun da insanların kendilerini öndersiz görmesidir. Hâlbuki yüce Allah vaad etmiştir. Hz. Muhammed(saa) ve vasileri olan on bir Hidayet önderi de bu son önder on ikinci imamı müjdelemiştir. Ancak insanlar gerçek önderi meçhule bırakıp, batıl rol modelleri peşi sıra koşunca ikinci bir kaosa daha sürüklenmişlerdir. Ümit yolunu gösteren rahmet ve hak önder olduğu halde ondan kendilerini yoksun görmüşlerdir.
İşte insanların hatta toplumların şu andaki tablosu şudur; hedefsizlik ve öndersizlikten ümitlerini kaybetmişlerdir. Ümit etmek istiyorlar ancak sorununun da ne şekilde ve nasıl çözüleceğini de bilmiyorlar.
Doğrusu Tarkan böyle büyük ve toplumsal bir sorunumuza dikkat çektiği için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Ancak sorunun cevabını da görmek zorundayız. Yani “İhdina Sıratel Müstakim” dediğimiz, doğru hedefi ve doğru önderi görerek yola çıkmayı…
[1] Duhan suresi/38
[2] Ahkaf suresi/3
[3] Rad suresi/16
[4] Zümer süresi/22
[5] Bakara süresi/38
[6] Al-i İmran süresi/84
[7] Al-i İmran süresi/86
O halde çözümü aramak gerekmektedir. Sorunun çözümlerini insanlar çok denediler. İdeolojiler, akımlar, felsefeler, fırkalar, mezhepler, sistemler, kültürler… Ancak tüm bu denemelere rağmen sorunlarını çözemediler. Toplumlar nerelere sürüklendiğini fark edemediler. Nerelerde mutluluk ve mutmainliği yakalayabileceğini göremediler…
Gerçekten sorunun cevabını bulmak gerekmektedir. Aksi takdirde insanlık bu kısır döngünün içerisinde kaybolacaktır.
” Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. “[1]
İlk öncelikle bütün tabloya bakmak gerekmektedir. İnsanı yaratan, neden yaratmış demelidir. İnsanı yaratan Allah, insanın ihtiyacını en iyi bilendir.
“Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak bir gayeyle ve belirli bir süre için yarattık; inkâr edenler uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.”[2]
İnsan yaratılış gayesini unuttuğunda ne yapacağını, nereye doğru gideceğini bilmeyen bir hal alır. Ne çalışmanın, ne öğrenmenin, ne fedakârlığın, ne üretmenin, ne başarmanın, ne zengin olmanın bir anlamı ve nihayeti vardır. Hepsi yolun sonunda patlayan bir balona dönüşmektedir.
Öğrencisiniz başarmak istiyorsunuz, sonunda başardınız. Şimdi ne olacak?
Yorgundunuz dinlendiniz. Ya sonra ne yapacaksınız?
Fakirdiniz, şimdi kendinize yetiyorsunuz. Bundan sonraki amacınız nedir?
Hep dikkat ediniz ki kısa süren bir film gibi yolda kalıyorsunuz. İşte tüm bu pencereler şunu gösteriyor. Öyle bir amaç edin ki fani olmasın. Ebedi hayat boyunca tutunduğun bir başlık olsun.
De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” [3]
İşte bu yaratılış amacıyla örtüşen bir gayedir. Allah’ın rızasını görebilmek.
Fatiha süresinde her insana bu başlık gösterilmektedir; “ İhdina Sıratel Müstakim.”
Aslında hepimiz Fatiha süresini biliriz ancak dikkatler hep başka alanlarda olduğu içi elimizde olupta göremediğimiz bir başlık; İhdina! Rabbine bir sesleniş ve kendisine yaratıcısı tarafından gösterilen bir başlıktır. Hayatın başlığı; İhdina olmalıdır. Yani her birey böyle demelidir; Ya Rabbi, beni kendine ilet! (kendi rızana yönelt!)
Kısaca şunu demek gerekmektedir. Tüm yaratılmışları kuşatan ve ebedi süren başlık; baki olan hedefi görebilmektir. Bunu gördüğünde her işin başında ve sonunda ümitvar olunacaktır.
“Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline!…”[4]
Yani insanları ümitsiz eden birinci tıkanıklık hedefsizliktir. İnsanlar sürekli bir çırpınışın, bir gayretin içerisindedir. Ama niçin yaptıklarının farkında değillerdir. Acaba hayatımızdaki okumak, çalışmak, evlenmek, anne veya baba olmak, seyahat etmek, kariyer edinmek gibi tüm başlıklar bir gaye değil midir? gibi bir soru da gelebilir. Gaye olabilir gibi görünse de gerçekte tüm bunlar bir amaç değildir. Bunlar dünya hayatında birer basamaktır. Ölüm kapısında bu sorular birer amaç olarak kendisine sorulmayacaktır. O halde öyle bir hedef edinelim ki ölüm kapısında da bizimle beraber olsun.
İşte diğer tüm gayeler dünyaya kalacak, ancak Allah’ın rızası bizimle beraber olacaktır. O halde ders çalışan, oyun oynayan, iş yapan, alış verişte olan, masa başında duran, bilgisayar kullanan her kişi gibi her birey bu ana başlığı görmelidir. O zaman geçiştirilmiş değil, sorunu çözecek bir duruşa geçilmiş oluruz.
Yüce Allah bu başlığı verirken, yani ilahi rızayı gösterirken bunun nasıl elde edilmesini de bir meçhule bırakmamıştır. İlk insan, ilk babamızı yaratırken bile şöyle buyurmuştur;
“İnin oradan hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber ve vasisi) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.”[5]
Yani hidayet yolunu gösteren peygamberler ve vasileri gelecektir. İlk hidayet yolunu gösteren Hz. Âdem idi. Bu yüzden kendisi yeryüzünün ilk halifesi ve ilk peygamberidir. Sonra yeryüzüne sırasıyla tüm seçilmişler geldiler.
“De ki: “Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve Yakupoğulları’na indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız.”[6]
Böylelikle yeryüzü hiç öndersiz kalmadı. Hep hidayet yolunu gösteren bir ilahi önder oldu.
İnsanlık tarihinin son peygamberi Hz. Muhammed (saa) oldu. Ancak insanlık devam ederken insanlar öndersiz kalmadı. Son peygamberin vasileri de var. On iki Ehli Beyt İmamları(sa) da geldiler. Şimdi ise bizler son önder olan İmam Mehdi’nin(a.f) çağdaşlarıyız.
Ancak toplumda bir belirsizliği daha görür gibiyiz.
“İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkar eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.”[7]
İşte çağımızın tıkandığı ikinci sorun da insanların kendilerini öndersiz görmesidir. Hâlbuki yüce Allah vaad etmiştir. Hz. Muhammed(saa) ve vasileri olan on bir Hidayet önderi de bu son önder on ikinci imamı müjdelemiştir. Ancak insanlar gerçek önderi meçhule bırakıp, batıl rol modelleri peşi sıra koşunca ikinci bir kaosa daha sürüklenmişlerdir. Ümit yolunu gösteren rahmet ve hak önder olduğu halde ondan kendilerini yoksun görmüşlerdir.
İşte insanların hatta toplumların şu andaki tablosu şudur; hedefsizlik ve öndersizlikten ümitlerini kaybetmişlerdir. Ümit etmek istiyorlar ancak sorununun da ne şekilde ve nasıl çözüleceğini de bilmiyorlar.
Doğrusu Tarkan böyle büyük ve toplumsal bir sorunumuza dikkat çektiği için kendisine çok teşekkür ediyoruz. Ancak sorunun cevabını da görmek zorundayız. Yani “İhdina Sıratel Müstakim” dediğimiz, doğru hedefi ve doğru önderi görerek yola çıkmayı…
[1] Duhan suresi/38
[2] Ahkaf suresi/3
[3] Rad suresi/16
[4] Zümer süresi/22
[5] Bakara süresi/38
[6] Al-i İmran süresi/84
[7] Al-i İmran süresi/86

MİRAÇ VE HİBETULLAH
Zer âleminde Resulullah’ın (saa) tüm insanlar ve seçkinler arasında en seçilmiş kişi olduğunu biliyoruz. O gün sorulan tüm sorulara Resulullah(saa), tüm insanlar arasında en hızlı ve en kâmil olarak teslim olarak cevap verdi. Bu nedenle o en yüksek rıza makamını yakaladı. Resulullah’ın(saa) hemen akabinde de İmam Ali (as) teslim oldu. Hem Rabbine teslim oldu. Hem de Resulullah’ın velayetine teslim oldu. O halde gerçekte o gün imam Ali, Resullullah’a hediye edilmişti. Lâkin imam Ali (as) o kadar büyük bir hediye ki, o hediye sevinci orada kalmadı. Geçmişteki tüm seçilenlerin hayatında, peygamberin hayatında ve peygamberden sonra da o hediyenin bereketi devam etti. Hâlâ daha devam etmektedir.
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Ali b. Ebî Tâlib (a.s), Allah’ın Muhammed’e (s.a.a) bir hediyesiydi. O bütün vasîlerin ve kendinden önceki peygamberler ve resullerin ilmini miras almıştır.”
Özellikle miraç gecesinde İmam Ali’nin yeniden gündeme getirilmesi yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in yanında ne kadar kıymetli, gökler katında da ne kadar saygın olduğunu bir daha hatırlatmak içindir.
Kemâlü’d-Dîn kitabında Merhum Şeyh Sadûk kendi senediyle Mufazzal b. Ömer’den, o da İmâm Cafer-i Sâdık’tan (a.s), o da babalarından Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ben göğe (Mîrâc’a) çıkarıldığımda Rabbim (celle celâluhu) bana şöyle vahyetti:
“Ey Muhammed, hiç şüphesiz ben yeryüzüne baktım ve seni ondan seçtim ve böylece seni peygamber kıldım ve kendi ismimden sana bir isim türettim. Evet, ben Mahmûd’um ve sen Muhammed. Sonra ikinci kere yere baktım, ondan Ali’yi seçtim ve onu senin için vasî, halife, kızının kocası ve zürriyetinin babası olarak karar kıldım. Ve onun için (de) isimlerimden bir isim türettim. Evet, ben, Aliyyu’l-A’lâ’yım, o ise Ali’dir…”[1]
Hz Muhammed Mustafa (saa) yine şöyle buyuruyor ki:
“Miraca çıktığım zaman Cebrail ile birlikte göğün yedinci katına ulaştık. Orada kırmızı yakuttan bir ev gördüm. Cebrail bana dedi ki; ‘Ey Muhammed! Bu ev Beyt-i Ma’murdur. Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce bunu yarattı. Kalk ey Muhammed ve bu eve selam ver.”
Allah’ın elçisi buyurdu ki: “O sırada Allah bütün Peygamberleri Cebrail’in yardımı ile bir safta arkamda topladı ve onlarla birlikte selam verdim. Sonra Rabb’imin katından biri gelerek dedi ki: ‘Rabbin sana selam göndererek buyurdu ki: ‘Senden önceki Peygamberlere ne üzerine gönderildiklerini sor?’
Ben de dedim ki: “Ey Peygamberler topluluğu! Rabbim benden önce sizi ne üzerine gönderdi? Peygamberler de dedi ki: ‘Senin velayetin ve Ebu Talip oğlu Ali’nin velayeti üzerine gönderildik. İşte bu, Allah’ın şu ayetinde geçer: “Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimize sor.”[2]
Yine İbn Abbâs’tan Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Ya Ali, sen benim havuzumun sahibisin; sancağımın sahibisin; vaatlerimi yerine getirensin; kalbimin habibisin; ilmimin vârisisin; sen peygamberlerin miraslarının emanet edildiği kimsesin; sen Allah’ın yeryüzündeki eminisin; sen Allah’ın yaratıklarına hüccetisin; sen imanın direğisin; sen karanlığın çırağısın; sen hidâyet meşalesisin; sen din ehli için yükseltilen nişanesin; sana uyan kurtulur, senden yüz çeviren helak olur; sensin apaçık yol; sensin sırât-ı müstakim; sensin yüzü akların önderi; sensin dinin reisi; benim mevlâsı olduğum herkesin sen de mevlâsısın ve ben her kadın ve erkek müminin mevlâsıyım; seni ancak doğumu temiz olan (helalzade olan) kimse sever ve sana ancak doğumu habis olan (zina zade olan) kimse düşmanlık besler. Ben miraca götürüldüğümde, Rabbim benimle konuştuğu zaman, bana şöyle hitapta bulundu: “Ey Muhammed, Ali’ye benden selâm söyle ve ona bildir ki benim velilerimin imâmı ve bana itâat edenlerin nurudur. O hâlde bu kerametten dolayı ne mutlu sana ya Ali!”[3]
[1] Kemâlü’d-Dîn,Şeyh Saduk, s.252.
[2] Biharu’l-Envar, c. 26, s. 307, h. 69
[3] İsbâtü’l-Hüdât, c.2, s.59
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Ali b. Ebî Tâlib (a.s), Allah’ın Muhammed’e (s.a.a) bir hediyesiydi. O bütün vasîlerin ve kendinden önceki peygamberler ve resullerin ilmini miras almıştır.”
Özellikle miraç gecesinde İmam Ali’nin yeniden gündeme getirilmesi yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in yanında ne kadar kıymetli, gökler katında da ne kadar saygın olduğunu bir daha hatırlatmak içindir.
Kemâlü’d-Dîn kitabında Merhum Şeyh Sadûk kendi senediyle Mufazzal b. Ömer’den, o da İmâm Cafer-i Sâdık’tan (a.s), o da babalarından Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ben göğe (Mîrâc’a) çıkarıldığımda Rabbim (celle celâluhu) bana şöyle vahyetti:
“Ey Muhammed, hiç şüphesiz ben yeryüzüne baktım ve seni ondan seçtim ve böylece seni peygamber kıldım ve kendi ismimden sana bir isim türettim. Evet, ben Mahmûd’um ve sen Muhammed. Sonra ikinci kere yere baktım, ondan Ali’yi seçtim ve onu senin için vasî, halife, kızının kocası ve zürriyetinin babası olarak karar kıldım. Ve onun için (de) isimlerimden bir isim türettim. Evet, ben, Aliyyu’l-A’lâ’yım, o ise Ali’dir…”[1]
Hz Muhammed Mustafa (saa) yine şöyle buyuruyor ki:
“Miraca çıktığım zaman Cebrail ile birlikte göğün yedinci katına ulaştık. Orada kırmızı yakuttan bir ev gördüm. Cebrail bana dedi ki; ‘Ey Muhammed! Bu ev Beyt-i Ma’murdur. Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce bunu yarattı. Kalk ey Muhammed ve bu eve selam ver.”
Allah’ın elçisi buyurdu ki: “O sırada Allah bütün Peygamberleri Cebrail’in yardımı ile bir safta arkamda topladı ve onlarla birlikte selam verdim. Sonra Rabb’imin katından biri gelerek dedi ki: ‘Rabbin sana selam göndererek buyurdu ki: ‘Senden önceki Peygamberlere ne üzerine gönderildiklerini sor?’
Ben de dedim ki: “Ey Peygamberler topluluğu! Rabbim benden önce sizi ne üzerine gönderdi? Peygamberler de dedi ki: ‘Senin velayetin ve Ebu Talip oğlu Ali’nin velayeti üzerine gönderildik. İşte bu, Allah’ın şu ayetinde geçer: “Elçilerimizden senden önce gönderdiklerimize sor.”[2]
Yine İbn Abbâs’tan Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Ya Ali, sen benim havuzumun sahibisin; sancağımın sahibisin; vaatlerimi yerine getirensin; kalbimin habibisin; ilmimin vârisisin; sen peygamberlerin miraslarının emanet edildiği kimsesin; sen Allah’ın yeryüzündeki eminisin; sen Allah’ın yaratıklarına hüccetisin; sen imanın direğisin; sen karanlığın çırağısın; sen hidâyet meşalesisin; sen din ehli için yükseltilen nişanesin; sana uyan kurtulur, senden yüz çeviren helak olur; sensin apaçık yol; sensin sırât-ı müstakim; sensin yüzü akların önderi; sensin dinin reisi; benim mevlâsı olduğum herkesin sen de mevlâsısın ve ben her kadın ve erkek müminin mevlâsıyım; seni ancak doğumu temiz olan (helalzade olan) kimse sever ve sana ancak doğumu habis olan (zina zade olan) kimse düşmanlık besler. Ben miraca götürüldüğümde, Rabbim benimle konuştuğu zaman, bana şöyle hitapta bulundu: “Ey Muhammed, Ali’ye benden selâm söyle ve ona bildir ki benim velilerimin imâmı ve bana itâat edenlerin nurudur. O hâlde bu kerametten dolayı ne mutlu sana ya Ali!”[3]
[1] Kemâlü’d-Dîn,Şeyh Saduk, s.252.
[2] Biharu’l-Envar, c. 26, s. 307, h. 69
[3] İsbâtü’l-Hüdât, c.2, s.59

BUGÜN ANNELER GÜNÜYMÜŞ MEĞER
Bugün Anneler günüymüş meğer,
Hazreti Fatıma (sa) dünyaya gelmiş…
Ona anne adını daha küçükken,
Hazreti Peygamber (saa) Kendisi vermiş…
Acaba Annemi (sa) nasıl tebrik etsem?
Ona bu şiiri nasıl söylesem?
Biliyorum duyacaktır evladın Mehdi (af),
Bu şiiri dilime hiç getirmeden…
Anne, çok kusurludur bu evladın!
Seni tanımamış bu kirli kalbim…
Yolunla gidememiş bu bacaklar,
Teslim olamamış Hakka bu cismim…
Bu yüzden Senin (sa) doğum gününde
Annemi tebrik edeyim dedim…
Yıllarca kahrımı çeken güzel gözlüme,
Bu şiirim hediye olsun istedim…
Canım, biriciğim, ey güzel kalplim…
Ne kadar ağırmış senin yükün,
Ne kadar zarifti o güçsüz omuzlar,
Şimdi tevekkülle yoğrulmuşlar…
Annem! Bir gecenin uykusuzluğu
Bin sene hacc etsem yine ödenmez…
Belki gönlünü hoşnut edersem,
Şefaatçiler (sa) bana yüzünü dönmez…
Seninle Cenneti kazanmak kolay,
Ey benim yaşayan güzel Kevser’im…
Yüzüne bir an sevgiyle bakarsam,
Budur işte en yüce ibadetim…
Bu güzel günde sana Allah’tan
Çokça merhamet diler dururum…
Hazreti Fatıma (sa) annemizden
Sana büyük bağış ister dururum…
Belki bu duadır ancak karşılığın,
Ne yapsam, yine de ödenmez hakkın…
Onun (as) rahmet eliyle bugün
Sana hediyemi sunmak istedim,
Kevser’de Onunla olmanı diledim…
SENEM MUSTAFAYEVA
Hazreti Fatıma (sa) dünyaya gelmiş…
Ona anne adını daha küçükken,
Hazreti Peygamber (saa) Kendisi vermiş…
Acaba Annemi (sa) nasıl tebrik etsem?
Ona bu şiiri nasıl söylesem?
Biliyorum duyacaktır evladın Mehdi (af),
Bu şiiri dilime hiç getirmeden…
Anne, çok kusurludur bu evladın!
Seni tanımamış bu kirli kalbim…
Yolunla gidememiş bu bacaklar,
Teslim olamamış Hakka bu cismim…
Bu yüzden Senin (sa) doğum gününde
Annemi tebrik edeyim dedim…
Yıllarca kahrımı çeken güzel gözlüme,
Bu şiirim hediye olsun istedim…
Canım, biriciğim, ey güzel kalplim…
Ne kadar ağırmış senin yükün,
Ne kadar zarifti o güçsüz omuzlar,
Şimdi tevekkülle yoğrulmuşlar…
Annem! Bir gecenin uykusuzluğu
Bin sene hacc etsem yine ödenmez…
Belki gönlünü hoşnut edersem,
Şefaatçiler (sa) bana yüzünü dönmez…
Seninle Cenneti kazanmak kolay,
Ey benim yaşayan güzel Kevser’im…
Yüzüne bir an sevgiyle bakarsam,
Budur işte en yüce ibadetim…
Bu güzel günde sana Allah’tan
Çokça merhamet diler dururum…
Hazreti Fatıma (sa) annemizden
Sana büyük bağış ister dururum…
Belki bu duadır ancak karşılığın,
Ne yapsam, yine de ödenmez hakkın…
Onun (as) rahmet eliyle bugün
Sana hediyemi sunmak istedim,
Kevser’de Onunla olmanı diledim…
SENEM MUSTAFAYEVA

HAZRETİ ZEHRA (SA)’NIN ŞEHADETİ İLE ASLINDA KİM ÖLDÜ?
Bismillahirrahmanirrahim
Hz. Fatime-i Zehra’nın (s.a) şahadet haberi Hz. İmam Ali’ye (a) verildiğinde, Müminlerin Emiri bayıldı. Kendine geldiğinde ise şöyle buyurdu: “Ey Muhammed’in (s.a.a) kızı! Senden sonra kiminle kendimi teselli edeyim! Hayatta olduğun sürece musibetlerimi sana anlatıp, teselli buluyordum. Bundan sonra nasıl teselli bulurum!”
Şu satırları okuyunca ilk olarak aklımıza gelen, bir erkeğin eşini kaybetmesinden kaynaklı duygularıdır. Ama imam Ali (a) gibi bir yüce şahsiyetin her sözünün, hareketinin hikmetli olduğunu biliyoruz. Acaba bu yasında imam Ali (a)’ın tek acısı eş kaybı mıydı? İmam Ali (a) genç yaşında eşini kaybedince sadece eşini mi kaybetti? Dünyaya 3 kere talak vermiş imam Ali (a) sadece eş kaybından dolayı mı bu kadar üzgündü? Hüznü ve gamı bitmeyecek şekilde tasvir ediyor kendisi bu durumu. Oysa biz İmam Ali (a)’ın kulluğu açısından birçok detayları biliyoruz. Sırf bu yüzden imam Ali (a) için zor olanın bir eş kaybı olmadığını düşünmek mümkün. Aslında hadislerimize göre bir erkek için saliha bir eş dünya malı olarak nitelendirilmemektedir. Fakat her halükarda o eşin kaybı bir erkek için imtihandır. Eğer bu hanım Fatima Zehra (sa) ise bu kadının kaybına sabretmek çok daha zor olmalıdır. Ama neden? Bir insanı kaybetmek üzücü fakat Emiril Müminin Ali (a)’ın eşini kaybederken yaşadığı hüzünle Peygamberimizi (saa) kaybederken yaşadığı hüzün neredeyse aynı. Bunu es geçmemek gerekir. Bizler ilahi hüccetin kaybının ne olduğunu birebir yaşamadık. Ama Hz. Muhammed’i (saa) kaybetmek hadislerde “yerle gök arasında bağın kopması” olarak geçer. Çünkü yüce Allah’la kullar arasındaki irtibatı koruyan o direkt vasıta artık yoktu. Bu, gerçekten bunu bilen ve anlayan toplum için çok ağır bir kayıptır. Ama sadece Allah’u Teâla’yı önemseyen bir toplum için önem arz eden bir husustur. Sadece öyle bir toplum için derin bir kayıptır… Ki Hz. Zehra (sa) ve İmam Ali (a) öncülüğünde tüm EhliBeyt (a) bu kaybın bilincindeydi. Kendileri muhaddis ve ilahi bilgilere açık olmalarına rağmen bu kaybı en derinlerine kadar hissettiler. Çünkü risalet makamının bilincindeydiler…
Fakat bu derin kayıptan tahminen 2-3 ay sonra Hz. Zehra (sa) da dünyadan göçtü. İmam Ali (a) artık tek kalmıştı. Her eşini kaybeden erkek gibi… Ama sadece bu değildi olay. İmam Ali (a) gibi yüce şahsiyetin belini büken tek şeyin bir eş kaybı olduğunu söylemek meseleyi yüzeysel anlamaya sebep olur. Öyle bir şahsı kaybetmişti ki melekler Ona imrenirdi… Öyle bir kadın ki kulluğu her şeyden önce gelirdi. Öyle bir insan ki her anlamda temizdi. Nesebi, ahlakı, vicdanı ve evlatları tertemizdi… Allah katında kulluğuyla değerliydi. O ümmetin annesiydi… Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (saa) sonra en değerli rahmet kapısıydı… İmamların annesi, Onlara hüccet olan bir kimseydi. Fakat toplum Onu incitti, kalbini kırdı, zulmetti. O, gözü yaşlı bir şekilde Medine’yi terk etti…
Hz. Fatıma (sa) gidişiyle İmam Ali (a)’ ı tek bıraktı. Tek kaldı imam Ali (a). Çünkü Hz. Fatıma (sa), gerçek anlamda imamet bilincinin ne olduğunu anlayan tek kimseydi… Zamanın İmamını layıkıyla anlayan tek kimseydi ve O artık yoktu. Dolayısıyla Emiril Müminin (a) çok yalnızdı. Sayılı taraftarı olsa bile Hz. Zehra (sa) gibi kimse tevhidi, nübüvveti ve imameti anlamamıştı. Bir çocuk en değerli bilgileri annesinin yardımıyla öğrenir. İmamet bilincini tam anlamamış bir topluma imameti, ümmetin annesi olan hz. Zehra (sa)’dan daha güzel kim öğretebilirdi? İmam Ali (a) kendi görevini yaparken, alt yapıyı hz. Zehra (sa) örerek toplumu bilinçlendirme gücüne sahipti. Çünkü hadislere baktığımızda toplumun erkeklerinin eşleri aracılığıyla Hz. Zehra (sa)’dan İslam’a ait sorular sorduğunu görmekteyiz. Ki zaten Hz. Zehra (sa) hasta yatağındayken bile kadınları bu konuda hala bilinçlendirmekteydi. “Eğer emaneti sahibine verselerdi bir kimse dahi ihtilafa düşmezdi” kelimesi bunun kanıtlarından biridir.
Dolayısıyla imam Ali (a) bir hücceti, bir mümineyi kaybetmişti aynı zamanda. Bir alimeyi… Bir âlim ölürse âlem ölür. Âlime bir anne ölürse o toplum ne hale gelir? İşte günümüz dünyasının durumu buna en güzel cevaplardan biridir.
Fakat yüce Rabbimizin merhameti Kendisine layıktır… Bugün de bizi başıboş bırakmamıştır. “Resulullah’ın (saa) kızı benim için en güzel örnektir” diyen bir İmamı bizlere bahşetmiştir. Bu nimete ne kadar şükretsek azdır. O annenin terbiyesini almış bir İmam toplumun yaralarını sarmaktadır. Allah’ın Ona lütfettiği görevi layıkıyla yerine getirmektedir. Bizler de birer müslüman olarak Allah’u Teâla’nın bize verdiği görevleri yerine getirmekle mükellefiz. Hz. Zehra (sa) en değerli bir taraftar olarak imamına, Hz. Ali (a)’a itaat ediyordu ve gerektiği zaman canını da bu yol uğrunda feda etmekten çekinmedi. Dolayısıyla eğer bizler Hz. Fatıma (sa) annemizi örnek almazsak zamanımızın Ali’si olan imam Mehdi (af) de yalnız ve elleri bağlı kalır… İmamet yolunun diri kalması için İmamımıza yardım etmezsek dualarımızın konusu olan zuhuru görebilecek miyiz?
Öyleyse ey Müslümanlar, imam Mehdi’ye (a) bu işte yardım ederek Hz. Zehra’yı (sa) sevindirmeye ne dersiniz? Unutmayalım, Resulullah (saa) buyurmuştur: Kızım Fatıma kimden razı olursa ben de ondan razı olurum. Ben kimden razı olursam Allah da ondan razı olur.
Niyetlerimiz Allah rızası için diyerek zamanın İmamına yardım edelim. Kendimizi günahtan korumak ve Peygamber ve Ehl-i Beyti’nin aktardığı ilahi terbiyeye girmek aslında en büyük yardımın ta kendisidir…
Allahumme salli ala Muhammed ve ali Muhammed ve eccil fereccehum…
SENEM MUSTAFAYEVA
Hz. Fatime-i Zehra’nın (s.a) şahadet haberi Hz. İmam Ali’ye (a) verildiğinde, Müminlerin Emiri bayıldı. Kendine geldiğinde ise şöyle buyurdu: “Ey Muhammed’in (s.a.a) kızı! Senden sonra kiminle kendimi teselli edeyim! Hayatta olduğun sürece musibetlerimi sana anlatıp, teselli buluyordum. Bundan sonra nasıl teselli bulurum!”
Şu satırları okuyunca ilk olarak aklımıza gelen, bir erkeğin eşini kaybetmesinden kaynaklı duygularıdır. Ama imam Ali (a) gibi bir yüce şahsiyetin her sözünün, hareketinin hikmetli olduğunu biliyoruz. Acaba bu yasında imam Ali (a)’ın tek acısı eş kaybı mıydı? İmam Ali (a) genç yaşında eşini kaybedince sadece eşini mi kaybetti? Dünyaya 3 kere talak vermiş imam Ali (a) sadece eş kaybından dolayı mı bu kadar üzgündü? Hüznü ve gamı bitmeyecek şekilde tasvir ediyor kendisi bu durumu. Oysa biz İmam Ali (a)’ın kulluğu açısından birçok detayları biliyoruz. Sırf bu yüzden imam Ali (a) için zor olanın bir eş kaybı olmadığını düşünmek mümkün. Aslında hadislerimize göre bir erkek için saliha bir eş dünya malı olarak nitelendirilmemektedir. Fakat her halükarda o eşin kaybı bir erkek için imtihandır. Eğer bu hanım Fatima Zehra (sa) ise bu kadının kaybına sabretmek çok daha zor olmalıdır. Ama neden? Bir insanı kaybetmek üzücü fakat Emiril Müminin Ali (a)’ın eşini kaybederken yaşadığı hüzünle Peygamberimizi (saa) kaybederken yaşadığı hüzün neredeyse aynı. Bunu es geçmemek gerekir. Bizler ilahi hüccetin kaybının ne olduğunu birebir yaşamadık. Ama Hz. Muhammed’i (saa) kaybetmek hadislerde “yerle gök arasında bağın kopması” olarak geçer. Çünkü yüce Allah’la kullar arasındaki irtibatı koruyan o direkt vasıta artık yoktu. Bu, gerçekten bunu bilen ve anlayan toplum için çok ağır bir kayıptır. Ama sadece Allah’u Teâla’yı önemseyen bir toplum için önem arz eden bir husustur. Sadece öyle bir toplum için derin bir kayıptır… Ki Hz. Zehra (sa) ve İmam Ali (a) öncülüğünde tüm EhliBeyt (a) bu kaybın bilincindeydi. Kendileri muhaddis ve ilahi bilgilere açık olmalarına rağmen bu kaybı en derinlerine kadar hissettiler. Çünkü risalet makamının bilincindeydiler…
Fakat bu derin kayıptan tahminen 2-3 ay sonra Hz. Zehra (sa) da dünyadan göçtü. İmam Ali (a) artık tek kalmıştı. Her eşini kaybeden erkek gibi… Ama sadece bu değildi olay. İmam Ali (a) gibi yüce şahsiyetin belini büken tek şeyin bir eş kaybı olduğunu söylemek meseleyi yüzeysel anlamaya sebep olur. Öyle bir şahsı kaybetmişti ki melekler Ona imrenirdi… Öyle bir kadın ki kulluğu her şeyden önce gelirdi. Öyle bir insan ki her anlamda temizdi. Nesebi, ahlakı, vicdanı ve evlatları tertemizdi… Allah katında kulluğuyla değerliydi. O ümmetin annesiydi… Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (saa) sonra en değerli rahmet kapısıydı… İmamların annesi, Onlara hüccet olan bir kimseydi. Fakat toplum Onu incitti, kalbini kırdı, zulmetti. O, gözü yaşlı bir şekilde Medine’yi terk etti…
Hz. Fatıma (sa) gidişiyle İmam Ali (a)’ ı tek bıraktı. Tek kaldı imam Ali (a). Çünkü Hz. Fatıma (sa), gerçek anlamda imamet bilincinin ne olduğunu anlayan tek kimseydi… Zamanın İmamını layıkıyla anlayan tek kimseydi ve O artık yoktu. Dolayısıyla Emiril Müminin (a) çok yalnızdı. Sayılı taraftarı olsa bile Hz. Zehra (sa) gibi kimse tevhidi, nübüvveti ve imameti anlamamıştı. Bir çocuk en değerli bilgileri annesinin yardımıyla öğrenir. İmamet bilincini tam anlamamış bir topluma imameti, ümmetin annesi olan hz. Zehra (sa)’dan daha güzel kim öğretebilirdi? İmam Ali (a) kendi görevini yaparken, alt yapıyı hz. Zehra (sa) örerek toplumu bilinçlendirme gücüne sahipti. Çünkü hadislere baktığımızda toplumun erkeklerinin eşleri aracılığıyla Hz. Zehra (sa)’dan İslam’a ait sorular sorduğunu görmekteyiz. Ki zaten Hz. Zehra (sa) hasta yatağındayken bile kadınları bu konuda hala bilinçlendirmekteydi. “Eğer emaneti sahibine verselerdi bir kimse dahi ihtilafa düşmezdi” kelimesi bunun kanıtlarından biridir.
Dolayısıyla imam Ali (a) bir hücceti, bir mümineyi kaybetmişti aynı zamanda. Bir alimeyi… Bir âlim ölürse âlem ölür. Âlime bir anne ölürse o toplum ne hale gelir? İşte günümüz dünyasının durumu buna en güzel cevaplardan biridir.
Fakat yüce Rabbimizin merhameti Kendisine layıktır… Bugün de bizi başıboş bırakmamıştır. “Resulullah’ın (saa) kızı benim için en güzel örnektir” diyen bir İmamı bizlere bahşetmiştir. Bu nimete ne kadar şükretsek azdır. O annenin terbiyesini almış bir İmam toplumun yaralarını sarmaktadır. Allah’ın Ona lütfettiği görevi layıkıyla yerine getirmektedir. Bizler de birer müslüman olarak Allah’u Teâla’nın bize verdiği görevleri yerine getirmekle mükellefiz. Hz. Zehra (sa) en değerli bir taraftar olarak imamına, Hz. Ali (a)’a itaat ediyordu ve gerektiği zaman canını da bu yol uğrunda feda etmekten çekinmedi. Dolayısıyla eğer bizler Hz. Fatıma (sa) annemizi örnek almazsak zamanımızın Ali’si olan imam Mehdi (af) de yalnız ve elleri bağlı kalır… İmamet yolunun diri kalması için İmamımıza yardım etmezsek dualarımızın konusu olan zuhuru görebilecek miyiz?
Öyleyse ey Müslümanlar, imam Mehdi’ye (a) bu işte yardım ederek Hz. Zehra’yı (sa) sevindirmeye ne dersiniz? Unutmayalım, Resulullah (saa) buyurmuştur: Kızım Fatıma kimden razı olursa ben de ondan razı olurum. Ben kimden razı olursam Allah da ondan razı olur.
Niyetlerimiz Allah rızası için diyerek zamanın İmamına yardım edelim. Kendimizi günahtan korumak ve Peygamber ve Ehl-i Beyti’nin aktardığı ilahi terbiyeye girmek aslında en büyük yardımın ta kendisidir…
Allahumme salli ala Muhammed ve ali Muhammed ve eccil fereccehum…
SENEM MUSTAFAYEVA

İMANIN İÇ DÜNYAMIZDAKİ ETKİSİ
Bismillahirrahmanirrahim
Bildiğimiz gibi tek tanrıyı kabul etmek sadece bir boyutta olamaz, Onun koyduğu kurallara uyum sağlamak şeklinde tezahür eder. Yani en düşük itaat seviyesinde olan bir kimse de namaz kılar ve zamanının bir kısmını kendi istediği şekilde değil de Allah’ın istediği şekilde kullanır. Ya da yiyeceklerine dikkat eder. Toplumumuzda neredeyse çoğunluğun domuz etinden kaçındığını, alkolü sırf dinimizde beğenilmediği için sevmediğini görebiliyoruz. Çünkü aslında bu dine iman ederken Allah’ın sevdiği ve sevmediği şeylere yöneliriz. Hadiste de buyrulduğu gibi din sevgi ve buğzdan başka bir şey değildir aslında. Teveccühlerimiz ve reddettiğimiz şeylerle aslında müslüman kimliğimiz ortaya çıkıyor. Buda aslında iman ederken psikolojik anlamda da Allah’a teslimiyetin olması gerektiğini ortaya koyuyor. Bazı insanlar çekinmesi gerekenin ne olduğunu bildiği takdirde onu kuru bir şekilde kabul ediyor. Fakat psikolojik olarak o kuralı kalbine sindirmedikçe, bu çekinme kişinin bilinçli tercihi haline gelmedikçe hayatın çeşitli sınavlarında kaybedebildiğini görebiliyoruz. Örneğin, 18 yaşına kadar dindar bir ailenin eğitimiyle büyüyen gencin üniversiteyi kazanıp şehir dışına çıktığında müsait bir ortam olur olmaz alkol veya kumara başlaması gibi. Bazen iman ederiz ama kalben teslim olmayız o kurala. Bu da psikolojik açıdan insanın İslami kurallara bakışıyla alakalıdır.
Kurani Kerimde hep insanların psikolojik durumlarından bahsedilir. Yani müminlerin özelliklerini belirtir Allahu taala (Örneğin, Muminun 1-8. Ayetler). Gayba inandıklarını, mütevazi olduklarını, harama yönelmediklerini ve kendilerine helal olanlarla yetindiklerini belirtir. Aslında yiyeceğinden içeceğine, diğer şehvani isteklerine karşılık vermesine, insanlarla ilişkisi, giysi seçimi – tüm her şeyine kadar aslında birer psikolojik bakış açısının mevcut olduğunu görüyoruz. İman eden kimse güven duygusuyla Allah’ın emirlerine itaat eder. Güven duygusunun kendisi de psikolojik bir güçtür. Güvenmeyen kimse hep tedirgindir. Ama iman edenler güven duygusuyla Allah’a tevekkül ederler. Aksi takdirde nasıl tevekkül edilebilir? İnanan kimse, tüm işlerinin düzenleyicisi olarak gördüğü bir yaratıcıya güvenir ve tüm sorunlarının çözüleceğine iman eder. İşte bu güven duygusuyla insan güçlenir. Bu güven duygusuyla dinin yapı taşlarını teşkil eden esaslarını kabul eder. Müminlerin özelliklerinden biri de ahirete olan inançlarıdır. Görmediği ebedi bir hayata inanmak da bir psikollojik boyuttur. Hülasa dinin tüm kurallarının aslında birde iç dünyamızdaki boyutu vardır. Belki de en esas noktası burasıdır. Psikolojik düzeni yerinde olmayan insan vesveselere, umutsuzluğa kapılır. Ama güvenerek iman eden kişinin ruh hali de rahattır. Doğruyu yaparken de günahtan çekinirken de güvensizlik yaşamaz. Çünkü bazen doğruyu yapabilmek toplumun kurallarına aykırı hareket etmeyi gerektirir. Günahtan çekinmek de aynı şekilde çoğu zaman toplumun kurallarını bozmayı gerektirir. Nitekim Allah’a yakin ve güven duygusuyla müminin bu yolda yürürken ayakları titremez.
Ölümle başka bir hayata gideceğini bilen kimse de aslında Allah’ın vaatlerine güvenerek yaşar. Cennet ve cehennem olmasa bile inanan kimsenin tedbir alarak yaşamış olması onun için bir kayıp oluşturmaz. Ama inanmayan kimse cehennemle karşılaşacağı sırada büyük bir pişmanlık ve hasret duygusuna kapılacaktır. Ki buna dair birçok ayet vardır Kuran-ı Kerim’de. Meryem suresi, 39. Ayet: “Gaflet içinde olup, iman etmeyenleri, emrin yerine getirileceği pişmanlık günüyle uyar.” Enam suresi, 27: “Ateşin karşısında durdurulup da “Ah keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak” dedikleri vakit hallerini bir görsen!” Hicr suresi 2: “İnkar edenler, “keşke müslüman olsaydık” diye çok arzu edeceklerdir”.
Dolayısıyla inanan ve inanmayan kişiler arasındaki psikolojik farklar vardır ve bunu artık bilim de tasdikliyor. Günde 5 kere kılınan namazın, tutulan orucun – tüm ibadetlerin aslında manevi ve ruhsal rahatlığımız için çok önemli olduğunu biliyoruz. Bu yüzden bu detaylara girmekten ziyade başka bir boyuttaki farkı dile getirmek daha yerinde olur.
İnanan ve inanmayan kimse arasında gözle görülebilir farklardan bir tanesi de aslında hedef farklılığıdır. Yani inananın hedefi vardır ve inanmayanın hedefleri vardır. İnanmayan kimsenin hedefleri dünyalık boyutta olacaktır. Veyahut en fazla inanmayan olarak bir kahramanlık yapıp insanların hatırasında iz bırakabilir. Ama inanmayanın hedefi ebedi olur. Onun için bir limit yoktur yani sınırsız bir hayat süresi boyunca inancı kuvvetli olur. O ebedi hayata inançla bu dünyada güçlenir. Karıncanın yazın çalışıp kışta zahmetinin karşılığını görmesi gibi bakar dünya hayatına. Buradaki rahatlığıyla ebedi rahatlığı kıyasladığı zaman buradaki zahmetler gözünde küçülür. Dolayısıyla hedefi büyük olan insan hedefine ulaşmak için psikolojisini bu şekilde geliştirir. Yani hedefinin büyüklüğünü, buna rağmen ona ulaşmanın zor olmadığını bilir ve Allaha tevekkül eder. Çünkü o hedefe ulaşmak için birtakım kurallar var.
Örneğin, dünya turu yapmak hedefi olan kimse önceden bir sürü hazırlık yapar. Soğuk ülkeler için kalın giysiler, sıcak ülkeler için ince giysiler tedarik eder. Kültürel farklılıkları olan ülkelere gideceği zaman onların giysilerine benzer giysiler alır. Fotoğraf makinesi, rahat spor ayakkabı temin eder. Ve zamanla valizini toplamaya başlar. Bazen ihtiyacı olacağını sanarak eklediği şeylerin fazlalık olduğunu fark edip onları valizden çıkarır. Böylece biletini alır ve yola çıkar. Bu hedefi için para biriktirir ve onları bu amaç uğruna harcar. Mümin kimsenin de inandığı bir yolculuk var. Gideceği zor yollar olduğuna iman ettiği için şimdi rahatlık ve zorluğun karışık olduğu dünya hayatında yavaş yavaş valizini toplamaya başlar. Çünkü uçuşun ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyor. Valizine kabir hayatı için aydınlık olabilecek namazlarını koyuyor, açlık çekeceği günlerin olabileceği düşüncesiyle sadaka veriyor aç doyuruyor vs. Bu yolculuk için fazlalık ve yük olan şeyleri tövbeyle, istiğfarla o valizden çıkarıp atıyor.
Müminlerin Emiri İmam Ali (a)’a şöyle soruldu: “Ölüm için hazırlık nedir?”
Hz. Ali (a) şöyle dedi: “Farzları eda etmek, haramları terk etmek ve güzel ahlaka sahip olmak. Böyle bir insan için ölüme gitmesi veya ölümün ona gelmesi hiç fark etmez. Allah’a and olsun ki Ebu Talib’in oğlu için ölüme gitmenin veya ölümün kendisine gelmesinin hiçbir farkı yoktur.”
Yani ahiret yolculuğuna iman eden kimsenin valizine doldurması gerekenlerin listesi önceden bellidir. Yapması gereken işler ve reçeteler bellidir. Valizi doğru bir şekilde doldurduktan sonra ise ölümün ona gelmesinin yada onun ölüme gitmesinin pek farkı yoktur. Valizi doldurmaktan kasıtsa Allah’ın emirlerini yerine getirmektir.
Her yolculuğun bir amacı vardır. Sonda varılmak istenen yer vardır muhakkak. İnanmayı tercih edenin amacı, görmese de haberini aldığı güzel mekana gitmektir. Rahatlığa kavuşmaktır. İnanmayan ise inanmasa da kötü bir mekana gitmekte olur. Fakat inanan boyutundan bakıldığı zaman müminin amacının sadece Cennet olduğunu, sadece oraya gitmek olduğunu mu anlamamız gerekir? Yani bu ahiret yolculuğundan müminin gerçek amacı nedir?
Müminler aslında Allah’ın razı olduğu şey için çabalayıp ömür sürünce Allah’ın razı olduğu bir sona doğru ilerlemiş oluyorlar. Yani bu doğal bir sonuçtur. Mümin olan kimse hayatın her anında Allah rızasını gözetmeye çalışıyor. Bu nedenle ibadetlerini yerine getiriyor ve dünyasını bu şekilde şekillendiriyor. Tercihlerini bu şekilde belirliyor. Ailesine iyi davranıyor, işini, arkadaşını, eşini bu doğrultuda seçiyor. Yani Allah rızası için yaşamakla kişi psikolojisini bu şekilde eğitiyor ve aynı şekilde sağlam bir psikolojiyle yine Allah rızasına yöneliyor.
Ali bin Fazzal babasından şöyle naklediyor: İmam Rıza (a)’dan Bismillah’ın manası hakkında sordum. Şöyle dedi: Bir kişi Bismillah deyince manası budur ki ben Allah’ın alametlerinden bir alametle kendimi damgalıyorum ve o alamet kulluktur.” İmam’a (a) simet (isim) nedir? dedim. Şöyle dedi: Alamet.
Yani insan her anında kendini Allah’ın alametleriyle alametlendirirse gerçekten de yolculuğu ve hedefe ulaşması kolay olur. Bu alametlerse günümüzde aşırı fazladır. Mümin olan kimse hedefi gereği Allah rızasına ulaşmış olmalı ve kulluğu yerine getirmelidir. Günümüzde o kadar çok Allah rızası için amel ettiği görünen kimseler vardır ki… Müslümanlar hiç de az değildir aslında. Oruç tutanlar, namaz kılanlar, sadaka verenler, infak edenler küçümsenemeyecek derecededir. Peki bu kimseler Allah’ın istediği gibi midirler? Ya da bu amellerin kabul olması neye dayanıyor? Hadislere bakarak cevabı bulmaya çalışalım.
İmam Rıza (a) hz Ali (a)’dan şöyle aktarır: “Dünya bütünüyle cehalettir ilim mevzileri dışında… İlim de insan için hüccettir, meğer ki onunla amel etmiş olsun. Amel de bütünüyle riya doludur meğer ki halisane olsun. İhlas da tehlike içindedir, ta ki insan akıbetinin ve işinin nereye vardığını görmüş olsun.”
Bu hadis aslında amellerin kabullüğünü belirten kıstasları ortaya koymaktadır. Bu hadisle salih amelin boyutlarını görmekteyiz. İlim, ihlas ve hedef. Hedefini belirleyen kimse o hedefe doğru yolu tanıyorsa tek gider. Ama eğer tanımıyorsa bir vasıta bulmaya çalışır. Bir tur rehberi, bir harita. Ama ahiret yolculuğu ise dünya yolculukları gibi değildir. Bizlerin ahiret yolculuklarını, gökyüzü yollarını bilen bir rehbere ihtiyacımız olduğu aşikârdır.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi birkaç fersah yol gitmek isteyince kendisine bir kılavuz bulmaya koyulur. Sen yeryüzünün yollarına oranla gökyüzünün yolları hususunda daha cahilsin. O halde kendin için bir kılavuz bulmaya koyul.”
Dolayısıyla bizler inananlar olarak Allah’ın razı olduğu şeylere teveccüh etmek istiyorsak, psikolojimizi bu şekilde oluşturmak istiyorsak Allah’ın razılığının ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. Allah’ın razılığının nede olduğunu Kuran’dan ve konuşan Kuran olan Peygamberimiz (saa) ve Ehli Beytinden (a) öğrenebiliriz. Ehli Beyt’in rızası Allah’ın rızasına dayalıdır. Çünkü Onlar kendi nefislerinden bir şey söylemez ve yapmazlar. Bizler bu yolculuğu kabul eden kimselersek teveccühlerimize dikkat etmeli ve psikolojimizi Allah’ın rızasına uygun olarak düzenlemeliyiz. Yani isteklerimiz hedefimize uygun mu? Bu istekler bizi o hedefe götürür mü? Valizimize attığımız şeyler bize yük mü olur yoksa tam da ihtiyacımız olan şeyler mi? Hedefimiz Allah’ın Velisi, zamanın İmamının (af) hedefine ne kadar uygun? İkimiz de aynı şeyi mi istiyoruz? İman ettiğimiz şeyler psikolojimizde ne kadar etki edebiliyor? Güldüğümüz, ağladığımız, sevindiğimiz, üzüldüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz, baktığımız, onayladığımız şeylere dikkat etmeli, hangisinin hedefe hızlı ulaştırdığını bilmeliyiz. Ehli Beyt’in (a) yoluyla gitmek Allah’ın rızasına uygun yaşamak olduğu için en hızlı olan araç bu gemidir. Allah bizi bu yolda süratli olanlardan eylesin.
Amin. Allahumme salli ala Muhammed ve ala ali Muhammed ve eccil fereccehum.
Bildiğimiz gibi tek tanrıyı kabul etmek sadece bir boyutta olamaz, Onun koyduğu kurallara uyum sağlamak şeklinde tezahür eder. Yani en düşük itaat seviyesinde olan bir kimse de namaz kılar ve zamanının bir kısmını kendi istediği şekilde değil de Allah’ın istediği şekilde kullanır. Ya da yiyeceklerine dikkat eder. Toplumumuzda neredeyse çoğunluğun domuz etinden kaçındığını, alkolü sırf dinimizde beğenilmediği için sevmediğini görebiliyoruz. Çünkü aslında bu dine iman ederken Allah’ın sevdiği ve sevmediği şeylere yöneliriz. Hadiste de buyrulduğu gibi din sevgi ve buğzdan başka bir şey değildir aslında. Teveccühlerimiz ve reddettiğimiz şeylerle aslında müslüman kimliğimiz ortaya çıkıyor. Buda aslında iman ederken psikolojik anlamda da Allah’a teslimiyetin olması gerektiğini ortaya koyuyor. Bazı insanlar çekinmesi gerekenin ne olduğunu bildiği takdirde onu kuru bir şekilde kabul ediyor. Fakat psikolojik olarak o kuralı kalbine sindirmedikçe, bu çekinme kişinin bilinçli tercihi haline gelmedikçe hayatın çeşitli sınavlarında kaybedebildiğini görebiliyoruz. Örneğin, 18 yaşına kadar dindar bir ailenin eğitimiyle büyüyen gencin üniversiteyi kazanıp şehir dışına çıktığında müsait bir ortam olur olmaz alkol veya kumara başlaması gibi. Bazen iman ederiz ama kalben teslim olmayız o kurala. Bu da psikolojik açıdan insanın İslami kurallara bakışıyla alakalıdır.
Kurani Kerimde hep insanların psikolojik durumlarından bahsedilir. Yani müminlerin özelliklerini belirtir Allahu taala (Örneğin, Muminun 1-8. Ayetler). Gayba inandıklarını, mütevazi olduklarını, harama yönelmediklerini ve kendilerine helal olanlarla yetindiklerini belirtir. Aslında yiyeceğinden içeceğine, diğer şehvani isteklerine karşılık vermesine, insanlarla ilişkisi, giysi seçimi – tüm her şeyine kadar aslında birer psikolojik bakış açısının mevcut olduğunu görüyoruz. İman eden kimse güven duygusuyla Allah’ın emirlerine itaat eder. Güven duygusunun kendisi de psikolojik bir güçtür. Güvenmeyen kimse hep tedirgindir. Ama iman edenler güven duygusuyla Allah’a tevekkül ederler. Aksi takdirde nasıl tevekkül edilebilir? İnanan kimse, tüm işlerinin düzenleyicisi olarak gördüğü bir yaratıcıya güvenir ve tüm sorunlarının çözüleceğine iman eder. İşte bu güven duygusuyla insan güçlenir. Bu güven duygusuyla dinin yapı taşlarını teşkil eden esaslarını kabul eder. Müminlerin özelliklerinden biri de ahirete olan inançlarıdır. Görmediği ebedi bir hayata inanmak da bir psikollojik boyuttur. Hülasa dinin tüm kurallarının aslında birde iç dünyamızdaki boyutu vardır. Belki de en esas noktası burasıdır. Psikolojik düzeni yerinde olmayan insan vesveselere, umutsuzluğa kapılır. Ama güvenerek iman eden kişinin ruh hali de rahattır. Doğruyu yaparken de günahtan çekinirken de güvensizlik yaşamaz. Çünkü bazen doğruyu yapabilmek toplumun kurallarına aykırı hareket etmeyi gerektirir. Günahtan çekinmek de aynı şekilde çoğu zaman toplumun kurallarını bozmayı gerektirir. Nitekim Allah’a yakin ve güven duygusuyla müminin bu yolda yürürken ayakları titremez.
Ölümle başka bir hayata gideceğini bilen kimse de aslında Allah’ın vaatlerine güvenerek yaşar. Cennet ve cehennem olmasa bile inanan kimsenin tedbir alarak yaşamış olması onun için bir kayıp oluşturmaz. Ama inanmayan kimse cehennemle karşılaşacağı sırada büyük bir pişmanlık ve hasret duygusuna kapılacaktır. Ki buna dair birçok ayet vardır Kuran-ı Kerim’de. Meryem suresi, 39. Ayet: “Gaflet içinde olup, iman etmeyenleri, emrin yerine getirileceği pişmanlık günüyle uyar.” Enam suresi, 27: “Ateşin karşısında durdurulup da “Ah keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak” dedikleri vakit hallerini bir görsen!” Hicr suresi 2: “İnkar edenler, “keşke müslüman olsaydık” diye çok arzu edeceklerdir”.
Dolayısıyla inanan ve inanmayan kişiler arasındaki psikolojik farklar vardır ve bunu artık bilim de tasdikliyor. Günde 5 kere kılınan namazın, tutulan orucun – tüm ibadetlerin aslında manevi ve ruhsal rahatlığımız için çok önemli olduğunu biliyoruz. Bu yüzden bu detaylara girmekten ziyade başka bir boyuttaki farkı dile getirmek daha yerinde olur.
İnanan ve inanmayan kimse arasında gözle görülebilir farklardan bir tanesi de aslında hedef farklılığıdır. Yani inananın hedefi vardır ve inanmayanın hedefleri vardır. İnanmayan kimsenin hedefleri dünyalık boyutta olacaktır. Veyahut en fazla inanmayan olarak bir kahramanlık yapıp insanların hatırasında iz bırakabilir. Ama inanmayanın hedefi ebedi olur. Onun için bir limit yoktur yani sınırsız bir hayat süresi boyunca inancı kuvvetli olur. O ebedi hayata inançla bu dünyada güçlenir. Karıncanın yazın çalışıp kışta zahmetinin karşılığını görmesi gibi bakar dünya hayatına. Buradaki rahatlığıyla ebedi rahatlığı kıyasladığı zaman buradaki zahmetler gözünde küçülür. Dolayısıyla hedefi büyük olan insan hedefine ulaşmak için psikolojisini bu şekilde geliştirir. Yani hedefinin büyüklüğünü, buna rağmen ona ulaşmanın zor olmadığını bilir ve Allaha tevekkül eder. Çünkü o hedefe ulaşmak için birtakım kurallar var.
Örneğin, dünya turu yapmak hedefi olan kimse önceden bir sürü hazırlık yapar. Soğuk ülkeler için kalın giysiler, sıcak ülkeler için ince giysiler tedarik eder. Kültürel farklılıkları olan ülkelere gideceği zaman onların giysilerine benzer giysiler alır. Fotoğraf makinesi, rahat spor ayakkabı temin eder. Ve zamanla valizini toplamaya başlar. Bazen ihtiyacı olacağını sanarak eklediği şeylerin fazlalık olduğunu fark edip onları valizden çıkarır. Böylece biletini alır ve yola çıkar. Bu hedefi için para biriktirir ve onları bu amaç uğruna harcar. Mümin kimsenin de inandığı bir yolculuk var. Gideceği zor yollar olduğuna iman ettiği için şimdi rahatlık ve zorluğun karışık olduğu dünya hayatında yavaş yavaş valizini toplamaya başlar. Çünkü uçuşun ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyor. Valizine kabir hayatı için aydınlık olabilecek namazlarını koyuyor, açlık çekeceği günlerin olabileceği düşüncesiyle sadaka veriyor aç doyuruyor vs. Bu yolculuk için fazlalık ve yük olan şeyleri tövbeyle, istiğfarla o valizden çıkarıp atıyor.
Müminlerin Emiri İmam Ali (a)’a şöyle soruldu: “Ölüm için hazırlık nedir?”
Hz. Ali (a) şöyle dedi: “Farzları eda etmek, haramları terk etmek ve güzel ahlaka sahip olmak. Böyle bir insan için ölüme gitmesi veya ölümün ona gelmesi hiç fark etmez. Allah’a and olsun ki Ebu Talib’in oğlu için ölüme gitmenin veya ölümün kendisine gelmesinin hiçbir farkı yoktur.”
Yani ahiret yolculuğuna iman eden kimsenin valizine doldurması gerekenlerin listesi önceden bellidir. Yapması gereken işler ve reçeteler bellidir. Valizi doğru bir şekilde doldurduktan sonra ise ölümün ona gelmesinin yada onun ölüme gitmesinin pek farkı yoktur. Valizi doldurmaktan kasıtsa Allah’ın emirlerini yerine getirmektir.
Her yolculuğun bir amacı vardır. Sonda varılmak istenen yer vardır muhakkak. İnanmayı tercih edenin amacı, görmese de haberini aldığı güzel mekana gitmektir. Rahatlığa kavuşmaktır. İnanmayan ise inanmasa da kötü bir mekana gitmekte olur. Fakat inanan boyutundan bakıldığı zaman müminin amacının sadece Cennet olduğunu, sadece oraya gitmek olduğunu mu anlamamız gerekir? Yani bu ahiret yolculuğundan müminin gerçek amacı nedir?
Müminler aslında Allah’ın razı olduğu şey için çabalayıp ömür sürünce Allah’ın razı olduğu bir sona doğru ilerlemiş oluyorlar. Yani bu doğal bir sonuçtur. Mümin olan kimse hayatın her anında Allah rızasını gözetmeye çalışıyor. Bu nedenle ibadetlerini yerine getiriyor ve dünyasını bu şekilde şekillendiriyor. Tercihlerini bu şekilde belirliyor. Ailesine iyi davranıyor, işini, arkadaşını, eşini bu doğrultuda seçiyor. Yani Allah rızası için yaşamakla kişi psikolojisini bu şekilde eğitiyor ve aynı şekilde sağlam bir psikolojiyle yine Allah rızasına yöneliyor.
Ali bin Fazzal babasından şöyle naklediyor: İmam Rıza (a)’dan Bismillah’ın manası hakkında sordum. Şöyle dedi: Bir kişi Bismillah deyince manası budur ki ben Allah’ın alametlerinden bir alametle kendimi damgalıyorum ve o alamet kulluktur.” İmam’a (a) simet (isim) nedir? dedim. Şöyle dedi: Alamet.
Yani insan her anında kendini Allah’ın alametleriyle alametlendirirse gerçekten de yolculuğu ve hedefe ulaşması kolay olur. Bu alametlerse günümüzde aşırı fazladır. Mümin olan kimse hedefi gereği Allah rızasına ulaşmış olmalı ve kulluğu yerine getirmelidir. Günümüzde o kadar çok Allah rızası için amel ettiği görünen kimseler vardır ki… Müslümanlar hiç de az değildir aslında. Oruç tutanlar, namaz kılanlar, sadaka verenler, infak edenler küçümsenemeyecek derecededir. Peki bu kimseler Allah’ın istediği gibi midirler? Ya da bu amellerin kabul olması neye dayanıyor? Hadislere bakarak cevabı bulmaya çalışalım.
İmam Rıza (a) hz Ali (a)’dan şöyle aktarır: “Dünya bütünüyle cehalettir ilim mevzileri dışında… İlim de insan için hüccettir, meğer ki onunla amel etmiş olsun. Amel de bütünüyle riya doludur meğer ki halisane olsun. İhlas da tehlike içindedir, ta ki insan akıbetinin ve işinin nereye vardığını görmüş olsun.”
Bu hadis aslında amellerin kabullüğünü belirten kıstasları ortaya koymaktadır. Bu hadisle salih amelin boyutlarını görmekteyiz. İlim, ihlas ve hedef. Hedefini belirleyen kimse o hedefe doğru yolu tanıyorsa tek gider. Ama eğer tanımıyorsa bir vasıta bulmaya çalışır. Bir tur rehberi, bir harita. Ama ahiret yolculuğu ise dünya yolculukları gibi değildir. Bizlerin ahiret yolculuklarını, gökyüzü yollarını bilen bir rehbere ihtiyacımız olduğu aşikârdır.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi birkaç fersah yol gitmek isteyince kendisine bir kılavuz bulmaya koyulur. Sen yeryüzünün yollarına oranla gökyüzünün yolları hususunda daha cahilsin. O halde kendin için bir kılavuz bulmaya koyul.”
Dolayısıyla bizler inananlar olarak Allah’ın razı olduğu şeylere teveccüh etmek istiyorsak, psikolojimizi bu şekilde oluşturmak istiyorsak Allah’ın razılığının ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. Allah’ın razılığının nede olduğunu Kuran’dan ve konuşan Kuran olan Peygamberimiz (saa) ve Ehli Beytinden (a) öğrenebiliriz. Ehli Beyt’in rızası Allah’ın rızasına dayalıdır. Çünkü Onlar kendi nefislerinden bir şey söylemez ve yapmazlar. Bizler bu yolculuğu kabul eden kimselersek teveccühlerimize dikkat etmeli ve psikolojimizi Allah’ın rızasına uygun olarak düzenlemeliyiz. Yani isteklerimiz hedefimize uygun mu? Bu istekler bizi o hedefe götürür mü? Valizimize attığımız şeyler bize yük mü olur yoksa tam da ihtiyacımız olan şeyler mi? Hedefimiz Allah’ın Velisi, zamanın İmamının (af) hedefine ne kadar uygun? İkimiz de aynı şeyi mi istiyoruz? İman ettiğimiz şeyler psikolojimizde ne kadar etki edebiliyor? Güldüğümüz, ağladığımız, sevindiğimiz, üzüldüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz, baktığımız, onayladığımız şeylere dikkat etmeli, hangisinin hedefe hızlı ulaştırdığını bilmeliyiz. Ehli Beyt’in (a) yoluyla gitmek Allah’ın rızasına uygun yaşamak olduğu için en hızlı olan araç bu gemidir. Allah bizi bu yolda süratli olanlardan eylesin.
Amin. Allahumme salli ala Muhammed ve ala ali Muhammed ve eccil fereccehum.

SİZİN KENDİ NEFSİNİZDEN DAHA EVLA KİM?
Peygamber Hz. Muhammed(saa) bu dünyadan ayrılışına birkaç ay kalmıştı. Veda hac’cından dönerken Gadir Hum denilen yerde uzun bir hutbe vermişti. Nefisini terbiye etmiş olması gereken, yeni ihramdan çıkmış olan ümmetine son tavsiyelerini bir daha vurgulamak istemişti. O hutbeyi (Gadir Hum Hutbesi) merak edenler uzun uzun okusunlar. Bakınız âlemlere rahmet Peygamber(saa)’in son tavsiyeleri nelerdi?
O hutbeden bir hatırlatma şu idi; “Ben kimin mevlası isem,….”
Elbette İslam ümmetinin mevlası kendisi idi. Yani Veli’mizdi. Ve biz Peygamber(saa)’imizi kendi nefsimizden daha fazla sevmedikçe, iman kâmil olmuyordu. Bu ifadenin devamı da vardı.
“…. Bu Ali de O’nun mevlasıdır”. Yani imam Ali(as), Peygamber(saa)’den sonra “Mevla” olarak kabul edilecekti. Yani hem Veli, hem de kendi nefsimizden daha evla olacaktı. İmam Ali(as)’den sonra da diğer Veli’ler…
Şimdi de zamanımızın Ali’si İmam Mehdi(as)’dir. Bakalım bu ümmetten kimler Onu Mevla olarak görecekti, hem de kendi nefislerinden daha evla?!
“Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştu:
“Evlatlarımdan olan Kaim’in adı benim adım, künyesi benim künyem, özellikleri benim özelliğim, sünneti benim sünnetimdir. O, insanları dinim ve şeriatıma uygun hale getirecektir. Onları izzet ve celal sahibi Rabbimin kitabına (Kur’an) doğru davet edecektir. O’na itaat eden bana itaat etmiştir. O’na karşı çıkan bana karşı çıkmıştır. Gaybet döneminde O’nu inkâr eden, beni inkâr etmiştir. O’nu yalanlayan beni yalanlamıştır. O’nu tasdik eden beni tasdik etmiştir. Ben O’nun işinde beni yalanlayanları, O’nun şanı hakkında sözümü inkâr edenleri, O’nun yolundan ümmetimi saptıranları Allah’a şikâyet ediyorum.” (Kemalu’d Din c. 1, s 57)
O hutbeden bir hatırlatma şu idi; “Ben kimin mevlası isem,….”
Elbette İslam ümmetinin mevlası kendisi idi. Yani Veli’mizdi. Ve biz Peygamber(saa)’imizi kendi nefsimizden daha fazla sevmedikçe, iman kâmil olmuyordu. Bu ifadenin devamı da vardı.
“…. Bu Ali de O’nun mevlasıdır”. Yani imam Ali(as), Peygamber(saa)’den sonra “Mevla” olarak kabul edilecekti. Yani hem Veli, hem de kendi nefsimizden daha evla olacaktı. İmam Ali(as)’den sonra da diğer Veli’ler…
Şimdi de zamanımızın Ali’si İmam Mehdi(as)’dir. Bakalım bu ümmetten kimler Onu Mevla olarak görecekti, hem de kendi nefislerinden daha evla?!
“Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştu:
“Evlatlarımdan olan Kaim’in adı benim adım, künyesi benim künyem, özellikleri benim özelliğim, sünneti benim sünnetimdir. O, insanları dinim ve şeriatıma uygun hale getirecektir. Onları izzet ve celal sahibi Rabbimin kitabına (Kur’an) doğru davet edecektir. O’na itaat eden bana itaat etmiştir. O’na karşı çıkan bana karşı çıkmıştır. Gaybet döneminde O’nu inkâr eden, beni inkâr etmiştir. O’nu yalanlayan beni yalanlamıştır. O’nu tasdik eden beni tasdik etmiştir. Ben O’nun işinde beni yalanlayanları, O’nun şanı hakkında sözümü inkâr edenleri, O’nun yolundan ümmetimi saptıranları Allah’a şikâyet ediyorum.” (Kemalu’d Din c. 1, s 57)

ŞAHİT VE MEŞHUD
Bismillahirrahmanirrahim
Buruc suresinin ilk ayetlerinde Allahu Teala, diğer bazı surelerde olduğu gibi yeminler vererek sureye başlamaktadır. Bu yeminlerin birçoğu biz insanlar tarafından önemi idrak edilmese de yüce Allah buyuruyor ki, “bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir…” (Vakıa, 76). Sadece bu ayet için değil de aslında diğer yeminler için de bunu düşünebiliriz. Çünkü her şeyden önce yemin edenin yüceliği yemini büyük kılmaktadır. Dolayısıyla, Buruc suresinde bahsedeceğimiz yemin de çok büyük bir yemindir: “Şahitlik edene ve şahitlik edilene andolsun…” (Buruc, 3).
“Numune Tefsiri”nde bu ayet hakkında buyuruluyor ki, bu ayet hakkında müfessirler yaklaşık otuza yakın tefsirde bulunmuşlardır. En önemlileri:
1. “Şahit” Peygamber efendimiz’in (s.a.a) kendisi ve “şahit olunan” kıyamet günüdür.
2. İnsanlar ve onların amelleridir.
3. “Şahit” gün olarak cumadır ki, o günde Müslümanların en önemli namaz merasimleri o gündedir. Şahit olunan ise “Arefe” günüdür ki, Allah’ın evini ziyaret eden kimselerdir ki, o güne şahit ve nazırlardır.
4. “Şahit” kurban bayramı ve “şahit olunan” ise Arefe günüdür.
5. “Şahit” gece ve gündüzdür ve ademoğullarının amelleri “şahit olunan” durumundadır.
6. “Şahit” kelimesinden maksat melekler, “şahit olunan” ise Kuran-ı Kerimdir.
7. “Şahit” kelimesinden maksat, Hecer’ul Esved, “şahit olunan” ise onun yanına gelerek ona el sürmeye çalışan hacılardır.
8. “Şahit” yaratılışlar, “şahit olunan” yaratıcıdır.
9. “Şahit” kelmesinden maksat, İslam ümmeti ve “şahit olunan” ise diğer ümmetlerdir.
10. “Şahit” Peygamber efendimiz (s.a.a), “şahit olunan” ise hz. Emirilmüminin Ali (a)’dır.
Devamında müfessir buyuruyor ki, hiç kuşkusuz bu ayet, önceki ayetlerle olan bağı gereği, “şahit” kıyametin edeceği şahitliktir. İster Peygamber efendimiz (s.a.a) veya diğer Peygamberlerin kendi ümmetlerine olan şahitliği veyahut melekler, insanın kendi uzuvları ve gece ile gündüz veya buna benzer şeyler, “şahit olunan” ise insanlar ve onların amelleridir. Böylece yukarıdaki birçok tefsiri birleştirerek, bir genel anlam ve daha kapsamlı manayla özetlemek mümkündür ve aralarında her hangi bir çelişki de olmaz. Çünkü “şahit” kelimesi her türlü şahitliği kapsamaktadır. “Şahit olunan” ise ona her türlü şahitlik edilen şeylere denilmektedir. Çünkü tefsirde de belirtildiği gibi gökler, parlak yıldızlar ve yerli yerinde olan gökteki burçların hepsi hesap kitap üzere olan bu düzenin nişanesidir. “Vaat edilen gün” de hesap kitabın en açık şekilde ortaya çıkacağı gündür. Şahit-şahit olunanlar da bu hesap kitabın daha dikkatli bir şekilde ortaya çıkarılmasındaki bir vesiledirler. İşte bunca yeminlerin sebebi, o gerçek müminlere işkence eden zalim ve zorbacı kimselerin, amellerin hepsinin kayıt altına alındığı ve vaat edilen gün için saklandığını bilmeleri içindir.
Dolayısıyla bu tefsirden anladığımız esas şeylerden birisi budur ki, ahiret gününde hakkımızda hüküm verilmeden önce şahitlerin hakkımızdaki yorumları dikkate alınacaktır. Normal muhakemelerde de yöntem böyledir. Hakim, karar vermeden önce delilleri, şahitleri, şikayetçileri veya itham edilen kimseleri dinler. Bunun sonucunda kesin bir hüküm verilir. Fakat günümüzde normal muhakemenin işleyişine esasen hakim, vakaya olay sonrası vakıf olur. İlahi muhakemede ise Allah kendisi her şeye şahit olduğu için hiçbir şekilde yalan şahitlik yada doğruları gizlemek mümkün değildir. Çünkü Allah her şeyi işiten ve görendir. Her şeye şahittir…
“De ki: “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf suresi, 26).
Rabbimiz her şeyi duyar, açığa çıkardığımız ve içimizde gizlediğimiz her şeyi bilir. Hatta fısıltıları, niyetleri, vehimleri, bakışları, hisleri ama her şeyi bilir. Hatta bizim bilmediğimiz her şeyi de bilir. Buna inandığımız zaman adımlarımıza, söylediklerimize, yaptıklarımıza, hatta duygularımıza ve düşüncelerimize bile dikkat ederiz. Bizim kötü duygu ve düşüncelerimize şahit olmasını istemeyiz. Çünkü biz genel olarak kötülüklerimizin herhangi birisi tarafından bilinmesini istemeyiz. Dolayısıyla yüce Allah’ın şahitliğine gerçekten iman edersek, kötü bir iş/günah yapmayız. Çünkü O hem işitir hem de hesaba çekendir. Hem her şeyi bilir hem de hükmeder. Hem işitir hem de rızık verendir hem işitir hem de Kerim’dir… O bizi görür…
Bu yüzden de kendimizden yana takdirine şayan şeyleri görsün, utanacağımız ve zelil olacağımız şeyleri değil. Allah’tan bizi her yönden gördüğünü ve işittiğini unutmamıza izin vermemesini dileyelim. Bizi hep inancımızda uyanık tutmasını temenni edelim. O bizi her açıdan rahatlatmaya kudreti geniştir. Rızkımız azsa bollaştırır, hasta isek şifa verir, öğrenmek istiyorsak ufkumuzu açar, aciz isek kuvvet verir, psikolojimiz kötü ise rahatlatır, uykusuzsak uyku verir, sevgisiz isek sevgi verir, korkuyorsak korkularımızı giderir, yardımcısız isek yardımcılar gönderir… Her açıdan bize cevap verir. Çünkü O her açıdan işitendir, görendir, bilendir… “Korkmayın”, dedi. “Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.” (Ta-ha, 46). Dolayısıyla gerçekten insanlar Rabb’imizin her şeyi görüp, her şeyi duyduğuna inansalardı, dünya bu hale gelmeyecekti. Cinayetler, hırsızlıklar, tacizler, kundaklamalar… Bu açıdan istatistikler gerçekten ciddi durumdadır. Suç oranlarıyla birlikte ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel tüm sorunlar o toplumun Rabb’ine nasıl iman ettiği ile alakalıdır.
“Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. Her şeyi bütün inceliği ile bilen ve haberdar olan O’dur.” (Enam, 103).
Rabbinin her şeyi işittiğine ve gördüğüne inanan insan, O’nun hükümlerine sarılır. O’nun teyit ettiği rehberleri öğretmen olarak görür. Peygamberimizin vasiyeti olarak Sakaleyn hadisini unutmayalım: “Size iki emanet bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beytim.”
Dolayısıyla Allah’ın kendisini gördüğüne iman eden kimse, Resulullah’ın (s.a.a) bu vasiyetine amel etmemekten ve genel olarak günah etmekten utanır ve çekinir. Çünkü Rabbinin Onun itaatsizliğine şahit olacağını bilir ve kendisini bu durumda görmesini asla istemez. İmam Rıza (a) şöyle buyurmaktadır: “Karanlık bir gecede, siyah bir kayanın üstündeki siyah bir karıncanın ayak izine kadar toprağın altında ve denizlerdeki hiçbir şey O’na gizli olmadığından dolayı “O görendir.” diyoruz. (Et-Tevhid, 65/18). Yani Allah bizlere her anlamda şahittir. Acılarımıza, sorunlarımıza, sevincimize, öfkemize, başarımıza… Tembelliğimize, itaatsizliğimize, güçsüzlüğümüze… Başaramadığımıza, isteklerimize… İyiliklerimize, yapmak isteyip yapamadıklarımıza, aldatıldığımıza veya aldattığımıza… Yani iyi ve kötü her anımıza şahittir. Sadece günahlarımıza şahittir dersek umuda yer kalmaz…
Günahımıza şahit olduğu gibi, pişmanlığımıza ve tövbemize de şahittir. Kabul edileceğine dair umutlu olmalı ve hatamızdan ders çıkarmalı olduğumuzu göstermeliyiz… yani Allah Eş-Şehid ismine esasen, görmek ve şahid olmak için hiçbir araca – göze, nura, bakma fiilini gerçekleştirmeye vs. – ihtiyacı yoktur. Hem Şehid hem Kadirdir, hem Şehid hem Rahman`dır, hem Şehid hem de Cabbar`dır, Subhan`dır… Yaptığımız kötülüğün aynısının karşımıza çıkmasında, sadakanın karşılığını almamızda, duaların kabulünde, beklenmedik kapıların açılmasında vs. gibi günlük olayları düşündüğümüz zaman Allah`ın bizim her halimize, hareketimize şahit olduğunu anlayabiliriz. Adamın biri: “Bana nasihat edin.” deyince İmam Muhammed Taki (a.s): “Kabul eder misin? diye sordu. O adam: “Evet, kabul ederim.” dedi. İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Sabrı kendine yastık et, fakirlikten çekinme, şehvetleri (lezzetleri) terk et, heva ve hevese muhalefet et ve bil ki, Allah’a gizli değilsin. Öyleyse nasıl bir hâlde olacağına dikkat et.” (Tufehul-Ukul, s.448)
“Her topluluktan bir şahit çıkarır ve “Delilinizi ortaya koyun.” deriz. O zaman hakkın Allah’a ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden ayrılıp kaybolur.” (Kasas, 75).
Rabb’imize her ismin yanı sıra Eş-Şehid olarak inananlar, kendileri de hakkın şahitleri olurlar. İnsanlar arasında en zirvede duran şahitler Hz. Peygamber ve vasileridir.
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar, Rablerinin katında gerçek doğrular ve şahitlerdir: onlara da onların mükafatları ve nurları vardır. Kafir olan ve bizim ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem ehlidirler.” (Hadid, 19).
Dolayısıyla bugün Peygamberimizin olmadığı bir toplumda bile olsak üzerimizde birçok şahitler vardır. Gece ve gündüzlerimiz, bedenimiz, melekler, bazı özel günler, Kur’an gibi birçok şahitlerimiz vardır ki, onlar lehimize ve aleyhimize şahitlik edeceklerdir. Lehimize çevirmekse nefes alıp verebildiğimiz sürece bizim elimizdedir. Fakat şu an öyle bir şahit de vardır ki, O haftada birkaç kez bizim amel defterimize bakarak oradaki listeye esasen ya üzülür yada sevinerek hakkımızda dua eder. Bu kimse zamanın İmamı Hz. Mehdi (a.f)’dir. Amellerimize şahit olan bu kimse bizim için dua edebiliyorken makamının Allah katındaki yüceliğinden faydalanarak yardımını artırmasını dileyebiliriz. Çünkü her şeye şahit olan yüce Allah, iyiye doğru değişme çabamızı ve hz. Mehdi’yi (a.f) vesile kıldığımızı görürse, bu imtihanda bize çok yardımcı olur… Unutmayalım, Allah şahittir ve merhametlilerin en merhametlisidir…
Allahumme salli alâ Muhammed ve alâ alî Muhammed ve eccil fereccehum.
(Yazıda Zeynep Işık, “İlk Adım Allah`ı Tanımak” kitabından yararlanılmıştır.)
Buruc suresinin ilk ayetlerinde Allahu Teala, diğer bazı surelerde olduğu gibi yeminler vererek sureye başlamaktadır. Bu yeminlerin birçoğu biz insanlar tarafından önemi idrak edilmese de yüce Allah buyuruyor ki, “bu, eğer bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir…” (Vakıa, 76). Sadece bu ayet için değil de aslında diğer yeminler için de bunu düşünebiliriz. Çünkü her şeyden önce yemin edenin yüceliği yemini büyük kılmaktadır. Dolayısıyla, Buruc suresinde bahsedeceğimiz yemin de çok büyük bir yemindir: “Şahitlik edene ve şahitlik edilene andolsun…” (Buruc, 3).
“Numune Tefsiri”nde bu ayet hakkında buyuruluyor ki, bu ayet hakkında müfessirler yaklaşık otuza yakın tefsirde bulunmuşlardır. En önemlileri:
1. “Şahit” Peygamber efendimiz’in (s.a.a) kendisi ve “şahit olunan” kıyamet günüdür.
2. İnsanlar ve onların amelleridir.
3. “Şahit” gün olarak cumadır ki, o günde Müslümanların en önemli namaz merasimleri o gündedir. Şahit olunan ise “Arefe” günüdür ki, Allah’ın evini ziyaret eden kimselerdir ki, o güne şahit ve nazırlardır.
4. “Şahit” kurban bayramı ve “şahit olunan” ise Arefe günüdür.
5. “Şahit” gece ve gündüzdür ve ademoğullarının amelleri “şahit olunan” durumundadır.
6. “Şahit” kelimesinden maksat melekler, “şahit olunan” ise Kuran-ı Kerimdir.
7. “Şahit” kelimesinden maksat, Hecer’ul Esved, “şahit olunan” ise onun yanına gelerek ona el sürmeye çalışan hacılardır.
8. “Şahit” yaratılışlar, “şahit olunan” yaratıcıdır.
9. “Şahit” kelmesinden maksat, İslam ümmeti ve “şahit olunan” ise diğer ümmetlerdir.
10. “Şahit” Peygamber efendimiz (s.a.a), “şahit olunan” ise hz. Emirilmüminin Ali (a)’dır.
Devamında müfessir buyuruyor ki, hiç kuşkusuz bu ayet, önceki ayetlerle olan bağı gereği, “şahit” kıyametin edeceği şahitliktir. İster Peygamber efendimiz (s.a.a) veya diğer Peygamberlerin kendi ümmetlerine olan şahitliği veyahut melekler, insanın kendi uzuvları ve gece ile gündüz veya buna benzer şeyler, “şahit olunan” ise insanlar ve onların amelleridir. Böylece yukarıdaki birçok tefsiri birleştirerek, bir genel anlam ve daha kapsamlı manayla özetlemek mümkündür ve aralarında her hangi bir çelişki de olmaz. Çünkü “şahit” kelimesi her türlü şahitliği kapsamaktadır. “Şahit olunan” ise ona her türlü şahitlik edilen şeylere denilmektedir. Çünkü tefsirde de belirtildiği gibi gökler, parlak yıldızlar ve yerli yerinde olan gökteki burçların hepsi hesap kitap üzere olan bu düzenin nişanesidir. “Vaat edilen gün” de hesap kitabın en açık şekilde ortaya çıkacağı gündür. Şahit-şahit olunanlar da bu hesap kitabın daha dikkatli bir şekilde ortaya çıkarılmasındaki bir vesiledirler. İşte bunca yeminlerin sebebi, o gerçek müminlere işkence eden zalim ve zorbacı kimselerin, amellerin hepsinin kayıt altına alındığı ve vaat edilen gün için saklandığını bilmeleri içindir.
Dolayısıyla bu tefsirden anladığımız esas şeylerden birisi budur ki, ahiret gününde hakkımızda hüküm verilmeden önce şahitlerin hakkımızdaki yorumları dikkate alınacaktır. Normal muhakemelerde de yöntem böyledir. Hakim, karar vermeden önce delilleri, şahitleri, şikayetçileri veya itham edilen kimseleri dinler. Bunun sonucunda kesin bir hüküm verilir. Fakat günümüzde normal muhakemenin işleyişine esasen hakim, vakaya olay sonrası vakıf olur. İlahi muhakemede ise Allah kendisi her şeye şahit olduğu için hiçbir şekilde yalan şahitlik yada doğruları gizlemek mümkün değildir. Çünkü Allah her şeyi işiten ve görendir. Her şeye şahittir…
“De ki: “Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf suresi, 26).
Rabbimiz her şeyi duyar, açığa çıkardığımız ve içimizde gizlediğimiz her şeyi bilir. Hatta fısıltıları, niyetleri, vehimleri, bakışları, hisleri ama her şeyi bilir. Hatta bizim bilmediğimiz her şeyi de bilir. Buna inandığımız zaman adımlarımıza, söylediklerimize, yaptıklarımıza, hatta duygularımıza ve düşüncelerimize bile dikkat ederiz. Bizim kötü duygu ve düşüncelerimize şahit olmasını istemeyiz. Çünkü biz genel olarak kötülüklerimizin herhangi birisi tarafından bilinmesini istemeyiz. Dolayısıyla yüce Allah’ın şahitliğine gerçekten iman edersek, kötü bir iş/günah yapmayız. Çünkü O hem işitir hem de hesaba çekendir. Hem her şeyi bilir hem de hükmeder. Hem işitir hem de rızık verendir hem işitir hem de Kerim’dir… O bizi görür…
Bu yüzden de kendimizden yana takdirine şayan şeyleri görsün, utanacağımız ve zelil olacağımız şeyleri değil. Allah’tan bizi her yönden gördüğünü ve işittiğini unutmamıza izin vermemesini dileyelim. Bizi hep inancımızda uyanık tutmasını temenni edelim. O bizi her açıdan rahatlatmaya kudreti geniştir. Rızkımız azsa bollaştırır, hasta isek şifa verir, öğrenmek istiyorsak ufkumuzu açar, aciz isek kuvvet verir, psikolojimiz kötü ise rahatlatır, uykusuzsak uyku verir, sevgisiz isek sevgi verir, korkuyorsak korkularımızı giderir, yardımcısız isek yardımcılar gönderir… Her açıdan bize cevap verir. Çünkü O her açıdan işitendir, görendir, bilendir… “Korkmayın”, dedi. “Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.” (Ta-ha, 46). Dolayısıyla gerçekten insanlar Rabb’imizin her şeyi görüp, her şeyi duyduğuna inansalardı, dünya bu hale gelmeyecekti. Cinayetler, hırsızlıklar, tacizler, kundaklamalar… Bu açıdan istatistikler gerçekten ciddi durumdadır. Suç oranlarıyla birlikte ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel tüm sorunlar o toplumun Rabb’ine nasıl iman ettiği ile alakalıdır.
“Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. Her şeyi bütün inceliği ile bilen ve haberdar olan O’dur.” (Enam, 103).
Rabbinin her şeyi işittiğine ve gördüğüne inanan insan, O’nun hükümlerine sarılır. O’nun teyit ettiği rehberleri öğretmen olarak görür. Peygamberimizin vasiyeti olarak Sakaleyn hadisini unutmayalım: “Size iki emanet bırakıyorum. Kur’an ve Ehl-i Beytim.”
Dolayısıyla Allah’ın kendisini gördüğüne iman eden kimse, Resulullah’ın (s.a.a) bu vasiyetine amel etmemekten ve genel olarak günah etmekten utanır ve çekinir. Çünkü Rabbinin Onun itaatsizliğine şahit olacağını bilir ve kendisini bu durumda görmesini asla istemez. İmam Rıza (a) şöyle buyurmaktadır: “Karanlık bir gecede, siyah bir kayanın üstündeki siyah bir karıncanın ayak izine kadar toprağın altında ve denizlerdeki hiçbir şey O’na gizli olmadığından dolayı “O görendir.” diyoruz. (Et-Tevhid, 65/18). Yani Allah bizlere her anlamda şahittir. Acılarımıza, sorunlarımıza, sevincimize, öfkemize, başarımıza… Tembelliğimize, itaatsizliğimize, güçsüzlüğümüze… Başaramadığımıza, isteklerimize… İyiliklerimize, yapmak isteyip yapamadıklarımıza, aldatıldığımıza veya aldattığımıza… Yani iyi ve kötü her anımıza şahittir. Sadece günahlarımıza şahittir dersek umuda yer kalmaz…
Günahımıza şahit olduğu gibi, pişmanlığımıza ve tövbemize de şahittir. Kabul edileceğine dair umutlu olmalı ve hatamızdan ders çıkarmalı olduğumuzu göstermeliyiz… yani Allah Eş-Şehid ismine esasen, görmek ve şahid olmak için hiçbir araca – göze, nura, bakma fiilini gerçekleştirmeye vs. – ihtiyacı yoktur. Hem Şehid hem Kadirdir, hem Şehid hem Rahman`dır, hem Şehid hem de Cabbar`dır, Subhan`dır… Yaptığımız kötülüğün aynısının karşımıza çıkmasında, sadakanın karşılığını almamızda, duaların kabulünde, beklenmedik kapıların açılmasında vs. gibi günlük olayları düşündüğümüz zaman Allah`ın bizim her halimize, hareketimize şahit olduğunu anlayabiliriz. Adamın biri: “Bana nasihat edin.” deyince İmam Muhammed Taki (a.s): “Kabul eder misin? diye sordu. O adam: “Evet, kabul ederim.” dedi. İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Sabrı kendine yastık et, fakirlikten çekinme, şehvetleri (lezzetleri) terk et, heva ve hevese muhalefet et ve bil ki, Allah’a gizli değilsin. Öyleyse nasıl bir hâlde olacağına dikkat et.” (Tufehul-Ukul, s.448)
“Her topluluktan bir şahit çıkarır ve “Delilinizi ortaya koyun.” deriz. O zaman hakkın Allah’a ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden ayrılıp kaybolur.” (Kasas, 75).
Rabb’imize her ismin yanı sıra Eş-Şehid olarak inananlar, kendileri de hakkın şahitleri olurlar. İnsanlar arasında en zirvede duran şahitler Hz. Peygamber ve vasileridir.
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar, Rablerinin katında gerçek doğrular ve şahitlerdir: onlara da onların mükafatları ve nurları vardır. Kafir olan ve bizim ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem ehlidirler.” (Hadid, 19).
Dolayısıyla bugün Peygamberimizin olmadığı bir toplumda bile olsak üzerimizde birçok şahitler vardır. Gece ve gündüzlerimiz, bedenimiz, melekler, bazı özel günler, Kur’an gibi birçok şahitlerimiz vardır ki, onlar lehimize ve aleyhimize şahitlik edeceklerdir. Lehimize çevirmekse nefes alıp verebildiğimiz sürece bizim elimizdedir. Fakat şu an öyle bir şahit de vardır ki, O haftada birkaç kez bizim amel defterimize bakarak oradaki listeye esasen ya üzülür yada sevinerek hakkımızda dua eder. Bu kimse zamanın İmamı Hz. Mehdi (a.f)’dir. Amellerimize şahit olan bu kimse bizim için dua edebiliyorken makamının Allah katındaki yüceliğinden faydalanarak yardımını artırmasını dileyebiliriz. Çünkü her şeye şahit olan yüce Allah, iyiye doğru değişme çabamızı ve hz. Mehdi’yi (a.f) vesile kıldığımızı görürse, bu imtihanda bize çok yardımcı olur… Unutmayalım, Allah şahittir ve merhametlilerin en merhametlisidir…
Allahumme salli alâ Muhammed ve alâ alî Muhammed ve eccil fereccehum.
(Yazıda Zeynep Işık, “İlk Adım Allah`ı Tanımak” kitabından yararlanılmıştır.)

ONİKİ İMAM’IN DUASI
İmam Muhammed Tâki (Cevad), atalarından, İmam Hüseyin’in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Allah’ın Elçisi’nin yanına girdim. K’ab oğlu Ubey O’nun yanındaydı. Allah’ın Elçisi (bana) şöyle buyurdu:
“Merhaba, Ey Abdullah’ın babası![1] Ey göklerin ve yerin süsü!”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Senden başka biri nasıl göklerin ve yerin süsü olabilir?”
Hz. Peygamber ona şöyle dedi:
“Ey Ubey! Beni hak ile peygamber olarak gönderene and olsun ki şüphesiz Ali oğlu Hüseyin gökte, yerdekilerden daha büyüktür. Doğrusu O’nun ismi, arşın sağına yazılmıştır. (O), Doğru yolu gösteren çerağ, kurtuluş gemisi, zayıf olmayan, izzet, övgü imamı, ilim deryası, (ihtiyat) ve tedariktir. Nasıl böyle olamaz? Hâlbuki Ulu ve Yüce Allah, O’nun soyuna temiz, mübarek, zeki bir nutfe (tohum) yerleştirmiştir. (Bu tohum), rahimlerde yaratılmadan veya sülblere intikal etmeden, ya da gece ve gündüz (daha var olmadan önce) yaratılmıştır. (O’na yani İmam Hüseyin’e) hiçbir yaratılanın okuyamayacağı dualar öğretilmiştir. Ulu ve Yüce Allah, onu yalnız onunla (o duayla) birlikte bir yere toplar ve ahirette onun şefaatçisi olur, onun sıkıntısını (kendisinden) uzaklaştırır, onun (o duaların) vasıtasıyla onun borcunu öder, işini kolaylaştırır, yolunu aydınlık kılar, düşmanları üzerinde onu güçlü kılar, ar ve hayâsını ortadan kaldırmaz.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Bu dualar nelerdir?”
Şöyle buyurdu:
“Salatı bitirdikten sonra şöyle söyle: “Allah’ım! Kelimelerin, arşının mekânları, gök ve yerinin sakinleri, peygamberlerin, elçilerin hatırına senden istiyorum. Şüphesiz ki işimde zorluk, beni yakalamıştır. Ben de senden, Muhammed ve O’nun Ehl-i Beyt’ine salat etmeni ve benim için zorluktan sonra bir kolaylık vermeni diliyorum.”
Bundan sonra ise Ulu ve Yüce Allah, senin işini kolaylaştırır ve sana göğüs genişliği (ferahlık) ihsan eder. “Allah’tan başka ilah yoktur.” şahadet cümlesini ölüm vakti sana telkin eder.”
Ubey, Allah’ın Elçisine şöyle dedi: “Ey habibim! Hüseyin’in soyundaki bu nutfe/tohum nedir (Kimdir)?”
Şöyle buyurdu:
“O nutfenin misali, Ay’ın misali gibidir. O, belli etme ve beyan etme nutfesidir. Ona itaat eden hidayet olur, onu yitiren (yani terk eden) ise sapkın olur.”
Ubey şöyle dedi: “Peki onun adı ve duası nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Adı, Ali’dir. (Şu da) duasıdır: “Ey daim olan, ey ebedi diri, ey Kayyum! Ey üzüntüyü ortadan kaldıran, ey rahatsızlığı halleden, ey elçileri gönderen, ey vaadine sadık olan.”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onu Hüseyin oğlu Ali Zeynel Abidin ile bir eder (Onları kıyamette beraber haşreder.) ve cennette O’nun ziyaretçisi olur.”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! O’nun bir halefi ya da vasisi var mı?”
Allah’ın Elçisi şöyle dedi:
“Evet. O, göklerin ve yeryüzünün mirasına sahiptir.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi, göklerin ve yerin mirasının manası nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Hak ile hüküm verme, diyanetle (dini bilgi ile) hüküm verme, rüyaların (gerçek) yorumu ve gerçekleşen olayların beyanıdır.”
Şöyle dedi: “O’nun adı nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Adı, Muhammed’dir. Melekler göklerde O’nunla ünsiyet kurarlar. O kendi duasında şöyle der: “Allah’ım! Eğer ben senin yanında rızaya (güzel rağbete) ve sevgiye sahip isem, o halde beni, kardeşlerim ve taraftarlarımdan bana tabi olanları bağışla ve soyumda olanı temiz kıl.”
Allah da O’nun soyuna mübarek, pak, zeki bir nutfe oturtmuştur.
Cebrail bana şöyle haber verdi:
“Ulu ve Yüce Allah, bu nutfeyi pak kılmış, onu kendi katında Cafer olarak adlandırmış, onu Hadi (hidayet eden/rehber), Mehdi (Hidayet edilmiş/yol gösterilmiş), Razi (razı olan) ve Merzi (razı olunan) yapmıştır. O, Rabbine dua eder ve duasında şöyle söyler: “Ey tembel olmayan (bilakis) Deyyan[2] olan Allah’ım! Ey merhametlilerin en merhametlisi, benim taraftarlarım için ateşten koruyucu bir vasıta karar kıl, eğer onlar senin yanında fazilete sahip iseler günahlarını bağışla, işlerini kolaylaştır, borçlarını öde, ayıplarını ört, seninle onlar arasında olan büyük günahları bağışla, ey sitem ve zulümden korkmayan Allah’ım! (O Allah’ı) ne uyuklama, ne de uyku tutar, (Allah’ım)benim tüm sıkıntı ve üzüntüm için bana bir kurtuluş ihsan et!”
Her kim bu duayı okursa, Allah, onu kendi katında Muhammed oğlu Cafer-i Sadık ile bembeyaz bir sima ile cennette bir araya getirir.
Ey Ubey! Şüphesiz Ulu ve Yüce Allah bu nutfeye zeki, mübarek, temiz bir nutfe oturtmuş, ona rahmet indirmiş, kendi katında O’nu Musa (Kazım) olarak adlandırmış ve O’nu imam yapmıştır.”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Onların her biri birbirlerini övüyor, birbirlerinden türeyip artıyor, birbirlerinden miras alıyor ve biri diğerini vasfediyor öyle mi?”
Şöyle buyurdu:
“Onları bana, Cebrail, Âlemlerin Rabbi tarafından vasfetmiştir.”
Şöyle dedi: “Musa’nın da onunla dua ettiği, babalarının duasından başka bir duası var mıdır?”
Şöyle buyurdu:
“Evet, O kendi duasında şöyle der: “Ey Yaradan, ey rızık veren, ey tohumu, çekirdeği yarıp çatlatan, ey canlıları yaratan, ölüleri dirilten, dirileri öldüren, ey sebatı (azmi) daim olan, bitkileri çıkaran (Allah’ım). Benimle ehli olduğun şekilde muamele et!”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onun hacetlerini yerine getirir ve kıyamet günü, onu Cafer oğlu Musa (Kazım) ile bir araya getirir. Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah O’nun soyunda temiz, zeki, razı olunan bir nutfe oturtmuştur ki kendi katında O’nu Ali (Rıza) olarak adlandırmıştır. Ulu ve Yüce Allah yarattıkları içerisinde O’nun ilminden, hükmünden razı kalmış, O’nu taraftarları için hüccet karar kılmıştır. Böylece onlar kıyamet günü O’na ihtiyaç duyacaklardır. Onun, vesilesiyle dua ettiği bir duası vardır (Şöyledir):
“Allah’ım! Beni hidayet et, beni onun (hidayetin) üzerinde ayağımı sabit et, korkusu, hüznü ve telaşı olmayanın güvenlik duygusu gibi beni onun üzerinde haşret (Mahşerde topla). Şüphesiz ki sen takva ve bağışlama ehlisin.”
Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah, O’nun soyundan mübarek, iyi, zeki, razı olunmuş bir nutfe oturttu ve onu Ali (Rıza) oğlu Muhammed (Tâki) olarak adlandırdı. O, taraftarlarının şefaatçisi, babasının ilminin varisidir. O’nun açık alâmeti, aşikâr bir hücceti vardır. O, doğduğunda şöyle der:
“Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed, Allah’ın Elçisi’dir.”
O, kendi duasında şöyle der:
“Ey hiçbir benzeri ve örneği olmayan Allah! Sen, senden başka hiçbir ilahın olmadığı ve senden başka bir yaratanın olmadığı Allah’sın! Sen bütün yaratılanları mahveder, yine de kendin baki kalırsın, senin sözüne bakmayana, halim (tahammüllü) olmuşsundur, bağışlamanda ise razı oluşun vardır.”
Kim bu duayı okursa, Kıyamet günü Ali oğlu Muhammed (Tâki) onun şefaatçisi olur. Ulu ve Yüce Allah O’nun soyunda öyle bir nutfe oturtmuştur ki O, ne itaat çevresinden çıkar ne de zalimdir. O, parlak, mübarek, temiz ve paktır. Allah O’nu kendi katında Ali (Nâki) olarak adlandırmış, O’na sakinlik ve vakar giydirmiş, ilimleri, sırları ve her bir gizlenmiş şeyi O’nda karar kılmıştır. Kim O’nun yanına gelse ve göğsünde (kalbinde) gizli bir şey olsa, bunu O’na haber verir, düşmanından onu sakındırır. O, kendi duasında şöyle der:
“Ey Nur, Ey Burhan, Ey nurlandıran, ey beyan eden, ey Rab! Zamanın şartlarından ve belalarından beni kurtar! Senden, Sur’a üfleneceği gün (kıyamet günü), kurtuluş diliyorum.”
Kim bu duayı okursa, Muhammed oğlu Ali (Nâki) onun şefaatçisi ve cennete götüren rehberi olur. Ulu ve Yüce Allah O’nun da soyuna bir nutfe oturtmuş ve O’nu kendi katında Ali oğlu Hasan (Askerî) olarak adlandırmış, O’nu memleketlerinde bir nur, yeri üzerinde bir halife, ümmeti için izzet, taraftarları için hidayet eden, Rabbi katında onlara şefaat eden, O’nunla muhalefet edene ceza ve intikam, O’nu kabul edene hüccet, O’nu imam kabul edene burhan etmiştir. O, kendi duasında şöyle der:
“Ey izzetinde izzetin en izzetlisi, ey Aziz, beni izzetinle izzetli et ve yardımınla destekle, beni şeytanların vesveselerinden uzak et, (bunu), defetmenle uzaklaştır, mâni olmanla mâni ol, beni yarattıklarının hayırlılarından eyle, ey bir olan, ey yegâne, ey tek, ey ihtiyaç sahibi olmayan (Allah)!”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onu, O’nunla haşreder ve onu cehennemden kurtarır, (cehennem) ona vacip olmuş olsa dahi! Ulu ve Yüce Allah, Hasan’ın soyunda mübarek, zeki, temiz, pak, temizlenmiş bir nutfe oturtmuştur ki velayet hakkında Ulu ve Yüce Allah’ın ahit aldığı her mümin O’ndan razı kalır ve O’nu (ahit vermeyen) her inkârcı, inkâr eder. O, takvalı (kendini günah ve hatadan koruyan), saf (ve halis), parlak, razı kalınan, hidayet eden, doğru yol gösteren bir imamdır. O, adaletin başı ve sonudur[3] ve O, Ulu ve Yüce Allah’ı tasdik eder, Allah da O’nun sözünü tasdik eder, deliller ve alâmetler ortaya çıkınca Allah O’nu Tühame’den[4] çıkarır. O’nun Talikan’da hazineleri vardır ki ne altındır ne de gümüştür, yalnız muhteşem atlar, alâmetli tanınmış adamlardır o hazineler. Ulu ve Yüce Allah O’nun için Bedir (Savaşı ordusunun) sayısı kadar ülkelerinin en ücra köşelerinden üç yüz on üç şahsı toplayacaktır. O’nun yanında mühürlenmiş bir sahife (sayfa/mektup) vardır ki orada ashabının adları ile sayısı, onların soyu, bölgeleri, işleri, sözleri ve künyeleri vardır. Onlar, dönerek hamle yapanlar ve onun itaati noktasında çalışkan olanlardır.”
Ubey O’na şöyle dedi: “O’nun delilleri ve alâmetleri nedir Ey Allah’ın Elçisi?”
Allah’ın Elçisi ona şöyle buyurdu:
“Bayraktır! O’nun huruç etme (savaş için ayaklanma) vakti gerçekleştiğinde bu bayrak kendi kendine açılır ve yayılır. Ulu ve Yüce Allah onu dile getirir, böylece o bayrak şöyle nida eder:
“Çık, ey Allah’ın velisi, Allah’ın düşmanlarını öldür!” O’nun iki bayrağı ve alâmeti, kınına koyulmuş kılıcı vardır. Hurucunun (savaşının) zamanı geldiğinde o kılıç kınından çıkar, Ulu ve Yüce Allah onu dile getirir ve o kılıç şöyle nida eder:
“Çık ey Allah’ın velisi, Allah’ın düşmanlarından çekinmek sana helal değildir!”
Bunun üzerine o huruç eder (ayaklanır) ve Allah’ın düşmanlarını karşılaştığı yerde öldürür. Allah’ın sınırlarını karar kılar. Allah’ın hükmü ile hükmeder. O, Cebrail sağında, Mikail solunda, Şuayb ve Salih önünde iken çıkar (ayaklanır yahut ortaya çıkar), bundan dolayı da yakında size dediklerimi hatırlayacaksınız. Ben, kendi işimi Allah’a bırakıyorum. Bir süre sonra dahi olsa.
Ey Ubey! O’nunla karşılaşana, O’nu sevene, O’nu iddia edene (ona inanana) müjdeler olsun. Allah, onları; onu, Allah’ın Elçisi’ni ve bütün imamları ikrar etme ile kurtaracak, onlar için cenneti açacaktır. Yeryüzünde onların misali misk gibidir. Onun kokusu yayılır ama kendisi hiçbir zaman değişmez. Onların gökte olan misali, parlayan ay gibidir. Onun nuru hiçbir zaman söndürülmez.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi, bu imamların Ulu ve Yüce Allah tarafından olan hali nasıldır?”
Şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah bana on iki mühür ve on iki sahife (sayfa) indirmiştir ki her bir imamın adı, mührünün üzerinde ve onun özelliği sayfasının içinde vardır. Allah’ın salavatı O’na ve Onların hepsine olsun.”
[1] İmam Hüseyin’in künyesi Abdullah’ın babasıdır.
[2] Allah’ın mübarek isimlerindendir. “Hüküm veren, hesap soran” manalarındadır.
[3] Diğer nüshalarda: “Adaletle hükmeder ve onu emreder.”
[4] Hicaz’ın, Mekke’nin eski adıdır.
KAYNAK; DİNİN KEMALİ/ EYH SADUK, S. 356-357
“Allah’ın Elçisi’nin yanına girdim. K’ab oğlu Ubey O’nun yanındaydı. Allah’ın Elçisi (bana) şöyle buyurdu:
“Merhaba, Ey Abdullah’ın babası![1] Ey göklerin ve yerin süsü!”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Senden başka biri nasıl göklerin ve yerin süsü olabilir?”
Hz. Peygamber ona şöyle dedi:
“Ey Ubey! Beni hak ile peygamber olarak gönderene and olsun ki şüphesiz Ali oğlu Hüseyin gökte, yerdekilerden daha büyüktür. Doğrusu O’nun ismi, arşın sağına yazılmıştır. (O), Doğru yolu gösteren çerağ, kurtuluş gemisi, zayıf olmayan, izzet, övgü imamı, ilim deryası, (ihtiyat) ve tedariktir. Nasıl böyle olamaz? Hâlbuki Ulu ve Yüce Allah, O’nun soyuna temiz, mübarek, zeki bir nutfe (tohum) yerleştirmiştir. (Bu tohum), rahimlerde yaratılmadan veya sülblere intikal etmeden, ya da gece ve gündüz (daha var olmadan önce) yaratılmıştır. (O’na yani İmam Hüseyin’e) hiçbir yaratılanın okuyamayacağı dualar öğretilmiştir. Ulu ve Yüce Allah, onu yalnız onunla (o duayla) birlikte bir yere toplar ve ahirette onun şefaatçisi olur, onun sıkıntısını (kendisinden) uzaklaştırır, onun (o duaların) vasıtasıyla onun borcunu öder, işini kolaylaştırır, yolunu aydınlık kılar, düşmanları üzerinde onu güçlü kılar, ar ve hayâsını ortadan kaldırmaz.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Bu dualar nelerdir?”
Şöyle buyurdu:
“Salatı bitirdikten sonra şöyle söyle: “Allah’ım! Kelimelerin, arşının mekânları, gök ve yerinin sakinleri, peygamberlerin, elçilerin hatırına senden istiyorum. Şüphesiz ki işimde zorluk, beni yakalamıştır. Ben de senden, Muhammed ve O’nun Ehl-i Beyt’ine salat etmeni ve benim için zorluktan sonra bir kolaylık vermeni diliyorum.”
Bundan sonra ise Ulu ve Yüce Allah, senin işini kolaylaştırır ve sana göğüs genişliği (ferahlık) ihsan eder. “Allah’tan başka ilah yoktur.” şahadet cümlesini ölüm vakti sana telkin eder.”
Ubey, Allah’ın Elçisine şöyle dedi: “Ey habibim! Hüseyin’in soyundaki bu nutfe/tohum nedir (Kimdir)?”
Şöyle buyurdu:
“O nutfenin misali, Ay’ın misali gibidir. O, belli etme ve beyan etme nutfesidir. Ona itaat eden hidayet olur, onu yitiren (yani terk eden) ise sapkın olur.”
Ubey şöyle dedi: “Peki onun adı ve duası nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Adı, Ali’dir. (Şu da) duasıdır: “Ey daim olan, ey ebedi diri, ey Kayyum! Ey üzüntüyü ortadan kaldıran, ey rahatsızlığı halleden, ey elçileri gönderen, ey vaadine sadık olan.”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onu Hüseyin oğlu Ali Zeynel Abidin ile bir eder (Onları kıyamette beraber haşreder.) ve cennette O’nun ziyaretçisi olur.”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! O’nun bir halefi ya da vasisi var mı?”
Allah’ın Elçisi şöyle dedi:
“Evet. O, göklerin ve yeryüzünün mirasına sahiptir.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi, göklerin ve yerin mirasının manası nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Hak ile hüküm verme, diyanetle (dini bilgi ile) hüküm verme, rüyaların (gerçek) yorumu ve gerçekleşen olayların beyanıdır.”
Şöyle dedi: “O’nun adı nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Adı, Muhammed’dir. Melekler göklerde O’nunla ünsiyet kurarlar. O kendi duasında şöyle der: “Allah’ım! Eğer ben senin yanında rızaya (güzel rağbete) ve sevgiye sahip isem, o halde beni, kardeşlerim ve taraftarlarımdan bana tabi olanları bağışla ve soyumda olanı temiz kıl.”
Allah da O’nun soyuna mübarek, pak, zeki bir nutfe oturtmuştur.
Cebrail bana şöyle haber verdi:
“Ulu ve Yüce Allah, bu nutfeyi pak kılmış, onu kendi katında Cafer olarak adlandırmış, onu Hadi (hidayet eden/rehber), Mehdi (Hidayet edilmiş/yol gösterilmiş), Razi (razı olan) ve Merzi (razı olunan) yapmıştır. O, Rabbine dua eder ve duasında şöyle söyler: “Ey tembel olmayan (bilakis) Deyyan[2] olan Allah’ım! Ey merhametlilerin en merhametlisi, benim taraftarlarım için ateşten koruyucu bir vasıta karar kıl, eğer onlar senin yanında fazilete sahip iseler günahlarını bağışla, işlerini kolaylaştır, borçlarını öde, ayıplarını ört, seninle onlar arasında olan büyük günahları bağışla, ey sitem ve zulümden korkmayan Allah’ım! (O Allah’ı) ne uyuklama, ne de uyku tutar, (Allah’ım)benim tüm sıkıntı ve üzüntüm için bana bir kurtuluş ihsan et!”
Her kim bu duayı okursa, Allah, onu kendi katında Muhammed oğlu Cafer-i Sadık ile bembeyaz bir sima ile cennette bir araya getirir.
Ey Ubey! Şüphesiz Ulu ve Yüce Allah bu nutfeye zeki, mübarek, temiz bir nutfe oturtmuş, ona rahmet indirmiş, kendi katında O’nu Musa (Kazım) olarak adlandırmış ve O’nu imam yapmıştır.”
Ubey O’na şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Onların her biri birbirlerini övüyor, birbirlerinden türeyip artıyor, birbirlerinden miras alıyor ve biri diğerini vasfediyor öyle mi?”
Şöyle buyurdu:
“Onları bana, Cebrail, Âlemlerin Rabbi tarafından vasfetmiştir.”
Şöyle dedi: “Musa’nın da onunla dua ettiği, babalarının duasından başka bir duası var mıdır?”
Şöyle buyurdu:
“Evet, O kendi duasında şöyle der: “Ey Yaradan, ey rızık veren, ey tohumu, çekirdeği yarıp çatlatan, ey canlıları yaratan, ölüleri dirilten, dirileri öldüren, ey sebatı (azmi) daim olan, bitkileri çıkaran (Allah’ım). Benimle ehli olduğun şekilde muamele et!”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onun hacetlerini yerine getirir ve kıyamet günü, onu Cafer oğlu Musa (Kazım) ile bir araya getirir. Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah O’nun soyunda temiz, zeki, razı olunan bir nutfe oturtmuştur ki kendi katında O’nu Ali (Rıza) olarak adlandırmıştır. Ulu ve Yüce Allah yarattıkları içerisinde O’nun ilminden, hükmünden razı kalmış, O’nu taraftarları için hüccet karar kılmıştır. Böylece onlar kıyamet günü O’na ihtiyaç duyacaklardır. Onun, vesilesiyle dua ettiği bir duası vardır (Şöyledir):
“Allah’ım! Beni hidayet et, beni onun (hidayetin) üzerinde ayağımı sabit et, korkusu, hüznü ve telaşı olmayanın güvenlik duygusu gibi beni onun üzerinde haşret (Mahşerde topla). Şüphesiz ki sen takva ve bağışlama ehlisin.”
Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah, O’nun soyundan mübarek, iyi, zeki, razı olunmuş bir nutfe oturttu ve onu Ali (Rıza) oğlu Muhammed (Tâki) olarak adlandırdı. O, taraftarlarının şefaatçisi, babasının ilminin varisidir. O’nun açık alâmeti, aşikâr bir hücceti vardır. O, doğduğunda şöyle der:
“Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed, Allah’ın Elçisi’dir.”
O, kendi duasında şöyle der:
“Ey hiçbir benzeri ve örneği olmayan Allah! Sen, senden başka hiçbir ilahın olmadığı ve senden başka bir yaratanın olmadığı Allah’sın! Sen bütün yaratılanları mahveder, yine de kendin baki kalırsın, senin sözüne bakmayana, halim (tahammüllü) olmuşsundur, bağışlamanda ise razı oluşun vardır.”
Kim bu duayı okursa, Kıyamet günü Ali oğlu Muhammed (Tâki) onun şefaatçisi olur. Ulu ve Yüce Allah O’nun soyunda öyle bir nutfe oturtmuştur ki O, ne itaat çevresinden çıkar ne de zalimdir. O, parlak, mübarek, temiz ve paktır. Allah O’nu kendi katında Ali (Nâki) olarak adlandırmış, O’na sakinlik ve vakar giydirmiş, ilimleri, sırları ve her bir gizlenmiş şeyi O’nda karar kılmıştır. Kim O’nun yanına gelse ve göğsünde (kalbinde) gizli bir şey olsa, bunu O’na haber verir, düşmanından onu sakındırır. O, kendi duasında şöyle der:
“Ey Nur, Ey Burhan, Ey nurlandıran, ey beyan eden, ey Rab! Zamanın şartlarından ve belalarından beni kurtar! Senden, Sur’a üfleneceği gün (kıyamet günü), kurtuluş diliyorum.”
Kim bu duayı okursa, Muhammed oğlu Ali (Nâki) onun şefaatçisi ve cennete götüren rehberi olur. Ulu ve Yüce Allah O’nun da soyuna bir nutfe oturtmuş ve O’nu kendi katında Ali oğlu Hasan (Askerî) olarak adlandırmış, O’nu memleketlerinde bir nur, yeri üzerinde bir halife, ümmeti için izzet, taraftarları için hidayet eden, Rabbi katında onlara şefaat eden, O’nunla muhalefet edene ceza ve intikam, O’nu kabul edene hüccet, O’nu imam kabul edene burhan etmiştir. O, kendi duasında şöyle der:
“Ey izzetinde izzetin en izzetlisi, ey Aziz, beni izzetinle izzetli et ve yardımınla destekle, beni şeytanların vesveselerinden uzak et, (bunu), defetmenle uzaklaştır, mâni olmanla mâni ol, beni yarattıklarının hayırlılarından eyle, ey bir olan, ey yegâne, ey tek, ey ihtiyaç sahibi olmayan (Allah)!”
Kim bu duayı okursa, Ulu ve Yüce Allah onu, O’nunla haşreder ve onu cehennemden kurtarır, (cehennem) ona vacip olmuş olsa dahi! Ulu ve Yüce Allah, Hasan’ın soyunda mübarek, zeki, temiz, pak, temizlenmiş bir nutfe oturtmuştur ki velayet hakkında Ulu ve Yüce Allah’ın ahit aldığı her mümin O’ndan razı kalır ve O’nu (ahit vermeyen) her inkârcı, inkâr eder. O, takvalı (kendini günah ve hatadan koruyan), saf (ve halis), parlak, razı kalınan, hidayet eden, doğru yol gösteren bir imamdır. O, adaletin başı ve sonudur[3] ve O, Ulu ve Yüce Allah’ı tasdik eder, Allah da O’nun sözünü tasdik eder, deliller ve alâmetler ortaya çıkınca Allah O’nu Tühame’den[4] çıkarır. O’nun Talikan’da hazineleri vardır ki ne altındır ne de gümüştür, yalnız muhteşem atlar, alâmetli tanınmış adamlardır o hazineler. Ulu ve Yüce Allah O’nun için Bedir (Savaşı ordusunun) sayısı kadar ülkelerinin en ücra köşelerinden üç yüz on üç şahsı toplayacaktır. O’nun yanında mühürlenmiş bir sahife (sayfa/mektup) vardır ki orada ashabının adları ile sayısı, onların soyu, bölgeleri, işleri, sözleri ve künyeleri vardır. Onlar, dönerek hamle yapanlar ve onun itaati noktasında çalışkan olanlardır.”
Ubey O’na şöyle dedi: “O’nun delilleri ve alâmetleri nedir Ey Allah’ın Elçisi?”
Allah’ın Elçisi ona şöyle buyurdu:
“Bayraktır! O’nun huruç etme (savaş için ayaklanma) vakti gerçekleştiğinde bu bayrak kendi kendine açılır ve yayılır. Ulu ve Yüce Allah onu dile getirir, böylece o bayrak şöyle nida eder:
“Çık, ey Allah’ın velisi, Allah’ın düşmanlarını öldür!” O’nun iki bayrağı ve alâmeti, kınına koyulmuş kılıcı vardır. Hurucunun (savaşının) zamanı geldiğinde o kılıç kınından çıkar, Ulu ve Yüce Allah onu dile getirir ve o kılıç şöyle nida eder:
“Çık ey Allah’ın velisi, Allah’ın düşmanlarından çekinmek sana helal değildir!”
Bunun üzerine o huruç eder (ayaklanır) ve Allah’ın düşmanlarını karşılaştığı yerde öldürür. Allah’ın sınırlarını karar kılar. Allah’ın hükmü ile hükmeder. O, Cebrail sağında, Mikail solunda, Şuayb ve Salih önünde iken çıkar (ayaklanır yahut ortaya çıkar), bundan dolayı da yakında size dediklerimi hatırlayacaksınız. Ben, kendi işimi Allah’a bırakıyorum. Bir süre sonra dahi olsa.
Ey Ubey! O’nunla karşılaşana, O’nu sevene, O’nu iddia edene (ona inanana) müjdeler olsun. Allah, onları; onu, Allah’ın Elçisi’ni ve bütün imamları ikrar etme ile kurtaracak, onlar için cenneti açacaktır. Yeryüzünde onların misali misk gibidir. Onun kokusu yayılır ama kendisi hiçbir zaman değişmez. Onların gökte olan misali, parlayan ay gibidir. Onun nuru hiçbir zaman söndürülmez.”
Ubey şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi, bu imamların Ulu ve Yüce Allah tarafından olan hali nasıldır?”
Şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki Ulu ve Yüce Allah bana on iki mühür ve on iki sahife (sayfa) indirmiştir ki her bir imamın adı, mührünün üzerinde ve onun özelliği sayfasının içinde vardır. Allah’ın salavatı O’na ve Onların hepsine olsun.”
[1] İmam Hüseyin’in künyesi Abdullah’ın babasıdır.
[2] Allah’ın mübarek isimlerindendir. “Hüküm veren, hesap soran” manalarındadır.
[3] Diğer nüshalarda: “Adaletle hükmeder ve onu emreder.”
[4] Hicaz’ın, Mekke’nin eski adıdır.
KAYNAK; DİNİN KEMALİ/ EYH SADUK, S. 356-357

“ZİKRİ YUNİSİYE”
“La İlahe ille ente subhaneke inni kuntu minezzalimin…”
Anlamı: “Senden başka ilah yoktur. Sen Subhânsın (Allah’ım! Sen tüm noksanlardan münezzehsin). Şüphesiz ben zalimlerden oldum.(kendi kendime yazık ettim)”
Enbiya suresinin 87. ayetinde Hz. Yunus (a)`tan şöyle bu dua nakledilmektedir:
Bu zikir, Hz. Yunus (a)`ın yaramaz kavminden yüz çevirip onlardan ayrılmasıyla balığın karnına düşmesi sonucunda yaşadığı hali tasvir etmektedir. Yunus peygamber (a) kavmini büyük bir sabırla hidayet etmeye çalışmış, fakat hidayet olmamak için ısrar eden ve 3 gün içerisinde tövbe etmeyecekleri takdirde belaya duçar olacakları belirtilen bu kavmin batıldaki ısrarcılığına karşı onları terk eden Hz. Yunus (a) farklı bir zorlukla karşı karşıya kalmıştı. Balığın karnına düşen Hz. Yunus (a) bir şeylerin ters gittiğinin farkında olsa gerek ki böyle bir cümle kuruyor.
Hz. Yunus (a) zor bir duruma düşen her yaratılmış gibi yardım istiyor. Fakat bu duada görünen farklı noktalar mevcuttur.
Bir balığın midesine düşen insan muhakkak ki korkar. Karanlık ve ıslak bir ortamda, bir canlının içinde olduğumuzu düşündüğümüzde çok korkarız. Hz. Yunus (a) da bir insan. Seçilmiş bir kimse olsa da bir melek değildir. Nefsi, duyguları ve hassasiyetleri vardır. Hz. Yunus (a)`ın birebir hangi duyguları hissettiğini bilmiyoruz fakat söylediği bu zikir bize o an düştüğü durumdan kurtulmayı dilemekten ziyade başka bir pişmanlık yaşadığını göstermektedir.
Yüce Allah buyuruyor ki, “Zünnun`u da an. Hani, o öfkeli bir halde gitmişti. Kendisini asla sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. Sonunda, karanlıklarda “Senden başka ilah yoktur. Sen her eksiklikten münezzehsin. Gerçekten ben zalimlerdendim.” diye yalvardı. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte müminleri böyle kurtarırız.” Enbiya suresi/87-88
Yüce ve Rahman olan Allah, Hz. Yunus (a)`ın üzgün olduğunu ve kendisine yalvardığını söylemektedir. Hz. Yunus (a)`ın üzüntüsünün sebebi acaba neydi? Balığın karnına düşmek elbette insanı üzen ve korkutan bir olaydır. Ama Hz. Yunus (a) duasında, “Ey merhametlilerin en merhametlisi! Beni bu zorluktan kurtar!” diye dua etmiyor. Aksine, Allah tarafından imtihan edildiğini gördüğü halde, “Senden başka bir ilah yoktur! Sen tüm kötülüklerden münezzehsin! Bense kendime zulmettim” diyor. Kendisini suçlu görüyor. Ardından yüce Allah, onun duasını kabul ettiğini, üzüntüden kurtardığını beyan ediyor. Müminleri böyle kurtarırız diyerek kulunu övmeye devam ediyor.
Bu hadisenin Kuran`da zikredilmesinin sebebi bu olaydan ders almamızdır. Yani Allah, örnek insanlarla örnek davranışları bizlere göstermektedir.
Bu zikir, üzüntüye duçar olan her kimsenin elindeki en güçlü araçtır.
İmam Sadık (a) buyuruyor ki, “Üzgün olup da bu duayı – La İlahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin – okumayana şaşarım.”
Üzgünken bu duayı okumanın sırrı da üzüntümüzün sebeplerinde kendimizi suçlu görüp bizi imtihan eden ve kendine yaklaşmamızı isteyen Allah`ı yüceltmekle ilgili olsa gerek. Başımıza kötü bir şey geldiğinde Allah`ı suçlamak ve besmele çekmeden, salavat getirmeden, nimetlere şükretmeden “beni bu durumdan kurtar!” diye emir vermekle dua ettiğimizi sanıyoruz. Ama olması gereken adapla dua etmektir. “Allah`ım, Senin düzeninde, yaptıklarında, bana verdiklerinde ve bahşettiğin her şeyde, başıma gelmesine rıza verdiğin her olayda kusursuzsun. Şüphesiz bana zulmeden kendimden başkası değildir… Ben yaptıklarımın doğal sonuçlarıyla karşı karşıyayım. Kendi amellerimin ağına düştüğüm halde yine Senin merhametine muhtacım…” bilinciyle Allah`a yaklaşırsak, aslında kâr etmiş olmaz mıyız? Çünkü bu şekilde üzüntüyle kapısına gittiğimizde hem işlerimiz hallolacak ama en önemlisi Allah`a yaklaşmış olacağız. Neden üzüntülerimizi birer vasıta bilip Allah`a yaklaşmayalım ki? Yüce Allah bizi imtihan ederken yardım etmeyeceğini hiç beyan etmedi oysa ki… O yüzden Ondan kaçmak yerine hatalarımızı kabullenerek huzuruna en değerli vasıtalarla gidelim. Salavat ve dua ile…
Yüce Peygamberimizden (saa) zikredildiğine göre Zikri Yunisiye, Allah`ın İsmi Azam`ı adlandırılmıştır. Yani burada “ilah” adını düşünerek, idrak ederek Allah`tan bağışlanma diliyor ve Ona yaklaşıyoruz. İlah adı ise Allah`ın tüm adlarını kapsayan bir tanımdır. Bu dua ile ilahi dergahtan eliboş dönmek mümkün mü? Farz edelim ki hacetimiz o an verilmedi. Ama o an görünmese bile bir adım dahi Allah`a yaklaşmış olmak tüm hacetlerden daha önemli değil mi?
Zikri Yunisiye bizlere dua etme adabını, üzüntülerimizi bir fırsata çevirip hareketlerimizden pişman olarak tövbe etmeyi, Allah`ın tövbeleri kabul eden, bağışlayıcı ve kurtarıcı olduğunu hatırlatmaktadır. Bugünlerde herkesin bir sorunu olduğu bellidir. Hastalığın, doğal afetlerin ve savaşların dünyamızı ele geçirdiği bir zamanda işimizi kolaylaştıran en güzel araç duadır. Öyleyse adapla dua etmeyi öğrenelim…
Dua dendiği zaman akla gelen en güzel örneklerden biri Sahifeyi Seccadiye`dir. İmam Zeynelabidin (a)`ın Allah`a sığınmakla ilgili (10.) duasını burada paylaşmak yerinde olurdu:
“Allah’ım! Dilersen, lütfunla bizi affedersin; dilersen, adaletinle bize azap edersin. O hâlde, lütfunla, affını bizim için kolaylaştır; mağfiretinle, bizi azabından kurtar. Çünkü gerçek şu ki; bizim, adaletine dayanacak gücümüz yoktur; affın olmadan hiçbirimiz için kurtuluş söz konusu değildir. Ey ganilerin ganisi (yüce Allah)! Biz kulların, senin huzurundayız ve ben, sana muhtaç olanlar içerisinde en çok ihtiyacı olanım. O hâlde, geniş rahmetinle yoksulluğumuzu gider; rahmetini bizden esirgeyerek bizi ümitsizliğe düşürme. Aksi takdirde, seninle mutlu olmak isteyeni bedbaht etmiş, fazlından yardım umanı mahrum bırakmış olursun. O zaman da senden başka kime yönelebilir, kapından başka hangi kapıya gidebiliriz ki?! Sen, (her türlü eksiklikten) pak ve münezzehsin! Biz ise, dualarına icabet etmeyi söz verdiğin çaresizleriz; sıkıntılarını gidermeyi vadettiğin sıkılmışlarız. Ve sen, rahmetini dileyenden rahmetini esirgemez, senden medet umanı medetsiz bırakmazsın. Çünkü bu, iradenle uyuşmaz, büyüklüğüne yakışmaz. O hâlde, sana yalvarıp yakarmamıza (bakarak bize) acı ve kapına geldiğimiz için (lütfunla) bizi zengin kıl. Allah’ım! Sana isyan etmek üzere Şeytan’a uyduğumuzda o, üstümüze güldü. Şu hâlde, Muhammed ve Âline salât eyle ve senin için onu (Şeytan’ı) terk ettikten, ondan yüz çevirip sana yöneldikten sonra tekrar onu üstümüze güldürme!”
Allahumme salli alâ Muhammed ve alî Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA
Anlamı: “Senden başka ilah yoktur. Sen Subhânsın (Allah’ım! Sen tüm noksanlardan münezzehsin). Şüphesiz ben zalimlerden oldum.(kendi kendime yazık ettim)”
Enbiya suresinin 87. ayetinde Hz. Yunus (a)`tan şöyle bu dua nakledilmektedir:
Bu zikir, Hz. Yunus (a)`ın yaramaz kavminden yüz çevirip onlardan ayrılmasıyla balığın karnına düşmesi sonucunda yaşadığı hali tasvir etmektedir. Yunus peygamber (a) kavmini büyük bir sabırla hidayet etmeye çalışmış, fakat hidayet olmamak için ısrar eden ve 3 gün içerisinde tövbe etmeyecekleri takdirde belaya duçar olacakları belirtilen bu kavmin batıldaki ısrarcılığına karşı onları terk eden Hz. Yunus (a) farklı bir zorlukla karşı karşıya kalmıştı. Balığın karnına düşen Hz. Yunus (a) bir şeylerin ters gittiğinin farkında olsa gerek ki böyle bir cümle kuruyor.
Hz. Yunus (a) zor bir duruma düşen her yaratılmış gibi yardım istiyor. Fakat bu duada görünen farklı noktalar mevcuttur.
Bir balığın midesine düşen insan muhakkak ki korkar. Karanlık ve ıslak bir ortamda, bir canlının içinde olduğumuzu düşündüğümüzde çok korkarız. Hz. Yunus (a) da bir insan. Seçilmiş bir kimse olsa da bir melek değildir. Nefsi, duyguları ve hassasiyetleri vardır. Hz. Yunus (a)`ın birebir hangi duyguları hissettiğini bilmiyoruz fakat söylediği bu zikir bize o an düştüğü durumdan kurtulmayı dilemekten ziyade başka bir pişmanlık yaşadığını göstermektedir.
Yüce Allah buyuruyor ki, “Zünnun`u da an. Hani, o öfkeli bir halde gitmişti. Kendisini asla sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. Sonunda, karanlıklarda “Senden başka ilah yoktur. Sen her eksiklikten münezzehsin. Gerçekten ben zalimlerdendim.” diye yalvardı. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte müminleri böyle kurtarırız.” Enbiya suresi/87-88
Yüce ve Rahman olan Allah, Hz. Yunus (a)`ın üzgün olduğunu ve kendisine yalvardığını söylemektedir. Hz. Yunus (a)`ın üzüntüsünün sebebi acaba neydi? Balığın karnına düşmek elbette insanı üzen ve korkutan bir olaydır. Ama Hz. Yunus (a) duasında, “Ey merhametlilerin en merhametlisi! Beni bu zorluktan kurtar!” diye dua etmiyor. Aksine, Allah tarafından imtihan edildiğini gördüğü halde, “Senden başka bir ilah yoktur! Sen tüm kötülüklerden münezzehsin! Bense kendime zulmettim” diyor. Kendisini suçlu görüyor. Ardından yüce Allah, onun duasını kabul ettiğini, üzüntüden kurtardığını beyan ediyor. Müminleri böyle kurtarırız diyerek kulunu övmeye devam ediyor.
Bu hadisenin Kuran`da zikredilmesinin sebebi bu olaydan ders almamızdır. Yani Allah, örnek insanlarla örnek davranışları bizlere göstermektedir.
Bu zikir, üzüntüye duçar olan her kimsenin elindeki en güçlü araçtır.
İmam Sadık (a) buyuruyor ki, “Üzgün olup da bu duayı – La İlahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin – okumayana şaşarım.”
Üzgünken bu duayı okumanın sırrı da üzüntümüzün sebeplerinde kendimizi suçlu görüp bizi imtihan eden ve kendine yaklaşmamızı isteyen Allah`ı yüceltmekle ilgili olsa gerek. Başımıza kötü bir şey geldiğinde Allah`ı suçlamak ve besmele çekmeden, salavat getirmeden, nimetlere şükretmeden “beni bu durumdan kurtar!” diye emir vermekle dua ettiğimizi sanıyoruz. Ama olması gereken adapla dua etmektir. “Allah`ım, Senin düzeninde, yaptıklarında, bana verdiklerinde ve bahşettiğin her şeyde, başıma gelmesine rıza verdiğin her olayda kusursuzsun. Şüphesiz bana zulmeden kendimden başkası değildir… Ben yaptıklarımın doğal sonuçlarıyla karşı karşıyayım. Kendi amellerimin ağına düştüğüm halde yine Senin merhametine muhtacım…” bilinciyle Allah`a yaklaşırsak, aslında kâr etmiş olmaz mıyız? Çünkü bu şekilde üzüntüyle kapısına gittiğimizde hem işlerimiz hallolacak ama en önemlisi Allah`a yaklaşmış olacağız. Neden üzüntülerimizi birer vasıta bilip Allah`a yaklaşmayalım ki? Yüce Allah bizi imtihan ederken yardım etmeyeceğini hiç beyan etmedi oysa ki… O yüzden Ondan kaçmak yerine hatalarımızı kabullenerek huzuruna en değerli vasıtalarla gidelim. Salavat ve dua ile…
Yüce Peygamberimizden (saa) zikredildiğine göre Zikri Yunisiye, Allah`ın İsmi Azam`ı adlandırılmıştır. Yani burada “ilah” adını düşünerek, idrak ederek Allah`tan bağışlanma diliyor ve Ona yaklaşıyoruz. İlah adı ise Allah`ın tüm adlarını kapsayan bir tanımdır. Bu dua ile ilahi dergahtan eliboş dönmek mümkün mü? Farz edelim ki hacetimiz o an verilmedi. Ama o an görünmese bile bir adım dahi Allah`a yaklaşmış olmak tüm hacetlerden daha önemli değil mi?
Zikri Yunisiye bizlere dua etme adabını, üzüntülerimizi bir fırsata çevirip hareketlerimizden pişman olarak tövbe etmeyi, Allah`ın tövbeleri kabul eden, bağışlayıcı ve kurtarıcı olduğunu hatırlatmaktadır. Bugünlerde herkesin bir sorunu olduğu bellidir. Hastalığın, doğal afetlerin ve savaşların dünyamızı ele geçirdiği bir zamanda işimizi kolaylaştıran en güzel araç duadır. Öyleyse adapla dua etmeyi öğrenelim…
Dua dendiği zaman akla gelen en güzel örneklerden biri Sahifeyi Seccadiye`dir. İmam Zeynelabidin (a)`ın Allah`a sığınmakla ilgili (10.) duasını burada paylaşmak yerinde olurdu:
“Allah’ım! Dilersen, lütfunla bizi affedersin; dilersen, adaletinle bize azap edersin. O hâlde, lütfunla, affını bizim için kolaylaştır; mağfiretinle, bizi azabından kurtar. Çünkü gerçek şu ki; bizim, adaletine dayanacak gücümüz yoktur; affın olmadan hiçbirimiz için kurtuluş söz konusu değildir. Ey ganilerin ganisi (yüce Allah)! Biz kulların, senin huzurundayız ve ben, sana muhtaç olanlar içerisinde en çok ihtiyacı olanım. O hâlde, geniş rahmetinle yoksulluğumuzu gider; rahmetini bizden esirgeyerek bizi ümitsizliğe düşürme. Aksi takdirde, seninle mutlu olmak isteyeni bedbaht etmiş, fazlından yardım umanı mahrum bırakmış olursun. O zaman da senden başka kime yönelebilir, kapından başka hangi kapıya gidebiliriz ki?! Sen, (her türlü eksiklikten) pak ve münezzehsin! Biz ise, dualarına icabet etmeyi söz verdiğin çaresizleriz; sıkıntılarını gidermeyi vadettiğin sıkılmışlarız. Ve sen, rahmetini dileyenden rahmetini esirgemez, senden medet umanı medetsiz bırakmazsın. Çünkü bu, iradenle uyuşmaz, büyüklüğüne yakışmaz. O hâlde, sana yalvarıp yakarmamıza (bakarak bize) acı ve kapına geldiğimiz için (lütfunla) bizi zengin kıl. Allah’ım! Sana isyan etmek üzere Şeytan’a uyduğumuzda o, üstümüze güldü. Şu hâlde, Muhammed ve Âline salât eyle ve senin için onu (Şeytan’ı) terk ettikten, ondan yüz çevirip sana yöneldikten sonra tekrar onu üstümüze güldürme!”
Allahumme salli alâ Muhammed ve alî Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA

KERBELA ŞEHITLERININ ÖLÜM ÖNCESI AHVALI
Bismillahir Rahmanir Rahim
Ölüm herkes için var olan bir gerçektir. Nasıl ki bir bilinmezlikle dünyaya gelişimiz gerçekleşiyorsa ölümümüz de aynı şekilde gerçekleşiyor. Bebeğin doğarken birkaç saniye/dakika suskunluğu insanın kalbini hızlandırmaz mı? Ya ağlamazsa korkusuyla insanın bir anlık nefesi kesilir. Fakat insanın her anı aslında o korkuyla geçiyor. Ya susarsa? Ya uyanmazsa? Ya gider de dönmezse? Ya onu kaybedersem? düşünceleri hep bizleri rahatsız eder sevdiklerimize karşı. Her gidiş bir korku yaşatır bize fakat bir gidiş vardır ki ondan kaçamayız.
İşte o kaçamadığımız gerçeğin adı ölümdür.
Bazen insanlar ölmeden önce ölecekmiş gibi davranırlar… Hep derler ya sanki hissediyordu da vedalaştı, hepimizle helalleşti… Sanki bazı insanlar kaç ay öncesinden bu yolculuk için hazırlanırlar. Bazıları mektup bırakır, bazıları hatıra… Sanki hissediyormuş gibi davranır uzun zaman öncesinden. Bazıları da ansızın gözlerini yumar hayata. Hiç fırsatı olmaz helalleşmeye.
Yani ölümden önceki bir an vardır ki onu herkes yaşar. Bilinçli, aklı selim kimseler o anda da imtihan edilir. Şeytan daha güçlüdür o zaman. Belki bu anda yolundan döndürebilirim diye. Bu hâl Kuran`da ölüm sarhoşluğu olarak geçer.
Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir (Kaf 19).
Bu zaman diliminde olan şahıs birçok korku ve rahatsızlıkla karşı karşıyadır. Bir taraftan hastalığın şiddetini, ağrısını, dilin tutulmasını, gücün tükenmesini görmekte; bir taraftan çoluk-çocuğunun ağlamasına, kendisini kaybetmelerine, çocuklarının yetim olup sahipsiz kalmasına üzülmekte; diğer bir taraftan da ömrünü harcayarak gam ve çilelerle veya çeşitli hile ve entrikalarla veya gasp ve zulümlerle elde ettiği mal, mülk ve servetten ayrılmakta, humus ve zekâtını vermediği, helâl ve haram demeden yediği nice mal ve paraları hatırlamakta ve bunları telâfi etme yollarının ise artık kapandığını ve işin işten geçtiğini görmektedir ölüm döşeğinde olan insan… Diğer bir taraftan da ölüm döşeğinde olan kimse, başka bir âleme girme dehşetine de kapılmaktadır; önceden görmediği şeyleri artık gözü görmektedir. Nitekim yüce Allah bir ayette buyuruyor ki: Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz senin gözünden perdeni açtık; bugün artık görüş gücün oldukça keskindir.(Kaf 22) Bir taraftan Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyti’nin, rahmet ve gazap meleklerinin, onun hakkında hüküm vermek veya bir tavsiyede bulunmak için hazır olduklarını, şeytan ve yardımcılarının da onu şüpheye sokmak ve dünyadan imansız olarak gitmesi için toplanıp bir iş yapmak istediklerini görmekte ve diğer taraftan da ölüm meleğinin ne şekilde geleceği ve canını nasıl alacağı korkusuna kapılmaktadır…
Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki: Başlarına nitelendirilmesi zor şeyler gelmiş: Ölüm sarhoşluğu ve yok oluşunun feryadı üstlerine çökmüş, kendilerinden geçmişler, renkleri kaçmıştır (Nehcul Belaga, 109. hutbe).
Bazı insanları ölüm gelip yakalarken bazı kimseler kendileri ölüme doğru giderler. Daha doğrusu bu davranışlarının sonunun ölümle sonuçlanacağını biliyorlardır. Bu ihtimali göz önünde bulundurarak adım atarlar. İntihara girişen kimse de ölmeye kararlıdır. Hatta yaptığının kötü bir iş olduğunun da farkında olarak bunu yapmaktadır. Savaşa katılan kimseler işin ucunda ölümün olduğunu görür ve helalleşerek savaşa giderler.
Eğer ki hak yolunda ise bu cihat, o haklı kimseler şehit makamı kazanırlar. Dolayısıyla bugünkü konuda şehitlerin ölüm sarhoşluğuna değinmek ve Kerbela şehitlerinin ölümden önceki ahvali örneğiyle bu konuyu anlamaya çalışacağız.
“Şehid” Kavramı; Arapça şhd kökünden geliyor. Bu kökten türeyen sözlere dikkat ettiğimizde şahid, şehadet, şuhud gibi sözleri görüyoruz ki bunların temelinde duran anlam göz veya basiretle görmek, hazır bulunmakla alakalıdır. Başka kavramlar da türemiştir fakat şahid sözüne baktığımızda onun da anlamının “hazır olan, bir şeye şahit olan” olduğunu görüyoruz. Şehid kelmesininse “ölmekte olan kişi” anlamı vardır. Bu kişiye şehid isminin verilmesinin nedeni, Ragıp El İsfahani`ye göre, meleklerin o kişinin yanında hazır bulunmalarından dolayıdır.
Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar(a gelince) ; işte onların üzerine (hayatları boyunca ve ölüm anında teselli ve teskin edici) melekler inecek ve: “Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’ad olunan cennetle müjdelenip sevinin” diyeceklerdir. (Fussilet 30)
Allah’a ve O’nun Resullerine (samimiyetle ve teslimiyetle) iman edenler (var ya) ; işte onlar Rableri katında sıddıklar (özü, sözü ve yüzü dosdoğru olup itibar olunanlar) ve şehitler (veya şahitler) dir. (Hadid 19)
Şehidlerin bu şekilde isimlendirilmelerindeki başka bir neden, onların ölüm anında kendileri için hazırlanan nimetleri müşahede ettiklerinden dolayı olabilir. Ya da onların ruhlarının Allah katında hazır olmasından dolayıdır, diyor İsfahani. Sakın Allah yolunda öldürülmüş olanları ölü sanma, hayır onlar (sonsuz bir) hayattadırlar ve Rableri yanında yaşayıp rızıklanırlar. Şehitler) Allah’ın Kendi fazlından onlara verdikleriyle (ferahlanıp) sevinç içinde (mutludurlar). Onlar, arkalarından henüz kendilerine ulaşmayanlara (şunu) müjdelemeyi isterler ki: “Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. (Ali İmran 169-170).
Demek ki şehitlerin diğer ölülerden farkı ve üstünlüğü vardır. Bu üstünlük esasen onların neyle karşılaşacaklarını artık görüyor olmalarından kaynaklanır. Yani artık onlar Allah yolunda attıkları bu adımdan dolayı mutluluğu tatmaktadırlar. Şehidlerin bu şekilde tanımlanması boşuna değildir, onlar hem melekleri hem de Cennet nimetlerini görmek üzeredirler. Dolayısıyla onların ölüm sarhoşluğu anı çok farklı ve değerli bir şekilde ilerlemektedir. Ki bunun en bariz örneği Seyyidüşşüheda (a) ve yarenlerinin şehadet öncesi ahvalleridir.
İmam Hüseyin (a)`ın Yarenlerinin Ölüm Öncesi Mücadelesi; Hak ve Batıl tercihi
İmam Hüseyin (a) Kerbela`ya doğru yola çıkmadan evvel bu yolun sonunun şehadetle biteceğinden haberdardı. Nitekim ya Allah yolunda öldürülecek ya da tağuta galip gelecekti. Fakat yıllar öncesinde artık İmam Hüseyin (a) bu dünyadan nasıl göçeceğini biliyordu. Örneğin, birçok ravinin Ebu Cafer Muhammed b. Babeveyh el-Kummî’den ve “el-Emali” kitabında da Mufazzal b. Ömer’den naklettiklerine göre İmam Cafer Sadık (a.s) kendi babalarından şöyle rivayet etmiştir: Bir gün Hüseyin b. Ali (a.s) kardeşi Hasan’ın (a.s) evine gitti. Kardeşinin durumunu görünce gözlerinden yaşlar süzüldü. Hasan (a.s), “Niye ağlıyorsun?” dedi. Hüseyin (a.s), “Size yapılan zulüm ve haksızlıklara ağlıyorum.” dedi. Hasan (a.s), “Bana yapılan zulüm gizlide içirilen zehirdir ve ben bunun tesiriyle öleceğim. Ancak senin düşeceğin duruma kimse düşmeyecek ey Hüseyin (a.s). Çünkü ceddimiz Muhammed’in (s.a.a) ümmetinden olduklarını iddia eden otuz bin kişi senin etrafını sararak saygısızlıkta bulunmak, kanını akıtmak, seni öldürmek, aileni ve Ehlibeyt’ini esir etmek ve ganimet toplamak için tetikte bekleyecekler. Bu arada Allah da lanet ve gazabını Ümeyyeoğulları’na yöneltecek, gökyüzü kan ağlayacak, toz-toprak savuracak, her şey ve hatta çöllerdeki vahşi hayvanlar ve denizlerdeki balıklar bile senin başına gelenlere ağlayacaklar.” dedi
Ömer-i Nessabe (r.a), soy bilimi hakkındaki “Şafi” kitabında, ceddi Muhammed b. Ömer’e dayandırdığı bir rivayette, bir grup tarafından şöyle nakleder: Babam Ömer b. Ali b. Ebutalib (a.s), dayılarıma (Akil’in oğulları) şöyle nakledermiş: Kardeşim Hüseyin (a.s) Yezid’e biat etmeyince, yanına gittim ve yalnız olduğunu görüp şöyle dedim: “Canım feda olsun sana, kardeşin Hasan (a.s), babası Ali’den (a.s) naklederdi.” Anlatmak istiyordum ki boğazım düğümlendi ve ağlamaya başladım. Hüseyin (a.s) beni yanına oturtup buyurdu: “Benim öldürüleceğimi kardeşim sana söyledi mi?” Dedim ki: “Allah o günü göstermesin ey Peygamber’in oğlu!” İmam Hüseyin (a.s): “Seni babanın hakkına yemin veriyorum, bu haberi sana söyledi mi?” dedi. Dedim ki: “Evet, canım kardeşim, hayatta kalman için niye Yezid’e biat etmedin?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: “Babam, benim ve onun şehit edileceğini Allah Resulü’nden (s.a.a) nakletti ve benim kabrimin babamın kabrine yakın olacağını söyledi. Bildiğin bazı şeylerden benim habersiz olduğumu mu sanıyorsun? Andolsun Allah’a, asla zillete boyun eğmeyeceğim. Annem Fatımatü’z-Zehra (a.s) ceddim Resulullah (s.a.a) ile mülakat ettiği zaman evlatlarına yapılan zulümlerden şikâyet edecek ve onun evlatlarına eziyet etmiş olanların hiçbiri cennete girmeyecektir. ”
Dolayısıyla şehit edileceği bilincinde olan İmam Hüseyin (a), komutasında olan kurtuluş gemisine Allah kullarını davet ederek yoluna devam ediyordu. Yol boyunca karşılaştığı ya da mektup yolladığı kimselere bu yolda öldürüleceği ve şehadet şerbeti içeceğini söyleyerek bu yolda Kendisiyle birlikte olmak isteyenleri müjdeliyordu. Ama her şeyden önce buradaki kazanç sadece şehadet değildi, İmam Hüseyin (a) kendisine zalime karşı sergilediği duruşta yardım edilmesini isteyerek aslında insanlara hem eğitim vermiş oluyor, hem de onlara mutlu bir ahiret hayatı vadediyordu. Yardımı bizzat Kendisi etmiş oluyordu. Rivayete göre İmam Hüseyin (a.s), Irak’a gitmeye karar verdiğinde, insanlara bir konuşma yaparak şöyle buyurdu:
“Hamd Allah’a mahsustur. Allah’ın dilediği olur ve O’nun dışında güç kaynağı yoktur. Allah’ın salatı Resul’ünün (s.a.a) üzerine olsun. Ölüm hattı insan oğlu için çizilmiştir; kızların boyunlarına astıkları kolyenin izi gibi süstür. Yakub’un Yusuf’u görmeğe olan isteği gibi ben de seleflerimi görmeye istekliyim. Benim öldürüleceğim yer belirlenmiştir ve ben de oraya varacağım. Nevavis ve Kerbela arasında, çöl kurtlarının aç karınlarını doyurmak ve boş dağarcıklarını doldurmak için bedenimi parçaladıklarını adeta görüyor gibiyim. Kader kalemiyle çizilen yoldan kaçış imkansızdır. Biz Ehlibeyt’in rızası Allah’ın rızasına bağlıdır. O’nun göndereceği belaya sabredecek ve sabır ehlinin mükâfatını alacağız. Allah Resulü’nün (s.a.a) bedeninin parçası olan bizler, ondan ayrılmayacak ve cennette onunla beraber olacağız. Böylece Resulullah (s.a.a) razı olacak ve Allah’ın, Resul’üne (s.a.a) olan vaadi gerçekleşecektir. Bizim yolumuzda fedakârlık etmek ve şehit olarak Allah’ın huzuruna çıkmak isteyen bizimle gelsin. Allah’ın yardımıyla bu sabah Mekke’den çıkacağız.”
Bu durumda Kerbela yarenleri ve bu teklifi alan herkes canını tehlikeye atmakla atmamak arasında gitgel yaşıyordu. Çünkü bu olayın başında Yezid`e (Allah`ın laneti olsun ona) biat etmemek duruyordu. İmam Hüseyin (a) ile birlikte yol alanlar Yezid`e biat etmeyenler, karşısında duranlarsa sözde biat etmediklerini söyleseler bile yine de onun emrine itaat etmiş buluyorlardı. Yezid gibi İslami yaşantısı olmayan birisine biat dünyayı tercih etmek, İmam Hüseyin (a)`ı seçmekse ahiret hayatını üstün tutmak demekti. Dünyayı tercih etmek, dünya için Allah rızasını unutmak anlamındadır. Ahireti tercih etmekse dünyayı Allah rızasına göre yaşamaktır. İşin garip yanı, dünya menfaatleri ve yaşamak uğruna İmam Hüseyin (a) ile birlikte yol almayanların çoğusu, canlarını batıl amaçlar uğruna tehlikeye atmış bulundular. İmam Hüseyin (a) Kufe`ye doğru hareket etmeden önce binlerce davet mektubu almıştı. Çıktığı yolda İmam Hüseyin (a)`ı ta Mekkeden beri bu yoldan döndürmeye çalışmıştılar. Fakat her seferinde İmam Hüseyin (a) Resulullah (saa)`nin ve Ehli Beyti (a)`ın Kendisini beklediğini dile getiriyordu.
İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: Muhammed b. Hanefiye, İmam Hüseyin’in (a.s) Mekke’den ayrılmayı düşündüğü günün sabahı İmam’ın huzuruna gelerek dedi: “Canım kardeşim! Kûfe halkının babana ve kardeşine neler yaptığını biliyorsun; sana da aynı şekilde muamele edeceklerinden korkarım. Uygun görüyor isen Mekke’de kal! Çünkü sen herkesten daha değerli ve daha azizsin!” İmam buyurdu: “Yezid b. Muaviye’nin ansızın beni haremde öldürmesinden ve benim yüzümden Allah’ın evine saygısızlıkta bulunmasından korkuyorum.” Muhammed b. Hanefiye: “Eğer bundan endişe ediyorsan, Yemen’e doğru hareket et! Orada saygın kalacaksın ve Yezid de sana dokunamayacaktır. Bunu da istemezsen çölün bir bölümünü seç ve orada kal!” İmam Hüseyin (a.s): “Senin bu teklifin hakkında düşüneceğim.”
İmam Hüseyin (a.s), gecenin son saatlerinde Mekke’den ayrıldı. Muhammed b. Hanefiye, bu haberi duyar duymaz yetişip İmam’ın bindiği devenin yularını tuttu.
Muhammed b. Hanefiye: – Canım kardeşim, hani sözlerim hakkında düşüneceğine dair söz vermiştin bana?
İmam: – Evet.
Muhammed b. Hanefiye: – O hâlde bu acelen niye?
İmam: – Sen gittikten sonra Resulullah (s.a.a) yanıma geldi ve: “Ey Hüseyin, Irak’a doğru hareket et! Çünkü Allah seni öldürülmüş olarak görmek istiyor!” buyurdu.
Muhammed b. Hanefiye: – Kuşkusuz ki biz Allah’ınız ve kesinlikle de O’na döneceğiz. Madem öldürüleceksin, bu kadınları niye beraberinde götürüyorsun?
İmam: – Resulullah (s.a.a): “Allah onları da esir olarak görmek istiyor.” buyurdu.
Muhammed b. Yakub-i Küleynî “er-Resâil” kitabında, Hamza b. Hamran’dan şöyle nakleder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur: İmam Hüseyin (a.s) Mekke’den hareket edince bir kağıt istedi ve ona şunları yazdı:
Bismilliharrahmanirrahim
Hüseyin b. Ali’den Benî Haşim kabilesine:
Hamd-ü selamdan sonra; benimle gelecek olan herkes şehid edilecek ve gelmeyenlerse amacına ulaşamayacaktır. Vesselam.
Görüldüğü gibi İmam Hüseyin (a) Kendisi büyük bir imtihandayken ilahi takdire boyun eğmeye devam ediyordu. Aynı zamanda Onun (a) bu cesur hareketi etrafındaki insanlar – önderliğinde olan kişiler için de büyük bir imtihandı. Görünen şu ki İmam Hüseyin (a) hücceti tamamlayarak tüm delilleri ortaya koyarak yola çıkmış ve Onunla hareket edenleri ilahi vaatle müjdelemişti.
Fakat bu ilahi davetiyenin ulaştığı herkes farklı bir şekilde davrandı. İşte bu alınan kararlar safları belirledi. Gerçekten de Kerbela şehitlerinin her biri büyük bir imtihanla karşılaştı. Bazıları İmam Hüseyin (a)`ı davet edip, Onun elçisi Müslim bin Akil (a)`a ihanet etti. Onu yardımsız bıraktı. Kufe bir anda öyle bir hale gelmişti ki İmam Hüseyin’in (a.s) kafilesi, Zat-u Irk menziline vardığında Bişr b. Galib’i görüp, “Irak halkının durumu nasıl?” diye sordu. Bişr dedi: “Kalben seni severler, ama kılıçları Ümeyyeoğulları’na yardım etmektedir. İmam (a.s) buyurdu: Doğru söyledin. Allah dilediğini yapar ve irade ettiği her şeye hükmeder.
Kerbela`da herkes ölüm öncesi büyük bir imtihanda idi. Nitekim İmam Hüseyin (a) bir ilahi önder olarak imtihanı başarıyla geçerken insanları da bu kutlu yola davet etmekten hiç vazgeçmiyordu. Allahutaala her seferinde ilahi yardımlarla Hüccetinin yolunu açıyordu.
Kafile Sa’lebe menziline ulaşınca İmam Hüseyin (a.s) biraz uyukladıktan sonra uyanıp şöyle buyurdu: “Rüyada, ‘Siz hızla ilerliyorsunuz ve ölüm de sizi hızla cennete götürüyor.’ diyen birini gördüm.” Oğlu Ali şöyle dedi: – Babacığım! Biz hak üzere değil miyiz? İmam Hüseyin (a.s): – Evet. Andolsun ki biz hak üzereyiz, dedi. Ali Ekber (a) dedi: – O hâlde ölümden korkmayız. İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: – Canım oğlum, Allah sana hayırlı mükâfatlar versin.
İmam Hüseyin (a) ve Ehli Beyti`nin (a) ölüme karşı tutumları işte böyleydi. Hz. Kasım (a)`ın da “ölümü baldan tatlı” bulmasını hepimiz biliyoruz. Küçük yaşından itibaren bu akidede olması hayata karşı tutumunun neticesidir. Şehitliği zinet bilen bir soyun kanını taşımanın masumlara ait terbiyeyi almasının neticesidir…
Bu nedenle esas imtihan edilen kimseler Hz. Hüseyin (a)`ın yarenleri ve itaatinde olan kimseler de ya böyle düşünerek cenneti seçmelilerdi ya da cehennemi. Ya dünyayı seçmelilerdi ya da ebedi ahiret hayatını. Bu ayrımı yapmakta zorlanan kimseler olabilirdi. Fakat İmam Hüseyin (a)`ı önderi olarak görenler aslında sorgu sualsiz Onu takip edecekti. O ne yapıyorsa ilahi rızaya uygundur diyerek Onun adım attığı yerlere adımını koyarak kurtuluşa erebilecekti.
Ölüm sarhoşluğu aslında tek başına yaşanan, ömürden ayrı bir an değildir. Ne de tamamen ölüm değildir. İkisinin arasında öyle bir süreçtir ki insanın ömrünü nasıl yaşadığının göstergesidir.
Çünkü Aşura`ya kadarki her süreç çok değerlidir. İster Ebulfazl Abbas (a) isterse de diğer yarenler ya da düşman ordunun askerleri her an imtihandaydılar. Az önce de belirttiğimiz gibi ölümle yüzleşeceğini anlayan kişinin bir tarafında Peygamber ve Ehli beyti (a) melekler dururken bir tarafında da şeytan kendisine doğru çağırır. Kerbela`da da şeytani kimseler her koşulda yarenleri kendisine çağırmaktaydı.
Örneğin, Şimr`in Ebulfazl Abbas (a) ve kardeşlerine (a) eman verme hikayesi bu konuda çok dikkat çekicidir. Ravi diyor ki, “Übeydullah b. Ziyad, Ömer b. Sa’d’a yazdığı bir mektupta savaşı çabuk başlatıp çabuk bitirmesini istemişti. Ömer b. Sa’d’ın ordusu atlara binip İmam Hüseyin’in (a.s) çadırlarına doğru ilerledi. Şimr çadırlara yaklaştı ve bağırarak şöyle dedi: “Bacımın oğulları Abdullah, Cafer, Abbas ve Osman nerdeler?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: “Şimr’in cevabını verin; o, fasık olsa da sizin dayınızdır.” Abbas ve kardeşleri, “Ne diyorsun?” dediler. Şimr, “Ey bacımın oğulları!” dedi, “Siz emandasınız; kendinizi kardeşiniz Hüseyin’le ölüme atmayın ve gelin müminlerin emiri Yezid’e biat ve itaat edin.”
Abbas (a.s) buyurdu: Ellerin kırılsın senin, ey Allah’ın düşmanı, ne de çirkin ve kötü bir eman getirmişsin bizlere! Fatımanın (a.s) oğlu kardeşimiz Hüseyin’den (a.s) el çekip de zinazade oğlu Yezid’e itaat etmemizi mi istiyorsun!?
Şimr sinirli bir hâlde orduya geri döndü. İmam Hüseyin (a.s), İbn Ziyad ordusunun savaşmak için acele ettiğini, öğüt ve nasihattan etkilenmediklerini gördü. Kardeşi Abbas’a (a.s) buyurdu: Bugün savaşı başlatmalarına engel olabilirsen, bunu yap! Bu geceyi namaz kılarak geçirelim. Allah da biliyor ki, ben namaz kılmayı ve Kur’ân okumayı çok severim.
Aşura gecesinde ise İmam (a), ashabının üzerinden biati kaldırdı. Böylece yarenler bir kez daha imtihan edildiler: “Akşam olmuştu. İmam Hüseyin (a.s) ashabını topladı, Allah’a hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Ben, kendi ashabım kadar salih ashap ve ailem kadar da iyi ve üstün aile tanımıyorum. Allah hepinize hayırlı mükâfatlar versin. Şimdi akşam olmuş ve karanlık çökmüştür. Siz de onu yürüyen bir deve edinip (gecenin karanlığından yararlanıp) ailemden birinin elini tutun, gecenin bu karanlığında dağılın ve beni bu orduyla yalnız bırakın. Bunların tek istedikleri benim.” İmam Hüseyin’in (a.s) kardeşleri, oğulları, Abdullah ve Cafer’in oğulları şöyle dediler: Neden seni yalnız bırakıp gidelim, senden sonra yaşamak için mi? Allah o günü bize asla göstermesin!” Önce Abbas b. Ali (a.s) bunu dedi ve diğerleri de onu izlediler. İmam Hüseyin (a.s), Akil’in oğullarına bakıp buyurdu: Müslim’in şehit olması sizin için yeterlidir; ben size izin verdim, gidin!
Başka bir kanalla gelen rivayette de şöyle belirtilmiştir: Bu arada İmam Hüseyin’in (a.s) kardeşleri ve ailesi söze başlayıp dediler: Ey Peygamber (s.a.a) evladı, o zaman halk bize ne der ve cevabımız ne olur? Efendimizi, büyüğümüzü ve Peygamberimizin evladını yalnız bıraktık; düşmana bir ok dahi atmadık; ele mızrak alıp savaşmadık ve bir kılıç bile savurmadık mı diyelim? Hayır, andolsun Allah’a, senden ayrılmayacak, senin yolunda öldürülünceye kadar bu canlarımızla seni koruyacak ve senin gibi şehit olacağız. Allah senden sonra yaşamayı haram etsin bize! Müslim b. Avsece kalkıp dedi: Ey Peygamber’in evladı! Etrafını saran bunca düşman arasında seni bırakıp gidelim mi? Andolsun Allah’a, bu mümkün değil. Senden sonra yaşamayı Allah bize nasip eylemesin! Ben savaşacağım; mızrağımı düşmanın göğsünde kırıncaya ve elimdeki kılıcımı onlara indirinceye kadar. Savaşmak için hiçbir silahım olmasa dahi taş alıp savaşacağım ve seninle birlikte ölmedikçe senden ayrılmayacağım!
Said b. Abdullah Hanefî konuşmaya başladı: Ey Peygamber’in evladı! Biz seni asla yalnız bırakmayız. Muhammed Peygamber’in (s.a.a) senin hakkındaki vasiyetine uyduğumuzu Allah’a da göstermeliyiz. Eğer bilsem senin yolunda öldürülecek ve yeniden dirileceğim ve bu defa da diri diri yakılacağım, yetmiş kere de bu tekrarlanacak olsa, kendi ölümümü Senden önce görmedikçe Senden ayrılmam. Nasıl Senin yolunda can vermem, oysa ki ölüm birden fazla değildir ve ondan sonra ise sonsuz izzet ve saadete kavuşmuş olacağım.
Ondan sonra Züheyr b. Kayn yerinden kalkıp dedi: Ey Peygamber evladı! Andolsun Allah’a ki senin yaşaman için, kardeşlerinin ve ailenin hayatta kalması için bin kez öldürülmeye razıyım! Ondan sonra da Hüseyin’in (a.s) ashabından bir grubu şöyle dedi: Bizim canlarımız sana feda olsun, biz seni kendi el ve yüzlerimizle koruyacağız. Eğer bu yolda öldürülürsek, Allah’a karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş olacağız.
Aynı gece Muhammed b. Beşir-i Hazremi’ye, “Oğlun Rey sınırında esir düşmüş!” haberi geldi. Muhammed b. Beşir şöyle dedi: “Onu Allah’a bırakıyorum. Andolsun canıma, ben yaşadıkça oğlumun esir düşmesine razı olmazdım.” İmam Hüseyin (a.s) onun sözünü duyunca şöyle buyurdu: Allah seni bağışlasın. Üzerindeki biati kaldırdım, git ve oğlunu kurtarmaya çalış!” Muhammed b. Beşir dedi: “Yırtıcı hayvanlar diri diri yesinler beni, eğer senden ayrılırsam!” İmam Hüseyin (a.s), bin dinar değerinde beş elbise vererek buyurdu: O hâlde bu Yemen keteninden olan elbiseleri al ve oğluna ver ki, gidip bunların karşılığında kardeşini kurtarsın.”
Olayı anlatan şöyle diyor: İmam Hüseyin (a.s) ve ashabı o geceyi dua ederek ve Allah’ın huzurunda yalvarıp yakararak geçirdiler. Bazıları rüku, bazıları secde ve diğer bazıları da ayakta ibadet ettiler. O gece Ömer b. Sa’d’ın ordusundan otuz iki kişi İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna katıldı. İmam Hüseyin’in (a.s) namazı ve olgunluk vasıflarıyla ilgili seciyesi her zaman böyle olmuştur.
Görünen şu ki ashabın sadakati ve samimiyeti tasdiklenince düşman ordu da manipüleye uymanın anlamsız olduğunu gördü. Çünkü bazıları İmam (a)`ı din aleyhine savaşıyormuş gibi takdim ettiğinden Ömer bin Sad (Allah`ın laneti olsun ona) ordusunda bu söylemlere inanarak gelenler, gördükleri karşısında yine bir imtihandan geçiyorlardı. Amacı ahiret olanlar İmama (a) doğru hareket etmekteydi. Bu da hala ölüm sarhoşluğuna kadar ilahi kapının kapanmadığının göstergesidir. Tövbenin, Allahın merhametinin göstergesidir. Ki İmam (a) a karşı savaşa gelenlere bile Allah son ana kadar kapıyı kapatmıyor. Nitekim bunun en bariz örneği de Hürr bin Yeziddir…
Hürr bin Yezid-i Riyahi düşman ordunun komutanı idi. Yolu kapatarak Peygamber ailesini (a) o çıkmaza sokanların en birincilerindendi. Fakat İlahi rahmet mesajları o gün havada uçuşuyordu. Kimin kulakları ve kalbi mühürlenmemişse o anahtarla kapalı kapıları açıp içeri girebiliyordu.
Savaş başladıktan sonra ilerleyen saatlerde İmam Hüseyin (a) şöyle bağırdı: “Allah rızası için bize yardım edecek kimse yok mu? Allah Resulü’nün (s.a.a) Ehlibeyt’ini ve ailesini düşmanlardan koruyacak kimse yok mu?” Hürr b. Yezid-i Riyahî bunu duyduktan sonra Ömer b. Sa’d’ın yanına gelip sordu: “Gerçekten onunla savaşacak mısın?” Ömer b. Sa’d dedi: “Andolsun Allah’a, hem de öyle bir savaşacağım ki, başlar uçacak ve kollar bedenlerden ayrılacaktır!” Hürr bunu duyunca ordudan ayrılıp bir köşeye çekildi. Bütün bedeni titriyordu. Muhacir b. Avs şöyle seslendi: “Ey Hürr, senin bu durumun beni şüpheye düşürdü. Bana, ‘Kûfe’deki en cesur adam kimdir?’ diye sorulacak olsaydı, senin dışında birinin adını ağzıma almazdım. Niye titriyorsun?” Hürr, “Andolsun Allah’a, kendimi cennet ile cehennem arasında görüyorum. Allah’a yemin ederim ki, lime lime doğranıp yakılsam bile hiçbir şeyi cennete tercih etmeyeceğim!” dedi ve İmam Hüseyin’in (a.s) huzuruna varmak için atını mahmuzladı. İki elini başının üstüne koydu ve “Allah’ım, senin dergahına yöneldim; benim tövbemi kabul et! Çünkü ben, Senin dostlarını ve Peygamber’inin kızının evlatlarını korkuttum.” diyerek İmam Hüseyin’e (a.s) arz etti: Canım feda olsun sana! Seni inciten ve Medine’ye dönmene engel olan adamım ben. İşi buraya vardıracaklarını bilmiyordum. Şimdi Allah’ın huzuruna dönüyorum. Tövbem kabul edilir mi? İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: Evet, Allah senin tövbeni kabul buyuracaktır. İn atından! Hürr dedi: Senin yolunda at üzerinde savaşmam, piyade savaşmamdan daha iyi olur. Çünkü nasıl olsa attan düşürüleceğim. Senin yolunu kesen ilk kişi ben oldum; izin buyursan, yolunda ilk ölen de ben olmak ve böylece kıyamet günü ceddin Resulullah (s.a.a) ile tokalaşanlardan olmak istiyorum.
Hürr’ün amacı o andan itibaren ilk şehit unvanını almaktı. Çünkü Hürr’den önce bir grup Hüseyin (a.s) dostu ok yağmuruyla öldürülmüştü. Bu hususta birçok hadis mevcuttur. İmam Hüseyin (a.s), Hürr’ün bu isteğini kabul etti. Hürr, bir kahraman gibi savaşarak düşmanın meşhur savaşçılarından birkaçını öldürdü ve sonra da şehit düştü. Hürr’ün naaşı İmam Hüseyin’in (a.s) yanına getirildi. İmam (a.s), bir yandan onun yüzündeki toprakları siliyor ve bir yandan da, “Annenin sana verdiği adın gibi sen, hem dünyada, hem de ahirette özgür/erkinsin.” diyordu.
Cennetle Cehennem arasında seçim yaptıktan sonra Cennetin en üstünde olmak isteyenler vardı. Cennetin mertebeleri arasında da seçim yapmak istiyorlardı. En üstte, Peygamber (s.a.a) ve Ehli Beyti (a) ile birlikte olabilmek… Ve artık yarenler bunları görebiliyorlardı… İşte Ölüm sarhoşluğu artık Onlar (a) için başlamıştı.
Aşura sabahı İmam Hüseyin’in (a.s) emriyle çadırlar kuruldu, güzel kokuyla dolu bir tabak hazırlandı ve İmam Hüseyin (a.s) şahsi temizliğini yapmak için çadıra geldi. Rivayete göre Büreyr b. Hüzeyr-i Hamedanî ve Abdurrahman b. Abd-i Rabbih-i Nesarî, İmam Hüseyin’den (a.s) sonra temizliklerini yapmak için çadırın arkasında beklediler. Bu arada Bereyr, Abdurrahman ile şakalaşmaya başladı. Abdurrahman dedi: Ey Büreyr, şimdi gülmek ve şaka yapmak zamanı mı? Büreyr de dedi ki “Benim kabilem de biliyor ki ben, ne gençlikte ve ne de yaşlılıkta beyhude konuşmaktan hoşlanmamışımdır. Şimdi şehitlik sevinciyle böyleyim işte. Andolsun Allah’a, çok az bir zamanımız kaldı; kılıcımızı alıp bir süre savaştıktan sonra hurilerle kol boyun olacağız!”
Ve ashap arka arkaya meydana çıkarken sırayla o ünlü isimler şehadet şerbetini içiyordu. Müslim, Habib ve diğerleri… Habib, şehadet anında olan Müslim’in yanına sokulup “Senin öldürülmen bana çok ağır gelir, bilesin. Fakat gittiğin yer cennettir; müjdeler olsun!” dedi. Kerbela kahramanlarını bu makama kaldıran şeylerden en önemlisi, İmamlarına (a) olan bağlılıkları idi. İmam Hüseyin (a)`ın onları cennete, ebedi saadete çağırdığına yakin etmeyen kimse en azından Aşura gecesinde biat üstlerinden kaldırıldığında orayı terk ederdi. Ya da savaşın en korkunç anlarında belki de… Ama onlar İmamlarına (a) öyle inanmıştılar ki ölümün tam arkasında Cennetin onlara kucak açtığından haberdarlardı. İşte ahirete yakinden sonra olması gereken en önemli detaylardan birisi de Veliye olan yakindir. Kufelilerin çoğunda bu olmadığı için her defasında İmam Ali (a)`ı yarıda bırakıp savaşmaktan vazgeçiyorlardı. Hayır kavramının onların düşündüğü gibi değil de, İmamlarının (a) düşündüğü gibi olduğuna iman etselerdi hayıra ulaşır ve saadeti elde ederlerdi.
Amr b. Kırta-i Ensarî öne çıkıp İmam Hüseyin’den (a.s) savaş izni istedi ve İmam Hüseyin (a.s) de izin verdi. Amr, mükâfat arzusu çekenler gibi savaştı. İbn Ziyad’ın ordusundan bazılarını öldürdü, söz ve cihat dürüstlüğünü bir arada toplayarak o zalim güruha karşı savaştı. İmam Hüseyin’e (a.s) atılan her oka kendi elini siper etti ve savrulan her kılıcı kendi bedenine aldı. Son nefesine kadar İmam’ın (a.s) mukaddes bedenine bir zarar gelmesine engel oldu. Bilahare aldığı yaralarla zayıf düştü. İmam Hüseyin’e (a.s) taraf dönüp dedi: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) evladı, ahdime vefa edebildim mi?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: Evet, sen benden önce cennete gidiyorsun. Ceddim Resulullah’a (s.a.a) selamımı ilet ve benim de birazdan geleceğimi söyle!” Amr yeniden savaşa başladı ve sonunda şehit düştü.
İmam Hüseyin’in (a.s) vefalı ashabının mukaddes naaşları paramparça olmuş hâlde toprak üstünde yatmaktaydı. Şimdi Ehlibeyt’ten başka kimse kalmamıştı. İmam Hüseyin’in (a.s), cemal ve ahlak olarak herkesten daha güzel olan oğlu Ali, İmam’ın (a.s) huzuruna varıp savaşmak için izni istedi. İmam Hüseyin (a.s), duraksamaksızın izin verdikten sonra ümitsizce baktı durdu; iradesi dışında gözyaşları damla damla süzüldü ve şöyle dedi: “Allah’ım! Şahit ol, bu orduya karşı öyle bir genç gidiyor ki boy, ahlak ve konuşma tarzıyla Peygamber’ine (s.a.a) çok benziyor. Biz Peygamber’i arzuladığımızda ona bakardık.” Alimlerin söylediğine göre, bu da bir çeşit hidayet etme yöntemiydi. Çünkü İslam adına savaştığını söyleyen ümmet her açıdan Peygambere (saa) benzeyen bir kimseyi katletme girişimindeydi. Bir anlık gözlerinin önünde hz. Muhammedi (saa) gördüklerini düşünselerdi yine de acımasız bir şekilde Onu katlederler miydi? Yoksa bilerek mi İslam Peygamberine en çok benzeyen kişiyi öyle acımasızca katlediyorlardı? Öldürmekle yetinmeyip bedenini paramparça edene kadar savaşmak sonsuz bir kinin getirisidir…
Ali b. Hüseyin (a.s) düşmana yaklaşıp kanlı bir savaşa girişmişti. Düşman ordusundan bir grubu öldürdükten sonra babasının yanına dönerek şöyle dedi: Babacığım! Susuzluk beni öldürmek üzeredir ve bu demirlerin ağırlığı da bir yandan beni zorlamaktadır; bir içimlik su verebilir misin? İmam Hüseyin (a.s) ağlayarak buyurdu: Aziz oğlum, dön ve savaş! Çünkü artık ceddin Muhammed’in (s.a.a) huzuruna varmana ve onun elinden tas dolusu su içmene çok az bir zaman kaldı. Artık asla susamayacaksın. Ali Ekber savaş meydanına döndü. Canından el çekip şehitliğe hazırlandı. Çok ağır bir saldırıya geçti. Ansızın Münkiz b. Mirra-i Abdî (Allah’ın laneti ona olsun) onu nişan alarak bir ok fırlattı. Ali Ekber aldığı ok yarasıyla savunma gücünü kaybedip yere düştü ve yüksek sesle şöyle dedi: “Canım babam! Benden selam olsun sana. Bu ceddim Muhammed’dir (s.a.a); sana selam yolluyor ve “Bize çabuk gel!” diyor.” Bir kez daha feryat etti ve can verdi. İmam Hüseyin (a.s), oğlunun cansız bedeninin yanına gelerek yüzünü onun yüzüne dayadı ve şöyle buyurdu: Seni öldürenleri Allah öldürsün, ne kadar da Allah’a karşı küstahlık ve Resul’üne (s.a.a) de saygısızlık ettiler! Senden sonra dünyanın başına kül olsun!
Aslında İmam Hüseyin (a) bizlere burda büyük bir problemden bahsediyor. Yüce Allah`a olan küstahlık ve Resul`üne (s.a.a) saygısızlık ifadesine dikkat etmemiz gerekir. Bu, o insanların Allah`a ve Onun Resulüne marifet elde etmediklerinin kanıtıdır. Yani olay yine Gadir Hum gününe dayanıyor. Bu insanlar İmam Hüseyin (a)`ın makamını anlamadıkları için Yezid`e biat etmenin gayet normal olduğunu düşünmektedirler. Oysa Gadir Hum gününde Hz. Muhammed (s.a.a) hilafetin dünya tarihi bitene kadar İmam Ali (a) ve Onun pak soyundan gelen imamlara (a) ait olacağını belirtmişti. Ardından Sakife olayları ve hilafetin gasp edilmesi böyle derin yaralar açtı. Hilafetin gaspı dediğimizde küçük bir olay olarak anlamamalıyız. Bir kürsü hırsı, taç davası olarak algılanırsa İmamet makamı yine anlaşılmaz. Kraliyet davası değildi bu. Amaç Allah`ın emrinin yerine getirilmediğini anlatmaktı. Hz. Zehra (s.a) da bunu anlatmak için o eziyetlere katlandı ve şehit oldu. Allah`ın hakkı yerine getirilmediği için. İmam Hüseyin (a) da, insanlar bunu anlamadı diye bu acımasızlığa katlandı. İmam Hüseyin (a), ashabı ve ailesi insanların Allah, Resulü (s.a.a) ve Onun Vasisi (a) hakkında doğru bilince sahip olmamasının doğurduğu soruna sabretti. Bu yüzden İmam Hüseyin (a)`ın kanı aktı ve bu akan kana Sarellah dendi yani Allah`ın kanı. Bu kavram yüzeysel anlaşılmamalıdır. Hz. Hüseyin (a) sadece Peygamber torunu olarak algılanmalıysa neden 1400 senedir Ona ağlıyoruz? Peygamberimizin (s.a.a) oğullarının vefat ettiği de oldu. Amaç Allah`ın velisinin kanının aktığını insanlara duyurmaktır. Allah`ın emrinin çiğneyerek Onun tayin ettiği Velinin emrinden çıkmak ve Onu eziyyetle öldürmek… İşte burda Allah`a isyan vardır.
Ve az önce de belirtildiği gibi ölüm sarhoşluğu yaşadığımız ömrün nasıl geçtiğiyle alakalıdır. Bu yüzden her hareketin tesiri vardır. Marifet olmaksızın yaşanan bir ömür, hem ölüm anını hem de ölümden sonrasını ciddi etkiler. Bundan başka, eğer ki bir yudum şarap değmişse ağıza onun da tesiri vardır… Eğer ki bir insan anne babasına, akrabalarına iyilik eden birisiyse bu amellerin de iyi tesiri vardır. Dolayısıyla Kerbela`da şehit olanların ömrünün nasıl bereketli geçtiğini anlıyoruz. Peki Katiller başka ne yaptılar da Peygamber (s.a.a) ailesini katletmekten hiç korkmadılar? Hatta ısrarcılıkta en yüksek seviyeye çıktılar?
İmam Hüseyin (a) tüm bu yolculuk boyunca hakkı açıklamış, İlahi rızaya davet etmişse de Onu anlamıyor, duymuyor ve görmüyorlardı. İmam Hüseyin (a) yarenlerinin arasından çıkarak (Kufe) ordusuna doğru gidip onlardan susmalarını istedi. Ancak onlar susmadılar. Onlara şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun size! Eğer susup sözlerime kulak verseniz ne kaybedersiniz? Oysaki ben sizi doğru yola davet ediyorum. Kim bana itaat ederse, hidayete ermişlerden olacak ve kim de bana itaatsizlik ederse helak olan kimselerdendir. Ancak hiçbirinizin benim emrime itaat etmeyeceğini ve sözlerime kulak vermeyeceğini biliyorum. Evet! Sizin elde ettiğiniz hediye ve mükafatların tamamı haramdan elde edilmiştir ve karınlarınız haramla dolmuştur. Allah da kalplerinizi mühürlemiştir. Yazıklar olsun size! Susmayacak mısınız? Sözlerime kulak vermeyecek misiniz? … çirkinlikler üzerinize olsun ey ümmetin asilleri, ondan ayrılan gruplar, Kuran`ı bir kenara itenler, şeytana vesvese edenler, sözleri tahrif edenler, günahkarların çeteleri, (ebedi) sünneti söndürenler, peygamberlerin çocuklarının katilleri, vasilerin hanedanını yok edenler, gayri meşru çocukları zina edenlere nispet verenler, müminlere eziyet edenler ve Kuranı arkalarına atan alaycıların önde gelenlerinin sesleri!
Başka bir rivayette de İmam Hüseyin (a) üzerinde kul hakkı olan kimse Benimle gelmesin diye geçiyor. Dolayısıyla bazı hareketler insanı Peygamber ve İlahi seçilmişlerin katili yapar, bazı hareketlerse ilahi seçilmişle aynı yolu gitmekten ayrı koyar. Karşısına almasa bile. Bu yüzden hayatımıza dikkat edelim. Yaptığımız her hata bir günah getirip de bizi hak yoldan ayırabilir. Helal ve harama riayet etmemek bizi aşağılara çeker. Hz. Hüseyin (a)`ın ashabı şehitlikten önce Allah katında değerli kimselerdi. En çok nefsini temizleyenlerdi ki sadece onlar bu makama erişebildiler. Aynı şekilde katiller de hz. Hüseyin (a)`dan öncesinde de hakka muhalif olan kimselerdi ki sonuçları böyle oldu. Karşısındakilerin kimliği bile onları bu yanlıştan çekindiremedi. Aksine bilinçli bir şekilde bu vahşeti gerçekleştirdiler. İmam Hüseyin (a) adeta bir doktor gibi onların haram lokma yedikleri ve Allah`ın kurallarını gözetmedikleri için bu hale geldiklerini teşhis etti. Bu kelamda bizler için çok büyük ibretler vardır…
Hayatımızı Allah rızasına göre yaşamadığımız sürece ilahi seçilmişe olan sözde bağlılık bizi kurtarmaz. Ölümün ne zaman geleceğini bilmediğimizden o andan önce hangi konumda olacağımızı da bilemiyoruz. Bu nedenle her anımızı Allah`a, Resul`üne (s.a.a) ve İmamımıza (a.f) olan yakinle süslemeli, İmamın izini takip ederek hayatımızı şekillendirmeliyiz. Kimleri veli edindiğimizin farkında olmalıyız. Ölüm anında yardım edemeyen veli, aslında dünya hayatında da yardımı dokunamayan bir velidir. Dolayısıyla çektiğimiz salavatların hakkını vermemiz gerekir. Aksi takdirde Kufeliler gibi kalbimiz EhliBeyt`le (a) olduğu halde kılıcımız da yine (Allah korusun) Onlara karşı olur.
Kerbela hadisesi bizlere Allah`a marifet etmemenin, Risalet ve İmamet makamını tanımamanın ne derece büyük vahşetlere sebep olduğunu anlatmış bulunmaktadır. Öyleyse bir Kerbela yaşamadan veya ölüm döşeğine yatmadan önce yapmamız gereken en önemli şey bu marifeti elde etmektir. Yapabileceğimiz şey Allah`a yönelmek, dini Resule (s.a.a) ve Emir Sahiplerine (Nisa 59) itaat ederek yaşamaktır… Bunu yapabilmek için Allah`tan yardım isteyelim.
Allahın mağfireti hepimizi kuşatsın ve yüce Allah söylediklerimize amel etmeyi bizlere nasip etsin… Allahumme salli alâ Muhammed ve Âl-i Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA
Ölüm herkes için var olan bir gerçektir. Nasıl ki bir bilinmezlikle dünyaya gelişimiz gerçekleşiyorsa ölümümüz de aynı şekilde gerçekleşiyor. Bebeğin doğarken birkaç saniye/dakika suskunluğu insanın kalbini hızlandırmaz mı? Ya ağlamazsa korkusuyla insanın bir anlık nefesi kesilir. Fakat insanın her anı aslında o korkuyla geçiyor. Ya susarsa? Ya uyanmazsa? Ya gider de dönmezse? Ya onu kaybedersem? düşünceleri hep bizleri rahatsız eder sevdiklerimize karşı. Her gidiş bir korku yaşatır bize fakat bir gidiş vardır ki ondan kaçamayız.
İşte o kaçamadığımız gerçeğin adı ölümdür.
Bazen insanlar ölmeden önce ölecekmiş gibi davranırlar… Hep derler ya sanki hissediyordu da vedalaştı, hepimizle helalleşti… Sanki bazı insanlar kaç ay öncesinden bu yolculuk için hazırlanırlar. Bazıları mektup bırakır, bazıları hatıra… Sanki hissediyormuş gibi davranır uzun zaman öncesinden. Bazıları da ansızın gözlerini yumar hayata. Hiç fırsatı olmaz helalleşmeye.
Yani ölümden önceki bir an vardır ki onu herkes yaşar. Bilinçli, aklı selim kimseler o anda da imtihan edilir. Şeytan daha güçlüdür o zaman. Belki bu anda yolundan döndürebilirim diye. Bu hâl Kuran`da ölüm sarhoşluğu olarak geçer.
Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir (Kaf 19).
Bu zaman diliminde olan şahıs birçok korku ve rahatsızlıkla karşı karşıyadır. Bir taraftan hastalığın şiddetini, ağrısını, dilin tutulmasını, gücün tükenmesini görmekte; bir taraftan çoluk-çocuğunun ağlamasına, kendisini kaybetmelerine, çocuklarının yetim olup sahipsiz kalmasına üzülmekte; diğer bir taraftan da ömrünü harcayarak gam ve çilelerle veya çeşitli hile ve entrikalarla veya gasp ve zulümlerle elde ettiği mal, mülk ve servetten ayrılmakta, humus ve zekâtını vermediği, helâl ve haram demeden yediği nice mal ve paraları hatırlamakta ve bunları telâfi etme yollarının ise artık kapandığını ve işin işten geçtiğini görmektedir ölüm döşeğinde olan insan… Diğer bir taraftan da ölüm döşeğinde olan kimse, başka bir âleme girme dehşetine de kapılmaktadır; önceden görmediği şeyleri artık gözü görmektedir. Nitekim yüce Allah bir ayette buyuruyor ki: Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz senin gözünden perdeni açtık; bugün artık görüş gücün oldukça keskindir.(Kaf 22) Bir taraftan Hz. Peygamber (s.a.a) ve Ehlibeyti’nin, rahmet ve gazap meleklerinin, onun hakkında hüküm vermek veya bir tavsiyede bulunmak için hazır olduklarını, şeytan ve yardımcılarının da onu şüpheye sokmak ve dünyadan imansız olarak gitmesi için toplanıp bir iş yapmak istediklerini görmekte ve diğer taraftan da ölüm meleğinin ne şekilde geleceği ve canını nasıl alacağı korkusuna kapılmaktadır…
Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki: Başlarına nitelendirilmesi zor şeyler gelmiş: Ölüm sarhoşluğu ve yok oluşunun feryadı üstlerine çökmüş, kendilerinden geçmişler, renkleri kaçmıştır (Nehcul Belaga, 109. hutbe).
Bazı insanları ölüm gelip yakalarken bazı kimseler kendileri ölüme doğru giderler. Daha doğrusu bu davranışlarının sonunun ölümle sonuçlanacağını biliyorlardır. Bu ihtimali göz önünde bulundurarak adım atarlar. İntihara girişen kimse de ölmeye kararlıdır. Hatta yaptığının kötü bir iş olduğunun da farkında olarak bunu yapmaktadır. Savaşa katılan kimseler işin ucunda ölümün olduğunu görür ve helalleşerek savaşa giderler.
Eğer ki hak yolunda ise bu cihat, o haklı kimseler şehit makamı kazanırlar. Dolayısıyla bugünkü konuda şehitlerin ölüm sarhoşluğuna değinmek ve Kerbela şehitlerinin ölümden önceki ahvali örneğiyle bu konuyu anlamaya çalışacağız.
“Şehid” Kavramı; Arapça şhd kökünden geliyor. Bu kökten türeyen sözlere dikkat ettiğimizde şahid, şehadet, şuhud gibi sözleri görüyoruz ki bunların temelinde duran anlam göz veya basiretle görmek, hazır bulunmakla alakalıdır. Başka kavramlar da türemiştir fakat şahid sözüne baktığımızda onun da anlamının “hazır olan, bir şeye şahit olan” olduğunu görüyoruz. Şehid kelmesininse “ölmekte olan kişi” anlamı vardır. Bu kişiye şehid isminin verilmesinin nedeni, Ragıp El İsfahani`ye göre, meleklerin o kişinin yanında hazır bulunmalarından dolayıdır.
Şüphesiz: “Bizim Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar(a gelince) ; işte onların üzerine (hayatları boyunca ve ölüm anında teselli ve teskin edici) melekler inecek ve: “Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’ad olunan cennetle müjdelenip sevinin” diyeceklerdir. (Fussilet 30)
Allah’a ve O’nun Resullerine (samimiyetle ve teslimiyetle) iman edenler (var ya) ; işte onlar Rableri katında sıddıklar (özü, sözü ve yüzü dosdoğru olup itibar olunanlar) ve şehitler (veya şahitler) dir. (Hadid 19)
Şehidlerin bu şekilde isimlendirilmelerindeki başka bir neden, onların ölüm anında kendileri için hazırlanan nimetleri müşahede ettiklerinden dolayı olabilir. Ya da onların ruhlarının Allah katında hazır olmasından dolayıdır, diyor İsfahani. Sakın Allah yolunda öldürülmüş olanları ölü sanma, hayır onlar (sonsuz bir) hayattadırlar ve Rableri yanında yaşayıp rızıklanırlar. Şehitler) Allah’ın Kendi fazlından onlara verdikleriyle (ferahlanıp) sevinç içinde (mutludurlar). Onlar, arkalarından henüz kendilerine ulaşmayanlara (şunu) müjdelemeyi isterler ki: “Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. (Ali İmran 169-170).
Demek ki şehitlerin diğer ölülerden farkı ve üstünlüğü vardır. Bu üstünlük esasen onların neyle karşılaşacaklarını artık görüyor olmalarından kaynaklanır. Yani artık onlar Allah yolunda attıkları bu adımdan dolayı mutluluğu tatmaktadırlar. Şehidlerin bu şekilde tanımlanması boşuna değildir, onlar hem melekleri hem de Cennet nimetlerini görmek üzeredirler. Dolayısıyla onların ölüm sarhoşluğu anı çok farklı ve değerli bir şekilde ilerlemektedir. Ki bunun en bariz örneği Seyyidüşşüheda (a) ve yarenlerinin şehadet öncesi ahvalleridir.
İmam Hüseyin (a)`ın Yarenlerinin Ölüm Öncesi Mücadelesi; Hak ve Batıl tercihi
İmam Hüseyin (a) Kerbela`ya doğru yola çıkmadan evvel bu yolun sonunun şehadetle biteceğinden haberdardı. Nitekim ya Allah yolunda öldürülecek ya da tağuta galip gelecekti. Fakat yıllar öncesinde artık İmam Hüseyin (a) bu dünyadan nasıl göçeceğini biliyordu. Örneğin, birçok ravinin Ebu Cafer Muhammed b. Babeveyh el-Kummî’den ve “el-Emali” kitabında da Mufazzal b. Ömer’den naklettiklerine göre İmam Cafer Sadık (a.s) kendi babalarından şöyle rivayet etmiştir: Bir gün Hüseyin b. Ali (a.s) kardeşi Hasan’ın (a.s) evine gitti. Kardeşinin durumunu görünce gözlerinden yaşlar süzüldü. Hasan (a.s), “Niye ağlıyorsun?” dedi. Hüseyin (a.s), “Size yapılan zulüm ve haksızlıklara ağlıyorum.” dedi. Hasan (a.s), “Bana yapılan zulüm gizlide içirilen zehirdir ve ben bunun tesiriyle öleceğim. Ancak senin düşeceğin duruma kimse düşmeyecek ey Hüseyin (a.s). Çünkü ceddimiz Muhammed’in (s.a.a) ümmetinden olduklarını iddia eden otuz bin kişi senin etrafını sararak saygısızlıkta bulunmak, kanını akıtmak, seni öldürmek, aileni ve Ehlibeyt’ini esir etmek ve ganimet toplamak için tetikte bekleyecekler. Bu arada Allah da lanet ve gazabını Ümeyyeoğulları’na yöneltecek, gökyüzü kan ağlayacak, toz-toprak savuracak, her şey ve hatta çöllerdeki vahşi hayvanlar ve denizlerdeki balıklar bile senin başına gelenlere ağlayacaklar.” dedi
Ömer-i Nessabe (r.a), soy bilimi hakkındaki “Şafi” kitabında, ceddi Muhammed b. Ömer’e dayandırdığı bir rivayette, bir grup tarafından şöyle nakleder: Babam Ömer b. Ali b. Ebutalib (a.s), dayılarıma (Akil’in oğulları) şöyle nakledermiş: Kardeşim Hüseyin (a.s) Yezid’e biat etmeyince, yanına gittim ve yalnız olduğunu görüp şöyle dedim: “Canım feda olsun sana, kardeşin Hasan (a.s), babası Ali’den (a.s) naklederdi.” Anlatmak istiyordum ki boğazım düğümlendi ve ağlamaya başladım. Hüseyin (a.s) beni yanına oturtup buyurdu: “Benim öldürüleceğimi kardeşim sana söyledi mi?” Dedim ki: “Allah o günü göstermesin ey Peygamber’in oğlu!” İmam Hüseyin (a.s): “Seni babanın hakkına yemin veriyorum, bu haberi sana söyledi mi?” dedi. Dedim ki: “Evet, canım kardeşim, hayatta kalman için niye Yezid’e biat etmedin?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: “Babam, benim ve onun şehit edileceğini Allah Resulü’nden (s.a.a) nakletti ve benim kabrimin babamın kabrine yakın olacağını söyledi. Bildiğin bazı şeylerden benim habersiz olduğumu mu sanıyorsun? Andolsun Allah’a, asla zillete boyun eğmeyeceğim. Annem Fatımatü’z-Zehra (a.s) ceddim Resulullah (s.a.a) ile mülakat ettiği zaman evlatlarına yapılan zulümlerden şikâyet edecek ve onun evlatlarına eziyet etmiş olanların hiçbiri cennete girmeyecektir. ”
Dolayısıyla şehit edileceği bilincinde olan İmam Hüseyin (a), komutasında olan kurtuluş gemisine Allah kullarını davet ederek yoluna devam ediyordu. Yol boyunca karşılaştığı ya da mektup yolladığı kimselere bu yolda öldürüleceği ve şehadet şerbeti içeceğini söyleyerek bu yolda Kendisiyle birlikte olmak isteyenleri müjdeliyordu. Ama her şeyden önce buradaki kazanç sadece şehadet değildi, İmam Hüseyin (a) kendisine zalime karşı sergilediği duruşta yardım edilmesini isteyerek aslında insanlara hem eğitim vermiş oluyor, hem de onlara mutlu bir ahiret hayatı vadediyordu. Yardımı bizzat Kendisi etmiş oluyordu. Rivayete göre İmam Hüseyin (a.s), Irak’a gitmeye karar verdiğinde, insanlara bir konuşma yaparak şöyle buyurdu:
“Hamd Allah’a mahsustur. Allah’ın dilediği olur ve O’nun dışında güç kaynağı yoktur. Allah’ın salatı Resul’ünün (s.a.a) üzerine olsun. Ölüm hattı insan oğlu için çizilmiştir; kızların boyunlarına astıkları kolyenin izi gibi süstür. Yakub’un Yusuf’u görmeğe olan isteği gibi ben de seleflerimi görmeye istekliyim. Benim öldürüleceğim yer belirlenmiştir ve ben de oraya varacağım. Nevavis ve Kerbela arasında, çöl kurtlarının aç karınlarını doyurmak ve boş dağarcıklarını doldurmak için bedenimi parçaladıklarını adeta görüyor gibiyim. Kader kalemiyle çizilen yoldan kaçış imkansızdır. Biz Ehlibeyt’in rızası Allah’ın rızasına bağlıdır. O’nun göndereceği belaya sabredecek ve sabır ehlinin mükâfatını alacağız. Allah Resulü’nün (s.a.a) bedeninin parçası olan bizler, ondan ayrılmayacak ve cennette onunla beraber olacağız. Böylece Resulullah (s.a.a) razı olacak ve Allah’ın, Resul’üne (s.a.a) olan vaadi gerçekleşecektir. Bizim yolumuzda fedakârlık etmek ve şehit olarak Allah’ın huzuruna çıkmak isteyen bizimle gelsin. Allah’ın yardımıyla bu sabah Mekke’den çıkacağız.”
Bu durumda Kerbela yarenleri ve bu teklifi alan herkes canını tehlikeye atmakla atmamak arasında gitgel yaşıyordu. Çünkü bu olayın başında Yezid`e (Allah`ın laneti olsun ona) biat etmemek duruyordu. İmam Hüseyin (a) ile birlikte yol alanlar Yezid`e biat etmeyenler, karşısında duranlarsa sözde biat etmediklerini söyleseler bile yine de onun emrine itaat etmiş buluyorlardı. Yezid gibi İslami yaşantısı olmayan birisine biat dünyayı tercih etmek, İmam Hüseyin (a)`ı seçmekse ahiret hayatını üstün tutmak demekti. Dünyayı tercih etmek, dünya için Allah rızasını unutmak anlamındadır. Ahireti tercih etmekse dünyayı Allah rızasına göre yaşamaktır. İşin garip yanı, dünya menfaatleri ve yaşamak uğruna İmam Hüseyin (a) ile birlikte yol almayanların çoğusu, canlarını batıl amaçlar uğruna tehlikeye atmış bulundular. İmam Hüseyin (a) Kufe`ye doğru hareket etmeden önce binlerce davet mektubu almıştı. Çıktığı yolda İmam Hüseyin (a)`ı ta Mekkeden beri bu yoldan döndürmeye çalışmıştılar. Fakat her seferinde İmam Hüseyin (a) Resulullah (saa)`nin ve Ehli Beyti (a)`ın Kendisini beklediğini dile getiriyordu.
İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: Muhammed b. Hanefiye, İmam Hüseyin’in (a.s) Mekke’den ayrılmayı düşündüğü günün sabahı İmam’ın huzuruna gelerek dedi: “Canım kardeşim! Kûfe halkının babana ve kardeşine neler yaptığını biliyorsun; sana da aynı şekilde muamele edeceklerinden korkarım. Uygun görüyor isen Mekke’de kal! Çünkü sen herkesten daha değerli ve daha azizsin!” İmam buyurdu: “Yezid b. Muaviye’nin ansızın beni haremde öldürmesinden ve benim yüzümden Allah’ın evine saygısızlıkta bulunmasından korkuyorum.” Muhammed b. Hanefiye: “Eğer bundan endişe ediyorsan, Yemen’e doğru hareket et! Orada saygın kalacaksın ve Yezid de sana dokunamayacaktır. Bunu da istemezsen çölün bir bölümünü seç ve orada kal!” İmam Hüseyin (a.s): “Senin bu teklifin hakkında düşüneceğim.”
İmam Hüseyin (a.s), gecenin son saatlerinde Mekke’den ayrıldı. Muhammed b. Hanefiye, bu haberi duyar duymaz yetişip İmam’ın bindiği devenin yularını tuttu.
Muhammed b. Hanefiye: – Canım kardeşim, hani sözlerim hakkında düşüneceğine dair söz vermiştin bana?
İmam: – Evet.
Muhammed b. Hanefiye: – O hâlde bu acelen niye?
İmam: – Sen gittikten sonra Resulullah (s.a.a) yanıma geldi ve: “Ey Hüseyin, Irak’a doğru hareket et! Çünkü Allah seni öldürülmüş olarak görmek istiyor!” buyurdu.
Muhammed b. Hanefiye: – Kuşkusuz ki biz Allah’ınız ve kesinlikle de O’na döneceğiz. Madem öldürüleceksin, bu kadınları niye beraberinde götürüyorsun?
İmam: – Resulullah (s.a.a): “Allah onları da esir olarak görmek istiyor.” buyurdu.
Muhammed b. Yakub-i Küleynî “er-Resâil” kitabında, Hamza b. Hamran’dan şöyle nakleder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur: İmam Hüseyin (a.s) Mekke’den hareket edince bir kağıt istedi ve ona şunları yazdı:
Bismilliharrahmanirrahim
Hüseyin b. Ali’den Benî Haşim kabilesine:
Hamd-ü selamdan sonra; benimle gelecek olan herkes şehid edilecek ve gelmeyenlerse amacına ulaşamayacaktır. Vesselam.
Görüldüğü gibi İmam Hüseyin (a) Kendisi büyük bir imtihandayken ilahi takdire boyun eğmeye devam ediyordu. Aynı zamanda Onun (a) bu cesur hareketi etrafındaki insanlar – önderliğinde olan kişiler için de büyük bir imtihandı. Görünen şu ki İmam Hüseyin (a) hücceti tamamlayarak tüm delilleri ortaya koyarak yola çıkmış ve Onunla hareket edenleri ilahi vaatle müjdelemişti.
Fakat bu ilahi davetiyenin ulaştığı herkes farklı bir şekilde davrandı. İşte bu alınan kararlar safları belirledi. Gerçekten de Kerbela şehitlerinin her biri büyük bir imtihanla karşılaştı. Bazıları İmam Hüseyin (a)`ı davet edip, Onun elçisi Müslim bin Akil (a)`a ihanet etti. Onu yardımsız bıraktı. Kufe bir anda öyle bir hale gelmişti ki İmam Hüseyin’in (a.s) kafilesi, Zat-u Irk menziline vardığında Bişr b. Galib’i görüp, “Irak halkının durumu nasıl?” diye sordu. Bişr dedi: “Kalben seni severler, ama kılıçları Ümeyyeoğulları’na yardım etmektedir. İmam (a.s) buyurdu: Doğru söyledin. Allah dilediğini yapar ve irade ettiği her şeye hükmeder.
Kerbela`da herkes ölüm öncesi büyük bir imtihanda idi. Nitekim İmam Hüseyin (a) bir ilahi önder olarak imtihanı başarıyla geçerken insanları da bu kutlu yola davet etmekten hiç vazgeçmiyordu. Allahutaala her seferinde ilahi yardımlarla Hüccetinin yolunu açıyordu.
Kafile Sa’lebe menziline ulaşınca İmam Hüseyin (a.s) biraz uyukladıktan sonra uyanıp şöyle buyurdu: “Rüyada, ‘Siz hızla ilerliyorsunuz ve ölüm de sizi hızla cennete götürüyor.’ diyen birini gördüm.” Oğlu Ali şöyle dedi: – Babacığım! Biz hak üzere değil miyiz? İmam Hüseyin (a.s): – Evet. Andolsun ki biz hak üzereyiz, dedi. Ali Ekber (a) dedi: – O hâlde ölümden korkmayız. İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: – Canım oğlum, Allah sana hayırlı mükâfatlar versin.
İmam Hüseyin (a) ve Ehli Beyti`nin (a) ölüme karşı tutumları işte böyleydi. Hz. Kasım (a)`ın da “ölümü baldan tatlı” bulmasını hepimiz biliyoruz. Küçük yaşından itibaren bu akidede olması hayata karşı tutumunun neticesidir. Şehitliği zinet bilen bir soyun kanını taşımanın masumlara ait terbiyeyi almasının neticesidir…
Bu nedenle esas imtihan edilen kimseler Hz. Hüseyin (a)`ın yarenleri ve itaatinde olan kimseler de ya böyle düşünerek cenneti seçmelilerdi ya da cehennemi. Ya dünyayı seçmelilerdi ya da ebedi ahiret hayatını. Bu ayrımı yapmakta zorlanan kimseler olabilirdi. Fakat İmam Hüseyin (a)`ı önderi olarak görenler aslında sorgu sualsiz Onu takip edecekti. O ne yapıyorsa ilahi rızaya uygundur diyerek Onun adım attığı yerlere adımını koyarak kurtuluşa erebilecekti.
Ölüm sarhoşluğu aslında tek başına yaşanan, ömürden ayrı bir an değildir. Ne de tamamen ölüm değildir. İkisinin arasında öyle bir süreçtir ki insanın ömrünü nasıl yaşadığının göstergesidir.
Çünkü Aşura`ya kadarki her süreç çok değerlidir. İster Ebulfazl Abbas (a) isterse de diğer yarenler ya da düşman ordunun askerleri her an imtihandaydılar. Az önce de belirttiğimiz gibi ölümle yüzleşeceğini anlayan kişinin bir tarafında Peygamber ve Ehli beyti (a) melekler dururken bir tarafında da şeytan kendisine doğru çağırır. Kerbela`da da şeytani kimseler her koşulda yarenleri kendisine çağırmaktaydı.
Örneğin, Şimr`in Ebulfazl Abbas (a) ve kardeşlerine (a) eman verme hikayesi bu konuda çok dikkat çekicidir. Ravi diyor ki, “Übeydullah b. Ziyad, Ömer b. Sa’d’a yazdığı bir mektupta savaşı çabuk başlatıp çabuk bitirmesini istemişti. Ömer b. Sa’d’ın ordusu atlara binip İmam Hüseyin’in (a.s) çadırlarına doğru ilerledi. Şimr çadırlara yaklaştı ve bağırarak şöyle dedi: “Bacımın oğulları Abdullah, Cafer, Abbas ve Osman nerdeler?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: “Şimr’in cevabını verin; o, fasık olsa da sizin dayınızdır.” Abbas ve kardeşleri, “Ne diyorsun?” dediler. Şimr, “Ey bacımın oğulları!” dedi, “Siz emandasınız; kendinizi kardeşiniz Hüseyin’le ölüme atmayın ve gelin müminlerin emiri Yezid’e biat ve itaat edin.”
Abbas (a.s) buyurdu: Ellerin kırılsın senin, ey Allah’ın düşmanı, ne de çirkin ve kötü bir eman getirmişsin bizlere! Fatımanın (a.s) oğlu kardeşimiz Hüseyin’den (a.s) el çekip de zinazade oğlu Yezid’e itaat etmemizi mi istiyorsun!?
Şimr sinirli bir hâlde orduya geri döndü. İmam Hüseyin (a.s), İbn Ziyad ordusunun savaşmak için acele ettiğini, öğüt ve nasihattan etkilenmediklerini gördü. Kardeşi Abbas’a (a.s) buyurdu: Bugün savaşı başlatmalarına engel olabilirsen, bunu yap! Bu geceyi namaz kılarak geçirelim. Allah da biliyor ki, ben namaz kılmayı ve Kur’ân okumayı çok severim.
Aşura gecesinde ise İmam (a), ashabının üzerinden biati kaldırdı. Böylece yarenler bir kez daha imtihan edildiler: “Akşam olmuştu. İmam Hüseyin (a.s) ashabını topladı, Allah’a hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Ben, kendi ashabım kadar salih ashap ve ailem kadar da iyi ve üstün aile tanımıyorum. Allah hepinize hayırlı mükâfatlar versin. Şimdi akşam olmuş ve karanlık çökmüştür. Siz de onu yürüyen bir deve edinip (gecenin karanlığından yararlanıp) ailemden birinin elini tutun, gecenin bu karanlığında dağılın ve beni bu orduyla yalnız bırakın. Bunların tek istedikleri benim.” İmam Hüseyin’in (a.s) kardeşleri, oğulları, Abdullah ve Cafer’in oğulları şöyle dediler: Neden seni yalnız bırakıp gidelim, senden sonra yaşamak için mi? Allah o günü bize asla göstermesin!” Önce Abbas b. Ali (a.s) bunu dedi ve diğerleri de onu izlediler. İmam Hüseyin (a.s), Akil’in oğullarına bakıp buyurdu: Müslim’in şehit olması sizin için yeterlidir; ben size izin verdim, gidin!
Başka bir kanalla gelen rivayette de şöyle belirtilmiştir: Bu arada İmam Hüseyin’in (a.s) kardeşleri ve ailesi söze başlayıp dediler: Ey Peygamber (s.a.a) evladı, o zaman halk bize ne der ve cevabımız ne olur? Efendimizi, büyüğümüzü ve Peygamberimizin evladını yalnız bıraktık; düşmana bir ok dahi atmadık; ele mızrak alıp savaşmadık ve bir kılıç bile savurmadık mı diyelim? Hayır, andolsun Allah’a, senden ayrılmayacak, senin yolunda öldürülünceye kadar bu canlarımızla seni koruyacak ve senin gibi şehit olacağız. Allah senden sonra yaşamayı haram etsin bize! Müslim b. Avsece kalkıp dedi: Ey Peygamber’in evladı! Etrafını saran bunca düşman arasında seni bırakıp gidelim mi? Andolsun Allah’a, bu mümkün değil. Senden sonra yaşamayı Allah bize nasip eylemesin! Ben savaşacağım; mızrağımı düşmanın göğsünde kırıncaya ve elimdeki kılıcımı onlara indirinceye kadar. Savaşmak için hiçbir silahım olmasa dahi taş alıp savaşacağım ve seninle birlikte ölmedikçe senden ayrılmayacağım!
Said b. Abdullah Hanefî konuşmaya başladı: Ey Peygamber’in evladı! Biz seni asla yalnız bırakmayız. Muhammed Peygamber’in (s.a.a) senin hakkındaki vasiyetine uyduğumuzu Allah’a da göstermeliyiz. Eğer bilsem senin yolunda öldürülecek ve yeniden dirileceğim ve bu defa da diri diri yakılacağım, yetmiş kere de bu tekrarlanacak olsa, kendi ölümümü Senden önce görmedikçe Senden ayrılmam. Nasıl Senin yolunda can vermem, oysa ki ölüm birden fazla değildir ve ondan sonra ise sonsuz izzet ve saadete kavuşmuş olacağım.
Ondan sonra Züheyr b. Kayn yerinden kalkıp dedi: Ey Peygamber evladı! Andolsun Allah’a ki senin yaşaman için, kardeşlerinin ve ailenin hayatta kalması için bin kez öldürülmeye razıyım! Ondan sonra da Hüseyin’in (a.s) ashabından bir grubu şöyle dedi: Bizim canlarımız sana feda olsun, biz seni kendi el ve yüzlerimizle koruyacağız. Eğer bu yolda öldürülürsek, Allah’a karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş olacağız.
Aynı gece Muhammed b. Beşir-i Hazremi’ye, “Oğlun Rey sınırında esir düşmüş!” haberi geldi. Muhammed b. Beşir şöyle dedi: “Onu Allah’a bırakıyorum. Andolsun canıma, ben yaşadıkça oğlumun esir düşmesine razı olmazdım.” İmam Hüseyin (a.s) onun sözünü duyunca şöyle buyurdu: Allah seni bağışlasın. Üzerindeki biati kaldırdım, git ve oğlunu kurtarmaya çalış!” Muhammed b. Beşir dedi: “Yırtıcı hayvanlar diri diri yesinler beni, eğer senden ayrılırsam!” İmam Hüseyin (a.s), bin dinar değerinde beş elbise vererek buyurdu: O hâlde bu Yemen keteninden olan elbiseleri al ve oğluna ver ki, gidip bunların karşılığında kardeşini kurtarsın.”
Olayı anlatan şöyle diyor: İmam Hüseyin (a.s) ve ashabı o geceyi dua ederek ve Allah’ın huzurunda yalvarıp yakararak geçirdiler. Bazıları rüku, bazıları secde ve diğer bazıları da ayakta ibadet ettiler. O gece Ömer b. Sa’d’ın ordusundan otuz iki kişi İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna katıldı. İmam Hüseyin’in (a.s) namazı ve olgunluk vasıflarıyla ilgili seciyesi her zaman böyle olmuştur.
Görünen şu ki ashabın sadakati ve samimiyeti tasdiklenince düşman ordu da manipüleye uymanın anlamsız olduğunu gördü. Çünkü bazıları İmam (a)`ı din aleyhine savaşıyormuş gibi takdim ettiğinden Ömer bin Sad (Allah`ın laneti olsun ona) ordusunda bu söylemlere inanarak gelenler, gördükleri karşısında yine bir imtihandan geçiyorlardı. Amacı ahiret olanlar İmama (a) doğru hareket etmekteydi. Bu da hala ölüm sarhoşluğuna kadar ilahi kapının kapanmadığının göstergesidir. Tövbenin, Allahın merhametinin göstergesidir. Ki İmam (a) a karşı savaşa gelenlere bile Allah son ana kadar kapıyı kapatmıyor. Nitekim bunun en bariz örneği de Hürr bin Yeziddir…
Hürr bin Yezid-i Riyahi düşman ordunun komutanı idi. Yolu kapatarak Peygamber ailesini (a) o çıkmaza sokanların en birincilerindendi. Fakat İlahi rahmet mesajları o gün havada uçuşuyordu. Kimin kulakları ve kalbi mühürlenmemişse o anahtarla kapalı kapıları açıp içeri girebiliyordu.
Savaş başladıktan sonra ilerleyen saatlerde İmam Hüseyin (a) şöyle bağırdı: “Allah rızası için bize yardım edecek kimse yok mu? Allah Resulü’nün (s.a.a) Ehlibeyt’ini ve ailesini düşmanlardan koruyacak kimse yok mu?” Hürr b. Yezid-i Riyahî bunu duyduktan sonra Ömer b. Sa’d’ın yanına gelip sordu: “Gerçekten onunla savaşacak mısın?” Ömer b. Sa’d dedi: “Andolsun Allah’a, hem de öyle bir savaşacağım ki, başlar uçacak ve kollar bedenlerden ayrılacaktır!” Hürr bunu duyunca ordudan ayrılıp bir köşeye çekildi. Bütün bedeni titriyordu. Muhacir b. Avs şöyle seslendi: “Ey Hürr, senin bu durumun beni şüpheye düşürdü. Bana, ‘Kûfe’deki en cesur adam kimdir?’ diye sorulacak olsaydı, senin dışında birinin adını ağzıma almazdım. Niye titriyorsun?” Hürr, “Andolsun Allah’a, kendimi cennet ile cehennem arasında görüyorum. Allah’a yemin ederim ki, lime lime doğranıp yakılsam bile hiçbir şeyi cennete tercih etmeyeceğim!” dedi ve İmam Hüseyin’in (a.s) huzuruna varmak için atını mahmuzladı. İki elini başının üstüne koydu ve “Allah’ım, senin dergahına yöneldim; benim tövbemi kabul et! Çünkü ben, Senin dostlarını ve Peygamber’inin kızının evlatlarını korkuttum.” diyerek İmam Hüseyin’e (a.s) arz etti: Canım feda olsun sana! Seni inciten ve Medine’ye dönmene engel olan adamım ben. İşi buraya vardıracaklarını bilmiyordum. Şimdi Allah’ın huzuruna dönüyorum. Tövbem kabul edilir mi? İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: Evet, Allah senin tövbeni kabul buyuracaktır. İn atından! Hürr dedi: Senin yolunda at üzerinde savaşmam, piyade savaşmamdan daha iyi olur. Çünkü nasıl olsa attan düşürüleceğim. Senin yolunu kesen ilk kişi ben oldum; izin buyursan, yolunda ilk ölen de ben olmak ve böylece kıyamet günü ceddin Resulullah (s.a.a) ile tokalaşanlardan olmak istiyorum.
Hürr’ün amacı o andan itibaren ilk şehit unvanını almaktı. Çünkü Hürr’den önce bir grup Hüseyin (a.s) dostu ok yağmuruyla öldürülmüştü. Bu hususta birçok hadis mevcuttur. İmam Hüseyin (a.s), Hürr’ün bu isteğini kabul etti. Hürr, bir kahraman gibi savaşarak düşmanın meşhur savaşçılarından birkaçını öldürdü ve sonra da şehit düştü. Hürr’ün naaşı İmam Hüseyin’in (a.s) yanına getirildi. İmam (a.s), bir yandan onun yüzündeki toprakları siliyor ve bir yandan da, “Annenin sana verdiği adın gibi sen, hem dünyada, hem de ahirette özgür/erkinsin.” diyordu.
Cennetle Cehennem arasında seçim yaptıktan sonra Cennetin en üstünde olmak isteyenler vardı. Cennetin mertebeleri arasında da seçim yapmak istiyorlardı. En üstte, Peygamber (s.a.a) ve Ehli Beyti (a) ile birlikte olabilmek… Ve artık yarenler bunları görebiliyorlardı… İşte Ölüm sarhoşluğu artık Onlar (a) için başlamıştı.
Aşura sabahı İmam Hüseyin’in (a.s) emriyle çadırlar kuruldu, güzel kokuyla dolu bir tabak hazırlandı ve İmam Hüseyin (a.s) şahsi temizliğini yapmak için çadıra geldi. Rivayete göre Büreyr b. Hüzeyr-i Hamedanî ve Abdurrahman b. Abd-i Rabbih-i Nesarî, İmam Hüseyin’den (a.s) sonra temizliklerini yapmak için çadırın arkasında beklediler. Bu arada Bereyr, Abdurrahman ile şakalaşmaya başladı. Abdurrahman dedi: Ey Büreyr, şimdi gülmek ve şaka yapmak zamanı mı? Büreyr de dedi ki “Benim kabilem de biliyor ki ben, ne gençlikte ve ne de yaşlılıkta beyhude konuşmaktan hoşlanmamışımdır. Şimdi şehitlik sevinciyle böyleyim işte. Andolsun Allah’a, çok az bir zamanımız kaldı; kılıcımızı alıp bir süre savaştıktan sonra hurilerle kol boyun olacağız!”
Ve ashap arka arkaya meydana çıkarken sırayla o ünlü isimler şehadet şerbetini içiyordu. Müslim, Habib ve diğerleri… Habib, şehadet anında olan Müslim’in yanına sokulup “Senin öldürülmen bana çok ağır gelir, bilesin. Fakat gittiğin yer cennettir; müjdeler olsun!” dedi. Kerbela kahramanlarını bu makama kaldıran şeylerden en önemlisi, İmamlarına (a) olan bağlılıkları idi. İmam Hüseyin (a)`ın onları cennete, ebedi saadete çağırdığına yakin etmeyen kimse en azından Aşura gecesinde biat üstlerinden kaldırıldığında orayı terk ederdi. Ya da savaşın en korkunç anlarında belki de… Ama onlar İmamlarına (a) öyle inanmıştılar ki ölümün tam arkasında Cennetin onlara kucak açtığından haberdarlardı. İşte ahirete yakinden sonra olması gereken en önemli detaylardan birisi de Veliye olan yakindir. Kufelilerin çoğunda bu olmadığı için her defasında İmam Ali (a)`ı yarıda bırakıp savaşmaktan vazgeçiyorlardı. Hayır kavramının onların düşündüğü gibi değil de, İmamlarının (a) düşündüğü gibi olduğuna iman etselerdi hayıra ulaşır ve saadeti elde ederlerdi.
Amr b. Kırta-i Ensarî öne çıkıp İmam Hüseyin’den (a.s) savaş izni istedi ve İmam Hüseyin (a.s) de izin verdi. Amr, mükâfat arzusu çekenler gibi savaştı. İbn Ziyad’ın ordusundan bazılarını öldürdü, söz ve cihat dürüstlüğünü bir arada toplayarak o zalim güruha karşı savaştı. İmam Hüseyin’e (a.s) atılan her oka kendi elini siper etti ve savrulan her kılıcı kendi bedenine aldı. Son nefesine kadar İmam’ın (a.s) mukaddes bedenine bir zarar gelmesine engel oldu. Bilahare aldığı yaralarla zayıf düştü. İmam Hüseyin’e (a.s) taraf dönüp dedi: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) evladı, ahdime vefa edebildim mi?” İmam Hüseyin (a.s) buyurdu: Evet, sen benden önce cennete gidiyorsun. Ceddim Resulullah’a (s.a.a) selamımı ilet ve benim de birazdan geleceğimi söyle!” Amr yeniden savaşa başladı ve sonunda şehit düştü.
İmam Hüseyin’in (a.s) vefalı ashabının mukaddes naaşları paramparça olmuş hâlde toprak üstünde yatmaktaydı. Şimdi Ehlibeyt’ten başka kimse kalmamıştı. İmam Hüseyin’in (a.s), cemal ve ahlak olarak herkesten daha güzel olan oğlu Ali, İmam’ın (a.s) huzuruna varıp savaşmak için izni istedi. İmam Hüseyin (a.s), duraksamaksızın izin verdikten sonra ümitsizce baktı durdu; iradesi dışında gözyaşları damla damla süzüldü ve şöyle dedi: “Allah’ım! Şahit ol, bu orduya karşı öyle bir genç gidiyor ki boy, ahlak ve konuşma tarzıyla Peygamber’ine (s.a.a) çok benziyor. Biz Peygamber’i arzuladığımızda ona bakardık.” Alimlerin söylediğine göre, bu da bir çeşit hidayet etme yöntemiydi. Çünkü İslam adına savaştığını söyleyen ümmet her açıdan Peygambere (saa) benzeyen bir kimseyi katletme girişimindeydi. Bir anlık gözlerinin önünde hz. Muhammedi (saa) gördüklerini düşünselerdi yine de acımasız bir şekilde Onu katlederler miydi? Yoksa bilerek mi İslam Peygamberine en çok benzeyen kişiyi öyle acımasızca katlediyorlardı? Öldürmekle yetinmeyip bedenini paramparça edene kadar savaşmak sonsuz bir kinin getirisidir…
Ali b. Hüseyin (a.s) düşmana yaklaşıp kanlı bir savaşa girişmişti. Düşman ordusundan bir grubu öldürdükten sonra babasının yanına dönerek şöyle dedi: Babacığım! Susuzluk beni öldürmek üzeredir ve bu demirlerin ağırlığı da bir yandan beni zorlamaktadır; bir içimlik su verebilir misin? İmam Hüseyin (a.s) ağlayarak buyurdu: Aziz oğlum, dön ve savaş! Çünkü artık ceddin Muhammed’in (s.a.a) huzuruna varmana ve onun elinden tas dolusu su içmene çok az bir zaman kaldı. Artık asla susamayacaksın. Ali Ekber savaş meydanına döndü. Canından el çekip şehitliğe hazırlandı. Çok ağır bir saldırıya geçti. Ansızın Münkiz b. Mirra-i Abdî (Allah’ın laneti ona olsun) onu nişan alarak bir ok fırlattı. Ali Ekber aldığı ok yarasıyla savunma gücünü kaybedip yere düştü ve yüksek sesle şöyle dedi: “Canım babam! Benden selam olsun sana. Bu ceddim Muhammed’dir (s.a.a); sana selam yolluyor ve “Bize çabuk gel!” diyor.” Bir kez daha feryat etti ve can verdi. İmam Hüseyin (a.s), oğlunun cansız bedeninin yanına gelerek yüzünü onun yüzüne dayadı ve şöyle buyurdu: Seni öldürenleri Allah öldürsün, ne kadar da Allah’a karşı küstahlık ve Resul’üne (s.a.a) de saygısızlık ettiler! Senden sonra dünyanın başına kül olsun!
Aslında İmam Hüseyin (a) bizlere burda büyük bir problemden bahsediyor. Yüce Allah`a olan küstahlık ve Resul`üne (s.a.a) saygısızlık ifadesine dikkat etmemiz gerekir. Bu, o insanların Allah`a ve Onun Resulüne marifet elde etmediklerinin kanıtıdır. Yani olay yine Gadir Hum gününe dayanıyor. Bu insanlar İmam Hüseyin (a)`ın makamını anlamadıkları için Yezid`e biat etmenin gayet normal olduğunu düşünmektedirler. Oysa Gadir Hum gününde Hz. Muhammed (s.a.a) hilafetin dünya tarihi bitene kadar İmam Ali (a) ve Onun pak soyundan gelen imamlara (a) ait olacağını belirtmişti. Ardından Sakife olayları ve hilafetin gasp edilmesi böyle derin yaralar açtı. Hilafetin gaspı dediğimizde küçük bir olay olarak anlamamalıyız. Bir kürsü hırsı, taç davası olarak algılanırsa İmamet makamı yine anlaşılmaz. Kraliyet davası değildi bu. Amaç Allah`ın emrinin yerine getirilmediğini anlatmaktı. Hz. Zehra (s.a) da bunu anlatmak için o eziyetlere katlandı ve şehit oldu. Allah`ın hakkı yerine getirilmediği için. İmam Hüseyin (a) da, insanlar bunu anlamadı diye bu acımasızlığa katlandı. İmam Hüseyin (a), ashabı ve ailesi insanların Allah, Resulü (s.a.a) ve Onun Vasisi (a) hakkında doğru bilince sahip olmamasının doğurduğu soruna sabretti. Bu yüzden İmam Hüseyin (a)`ın kanı aktı ve bu akan kana Sarellah dendi yani Allah`ın kanı. Bu kavram yüzeysel anlaşılmamalıdır. Hz. Hüseyin (a) sadece Peygamber torunu olarak algılanmalıysa neden 1400 senedir Ona ağlıyoruz? Peygamberimizin (s.a.a) oğullarının vefat ettiği de oldu. Amaç Allah`ın velisinin kanının aktığını insanlara duyurmaktır. Allah`ın emrinin çiğneyerek Onun tayin ettiği Velinin emrinden çıkmak ve Onu eziyyetle öldürmek… İşte burda Allah`a isyan vardır.
Ve az önce de belirtildiği gibi ölüm sarhoşluğu yaşadığımız ömrün nasıl geçtiğiyle alakalıdır. Bu yüzden her hareketin tesiri vardır. Marifet olmaksızın yaşanan bir ömür, hem ölüm anını hem de ölümden sonrasını ciddi etkiler. Bundan başka, eğer ki bir yudum şarap değmişse ağıza onun da tesiri vardır… Eğer ki bir insan anne babasına, akrabalarına iyilik eden birisiyse bu amellerin de iyi tesiri vardır. Dolayısıyla Kerbela`da şehit olanların ömrünün nasıl bereketli geçtiğini anlıyoruz. Peki Katiller başka ne yaptılar da Peygamber (s.a.a) ailesini katletmekten hiç korkmadılar? Hatta ısrarcılıkta en yüksek seviyeye çıktılar?
İmam Hüseyin (a) tüm bu yolculuk boyunca hakkı açıklamış, İlahi rızaya davet etmişse de Onu anlamıyor, duymuyor ve görmüyorlardı. İmam Hüseyin (a) yarenlerinin arasından çıkarak (Kufe) ordusuna doğru gidip onlardan susmalarını istedi. Ancak onlar susmadılar. Onlara şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun size! Eğer susup sözlerime kulak verseniz ne kaybedersiniz? Oysaki ben sizi doğru yola davet ediyorum. Kim bana itaat ederse, hidayete ermişlerden olacak ve kim de bana itaatsizlik ederse helak olan kimselerdendir. Ancak hiçbirinizin benim emrime itaat etmeyeceğini ve sözlerime kulak vermeyeceğini biliyorum. Evet! Sizin elde ettiğiniz hediye ve mükafatların tamamı haramdan elde edilmiştir ve karınlarınız haramla dolmuştur. Allah da kalplerinizi mühürlemiştir. Yazıklar olsun size! Susmayacak mısınız? Sözlerime kulak vermeyecek misiniz? … çirkinlikler üzerinize olsun ey ümmetin asilleri, ondan ayrılan gruplar, Kuran`ı bir kenara itenler, şeytana vesvese edenler, sözleri tahrif edenler, günahkarların çeteleri, (ebedi) sünneti söndürenler, peygamberlerin çocuklarının katilleri, vasilerin hanedanını yok edenler, gayri meşru çocukları zina edenlere nispet verenler, müminlere eziyet edenler ve Kuranı arkalarına atan alaycıların önde gelenlerinin sesleri!
Başka bir rivayette de İmam Hüseyin (a) üzerinde kul hakkı olan kimse Benimle gelmesin diye geçiyor. Dolayısıyla bazı hareketler insanı Peygamber ve İlahi seçilmişlerin katili yapar, bazı hareketlerse ilahi seçilmişle aynı yolu gitmekten ayrı koyar. Karşısına almasa bile. Bu yüzden hayatımıza dikkat edelim. Yaptığımız her hata bir günah getirip de bizi hak yoldan ayırabilir. Helal ve harama riayet etmemek bizi aşağılara çeker. Hz. Hüseyin (a)`ın ashabı şehitlikten önce Allah katında değerli kimselerdi. En çok nefsini temizleyenlerdi ki sadece onlar bu makama erişebildiler. Aynı şekilde katiller de hz. Hüseyin (a)`dan öncesinde de hakka muhalif olan kimselerdi ki sonuçları böyle oldu. Karşısındakilerin kimliği bile onları bu yanlıştan çekindiremedi. Aksine bilinçli bir şekilde bu vahşeti gerçekleştirdiler. İmam Hüseyin (a) adeta bir doktor gibi onların haram lokma yedikleri ve Allah`ın kurallarını gözetmedikleri için bu hale geldiklerini teşhis etti. Bu kelamda bizler için çok büyük ibretler vardır…
Hayatımızı Allah rızasına göre yaşamadığımız sürece ilahi seçilmişe olan sözde bağlılık bizi kurtarmaz. Ölümün ne zaman geleceğini bilmediğimizden o andan önce hangi konumda olacağımızı da bilemiyoruz. Bu nedenle her anımızı Allah`a, Resul`üne (s.a.a) ve İmamımıza (a.f) olan yakinle süslemeli, İmamın izini takip ederek hayatımızı şekillendirmeliyiz. Kimleri veli edindiğimizin farkında olmalıyız. Ölüm anında yardım edemeyen veli, aslında dünya hayatında da yardımı dokunamayan bir velidir. Dolayısıyla çektiğimiz salavatların hakkını vermemiz gerekir. Aksi takdirde Kufeliler gibi kalbimiz EhliBeyt`le (a) olduğu halde kılıcımız da yine (Allah korusun) Onlara karşı olur.
Kerbela hadisesi bizlere Allah`a marifet etmemenin, Risalet ve İmamet makamını tanımamanın ne derece büyük vahşetlere sebep olduğunu anlatmış bulunmaktadır. Öyleyse bir Kerbela yaşamadan veya ölüm döşeğine yatmadan önce yapmamız gereken en önemli şey bu marifeti elde etmektir. Yapabileceğimiz şey Allah`a yönelmek, dini Resule (s.a.a) ve Emir Sahiplerine (Nisa 59) itaat ederek yaşamaktır… Bunu yapabilmek için Allah`tan yardım isteyelim.
Allahın mağfireti hepimizi kuşatsın ve yüce Allah söylediklerimize amel etmeyi bizlere nasip etsin… Allahumme salli alâ Muhammed ve Âl-i Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA

NEFSİMİZDEN DAHA EVLA OLMADIKÇA TAM İMAN ETMİŞ OLMAYIZ
Elbette mutlak velayet yüce Allah’ındır. O bütün varlıkların yaratıcısı olduğundan O’nun tasarrufu mutlak olandır.
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Enam, 57)
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır;
“Şüphesiz sizin veliniz, yalnızca Allah, Resulü ve namazı hakkıyla yerine getiren ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir.”[1]
İşte Rabbimiz seçilmişler üzerinden bize valayetindeki sınırlarını biz kullarına bildirir. Resulullah (saa) ve onun vasileri yüce Allah’tan aldıkları bu sınırları insanlara bildirirler. Bu nedenle peygamber ve vasilerinin de velayeti ortaya çıkmaktadır. Ayette geçen namazı hakkıyla kılan ve rûkü halinde zekât veren müminlerden maksat imam Ali (as) ve ardı ardına gelen vasilerdir. Aşağıdaki ayette bu ayete cevap nihayetindedir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygamber’e ve sizden olan o yetki sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah’a ve Peygamber’e başvurun. Böyle yapmanız, hem daha iyidir ve hem de sonu daha güzeldir.”[2]
O halde inanan insanların velayeti kabul etmelerine cevabı onlara itaat olmalıdır. Bu velayete iman ve teslimiyeti gösteren itaat o kadar net ve emin olunmalıdır ki hayattaki her şeyden daha öne geçmelidir. Herşeyden daha evla demek herşeyden öncelikli olmalıdır.
1- Allah’ın velayeti
2- Peygamberin velayeti
3- Zamanın İmam’ının velayeti
Gadir Hum hutbesinde Hz. Peygamber (saa) imanın korunması açısından bu noktayı çok net belirtmişti.
“Ey insanlar! Bu böylesine bir toplulukta ayağa kalktığım son defadır. O halde işitiniz, itaat ediniz, Rabbiniz olan Allah’ın emri karşısında teslim olunuz. Zira aziz ve celil olan Allah Teâlâ sizin ihtiyar sahibi ve mabudunuzdur. Allah’tan ve sizleri muhatap kılan Peygamber’inden, yani benden sonra da Ali Allah’ın emriyle sizin irade sahibiniz ve imamınızdır. İmamet makamı ondan sonra da Allah ve Resulüyle görüşeceğiniz güne kadar benim neslimin, onun çocuklarının hakkıdır.
Allah, Resulü ve onların (İmamların) helal kıldığı hususlar dışında bir helal yoktur. Allah, Resulü ve onların (imamların) sizlere haram kıldığı şey dışında da bir haram yoktur. Aziz ve celil olan Allah bana helal ve haramı tanıtmış ve Rabbimin kitabından, helal ve haramından bana öğrettiği her şeyi de ben ona ısmarlamış (öğretmiş) bulunmaktayım.
Ey insanlar! Ali’yi (başkalarından) üstün tutun. Allah var olan her ilmi bende bir araya toplamıştır. Ben de öğrendiğim her ilmi takva sahiplerinin imamında (Ali de bir araya) topladım. Var olan her ilmi mutlaka Ali’ye öğrettim. Allah’ın Yasin suresinde zikrettiği İmam-i Mübin (apaçık İmam) Odur…”
“Ey insanlar! O Allah tarafından tayin edilen İmam’dır. Her kim onun velayetini inkâr ederse şüphesiz Allah tövbesini kabul etmez ve onu bağışlamaz. Allah’ın ona muhalefet eden kimseye böyle davranacağı kesindir. Allah ona böyle yapar ve onu ebediyete kadar, sonsuza dek şiddetli azapla azaplandırır. O halde ona muhalefet etmekten sakının. Aksi takdirde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan ateşe duçar olursunuz.
Ey insanlar Allah’a yemin olsun ki önceki peygamberler ve elçiler bana müjde vermişlerdir ve ben Allah’a andolsun ki peygamber ve elçilerin sonuncusuyum, gök ve yerdeki bütün yaratıkların üzerinde hüccetim. Her kim bu konuda şüphe ederse cahiliye küfrü gibi kâfir olmuş olur. Her kim bu sözümün bazılarında şüphe ederse bana nazil olmuş olan her şeyden şüphe etmiştir. Her kim imamların birinde şüphe ederse onların tümünde şüphe etmiştir ve kim bizim hakkımızda şüphe ederse, şüphesiz ateştedir.
Allah bu üstünlüğü bana bağışta bulunmuştur, bu onun bana bir minneti ve ondan bana bir ihsandır. Ondan başka ilah yoktur. Ebediyete kadar, sonsuza dek her haliyle ona hamd ve senada bulunurum.
Ey insanlar! Ali’yi üstün biliniz ki o Allah’ın rızık indirdiği ve yaratıklar baki kaldığı müddetçe kadın ve erkek tüm insanların en üstünüdür. Bu sözü reddeden ve onunla uyumlu olmayan kimse melundur, melundur, gazaba uğramıştır, gazaba uğramıştır!
Biliniz ki Cebrail Allah tarafından bu haberi benim için nazil kıldı ve şöyle buyurdu: “Her kim Ali’ye düşmanlık eder ve velayetini kabul etmezse lanetim ve gazabım onun üzerine olsun.”
“Daha sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Ben sizlere sizlerden daha çok velayet (ve yönetici) hakkına sahip değil miyim?”
İnsanlar hep birden şöyle dediler: “Evet ey Resulullah!”
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Biliniz ki ben kimin ihtiyar sahibi isem bu Ali de onun ihtiyar sahibidir. Allah’ım! Onu seven kimseyi sen de sev. Ona düşmanlık eden kimseye sen de düşmanlık et. Ona yardım edenlere yardım et, onu hakir kılanları hor ve hakir kıl…”
Peygamber velayetini kabul etmek ve itaat etmek, zaten ilahi velayeti kabul etmek ve itaat demek anlamına geliyordu. Vasisinin velayetini kabul etmek ve itaat etmekte, peygamberin velayetini kabul etmek ve itaat etmek anlamına geliyordu.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur;
“ Onlara itaat eden Allah’a itaat etmiştir ve onlara isyan eden Allah’a isyan etmiştir.”[3]
Resulullah (s.a.a) yine şöyle buyurmuştur;
“ Onun velayeti benim velayetimdir. Ben her kime kendisine nispetle evla isem, Ali de onun kendisine nispetle evladır.”[4]
Zeyd b. Erkam, Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivâyet etmiştir:
“Bilin ki, hiç kuşkusuz Allah benim velimdir, ben de her müminin velisiyim ve ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.”[5]
Durum bu iken vasilere isyan etmek, peygambere ve dolayısıyla Allah’a isyan etmek demekti.
Esbağ b. Nübâte, Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle duyduğunu nakleder; buyurdu: “Beni ve hakkımı tanımayan kimsenin vay haline! Bilin ki, hiç şüphesiz benim hakkım Allah’ın hakkıdır; bilin ki, hiç şüphesiz Allah’ın hakkı benim hakkımdır.”[6]
[1] Maide suresi/55
[2] Nisa suresi/59
[3] Ehl-i Beyt’in sırları, s. 171
[4] Ehl-i Beyt’in sırları, s. 191
[5] İhkâku’l-Hak, c.6, s.233, Ebekâtü’l-Envâr, c.2, s.491
[6] Bihâru’l-Envâr, c.38, s.29, Menâkıbu Âl-i Ebî Tâlib, c.3, s.62.
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Enam, 57)
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır;
“Şüphesiz sizin veliniz, yalnızca Allah, Resulü ve namazı hakkıyla yerine getiren ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir.”[1]
İşte Rabbimiz seçilmişler üzerinden bize valayetindeki sınırlarını biz kullarına bildirir. Resulullah (saa) ve onun vasileri yüce Allah’tan aldıkları bu sınırları insanlara bildirirler. Bu nedenle peygamber ve vasilerinin de velayeti ortaya çıkmaktadır. Ayette geçen namazı hakkıyla kılan ve rûkü halinde zekât veren müminlerden maksat imam Ali (as) ve ardı ardına gelen vasilerdir. Aşağıdaki ayette bu ayete cevap nihayetindedir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygamber’e ve sizden olan o yetki sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah’a ve Peygamber’e başvurun. Böyle yapmanız, hem daha iyidir ve hem de sonu daha güzeldir.”[2]
O halde inanan insanların velayeti kabul etmelerine cevabı onlara itaat olmalıdır. Bu velayete iman ve teslimiyeti gösteren itaat o kadar net ve emin olunmalıdır ki hayattaki her şeyden daha öne geçmelidir. Herşeyden daha evla demek herşeyden öncelikli olmalıdır.
1- Allah’ın velayeti
2- Peygamberin velayeti
3- Zamanın İmam’ının velayeti
Gadir Hum hutbesinde Hz. Peygamber (saa) imanın korunması açısından bu noktayı çok net belirtmişti.
“Ey insanlar! Bu böylesine bir toplulukta ayağa kalktığım son defadır. O halde işitiniz, itaat ediniz, Rabbiniz olan Allah’ın emri karşısında teslim olunuz. Zira aziz ve celil olan Allah Teâlâ sizin ihtiyar sahibi ve mabudunuzdur. Allah’tan ve sizleri muhatap kılan Peygamber’inden, yani benden sonra da Ali Allah’ın emriyle sizin irade sahibiniz ve imamınızdır. İmamet makamı ondan sonra da Allah ve Resulüyle görüşeceğiniz güne kadar benim neslimin, onun çocuklarının hakkıdır.
Allah, Resulü ve onların (İmamların) helal kıldığı hususlar dışında bir helal yoktur. Allah, Resulü ve onların (imamların) sizlere haram kıldığı şey dışında da bir haram yoktur. Aziz ve celil olan Allah bana helal ve haramı tanıtmış ve Rabbimin kitabından, helal ve haramından bana öğrettiği her şeyi de ben ona ısmarlamış (öğretmiş) bulunmaktayım.
Ey insanlar! Ali’yi (başkalarından) üstün tutun. Allah var olan her ilmi bende bir araya toplamıştır. Ben de öğrendiğim her ilmi takva sahiplerinin imamında (Ali de bir araya) topladım. Var olan her ilmi mutlaka Ali’ye öğrettim. Allah’ın Yasin suresinde zikrettiği İmam-i Mübin (apaçık İmam) Odur…”
“Ey insanlar! O Allah tarafından tayin edilen İmam’dır. Her kim onun velayetini inkâr ederse şüphesiz Allah tövbesini kabul etmez ve onu bağışlamaz. Allah’ın ona muhalefet eden kimseye böyle davranacağı kesindir. Allah ona böyle yapar ve onu ebediyete kadar, sonsuza dek şiddetli azapla azaplandırır. O halde ona muhalefet etmekten sakının. Aksi takdirde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan ateşe duçar olursunuz.
Ey insanlar Allah’a yemin olsun ki önceki peygamberler ve elçiler bana müjde vermişlerdir ve ben Allah’a andolsun ki peygamber ve elçilerin sonuncusuyum, gök ve yerdeki bütün yaratıkların üzerinde hüccetim. Her kim bu konuda şüphe ederse cahiliye küfrü gibi kâfir olmuş olur. Her kim bu sözümün bazılarında şüphe ederse bana nazil olmuş olan her şeyden şüphe etmiştir. Her kim imamların birinde şüphe ederse onların tümünde şüphe etmiştir ve kim bizim hakkımızda şüphe ederse, şüphesiz ateştedir.
Allah bu üstünlüğü bana bağışta bulunmuştur, bu onun bana bir minneti ve ondan bana bir ihsandır. Ondan başka ilah yoktur. Ebediyete kadar, sonsuza dek her haliyle ona hamd ve senada bulunurum.
Ey insanlar! Ali’yi üstün biliniz ki o Allah’ın rızık indirdiği ve yaratıklar baki kaldığı müddetçe kadın ve erkek tüm insanların en üstünüdür. Bu sözü reddeden ve onunla uyumlu olmayan kimse melundur, melundur, gazaba uğramıştır, gazaba uğramıştır!
Biliniz ki Cebrail Allah tarafından bu haberi benim için nazil kıldı ve şöyle buyurdu: “Her kim Ali’ye düşmanlık eder ve velayetini kabul etmezse lanetim ve gazabım onun üzerine olsun.”
“Daha sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Ben sizlere sizlerden daha çok velayet (ve yönetici) hakkına sahip değil miyim?”
İnsanlar hep birden şöyle dediler: “Evet ey Resulullah!”
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Biliniz ki ben kimin ihtiyar sahibi isem bu Ali de onun ihtiyar sahibidir. Allah’ım! Onu seven kimseyi sen de sev. Ona düşmanlık eden kimseye sen de düşmanlık et. Ona yardım edenlere yardım et, onu hakir kılanları hor ve hakir kıl…”
Peygamber velayetini kabul etmek ve itaat etmek, zaten ilahi velayeti kabul etmek ve itaat demek anlamına geliyordu. Vasisinin velayetini kabul etmek ve itaat etmekte, peygamberin velayetini kabul etmek ve itaat etmek anlamına geliyordu.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur;
“ Onlara itaat eden Allah’a itaat etmiştir ve onlara isyan eden Allah’a isyan etmiştir.”[3]
Resulullah (s.a.a) yine şöyle buyurmuştur;
“ Onun velayeti benim velayetimdir. Ben her kime kendisine nispetle evla isem, Ali de onun kendisine nispetle evladır.”[4]
Zeyd b. Erkam, Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivâyet etmiştir:
“Bilin ki, hiç kuşkusuz Allah benim velimdir, ben de her müminin velisiyim ve ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.”[5]
Durum bu iken vasilere isyan etmek, peygambere ve dolayısıyla Allah’a isyan etmek demekti.
Esbağ b. Nübâte, Emirü’l-Müminin’den (a.s) şöyle duyduğunu nakleder; buyurdu: “Beni ve hakkımı tanımayan kimsenin vay haline! Bilin ki, hiç şüphesiz benim hakkım Allah’ın hakkıdır; bilin ki, hiç şüphesiz Allah’ın hakkı benim hakkımdır.”[6]
[1] Maide suresi/55
[2] Nisa suresi/59
[3] Ehl-i Beyt’in sırları, s. 171
[4] Ehl-i Beyt’in sırları, s. 191
[5] İhkâku’l-Hak, c.6, s.233, Ebekâtü’l-Envâr, c.2, s.491
[6] Bihâru’l-Envâr, c.38, s.29, Menâkıbu Âl-i Ebî Tâlib, c.3, s.62.

GADİR HUM’DA EN BÜYÜK HACETİMİZ “MARİFET” OLSUN!
Bismillahir Rahmanir Rahim
“(Allah’ım,) Onu zulme uğrayan kullarının sığınağı, Senden başka kendisine yardımcı bulamayanın yardımcısı … kıl.”
Bu cümle, Ahd duasında İmam Zaman (af) için edilen bir duadır fakat bizlere verilmek istenen mesajın da farkında olmamız gerekir. İmam Mehdi (af) “Allah’tan başka yardımcısı olmayanların yardımcısıdır” diye belirtilmektedir. O halde imam Zaman’ın (af) yardımına mazhar olabilmemiz için ilk önce odağımızı düzeltmeliyiz. Allah’tan başka bir yardımcı görmemeli, umut etmemeliyiz ki zamanın Velisinin yardımından mahrum kalmayalım. Zamanın Velisinin (af) yardımı nasıldır? Bizlerin birbirine olan yardımı gibi mi? Yoksa bu bir ilahi yardım mıdır? Dehşetleri kolaylaştıran, zorlukları yok eden, olmazları olduran bir yardım mıdır?
Allah’ın Velisini tanımadan önce yakin etmemiz gereken nokta, Allah’ı her anlamda birlemektir. Hacet isterken de Onu birlemeliyiz, Ondan başkasının yardım edemeyeceği bilincinde olmalıyız. Ardından yeryüzündeki Allah’ın halifesinin yetkilerini anlamamız gerekir. Bir cumhurbaşkanı ya da kralınki gibi yetkiler değildir bunlar. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Velisi, tüm âlemlerin yetkili kişisidir. Dolayısıyla bu büyük ruha sahip kimse Allah’ın tayin ettiği İmam’dan başkası değildir.
Sadece biz yaratılmışların İmamı olursa, diğer âlemdekilere karşı adaletsizlik yapılmış olmaz mıydı? Diğer yaratıklar – hayvanlar, kuşlar, çiçekler, gök cisimleri vs. – İmamsız olabilir mi? Oysa biz İmam Rıza (a)’a Zamin-i Ahu deriz. Ceylanın yavrusuna da İmamlık, önderlik, hamilik yaptığının şahidi oluyoruz. Bu nedenle İmamet kavramının da bilincinde olmamız gerekiyor. Doğru bir imamet bilinci, doğru risalet kavramından kaynaklanır.
Belki de en derinde Peygamberimiz ve en güzel örneğimiz Hz. Muhammed’in (saa) de makamını da doğru anlamamışızdır. Onun hatem peygamber oluşunu, seçilmişler zincirini görememiş, hangi kuralların mirasçısı olduğunu anlayamamışızdır.
Belki de biz risaleti tamamen farklı bir mânada algılamışızdır. Peygamberimiz (saa) sadece Kuran ayetlerini insanlara okuyan bir şahıs mıydı? Yoksa ilahi bir önder mi? Eğer ki birinci tür olarak algılanması gerekiyorsa, bu görevi Hz. Muhammed (saa) dışında da çoğu kişi yapabilirdi. Fakat Hz. Muhammed (saa) ilahi bir seçilmiş olarak tüm peygamberlerin sonuncusu, âlemlere rahmet, en güzel örnektir. En güzel örnek oluşu, bizlere onun ilahi bir takva elbisesine büründüğü ve dosdoğru ahlak üzere olduğunu göstermektedir. Fakat sadece bir öğretmen, ahlak örneği ve lider olarak algılamak Onun makamını aşağı çeker. Bizler onun Allah tarafından seçilmiş olduğu bilincinde olmalıyız. Hz. Muhammed’i (saa) Allah seçti ve o zât, ilahi bir makama sahiptir. Dolayısıyla bizler Onun her kelâm ve davranışının, ilâhi nura boyandığının farkında olmalıyız.
Kuran ayetinde “O kendi nefsinden bir şey söylemez” dediğinde anlamalıyız ki, o ilahi vahiylere kendisinden bir şey eklememekle birlikte, her anında ilâhi renktedir. Hutbelerinde ve günlük yaşantısında da şaşmaz, yanılmaz, hataya düşmez. Allah’tan gafil olmaz. Dolayısıyla O mübârek zâtın seçimi de yine nefsinden değil, Allah’tandır. Onun ilan ettiği vasiler (a), Allah’ın vasileridir…
Onlar da yine ilâhi hüccetlerdir, Allah’ın yeryüzündeki hidayet önderleri ve nur kapılarıdır. Bu hidayet önderlerini görmediğimizden, dolayısıyla hatalı bilince sahip olduğumuz için ettiğimiz dualar belki de kabul olmuyor ve bazı hacetlerimiz erteleniyordur. Belki de biz bilmediğimiz bir yolda, doğru gibi gözüken ama yanlış adrese götüren şoförün arabasına binmişizdir. Gerekli olan adrese götürmekten ziyade, tüm araçların geçtiği o kavşaktan yanlış yöne sapmaktadır bu şoförler…
Ancak hidayet önderlerine tutunduğumuzda doğru yolu bilmeyen birçok kişi vardır ki, onlar kendilerini, hem ahiret hem dünya yollarını bilen Bekçilere emanet etmişlerdir. Nihayetinde gülecek olan da onlardır. O zaman gelin bu Gadir Hum gününü daha bilinçli yaşayalım. Gadir Hum hutbesini okurken derinlere inelim ve Resulullah’ın (saa) “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” cümlesini bu açıdan tefekkür edelim.
“Ben kimin mevlası isem…” şartı ne de büyük anlamlar taşımaktadır! Hz. Ali’yi (a) mevlası olarak görenler, Hz. Muhammed’i (saa) mevlası olarak görenlerdir. İmam Ali’yi (a) mevlası olarak görmeyenler, meğerse en başından Peygamberimizin (saa) makamını doğru kavrayamayan kimselermiş…
Ve peygamberlik makamını idrak etmemek de şüphesiz tevhidi anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü seçilenle birlikte Seçenin kimliğini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Resulullah’ın (saa) buyurduğu gibi: “Ya Ali! Seni Allah ve benden başka kimse hakkıyla tanıyamadı, beni sen ve Allah’ın dışında kimse tanıyamadı, Allah’ı sen ve benim dışımda gerektiği gibi kimse tanıyamadı.”
O zaman hacetlerin kabul olduğu bu mübarek Zilhicce ayında durmadan Marifet duasını okuyalım. Kudret ve Merhamet sahibi olan Allah’tan Kendisini, Peygamberini ve Hüccetini tanıma tevfiki isteyelim:
“Allahumme errifni nefsek, fe in lem tuarrifni nefsek lem e’rif rasulek.
Allahumme arrifni Resulek; fe inneke in lem tuarrifni resuleke lem a’rif Huccetek.
Allahumme arrifni huccetek; fe inneke in lem turrifni hucceteke daleltu an din.”
ANLAMI: Allah’ım bana Kendini tanıt, eğer bana Kendini tanıtmazsan Resulünü tanıyamam.
Allah’ım bana Resulünü tanıt, eğer bana Resulünü tanıtmazsan Hüccetini tanıyamam.
Allah’ım bana Hüccetini tanıt, eğer Hüccetini bana tanıtmazsan dinde sapıklığa ve zelalete düşerim.
Allahumme salli alâ Muhammed ve Al-î Muhammed ve eccil fereccehum
SENEM MUSTAFAYEVA
“(Allah’ım,) Onu zulme uğrayan kullarının sığınağı, Senden başka kendisine yardımcı bulamayanın yardımcısı … kıl.”
Bu cümle, Ahd duasında İmam Zaman (af) için edilen bir duadır fakat bizlere verilmek istenen mesajın da farkında olmamız gerekir. İmam Mehdi (af) “Allah’tan başka yardımcısı olmayanların yardımcısıdır” diye belirtilmektedir. O halde imam Zaman’ın (af) yardımına mazhar olabilmemiz için ilk önce odağımızı düzeltmeliyiz. Allah’tan başka bir yardımcı görmemeli, umut etmemeliyiz ki zamanın Velisinin yardımından mahrum kalmayalım. Zamanın Velisinin (af) yardımı nasıldır? Bizlerin birbirine olan yardımı gibi mi? Yoksa bu bir ilahi yardım mıdır? Dehşetleri kolaylaştıran, zorlukları yok eden, olmazları olduran bir yardım mıdır?
Allah’ın Velisini tanımadan önce yakin etmemiz gereken nokta, Allah’ı her anlamda birlemektir. Hacet isterken de Onu birlemeliyiz, Ondan başkasının yardım edemeyeceği bilincinde olmalıyız. Ardından yeryüzündeki Allah’ın halifesinin yetkilerini anlamamız gerekir. Bir cumhurbaşkanı ya da kralınki gibi yetkiler değildir bunlar. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Velisi, tüm âlemlerin yetkili kişisidir. Dolayısıyla bu büyük ruha sahip kimse Allah’ın tayin ettiği İmam’dan başkası değildir.
Sadece biz yaratılmışların İmamı olursa, diğer âlemdekilere karşı adaletsizlik yapılmış olmaz mıydı? Diğer yaratıklar – hayvanlar, kuşlar, çiçekler, gök cisimleri vs. – İmamsız olabilir mi? Oysa biz İmam Rıza (a)’a Zamin-i Ahu deriz. Ceylanın yavrusuna da İmamlık, önderlik, hamilik yaptığının şahidi oluyoruz. Bu nedenle İmamet kavramının da bilincinde olmamız gerekiyor. Doğru bir imamet bilinci, doğru risalet kavramından kaynaklanır.
Belki de en derinde Peygamberimiz ve en güzel örneğimiz Hz. Muhammed’in (saa) de makamını da doğru anlamamışızdır. Onun hatem peygamber oluşunu, seçilmişler zincirini görememiş, hangi kuralların mirasçısı olduğunu anlayamamışızdır.
Belki de biz risaleti tamamen farklı bir mânada algılamışızdır. Peygamberimiz (saa) sadece Kuran ayetlerini insanlara okuyan bir şahıs mıydı? Yoksa ilahi bir önder mi? Eğer ki birinci tür olarak algılanması gerekiyorsa, bu görevi Hz. Muhammed (saa) dışında da çoğu kişi yapabilirdi. Fakat Hz. Muhammed (saa) ilahi bir seçilmiş olarak tüm peygamberlerin sonuncusu, âlemlere rahmet, en güzel örnektir. En güzel örnek oluşu, bizlere onun ilahi bir takva elbisesine büründüğü ve dosdoğru ahlak üzere olduğunu göstermektedir. Fakat sadece bir öğretmen, ahlak örneği ve lider olarak algılamak Onun makamını aşağı çeker. Bizler onun Allah tarafından seçilmiş olduğu bilincinde olmalıyız. Hz. Muhammed’i (saa) Allah seçti ve o zât, ilahi bir makama sahiptir. Dolayısıyla bizler Onun her kelâm ve davranışının, ilâhi nura boyandığının farkında olmalıyız.
Kuran ayetinde “O kendi nefsinden bir şey söylemez” dediğinde anlamalıyız ki, o ilahi vahiylere kendisinden bir şey eklememekle birlikte, her anında ilâhi renktedir. Hutbelerinde ve günlük yaşantısında da şaşmaz, yanılmaz, hataya düşmez. Allah’tan gafil olmaz. Dolayısıyla O mübârek zâtın seçimi de yine nefsinden değil, Allah’tandır. Onun ilan ettiği vasiler (a), Allah’ın vasileridir…
Onlar da yine ilâhi hüccetlerdir, Allah’ın yeryüzündeki hidayet önderleri ve nur kapılarıdır. Bu hidayet önderlerini görmediğimizden, dolayısıyla hatalı bilince sahip olduğumuz için ettiğimiz dualar belki de kabul olmuyor ve bazı hacetlerimiz erteleniyordur. Belki de biz bilmediğimiz bir yolda, doğru gibi gözüken ama yanlış adrese götüren şoförün arabasına binmişizdir. Gerekli olan adrese götürmekten ziyade, tüm araçların geçtiği o kavşaktan yanlış yöne sapmaktadır bu şoförler…
Ancak hidayet önderlerine tutunduğumuzda doğru yolu bilmeyen birçok kişi vardır ki, onlar kendilerini, hem ahiret hem dünya yollarını bilen Bekçilere emanet etmişlerdir. Nihayetinde gülecek olan da onlardır. O zaman gelin bu Gadir Hum gününü daha bilinçli yaşayalım. Gadir Hum hutbesini okurken derinlere inelim ve Resulullah’ın (saa) “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” cümlesini bu açıdan tefekkür edelim.
“Ben kimin mevlası isem…” şartı ne de büyük anlamlar taşımaktadır! Hz. Ali’yi (a) mevlası olarak görenler, Hz. Muhammed’i (saa) mevlası olarak görenlerdir. İmam Ali’yi (a) mevlası olarak görmeyenler, meğerse en başından Peygamberimizin (saa) makamını doğru kavrayamayan kimselermiş…
Ve peygamberlik makamını idrak etmemek de şüphesiz tevhidi anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü seçilenle birlikte Seçenin kimliğini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Resulullah’ın (saa) buyurduğu gibi: “Ya Ali! Seni Allah ve benden başka kimse hakkıyla tanıyamadı, beni sen ve Allah’ın dışında kimse tanıyamadı, Allah’ı sen ve benim dışımda gerektiği gibi kimse tanıyamadı.”
O zaman hacetlerin kabul olduğu bu mübarek Zilhicce ayında durmadan Marifet duasını okuyalım. Kudret ve Merhamet sahibi olan Allah’tan Kendisini, Peygamberini ve Hüccetini tanıma tevfiki isteyelim:
“Allahumme errifni nefsek, fe in lem tuarrifni nefsek lem e’rif rasulek.
Allahumme arrifni Resulek; fe inneke in lem tuarrifni resuleke lem a’rif Huccetek.
Allahumme arrifni huccetek; fe inneke in lem turrifni hucceteke daleltu an din.”
ANLAMI: Allah’ım bana Kendini tanıt, eğer bana Kendini tanıtmazsan Resulünü tanıyamam.
Allah’ım bana Resulünü tanıt, eğer bana Resulünü tanıtmazsan Hüccetini tanıyamam.
Allah’ım bana Hüccetini tanıt, eğer Hüccetini bana tanıtmazsan dinde sapıklığa ve zelalete düşerim.
Allahumme salli alâ Muhammed ve Al-î Muhammed ve eccil fereccehum
SENEM MUSTAFAYEVA

GÖZLERİMDE GADİR HUM
Sıcak bir yaz günü ilk defa hacca gidiyordum. Birçok farklı bölgeden çok sayıda Müslüman bir araya toplanmıştı. Allah resulü hiçbirimize ayrım gözetmeksizin hac amellerini uygulamayı emrediyordu. Burada daha iyi anlıyordum ki Allah katında bütün insanlar eşitti. Zengin de fakir de, Arap olanda olmayanda, genç de yaşlı da hepsi aynı kıyafeti giymiş, tek, eşi ve benzeri olmayan Allah’a aynı ibadetleri sunuyordu. Bu manzara karşısında o kadar çok duygulanmış ve mutlu olmuştum ki anlatamam. Yüce Allah’ın kulları arasında hiçbir ayrım gözetmediğini bilmek ve onun huzurunda yalnızca takvanın ayrıcalık sebebi olduğunu bilmek defalarca gözyaşıyla hamd etmeme sebep oluyordu.
Yaratılmış ilk insandan bu yana bütün inananların Allah’a ibadet ettiği bu noktada, yaratılmışların en hayırlısı olan Hz. Muhammed’le birlikte ibadet ediyordum. Bu dünyada bana daha büyük bir nimet verildiğini düşünmüyorum. Haccımızı yaptık öğlen vakti yaklaşıyordu, herkes ihramdan yeni çıkmıştı, tam herkesin birbirinden ayrılacağı çok önemli noktada peygamberimiz durmamızı istedi. Arkadakiler bize yetişti ve namaz vakti girdi. Bizde namaza hazırlanıyorduk. Hava o kadar sıcaktı ki ayaklarımızı korumak için üstlerimizdeki abaları ayaklarımızın altlarına sermiştik. Bir ağacın üzerine bez parçası çekerek peygamberimize gölgelik hazırladık. Namazımızı kıldık, yanımızda getirdiğimiz çadırlara yerleşmeyi planlıyorduk fakat peygamberimiz onun konuşmasını dinlememizi ve önemli mesajlarını duymamızı istediği için bekletti.
Peygamberin her halinden çok önemli bir konudan bahsedeceği belliydi. Onun yüzündeki tedirginlik beni de tedirgin ediyordu.
Büyük bir sabırsızlıkla canımdan çok sevdiğim peygamberimin konuşmasını bekliyordum.
Bu sırada genç bir delikanlı olan, peygamberin kardeşim dediği ve her fırsatta da bize kendisini sevmemizi emrettiği benim de kendisine karşı tarif edemediğim farklı bir muhabbet beslediğim Ali’de hemen yanı başında duruyordu.
ve derken Habibullah o kalbimi okşayan sesiyle konuşmaya başladı.
Ne de güzel hamd ediyordu “ O, gökleri yaratan, yıldızları gökyüzüne yayan, yer ve gök âleminin mutlak hâkimidir, münezzehtir, mukaddestir. Meleklerin ve Ruh’un Rabbidir. Bütün canlıları yaratmış ve ihata etmiştir. Yarattıklarına nimetleriyle lütufta bulunmuştur. Her şeyi görür; gönül gözü dışında hiçbir göz O’nu göremez.”, o Allah’a hamd ederken bende bu yüce insanı yol gösterici bir öğretmen olarak bize gönderdiği için ham ediyordum.
Bu yaşıma kadar bir ona bir de kardeşi Ali’ye karşı duyduğum muhabbeti hiç kimseye karşı hissetmedim.
Ali ve Fatıma ile aile aynı sokakta oturuyor olmak, onlara komşu olmak da benim için şeref ve mutluluktu Ali’nin Allah’a olan imanının hepimizinkinden çok farklı olduğuna en yakından şahit olanlardan biriyim.
Ben bunları düşünürken peygamberimizin Allah tarafından bir uyarı aldığını duydum ve irkildim. Peygamber kendisine gelen o ayeti okudu “Ey elçi rabbinden sana indirileni ulaştır; eğer bu tebliği ifa etmezsem O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”
Meğer kendisinden sonra insanlığa yön verecek, insanları hidayete çağıracak olan Allah tarafından tayin edilmiş halifesini duyuracakmış Allah Resulü.
Resulullah’ın dudaklarının arasından Ali’nin adını duyduğumda yaşadığım mutluluğu daha önce hiç yaşamamıştım. Söylemiştim ya o hepimizden çok farklıydı. Peygamberimiz Ali’nin elini havaya kaldırıp; “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diye haykırdığında kalabalığı yarıp koşa koşa gidip Ali’yi ve Allah resulünü tebrik etmemek için kendimi zor tuttum. Bir yandan gözlerimden yaşlar boşalırken bir yandan da Yüce Allah’ın peygamberden sonra bizi kendi halimize bırakmayacağı için hamd ediyordum. İşte şimdi anlamıştım yıllardır Ali’ye karşı beslediğim o derin muhabbetin sebebini. O Allah’ın yeryüzündeki halifesiymiş ve onun sevgisi imandanmış.
Evet, ben bunun mutluluğunu yaşarken Allah resulünün yüzündeki ifadenin değiştiğini fark ettim. Bu haberi duyurmaktan muaf tutulmasını istemiş. Şaşırmıştım, sevincim boğazımda düğümlenmişti sanki. Peygamberimi tedirgin eden sebep neydi acaba? Meğer ne çok üzmüşler peygamberimi. Peygambere lakap tatmaktan tut da arkasından iş çevirmeye kadar neler neler yapmışlar. Peygamberimin endişesi de bu yüzdenmiş, münafıkların çokluğundan dolayı istememiş.
Peygamberimiz dakikalarca bize kendisinden sonra dinin koruyucularından, yeryüzünün hüccetlerinden bahsetti. 12 imamı tek tek tanıtarak kendisinden sonra yanlış insanların arkasından gitmememizi, dini yalnızca bu seçilmiş insanlardan öğrenmemizi emretti. Hem çok mutluydum hem de çok üzgün, neden ısrarla peygamber 12 imamı vurgulayıp duruyordu? Yoksa o hayattayken yüzüne gülüp arkasından iş çevirenler ölümünden sonra da mı aynı şeyi yapacaklardı? Öyleyse bizlerin de çok dikkatli olması gerekiyordu.
Evet, şimdi anlıyorum Allah resulünün neden bu kadar tedirgin olduğunu. Daha vefatının üzerinden birkaç gün geçmeden peygamberin o gün söyledikleri unutulmuştu bile. Yüce Allah’ın peygambere tayin ettiği halife yerine kendi seçtikleri sıradan bir insanı getirmelerini hayretler içerisinde seyrediyordum. Ama çoğunluğun sessiz kalmasından dolayı biz bir avuç insanın itirazı hiçbir işe yaramıyordu.
Daha neler neler yaşadık, peygamberin ehli beytine neler yaşatıldı anlatsam yürekleriniz dayanmaz, kalbiniz param parça olur. Bir taraftan peygamberin değerli kızı, ümmetin incisi Hz. Fatıma’ya yapılan haksızlıklara şahit oluyor, bir taraftan da hakkı elinden alınan Ali’nin nasıl yalnızlaştırıldığını yüreğim sızlayarak şahit oluyordum.
Canım sana feda olsun ey Allah’ın itaatini bize farz kıldığı canımdan değerli imamım!
Ben tarafımı daha Gadir Hum günü seçmiştim. Peygamberimin söylediklerini taşa kazır gibi aklıma ve kalbime kazımıştım. Daha o gün peygamberden sonra yanlış yollara sapmamak, kişilerin uydurduğu dinlerin ardından gitmemek, yalnızca Allah’ın dinini yaşamak için Ali’nin peşinden gideceğime dair peygamberime söz vermiştim. Bu gün de her türlü baskıya, zorluğa ve yıldırma çabalarına rağmen İmam Ali’nin ve ondan sonra gelecek olan 11 evladının kaç tanesine ömrüm yeterse yetsin itaat edeceğim.
MASUME ZEHRA ADIGÜZEL
Yaratılmış ilk insandan bu yana bütün inananların Allah’a ibadet ettiği bu noktada, yaratılmışların en hayırlısı olan Hz. Muhammed’le birlikte ibadet ediyordum. Bu dünyada bana daha büyük bir nimet verildiğini düşünmüyorum. Haccımızı yaptık öğlen vakti yaklaşıyordu, herkes ihramdan yeni çıkmıştı, tam herkesin birbirinden ayrılacağı çok önemli noktada peygamberimiz durmamızı istedi. Arkadakiler bize yetişti ve namaz vakti girdi. Bizde namaza hazırlanıyorduk. Hava o kadar sıcaktı ki ayaklarımızı korumak için üstlerimizdeki abaları ayaklarımızın altlarına sermiştik. Bir ağacın üzerine bez parçası çekerek peygamberimize gölgelik hazırladık. Namazımızı kıldık, yanımızda getirdiğimiz çadırlara yerleşmeyi planlıyorduk fakat peygamberimiz onun konuşmasını dinlememizi ve önemli mesajlarını duymamızı istediği için bekletti.
Peygamberin her halinden çok önemli bir konudan bahsedeceği belliydi. Onun yüzündeki tedirginlik beni de tedirgin ediyordu.
Büyük bir sabırsızlıkla canımdan çok sevdiğim peygamberimin konuşmasını bekliyordum.
Bu sırada genç bir delikanlı olan, peygamberin kardeşim dediği ve her fırsatta da bize kendisini sevmemizi emrettiği benim de kendisine karşı tarif edemediğim farklı bir muhabbet beslediğim Ali’de hemen yanı başında duruyordu.
ve derken Habibullah o kalbimi okşayan sesiyle konuşmaya başladı.
Ne de güzel hamd ediyordu “ O, gökleri yaratan, yıldızları gökyüzüne yayan, yer ve gök âleminin mutlak hâkimidir, münezzehtir, mukaddestir. Meleklerin ve Ruh’un Rabbidir. Bütün canlıları yaratmış ve ihata etmiştir. Yarattıklarına nimetleriyle lütufta bulunmuştur. Her şeyi görür; gönül gözü dışında hiçbir göz O’nu göremez.”, o Allah’a hamd ederken bende bu yüce insanı yol gösterici bir öğretmen olarak bize gönderdiği için ham ediyordum.
Bu yaşıma kadar bir ona bir de kardeşi Ali’ye karşı duyduğum muhabbeti hiç kimseye karşı hissetmedim.
Ali ve Fatıma ile aile aynı sokakta oturuyor olmak, onlara komşu olmak da benim için şeref ve mutluluktu Ali’nin Allah’a olan imanının hepimizinkinden çok farklı olduğuna en yakından şahit olanlardan biriyim.
Ben bunları düşünürken peygamberimizin Allah tarafından bir uyarı aldığını duydum ve irkildim. Peygamber kendisine gelen o ayeti okudu “Ey elçi rabbinden sana indirileni ulaştır; eğer bu tebliği ifa etmezsem O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”
Meğer kendisinden sonra insanlığa yön verecek, insanları hidayete çağıracak olan Allah tarafından tayin edilmiş halifesini duyuracakmış Allah Resulü.
Resulullah’ın dudaklarının arasından Ali’nin adını duyduğumda yaşadığım mutluluğu daha önce hiç yaşamamıştım. Söylemiştim ya o hepimizden çok farklıydı. Peygamberimiz Ali’nin elini havaya kaldırıp; “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diye haykırdığında kalabalığı yarıp koşa koşa gidip Ali’yi ve Allah resulünü tebrik etmemek için kendimi zor tuttum. Bir yandan gözlerimden yaşlar boşalırken bir yandan da Yüce Allah’ın peygamberden sonra bizi kendi halimize bırakmayacağı için hamd ediyordum. İşte şimdi anlamıştım yıllardır Ali’ye karşı beslediğim o derin muhabbetin sebebini. O Allah’ın yeryüzündeki halifesiymiş ve onun sevgisi imandanmış.
Evet, ben bunun mutluluğunu yaşarken Allah resulünün yüzündeki ifadenin değiştiğini fark ettim. Bu haberi duyurmaktan muaf tutulmasını istemiş. Şaşırmıştım, sevincim boğazımda düğümlenmişti sanki. Peygamberimi tedirgin eden sebep neydi acaba? Meğer ne çok üzmüşler peygamberimi. Peygambere lakap tatmaktan tut da arkasından iş çevirmeye kadar neler neler yapmışlar. Peygamberimin endişesi de bu yüzdenmiş, münafıkların çokluğundan dolayı istememiş.
Peygamberimiz dakikalarca bize kendisinden sonra dinin koruyucularından, yeryüzünün hüccetlerinden bahsetti. 12 imamı tek tek tanıtarak kendisinden sonra yanlış insanların arkasından gitmememizi, dini yalnızca bu seçilmiş insanlardan öğrenmemizi emretti. Hem çok mutluydum hem de çok üzgün, neden ısrarla peygamber 12 imamı vurgulayıp duruyordu? Yoksa o hayattayken yüzüne gülüp arkasından iş çevirenler ölümünden sonra da mı aynı şeyi yapacaklardı? Öyleyse bizlerin de çok dikkatli olması gerekiyordu.
Evet, şimdi anlıyorum Allah resulünün neden bu kadar tedirgin olduğunu. Daha vefatının üzerinden birkaç gün geçmeden peygamberin o gün söyledikleri unutulmuştu bile. Yüce Allah’ın peygambere tayin ettiği halife yerine kendi seçtikleri sıradan bir insanı getirmelerini hayretler içerisinde seyrediyordum. Ama çoğunluğun sessiz kalmasından dolayı biz bir avuç insanın itirazı hiçbir işe yaramıyordu.
Daha neler neler yaşadık, peygamberin ehli beytine neler yaşatıldı anlatsam yürekleriniz dayanmaz, kalbiniz param parça olur. Bir taraftan peygamberin değerli kızı, ümmetin incisi Hz. Fatıma’ya yapılan haksızlıklara şahit oluyor, bir taraftan da hakkı elinden alınan Ali’nin nasıl yalnızlaştırıldığını yüreğim sızlayarak şahit oluyordum.
Canım sana feda olsun ey Allah’ın itaatini bize farz kıldığı canımdan değerli imamım!
Ben tarafımı daha Gadir Hum günü seçmiştim. Peygamberimin söylediklerini taşa kazır gibi aklıma ve kalbime kazımıştım. Daha o gün peygamberden sonra yanlış yollara sapmamak, kişilerin uydurduğu dinlerin ardından gitmemek, yalnızca Allah’ın dinini yaşamak için Ali’nin peşinden gideceğime dair peygamberime söz vermiştim. Bu gün de her türlü baskıya, zorluğa ve yıldırma çabalarına rağmen İmam Ali’nin ve ondan sonra gelecek olan 11 evladının kaç tanesine ömrüm yeterse yetsin itaat edeceğim.
MASUME ZEHRA ADIGÜZEL

BU BAYRAM NEYİ KURBAN EDİYORSUN?
Her kurban bayramında Hz. İbrahim (a.s) ile oğlu Hz. İsmail’in (a.s) Allah’ın emrine itaat konusunda verdikleri başarılı sınavı hatırlıyoruz.
Kurban, kelime anlamıyla kaf-re-be kelimesinden türemiştir. Türkçe karşılığı ise yaklaşmak demektir. Bu manadan da anlaşıldığı gibi kurban; Allah’a yakınlaşmaya ve O’nun rızasını kazanmaya vesiledir.
‘’Kurban; kurbiyettir, yaklaşmak, yakınlaşmak ve yakınlaştırmaktır. Aynı zamanda teslimiyetin ve sadakatin bir sembolüdür. Yani kurban; teslim olmak, teslim etmek ve teslim ettirmektir, İsmail gibi, Hacer gibi…Ve yine kurban; feda olmak, feda etmek ve feda ettirmektir, İbrahim gibi…’’
İnsan fıtraten unutmaya ve gaflete düşmeye meyillidir. Bunun için çoğu zaman Allah’ın kendisine verdiği malın, mülkün, evladın gerçek sahibini unutur.
Hacc suresi, 34 de “Biz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O’nun adını ansınlar. İlahınız bir tek ilahtır. Yalnız O’na teslim olun . O alçak gönüllü saygılı, samimi insanları müjdele.” buyuruluyor. Kurban emri ile hakiki mal sahibinin kim olduğunu hatırlatılıyor.
Coğrafyamızdan, kültürümüzden, çevremizden ötürü aşina olduğumuz bir geleneğimizdir kurban. Belki altında ki yatan derin anlamı ya da bize verilmek istenen birçok mesajı anlamadan sürdürdüğümüz bir bayram. Çocukluğumuzdan beri özenle hazırlandığımız, heyecanla beklediğimiz, sofralarımızın lezzetlendiği özel günlerdir bizim için. Hadi gelin bu bayram madden değil, manen de her şeyimizle bayrama hazır olalım!
Hacc süresi / 37 “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O’na ulaşır. Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki, sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.” buyuruluyor.
Görüldüğü gibi Allah’ın ne ete, ne kana ihtiyacı vardır. Bizim bu bayramımız telaşlı değil, sevaplı olsun. Gayretimiz takva üzerine olsun.
Herkesin elbette kurban edecek bir hayvanı olmayabilir ama kurban edecek bir zaafı mutlaka vardır. Bu bayram bunları tespit edip kesme vakti!
Benim kurbanım; namaza gitmekten alıkoyan nefsim, benim kurbanım; ahiretimi kurtarmak için çalışmama engel olan dünyalık meşguliyetim, benim kurbanım; dünya namına kalbimde putlaştırdığım tüm zevklerim… Benim kurbanım; sabır gösteremediğim tüm imtihanlarım…
Onlar imtihanını başarı ile geçti. Peki, sen bu bayram neleri kurban ederek sadakatini göstereceksin?
Tüm yeryüzünün gerçek bayramı ise herkesin hakkının kendisine verildiği, Kur’an’ın tam olarak hayat bulduğu hüccetle beraber ilahi rızaya vakfe durduğumuz günler olacaktır. Bu büyük bayram ise, insanlığın kendi talebiyle olacaktır. İşte o günlere koşabilmek ümidiyle, İmam Mehdi (as)’inin yanında olmak ve ilahi rıza onuruyla gerçek bayramlara…
ZEYNEP TURAN
Kurban, kelime anlamıyla kaf-re-be kelimesinden türemiştir. Türkçe karşılığı ise yaklaşmak demektir. Bu manadan da anlaşıldığı gibi kurban; Allah’a yakınlaşmaya ve O’nun rızasını kazanmaya vesiledir.
‘’Kurban; kurbiyettir, yaklaşmak, yakınlaşmak ve yakınlaştırmaktır. Aynı zamanda teslimiyetin ve sadakatin bir sembolüdür. Yani kurban; teslim olmak, teslim etmek ve teslim ettirmektir, İsmail gibi, Hacer gibi…Ve yine kurban; feda olmak, feda etmek ve feda ettirmektir, İbrahim gibi…’’
İnsan fıtraten unutmaya ve gaflete düşmeye meyillidir. Bunun için çoğu zaman Allah’ın kendisine verdiği malın, mülkün, evladın gerçek sahibini unutur.
Hacc suresi, 34 de “Biz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O’nun adını ansınlar. İlahınız bir tek ilahtır. Yalnız O’na teslim olun . O alçak gönüllü saygılı, samimi insanları müjdele.” buyuruluyor. Kurban emri ile hakiki mal sahibinin kim olduğunu hatırlatılıyor.
Coğrafyamızdan, kültürümüzden, çevremizden ötürü aşina olduğumuz bir geleneğimizdir kurban. Belki altında ki yatan derin anlamı ya da bize verilmek istenen birçok mesajı anlamadan sürdürdüğümüz bir bayram. Çocukluğumuzdan beri özenle hazırlandığımız, heyecanla beklediğimiz, sofralarımızın lezzetlendiği özel günlerdir bizim için. Hadi gelin bu bayram madden değil, manen de her şeyimizle bayrama hazır olalım!
Hacc süresi / 37 “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O’na ulaşır. Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki, sizi doğru yola ilettiği için Allah’ın büyüklüğünü anasınız. Güzel davrananları müjdele.” buyuruluyor.
Görüldüğü gibi Allah’ın ne ete, ne kana ihtiyacı vardır. Bizim bu bayramımız telaşlı değil, sevaplı olsun. Gayretimiz takva üzerine olsun.
Herkesin elbette kurban edecek bir hayvanı olmayabilir ama kurban edecek bir zaafı mutlaka vardır. Bu bayram bunları tespit edip kesme vakti!
Benim kurbanım; namaza gitmekten alıkoyan nefsim, benim kurbanım; ahiretimi kurtarmak için çalışmama engel olan dünyalık meşguliyetim, benim kurbanım; dünya namına kalbimde putlaştırdığım tüm zevklerim… Benim kurbanım; sabır gösteremediğim tüm imtihanlarım…
Onlar imtihanını başarı ile geçti. Peki, sen bu bayram neleri kurban ederek sadakatini göstereceksin?
Tüm yeryüzünün gerçek bayramı ise herkesin hakkının kendisine verildiği, Kur’an’ın tam olarak hayat bulduğu hüccetle beraber ilahi rızaya vakfe durduğumuz günler olacaktır. Bu büyük bayram ise, insanlığın kendi talebiyle olacaktır. İşte o günlere koşabilmek ümidiyle, İmam Mehdi (as)’inin yanında olmak ve ilahi rıza onuruyla gerçek bayramlara…
ZEYNEP TURAN

TERVİYE GÜNÜ
Sizde de olduğunu düşünüyorum. Bazı simgeler insana bazı şeyler çağrıştırır. Terviye günü deyince de bana ilk gelen çağrışım İmam Hüseyin(as) olur. Hüzünlenirim o gün. Sanki o anı bende yaşarım.
Sözlükte terviye “düşünmek, akıl yormak; sulamak, suya kandırmak” manalarına gelir. Terviye günü Kurban bayramının arefe gününden bir gün öncesine denir. Yani Arafat’a çıkma hazırlığıdır. Marifet ehli olmanın gayretidir. Sanki Ahiret gününde Rabb’ine kendi referansını verircesine….
Biliyorsunuz ki Kâbe, Arafat, Mina, Müzdelife, Safa ve Merve hepsi Allah’ın şiarlarıdır… Elbette hepsi taştır. Ancak onlar Rabbinden çeşitli mesajların işaretleridir. Ben tüm bu şiarlar arasında canlı bir şiarın marifetinden yoksun olunuşuna bugün dokunmak istiyorum.
Çünkü biz bu bağlantıyı görmediğimizde canlı şiarı okuyamayan cansız şiarları asla okuyamaz.
Gelelim Terviye gününe… Yıl H. 60.(M. yıl 682)
Müslümanların tepesinde Muaviye b. Sufyan vardı. Ömrünün son yıllarında koltuğunu kendi oğlu Yezid adına sağlama almak için, oğlu Yezid’i başa getirmek yönetimi saltanata çevirmek istiyordu. Ancak kendilerinin Müslümanların meşru önderi olmadıklarını kendileri de biliyordu. Halkta biliyordu. Dolayısıyla oğlu Yezid’in yerini sağlamlaştırmak için İmam Hasan’ı(as) zehirlettirerek şehid ettirdi. Şimdi sırada İmam Hüseyin (as) vardı. İzlediği ilk politika onu yalnızlaştırmak oldu. Tüm halktan zorla veya rüşvetle biatı aldı. Birkaç kişi biat etmedi. Onları da ölüm anında oğluna katledilmesi için vasiyet etti. Oğlu Yezid ve ona destek verenler vasiyeti bir an önce uygulamaya koyuldular. İmam Hüseyin (as) o sırada ceddinin şehri olan Medine’de idi.
Ancak toplumun yeni bir sürece, saltanat sistemine geçtiğinden ve kendisinin engel teşkil ettiğinden her an suikast olabileceğini biliyordu. Ancak mesele kendisinin öldürülmesi değildi. Zaten bu aile şehadet ailesi idi. Ancak ümmet ve gelecek nesillerin İslam dünyasına vedası oluyordu. İmam Hüseyin halkı uyandırmak için Mekke’ye gitti. Orada Allah’ın şiarlarının hatırına belki insanlar konuya daha hassas olabilirdi. Defalarca ceddi peygamberin çizgisini, ayetlerin çağrısını, gidişatın olumsuzluklarını hatırlattı. Ancak hac zamanı gelmesine, halkın hac menasiklerini için Mekke’de yoğunlaşmasına, Allah’ın huzurunda vakfe durmalarına rağmen bu çağrıları duymayacaklardı.
Çünkü bu halk daha imamını, dininin ne buyurduğunu bile anlamamışlardı. O imam Peygamberin vasisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, sıradaki hücceti, zamanının imamı idi. Ama insanlar onu duymuyorlardı bile! İmam Hüseyin (as), son güne kadar bekledi. İnsanlara süre verdi. Artık denilecek bir şey yoktu. Yezid hükümeti bu beldeleri kana boyayacaktı. En doğru karar buradan ayrılmak, kendi velayetini kabul eden Kûfe şehrinin davetlerine icabet etmekti. Hac zamanı Terviye günü Mekke’den, ailesi ve dostları ile ayrılacaktı.
27. Recep H. 60 günü Medine’den ayrılan İmam Hüseyin (as), 3 Şaban H. 60 günü Mekke’ye girmişti. Uzun bir süre baskılara rağmen gerekli tüm tebliğlerini yapmıştı. Ancak gerekli olan icabeti burada da görmemişti. Dolayısıyla umresini tamamlayıp, terviye günü Mekke’den ayrıldı.
Aklımıza şöyle bir soru gelebilir? Bu topluluk Müslüman bir toplum. Haram aylarda adam öldürmek cahiliye zamanında bile hoş karşılanmıyordu. Şimdi bunu yapabilirler miydi? Evet, nitekim kaç defa imam Hüseyin (as) suikastın uçurumundan dönmüştü. Nitekim bu halk babasını Ramazan ayında, hem de muhtemel kadir gecesinde katletmişlerdi. Abisi İmam Hasan (as)’ı da şehid etmişlerdi. Kendi imamını öldüren bir toplum başka hürmetleri de önemsemezdi.
Bu nedenle ailesi ile beraber gelen tüm dostları ile yola koyuldu.
Ailesini yanına alan imam Hüseyin(as)’e yine eleştiri gelebilir. Neden ailesini yanında götürüyor diye?
Birincisi imam Hüseyin (as) gittikten sonra ailesi üzerinden de tehditler yapılabilir, işkencelere maruz kalabilirlerdi. Onları böyle bir zillet ortamına bırakamazdı. İkincisi savaşmak için yola koyulmuyordu. Ve daha nice hikmetleri de daha sonra anlaşılacaktı.
İmam Hüseyin (as), aile ve dostları ile Terviye günü yani 8 Zilhicce H. 60’ta Mekke’den ayrılmıştı. Mekke’de yaklaşık beş aya yakın kalmıştı. Ancak meramını kimse duymamıştı.
Ben yine derin düşüncelere dalıyorum. Eğer bu insanlar İmamını anlamıyorsa Kâbe’yi nasıl tavaf edebiliyor, Arafat’ta nasıl vakfe duruyor, ihramı niçin giyiniyor, Rabb’inin nasıl misafiri olabiliyor… Bu yapacakları rükünlerin anlamı nedir acaba? Yaptıkları tüm rükünler Allah’ı birlemek içindir, o halde tağuta başkaldırmak ve toplumun ıslah olması için mücadele etmek kendilerinin de sorumluluğu değil miydi? Bu amaç için imamlarına yardım etmeleri gerekmez miydi? Hem de imamlarına yardım etmedikleri halde bu dini getiren Peygamber’e ve dolayısıyla Rabbb’ine cevap vereceklerdi? Gerçekten dinin içi boşaltılmıştı. Din, sadece bir kabuk oluvermişti.
İmam’ın Kûfe’ye doğru gitmemesi için onun yanına gelip akıl verenler çok olmuştu. İmam’a teslim olup, itaat etme yerine ona nasihatte bulunuyorlardı. Muhammed b. Hanefiye, Abdullah b. Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Zübeyr, Abdullah b. Muti, Ömer bin Ali, Amr b. Levzan gibi. Her birinin farklı bir dayanağı vardı. Kimisi iyi niyetinden gelip, onun gitmesini istemiyordu, kimisinin de başkaca sebepleri vardı. İster iyi niyet, ister kötü niyet fark etmezdi, hangi sebep olursa olsun İmam’a itaat ve yardım etmeleri kendilerine farz idi. Anlaşılan o dur ki imam Hüseyin (as)’in imamet makamını anlamamışlar ki, imanlarının zarar gördüklerinin farkında değillerdi. Onların imama gelip endişe veya iyiliğini istiyormuş gibi konuşmaları zaten kendilerini ele veriyordu. İmam’ı anlamamakla, marifetten ne kadar uzak olduklarını yansıtmış oluyorlardı.
Acaba imam İlahî korumadan, bâtıni ilimden, hidayet metodundan, gizli hikmetlerden mahrum mudur? Yorum yapmaları abes bir durumdur. Sanki İmam onların velisi değil, onlar imam üzerinde velilermiş gibi!
Yine de imam Hüseyin (as) hepsinin hidayetini tamamlayacak şekilde ayrı ayrı onlara açıklama getirmektedir. Bu konuları belki de tek tek incelemek gerek. Ancak konu çok uzayacak bu nedenle tarihsel sürece baktığımızda lütfen bu pencereleri de görelim. İmam hiçbir yerde, hiçbir şekilde insanların tıkanıklıklarda kalmasını istemiyor, her eksik ve yanlış yapmamalarına karşı hidayet yolunu görmeleri için elinden geleni yapıyor. Kişisel algılara hiç kapı aralamıyor. Kişilerin algıları ile hidayet yolunun kapatılmasına izin vermiyor. Bu ayrıntılara dikkat ettiğimizde imamızdan öğreneceğimiz çok sünnetler ortaya çıkıyor.
Ancak İmam Hüseyin (as) bu toplumun İsrail oğullarının Cumartesi günü imtihanı gibi kendi üzerlerinden de imtihanda olduklarını bir daha hatırlatıyordu. Bu imtihandan gerçekten hak ehli, marifet sahibi olan geçebilecekti. Dolayısıyla İmam’a yani imamet makamına nasıl yaklaşılmalı bu önemli bir marifetti. Bunu bilmek gerekirdi.
Şimdi aralarında konuşan, yürüyen, idrak eden, bildiren, anlatan, yaşayan, faruk, sıddık, şifa, nur, hikmet, Kur’an olan imam Hüseyin(as) varken onu anlamamışlardı, o cansız şiarları nasıl anlayacaklardı? Onlar üzerinden Rabb’lerine verdikleri ahidlerde ne kadar samimi olacaklardı? Bunu artık her insanın kendi şapkasını önüne koyup kendisinin düşünmesi gerekiyordu.
Terviye günü marifete hazırlıktı, kana kana marifetten içmekti. Marifet deryası olan İmam’ını anlamayanlar, marifet damlasından yudumlayabilirler miydi?
İmam Hüseyin(as) o gün oradan ayrıldı.
Ancak bugün, Terviye gününde onun makamında, bu toplumun önünde İmam Mehdi(a.f) var. Ya marifet deryasını duymaya ve anlamaya çalışacağız ya da aynı hatayı bir daha tekerrür edeceğiz? Bizim de şapkamızı önümüze koyup düşünme zamanı gelmiştir. Marifet deryasını seçenlerden oluruz inşallah!
Sözlükte terviye “düşünmek, akıl yormak; sulamak, suya kandırmak” manalarına gelir. Terviye günü Kurban bayramının arefe gününden bir gün öncesine denir. Yani Arafat’a çıkma hazırlığıdır. Marifet ehli olmanın gayretidir. Sanki Ahiret gününde Rabb’ine kendi referansını verircesine….
Biliyorsunuz ki Kâbe, Arafat, Mina, Müzdelife, Safa ve Merve hepsi Allah’ın şiarlarıdır… Elbette hepsi taştır. Ancak onlar Rabbinden çeşitli mesajların işaretleridir. Ben tüm bu şiarlar arasında canlı bir şiarın marifetinden yoksun olunuşuna bugün dokunmak istiyorum.
Çünkü biz bu bağlantıyı görmediğimizde canlı şiarı okuyamayan cansız şiarları asla okuyamaz.
Gelelim Terviye gününe… Yıl H. 60.(M. yıl 682)
Müslümanların tepesinde Muaviye b. Sufyan vardı. Ömrünün son yıllarında koltuğunu kendi oğlu Yezid adına sağlama almak için, oğlu Yezid’i başa getirmek yönetimi saltanata çevirmek istiyordu. Ancak kendilerinin Müslümanların meşru önderi olmadıklarını kendileri de biliyordu. Halkta biliyordu. Dolayısıyla oğlu Yezid’in yerini sağlamlaştırmak için İmam Hasan’ı(as) zehirlettirerek şehid ettirdi. Şimdi sırada İmam Hüseyin (as) vardı. İzlediği ilk politika onu yalnızlaştırmak oldu. Tüm halktan zorla veya rüşvetle biatı aldı. Birkaç kişi biat etmedi. Onları da ölüm anında oğluna katledilmesi için vasiyet etti. Oğlu Yezid ve ona destek verenler vasiyeti bir an önce uygulamaya koyuldular. İmam Hüseyin (as) o sırada ceddinin şehri olan Medine’de idi.
Ancak toplumun yeni bir sürece, saltanat sistemine geçtiğinden ve kendisinin engel teşkil ettiğinden her an suikast olabileceğini biliyordu. Ancak mesele kendisinin öldürülmesi değildi. Zaten bu aile şehadet ailesi idi. Ancak ümmet ve gelecek nesillerin İslam dünyasına vedası oluyordu. İmam Hüseyin halkı uyandırmak için Mekke’ye gitti. Orada Allah’ın şiarlarının hatırına belki insanlar konuya daha hassas olabilirdi. Defalarca ceddi peygamberin çizgisini, ayetlerin çağrısını, gidişatın olumsuzluklarını hatırlattı. Ancak hac zamanı gelmesine, halkın hac menasiklerini için Mekke’de yoğunlaşmasına, Allah’ın huzurunda vakfe durmalarına rağmen bu çağrıları duymayacaklardı.
Çünkü bu halk daha imamını, dininin ne buyurduğunu bile anlamamışlardı. O imam Peygamberin vasisi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, sıradaki hücceti, zamanının imamı idi. Ama insanlar onu duymuyorlardı bile! İmam Hüseyin (as), son güne kadar bekledi. İnsanlara süre verdi. Artık denilecek bir şey yoktu. Yezid hükümeti bu beldeleri kana boyayacaktı. En doğru karar buradan ayrılmak, kendi velayetini kabul eden Kûfe şehrinin davetlerine icabet etmekti. Hac zamanı Terviye günü Mekke’den, ailesi ve dostları ile ayrılacaktı.
27. Recep H. 60 günü Medine’den ayrılan İmam Hüseyin (as), 3 Şaban H. 60 günü Mekke’ye girmişti. Uzun bir süre baskılara rağmen gerekli tüm tebliğlerini yapmıştı. Ancak gerekli olan icabeti burada da görmemişti. Dolayısıyla umresini tamamlayıp, terviye günü Mekke’den ayrıldı.
Aklımıza şöyle bir soru gelebilir? Bu topluluk Müslüman bir toplum. Haram aylarda adam öldürmek cahiliye zamanında bile hoş karşılanmıyordu. Şimdi bunu yapabilirler miydi? Evet, nitekim kaç defa imam Hüseyin (as) suikastın uçurumundan dönmüştü. Nitekim bu halk babasını Ramazan ayında, hem de muhtemel kadir gecesinde katletmişlerdi. Abisi İmam Hasan (as)’ı da şehid etmişlerdi. Kendi imamını öldüren bir toplum başka hürmetleri de önemsemezdi.
Bu nedenle ailesi ile beraber gelen tüm dostları ile yola koyuldu.
Ailesini yanına alan imam Hüseyin(as)’e yine eleştiri gelebilir. Neden ailesini yanında götürüyor diye?
Birincisi imam Hüseyin (as) gittikten sonra ailesi üzerinden de tehditler yapılabilir, işkencelere maruz kalabilirlerdi. Onları böyle bir zillet ortamına bırakamazdı. İkincisi savaşmak için yola koyulmuyordu. Ve daha nice hikmetleri de daha sonra anlaşılacaktı.
İmam Hüseyin (as), aile ve dostları ile Terviye günü yani 8 Zilhicce H. 60’ta Mekke’den ayrılmıştı. Mekke’de yaklaşık beş aya yakın kalmıştı. Ancak meramını kimse duymamıştı.
Ben yine derin düşüncelere dalıyorum. Eğer bu insanlar İmamını anlamıyorsa Kâbe’yi nasıl tavaf edebiliyor, Arafat’ta nasıl vakfe duruyor, ihramı niçin giyiniyor, Rabb’inin nasıl misafiri olabiliyor… Bu yapacakları rükünlerin anlamı nedir acaba? Yaptıkları tüm rükünler Allah’ı birlemek içindir, o halde tağuta başkaldırmak ve toplumun ıslah olması için mücadele etmek kendilerinin de sorumluluğu değil miydi? Bu amaç için imamlarına yardım etmeleri gerekmez miydi? Hem de imamlarına yardım etmedikleri halde bu dini getiren Peygamber’e ve dolayısıyla Rabbb’ine cevap vereceklerdi? Gerçekten dinin içi boşaltılmıştı. Din, sadece bir kabuk oluvermişti.
İmam’ın Kûfe’ye doğru gitmemesi için onun yanına gelip akıl verenler çok olmuştu. İmam’a teslim olup, itaat etme yerine ona nasihatte bulunuyorlardı. Muhammed b. Hanefiye, Abdullah b. Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Zübeyr, Abdullah b. Muti, Ömer bin Ali, Amr b. Levzan gibi. Her birinin farklı bir dayanağı vardı. Kimisi iyi niyetinden gelip, onun gitmesini istemiyordu, kimisinin de başkaca sebepleri vardı. İster iyi niyet, ister kötü niyet fark etmezdi, hangi sebep olursa olsun İmam’a itaat ve yardım etmeleri kendilerine farz idi. Anlaşılan o dur ki imam Hüseyin (as)’in imamet makamını anlamamışlar ki, imanlarının zarar gördüklerinin farkında değillerdi. Onların imama gelip endişe veya iyiliğini istiyormuş gibi konuşmaları zaten kendilerini ele veriyordu. İmam’ı anlamamakla, marifetten ne kadar uzak olduklarını yansıtmış oluyorlardı.
Acaba imam İlahî korumadan, bâtıni ilimden, hidayet metodundan, gizli hikmetlerden mahrum mudur? Yorum yapmaları abes bir durumdur. Sanki İmam onların velisi değil, onlar imam üzerinde velilermiş gibi!
Yine de imam Hüseyin (as) hepsinin hidayetini tamamlayacak şekilde ayrı ayrı onlara açıklama getirmektedir. Bu konuları belki de tek tek incelemek gerek. Ancak konu çok uzayacak bu nedenle tarihsel sürece baktığımızda lütfen bu pencereleri de görelim. İmam hiçbir yerde, hiçbir şekilde insanların tıkanıklıklarda kalmasını istemiyor, her eksik ve yanlış yapmamalarına karşı hidayet yolunu görmeleri için elinden geleni yapıyor. Kişisel algılara hiç kapı aralamıyor. Kişilerin algıları ile hidayet yolunun kapatılmasına izin vermiyor. Bu ayrıntılara dikkat ettiğimizde imamızdan öğreneceğimiz çok sünnetler ortaya çıkıyor.
Ancak İmam Hüseyin (as) bu toplumun İsrail oğullarının Cumartesi günü imtihanı gibi kendi üzerlerinden de imtihanda olduklarını bir daha hatırlatıyordu. Bu imtihandan gerçekten hak ehli, marifet sahibi olan geçebilecekti. Dolayısıyla İmam’a yani imamet makamına nasıl yaklaşılmalı bu önemli bir marifetti. Bunu bilmek gerekirdi.
Şimdi aralarında konuşan, yürüyen, idrak eden, bildiren, anlatan, yaşayan, faruk, sıddık, şifa, nur, hikmet, Kur’an olan imam Hüseyin(as) varken onu anlamamışlardı, o cansız şiarları nasıl anlayacaklardı? Onlar üzerinden Rabb’lerine verdikleri ahidlerde ne kadar samimi olacaklardı? Bunu artık her insanın kendi şapkasını önüne koyup kendisinin düşünmesi gerekiyordu.
Terviye günü marifete hazırlıktı, kana kana marifetten içmekti. Marifet deryası olan İmam’ını anlamayanlar, marifet damlasından yudumlayabilirler miydi?
İmam Hüseyin(as) o gün oradan ayrıldı.
Ancak bugün, Terviye gününde onun makamında, bu toplumun önünde İmam Mehdi(a.f) var. Ya marifet deryasını duymaya ve anlamaya çalışacağız ya da aynı hatayı bir daha tekerrür edeceğiz? Bizim de şapkamızı önümüze koyup düşünme zamanı gelmiştir. Marifet deryasını seçenlerden oluruz inşallah!

SALİH TOPLUMUN İNŞASINDA SADAKANIN ÖNEMİ
Bismillahir Rahmanir Rahim
Allame Tabatabai El-Mizan tefsirinde buyuruyor ki: “İnfak İslâm’ın iki temel ilkesinden insan haklarıyla ilgili olarak önemle üzerinde durduğu olgulardan biridir. Çeşitli araçlar kullanarak, değişik açılardan insanları infaka, hayır amaçlı harcamalara teşvik etmiştir İslâm. Zekât, humus, malî keffaretler, fidye çeşitleri, farz nitelikli infaklar, mendup ve müstehap sadakalar bu tür harcama yollarının başında gelir.
Bununla, başkalarının yardımı olmadan temel hayati ihtiyaçlarını gideremeyen alt sınıfların geçim standartlarının yükseltilmesi, ufuklarının zenginlik ve nimetler içinde yüzen sınıfların ufuklarına yaklaştırılması amaçlanmıştır. Öte yandan yüksek tabakalara mensup kimselerin, dünya hayatının gösterişli süslerini ve göz alıcı nimetlerini, hoş karşılanmayacak bir şekilde ve ortalama insanların elde edemeyeceği pahalı eşyaları sergilemeleri yasaklanmıştır. Bu amaçla saçıp savurma, israf ve benzeri tutumların yasak olduğu belirtilmiştir. Bundan amaç, insan türüne özgü birbirine yakın konumlarda, katmanların birbirine benzer standartlarda olduğu ortalama bir hayat düzeyi oluşturmaktır. Birlik ve dayanışma ruhunu canlandırmak, zıt iradeleri, kalplerin kin duygularını ve kıskançlığa yol açacak düşünceleri öldürmektir. Çünkü Kur’ân’a göre, hak dinin görevi, hayatı tüm yönleriyle düzenlemek, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu garantileyen bir hayat biçimi kurmaktır. Böyle bir hayatta insan, gerçek bilgiler ve üstün ahlâk ilkeleriyle bezenmiş hoş bir hayat yaşar. Dünyada yüce Allah’ın bahşettiği nimetlerden yararlanır. Bu güzel hayat sayesinde zorlukları, musibetleri ve maddî yetersizlikleri kendisi uzaklaştırır. Bu amacın gerçekleşmesi, güzelliği ve berraklığıyla benzer standartta olan, insan türüne özgü hoş bir hayatın oluşturulmasına bağlıdır. Bu ise, ancak, hayati ihtiyaçlarını gidermek suretiyle insan türünün durumunu düzeltmekle mümkündür. Kuşkusuz, bu hayatın mükemmellik niteliğine kavuşması, ancak mal, kazanç ve servette ilgili düzenlemelerin yapılması ile olabilir. İzlenecek yol, bireylerin ellerinin emeği ve alınlarının teriyle kazandıkları mallardan ihtiyaç sahiplerine hayır amaçlı harcamalarda bulunmalarıdır. Çünkü müminler kardeştir. Yeryüzü Allah’ındır. Mal da Allah’ın mülküdür. Peygamber efendimizin -salat ve selâm üzerine olsun- pratik hayatı bu gerçeği, gelişim ve sonuç itibariyle, en sağlıklı ve en doğru yol olduğunu, yaşadığı ve hükmünün etkin olduğu zaman diliminde kanıtlamış ve bu realiteyi somut bir şekilde ortaya koymuştur.”
Ekonomik dengenin ve sosyal dayanışmanın kurulması, bütün insanların yoğun bir şekilde tüm fakir ve düşkünlerin ekonomik düzeylerinin yükseltilmesine katkıda bulunmalarına bağlıdır. Bunun yöntemi de, şeriatın öngördüğü malî yükümlülüğü yerine getirmenin yanı sıra, gönüllü olarak infakta bulunmak ve başkalarını kendine tercih etmektir. Bu yüzden İmam Muhammed Bâkır (a.s); iyilik yapmaya, hayırlı ameller işlemeye ve sadaka vermeye teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
İyilik yapmak ve sadaka vermek fakirliği yok eder, ömrü uzatır ve yetmiş türlü kötü ölüm şeklini insandan uzaklaştırır. (Hidayet Önderleri, c.
Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadaḳat صدقة “fakire para verme” sözcüğünden alıntıdır. (https://www.etimolojiturkce.com/kelime/sadaka)
Sadaka Zekat gibi, insanın Allah’a yaklaşmak için malından çıkardığı/ verdiği şeye denir. Ancak asıl anlamıyla sadaka, tetavvu’/gönüllü; zekat ise zorunlu olarak verilen mala denir.
Kuranda birçok yerde sadaka geçmektedir. Allah buyurur ki: – Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et; senin duan onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir.” (Tevbe 103).
Sadaka veren erkeklerin, sadaka veren kadınların ve Allah’a iyi bir ödünç verenlerin, verdikleri katlanarak geri ödenir. Ve ayrıca onlar için çok şerefli bir ödül vardır. (Hadid 18) Sadakaya dair ayet ve hadisleri incelediğimizde sadakayla topluma ve kendimize maddi, manevi ve ekonomik anlamda nasıl katkı sağlayabileceğimizi fark edeceğiz.
Sadaka konusu Kuran ve hadisler ışığında detaylı bir şekilde incelenmiştir. Burada sadakaların verilme metotları belirtilmiştir. Sadakaların açık ve gizli, günün bazı saat dilimlerinde verilmesinin hikmetleri vardır. Dinimiz sadece bu gibi yöntemleri değil manevi yöntemleri de belirleyerek sadakaların hangi duygularla verilmesini de düzenlemektedir. Günümüzde sadaka – gönüllü yapılan hayır işi olarak sadece dindarlar tarafından değil inkar edenler tarafından da verilmektedir. Bu nedenle ayet ve hadisleri bu başlıklar altında incelemek daha faydalı olacaktır:
Sadakanın verilme saatleri:
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanlar yok mu, onların ecirleri, Rableri katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar (Bakara 274). İbn-i Abbas, “Gece ve gündüz infak edenler” ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu ayet Ali b. Ebi Talib hakkında nazil olmuştur. Müminlerin Emiri’nin dört dirhemi vardı. Bir dirhemini gece infak etti, bir dirhemi gündüz, birini gizli ve birini de açık infak etti.” (Mizanul Hikme 2236. bölüm, 10430 hadis.)
Bilindiği gibi müminlerin emiri İmam Ali (a) her adımında insanlara değerli bir miras bırakmıştır. Bu ilmi ve ilahi miras hayatın zor ve problemli anlarında yardımımıza yetişmektedir. İmam Ali (a) 4 dirheminden birini gece infak etmiş, birini gündüz. Birini gizli infak etmiş, diğerini ise açık bir şekilde. Dolayısıyla sadakanın verilme vakti ve şeklinin bu farklılıkları hikmetsiz değildir.
10429. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gününe başlayınca sadaka ver ki o günün uğursuzluğunu senden uzaklaştırsın ve akşam olunca da sadaka ver ki o gecenin uğursuzluğunu senden gidersin.”
10427. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gece verilen sadaka Rabbin gazab ateşini söndürür, büyük günahları temizler ve hesabı kolaylaştırır. Gündüz verilen sadaka ise malı çoğaltır ve ömrü artırır.”
10428. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gündüz verilen sadaka suyun tuzu erittiği gibi günahları eritir ve gece verilen sadaka ise azameti yüce Rabbin gazab ateşini söndürür.”
2. Sadakanın gizli ve açık şekilde verilmesi noktasına değinmek gerekirse açıkça verilen sadakanın toplumda yardımlaşmayı kuvvetlendirdiğini görebilmekteyiz.
“Sadakaları açıktan verirseniz ne iyi! Eğer gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır… Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” ayetinin tefsirinde Allame Tabatabai şöyle buyurmaktadır: “Ayetin orijinalinde geçen “tubdû” fiilinin mastarı olan “ibda” kelimesi, “açığa çıkarmak” demektir. “Sadakat” kelimesi, “sadaka”nın çoğuludur. Bundan Allah yolunda yapılan tüm harcamalar kastediliyor. Farz ve müstehap nitelikli harcamaları kapsıyor. Hatta bazıları sadakanın mendup (mustehap) nitelikli infaklar manasına geldiğini söyleyebilirler. Yüce Allah sadaka vermenin gizlisini de, açığını da övmüştür. Çünkü sadaka vermenin her iki şeklinin de yapıcı etkileri söz konusudur. Sadakayı açıktan vermek, insanları iyi şeyler yapmaya davet etmek, malı hayır yolunda harcamaya, yoksul ve miskinlerin gönlünü hoş tutmaya teşvik etmek anlamını taşır. Bu durum karşısında yoksullar toplum içinde durumlarını görüp acıyan insanların ve ihtiyaçlarının giderilmesi için göz önünde bulundurulan malların, sıkıntıya düştüklerinde ellerini uzatabilecekleri servetlerin var olduğunu görüp içlerini sükûnet duygusu kaplar. İçlerindeki karamsarlık dağılır. Umutsuzluk yok olur. İşlerine daha bir şevkle sarılırlar. Kendileriyle servet sahibi zenginlerin emek ve kazançlarının ortak olduğuna inanırlar. Bu ise, her açıdan daha hayırlıdır. İnfakın gizlice yapılması ise, riyadan, başa kakmadan ve eziyetten uzak durmak için daha güvenli bir yoldur. Bu aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin ezilmemeleri, rencide olmamaları, onurlarının çiğnenmemesi ve saygınlıklarının korunması için de daha iyi bir yöntemdir. Dolayısıyla açıktan verilen sadaka daha çok olumlu sonuçlara yol açar. Gizliden verilen sadaka ise, riyadan arınma bakımından daha güvenlidir. Dinin temeli ihlas olduğu ve bir iş ihlasla yapıldığı oranda fazilete daha yakın olduğu için yüce Allah gizlice verilen sadakayı tercih etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” Çünkü “hayır” kelimesi bir şeyin diğerine oranla üstünlüğünü ifade eder. Yüce Allah kullarının yaptıklarından haberdardır. Hayırlı işleri diğerlerinden ayırt etmede yanılmaz. “Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” ifadesi ile kastedilen budur.”
Dolayısıyla hem insanları iyiliğe çağırmak hem de toplu bir hayır işlemek açısından açıkça verilen sadakanın önemi çok fazladır. Fakat Allah`la aramızdaki ilişki düzenini samimi kılan etkili yöntem olarak gizli sadakanın önemi es geçilemez. 10416. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gizli sadaka en üstün iyiliklerden biridir.”
Unutmamak gerekir ki açıkça verilen sadakada da ihlası korumak şarttır. Her koşulda Allah için sadaka verilmesi gerektiği göz önünde bulundurulmalıdır. 10414. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Seni övsünler diye insanların gözü önünde sadaka verme. Zira eğer böyle yaparsan şüphesiz sevabını almış olursun. Ama eğer sağ elinle sadaka verirsen sol elin bundan haberdar olmazsa kendisi için gizli sadaka verdiğin kimse onun sevabını sana açıktan verir.”
10418. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tevessül edenlerin sarıldığı en iyi vesile Allah’a imandır. . . ve gizli sadaka vermektir. Zira gizli sadaka günahı yok eder ve Rabbin gazap ateşini söndürür.”
10420. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki gizli sadaka açıkça verilen sadakadan daha üstündür ve Allah’a yemin olsun ki gizli ibadet aşikar olan ibadetten daha üstündür.”
1674. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dört şey iyiliğin hazinelerindendir. İhtiyacını gizlemek, gizli sadaka vermek, acısını gizlemek ve musibetini gizli tutmak.” C.1 b.342
Bu hadislerden anlaşılması gerektiği şudur ki, duruma göre sadakalar gizli ve açık verilmelidir. Ve bu sadakaların Allah katında değeri çoktur. Gizli sadakanın önemini unutmamakla birlikte açıkça sadaka vermek de göz ardı edilmemelidir.
10424. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Açıkta verilen sadaka yetmiş tür belayı defeder.”
Tüm kulluk görevlerinde olduğu gibi bu alanda da EhliBeyt (a) bizlere pratik örnektir. Onlar sadece sözle davet etmez, aynı zamanda Allah`ın hükümlerini en kamil şekilde uygulayan kimselerdir.
10421. İmam Bakır (a.s), İmam Zeyn’ül Abidin (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz o gecenin karanlığında dışarı çıkıyor, sırtına bir çuval alıyor, tek tek evlerin kapısına varıyor, kapıları çalıyor ve kapıyı açan herkese bir şeyler veriyordu. Bir fakire bir şey verdiğinde ise kendisini tanımaması için yüzünü örtüyordu.”
Bu olayın kendisi de yine sadakanın verilme şekline atıf yapmaktadır. Toplumsal bir yardımlaşma uygulaması olduğundan sadaka verilen kimselerin saygınlığı korunması ilkesi esas alınır. Bu nedenle İmamlarımız (a) bu yardımları yaparken Kendilerini tanıtmazlardı. Bu yöntem, dikkatlerin kimin sadaka vermesine değil, sadece Allah için sadaka verilmesi hususuna çekilmesini sağlar.
10423. Hişam b. Salim şöyle diyor: “Hava kararınca ve gece bir miktar geç-tikten sonra İmam Sadık (a.s) ekmek, et ve para dolu bir torba alıyor, omuzlarına yüklüyor, Medine fakirlerine götürüyor, onlar arasında bölüştürüyordu ama onlar kendisini tanımıyorlardı. İmam Sadık (a.s) vefat edince artık o yardımlar kesilmiş oldu ve neticede o şahsın İmam Sadık (a.s) olduğunu anladılar.”
Bu nedenle bazı insanlar gizli sadaka verebilmek için bazı kimseleri/teşkilatları aracı olarak kullanırlar. Bazen bir insan Allah için bir sadaka vermeye niyetlenir fakat o kriterlere uygun kimseyi bulamaz. Bu zaman başkalarından yardım alarak onların bu sadakayı muhtaç birisine ulaştırmasını ister. Bu zincirde sadakayı ulaştıran herkese aynı kamil sevap verilir. Çünkü bu, toplumdaki sosyal dayanışmayı, o sorumluluk bilincini artıran hayırlı bir eylemdir.
10440. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim fakir birisi için sadaka toplarsa sadaka veren kimsenin sevabını elde eder. Eğer kırk bin kişi bu sadakayı elden ele dolaştırır ve sonra fakire verirse onların tümüne kamil bir sevap verilir.”
10441. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer sadakanın sevabı seksen el dolaşacak olursa yine de tümü sevap görür ve sadaka sahibinin sevabından da hiçbir şey eksilmez.”
SENEM MUSTAFAYEVA
Allame Tabatabai El-Mizan tefsirinde buyuruyor ki: “İnfak İslâm’ın iki temel ilkesinden insan haklarıyla ilgili olarak önemle üzerinde durduğu olgulardan biridir. Çeşitli araçlar kullanarak, değişik açılardan insanları infaka, hayır amaçlı harcamalara teşvik etmiştir İslâm. Zekât, humus, malî keffaretler, fidye çeşitleri, farz nitelikli infaklar, mendup ve müstehap sadakalar bu tür harcama yollarının başında gelir.
Bununla, başkalarının yardımı olmadan temel hayati ihtiyaçlarını gideremeyen alt sınıfların geçim standartlarının yükseltilmesi, ufuklarının zenginlik ve nimetler içinde yüzen sınıfların ufuklarına yaklaştırılması amaçlanmıştır. Öte yandan yüksek tabakalara mensup kimselerin, dünya hayatının gösterişli süslerini ve göz alıcı nimetlerini, hoş karşılanmayacak bir şekilde ve ortalama insanların elde edemeyeceği pahalı eşyaları sergilemeleri yasaklanmıştır. Bu amaçla saçıp savurma, israf ve benzeri tutumların yasak olduğu belirtilmiştir. Bundan amaç, insan türüne özgü birbirine yakın konumlarda, katmanların birbirine benzer standartlarda olduğu ortalama bir hayat düzeyi oluşturmaktır. Birlik ve dayanışma ruhunu canlandırmak, zıt iradeleri, kalplerin kin duygularını ve kıskançlığa yol açacak düşünceleri öldürmektir. Çünkü Kur’ân’a göre, hak dinin görevi, hayatı tüm yönleriyle düzenlemek, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu garantileyen bir hayat biçimi kurmaktır. Böyle bir hayatta insan, gerçek bilgiler ve üstün ahlâk ilkeleriyle bezenmiş hoş bir hayat yaşar. Dünyada yüce Allah’ın bahşettiği nimetlerden yararlanır. Bu güzel hayat sayesinde zorlukları, musibetleri ve maddî yetersizlikleri kendisi uzaklaştırır. Bu amacın gerçekleşmesi, güzelliği ve berraklığıyla benzer standartta olan, insan türüne özgü hoş bir hayatın oluşturulmasına bağlıdır. Bu ise, ancak, hayati ihtiyaçlarını gidermek suretiyle insan türünün durumunu düzeltmekle mümkündür. Kuşkusuz, bu hayatın mükemmellik niteliğine kavuşması, ancak mal, kazanç ve servette ilgili düzenlemelerin yapılması ile olabilir. İzlenecek yol, bireylerin ellerinin emeği ve alınlarının teriyle kazandıkları mallardan ihtiyaç sahiplerine hayır amaçlı harcamalarda bulunmalarıdır. Çünkü müminler kardeştir. Yeryüzü Allah’ındır. Mal da Allah’ın mülküdür. Peygamber efendimizin -salat ve selâm üzerine olsun- pratik hayatı bu gerçeği, gelişim ve sonuç itibariyle, en sağlıklı ve en doğru yol olduğunu, yaşadığı ve hükmünün etkin olduğu zaman diliminde kanıtlamış ve bu realiteyi somut bir şekilde ortaya koymuştur.”
Ekonomik dengenin ve sosyal dayanışmanın kurulması, bütün insanların yoğun bir şekilde tüm fakir ve düşkünlerin ekonomik düzeylerinin yükseltilmesine katkıda bulunmalarına bağlıdır. Bunun yöntemi de, şeriatın öngördüğü malî yükümlülüğü yerine getirmenin yanı sıra, gönüllü olarak infakta bulunmak ve başkalarını kendine tercih etmektir. Bu yüzden İmam Muhammed Bâkır (a.s); iyilik yapmaya, hayırlı ameller işlemeye ve sadaka vermeye teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
İyilik yapmak ve sadaka vermek fakirliği yok eder, ömrü uzatır ve yetmiş türlü kötü ölüm şeklini insandan uzaklaştırır. (Hidayet Önderleri, c.
Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadaḳat صدقة “fakire para verme” sözcüğünden alıntıdır. (https://www.etimolojiturkce.com/kelime/sadaka)
Sadaka Zekat gibi, insanın Allah’a yaklaşmak için malından çıkardığı/ verdiği şeye denir. Ancak asıl anlamıyla sadaka, tetavvu’/gönüllü; zekat ise zorunlu olarak verilen mala denir.
Kuranda birçok yerde sadaka geçmektedir. Allah buyurur ki: – Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et; senin duan onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir.” (Tevbe 103).
Sadaka veren erkeklerin, sadaka veren kadınların ve Allah’a iyi bir ödünç verenlerin, verdikleri katlanarak geri ödenir. Ve ayrıca onlar için çok şerefli bir ödül vardır. (Hadid 18) Sadakaya dair ayet ve hadisleri incelediğimizde sadakayla topluma ve kendimize maddi, manevi ve ekonomik anlamda nasıl katkı sağlayabileceğimizi fark edeceğiz.
Sadaka konusu Kuran ve hadisler ışığında detaylı bir şekilde incelenmiştir. Burada sadakaların verilme metotları belirtilmiştir. Sadakaların açık ve gizli, günün bazı saat dilimlerinde verilmesinin hikmetleri vardır. Dinimiz sadece bu gibi yöntemleri değil manevi yöntemleri de belirleyerek sadakaların hangi duygularla verilmesini de düzenlemektedir. Günümüzde sadaka – gönüllü yapılan hayır işi olarak sadece dindarlar tarafından değil inkar edenler tarafından da verilmektedir. Bu nedenle ayet ve hadisleri bu başlıklar altında incelemek daha faydalı olacaktır:
Sadakanın verilme saatleri:
Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanlar yok mu, onların ecirleri, Rableri katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar (Bakara 274). İbn-i Abbas, “Gece ve gündüz infak edenler” ayeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Bu ayet Ali b. Ebi Talib hakkında nazil olmuştur. Müminlerin Emiri’nin dört dirhemi vardı. Bir dirhemini gece infak etti, bir dirhemi gündüz, birini gizli ve birini de açık infak etti.” (Mizanul Hikme 2236. bölüm, 10430 hadis.)
Bilindiği gibi müminlerin emiri İmam Ali (a) her adımında insanlara değerli bir miras bırakmıştır. Bu ilmi ve ilahi miras hayatın zor ve problemli anlarında yardımımıza yetişmektedir. İmam Ali (a) 4 dirheminden birini gece infak etmiş, birini gündüz. Birini gizli infak etmiş, diğerini ise açık bir şekilde. Dolayısıyla sadakanın verilme vakti ve şeklinin bu farklılıkları hikmetsiz değildir.
10429. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gününe başlayınca sadaka ver ki o günün uğursuzluğunu senden uzaklaştırsın ve akşam olunca da sadaka ver ki o gecenin uğursuzluğunu senden gidersin.”
10427. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gece verilen sadaka Rabbin gazab ateşini söndürür, büyük günahları temizler ve hesabı kolaylaştırır. Gündüz verilen sadaka ise malı çoğaltır ve ömrü artırır.”
10428. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gündüz verilen sadaka suyun tuzu erittiği gibi günahları eritir ve gece verilen sadaka ise azameti yüce Rabbin gazab ateşini söndürür.”
2. Sadakanın gizli ve açık şekilde verilmesi noktasına değinmek gerekirse açıkça verilen sadakanın toplumda yardımlaşmayı kuvvetlendirdiğini görebilmekteyiz.
“Sadakaları açıktan verirseniz ne iyi! Eğer gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır… Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” ayetinin tefsirinde Allame Tabatabai şöyle buyurmaktadır: “Ayetin orijinalinde geçen “tubdû” fiilinin mastarı olan “ibda” kelimesi, “açığa çıkarmak” demektir. “Sadakat” kelimesi, “sadaka”nın çoğuludur. Bundan Allah yolunda yapılan tüm harcamalar kastediliyor. Farz ve müstehap nitelikli harcamaları kapsıyor. Hatta bazıları sadakanın mendup (mustehap) nitelikli infaklar manasına geldiğini söyleyebilirler. Yüce Allah sadaka vermenin gizlisini de, açığını da övmüştür. Çünkü sadaka vermenin her iki şeklinin de yapıcı etkileri söz konusudur. Sadakayı açıktan vermek, insanları iyi şeyler yapmaya davet etmek, malı hayır yolunda harcamaya, yoksul ve miskinlerin gönlünü hoş tutmaya teşvik etmek anlamını taşır. Bu durum karşısında yoksullar toplum içinde durumlarını görüp acıyan insanların ve ihtiyaçlarının giderilmesi için göz önünde bulundurulan malların, sıkıntıya düştüklerinde ellerini uzatabilecekleri servetlerin var olduğunu görüp içlerini sükûnet duygusu kaplar. İçlerindeki karamsarlık dağılır. Umutsuzluk yok olur. İşlerine daha bir şevkle sarılırlar. Kendileriyle servet sahibi zenginlerin emek ve kazançlarının ortak olduğuna inanırlar. Bu ise, her açıdan daha hayırlıdır. İnfakın gizlice yapılması ise, riyadan, başa kakmadan ve eziyetten uzak durmak için daha güvenli bir yoldur. Bu aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin ezilmemeleri, rencide olmamaları, onurlarının çiğnenmemesi ve saygınlıklarının korunması için de daha iyi bir yöntemdir. Dolayısıyla açıktan verilen sadaka daha çok olumlu sonuçlara yol açar. Gizliden verilen sadaka ise, riyadan arınma bakımından daha güvenlidir. Dinin temeli ihlas olduğu ve bir iş ihlasla yapıldığı oranda fazilete daha yakın olduğu için yüce Allah gizlice verilen sadakayı tercih etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” Çünkü “hayır” kelimesi bir şeyin diğerine oranla üstünlüğünü ifade eder. Yüce Allah kullarının yaptıklarından haberdardır. Hayırlı işleri diğerlerinden ayırt etmede yanılmaz. “Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” ifadesi ile kastedilen budur.”
Dolayısıyla hem insanları iyiliğe çağırmak hem de toplu bir hayır işlemek açısından açıkça verilen sadakanın önemi çok fazladır. Fakat Allah`la aramızdaki ilişki düzenini samimi kılan etkili yöntem olarak gizli sadakanın önemi es geçilemez. 10416. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gizli sadaka en üstün iyiliklerden biridir.”
Unutmamak gerekir ki açıkça verilen sadakada da ihlası korumak şarttır. Her koşulda Allah için sadaka verilmesi gerektiği göz önünde bulundurulmalıdır. 10414. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Seni övsünler diye insanların gözü önünde sadaka verme. Zira eğer böyle yaparsan şüphesiz sevabını almış olursun. Ama eğer sağ elinle sadaka verirsen sol elin bundan haberdar olmazsa kendisi için gizli sadaka verdiğin kimse onun sevabını sana açıktan verir.”
10418. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tevessül edenlerin sarıldığı en iyi vesile Allah’a imandır. . . ve gizli sadaka vermektir. Zira gizli sadaka günahı yok eder ve Rabbin gazap ateşini söndürür.”
10420. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki gizli sadaka açıkça verilen sadakadan daha üstündür ve Allah’a yemin olsun ki gizli ibadet aşikar olan ibadetten daha üstündür.”
1674. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dört şey iyiliğin hazinelerindendir. İhtiyacını gizlemek, gizli sadaka vermek, acısını gizlemek ve musibetini gizli tutmak.” C.1 b.342
Bu hadislerden anlaşılması gerektiği şudur ki, duruma göre sadakalar gizli ve açık verilmelidir. Ve bu sadakaların Allah katında değeri çoktur. Gizli sadakanın önemini unutmamakla birlikte açıkça sadaka vermek de göz ardı edilmemelidir.
10424. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Açıkta verilen sadaka yetmiş tür belayı defeder.”
Tüm kulluk görevlerinde olduğu gibi bu alanda da EhliBeyt (a) bizlere pratik örnektir. Onlar sadece sözle davet etmez, aynı zamanda Allah`ın hükümlerini en kamil şekilde uygulayan kimselerdir.
10421. İmam Bakır (a.s), İmam Zeyn’ül Abidin (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz o gecenin karanlığında dışarı çıkıyor, sırtına bir çuval alıyor, tek tek evlerin kapısına varıyor, kapıları çalıyor ve kapıyı açan herkese bir şeyler veriyordu. Bir fakire bir şey verdiğinde ise kendisini tanımaması için yüzünü örtüyordu.”
Bu olayın kendisi de yine sadakanın verilme şekline atıf yapmaktadır. Toplumsal bir yardımlaşma uygulaması olduğundan sadaka verilen kimselerin saygınlığı korunması ilkesi esas alınır. Bu nedenle İmamlarımız (a) bu yardımları yaparken Kendilerini tanıtmazlardı. Bu yöntem, dikkatlerin kimin sadaka vermesine değil, sadece Allah için sadaka verilmesi hususuna çekilmesini sağlar.
10423. Hişam b. Salim şöyle diyor: “Hava kararınca ve gece bir miktar geç-tikten sonra İmam Sadık (a.s) ekmek, et ve para dolu bir torba alıyor, omuzlarına yüklüyor, Medine fakirlerine götürüyor, onlar arasında bölüştürüyordu ama onlar kendisini tanımıyorlardı. İmam Sadık (a.s) vefat edince artık o yardımlar kesilmiş oldu ve neticede o şahsın İmam Sadık (a.s) olduğunu anladılar.”
Bu nedenle bazı insanlar gizli sadaka verebilmek için bazı kimseleri/teşkilatları aracı olarak kullanırlar. Bazen bir insan Allah için bir sadaka vermeye niyetlenir fakat o kriterlere uygun kimseyi bulamaz. Bu zaman başkalarından yardım alarak onların bu sadakayı muhtaç birisine ulaştırmasını ister. Bu zincirde sadakayı ulaştıran herkese aynı kamil sevap verilir. Çünkü bu, toplumdaki sosyal dayanışmayı, o sorumluluk bilincini artıran hayırlı bir eylemdir.
10440. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim fakir birisi için sadaka toplarsa sadaka veren kimsenin sevabını elde eder. Eğer kırk bin kişi bu sadakayı elden ele dolaştırır ve sonra fakire verirse onların tümüne kamil bir sevap verilir.”
10441. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer sadakanın sevabı seksen el dolaşacak olursa yine de tümü sevap görür ve sadaka sahibinin sevabından da hiçbir şey eksilmez.”
SENEM MUSTAFAYEVA

OKULUMU ÇOK ÖZLEDİM!
Hayat kavramına ilahi pencereden bakınca bana en güzel tanımı, kaliteyi ve anlamı verecek olan beni yaratan, tanıyan ve donatan Rabbimdir. Daha insanlığı yaratmadan yeryüzüne mesajlarının alametini dikti, akabinde ilk insan ve ilk babamız olan Hz. Âdem’i (as) yarattı.
O alamet gök katlarında adı Beytu’l Mamur, yeryüzündeki adı ise Beytu’l Haram’dır. Yani Kâbe’dir. Okulumuz Kâbe’dir ve ilk müdürü de yeryüzünün halifesi olan Hz. Âdem’dir. Bu okulun prensipleri belli idi. Bu okul müdürümüzün eğitim sistemi de belli idi. İşte bu okuldan mezun olmak isteyenler kayıt yaptırdılar. Ancak bu okula kayıt yaptırmayanlar da oldu. Kayıt yaptırıp eğitime tabi olmayanlar da.
Al-i İmran Suresi, 96. ayet: “Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe)dir.”
Nitekim bu okul ilk zamanlardan bu zamana kadar hep oldu. Bazen insanlar yıkmaya, bazen afetlere uğradı. Ancak yine bu ilahi müdürler yeniledi.
Bir kuruma veya üniversiteye veya önemli bir kuruluşa gittiğinizde büyük panoda bu kuruluşun ilk kurucusunun ve arkasından bunu devem eden yöneticilerinin tablolarını görürsünüz. Padişahlar, başbakanlar, aydınlar, düşünürlerin resimleri veya onları temsil eden simgelerinin sergilenişini fark edersiniz.
İşte ben de Kâbe’yi düşünüyorum. Haceru’l Esved, yaratıcımız Allah’a misak verdiğimizi ve ahidleştiğimizi simgeler. Şimdi bu eğitim sisteminin ilk kurucusu Hz. Âdem ile başlayıp 124.000 peygamberin, 124.000 de vasisinin misakını düşünüyorum. Hepsi gözlerimin önünden bir şerit gibi geçiyor. Misakı ayağa kaldıran ve hayata taşıyan bu kurucuların ve koruyucuların mücadelelerini düşünüyorum. Onlarsız Kâbe’yi düşünemiyorum bile. Kâbe terk edilmiş bir okula dönerdi. Hamdolsun ki yüce Allah her daim bir hüccetini atadı.
Kâbe günlüğünü bize sunsa, herhalde bize çok şey anlatırdı. Tüm bu kendisinde söz veren önderlerin isimleri gözlerimin önünden bir şerit gibi birer birer geçiyor…
Anlıyorum ki hepsinin amacı aynı idi.
Hac suresi/26. Ayet; “Hani Biz İbrahim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükûa ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.”
Bakara Suresi, 125. ayet: “Hani Evi (Ka’be’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. “İbrahim’in makamını namaz yeri edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evimi, tavaf edenler, itikâfa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin” diye ahid verdik.”
Yüce Allah, bizden tavaf etmeyi, kıyam etmeyi, rükû ve secde etmeyi ve gerçekten temiz olmayı istemişti. Bunları başarabilmek için, gerçekten tertemiz olan önderlerden öğrenmeyi gerektirir. Bu konuda da ancak bizlere ismet olan, ilahi rıza ve teyitliği alan önderlerimiz yardım edebilir. İşte insanlık için tüm peygamberler ve vasileri rahmettirler. Tüm peygamberler ve vasileri Allah’a söz vermek için Hacerul Esved’e dokunurken, ben de elimi Haceru’l Esved’e dokundurmak ve her peygamber ve vasisini tasdik etmek istiyorum. Onlar gibi Rabb’ime söz vermek istiyorum.
Ellerime en yakın olan ve hissettiğim de, Hz. Muhammed(saa) ve vasileri olan her Ehl-i Beyt imamıdır. (Hepsine selam olsun.) Onların sesleri kulaklarımda, onların dokunuşları Mescid-i Haramın her yerinde, belki de onların ayak izlerine basıyorum…
Müdürsüz bir okul ne ise, bu önderlerimiz olmadan da Kâbe o olur.
Son peygamber Hz. Muhammed (saa), Kâbe’ye çokça sarılan ve kendilerine göre kulluk eden bir topluluğa gelmişti. Eğer Hz. Muhammed (saa) bu topluluğa gelmeseydi ve rahmet elleriyle onlara dokunmasaydı, onlar Kâbe olmasına rağmen cahiliye halkı olarak kalacaklardı. Ancak onu kabul etmekle cahiliye hayatından kurtulmuş olacaklardı. Bu nasibi tüm dünya alacaktı.
Ahzab Suresi, 45. ayet: “Ey Peygamber, gerçekten Biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”
Peygamberimiz Hz. Muhammed (saa) te Haceru’l Esved’e el sürdü. Hem iyi bir kul olmanın sorumluluğunu hem de risalet tebliğini yapacağına dair Rabbine önceki ahdini yeniledi. İnsanlara rahmetin ve hidayetin yolunu gösterdi.
Kendisinden sonra da insanlar tekrar cahiliye hayatlarına dönmesinler diye hem Allah’ın emri, hem de kendi çizgisinin alameti olarak İmam Ali’nin (as) velayetini bildirdi.
Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur:
«Allah, Ali (aleyhisselâm)’ı kendisi ile kulları arasında bir alâmet olarak dikti. Onu tanıyan mü’mindir, onu inkâr eden kâfirdir. Onu bilmeyen sapık, onunla birlikte bir başka alâmet diken de müşriktir. Onun velayetini kabul etmiş olarak gelen, cennete girer.» Usul-i Kâfi, c. 1, h. 1179
Rahmet yolu devam edecekti. Hz. Muhammed (saa), çizginin daha da devam edeceğini bildirerek ve yolun korunması için İmam Ali’den (as) sonraki halefleri de tek tek ismini belirterek insanları müjdeledi.
Böylece Hz. Muhammed’i (saa), Resulullah olarak ona iman edip dinleyip dinlemeyecekleri konusunda insanlar imtihana girdiler.
Bakara Suresi, 143. ayet: “Böylece Biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırt etmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah’ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.”
Şimdi peygamberimiz her şeyi tebliğ etti. Her zamanın önderi olan Ehl-i Beyt imamları da tek tek kendi dönemlerini geçirdiler. Haceru’l Esved’e son dokunan ve ahid veren de zamanımızın önderi İmam Mehdi’dir. (a.f)
İmam Muhammed Bakır (as) Kâbe’nin etrafında tavaf eden hacılara baktı ve şöyle buyurmuştu;
“ Cahiliyyet döneminde de böyle tavaf etmekteydiler. İnsanlara Kâbe’yi tavaf etmelerinden sonra bize gelmeleri, velayet ve dostluklarını ilan etmeleri ve bize yardım etmeye amade olduklarını ifade etmeleri emredilmiştir.” İmam Hüseyin ansiklopedisi, c. 4,s. 239
Şimdi soruyorum Kâbe’yi ve Haceru’l Esved’i nasıl düşünüyorsun?
Ellerin onun elini hissediyor mu, yoksa hâlâ okulunu müdürsüz düşünenlerden misin?
O alamet gök katlarında adı Beytu’l Mamur, yeryüzündeki adı ise Beytu’l Haram’dır. Yani Kâbe’dir. Okulumuz Kâbe’dir ve ilk müdürü de yeryüzünün halifesi olan Hz. Âdem’dir. Bu okulun prensipleri belli idi. Bu okul müdürümüzün eğitim sistemi de belli idi. İşte bu okuldan mezun olmak isteyenler kayıt yaptırdılar. Ancak bu okula kayıt yaptırmayanlar da oldu. Kayıt yaptırıp eğitime tabi olmayanlar da.
Al-i İmran Suresi, 96. ayet: “Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe)dir.”
Nitekim bu okul ilk zamanlardan bu zamana kadar hep oldu. Bazen insanlar yıkmaya, bazen afetlere uğradı. Ancak yine bu ilahi müdürler yeniledi.
Bir kuruma veya üniversiteye veya önemli bir kuruluşa gittiğinizde büyük panoda bu kuruluşun ilk kurucusunun ve arkasından bunu devem eden yöneticilerinin tablolarını görürsünüz. Padişahlar, başbakanlar, aydınlar, düşünürlerin resimleri veya onları temsil eden simgelerinin sergilenişini fark edersiniz.
İşte ben de Kâbe’yi düşünüyorum. Haceru’l Esved, yaratıcımız Allah’a misak verdiğimizi ve ahidleştiğimizi simgeler. Şimdi bu eğitim sisteminin ilk kurucusu Hz. Âdem ile başlayıp 124.000 peygamberin, 124.000 de vasisinin misakını düşünüyorum. Hepsi gözlerimin önünden bir şerit gibi geçiyor. Misakı ayağa kaldıran ve hayata taşıyan bu kurucuların ve koruyucuların mücadelelerini düşünüyorum. Onlarsız Kâbe’yi düşünemiyorum bile. Kâbe terk edilmiş bir okula dönerdi. Hamdolsun ki yüce Allah her daim bir hüccetini atadı.
Kâbe günlüğünü bize sunsa, herhalde bize çok şey anlatırdı. Tüm bu kendisinde söz veren önderlerin isimleri gözlerimin önünden bir şerit gibi birer birer geçiyor…
Anlıyorum ki hepsinin amacı aynı idi.
Hac suresi/26. Ayet; “Hani Biz İbrahim’e Evin (Kâbe’nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükûa ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut.”
Bakara Suresi, 125. ayet: “Hani Evi (Ka’be’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. “İbrahim’in makamını namaz yeri edinin”, İbrahim ve İsmail’e de, “Evimi, tavaf edenler, itikâfa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin” diye ahid verdik.”
Yüce Allah, bizden tavaf etmeyi, kıyam etmeyi, rükû ve secde etmeyi ve gerçekten temiz olmayı istemişti. Bunları başarabilmek için, gerçekten tertemiz olan önderlerden öğrenmeyi gerektirir. Bu konuda da ancak bizlere ismet olan, ilahi rıza ve teyitliği alan önderlerimiz yardım edebilir. İşte insanlık için tüm peygamberler ve vasileri rahmettirler. Tüm peygamberler ve vasileri Allah’a söz vermek için Hacerul Esved’e dokunurken, ben de elimi Haceru’l Esved’e dokundurmak ve her peygamber ve vasisini tasdik etmek istiyorum. Onlar gibi Rabb’ime söz vermek istiyorum.
Ellerime en yakın olan ve hissettiğim de, Hz. Muhammed(saa) ve vasileri olan her Ehl-i Beyt imamıdır. (Hepsine selam olsun.) Onların sesleri kulaklarımda, onların dokunuşları Mescid-i Haramın her yerinde, belki de onların ayak izlerine basıyorum…
Müdürsüz bir okul ne ise, bu önderlerimiz olmadan da Kâbe o olur.
Son peygamber Hz. Muhammed (saa), Kâbe’ye çokça sarılan ve kendilerine göre kulluk eden bir topluluğa gelmişti. Eğer Hz. Muhammed (saa) bu topluluğa gelmeseydi ve rahmet elleriyle onlara dokunmasaydı, onlar Kâbe olmasına rağmen cahiliye halkı olarak kalacaklardı. Ancak onu kabul etmekle cahiliye hayatından kurtulmuş olacaklardı. Bu nasibi tüm dünya alacaktı.
Ahzab Suresi, 45. ayet: “Ey Peygamber, gerçekten Biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”
Peygamberimiz Hz. Muhammed (saa) te Haceru’l Esved’e el sürdü. Hem iyi bir kul olmanın sorumluluğunu hem de risalet tebliğini yapacağına dair Rabbine önceki ahdini yeniledi. İnsanlara rahmetin ve hidayetin yolunu gösterdi.
Kendisinden sonra da insanlar tekrar cahiliye hayatlarına dönmesinler diye hem Allah’ın emri, hem de kendi çizgisinin alameti olarak İmam Ali’nin (as) velayetini bildirdi.
Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur:
«Allah, Ali (aleyhisselâm)’ı kendisi ile kulları arasında bir alâmet olarak dikti. Onu tanıyan mü’mindir, onu inkâr eden kâfirdir. Onu bilmeyen sapık, onunla birlikte bir başka alâmet diken de müşriktir. Onun velayetini kabul etmiş olarak gelen, cennete girer.» Usul-i Kâfi, c. 1, h. 1179
Rahmet yolu devam edecekti. Hz. Muhammed (saa), çizginin daha da devam edeceğini bildirerek ve yolun korunması için İmam Ali’den (as) sonraki halefleri de tek tek ismini belirterek insanları müjdeledi.
Böylece Hz. Muhammed’i (saa), Resulullah olarak ona iman edip dinleyip dinlemeyecekleri konusunda insanlar imtihana girdiler.
Bakara Suresi, 143. ayet: “Böylece Biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırt etmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah’ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.”
Şimdi peygamberimiz her şeyi tebliğ etti. Her zamanın önderi olan Ehl-i Beyt imamları da tek tek kendi dönemlerini geçirdiler. Haceru’l Esved’e son dokunan ve ahid veren de zamanımızın önderi İmam Mehdi’dir. (a.f)
İmam Muhammed Bakır (as) Kâbe’nin etrafında tavaf eden hacılara baktı ve şöyle buyurmuştu;
“ Cahiliyyet döneminde de böyle tavaf etmekteydiler. İnsanlara Kâbe’yi tavaf etmelerinden sonra bize gelmeleri, velayet ve dostluklarını ilan etmeleri ve bize yardım etmeye amade olduklarını ifade etmeleri emredilmiştir.” İmam Hüseyin ansiklopedisi, c. 4,s. 239
Şimdi soruyorum Kâbe’yi ve Haceru’l Esved’i nasıl düşünüyorsun?
Ellerin onun elini hissediyor mu, yoksa hâlâ okulunu müdürsüz düşünenlerden misin?

GARİB’İN MEKTUBU
Bismillahir Rahmanir Rahim
“İki-üç mısraya sığdıramam sizi…
Denesem de yapamadım, Anne..
Annemizsiniz bizim, ya Masume (sa)…
Gurbetin acısı, Sizin zarif ellerinizin sıcaklığıyla geçti…
Özlem duyduğumda hep hatırladım Sizi…
Dedim, özlem duygusuyla yaşayıp
Gurbet elde dünyaya veda eden
Annem anlar beni…
Öz annemden ayırmam sizi…
Cennet, şüphesiz sizin ayaklarınızın altındadır!
Kum toprağı sanki Cennetten bir parçadır…
Ne kadar kıymetli
Kum toprağı…
Ali, Zehra, (a.s)
Hasan, Huseyin (a.s)
Yazılı duvarları o kadar özledim ki…
Bir anda içeri koşup,
Zerihinize dokunup
Rahmet elinizi hissetmeyi
Öyle bir özledim ki..!
Şifalı ellerin kalbe dokunması,
Hem hüzün, hem mutluluktan akmış gözümün yaşı…
Aylar oldu sizle görüşmeyeli…
Tekrar kavuşmanın
Zamanı gelmedi mi?”
SENEM MUSTAFAYEVA
“İki-üç mısraya sığdıramam sizi…
Denesem de yapamadım, Anne..
Annemizsiniz bizim, ya Masume (sa)…
Gurbetin acısı, Sizin zarif ellerinizin sıcaklığıyla geçti…
Özlem duyduğumda hep hatırladım Sizi…
Dedim, özlem duygusuyla yaşayıp
Gurbet elde dünyaya veda eden
Annem anlar beni…
Öz annemden ayırmam sizi…
Cennet, şüphesiz sizin ayaklarınızın altındadır!
Kum toprağı sanki Cennetten bir parçadır…
Ne kadar kıymetli
Kum toprağı…
Ali, Zehra, (a.s)
Hasan, Huseyin (a.s)
Yazılı duvarları o kadar özledim ki…
Bir anda içeri koşup,
Zerihinize dokunup
Rahmet elinizi hissetmeyi
Öyle bir özledim ki..!
Şifalı ellerin kalbe dokunması,
Hem hüzün, hem mutluluktan akmış gözümün yaşı…
Aylar oldu sizle görüşmeyeli…
Tekrar kavuşmanın
Zamanı gelmedi mi?”
SENEM MUSTAFAYEVA

GERÇEK YILDIZLAR KİMLERDİR?
Rabbimizin son din olarak buyurduğu düzenin adı İslam’dır. Yeryüzü kurulduğundan beri adı değişse de içeriği aynı olan din budur.
“De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a (Yakub’un torunlarına) indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve tüm peygamberlere verilenlere inandık. Biz onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz ve biz O’na boyun eğenleriz.
Kim İslam’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. Ve o, ahirette ziyana uğrayanlardandır.
Peygamber’in hak olduğuna tanık oldukları ve kendilerine apaçık deliller geldiği hâlde imanlarından sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?! Allah, zalim topluluğa hidayet vermez.”[1]
Tüp enbiya ve vasilerini tasdikleyen bu dinin son peygamberi Hz. Muhammed’tir (saa). Yani hz. Muhammed (saa) tüm peygamber ve vasilerinin mirasçısıdır. Dolayısıyla son Peygamber de kendi vasilerini bize bildirmiştir. Bu dinin son peygamberi de elbette vasisiz olamaz. İşte salâvat bize bunu hatırlatmaktadır. Şu anlama gelmektedir; Hz. Peygamber için neye söz veriliyorsa aynı şekilde vasileri olan Ehl-i Beyt’i için de söz vermektir.
İbni kaddah rivayet eder;
Ebu Abdullah (imam Cafer Sadık a.s) şöyle buyurdu; “ Babam, Kâbe’nin örtüsüne asılmış bir adamın “ Allah’ım! Muhammed’e salât et” dediğini duydu.
Adama dedi ki; “ Ey Allah’ın kulu! Salâtı eksik bırakma. Bizim hakkımızı vermemek suretiyle bize zulmetme. Allah’ım! Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine salât et” de.”[2]
Salâvat ile hatırlatılan; Rabb’inin rızasını isteyen herkesin, kendisine ve Ehl-i Beyt’inden olan önderlere sadık olunması idi.
“ Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygamber’e ve sizden olan o Ulu’l Emr sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah’a ve Peygamber’e başvurun. Böyle yapmanız, hem daha iyidir ve hem de sonu daha güzeldir.”[3]
Tefsir-ul Burhan’da İbn-i Babeveyh’in kendi rivayet zinciri ile Cabir b. Abdullah Ensari’den şöyle naklettiği yer alır:
“Ey inananlar! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan Ulu’l Emr’e de itaat edin.” ayeti inince Resulullah’a (s.a.a) dedim ki: “Ey Allah’ın resulü, Allah’ı ve onun peygamberini anladık. Peki, seninle birlikte itaat edilmeleri gerektiği belirtilen Ulu’l Emr kimdir?”
Peygamber (s.a.a) bana şu cevabı verdi:
“Ey Cabir, bunlar benim halifelerim ve müminlerin benden sonraki imamlarıdır. Bunların birincisi Ali b. Ebu Talip’tir. Sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra Tevrat’ta Bâkır (ilmi yaran, ilimde derinleşmiş kişi) diye tanınan Muhammed b. Ali gelir. Ey Cabir, sen onun günlerine ereceksin. Onunla karşılaştığında kendisine benden selam söyle. Sonra (lakabı) Sadık (olan) Cafer b. Muhammed, sonra Musa b. Cafer, sonra Ali b. Musa, sonra Muhammed b. Ali, sonra Ali b. Muhammed, sonra Hasan b. Ali gelir. Son olarak da benim adımı ve künyemi taşıyan Muhammed gelir. O Allah’ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki yadigârıdır ve Hasan b. Ali’nin oğludur. Yüce Allah bu imamın eli ile kendi adını yeryüzünün doğusuna ve batısına yayar. O dostlarından ve taraftarlarından öyle bir gaybete çekilir ki, bu gaybet dönemi sırasında onun imamlığı ile ilgili sözlerine, sadece Allah tarafından kalpleri imanla sınavdan geçirilmiş kimseler bağlı kalırlar.”
Cabir sözlerine şöyle devam ediyor:
“Resulullah’a (s.a.a), “Ey Allah’ın resulü! O imamın, yokluğu sırasında taraftarlarına faydası olur mu?” dediğimde dedi ki:
“Beni peygamber olarak gönderene andolsun ki evet. Taraftarları onun nuru ile aydınlanırlar ve yokluğunda onun velayetinden tıpkı bulutlar arasındaki güneşten yararlanıldığı gibi yararlanırlar. Ey Cabir! Bu, Allah’ın gizli sırlarından ve saklı bilgilerinden biridir. Onu saklı tut ve ehli olanlardan başkasına açıklama.”[4]
İmam Muhammed Bâkır (a.s), Ehl-i Beyt’in (hepsine selâm olsun) ümmete önderlik etme, ümmeti istikamet ve doğruluk çizgisine yöneltme hususundaki rolüne dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Biz, Allah’ın emrinin yetkilileri, Allah’ın ilminin hazineleri, Allah’ın vahyinin vârisleri, Allah’ın kitabının taşıyıcılarıyız. Bize itaat etmek farz, bizi sevmek iman, bize buğzetmek küfürdür. Bizi sevenler cennette, bize buğzedenler ise cehennemdedir.”[5]
[1] Al-i İmran suresi/84-86
[2] Usul-i Kâfi c. 2, s.641, h. 3171
[3] Nisa suresi/ 59
[4]Tefsir-ul Burhan, c.1, s.381, h:1
[5] Menakıb-u Âl-i Ebî Talib, 4/223
“De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a (Yakub’un torunlarına) indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve tüm peygamberlere verilenlere inandık. Biz onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz ve biz O’na boyun eğenleriz.
Kim İslam’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. Ve o, ahirette ziyana uğrayanlardandır.
Peygamber’in hak olduğuna tanık oldukları ve kendilerine apaçık deliller geldiği hâlde imanlarından sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?! Allah, zalim topluluğa hidayet vermez.”[1]
Tüp enbiya ve vasilerini tasdikleyen bu dinin son peygamberi Hz. Muhammed’tir (saa). Yani hz. Muhammed (saa) tüm peygamber ve vasilerinin mirasçısıdır. Dolayısıyla son Peygamber de kendi vasilerini bize bildirmiştir. Bu dinin son peygamberi de elbette vasisiz olamaz. İşte salâvat bize bunu hatırlatmaktadır. Şu anlama gelmektedir; Hz. Peygamber için neye söz veriliyorsa aynı şekilde vasileri olan Ehl-i Beyt’i için de söz vermektir.
İbni kaddah rivayet eder;
Ebu Abdullah (imam Cafer Sadık a.s) şöyle buyurdu; “ Babam, Kâbe’nin örtüsüne asılmış bir adamın “ Allah’ım! Muhammed’e salât et” dediğini duydu.
Adama dedi ki; “ Ey Allah’ın kulu! Salâtı eksik bırakma. Bizim hakkımızı vermemek suretiyle bize zulmetme. Allah’ım! Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine salât et” de.”[2]
Salâvat ile hatırlatılan; Rabb’inin rızasını isteyen herkesin, kendisine ve Ehl-i Beyt’inden olan önderlere sadık olunması idi.
“ Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygamber’e ve sizden olan o Ulu’l Emr sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah’a ve Peygamber’e başvurun. Böyle yapmanız, hem daha iyidir ve hem de sonu daha güzeldir.”[3]
Tefsir-ul Burhan’da İbn-i Babeveyh’in kendi rivayet zinciri ile Cabir b. Abdullah Ensari’den şöyle naklettiği yer alır:
“Ey inananlar! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan Ulu’l Emr’e de itaat edin.” ayeti inince Resulullah’a (s.a.a) dedim ki: “Ey Allah’ın resulü, Allah’ı ve onun peygamberini anladık. Peki, seninle birlikte itaat edilmeleri gerektiği belirtilen Ulu’l Emr kimdir?”
Peygamber (s.a.a) bana şu cevabı verdi:
“Ey Cabir, bunlar benim halifelerim ve müminlerin benden sonraki imamlarıdır. Bunların birincisi Ali b. Ebu Talip’tir. Sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra Tevrat’ta Bâkır (ilmi yaran, ilimde derinleşmiş kişi) diye tanınan Muhammed b. Ali gelir. Ey Cabir, sen onun günlerine ereceksin. Onunla karşılaştığında kendisine benden selam söyle. Sonra (lakabı) Sadık (olan) Cafer b. Muhammed, sonra Musa b. Cafer, sonra Ali b. Musa, sonra Muhammed b. Ali, sonra Ali b. Muhammed, sonra Hasan b. Ali gelir. Son olarak da benim adımı ve künyemi taşıyan Muhammed gelir. O Allah’ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki yadigârıdır ve Hasan b. Ali’nin oğludur. Yüce Allah bu imamın eli ile kendi adını yeryüzünün doğusuna ve batısına yayar. O dostlarından ve taraftarlarından öyle bir gaybete çekilir ki, bu gaybet dönemi sırasında onun imamlığı ile ilgili sözlerine, sadece Allah tarafından kalpleri imanla sınavdan geçirilmiş kimseler bağlı kalırlar.”
Cabir sözlerine şöyle devam ediyor:
“Resulullah’a (s.a.a), “Ey Allah’ın resulü! O imamın, yokluğu sırasında taraftarlarına faydası olur mu?” dediğimde dedi ki:
“Beni peygamber olarak gönderene andolsun ki evet. Taraftarları onun nuru ile aydınlanırlar ve yokluğunda onun velayetinden tıpkı bulutlar arasındaki güneşten yararlanıldığı gibi yararlanırlar. Ey Cabir! Bu, Allah’ın gizli sırlarından ve saklı bilgilerinden biridir. Onu saklı tut ve ehli olanlardan başkasına açıklama.”[4]
İmam Muhammed Bâkır (a.s), Ehl-i Beyt’in (hepsine selâm olsun) ümmete önderlik etme, ümmeti istikamet ve doğruluk çizgisine yöneltme hususundaki rolüne dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Biz, Allah’ın emrinin yetkilileri, Allah’ın ilminin hazineleri, Allah’ın vahyinin vârisleri, Allah’ın kitabının taşıyıcılarıyız. Bize itaat etmek farz, bizi sevmek iman, bize buğzetmek küfürdür. Bizi sevenler cennette, bize buğzedenler ise cehennemdedir.”[5]
[1] Al-i İmran suresi/84-86
[2] Usul-i Kâfi c. 2, s.641, h. 3171
[3] Nisa suresi/ 59
[4]Tefsir-ul Burhan, c.1, s.381, h:1
[5] Menakıb-u Âl-i Ebî Talib, 4/223

KUDÜS NE ZAMAN ÖZGÜR OLACAK?
Kadir gecelerinin ihtimali olan günler ve Kudüs’ü düşününce hemen aklıma miraç geliyor.
Biz Tevhid çizgisinde olanların temel hayatının hedefi; hepimizin yaratıcısı olan “Rabb’imizin rızası”dır. O’na yakın olmanın yolu da Allah’ın elçileri ve insanlığın rehperi olan peygamberler ve peygamberlerin sonuncusu âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.a)’ten geçer.
Mekke müşriklerinin zulümleri, Hz. Muhammed (s.a.a)’i her yönden kuşattığı, yeryüzünü ona daralttığı zamanı hatırlayın. Boykot, işkence,tehdit, şantaj, ambargo günlerini….
Hz. Muhammed (s.a.a)’in , Rabb’imizin şiarı olan Kâbe’nin yanıbaşında yaşamasına rağmen, Mekke müşriklerinin kararlı küfür ve ısrarlı kavmiyetçilik bakışlarından dolayı bir türlü İlahî iradeyi açıklamaya, anlatmaya ve yaymaya izin vermiyorlardı. O kadar çok Allah’ın Resul’üne ve çevresinde kilitlenen müminlere eziyet ettiler, o kadar çok Peygamber’e yeryüzünü daraltılar ki, yüce Rabb’imiz onu hem teselli mahiyetinde, hem de onure etmek adına semaların ötesine taşıdı ve miraca yükseltti.
İnsanlar miraç olayını gündeme getirirken Sidretül Müntaha’ya, Peygamber’e ve yüce Allah’ın azametine dikkat çekerler çekmesine ama bir şeye daha dikkat çekmelidirler. Yolculuk nerelerden başlıyor?
İsra süresi 1. Ayeti kerimede bildirildiği gibi yol haritası; Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya doğrudur.
“Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”
Bu noktada bu mucizeye inanan herkese miraç, bir şey anlatmaktadır. Rabb’imizin rızasına giden yolda iki durak vardı. Bir insanın “ kul” luğunu rahatlıkla gösterebilmesi ve toplumsal kemâle erebilmenin iki şartı vardı. Yeryüzünde özgür bir nefes almanın iki bedeli.
Mescid-i Haram’ın ve Mescd-i Aksa’nın özgür olması.
Özgür olmak ve iyi bir kul olmak; bu iki yerin özgür olmasına bağlı olacaktı.
Ne yazık ki bu gün ne Mescid-i Haram, ne de Mescid-i Aksa özgürdür. Bu nedenle bu iki şiarın haykırdığı İlahî iradeyi anlamayan ve duymayan bu ümmet te özgür değildir.
Acaba bu sorunun çözümü; bu mescidlerin çevresini kuşatan toplulukların yok olup, onların yerine başka bir topluluğun gelmesi midir?
Elbette bu da sorunun çözümü değildir. Bu sorun; evrensel bir sorundur. Umumiyette tüm insanları, özelde de müminleri ilgilendiren bir meseledir. Çünkü evrensel bir iyileşme söz konusu olmadığı gibi, özelde de bu ümmette iyileşme olmadığı sürece bu sorun çözülmeyecektir. Buradaki sorun ne yerel, ne ulusal, ne ırksal, nede mezhepsel bir durumdur. Burada evrensel ve bireysel sorunların temelinde yatan kendi doğrularımızı “ hak olan gerçek” başka bir deyişle “ yegâne doğrular” olarak kabul etmekten kaynaklanmaktadır. Ve bu suçlarla mescidlerin çağrıları binbir hicapla örtülmüştür. O kadar ki bu günah hicaplarından dolayı mescitlerden gelen sesi duyamıyoruz artık.
Peygamber’in mücadelesi bu hicapları tek tek yırtarak, insanoğlunu özgürleştirmeye çalıştı. Tek gayesi vardı ve hep bunu göstermeye çalıştı. O da biricik Rabb’ine “ Kul” olmaktı.
Peygamber’imizin bu mücadelesinde çevresini kuşatan bu muhalif grupları ve hâlâ da bu üç grubun işbirlikçi olarak çalıştığını görmekteyiz. Nitekim bu üç grubun oyunları bozulmadıkça da ümmetin yolu hep tıkanık kalacaktır.
Kimlerdir bu üç grup?
BİRİNCİ GRUP; MÜŞRİKLER
Müşrik; Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve hükümlerinde şirk işleyene denir. Yani Rabb’ine ortak, yardımcı, denk tutanlardır.
Elbette bireysel şirkleri saymaya kalksak, konu alabildiğine uzar. Ama burada tüm toplumu kuşatan şirk çeşidini anlatmadan geçemeyeceğim. Çünkü toplumun hepsini bir kereden şirk batağına mahkum etmiş bir şirk çeşididir. Bu şirk çeşidi “ tağut” u kabul etmektir. Yani kendini bir ilah gibi sayanları, gösterenleri kabul etmektir.
Yüce Allah’ı inkar etmezler. Ama Nemrut gibi O’na gökleri tahsis eder. Kendine de yeryüzünü pay eder. Kendilerini yeryüzünün malikleri olarak görürler. Bu nedenle kendi yargı ve kararlarına göre kanun koyarlar. Ve insanların kendi kararlarına boyun eğmelerini isterler. Boyun eğmeyenleri de cezalandırırlar.
Şimdi yeryüzündeki tüm toplumlara, tüm ülkelere bakın. Tağutları saymaya kalkışın desem. O kadar çok ki sıralayamazsınız bile…
Hani insanlığa Tevhid düşüncesi getirilmişti. Hani inananlar yalnızca yüce Allah’a boyun eğeceklerdi. Hani teslimiyet ve egemenlik yalnızca Allah’ın hakkıydı. Hiç Rabb’inin ayetlerini okumamış gibi.
Şimdi, “ Ben müslüman’ım” diyen toplumların haline bakın. Tağut etrafında çember oluşturmuşken hangi Tevhid anlayışından söz edebilirler.
Bakınız Peygamber’in dönemine… Mekke’de Darun Nedve denilen müşriklerin meclisi vardı. Peygamber’imiz onlarla işbirliği yapabilirdi. Ama yapmadı. Neden?
Onlar tağut idi. Ve kendisinin ilahî ilkesi “ Kafirun süresi”nin haykırışı oldu. Kafirun süresini haykırmayan, İhlas süresi’ni haykıramazdı. “La” denilmeden “illa Allah” olamazdı.
Bu nedenle tağuta boyun eğerek asla Rabb’imizin şiarları olan ne Mescid-i Haram, ne de Mescid-i Aksa özgür olamaz.
Hiç bir zaman Nemrut tek başına büyük bir zalim olamazdı. Fravun tek başına böyle büyük bir zalim olamazdı. Onların etrafında duran, onları besleyen ve destekleyen gruplar ile yükselirler. Zulümleri dağ gibi büyür…
O halde ortaya çıkan tağut/tuğyan, toplumsal işlenen günahtır. Toplumsal bir hastalıktır. Toplumdaki her bireyin yüklendiği ve hesabını vereceği bağışlanmayan bir suçtur.
Bu nedenle tağutları ne kadar beslediğimiz veya desteklediğimiz her müslümanın kendine soracağı bir hesaptır. Bir yandan namaz kılarken, diğer yandan tağutlara boyun eğiliniyorsa bunun hesabı ağırdır. Ve bedeller daha dünyadayken ödenmeye başlanır…
Bu yüzden şirkten ve şirkin suç ortaklarından arınmadan, temize çıkamayacağımız aşikâr bir durumdur.
Rabbimize ve tüm peygamberlerimize savaş açmış bir duruştur. Bu nedenle müşrik olmamak ve şirke destek vermemek için üzerimize ne düşüyorsa yapmak zorundayız. Bunun tek aşısı da “Tevhid” i çok iyi bilmek, anlamak ve yaşamaktır.
İKİNCİ GRUP; YAHUDİLER
Fitne ortaklarından biri… İnsanlığın önünde duran model kulları inciten, peygamberleri çok üzen bu topluluk insanlığı mı üzmeyecek? Her alana ahtapot gibi sızan bu grup her topluluğu saptırmada baş rolde oynamaktadır. Kibir ve hırs üzerinde yükselen ırkçılığı kendilerini bitirdiği gibi insanlığı da kemirmektedirler. Mantıkları Rabb’imizin gazabını üzerlerine çekmiş olmalarına rağmen uslanmayan bir topluluktur. Aynen isimlerinin çağrıştığı gibi Yahudiler; çokça Allah’ı anıp, tevbe eden ama yeniden Rabb’ine meydan okuyan kimselerdir. Sözde din ehli, şeriat sahibi, Rabb’lerinin huzuruna duran, lâkin zalimlikte, inkârda, fesatta ve ihanette kimse onları geçemez. İçlerindeki dünya sevgisi bin yıl yaşamaktan daha da hırslıdır.
Tarih boyunca Peygamberler’e savaş açmışlardır.
Şimdi de Tevhid inancında olan bu ümmete savaş açmışlardır. Bu yüzden Mescid-i Aksa her gün ağlamakta, üzerinden oluk oluk kan akmaktadır. Her gün müslümanları öldürmek ve onlara işkence etmekle beslenen bu grup, insanlıkla alay eder gibi bir de geçip sırıtmaktadır.
Şeytana kapı araladın mı neden içeriye girmesin ki! Onlara prim veren, destek çıkan ve hâlâ onlarla dostluk kuran müslümanlar vardır. Düşmana aşık olanı neden kullanmasın ki…
İnananların ayetlerinde, ilahi kitabında en çok Yahudilerin hastalıkları söz konusu olduğu halde onlara yanaşmaktadırlar. Onlardan oluk oluk hastalık, bu ümmete bulaşmaktadır. Anlaşılan o ki müslümanlar, hâlâ onları muhalif bir grup olarak görmemiştir. Halbu ki onlar şeytanın adımlarını izlemektedir. İnandım diyen bu kimseler de onların adımlarını izlemektedirler.
Bir ilde tüm STK’ların toplanmış olduğu bir toplantıya katılmıştık. Filistin’den bir yetkili bu toplantıda Filistin halkının çektiklerini tek tek anlatmıştı. O kadar çok kötü tablolar anlatmıştı ki. Hepimizin yüzünde derin bir hüzün oluşmuştu. Siyasal, sosyal, ekonomik, psikolojik her türlü zülüm kuşatmıştı onları… Onlar müslüman olmanın ötesinde insan idiler. Ve hiç bir insanın bir insana bunları yapmaya hakları yoktu. Tüm insan hakları çiğneniyordu. Büyük bir mahcubiyetle aramızdan birisi bu yetkiliye bir soru yöneltmişti. “ Filistin halkı için ne yapabiliriz? Söyleyin, İsrail’e boykot mu yapalım, bunu yaygınlaştıralım mı? Yönetim üzerinden siyasi bir baskı mı oluşturalım? Yardım mı toplayalım? Söyleyin bize bir yol gösterin” diye…
Cevaba bakar mısınız! Bu çözüm önerilerini duymadı bile. Ne dedi, biliyor musunuz?!. “Gerçekten Filistin halkı için bir şey mi yapmak istiyorsunuz? Kudüs’ün özgür olmasını mı istiyorsunuz?
O halde Arapça öğrenin. Cevaplar “Kur’an” da yazıyor. Ancak o zaman, bizi anlayabilirsiniz” demişti.
Bu cevap bir şamar tokadı gibiydi. Gerçekten bizler Kur’an çağrılarını duymamıştık. Eğer bu ümmet Kur’an çağrılarını duymuş olsaydı, Kudüs esaret altında olmazdı. Her gün yüzlerce inanan kardeşimizin gözlerinden yaşlar dökülmezdi. Müslümanın kanı sudan fazla akmazdı. Onların kanı üzerinden ne siyaset yapılabilirdi, ne rant elde edilebilirdi, ne de ahkam kesilinirdi. Şimdi hangi yüzle Rabb’imize, Peygamberler’imize ve ölen kardeşlerimizin yüzüne bakabileceğiz, bilemiyorum!
ÜÇÜNCÜ GRUP; MUNAFIKLAR
İman ettiklerini söyledikleri halde hedefleri “Allah rızası” olmayıp, başka seçenekler peşinde dolaşan kimselerdir. Bunların imanı ya korku ve kaygılara dayalıdır, ya da menfaat ve kişisel yargılara… İmam Hüseyin(as) bunu çok güzel tanımlar. “ Hakkı gösterip, batılı kastedenler” diye dile getirir.
Bu tür insanlar müminlerin arasında dolaşır, onlar gibi dururlar. Ama iç âlemleri başkadır. Yani açıkladıkları başka, gizledikleri ise bir başka.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a); onlar için alâmet olarak “yalan söylerler, sözlerinde durmazlar, emanete hiyanet ederler” buyurur. Bu ahlaki özellikler munafıkların alâmetleridir.
Şimdi size munafıklığın alametleri demiyorum, munafıklığın delili diyorum. Bu konuda ayeti kerime şöyle buyurmaktadır.
“Münafıklar, küfür ile iman arasında bocalamaktadırlar. Ne bu müminlere bağlanırlar, ne de şu kâfirlere. Allah kimi doğru yoldan saptırırsa, sen artık ona kurtuluş yolu bulamazsın.
Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa süresi/143-144)
Gizledikleri farklı, açığa vurdukları farklı olan bu insanlar müminlerin güvenlerini suistimal etmektedirler. Böylece inananlar arasında bir çok fitne çıkarmaktadırlar. Ancak bir grupta onlara güvenirler. Bu durumda öyle bir hale gelinir ki yapılan tüm hatalar meşru görülmeye başlanır. Bu yüzden Yahudiler ve Müşrikler belirgin olmalarından dolayı bu ümmete munafıklar kadar zarar veremezler. Yahudiler ve müşrikler de bu durumu bildiklerinden ümmet arasına sızmanın yolu olarak bu munafıkları kullanırlar.
İşte bu üç grup; işbirliği ile müminlerin başına beladırlar. Bu durumda müminler ne yapmalıdırlar?
Müminler öncelikle bu üç grubu tanımalıdırlar. Kesinlikle kendi düşmanları olarak kabul etmelidirler. Bunu Rabb’imiz buyuruyor.
Maide süresi /51 “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.”
Maide süresi/ 57 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin. Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, Allah’dan gereğince korkun.”
Bakara süresi/ 14-16 “Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler. (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.”
Mümin isek böyle düşünmek zorundayız. Kendi kimliğimizden asla ödün vermemeliyiz. Yüce Rabb’imizin düşman kabul ettiklerini dost göremeyiz. Böyle düşündükten sonra tüm diğer tedbirleri almaya başlayabiliriz.
Ne Kudüs birilerinindir, ne de Kâbe. Her iki mescid Rabb’imizin hepimize yani tüm insanlara verdiği şiarıdır.
Hz. Salih(as)’in devesi gibi düşünün. Tüm topluluklara gönderilmiştir. Ancak yalnızca Hz. Salih(as)’e inananlar o deveyi koruyabilmişlerdi.
Şimdi bu mescidler, tüm yeryüzünün ortak değeridir. Ancak Allah ve Resul’üne hakkıyla iman edenler, inandığı Rabbanî ilkelerle o mescidlerin bekçiliğini yapabilirler.
Yahudiler bunu temsil edebilseydi, Rabb’imiz onları nesh etmezdi.
Elbette Kudüs’ü korumak sadece Filistin halkının da görevi değildir. Kudüs’ü korumak tüm ümmetin sorumluluğudur. Her müminin görevidir. Rabb’ine ve Resul’üne olumlu cevap veren herkes, bu bedellerde ortak olmalıdır.
İsrail sadece Filistin halkının değil, tüm ümmetin düşmanıdır. Elbette Yahudiler’in yanında duran müşrik ve munafıklar da…
Aksi takdirde dost ve düşman evliliklerini kutlamakla ömrümüz geçecektir. Kudüs’ün özgürlüğü de hayallere kalacaktır. Allah korusun…
Biz Tevhid çizgisinde olanların temel hayatının hedefi; hepimizin yaratıcısı olan “Rabb’imizin rızası”dır. O’na yakın olmanın yolu da Allah’ın elçileri ve insanlığın rehperi olan peygamberler ve peygamberlerin sonuncusu âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.a)’ten geçer.
Mekke müşriklerinin zulümleri, Hz. Muhammed (s.a.a)’i her yönden kuşattığı, yeryüzünü ona daralttığı zamanı hatırlayın. Boykot, işkence,tehdit, şantaj, ambargo günlerini….
Hz. Muhammed (s.a.a)’in , Rabb’imizin şiarı olan Kâbe’nin yanıbaşında yaşamasına rağmen, Mekke müşriklerinin kararlı küfür ve ısrarlı kavmiyetçilik bakışlarından dolayı bir türlü İlahî iradeyi açıklamaya, anlatmaya ve yaymaya izin vermiyorlardı. O kadar çok Allah’ın Resul’üne ve çevresinde kilitlenen müminlere eziyet ettiler, o kadar çok Peygamber’e yeryüzünü daraltılar ki, yüce Rabb’imiz onu hem teselli mahiyetinde, hem de onure etmek adına semaların ötesine taşıdı ve miraca yükseltti.
İnsanlar miraç olayını gündeme getirirken Sidretül Müntaha’ya, Peygamber’e ve yüce Allah’ın azametine dikkat çekerler çekmesine ama bir şeye daha dikkat çekmelidirler. Yolculuk nerelerden başlıyor?
İsra süresi 1. Ayeti kerimede bildirildiği gibi yol haritası; Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya doğrudur.
“Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescid-i Haram’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”
Bu noktada bu mucizeye inanan herkese miraç, bir şey anlatmaktadır. Rabb’imizin rızasına giden yolda iki durak vardı. Bir insanın “ kul” luğunu rahatlıkla gösterebilmesi ve toplumsal kemâle erebilmenin iki şartı vardı. Yeryüzünde özgür bir nefes almanın iki bedeli.
Mescid-i Haram’ın ve Mescd-i Aksa’nın özgür olması.
Özgür olmak ve iyi bir kul olmak; bu iki yerin özgür olmasına bağlı olacaktı.
Ne yazık ki bu gün ne Mescid-i Haram, ne de Mescid-i Aksa özgürdür. Bu nedenle bu iki şiarın haykırdığı İlahî iradeyi anlamayan ve duymayan bu ümmet te özgür değildir.
Acaba bu sorunun çözümü; bu mescidlerin çevresini kuşatan toplulukların yok olup, onların yerine başka bir topluluğun gelmesi midir?
Elbette bu da sorunun çözümü değildir. Bu sorun; evrensel bir sorundur. Umumiyette tüm insanları, özelde de müminleri ilgilendiren bir meseledir. Çünkü evrensel bir iyileşme söz konusu olmadığı gibi, özelde de bu ümmette iyileşme olmadığı sürece bu sorun çözülmeyecektir. Buradaki sorun ne yerel, ne ulusal, ne ırksal, nede mezhepsel bir durumdur. Burada evrensel ve bireysel sorunların temelinde yatan kendi doğrularımızı “ hak olan gerçek” başka bir deyişle “ yegâne doğrular” olarak kabul etmekten kaynaklanmaktadır. Ve bu suçlarla mescidlerin çağrıları binbir hicapla örtülmüştür. O kadar ki bu günah hicaplarından dolayı mescitlerden gelen sesi duyamıyoruz artık.
Peygamber’in mücadelesi bu hicapları tek tek yırtarak, insanoğlunu özgürleştirmeye çalıştı. Tek gayesi vardı ve hep bunu göstermeye çalıştı. O da biricik Rabb’ine “ Kul” olmaktı.
Peygamber’imizin bu mücadelesinde çevresini kuşatan bu muhalif grupları ve hâlâ da bu üç grubun işbirlikçi olarak çalıştığını görmekteyiz. Nitekim bu üç grubun oyunları bozulmadıkça da ümmetin yolu hep tıkanık kalacaktır.
Kimlerdir bu üç grup?
BİRİNCİ GRUP; MÜŞRİKLER
Müşrik; Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve hükümlerinde şirk işleyene denir. Yani Rabb’ine ortak, yardımcı, denk tutanlardır.
Elbette bireysel şirkleri saymaya kalksak, konu alabildiğine uzar. Ama burada tüm toplumu kuşatan şirk çeşidini anlatmadan geçemeyeceğim. Çünkü toplumun hepsini bir kereden şirk batağına mahkum etmiş bir şirk çeşididir. Bu şirk çeşidi “ tağut” u kabul etmektir. Yani kendini bir ilah gibi sayanları, gösterenleri kabul etmektir.
Yüce Allah’ı inkar etmezler. Ama Nemrut gibi O’na gökleri tahsis eder. Kendine de yeryüzünü pay eder. Kendilerini yeryüzünün malikleri olarak görürler. Bu nedenle kendi yargı ve kararlarına göre kanun koyarlar. Ve insanların kendi kararlarına boyun eğmelerini isterler. Boyun eğmeyenleri de cezalandırırlar.
Şimdi yeryüzündeki tüm toplumlara, tüm ülkelere bakın. Tağutları saymaya kalkışın desem. O kadar çok ki sıralayamazsınız bile…
Hani insanlığa Tevhid düşüncesi getirilmişti. Hani inananlar yalnızca yüce Allah’a boyun eğeceklerdi. Hani teslimiyet ve egemenlik yalnızca Allah’ın hakkıydı. Hiç Rabb’inin ayetlerini okumamış gibi.
Şimdi, “ Ben müslüman’ım” diyen toplumların haline bakın. Tağut etrafında çember oluşturmuşken hangi Tevhid anlayışından söz edebilirler.
Bakınız Peygamber’in dönemine… Mekke’de Darun Nedve denilen müşriklerin meclisi vardı. Peygamber’imiz onlarla işbirliği yapabilirdi. Ama yapmadı. Neden?
Onlar tağut idi. Ve kendisinin ilahî ilkesi “ Kafirun süresi”nin haykırışı oldu. Kafirun süresini haykırmayan, İhlas süresi’ni haykıramazdı. “La” denilmeden “illa Allah” olamazdı.
Bu nedenle tağuta boyun eğerek asla Rabb’imizin şiarları olan ne Mescid-i Haram, ne de Mescid-i Aksa özgür olamaz.
Hiç bir zaman Nemrut tek başına büyük bir zalim olamazdı. Fravun tek başına böyle büyük bir zalim olamazdı. Onların etrafında duran, onları besleyen ve destekleyen gruplar ile yükselirler. Zulümleri dağ gibi büyür…
O halde ortaya çıkan tağut/tuğyan, toplumsal işlenen günahtır. Toplumsal bir hastalıktır. Toplumdaki her bireyin yüklendiği ve hesabını vereceği bağışlanmayan bir suçtur.
Bu nedenle tağutları ne kadar beslediğimiz veya desteklediğimiz her müslümanın kendine soracağı bir hesaptır. Bir yandan namaz kılarken, diğer yandan tağutlara boyun eğiliniyorsa bunun hesabı ağırdır. Ve bedeller daha dünyadayken ödenmeye başlanır…
Bu yüzden şirkten ve şirkin suç ortaklarından arınmadan, temize çıkamayacağımız aşikâr bir durumdur.
Rabbimize ve tüm peygamberlerimize savaş açmış bir duruştur. Bu nedenle müşrik olmamak ve şirke destek vermemek için üzerimize ne düşüyorsa yapmak zorundayız. Bunun tek aşısı da “Tevhid” i çok iyi bilmek, anlamak ve yaşamaktır.
İKİNCİ GRUP; YAHUDİLER
Fitne ortaklarından biri… İnsanlığın önünde duran model kulları inciten, peygamberleri çok üzen bu topluluk insanlığı mı üzmeyecek? Her alana ahtapot gibi sızan bu grup her topluluğu saptırmada baş rolde oynamaktadır. Kibir ve hırs üzerinde yükselen ırkçılığı kendilerini bitirdiği gibi insanlığı da kemirmektedirler. Mantıkları Rabb’imizin gazabını üzerlerine çekmiş olmalarına rağmen uslanmayan bir topluluktur. Aynen isimlerinin çağrıştığı gibi Yahudiler; çokça Allah’ı anıp, tevbe eden ama yeniden Rabb’ine meydan okuyan kimselerdir. Sözde din ehli, şeriat sahibi, Rabb’lerinin huzuruna duran, lâkin zalimlikte, inkârda, fesatta ve ihanette kimse onları geçemez. İçlerindeki dünya sevgisi bin yıl yaşamaktan daha da hırslıdır.
Tarih boyunca Peygamberler’e savaş açmışlardır.
Şimdi de Tevhid inancında olan bu ümmete savaş açmışlardır. Bu yüzden Mescid-i Aksa her gün ağlamakta, üzerinden oluk oluk kan akmaktadır. Her gün müslümanları öldürmek ve onlara işkence etmekle beslenen bu grup, insanlıkla alay eder gibi bir de geçip sırıtmaktadır.
Şeytana kapı araladın mı neden içeriye girmesin ki! Onlara prim veren, destek çıkan ve hâlâ onlarla dostluk kuran müslümanlar vardır. Düşmana aşık olanı neden kullanmasın ki…
İnananların ayetlerinde, ilahi kitabında en çok Yahudilerin hastalıkları söz konusu olduğu halde onlara yanaşmaktadırlar. Onlardan oluk oluk hastalık, bu ümmete bulaşmaktadır. Anlaşılan o ki müslümanlar, hâlâ onları muhalif bir grup olarak görmemiştir. Halbu ki onlar şeytanın adımlarını izlemektedir. İnandım diyen bu kimseler de onların adımlarını izlemektedirler.
Bir ilde tüm STK’ların toplanmış olduğu bir toplantıya katılmıştık. Filistin’den bir yetkili bu toplantıda Filistin halkının çektiklerini tek tek anlatmıştı. O kadar çok kötü tablolar anlatmıştı ki. Hepimizin yüzünde derin bir hüzün oluşmuştu. Siyasal, sosyal, ekonomik, psikolojik her türlü zülüm kuşatmıştı onları… Onlar müslüman olmanın ötesinde insan idiler. Ve hiç bir insanın bir insana bunları yapmaya hakları yoktu. Tüm insan hakları çiğneniyordu. Büyük bir mahcubiyetle aramızdan birisi bu yetkiliye bir soru yöneltmişti. “ Filistin halkı için ne yapabiliriz? Söyleyin, İsrail’e boykot mu yapalım, bunu yaygınlaştıralım mı? Yönetim üzerinden siyasi bir baskı mı oluşturalım? Yardım mı toplayalım? Söyleyin bize bir yol gösterin” diye…
Cevaba bakar mısınız! Bu çözüm önerilerini duymadı bile. Ne dedi, biliyor musunuz?!. “Gerçekten Filistin halkı için bir şey mi yapmak istiyorsunuz? Kudüs’ün özgür olmasını mı istiyorsunuz?
O halde Arapça öğrenin. Cevaplar “Kur’an” da yazıyor. Ancak o zaman, bizi anlayabilirsiniz” demişti.
Bu cevap bir şamar tokadı gibiydi. Gerçekten bizler Kur’an çağrılarını duymamıştık. Eğer bu ümmet Kur’an çağrılarını duymuş olsaydı, Kudüs esaret altında olmazdı. Her gün yüzlerce inanan kardeşimizin gözlerinden yaşlar dökülmezdi. Müslümanın kanı sudan fazla akmazdı. Onların kanı üzerinden ne siyaset yapılabilirdi, ne rant elde edilebilirdi, ne de ahkam kesilinirdi. Şimdi hangi yüzle Rabb’imize, Peygamberler’imize ve ölen kardeşlerimizin yüzüne bakabileceğiz, bilemiyorum!
ÜÇÜNCÜ GRUP; MUNAFIKLAR
İman ettiklerini söyledikleri halde hedefleri “Allah rızası” olmayıp, başka seçenekler peşinde dolaşan kimselerdir. Bunların imanı ya korku ve kaygılara dayalıdır, ya da menfaat ve kişisel yargılara… İmam Hüseyin(as) bunu çok güzel tanımlar. “ Hakkı gösterip, batılı kastedenler” diye dile getirir.
Bu tür insanlar müminlerin arasında dolaşır, onlar gibi dururlar. Ama iç âlemleri başkadır. Yani açıkladıkları başka, gizledikleri ise bir başka.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a); onlar için alâmet olarak “yalan söylerler, sözlerinde durmazlar, emanete hiyanet ederler” buyurur. Bu ahlaki özellikler munafıkların alâmetleridir.
Şimdi size munafıklığın alametleri demiyorum, munafıklığın delili diyorum. Bu konuda ayeti kerime şöyle buyurmaktadır.
“Münafıklar, küfür ile iman arasında bocalamaktadırlar. Ne bu müminlere bağlanırlar, ne de şu kâfirlere. Allah kimi doğru yoldan saptırırsa, sen artık ona kurtuluş yolu bulamazsın.
Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa süresi/143-144)
Gizledikleri farklı, açığa vurdukları farklı olan bu insanlar müminlerin güvenlerini suistimal etmektedirler. Böylece inananlar arasında bir çok fitne çıkarmaktadırlar. Ancak bir grupta onlara güvenirler. Bu durumda öyle bir hale gelinir ki yapılan tüm hatalar meşru görülmeye başlanır. Bu yüzden Yahudiler ve Müşrikler belirgin olmalarından dolayı bu ümmete munafıklar kadar zarar veremezler. Yahudiler ve müşrikler de bu durumu bildiklerinden ümmet arasına sızmanın yolu olarak bu munafıkları kullanırlar.
İşte bu üç grup; işbirliği ile müminlerin başına beladırlar. Bu durumda müminler ne yapmalıdırlar?
Müminler öncelikle bu üç grubu tanımalıdırlar. Kesinlikle kendi düşmanları olarak kabul etmelidirler. Bunu Rabb’imiz buyuruyor.
Maide süresi /51 “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.”
Maide süresi/ 57 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin. Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, Allah’dan gereğince korkun.”
Bakara süresi/ 14-16 “Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler. (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.”
Mümin isek böyle düşünmek zorundayız. Kendi kimliğimizden asla ödün vermemeliyiz. Yüce Rabb’imizin düşman kabul ettiklerini dost göremeyiz. Böyle düşündükten sonra tüm diğer tedbirleri almaya başlayabiliriz.
Ne Kudüs birilerinindir, ne de Kâbe. Her iki mescid Rabb’imizin hepimize yani tüm insanlara verdiği şiarıdır.
Hz. Salih(as)’in devesi gibi düşünün. Tüm topluluklara gönderilmiştir. Ancak yalnızca Hz. Salih(as)’e inananlar o deveyi koruyabilmişlerdi.
Şimdi bu mescidler, tüm yeryüzünün ortak değeridir. Ancak Allah ve Resul’üne hakkıyla iman edenler, inandığı Rabbanî ilkelerle o mescidlerin bekçiliğini yapabilirler.
Yahudiler bunu temsil edebilseydi, Rabb’imiz onları nesh etmezdi.
Elbette Kudüs’ü korumak sadece Filistin halkının da görevi değildir. Kudüs’ü korumak tüm ümmetin sorumluluğudur. Her müminin görevidir. Rabb’ine ve Resul’üne olumlu cevap veren herkes, bu bedellerde ortak olmalıdır.
İsrail sadece Filistin halkının değil, tüm ümmetin düşmanıdır. Elbette Yahudiler’in yanında duran müşrik ve munafıklar da…
Aksi takdirde dost ve düşman evliliklerini kutlamakla ömrümüz geçecektir. Kudüs’ün özgürlüğü de hayallere kalacaktır. Allah korusun…

KUR’AN-I NÂTIK İMAM ALİ(S.A) KATLEDİLİYOR. ÜMMET NEREDE?
Nefislerin terbiye edilmesi gereken bu günlerde yani içinde bulunulan Ramazan ayında ne feci bir olay oluyor. Biliyor musunuz?
İmam Ali (s.a) katlediliyor!
Ama her nedense İmam Ali (s.a)’nin katledilişi pek gündeme gelmiyor. Tarihte saygıyı hak etmeyen ve topluma hayırlı bir miras bırakmayan nice insanların ölümü ve ölüm yıldönümü bile haber malzemesi yapılırken, imam Ali (s.a)’nin katledilişi gündeme alınmaz.
Bu bilinçli bir davranış mıdır!? Buna dikkat çekmek isterim. Belki de esas sorun bakış açısındadır. Çünkü tablo anlaşılmayınca, yaşanan vahim durumunda farkında olunamaz.
İmam Ali (s.a) kimdir?
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a)’e başından beri yardım etmiş biri…
Resulullah (s.a.a)’ın yanında ve en kritik durumlarda savaştan savaşa koşmuş biri…
Peygamber (s.a.a)’imizin amcası oğlu ve hem de sadık sahabesi….
Resulullah (s.a.a)’ın bizzat kendisinin terbiye ettiği biri….
Peygamber (s.a.a)’imizin damadı, kızının kocası, torunlarının babası…
Bunlarda önemli ama, onu öne çeken durum bunlardan hiçbirisi değildir.
Bakınız ona “İmam Ali (s.a)” diyoruz. Biz hiç bir halifeye veya sahabeye “ İmam” sıfatı getirmiyoruz değil mi?
Onu çok özel yapan durum; O, peygamberin halifesidir. Peygamberden sonraki bu ümmetin başı İmam Ali (s.a)’dir.
İmam Ali (s.a)’nin bedenen zarar görmesi belki bu gecelere gelmektedir. Ama ihanet ve bu sonuca ulaşan fitnenin başı Sakife’deki toplantılardır.
Peygamber (s.a.a)’in bu dünyadan göç edeceği son günlerde Risalet evine ateş düşmüştü. Bu büyük bir fitne ateşi idi. Daha Uhud savaşında İmam Ali(as)’ye Resulullah (s.a.a); bu günlerin zorluğundan bahsetmiş, kendisine çok sabırlı olmasını tavsiye etmişti. Neden? Ölüme meydan okuyan İmam Ali (s.a.) şehadetten korkmazdı ki! Korktuğu şey, bu fitne ateşinin müslümanlar tarafından yakılması, içeriden dine saldırılması olacaktı. Ve imam Ali (s.a.) için gerçekten bu günler zor günler olmuştu.
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ederken, müslümanlardan muhalif sesler yükselmeye başlar. Bu durum ordunun yola çıkmamasına, peygamberin vasiyetini yazmasına engel ve hatta vefatında ailesi ile beraber birkaç kişi ile cenaze işlemlerinin yapılmasına neden olur.
Arkasından Hz. Fatıma küstürülür ve hatta şehadetine neden olunur. Ehl-i Beyt’in elinden Fedek arazisi alınır, hadisler susturulur, Ehl-i Beyt evine hapsedilir, hatta konuşturulmasına bile izin verilmez….
Tüm bu müdahaleler bu ümmetin imamına yapılan muhalif davranışlar ve darbelerdir. Böylelikle onun imamet misyonu susturulmaya çalışılır. Ta ki bedenen de ortadan kaldırılıncaya kadar durmazlar…
Özellikle Ramazan ayında ve kadir gecelerinin ihtimali yüksek olabilecek bu ihya gecelerinde İmam Ali (s.a) öldürülür, öldürülme planı yapılır…
Bilincini yitirmiş bu sözde müslümanlar, İmam’a ve misyonuna saldırmakla Kur’an’a saldırdığının farkında değil midir?
Kur’an’a saldırmakla da kendi imanına saldırdığının farkında değil midir?
Ne yazık ki bıçağı kendi kalbine batırmıştır. Kendine ihanet etmiştir… Ama yine farkında değildir.
Ahzap süresinde bildirilen “ Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman…” ayette olduğu gibi Resulullah (s.a.a) bir hüküm bildirmişti. İmam Ali (sa) ve Ehl-i Beyt ile ilgili yüzlerce beyan dile getirmişti. En barizi, söylenen ve dillerde dolaşan salavatlara imam Ali (s.a) dâhil değil miydi?
İşte bu ümmet Peygamber(s.a.a)’ine itaat etmemişti. İmam’ına saldırmıştı yada yalnız bırakılmıştı yada hedef tahtası gösterilmişti yada imam oluşuna emin olunmamıştı, şüphe ile bakılmıştı yada bu zulme sessiz kalınmıştı yada öfke ve hırsını içinde tutup, ihanet projelerine destek olunmuştu yada misyonunu gölgelemek için çabalamıştı, durumun vahametini anlamamıştı yada sevdiğini iddia edip itaati gerek görmemişti… fark etmez. Hepsi aynı sonuca varıyordu.
İmam’ını anlamamış ve tanımamıştı.
İşte sonuç….
Başı kesilen bir ümmet… Başı kesilen bir vücut!
Ne yazık ki başı kesilen bu ümmet, başının koparıldığının farkında bile değildir.
Hepsinden daha vahim durum ise, Resulullah(s.a.a)’ın vasileri ve halifeleri olan bu güller (imam Ali (as) ve diğer imamlar)i yok edenler ve risalete ihanet edenler bu ümmet tarafından hâlâ ayakta alkışlanmaktadır.
Peygamber (s.a.a)’in bize bıraktığı en büyük miras; Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, bu ümmetin altında toplanacağı izzet, itaat ve diriliş sancağıdır.
İlk Kur’an sancaktarı Resulullah (s.a.a) idi. Ancak Peygamber’den sonraki sancaktarlar kimlerdir?
Peygamber (s.a.a)’in Kur’an taşıyıcılarını bildirmeden gitmesi mümkün müydü?
Kur’an kadar onu taşıyan sancaktarlar da önemlidir. Kendisi ve Kur’an bütünleştiği gibi, kendisinden sonra da bu böyle olmalıydı. Çünkü Kur’an’ı anlayan, tanıtan, yorumlayan ve önde duran onlar olacaklardı. Bu nedenle sancaktarlar sıradan insanlardan veya müslümanlardan olamazdı.
Onlar, Kur’an emanetini kaldırabilecek, bilinçli ve yürekli olmalıdırlar. Kur’an belki ellerinde bir sancak, ancak onlar Kur’an’ın ruhu olacaklardı. Yani yaşayan Kur’an !
İşte hatem olan Peygamber kendisinden sonraki sancaktarlarını ilahî yönlendirme üzerine bildirdi. Kıyamete kadar bu ümmete yol gösterdi, sancaktarları sıraladı. En son sancaktar da İmam Mehdi (as) idi.
Elbette bu anlatılanlar size biraz yabancı gelebilir. Çünkü tarihsel süreç, sancaktarlara her çeşitten saldırılarla doludur. Yani ihanet devam ediyordu ve etmeye devam edecekti…
Peygamber’leri öldürenler, Peygamber’lerle savaşanlar, Peygamber’e itaat etmeyenler O’nun sancaktarlarına mı saldırmayacaklardı?!.
İşte can alıcı bir soru.
Peygamber(s.a.a)’den sonra Peygamber’in ailesine ne oldu?
….
Peygamber’in çocukları müslümanlar tarafından neden on bir kez katledildi?
…..
Bu sorular cevap almayıncaya kadar yaşanan tablo anlaşılmayacaktır.
İmam Ali (s.a)’nin şehadeti de anlaşılmayacaktır.
Onun şehadeti ile neleri kaybettiğimizi de…
Ne yazık ki Peygamber (s.a.a) ve Kur’an ağlatılmıştır. Ama inleyen sesleri ve feryatları duyulmamıştır…
Üzülerek söylemeliyim ki bu ümmet tarafından…
İmam Ali (s.a) katlediliyor!
Ama her nedense İmam Ali (s.a)’nin katledilişi pek gündeme gelmiyor. Tarihte saygıyı hak etmeyen ve topluma hayırlı bir miras bırakmayan nice insanların ölümü ve ölüm yıldönümü bile haber malzemesi yapılırken, imam Ali (s.a)’nin katledilişi gündeme alınmaz.
Bu bilinçli bir davranış mıdır!? Buna dikkat çekmek isterim. Belki de esas sorun bakış açısındadır. Çünkü tablo anlaşılmayınca, yaşanan vahim durumunda farkında olunamaz.
İmam Ali (s.a) kimdir?
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a)’e başından beri yardım etmiş biri…
Resulullah (s.a.a)’ın yanında ve en kritik durumlarda savaştan savaşa koşmuş biri…
Peygamber (s.a.a)’imizin amcası oğlu ve hem de sadık sahabesi….
Resulullah (s.a.a)’ın bizzat kendisinin terbiye ettiği biri….
Peygamber (s.a.a)’imizin damadı, kızının kocası, torunlarının babası…
Bunlarda önemli ama, onu öne çeken durum bunlardan hiçbirisi değildir.
Bakınız ona “İmam Ali (s.a)” diyoruz. Biz hiç bir halifeye veya sahabeye “ İmam” sıfatı getirmiyoruz değil mi?
Onu çok özel yapan durum; O, peygamberin halifesidir. Peygamberden sonraki bu ümmetin başı İmam Ali (s.a)’dir.
İmam Ali (s.a)’nin bedenen zarar görmesi belki bu gecelere gelmektedir. Ama ihanet ve bu sonuca ulaşan fitnenin başı Sakife’deki toplantılardır.
Peygamber (s.a.a)’in bu dünyadan göç edeceği son günlerde Risalet evine ateş düşmüştü. Bu büyük bir fitne ateşi idi. Daha Uhud savaşında İmam Ali(as)’ye Resulullah (s.a.a); bu günlerin zorluğundan bahsetmiş, kendisine çok sabırlı olmasını tavsiye etmişti. Neden? Ölüme meydan okuyan İmam Ali (s.a.) şehadetten korkmazdı ki! Korktuğu şey, bu fitne ateşinin müslümanlar tarafından yakılması, içeriden dine saldırılması olacaktı. Ve imam Ali (s.a.) için gerçekten bu günler zor günler olmuştu.
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.a); ısrarla kendisinden sonra takip edilecek önder olarak İmam Ali (s.a)’yi işaret ederken, müslümanlardan muhalif sesler yükselmeye başlar. Bu durum ordunun yola çıkmamasına, peygamberin vasiyetini yazmasına engel ve hatta vefatında ailesi ile beraber birkaç kişi ile cenaze işlemlerinin yapılmasına neden olur.
Arkasından Hz. Fatıma küstürülür ve hatta şehadetine neden olunur. Ehl-i Beyt’in elinden Fedek arazisi alınır, hadisler susturulur, Ehl-i Beyt evine hapsedilir, hatta konuşturulmasına bile izin verilmez….
Tüm bu müdahaleler bu ümmetin imamına yapılan muhalif davranışlar ve darbelerdir. Böylelikle onun imamet misyonu susturulmaya çalışılır. Ta ki bedenen de ortadan kaldırılıncaya kadar durmazlar…
Özellikle Ramazan ayında ve kadir gecelerinin ihtimali yüksek olabilecek bu ihya gecelerinde İmam Ali (s.a) öldürülür, öldürülme planı yapılır…
Bilincini yitirmiş bu sözde müslümanlar, İmam’a ve misyonuna saldırmakla Kur’an’a saldırdığının farkında değil midir?
Kur’an’a saldırmakla da kendi imanına saldırdığının farkında değil midir?
Ne yazık ki bıçağı kendi kalbine batırmıştır. Kendine ihanet etmiştir… Ama yine farkında değildir.
Ahzap süresinde bildirilen “ Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman…” ayette olduğu gibi Resulullah (s.a.a) bir hüküm bildirmişti. İmam Ali (sa) ve Ehl-i Beyt ile ilgili yüzlerce beyan dile getirmişti. En barizi, söylenen ve dillerde dolaşan salavatlara imam Ali (s.a) dâhil değil miydi?
İşte bu ümmet Peygamber(s.a.a)’ine itaat etmemişti. İmam’ına saldırmıştı yada yalnız bırakılmıştı yada hedef tahtası gösterilmişti yada imam oluşuna emin olunmamıştı, şüphe ile bakılmıştı yada bu zulme sessiz kalınmıştı yada öfke ve hırsını içinde tutup, ihanet projelerine destek olunmuştu yada misyonunu gölgelemek için çabalamıştı, durumun vahametini anlamamıştı yada sevdiğini iddia edip itaati gerek görmemişti… fark etmez. Hepsi aynı sonuca varıyordu.
İmam’ını anlamamış ve tanımamıştı.
İşte sonuç….
Başı kesilen bir ümmet… Başı kesilen bir vücut!
Ne yazık ki başı kesilen bu ümmet, başının koparıldığının farkında bile değildir.
Hepsinden daha vahim durum ise, Resulullah(s.a.a)’ın vasileri ve halifeleri olan bu güller (imam Ali (as) ve diğer imamlar)i yok edenler ve risalete ihanet edenler bu ümmet tarafından hâlâ ayakta alkışlanmaktadır.
Peygamber (s.a.a)’in bize bıraktığı en büyük miras; Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, bu ümmetin altında toplanacağı izzet, itaat ve diriliş sancağıdır.
İlk Kur’an sancaktarı Resulullah (s.a.a) idi. Ancak Peygamber’den sonraki sancaktarlar kimlerdir?
Peygamber (s.a.a)’in Kur’an taşıyıcılarını bildirmeden gitmesi mümkün müydü?
Kur’an kadar onu taşıyan sancaktarlar da önemlidir. Kendisi ve Kur’an bütünleştiği gibi, kendisinden sonra da bu böyle olmalıydı. Çünkü Kur’an’ı anlayan, tanıtan, yorumlayan ve önde duran onlar olacaklardı. Bu nedenle sancaktarlar sıradan insanlardan veya müslümanlardan olamazdı.
Onlar, Kur’an emanetini kaldırabilecek, bilinçli ve yürekli olmalıdırlar. Kur’an belki ellerinde bir sancak, ancak onlar Kur’an’ın ruhu olacaklardı. Yani yaşayan Kur’an !
İşte hatem olan Peygamber kendisinden sonraki sancaktarlarını ilahî yönlendirme üzerine bildirdi. Kıyamete kadar bu ümmete yol gösterdi, sancaktarları sıraladı. En son sancaktar da İmam Mehdi (as) idi.
Elbette bu anlatılanlar size biraz yabancı gelebilir. Çünkü tarihsel süreç, sancaktarlara her çeşitten saldırılarla doludur. Yani ihanet devam ediyordu ve etmeye devam edecekti…
Peygamber’leri öldürenler, Peygamber’lerle savaşanlar, Peygamber’e itaat etmeyenler O’nun sancaktarlarına mı saldırmayacaklardı?!.
İşte can alıcı bir soru.
Peygamber(s.a.a)’den sonra Peygamber’in ailesine ne oldu?
….
Peygamber’in çocukları müslümanlar tarafından neden on bir kez katledildi?
…..
Bu sorular cevap almayıncaya kadar yaşanan tablo anlaşılmayacaktır.
İmam Ali (s.a)’nin şehadeti de anlaşılmayacaktır.
Onun şehadeti ile neleri kaybettiğimizi de…
Ne yazık ki Peygamber (s.a.a) ve Kur’an ağlatılmıştır. Ama inleyen sesleri ve feryatları duyulmamıştır…
Üzülerek söylemeliyim ki bu ümmet tarafından…

HERGÜN İFTARIMIZI AÇARKEN KADİR SURESİNİ OKUYALIM!
Bismillahir Rahmanir Rahim
Allahumme salli âla Muhammed ve âli Muhammed ve eccil fereccehum
Ramazan ayı öyle bir aydır ki, bu ayda Allah’u Teala bizleri ilahi ziyafete davet eder. İnsanlar bir ay boyunca birçok temel ihtiyaçlarını sadece belirli saatler içinde uygular, ibadete yönelirler. Çünkü herkes bu amelin Allah’ın emirlerinden biri olduğu ve bu ayda yapacağı ibadetlerin dünya ve ahirette ona güzel bir şekilde geri döneceği bilincindedir.
İmam Sadık (a) buyurur ki, Allah’u Teala buyurmuştur: Oruç Benim içindir ve sevabını Ben Kendim vereceğim.” (Biharul-Envar, c.65, s.388)
Ramazan ayının en güzel anlarından biri iftar anıdır. Nitekim bu anda özellikle vurgulanmış amellerden birisi de iftar vakti Kadir suresini okumaktır. Kadir suresinin Ramazan ayında Kuran’ın indirildiği Kadir gecesiyle ilgili olduğu herkese malumdur. Bu sureyi özellikle iftar zamanı okumanın hikmetini düşünmek, bilinçle amel etmeye sebep olur. Bilinçle amel etmek de amelin sevabını artırır.
Takdirde İmamın Konumu
“O gecede melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle her işle (insanların mukadderatıyla, hayır ve bereketlerle) inerler.”
Bilindiği gibi Kuran-i Kerim, o gece Hz. Muhammed’e (saa) indirildi. Hz. Muhammed (saa) dünyadan göç ettikten sonra müslümanlar kadir gecelerini ihya etmeye yine devam ettiler. Fakat bu, Kuran’ın inmeye devam ettiği anlamına gelmez. Bu gece takdir gecesi olduğu için insanların hayatlarına ilişkin kararların alındığı ve hükmedildiği gecedir. Bu nedenle o gece sabaha dek ibadet ve dua etmenin bahsedilen kararlara büyük etkisi vardır. Ayette “o gecede …. inerler” diye belirtilmesi bu olayın her sene gerçekleştiğini gösterir. Peygamberimizin (saa) zamanında bu ilahi kararlar Ona inerdi. Peki ya ahir zaman ümmeti olan bizlerin işleri kime bildirilmektedir?
Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in (saa) hüzünlü ölümüyle Resulullah’ın (saa) vasileri ilahi hükümleri insanlara açıklamakla mükellef olmuştur. Onlar dinin önderi, insanların itaat etmesi gereken imamlardır. İsra suresi 71. ayette de bu konuya değinilmiştir: “O gün (kıyamet günü) insanlardan her topluluğu kendi imamlarıyla çağırırız.”
Resulullah (saa) Gadir Hum hutbesiyle bu imamları insanlığa tanıtmış, İmam Ali (a) ve Onun evlatlarına (a) itaatin göstergesi olarak orada olan müslümanlardan biat almıştır. İmama itaat konusunun bir müslümanın Allah’a kulluğu açısından ne kadar önemli olduğunu bu açıdan görmek mümkündür.
İmam Muhammed Bakır (a) buyurmuştur: İslam beş esas üzere kurulmuştur: Namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek, Ramazan ayının orucu ve biz Ehl-i Beyt’in velayeti/imameti! Dört esas hakkında (onları terk etmede bazen) ruhsat verilmiştir. Ama velayeti/imameti terk etmede ruhsat verilmemiştir. (Çünkü) malı olmayana zekat ve hac farz kılınmamıştır. Hasta olan, namazını oturarak kılar ve orucunu yer. Ancak velayet/imamet, ister sağlam olsun, ister hasta, ister fakir olsun, ister zengin herkese farzdır. (Vesail’uş Şia, c. 1, s. 14) Dolayısıyla İmamsız bir din düşünülemez.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi birkaç fersah yol gitmek isteyince kendisine bir kılavuz bulmaya koyulur. Sen yeryüzünün yollarına oranla gökyüzünün yolları hususunda daha cahilsin. O halde kendin için bir kılavuz bulmaya koyul.” (Mizan’ul Hikme 1.c., 138. b., 809.h.)
Hem din hem dünya hayatı açısından önemli bir yerde bulunan İmam, bizim hayatımızın yönetiminde rehber olan kimsedir. İmamsız bir din olmadığı gibi, tövbe ve istiğfarlar da Onsuz olamaz. Çünkü Kuran-i Kerim’de Nisa suresi 64. ayette şöyle geçer: “..Eğer onlar kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı.”
Bu günler bizim için mağfiret ve iyi ahlaka ulaşabilmek için en değerli fırsatlardandır. Hz.Muhammed (saa) buyurur ki: “Ey insanlar, Allah’ın ayı bereket, rahmet ve mağfiret ile size doğru gelmekte; öyle bir ay ki Allah katında en üstün aydır. Onun günleri, en faziletli günler, geceleri, en faziletli geceler ve saatleri, en faziletli saatlerdir. Bu ayda siz, Allah’ın ziyafetine davet edilmiş ve Allah’ın değer verdiği kimselerden sayılmışsınız. Nefesleriniz bu ayda tesbih (zikir) ve uykunuz ibadet sayılır. Amelleriniz kabul ve dualarınız icabet edilir. O hâlde doğru niyetler ve temiz kalplerle Allah’tan isteyin ki sizi bu ayın orucunu tutmaya ve kendi kitabını (Kur’ân’ı) okumaya muvaffak eylesin; zira hiç şüphesiz gerçek bedbaht (kimseler), bu yüce ayda Allah’ın mağfiretinden mahrum kalan kimselerdir.”
Özellikle Kadir gecelerinde hususi bir rahmet vardır. O geceyi ihya etmedeki amaç da o ilahi rahmete boyanmak, bir sonraki senenin Kadir gecesine kadar takdirimize yazılacak olanları dua ve istiğfarla karşılayarak merhametten nasip alabilmektir.
“Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz.” (Duhan, 4-6)
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare’den şöyle rivayet eder: İmam Sadık (a) şöyle buyurdu: “İşler, ramazanın on dokuzuncu gecesinde takdir edilir, yirmi birinci gecesinde onaylanır, yirmi üçüncü gecesinde de yürürlüğe konulur.”
El-Besair adlı eserde müellif, Abbas b. Maruf’tan, o Sa’dan b. Müslimden, o da Abdullah b. Sinandan şöyle rivayet etmiştir:
İmama (a) şaban ayının ortası ile ilgili bir soru sordum.
Buyurdu ki: “Bende, onunla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ama, Ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde, rızıklar taksim edilir, eceller yazılır, hacca gidecek ve gitmeyecek kimseler o gece belirlenir, Allah o gece kullarının işlerini ele alır ve sarhoş edici içkilerden içenler hariç, bütün kullarını bağışlar. Ramazanın yirmi üçüncü gecesinde ise, her hikmetli işe hükmedilir. Sonra bu hükme dayalı olarak bir işe son verilir ve bir diğeri yürürlüğe konulur.”
Dedim ki: Bunlar kime bildirilir?
Buyurdu ki: “Sizin sahibinize (imam Mehdi’ye) bildirilir. Eğer öyle olmasaydı, bilinmezdi.”
Takdir gecesini ihya ederek sabaha çıkıyor ve bir sene boyunca başımıza gelecekleri bilmiyoruz. Ama aramızda bilen biri var! O da İmam Mehdi’dir (a)! O zaman biz müslümanların da takdir gecesi bağışlananlardan olması için zamanın Önderine doğru gidip af dilemesi gerekir. Allah velisi bizi affedip bizim için bağışlanma dilerseAllah’u Teala, önder kıldığı kimsenin duasını geri çevirir mi? Asla böyle bir şey olamaz! Çünkü Allah, böyle bir aracının duasıyla insanları affedeceğini kendisi belirtmiştir. Nitekim bu gibi bir rahmetin sadece VII. yüzyılda Resulullah’la (saa) birlikte yaşayanlara ait olduğunu düşünmek Allah’ın adaleti ve merhametiyle çelişirdi.
Bu nedenle zamanın ilahi önderiyle bağlantı kurmaksızın bir seneye girmek hem dünya hem ahiretimizi ciddi anlamda etkiler. Bu mağfiretten mahrum kalmamak için orucumuzun da İmametle ilişkisini gözden geçirmeliyiz.
İftarda Kadir Suresini Okumak Ferece İşaret Olabilir!
Kadir suresini iftar zamanı okurken bu surenin okunduğu bir başka an akla gelir. Şöyle ki, İmam Mehdi (af), doğumunun gizli olması açısından Musa peygambere (a) benzetilir. Çünkü her iki seçilmişin anneleri doğuma kadar herhangi bir hamilelik belirtisine sahip olmamıştır. İmam Hasan Askeri’nin (a) halası Hekime Hatun bu konuda diyor ki: “Neredeyse şüpheye düşecektim. Aniden kardeşimin oğlunun sesi yükseldi: Hala! Şüphelenme. İnna Enzelna (Kadir) suresini oku.”
Hekime Hatun şöyle söylüyor: “Sureyi okumaya başladım. Birden rahim tarafından benimle beraber okuyan bir ses duydum. Sure bittiği zaman dünyaya gelmişti. Doğum esnasında ondan gözlerimi kamaştıran parlak bir nur saçıldı. Sonra secdeye kapanarak “Kelimeyi şehadet” söylediğini ve tek tek isimlerini söyleyerek babalarının vasiliğine tanıklık ettiğini gördüm. Sıra kendine gelince şöyle dedi:
Allah’ım! Benim hakkımda yaptığın vaadi çabuklaştır. İşimi kemale ulaştır. Adımlarımı sağlamlaştır. Yeryüzünü, benim aracılığımla adaletle doldur. (Alametleriyle Birlikte Beklenen Mehdi, s.36-37.)
Dolayısıyla, günün açlığından sonra iftar sofrasında mutluluğa erişen müslümanlar için iftar vakti karanlığı aydınlığa dönüştürüyorsa, imam Mehdi (af) de zuhuruyla alemleri nura boyayacaktır. Açlıktan sonra tokluk, korkudan sonra huzur, cehaletten sonra ilim, susuzluktan sonra rahatlık, savaştan sonra barış, batıldan sonra Hak söz konusu olacaktır.
İmamın gaybet döneminde dünyanın durumunun her gün bir az daha kötüye gittiğini görebiliyoruz. İnsan oruçluyken ona açlığı kolaylaştıran şey, birkaç saat sonra iftar edecek olmasıdır. Dünyanın bu durumuna sabrederken insana güç veren şeyse, bir gün karanlıktan sonra aydınlığın zahir olacak olmasıdır. Bu nedenle Kadir suresini okumaktan bıkmamak gerekir. Zira bir gün Hakkın Sancağı Hidayet Önderinin elindeyken okuduğumuz bu sureye eşlik edildiğini duyacağız. İşte her akşam Kadir suresini okumakla aslında İmam Zaman’ı (af) karşılamaya hazırlık yapmış oluyoruz.
Allah’tan, Onun velisine itaat etmeyi öğrenme gücünü diliyoruz. Bu sureyi okuyarak İmam Mehdi’yi (af) anmakla maddi ve manevi anlamda temizlik dileyelim Allah’tan. İmam Mehdi (af) de oruç tutuyor, susuyor ve acıkıyor… İmamın da tıpkı senin gibi o anda iftar sofrasına oturuyor. Ona bir selam ver ve halinin niceliğini düşün. Selamın cevabı farzdır, bu nedenle selamının cevapsız kalmayacağını bil…
Şüphe yok ki Ona çok yakın olmak istiyorsun… İftar sofranda bulunsun istiyorsun. Bu yakınlık ancak Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşebilir. Eğer ki Ehli Beyt (a) gibi bir oruç bilincine sahip olursak işte o zaman nefsi terbiye etmiş oluruz.
İmam Sadık (a) buyurmuştur: “Oruç, sadece yemek ve içmeye karşı değildir. Oruç tuttuğunuz vakit, dillerinizi yalandan koruyun ve gözlerinizi Allah’ın haram kıldığı şeylere kapayın, birbirinizle çekişmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinizin aleyhine (yalan yere, hatta doğru yere) ant içmeyin, birbirinize sövmeyin-küfürleşmeyin. Birbirinize zulmetmekten, akılsız davranışlarda bulunmaktan ve eziyet etmekten kaçının; Allah’ın zikrinden ve namazdan gaflet etmeyin; susmayı (boş yere konuşmamayı), sabır ve doğruluğu, kötü insanlardan kaçınmayı, kendinize düstur edinin; batıl sözlerden, yalan, iftira, düşmanlık, kötü zanda bulunmak, gıybet, söz taşımak gibi (kötü amellerden) kaçının. Her an ahirete meyleden ve kurtuluş günlerinizi (Hz. Mehdi’nin -a.s- zuhurunu) ve Allah’ın vaat ettiklerini gerçekleştirmesini bekleyen ve Allah’ın likasına hazırlanan kimselerden olun. Sukûnet, vakar, (Allah’a karşı) huşu ve huzûyu elden bırakmayın ve Allah karşısında, efendisinden korktuğu halde onun şefkatine ümit bağlayan ve ona karşı kendisini zelil ve hakir gören köleler gibi olun. Ey oruçlu olan! Kalbin ayıplardan, batının habasetten, cismin kir ve pislikten temizlensin. Allah’tan gayri her şeyden berî olup, velâyeti Allah’a halis kılmaya çalış ve Allah’ın nehyettiği şeylerden, gizlide ve aşikârda oruçlu ol (onlardan kaçın). Gizli ve aşikârda Allah’tan korkup oruç günlerinde kendi nefsini O’na (Allah’a) hediye et. Kalbini, tamamıyla O’na ayır ve nefsini Allah’ın emir ve nehiylerini yerine getirmeye ada. Bütün bu zikrettiklerimden hangisini eksik edersen, orucunda da o kadar eksiklik meydana getirmiş olursun. Babam (as) şöyle söylemiştir: ‘Resulullah (saa), oruçlu bir kadının, cariyesine küfür ettiğini görünce, bir miktar yemek isteyerek kadına, ‘Hadi ye!’ buyurdu. Kadın, ‘Ben oruçluyum ya Resulullah!’ deyince, Resulullah (saa), ‘Cariyene küfür ettiğin halde nasıl oruçlu olabilirsin?!’ diye buyurdu. Oruç sadece yememek ve içmemek değildir. Allah orucu aslında yemek ve içmek dışında olan fiilî ve sözlü kötülüklerden uzak durmak için engelleyici bir vesile olsun diye emretmiştir. Evet, ne azdır oruç tutanlar; ne çoktur aç kalanlar!” (“Ramazan Ayının Faziletleri”, Mefatihu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummi)
Bu ayda düşünce, akide, kalp, ruh, göz, mide ve tüm beden uzuvlarını haramdan koruyarak Allah’a kulluk yapmayı öğrenmek gerekir. Aksi takdirde açlık ve tokluk arasında zaman kaybetmiş oluruz. Nefsi temizlemiş olmayız…
Ve Fecr suresinde Allah’u Teala buyurmuştur ki: “Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
Dolayısıyla Cenneti kazanabilmek için bu dünyada İmam Mehdi’nin (af) olduğu tarafta olmalı. Onu takip etmeli… Bunun içinse kamil bir oruçla nefsi temizlemeli. Ve yine bunun için de İmam Mehdi’yi (af) örnek edinmeli…
Bir gün İmam Mehdi’yle (af) birlikte Kadir suresini okumak dileğiyle…
Hayırlı Ramazanlar….
SENEM MUSTAFAYEVA
Allahumme salli âla Muhammed ve âli Muhammed ve eccil fereccehum
Ramazan ayı öyle bir aydır ki, bu ayda Allah’u Teala bizleri ilahi ziyafete davet eder. İnsanlar bir ay boyunca birçok temel ihtiyaçlarını sadece belirli saatler içinde uygular, ibadete yönelirler. Çünkü herkes bu amelin Allah’ın emirlerinden biri olduğu ve bu ayda yapacağı ibadetlerin dünya ve ahirette ona güzel bir şekilde geri döneceği bilincindedir.
İmam Sadık (a) buyurur ki, Allah’u Teala buyurmuştur: Oruç Benim içindir ve sevabını Ben Kendim vereceğim.” (Biharul-Envar, c.65, s.388)
Ramazan ayının en güzel anlarından biri iftar anıdır. Nitekim bu anda özellikle vurgulanmış amellerden birisi de iftar vakti Kadir suresini okumaktır. Kadir suresinin Ramazan ayında Kuran’ın indirildiği Kadir gecesiyle ilgili olduğu herkese malumdur. Bu sureyi özellikle iftar zamanı okumanın hikmetini düşünmek, bilinçle amel etmeye sebep olur. Bilinçle amel etmek de amelin sevabını artırır.
Takdirde İmamın Konumu
“O gecede melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle her işle (insanların mukadderatıyla, hayır ve bereketlerle) inerler.”
Bilindiği gibi Kuran-i Kerim, o gece Hz. Muhammed’e (saa) indirildi. Hz. Muhammed (saa) dünyadan göç ettikten sonra müslümanlar kadir gecelerini ihya etmeye yine devam ettiler. Fakat bu, Kuran’ın inmeye devam ettiği anlamına gelmez. Bu gece takdir gecesi olduğu için insanların hayatlarına ilişkin kararların alındığı ve hükmedildiği gecedir. Bu nedenle o gece sabaha dek ibadet ve dua etmenin bahsedilen kararlara büyük etkisi vardır. Ayette “o gecede …. inerler” diye belirtilmesi bu olayın her sene gerçekleştiğini gösterir. Peygamberimizin (saa) zamanında bu ilahi kararlar Ona inerdi. Peki ya ahir zaman ümmeti olan bizlerin işleri kime bildirilmektedir?
Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in (saa) hüzünlü ölümüyle Resulullah’ın (saa) vasileri ilahi hükümleri insanlara açıklamakla mükellef olmuştur. Onlar dinin önderi, insanların itaat etmesi gereken imamlardır. İsra suresi 71. ayette de bu konuya değinilmiştir: “O gün (kıyamet günü) insanlardan her topluluğu kendi imamlarıyla çağırırız.”
Resulullah (saa) Gadir Hum hutbesiyle bu imamları insanlığa tanıtmış, İmam Ali (a) ve Onun evlatlarına (a) itaatin göstergesi olarak orada olan müslümanlardan biat almıştır. İmama itaat konusunun bir müslümanın Allah’a kulluğu açısından ne kadar önemli olduğunu bu açıdan görmek mümkündür.
İmam Muhammed Bakır (a) buyurmuştur: İslam beş esas üzere kurulmuştur: Namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek, Ramazan ayının orucu ve biz Ehl-i Beyt’in velayeti/imameti! Dört esas hakkında (onları terk etmede bazen) ruhsat verilmiştir. Ama velayeti/imameti terk etmede ruhsat verilmemiştir. (Çünkü) malı olmayana zekat ve hac farz kılınmamıştır. Hasta olan, namazını oturarak kılar ve orucunu yer. Ancak velayet/imamet, ister sağlam olsun, ister hasta, ister fakir olsun, ister zengin herkese farzdır. (Vesail’uş Şia, c. 1, s. 14) Dolayısıyla İmamsız bir din düşünülemez.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi birkaç fersah yol gitmek isteyince kendisine bir kılavuz bulmaya koyulur. Sen yeryüzünün yollarına oranla gökyüzünün yolları hususunda daha cahilsin. O halde kendin için bir kılavuz bulmaya koyul.” (Mizan’ul Hikme 1.c., 138. b., 809.h.)
Hem din hem dünya hayatı açısından önemli bir yerde bulunan İmam, bizim hayatımızın yönetiminde rehber olan kimsedir. İmamsız bir din olmadığı gibi, tövbe ve istiğfarlar da Onsuz olamaz. Çünkü Kuran-i Kerim’de Nisa suresi 64. ayette şöyle geçer: “..Eğer onlar kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı.”
Bu günler bizim için mağfiret ve iyi ahlaka ulaşabilmek için en değerli fırsatlardandır. Hz.Muhammed (saa) buyurur ki: “Ey insanlar, Allah’ın ayı bereket, rahmet ve mağfiret ile size doğru gelmekte; öyle bir ay ki Allah katında en üstün aydır. Onun günleri, en faziletli günler, geceleri, en faziletli geceler ve saatleri, en faziletli saatlerdir. Bu ayda siz, Allah’ın ziyafetine davet edilmiş ve Allah’ın değer verdiği kimselerden sayılmışsınız. Nefesleriniz bu ayda tesbih (zikir) ve uykunuz ibadet sayılır. Amelleriniz kabul ve dualarınız icabet edilir. O hâlde doğru niyetler ve temiz kalplerle Allah’tan isteyin ki sizi bu ayın orucunu tutmaya ve kendi kitabını (Kur’ân’ı) okumaya muvaffak eylesin; zira hiç şüphesiz gerçek bedbaht (kimseler), bu yüce ayda Allah’ın mağfiretinden mahrum kalan kimselerdir.”
Özellikle Kadir gecelerinde hususi bir rahmet vardır. O geceyi ihya etmedeki amaç da o ilahi rahmete boyanmak, bir sonraki senenin Kadir gecesine kadar takdirimize yazılacak olanları dua ve istiğfarla karşılayarak merhametten nasip alabilmektir.
“Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü biz, rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz.” (Duhan, 4-6)
El-Kafi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare’den şöyle rivayet eder: İmam Sadık (a) şöyle buyurdu: “İşler, ramazanın on dokuzuncu gecesinde takdir edilir, yirmi birinci gecesinde onaylanır, yirmi üçüncü gecesinde de yürürlüğe konulur.”
El-Besair adlı eserde müellif, Abbas b. Maruf’tan, o Sa’dan b. Müslimden, o da Abdullah b. Sinandan şöyle rivayet etmiştir:
İmama (a) şaban ayının ortası ile ilgili bir soru sordum.
Buyurdu ki: “Bende, onunla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Ama, Ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde, rızıklar taksim edilir, eceller yazılır, hacca gidecek ve gitmeyecek kimseler o gece belirlenir, Allah o gece kullarının işlerini ele alır ve sarhoş edici içkilerden içenler hariç, bütün kullarını bağışlar. Ramazanın yirmi üçüncü gecesinde ise, her hikmetli işe hükmedilir. Sonra bu hükme dayalı olarak bir işe son verilir ve bir diğeri yürürlüğe konulur.”
Dedim ki: Bunlar kime bildirilir?
Buyurdu ki: “Sizin sahibinize (imam Mehdi’ye) bildirilir. Eğer öyle olmasaydı, bilinmezdi.”
Takdir gecesini ihya ederek sabaha çıkıyor ve bir sene boyunca başımıza gelecekleri bilmiyoruz. Ama aramızda bilen biri var! O da İmam Mehdi’dir (a)! O zaman biz müslümanların da takdir gecesi bağışlananlardan olması için zamanın Önderine doğru gidip af dilemesi gerekir. Allah velisi bizi affedip bizim için bağışlanma dilerseAllah’u Teala, önder kıldığı kimsenin duasını geri çevirir mi? Asla böyle bir şey olamaz! Çünkü Allah, böyle bir aracının duasıyla insanları affedeceğini kendisi belirtmiştir. Nitekim bu gibi bir rahmetin sadece VII. yüzyılda Resulullah’la (saa) birlikte yaşayanlara ait olduğunu düşünmek Allah’ın adaleti ve merhametiyle çelişirdi.
Bu nedenle zamanın ilahi önderiyle bağlantı kurmaksızın bir seneye girmek hem dünya hem ahiretimizi ciddi anlamda etkiler. Bu mağfiretten mahrum kalmamak için orucumuzun da İmametle ilişkisini gözden geçirmeliyiz.
İftarda Kadir Suresini Okumak Ferece İşaret Olabilir!
Kadir suresini iftar zamanı okurken bu surenin okunduğu bir başka an akla gelir. Şöyle ki, İmam Mehdi (af), doğumunun gizli olması açısından Musa peygambere (a) benzetilir. Çünkü her iki seçilmişin anneleri doğuma kadar herhangi bir hamilelik belirtisine sahip olmamıştır. İmam Hasan Askeri’nin (a) halası Hekime Hatun bu konuda diyor ki: “Neredeyse şüpheye düşecektim. Aniden kardeşimin oğlunun sesi yükseldi: Hala! Şüphelenme. İnna Enzelna (Kadir) suresini oku.”
Hekime Hatun şöyle söylüyor: “Sureyi okumaya başladım. Birden rahim tarafından benimle beraber okuyan bir ses duydum. Sure bittiği zaman dünyaya gelmişti. Doğum esnasında ondan gözlerimi kamaştıran parlak bir nur saçıldı. Sonra secdeye kapanarak “Kelimeyi şehadet” söylediğini ve tek tek isimlerini söyleyerek babalarının vasiliğine tanıklık ettiğini gördüm. Sıra kendine gelince şöyle dedi:
Allah’ım! Benim hakkımda yaptığın vaadi çabuklaştır. İşimi kemale ulaştır. Adımlarımı sağlamlaştır. Yeryüzünü, benim aracılığımla adaletle doldur. (Alametleriyle Birlikte Beklenen Mehdi, s.36-37.)
Dolayısıyla, günün açlığından sonra iftar sofrasında mutluluğa erişen müslümanlar için iftar vakti karanlığı aydınlığa dönüştürüyorsa, imam Mehdi (af) de zuhuruyla alemleri nura boyayacaktır. Açlıktan sonra tokluk, korkudan sonra huzur, cehaletten sonra ilim, susuzluktan sonra rahatlık, savaştan sonra barış, batıldan sonra Hak söz konusu olacaktır.
İmamın gaybet döneminde dünyanın durumunun her gün bir az daha kötüye gittiğini görebiliyoruz. İnsan oruçluyken ona açlığı kolaylaştıran şey, birkaç saat sonra iftar edecek olmasıdır. Dünyanın bu durumuna sabrederken insana güç veren şeyse, bir gün karanlıktan sonra aydınlığın zahir olacak olmasıdır. Bu nedenle Kadir suresini okumaktan bıkmamak gerekir. Zira bir gün Hakkın Sancağı Hidayet Önderinin elindeyken okuduğumuz bu sureye eşlik edildiğini duyacağız. İşte her akşam Kadir suresini okumakla aslında İmam Zaman’ı (af) karşılamaya hazırlık yapmış oluyoruz.
Allah’tan, Onun velisine itaat etmeyi öğrenme gücünü diliyoruz. Bu sureyi okuyarak İmam Mehdi’yi (af) anmakla maddi ve manevi anlamda temizlik dileyelim Allah’tan. İmam Mehdi (af) de oruç tutuyor, susuyor ve acıkıyor… İmamın da tıpkı senin gibi o anda iftar sofrasına oturuyor. Ona bir selam ver ve halinin niceliğini düşün. Selamın cevabı farzdır, bu nedenle selamının cevapsız kalmayacağını bil…
Şüphe yok ki Ona çok yakın olmak istiyorsun… İftar sofranda bulunsun istiyorsun. Bu yakınlık ancak Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşebilir. Eğer ki Ehli Beyt (a) gibi bir oruç bilincine sahip olursak işte o zaman nefsi terbiye etmiş oluruz.
İmam Sadık (a) buyurmuştur: “Oruç, sadece yemek ve içmeye karşı değildir. Oruç tuttuğunuz vakit, dillerinizi yalandan koruyun ve gözlerinizi Allah’ın haram kıldığı şeylere kapayın, birbirinizle çekişmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinizin aleyhine (yalan yere, hatta doğru yere) ant içmeyin, birbirinize sövmeyin-küfürleşmeyin. Birbirinize zulmetmekten, akılsız davranışlarda bulunmaktan ve eziyet etmekten kaçının; Allah’ın zikrinden ve namazdan gaflet etmeyin; susmayı (boş yere konuşmamayı), sabır ve doğruluğu, kötü insanlardan kaçınmayı, kendinize düstur edinin; batıl sözlerden, yalan, iftira, düşmanlık, kötü zanda bulunmak, gıybet, söz taşımak gibi (kötü amellerden) kaçının. Her an ahirete meyleden ve kurtuluş günlerinizi (Hz. Mehdi’nin -a.s- zuhurunu) ve Allah’ın vaat ettiklerini gerçekleştirmesini bekleyen ve Allah’ın likasına hazırlanan kimselerden olun. Sukûnet, vakar, (Allah’a karşı) huşu ve huzûyu elden bırakmayın ve Allah karşısında, efendisinden korktuğu halde onun şefkatine ümit bağlayan ve ona karşı kendisini zelil ve hakir gören köleler gibi olun. Ey oruçlu olan! Kalbin ayıplardan, batının habasetten, cismin kir ve pislikten temizlensin. Allah’tan gayri her şeyden berî olup, velâyeti Allah’a halis kılmaya çalış ve Allah’ın nehyettiği şeylerden, gizlide ve aşikârda oruçlu ol (onlardan kaçın). Gizli ve aşikârda Allah’tan korkup oruç günlerinde kendi nefsini O’na (Allah’a) hediye et. Kalbini, tamamıyla O’na ayır ve nefsini Allah’ın emir ve nehiylerini yerine getirmeye ada. Bütün bu zikrettiklerimden hangisini eksik edersen, orucunda da o kadar eksiklik meydana getirmiş olursun. Babam (as) şöyle söylemiştir: ‘Resulullah (saa), oruçlu bir kadının, cariyesine küfür ettiğini görünce, bir miktar yemek isteyerek kadına, ‘Hadi ye!’ buyurdu. Kadın, ‘Ben oruçluyum ya Resulullah!’ deyince, Resulullah (saa), ‘Cariyene küfür ettiğin halde nasıl oruçlu olabilirsin?!’ diye buyurdu. Oruç sadece yememek ve içmemek değildir. Allah orucu aslında yemek ve içmek dışında olan fiilî ve sözlü kötülüklerden uzak durmak için engelleyici bir vesile olsun diye emretmiştir. Evet, ne azdır oruç tutanlar; ne çoktur aç kalanlar!” (“Ramazan Ayının Faziletleri”, Mefatihu’l Cinan, Şeyh Abbas Kummi)
Bu ayda düşünce, akide, kalp, ruh, göz, mide ve tüm beden uzuvlarını haramdan koruyarak Allah’a kulluk yapmayı öğrenmek gerekir. Aksi takdirde açlık ve tokluk arasında zaman kaybetmiş oluruz. Nefsi temizlemiş olmayız…
Ve Fecr suresinde Allah’u Teala buyurmuştur ki: “Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
Dolayısıyla Cenneti kazanabilmek için bu dünyada İmam Mehdi’nin (af) olduğu tarafta olmalı. Onu takip etmeli… Bunun içinse kamil bir oruçla nefsi temizlemeli. Ve yine bunun için de İmam Mehdi’yi (af) örnek edinmeli…
Bir gün İmam Mehdi’yle (af) birlikte Kadir suresini okumak dileğiyle…
Hayırlı Ramazanlar….
SENEM MUSTAFAYEVA

DÜNYA HAYATINA MI RAZI OLDUNUZ?
“Dünya Hayatına mı Razı Oldunuz?” [9:38]
Allahumme salli alâ Muhammed ve âli Muhammed ve eccil fereccehum
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
(1-5) Yaratıp düzen veren, ölçü verip yol gösteren, (yemyeşil) otlağı çıkaran (bitiren), sonra onu kapkara bir sel artığınıza (çerçöpe) çeviren yüce Rabbinin ismini tesbih et. (6) Kuran’ı Sana okutacağız da artık unutmayacaksın; (7) Ama Allah’ın dilediği başka; şüphesiz O, açığı da bilir gizliyi de. (8) En kolay olan yolu kat etmeyi Sana kolaylaştıracağız; (9) O halde, hatırlatmak, öğüt vermek fayda verirse, hatırlat ve öğüt ver. (10) Allah’tan korkan kimse öğüt alacak; (11) Bedbaht olan ise ondan kaçınacak; (12) O bedbaht ki en büyük ateşe girer; (13) Sonra o ateşte ne ölür, ne de yaşar; (14-15) (Küfürden, şirkten ve günahlardan) temizlenen ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse kurtuluşa ermiştir; (16) Oysa siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz; (17) Ama ahiret, daha iyi ve daha kalıcıdır. (18-19) Şüphesiz bu (gerçekler), önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa’nın kitaplarında da vardır.” (Âla süresi)
Dünya ve Ahiret hayatı târihen sürekli konuşulan ve tartışılan kavramlar olmuştur. Nitekim tarihsel süreçte her zaman Ahiret hayatının varlığı meselesine değinilmiştir. İnsanların hepsi yaşadığımız dünyayı görür ve kabul eder. Ama ahiret dünyasının varlığını bir kesim kabul etmiş, bazıları da kabul etmekte güçlük çekmiştir. Bazıları tam inanmamış ama inanıyormuş gibi gözükmekte, bazılarıysa bunun var olmadığını söyleyerek inkar etmiştir. Ne yazık ki bu kesim hâla vardır. Bu yüzdendir ki yüce Allah belirli aralıklarla Peygamberler göndermiştir. Bu yolla insanları Ahiret azabının varlığı konusunda uyararak dünya hayatındaki davranışlarına çeki düzen vermelerini emretmiş ve onları öğütlemiştir. Kurani Kerim’de bu tür tasvirler çoktur.
Çok gariptir ki yüce Allah’ın insanları iyi amele teşvik ederken tercih ettiği metotlardan birisi ölüm ve ahireti hatırlatmak, buradaki azapla korkutmaktır. Daha yumuşak metotlar da vardır, mesela tefekküre davet, nimet ve mükafatları hatırlatmak vs. İnsan yaratılış olarak kendini dizginlemediği halde şeytanın emirlerine uyarak aklını kaybeder (yani tamamen kendini kötüye teslim eder, iyiyle kötüyü ayırt edemez) ve aslında Allah’a kulluk yapabilecekken şeytana kulluk yapar. İçimizi bir an dinlesek iyiyle kötü fikirlerin birbirine karıştığını görebiliriz. Bazen birine yardım etmeyi isteyen nefis, bazen de “hayır, yapma! rahatını bozma”, demekte yahut başkalarının kötülüğünü istemektedir. Tüm bu kargaşanın içinde yaşayan bir insanı kurtarmak için Allahutaala kurallar topluluğu olan Kuran’ı Peygamberi’ne (saa) nazil etmiş, Onun (saa) aracılığıyla insanları korkutmuş ve müjdelemiştir. Bir nevi Kurani Kerim insanlarda psikolojik etki bırakmaktadır. Bazı ayetleri onları korkutur, bazıları ise umutlandırarak iyi amel işlemeye teşvik eder. Örneğin, A’lâ suresinde Allahutaala buyuruyor ki, Allah’tan korkanlar öğüt alacaktır. Kurtuluşa erenler de küfür, şirk, günahlardan temizlenen ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimselerdir. Fakat aziz ve celil olan Allah, insanların dünya hayatını tercih etmekte olduğunu belirtir. Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır, diye nasihat eder. Tam olarak bu konu üzerinde dayanacağız. Kuran’ın belirttiği bu problemi analiz etmeye çalışacağız.
Genel olarak insanlar için dünya açısından bir sorun yoktur. Aksine dünyaya geldiğimiz günü çok sever ve kutlarız. Dünyanın varlığına, hakikiliğine gerçekten inanmışızdır. Esas sorun ahiret gibi bir gözle görülemeyen olguyu kabullenmekte gerçekleşiyor. Bazen de Ahiret hayatının bir şekli olan Cennet’e ümit olur, fakat Cehennem’de olma duygusunu yakına bırakamayız. Allah’ın Rahman ve Rahim adlarını sürekli hatırlayıp o korkuyu düşünmekten kaçınırız.
Kurani Kerim’de Ahiret hayatının varlığına çok geniş şekilde yer verilmiştir. Hatta buna inanmayanlar kınanmıştırlar. İnanan kimselerse takvalı olan kimseler olarak kabul edilmektedir. Örneğin, Bakara suresinin ilk ayetlerinde şöyle geçer:
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.
2. İşte o Kitap (Kuran), onda bir kuşku yoktur. O takvalı olanlar için yol göstericidir.
Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) harcarlar.
Ve onlar, Sana indirilene, Senden önce indirilene inanırlar, ahirete de onlar yakin ederler (kesinkes inanırlar)
İşte onlar Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler, işte onlardır.
Ahiret sözü, Ahir kökündendir ve “ahir – sonraki, son” anlamındadır. Ahiret, “ölümden sonraki hayat, sonraki şey” anlamına gelmektedir. Bu dünyanın sonu, ama ölümden sonraki hayatın başlangıcıdır demek ki. Ya Cennet şeklinde yaşanır bu hayat, ya da Cehennem şeklinde. Cennet’e gitmek isteyenler de Cehennem’e gidenler de bu dünyayı yaşayanlardır. Demek ki dünya hayatı Ahiret hayatı için önem arz etmektedir. Ve ısrarla Kuran’da müslümanların ahiret hayatının varlığına inanması gerektiğinden bahsediliyor. Bunun nedeni şudur ki, insan yapacağı amellere şahit olan bir kimseden haberdar olmuş oluyor. Bir başına bırakılmadığını düşünerek kendine çeki düzen veriyor. Okulda öğrenciler sınıfta öğretmen varken ve öğretmen sınıfta yokken nasıl da farklı davranırlar. Öğretmen olmayınca onları gözeten, kural koyan kimse yok diye rahat bırakıyorlar kendilerini, istediklerini yapabiliyorlar. Yani öğretmen onları görmüyor diye yüksek sesle konuşur, gürültü çıkarır, düzeni bozarlar.
Örneğin, ilk okul öğretmeni ders sırasında sınıfı terk etmek zorunda kalınca öğrenciler uslu oturmaya devam etsinler diye şöyle der: “Ben 5 dakikaya geliyorum, sakın gürültü yapmayın.” Öğrencilerin buna uymayacağından emin olan öğretmen şöyle bir metot uygular: “Şu duvardaki deliklerde gizli kameram var ve sizi oradan gözetleyeceğim.” Yaşanmış bir olay üzerinden verilen bu örnekte çocuklardan bazıları öğretmenin sözünü ciddiye almamış ve gözle görünür bir gözetleyicinin olmamasını fırsat bilmiş, bazılarıysa öğretmenin onu gözetlediği düşüncesiyle öğretmen sınıftaymış gibi davranmaya devam etmiştir. Demek ki gözetlenince kendini düzeltmek isteği insanın fıtratına hastır. İnsanlar da bu dünyanın sonunda yaptıkları amellerin karşılığını almayacaklarını düşündükleri zaman aynı bu öğrenciler gibi “başıboşluk” duygusuna kapılırlar. Allah yarattı ve bizi kendi terbiyemize bıraktı gibi düşünürler. Bu yüzden şimdi garip düşünceler mevcuttur: herkes istediğini yapsın ama birbirimize saygı duyalım diyorlar. İnsanların çoğusu ahiret inancı olmasa bile kendi vicdanları doğrultusunda kendilerini sınırlarlar. Mesela, genel olarak kalp kırmaktan hoşlanmıyor diye insanlara iyi davrananlar, çok yemenin kendisine zararlı olduğunu düşünüp bundan sakınanlar, başarılı olmak için çok uyumayıp erken kalkanlar, sağlığa zararlı diye alkol kullanmayanlar vs. vardır ve bunu ahiret bilinciyle yapmazlar. Kendine saygı gösteren insanlar vicdan muhasebesi yaparlar. Çünkü fıtratsal bir gereklilik olmakla beraber, aile yapısı, terbiye ya da dinin etkisini gören aile ferdinin davranışları da bunda etkili olabilmektedir. İnsan ahiret inancı olmasa bile vicdan karşısında kendisini sorgular bazen. Ama şu an insanlara sosyal medyada dayatılan düşünceler, “istediğini yap, insanları düşünme, bir kere yaşıyoruz bu ömrü” gibi şeylerden ibarettir. Hepsi çok doğru. Ama bir kere yaşıyoruz diye “kimseyi umursamamak” ne kadar doğrudur? Aksine bir kere yaşıyoruz diye çok titiz davranmamız gerekmez mi? “Herkesi kırabilirim, istediğimi yaparım!” düşüncesiyle insanlara dizi/filmlerde yaşıyormuş gibi yaşam sunuluyor. Herkes kendine has şekilde üzülüyor, depresyona giriyor. İnsanlar kendi seçimini unutmuş durumda. Özellikle ergenlik dönemini yaşayanlar bu “klişe hayat” dayatmalarına daha çok uymaktadırlar:
“Hava yağmurluysa depresyona girmeliyim, depresyona giriyorsam kendimi odaya kapatmalı, hemen kahve yapmalı, üzgün şarkı seçmeli, ağlamalı, ağlarken arkadaşıma resim atmalıyım. Durum paylaşmalı, dünyanın bana yetmediğini o an öyle keşfetmeliyim sanki.”
Halbuki Allahutaala ezelden beri Dünyanın biz insanların yeri olmadığını, daha iyiye layık olduğumuzu defalarca söylemişti. Niye açıp okumadık ki? Ya da büyüklerimiz bizi neden bu düşünceye dayanarak büyütmedi? (İstisna durumlar (iyi ki) var.) Burada anlatmak istenen şey, bizler dünyanın yapısını önceden öğrenmeden, hayatın bize kendisinin öğretmesi. Yani dünyayı tanıyamamamız. Kendi yetersizliğini dünyanın kendisinin bizlere sunması. Bu olağan tabii. Çünkü herkes tecrübelerle hayatını şekillendirir ama bu, büyük bir hayal kırıklığı oluyor bazen. Özellikle ergen ve genç yaşta olanlar bazen sosyal medyada ve televizyonda herkesin iyi yaşadığını, en iyi yerlerde eğitim aldığını ve sürekli istediği yerlere gidip yemek yediğini vs. düşünür. Çünkü herkes hayatının her anını paylaşıyor ve bu diğer bir kimsenin ihtiyacı, hasretine dönüşebiliyor. İnsanlar diğerinin belirli bir konuda bir eksiği, kaybı olabileceğini düşünmeden kendi zevkine göre paylaşımlar yapıyorlar.
Sistem, insanların hepsinin isteklerini çoğaltan şekilde tasarlanmış sanki. Ve bu isteklerini elde edemeyen gençler bazen bunların altından kalkamayıp intihar edebiliyorlar. Daha iyi bir dünyada yaşama isteğiyle bu dünyadan vazgeçme isteğine kapılıyorlar. Ama bunun yönteminin o olmadığını onlara anlatamadık. Ülkemizde intihar eden gençler o kadar çok ki! Mesela, eğitim hakkı için, üniversite sınavında düşük puan topladığı için intihar edenler, aile baskısından intihar edenler vs. Oysa bu dünyada her zaman her şeyin mükemmel olmasının mümkün olamayacağını, bazen bir şeylerin yolunda gitmemesinin normal olduğunu ve daha iyi bir hayatın var olduğunu önceden bilmek, bunu kabullenmek dünyevi sorun ve eksiklikleri bizim için zorlaştırmaz. Bazen gençler hayatın dizi ve filmlerdeki gibi olması gerektiğini ve istediklerini o anda elde etmeli olduklarını düşünüyorlar. Ve dünya bir anda gerçek yüzünü gösterip yetersizliğini ortaya koyuyor.
Gençse herkes en iyi üniversitede okurken, arkadaşlarıyla gezip tozarken, yurtdışına seyahat ederken – örnekler artırılabilir – yani onun hayallerini herkes yaşarken kendisinin niye yaşayamadığını sorgulayıp çıkış yolunu hayatını sonlandırmada bulur. Hatta bazı gençler, bu hayattaki varlığını sorgulayarak yada farklı ve tutarsız ideolojileri telkin eden gruplardan (/sanat eserlerinden) etkilenerek yaşamanın anlamsız olduğunu düşünür. İyi bir hayat, ya da fıtratın istediği o rahatlığı bu dünyada bulamayıp daha iyi bir yeri düzene aykırı bir şekilde elde etmek ister. Gün geçtikçe artan intihar vakalarını, sürekli “şu da çok büyük günah etti, cehenneme gidecek!”, “ailesinin hatası, kimlerle oturup durduğuna baksalardı böyle olmazdı…” diye yorumlayarak kestirip atamayız. Oysa bu konuda toplum olarak suçluyuz. Ve müslümanlar olarak doğru olanı uygulayamayıp pratik olarak anlatamadık diye, sorumluyuz. Çünkü ahir zamanda hakka karşı başlatılan savaşın türlerinden biri de psikolojik savaştır. Ve buradaki sorun gerçek anlamda dünya kavramını iyi olarak algılayamamaktan kaynaklanmaktadır. Psikolojik savaş başlatan rejim, dünyayı çok farklı şekilde gösterme ve insanları aldatma çabasındadır. Genel olarak insanoğlunun bu aldanması her zaman gerçekleşmektedir fakat yukarıdaki örnekle bazı aldanmaların ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurduğunun şahidi olduk. Bu yüzden özellikle dünya hayatı kavramını doğru anlamamız gerekir.
İnsanları izlerken sürekli bir koşturmacada olduklarını görüyoruz. Örneğin, metroda trenden inip nasıl hızla çıkışa yöneldiklerini fark ettiniz mi? Neden sürekli koşuyorlar? Niye birbirilerine hiç gülümsemiyorlar? Gülümsediklerinde de harama düşüyorlar? Neden kimse kimseye yardım etmiyor? Biz koşturuyoruz, yaşlılarsa merdivende sıra oluşturmasınlar diye herkesin geçmesini bekliyorlar. Bu tahammülsüzlüğün sebebi nedir? Yeni nesil dünyayı böyle mi görecek? Herkesin kendi çıkarı için çalıştığı, birbirinin gözü önünde yemek yediği, başkasını düşünmediği bir dünyada mı yaşayacaklar? İnsanoğlu dışarıda para harcarken muhtaç biri el uzattığında tereddüde düşer. Çünkü artık iyilik yapabilme fırsatlarına da güven kalmamıştır. İhtiyaç duygusu da değişmiş… Bugünün zengini yarının fakiri oluyor. Hakkı elinden alınan, yarın güçlü oluyor. Hakkı gaspedense gücünü yitiriyor. Bir gencin ille de depresyona girip sinirlerini, duygularını harcaması mı gerekiyordu dünyanın yetersiz olduğunu anlaması için? Oysa Allahutaala, Kuran’da sürekli buna vurgu yapıyor.
Nahl suresi 89. ayette şöyle geçer: “O Gün her ümmete kendilerinden olan bir şahit getiririz ve Seni de onlar üzerine şahit olarak getiririz. Kitabı sana, her şey için açıklama ve Müslümanlar için hidayet, rahmet ve müjde olarak indirdik.” Her genç arayış içinde olur ve aklettikçe fıtratı gereği sorgulamaya ve tatmin edici yanıtlar almaya çalışır. Keşke şöyle düşünse gençlerimiz: “Beni yaratan Allah, daha ben dünyaya gelmeden evvel yararlanmam, doğru bir şekilde yaşayıp mutluluğa erişebilmem için bu hayatın kurallar mecmusunu elime vermiş bulunmaktadır. Her şeyi, insanoğlunun henüz bilmediği birçok gerçekleri içinde barındıran zengin bir kaynak vermiş elime. Adını Kuran koymuş ve ilk ayeti “İkra” – “Oku” olmuş. Kuran kelmesi de bu kökten gelmiştir, “okumak” anlamındadır. Bu tür değerli bir kaynak kendisi ismiyle bile bizi onu okumaya davet ediyor. Tüm sırları içinde barındıran ve kapağı aralandı mı okura bilmediklerini sırayla öğreten bir kaynak. Bu kaynaktan yaşadığım dünyanın niteliği ve niceliğini öğrenmek, akıllıca bir eylem olacaktır!”
Mesela, Yunus suresi 24. ayette şöyle buyurur yüce Allah: Dünya hayatının misâli şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, regârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, sistemlice düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
Bakara suresi 212. ayet: Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.
Al İmran suresi 14. ayet: Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
Mümin suresi 39. ayet: Ey kavmim! Şu dünya hayatı, gelip geçici bir avuntudan ibarettir. Âhiret ise, asıl yerleşilecek ve ebediyen kalınacak yer orasıdır.
Bu kelamları okuyunca insan daha üstün bir hayatın var olduğu kanaatine gelir. Çünkü dünyanın niceliğini, onu Yaratandan öğrenerek bu sonuca varır. Dolayısıyla bizlere daha üstün bir hayat müjdesi verir Allahutaala. Dünya tasvirleriyle tanışan bir genç şöyle düşünür; “bu güzelliğine hayran olduğumuz dünya aslında sandığımız gibi değil miymiş? Enteresan…” Ardından daha farklı düşünceler sarır beynini: “Acaba Ahiret neden üstündür? Gerçekten dünya güzelliği geçici midir? Öyleyse Allah’ın Peygamberleri nasıl yaşamışlar bu hayatı, Onlar (a) da bu geçiciliği tasdiklemişler mi?”
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlısı, gençliğini Allah’a itaatte tüketen, nefsini dünya lezzetlerinden alıkoyan, ahirete gönül bağlayandır. Şüphesiz Allah’ın ona vereceği mükafat cennetin en yüce dereceleridir.”(Mizanul Hikme 1.c., 121. b. 740. h.) Hadislerde de yine aynı anlam vardır. Hatta Ehli Beyt (a) bu konuyu o kadar detaylı yansıtmış ki bazen bu hatırlatmayı şiirle bile yapmışlardır. Bu sözler gençlerin başını okşayarak öğüt veren bir babanın en içten kelamlarıdır. Örneğin, İmam Rıza (a)’dan şöyle rivayet edilmektedir:
Hepimiz ecelin uzun olmasını temenni ederiz
Ama ölüm, emellerin afetidir
Batıl arzular seni yanıltmasın
Orta yolu tut ve hastalıklardan kurtul
Dünya ancak az sonra yok olacak bir gölgedir
Onda bir binici ol ve yolculuğa çık. (Hidayet önderleri, 10.c., s.124.)
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyadan arzularınızı kısaltarak (ahiret için) azık alın”. (Mizanul Hikme, 1. c., 118. b. 725. h.) Acaba neden böyle diyor Kuran ve Masumlar (a)? Bu iki hayat arasında neden fark koyuyorlar? Neden bu dünyayı ahiret için yaşamamızı istiyorlar?
Dünya ve ahiret hayatları ikisi de bir hayattır. Hayat kelmesi, arapça”canlı olma, yaşama; yaşam” sözcüğünden alıntıdır. Arapça ḥayya – “canlı idi, yaşar idi” fiilinin masdarıdır. [1]
Esmaül Hüsna’da el Hayy ismi de “diri” anlamına gelmektedir. Hayat kelmesinin hem dünya hem ahiret için kullanılmasındaki mesaj da bundan ibarettir ki, yani her ikisinde de bizler için bir canlı olma durumu söz konusudur. Dünyadaki biyolojik ölüm sadece bedenin ölümüdür. Kurani Kerim de bu diriliği tasdiklemektedir: Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar (Ali İmran, 169). Bakara suresi 25. ayette şöyle geçer: İnanıp iyi işler yapmış olanlara, kendileri için (ağaçlarının altından ırmaklar akan) cennetler olduğunu müjdele. Onlara bu cennetlerin meyvelerinden verildikçe, bu, önceden bize verilen rızktır” derler. Onlara birbirine benzeyen rızklar getirilir. Orada onlara tertemiz eşler de vardır.”
Görüldüğü gibi ahiret hayatında da eş, meyve, yiyecek, rızık gibi bu dünyada sahip olduğumuz bazı nimetler olacaktır. Bu, ahiretteki diriliğin ve yaşamın kanıtıdır. O zaman fark nedir? Bunu anlamak için fıtratımıza dönüp bakmamız gerekir.
Bu dünyada en çok ne istediğimizi düşünelim. Örneğin, mutluluk, sevdikleriyle bir ömür sürebilmek, iyi insan olabilmek vs. Bu istekler herkese göre değişebilir. Ama en güzel şeyler bile bu dünyada kısa sürecek. Bu dünyada her şeyin bir sonu var, dünyanın kendisinin bile. Dünyanın sonunu göremesek bile bizim için bir son olduğu kesindir. Etrafımızda ölen insanlar bunun kanıtıdır. Yada ölen çiçekler, solan yapraklar, yok olan canlılar, bir titremeyle toz gibi dağılan vakarlı dağlar… Her şey sona mahkum ama insanoğlu yaşamayı çok seviyor. Mutluluğu, iyiliği, güzellikleri ve bu gibi erdemleri de ebedi istiyor. Sürekli yaşamak, sürekli var olabilmek istiyor. Fıtratımızda ölümden, bir sondan korkmak hissi var. Ama realist yönden düşününce, görüyoruz ki bu dünya bizi sonsuza dek yaşatamaz. Çünkü kapasitesi ebedilik ilkesini karşılamıyor. O zaman ben bu dünyayı istememeliyim. Ebedi, mutlu bir hayat istiyorum, o zaman bunun arayışında olmalı ve bunun için çalışmalıyım. Ve yüce takdir sahibi Allah beni sadece öleyim diye yaratmadı. Ben öleceksem beni niye yarattı ki Allah? Demek ki burda bir sır, bir hikmet var ve bu sırrı Allahutaala herkese vermiyor. Sadece inananlara vermiş bu sırrı ve demiş ki, ahiret hayatı daha iyi ve daha kalıcıdır. Ve demiş ki sadece takvalılar ahirete yakin ederler. Sır diyoruz çünkü bazen Kuranı okuyanlar bile bunu anlayamıyorlar. Rabbimiz bizi muhatap görüp bunu anlama gayreti vermişse, ne de büyük lutfetmiş… Çünkü kendisi buyurmuştur: Bedbaht olan kimseler öğüt almazlar, bundan kaçınırlar (A’lâ, 11).
Allahutaala Ahirete yakin edenleri bu yüzden yüceltmiştir. Çünkü bu insanlar sadece ahiret var, demekle yetinmezler. Allame Tabatabai diyor ki, ” “Ahirete de yakin ederler (Bakara, 4).” Ahirete inanmaktan söz edilirken, iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının, ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet ederek inancına ters davranışlar içine girebilir. Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere takılıp tökezlemez ve elbette Allah’ın haramlarını işlemeye yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Nefsin isteğine uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.” (Sâd, 26) Burada yüce Allah, Allah’ın yolundan sapmanın, hesap gününü unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân – c.1, s.98)
Ahirete yakin eden kimseler Dünya hayatında davranışlarını Ahiret için nizamlayan kimselerdir. Son`u yaşamadıkları halde Allahutaala’nın vaadinden korkarak kendilerine çeki düzen veren kimseler. Böylece Allahutaala’nın Cennet vaadine inanmış olan kimseler olmuş oluyorlar. Korku olmaksızın itaat tam olmuyor ve itaat olmadan da mükafata erişilemez. Demek ki bizler de Cennet ve Cehennem’e yakin etmeliyiz. Dünyadayken buna göre yaşamalı ve burdan azık toplamalıyız.
Bu yüzdendir ki mead inancı dinimizin temellerindendir. Mead inancı olmayana müslüman denmez. Müslüman olan kimse onun davranışlarını, hayatını nasıl şekillendirdiğini gözeten bir Kimsenin olduğuna inanır. Dünyadaki amellerimizi İzleyen, bu yaşamın sonrasında sorgu suale çekme hakkına sahip olur. Üstelik eğer ki nasıl yaşamamızın gerektiğini önceden bizlere bildirmişse. Örneğin, bir anne çocuğuna verdiği öğütler doğrultusunda onun dışarıda nasıl davrandığını izler. Ardından eve geldiklerinde iyi ve kötü sonuçları ona söyler. Sana şu şeyin ayıp olduğunu söylememiş miydim, neden bunu yaptın? der. Onu öğütler. Biz bu öğütlemeyi Kuranla yapmalıyız. Her defa kurala aykırı davrandığımızda, “Allah bana şunu şöyle yap dememiş miydi? Neden böyle yapmadım? diye sorgulayarak kendimizi düzeltelim. Bu sorgu sualleri yaparak kendimizi gerçek sorgu sual gününe hazırlayalım. Yani gerçekten bunun olacağını göz önünde bulunduralım. Çünkü “İnsanın sınır tanımayan nefsini kötülük yapmaktan, başkalarının hakkına tecavüz etmekten alıkoyan yegâne etken, mead inancıdır. İnsanoğlunu şehvet düşkünlüğünden, kötülüklerden, çirkinliklerden engelleyen şey, hesaba çekileceğini ve cezalandırılacağını bilmesidir. Gizlide ve açıkta insanın amelini ve tavrını gözeten gizli polis, ceza ve ödülün varlığına ve hiçbir amelin karşılıksız kalmayacağına inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de iman ve müminlerin durumu açıklanırken imanın iki temel (Allah’a ve kıyamet gününe inanmak) üzerine kurulu olduğu vurgulanır, daha sonra imanın gerekleri olan takva ve salih amel üzerinde durulur.” (Genç İlmihali, Ayetullah uzma Fazıl Lenkeraninin Fetva Büros u, s.56.)
Leyl suresi 13-14-15-16-17-18-19-20-21. ayetler: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, “Şüphesiz dünya da, ahiret de bizimdir. Sizi alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Yalanlayıp yüz çeviren en bedbaht kimseden başkası o ateşe girmez. En çok sakınan kimse ise ondan uzak tutulur. Ki o arınmak için malını (Allah yolunda) verir. (Hem de) kimsenin onun (Allah yolunda malını verenin) yanında, karşılığı verilmesi gereken bir nimeti yokken. Sadece Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için (malını verir). Şüphesiz o yakında (infakının mükafatını alırken) hoşnut olacaktır.”
İnananlar için bir hoşnutluk söz konusuysa inanmayanlar için de bunun tam aksi olacaktır. Bu dünyada Ahiret azabının olmadığını söyleyenlerin durumları Cennetlikler ve Cehennemlikler arasındaki diyalogda bizlere sunulmuştur:
Araf suresi 40. ayet: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, “Kuşkusuz, ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara göğün kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçmedikce cennete de giremezler. İşte biz suçluları böyle cezalandırırız. (41) Onlar için cehennemden bir döşek üzerlerinde de (ateşten) örtüler vardır. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız. (42) İman eden ve iyi işler yapanlar, – ki biz kişiyi ancak gücü dahilinde yükümlü kılarız – işte onlar, cennetliktirler ve onlar orada ebedi kalacaklardır. (43) Kalplerinde olan her türlü kini çıkarırız. (Saraylarının) altlarından nehirler akar ve, “Bizi buna hidayet eden Allah’a hamdolsun. Allah bizi hidayet etmeseydi, asla hidayete erişemezdik. Şüphesiz, Rabbimizin elçileri hakkı getirdiler”, derler. Onlara şöyle seslenilir: “Yapmakta olduğunuz ameller karşılığında işte bu cenneti miras aldınız”. (44) Cennetlikler cehennemliklere, “Biz Rabbimizin vaadini hak bulduk, acaba siz de Rabbinizin vaadini hak buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar, “evet”, derler. Sonra bir ilan eden der: “Allah’ın laneti zalimlere olsun!” (45) “Onlar ki (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyar ve o yolu eğri yapmak isterler ve onlar ahireti de inkar ederler.” (46) O iki topluluk (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. Ve Araf’ta (yükseklerde), herkesi simasından tanıyan adamlar vardır. (Bunlar), arzu ettikleri halde henüz cennete girmemiş olan cennetliklere, “Selam olsun size!” diye seslenirler. (47) Gözleri cehennem halkına doğru çevrilince de, “Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber kılma!” derler. (48) A’raf’ta bulunanlar, simalarıyla tanıdıkları bazı kimselere seslenerek şöyle derler: Topluluğunuz ve böbürlenmeniz size hiçbir yarar sağlamadı.” (49) “Allah’ın kendi rahmetine kavuşturmayacağına dair yemin ettiğiniz, bunlar (cennetlikler) mıydı?” (Cennetliklere de şöyle derler: ) “Cennete girin; size bir korku yok ve siz üzülmeyeceksiniz de.” (50) Cehennemlikler cennetliklere, O sudan veya Allah’ın size verdiği rızktan (biraz da) bize akıtın diye seslenirler. (Cennetlikler,) “Allah bunları (kafirlere) haram kılmıştır”, derler. (51) “Onlar ki dinlerini eğlence ve oyun yaptılar ve dünya hayatı kendilerini aldattı”. İşte onlar bugünle karşılaşacaklarını unuttukları ve ayetlerimizi inkar ettikleri gibi, biz de bugün onları unuturuz.” Bu ayetleri okuyan birisi, bu korkunç yere asla gitmemesi gerektiğini düşünmelidir. Yani bu yolu tercih etmesine neden olan amellerden uzak durmalıdır. Çünkü imam Ali (a) şöyle buyurur: Orada olanlar çıkmazlar, esaretinde olandan fidye kabul edilmez, zincirleri parçalanıp ayrılmaz, sonu için bir müddet tayin edilmemiştir ve içindekilerin çıkması için dolacak zaman da yoktur (Gurerul Hikem, 10892. h.) Anlaşılan boş bir korkuyla tehdit etmiyor Allahutaala. Korkulu ateşin varlığıyla uyarıyor ve buraya girmek istemeyenlere de ne yapması gerektiğini söylüyor. Örneğin, Leyl suresinde bu korkunç ateşe girmeyecek olanların Rabbinin hoşnutluğunu gözeten kimseler olduğu belirtilmiştir. Hz. Ali (a) bu konuda şöyle buyurur: Ateşten ancak (ateşi hazırlayan) ameli terk eden kurtulur. (Gurerul hikem 7404.h.) Ateşten korkan haramlardan kaçınır (Gurerul hikem, 8592.h.)
A’lâ suresinin daha ilk ayetinden dünya hayatının geçiciliği ve ebedi olmadığı, doğru hayatın, olması gereken yaşamın Kuran’la olduğu ve öğüt alan kimselerin kurtulacağı, almayanlarınsa ebedi azaba duçar olacağı belirtilmiştir. Bundan başka yine A’lâ suresinde, ‘Onlar ne ölürler, ne de yaşarlar’ denmiştir. Çünkü işkence gören kimse o işkencenin ağırlığından ölür. Fakat cehennem azabındaki işkence ve acılar ebedidir. Şiddeti normal hayatta insanı öldürür ve yok eder ama ahirette ebedi hayat söz konusudur. Ebedi acı çeker insan, ölüm haddine gelir ama ölmez. Yenilenir vücudu sürekli azap görür. İmam Ali (a) Cehennemin vasfında buyurmuştur: Dibi coşkun, etrafı karanlık, kazanları kaynardır, işleri ise korkutucudur. (Gurerul Hikem 6420.h.).
Dolayısıyla ahirete ve cehennemin olacağına inanmayanlar, ciddi bir risk almış oluyorlar. Çünkü Tekasur suresi 5,6,7. ayetlerde şöyle buyrulur: “Hayır, (sizin sandığınız gibi değil) eğer kesin bilgiye sahip olsaydınız kesinlikle cehennemi (bu dünyada basiret gözüyle) görürdünüz, sonra onu (kıyamette) yakin gözüyle göreceksiniz.” Kuran ve hadisleri okuduğumuz zaman insan düşünür ve o ateşi hayal etmeye çalışır. Bir yangına şahit olmuş kimseler belki bu konuda daha çok hidayete ermişlerdir. Çünkü günah anında o yangını hatırlamak o günahtan çekinmek için ciddi bir öğüttür. Mesela, günahla karşılaşırken Hz. Ali (a)’ın, kardeşi Akil’e verdiği pratik öğüt bizlere de büyük bir derstir.
Akil bin Ebu Talip: “..Ben şiddetli bir mali sıkıntıya duçar oldum. Durumum çok kötü oldu. Kardeşim Ali’nin huzuruna giderek ondan yardım diledim. Ama O önem vermedi. Eve dönüp çocuklarımı toplayarak, açlık ve yoksulluk eseri yüzlerinden okunduğu bir halde onları O’nun yanına götürdüm. Buyurdu ki: “Akşam yanıma gel de sana bir şey vereyim.” Akşam olunca çocuklardan birisi elimden tutarak beni kardeşim Ali’nin yanına götürdü. Ali beni götüren çocuğun bir kenara gitmesini emretti. Sonra şöyle buyurdu: “Yakına gel de bir şey vereyim!” Ben çok sıkıntılı ve ihtiraslı olduğumdan dolayı bana bir kese para vereceğini zannettim. Fakat elimi uzatıp onu almak istediğimde, elim, ateş saçan bir demire dokundu. Hemen onu atıp ve kasabın eli altında böğüren bir boğa gibi ses çıkardım. Ali benim bu durumumu görünce şöyle dedi: “Akil! Annen mateminde ağlasın! Sen dünya ateşinde kızartılan bir demirin hararetinden böyle bağırıyorsun. Eğer kıyamet günü benimle sen, ateşten olan zincirlerle bağlanmış olursak o zaman ne yaparız?” Sonra şu ayeti okudular: “Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde, sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin 71-72). Daha sonra şöyle buyurdu: “Akil! Allah’ın, Beyt’ul-Mal’dan senin için belirlediği haktan fazla, benim yanımda kızartılmış demir dışında bir şey yoktur. O halde evine dön.” (Biharul Envar, c.42, s.118) [2]
İşte Bakara suresinde medhedilen yakinlik derecesi budur. Tüm imkanlarına rağmen Cehennem ateşini yanıbaşında hissedebilmek. Bu öğütle, daha bu dünyanın ateşine dayanamayan kulun Cehennem azabına nasıl dayanabileceğini sorgulatır bize.
Duş alırken su çok sıcak akınca dayanamayıp hemen soğuğu açarız. Çok soğuk olursa hemen ısıtırız. Bu derinin acıya tahammülü yokken beden uzuvları nasıl ebedi işkenceye dayanabilir? Ormanlar yandığı zaman o güzelliklerin nasıl hemen çöpe döndüğünü, azamet alameti çınarların nasıl büküldüğünü görmez miyiz? O ateşe kimse dayanamaz. En esası da Kuran’da buyrulur ki, Orada Allah’ın rahmeti olmaz. Düşününce insan, azabı bu dünyada göze alır ama Allah’ın rahmeti olmadan bu dünyada yaşayabilir miyiz? Bir an rahmetini çekerse, insanlık çöker. Galaksi çöker. Ama bunlar olmasa bile, düşünelim; hayatımızda bize en çok güç veren şey, Rabbimizin bizi sevdiğine olan inanç değil midir? Düşünsenize bu sevginin olmadığını ve ebediyen olmayacağını… İmam Hüseyin (a) dedi ki, “(Bütün) bu başıma gelen bela ve musibetlerin (tahammülünü) bana kolaylaştıran, Allah’ın bunları görmesi ve bunlara şahit olmasıdır.” (Nefes’ul-Mehmum, s.349.) Biz karşılaştığımız zorluklarda bu sözleri düşünüp rahatlarken Cehennem’de bize bakmayacağını söyleyen Allah’ın sevmediği yöne niye gidelim? Ali İmran suresi, 77. ayette şöyle der Allahutaala: Şüphesiz Allah ile olan sözleşmelerini ve yeminlerini az bir bedele karşılık satanlara ahirette bir pay yoktur. Kıyamet günü Allah onları konuşturmaz, onlara bakmaz ve onları kötülüklerden temizlemez ve onlar için acı bir azap vardır.
En korkuncu gerçekten Allah’ın rahmetinin olmayışı olacaktır. En büyük azap da budur. Bazen imtihan olunurken yardım geciktiğinde “Rabbim bana bakmıyor musun?” diye düşünür insan. Sonra hadisleri hatırlar; mesela, Allah sevdiği kulları imtihan eder diye teselli bulur. Ya da belki bununla herhangi bir günahının temizlendiğini düşünür, bu güçle imtihanlara sine germeye çalışır. Cehennem’de bu rahmetin yoksunluğuna nasıl dayanırız? Bir geçicilik unsuru yok orada. Ebedilik var. Süreklilik var. Orada artık geç olmayacak mı? Umutsuzluğun meskenidir orası…
Kumeyl duasında İmam Ali (a) der ki, “Allah’ım! Belam büyümüş, halimin kötülüğü haddi aşmış; amellerim beni aciz bırakmış, (tutku) zincirlerim beni çökertmiş, yerlere sermiş; uzun arzularım beni menfaatimden alıkoyup hapsetmiş, ve dünya beni boş şeylerle aldatmış ve nefs-i emmarem, kendi cinayeti ve müsamahakârlığımla beni kandırmış.
..Dünyanın azıcık bela ve cezası ve ondaki zorluklar karşısında benim tahammülsüzlüğümü Sen biliyorsun. Halbuki dünyadaki bela ve zorlukların devamı az, tahammülü kolay ve süresi kısadır; o hâlde nasıl tahammül edeyim ahiretteki belaya; orada meydana gelecek büyük zorluk ve acılara? Halbuki o belanın müddeti uzun, kalışı süreklidir ve ehline bir hafifletme de olmaz. Çünkü bu azap, Senin gazap, intikam ve hoşnutsuzluğundan kaynaklanır. Bu ise göklerin ve yerin dayanamayacağı bir şey. Ey seyyidim! O zaman Senin güçsüz, zelil, hakir, muhtaç ve biçare bir kulun olan ben nasıl dayanabilirim? Ey mabudum, Rabbim, seyyidim ve ey mevlam! Hangi şeyden dolayı Sana şikâyette bulunayım ve hangisi için ağlayıp sızlanayım ben? Azabın elem ve şiddetine mi? Yoksa belanın devamı ve süresinin uzunluğuna mı? Eğer bana ceza çektirmek için düşmanlarının yanında yer verirsen ve bela ehliyle beni bir araya toplarsan, beni dostların ve velilerinden ayırırsan, ey mabudum, ey seyyidim, mevlam ve Rabbim! Farzen, azabına tahammül etsem bile, Senin ayrılığına nasıl dayanabilirim? Diyelim ki ateşinin hararetine dayandım; ama keremine nazar etmekten mahrum olmama nasıl sabredeyim? Yahut affını ümit ettiğim hâlde ateşe nasıl gireyim. İzzetin hakkına ey seyyidim ve mevlam, sadakatle yemin ediyorum ki: Eğer konuşmama izin verirsen, cehennem ehli arasındaki ümitliler gibi sürekli dergâhına yönelip inlerim. Medet dileyenler gibi feryat edip yardım dilerim Senden ve bir şeyini kaybedenler gibi ağlayıp sızlarım Sana ve Seni çağırıp “Neredesin ey müminlerin velisi!” der dururum; ey âriflerin en yüce arzusu! Ey medet dileyenlerin imdadına yetişen! Ey sadık kalplerin dostu! Ve ey âlemlerin ilâhı (neredesin)? Ey mabudum! Münezzehsin Sen. Ve ben Sana hamt ediyorum.
..Ama Sen, isimleri mukaddes olansın! Cehennemi, insanların ve cinlerin kafirleriyle doldurmaya ve düşmanları orada ebedi olarak tutmaya yemin etmişsin.”
Tüm bunlar gafletten çıkmamız ve ebedi hayatta kazananlardan olmamız için değerli bir miras olarak kalmıştır. Bu kelimeler eşsiz bir hazinedir. Okudukça ne yapmamız gerektiğini anlıyoruz, şaşkınlıklarımızı azaltıyor ve yönümüzü doğru yola çekmeye çalışıyoruz. Hamdolsun ki hadislerde Masumlar (a) çok ince detaylara kadar ipucu vermiş ve yardımcı olmuşlardır. Örneğin, İmam Sadık (a.s) Arefe Günü Duası’nda şöyle buyurmuştur: “Allahım! Ahiretin hayrını engelleyen dünyadan, en hayırlı ölüme engel olan hayattan ve en hayırlı amele engel olan arzulardan sana sığınırım.” (Mizanul Hikme 1.c., 115. b., 690.h.)
Ahiretin hayrını engelleyen dünya… İşte tam da budur biz insanları amacından ayıran. Lezzeti geçici, sürekliliği olmayan süslü dünya alemi. Aslında dünyanın kendisinde değil problem. Güneşin çıkması ve bir süre sonra batması, ayın geceki parlaklığı ve gecenin son demlerindeki aciziyeti, aniden her yeri ıslatan yağmur ve birden kesilmesi, kocaman ağaçların zamanla çürüyüp teslim olmaları ve boyun eğmeleri… Dimdik duran dağlar ve bir yer oynamasıyla bozulan düzen…
Ya da daha iyi anlamak için güzel bir masa hayal edelim. Süslü yiyecekler, güzel tabaklar, bardaklar, çiçekler, pastalar, yemekler ve rengarenk meyveler… Bir kuş sütü eksik dedikleri… Böyle bir sofra ne kadar dikkat çekici ve insanı dönüp dönüp bakmaya zorlayan şeylerden birisidir. Ama sonra bu sofrada insanlar oturup yemek yedi ve o güzelliğin tadına vardılar. O güzelliklerin hepsi mideye gitti ve gözden kayboldu, ağızdaki tadı o yiyecek boğazdan aşağıya gidene kadardı, sonra lezzetini de hissetmediler. Ardından yenebilir olanlar yendi, kemik veya çekirdek gibi şeyler sofraya bırakıldı, yiyeceklerin tabakta bıraktığı lekeler, şekli bozulmuş pasta, buruşmuş peçeteler… Sofrayı toparlamaya gelince insanın sofradan kaçası gelir. Birer harabeye dönüşmüş o güzellikler. Ortada hep pislikler kalmış. Eğer çok kalırsa üzerine sinekler konacak. Daha 10 dakika önce nasıl da düzenli ve güzel gözüküyordu. Birkaç dakika içinde yok oldu ve bozuldu. İğrençleşti. Kimse gidip o sofradan bir şey alıp yemek istemez. İşte bizim de ömrümüz bu 10 dakika gibidir. O sofranın ilk hali ve son hali bizim doğmamızla ölmemiz değildir. Doğmamızı, sofraya koyacağımız ilk şeyi hazırlamaya başlamak olarak kabul edersek o sofranın tam hali bizim de yaşamımızın en önemli kısmıdır. Bir yıl, bir gün diye bir zamana sıkıştıramayız. Ama öldükten sonra bir zamanlar var oluşumuzun resmi işte o sofranın süslü halidir. Dünyadan göçenler de bir zamanlar varlardı ama şimdi yoklar. Bazı nimetlerde bu geçicilik kendini çok belli eder. Bazı şeylerde bu geçicilik bizim dünyamıza göre uzun sürer. Ama yine de bitmeye, tükenmeye, sonlanmaya mahkumdur. Ama Kurani Kerim’deki sofralar, içecekler, yiyecekler bile ebedi. Dilediğimiz an istediğimize ulaşabilme imkanı olacak. İnsan fıtratına uygun olacak her şey. İnsan dünyada kısıtlı, sınırlı. Zamana, mekana, maddiyata bağlı. Ama sadece dünyada böyle. Bu yüzden ölüyüz bu dünyada ve dirileceğiz tekrardan ebedi hayata. Bu ortalama 60-70 yıllık süre sadece birer imtihanmış meğerse. Hiçbir zaman ölmeyeceğimiz bir mekana gitmeden evvel nasıl bir hayat dilediğimizi kendimiz belirliyoruz öyleyse…
Ahkaf suresi, 20. ayet: O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve kendilerine şöyle denecek: “Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!”
Zuhruf suresi, 32. ayet: Fakat Rabbinin iman, hidâyet ve peygamberlik rahmeti, onların biriktirmekte oldukları dünyalık şeylerden çok daha hayırlıdır.
Teğabün suresi, 15.ayet: Mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Allah’ın sevgi ve itaatini mal ve evlat sevgisine tercih edenleri Allah katında büyük bir mükâfat beklemektedir.
Şura suresi, 20.ayet: Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.
İmam Ali (a) buyurmuştur ki, Dünyada olan değişiklikler görüldüğü halde ona bel bağlamak cahilliktir. (Gurerul hikem 1979. h.) Ve yine İmam Ali (a) der ki: Sizi terk eden dünyayı her ne kadar terk etmek istemeseniz ve yenilemeyi arzulasanız da bedenlerinizi yıpratan bu dünyayı yine terk edin. (Gurerul Hikem, 2577. h.) Bir inci daha İmam Ali’den (a): Halkın en mesudu kalıcı lezzetlerin karşılığında fani lezzetleri terk edendir. (Gurerul Hikem, 3218.h.)
Bu metod bizlere kendi yaşantımızdaki terbiyeyi hatırlatmaktadır. Tıpkı bir annenin öğüdü gibi – mesela, çok çikolata yeme diyen anne, evladının kötülüğünü isteyen bir anne midir? Çikolata öldürücü değildir fakat annesi, çocuğunun onu düzenli bir şekilde tüketmesini ister. Çünkü fazlası zarara yol açacaktır. Çocuk düşünür; çikolata yasak ama çok da lezzetli. Peki bana neden çikolata yasak? Bunu anlamayan çocuk ağlar ve ısrarla o lezzete ulaşmayı diler. Ama fazla tüketince oluşturduğu etkileri bilse; diş çürümesi, kilo alma, alerji vs. gibi – o zaman sağlıklı olmak isteği daha ağır basacak ve geçici lezzetten feragat edecektir. En azından doktora gitme korkusuyla yüzleşmemek için bu isteğinden vazgeçecektir. Çikolatanın zararlarından geri dönüş var, ama Allah’ı dinlemeyip ahirette kötü sonuçla karşılaşmanın bir geri dönüşü yok ne yazık ki… En azından biz de ya daha iyi bir yerde yaşama hayali ya da karşılaşmak istemediğimiz o korku vasıtasıyla hayatımızı Allah rızasına göre kurmalıyız. Çünkü Ahiret hayatının varlığı meselesini tartışmak zaman kaybından başka bir şey doğurmayacaktır. Hidayete erenlerin amel etmesi içinse sırf Allahutaala’nin emretmesi yeterlidir. Onlar ahirette kazanacakları herhangi bir kazanç amacından ziyade bu dünyada sadece Rablerinin emirlerini yerine getirmenin mutluluğu içerisindedirler.
Ahiret hayatı var olmasaydı bile, bu, dünyanın mertebece çok daha aşağı olduğu gerçeği değişmezdi. Çok gariptir ki dünya kelimesi Arapçadan tercümede, “aşağıda veya beri tarafta olan şey, yeryüzü” anlamına gelmektedir. Arapça sözcük danī “aşağı, beride” sözcüğünün tafdil dişil (müennes, feminine) halidir. Aynı köklü olan danāˀat – “alçaklık, aşağı olma” sözcüğünden alıntıdır. [3]
Hz. Adem (a) ile Havva (a)’ın hataları yüzünden Yeryüzüne inmeleriyle başlayan bu dünyevi hayat süreci “dünya” kelmesinin aşağı anlamını tasdiklemektedir. Bakara suresi 36. ayette “İnin yeryüzüne” diye emrediyor Allahutaala. Allah’ın emrini çiğnemek, Onları (a) Allah katında makam açısından aşağıya indirdi. Sonuç olarak artık Cennette barınma hakkına sahip olamadılar. Oldukları yerden daha aşağı bir konuma indirildiler ve bu düşük seviye yaptıkları kötü işten dolayı gerçekleştirildi.Yani insan, bu aşağı tarafa hatayla geçiş yaptı ve şeytan (lan) gibi bir aktör de bu hayatın bir unsuru oldu. Nitekim tüm ilahi dinlerde, genel olarak din kavramında hayır ve şer yarışından bahsedilmektedir. Hayır ve şerin yarış yeri dünyadır. Şeytana vermiş olduğu geniş imkanların karşılığında Allah, akledenler için güzel yöntemler belirlemiştir. Mesela, Kurani Kerim’in ilk ayetinin “oku” olması yöntemlerin yazılı bir kaynakta olduğunu gösterir. Rabbinin adıyla oku ki anla, iyiyle kötüyü ayırt et, diye öğüt veren bir kitaptır Kurani Kerim. Nitekim bu kitapta öğüt verildiği defalarca vurgulanmıştır. Örneğin, Enam 70. ayette şöyle buyurur: “Dinlerini oyun ve eğlence yapan ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak. Yaptığı işler yüzünden hiçbir nefsin helak olmaması için onunla (Kuranla) hatırlatmada bulun. Ona Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir aracı bulunur; (kurtuluşu için) her türlü karşılığı ödese de yine kabul edilmez. İşte onlar, kendi kazançları (yaptıkları işler) yüzünden helake uğramışlardır. Küfre sapmaları yüzünden onlara kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.”
Ayetin sonlarında dünyaya aldanmış kimselerin akıbetinden bahsedilmektedir. Bu tür aldanma, çok geniş bir kavramdır. Dünya geçimi için her şeyi mubah görmek, haramı gözetmemek, günahtan korkmamak insanı dünyaya aldanmış yapar. Helal çerçeveye ulaşmak zorlaştığı zaman dini unutmak da dahil olabilir buraya. İmam Hüseyin (a.s) buyurmuştur ki, “İnsanlar dünya kuludur; din ise dillerine dolaşıp durur. Dinin sayesinde geçimleri iyi olduğu müddetçe, onun etrafında bulunurlar; ama zorluklarla imtihan edildiklerinde ise gerçek dindarlar azalır.” (Tarih-i Taberi, c.7, s.300.) Araf 175-176: Onlara ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini oku. O ayetlerimizden sıyrılıp çıktı, böyle olunca da Şeytan peşine takıldı ve sonuçta azgınlardan oldu. Dileseydik onu bu ayetlerle yüceltirdik ama o yere saplandı ve heva ve hevesine uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur. Bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” Bu ayet Belam Baura diye bir abid hakkında inmiştir. “Belam öyle bir makama gelmişti ki ettiği dualar kabul oluyordu. Kendinden öyle emin olmuştu ki Musa (a)’a beddua edebilecek duruma geldiğini sanıyordu (Firavun’un makam mevki teklifine aldanıp Musa (a)’a beddua etmeyi meşru gördü). Bineğine oturup dua için daha yüksek bir mekana giderken eşeği ona uymayıp “Ey Belam, Allah peygamberine kötülük yapmak için mi gidiyorsun? Ben buna razı olup, senin günahına ortak olmam” dedi. Şeytan onu öyle bir aldatmıştı ki bir eşek bile Allah’a Belam’dan daha yakın olmuş ve ona akıl vermişti.” [4] Sonuç olarak Belam’ın tüm ibadetleri zayi olmuş ve Kuran’da adının kötü zikredilmesine neden olmuştur.
Günümüzde de bu gibi örnekler fazlasıyla çoktur. Belki de dünya hayatında bu gibi sınavların olmadığı bir an bile yoktur. Bu yüzden sürekli tetikte olmalıyız. Bunu önleyebilmek için hangi yollar var diye araştıralım.
Dünyanın geçici olduğunun farkında olmak. Fakirliğin, zenginliğin, korku ve mutlulukların, dert ve belaların, öfkeye neden olan unsurların hepsi geçicidir. Dünyada gelişen bu geçici zorluk/güzellikler bizi harama sürüklemese keşke.
Allahutaala’ya güven, hüsnü zanda olmak da yardımcı olacaktır bu konuda sabretmeye. Emin olmak yani: “Ben Allah’ın emrini yapmalıyım, O da bana yardım edecektir. Ya bu zorluğu ortaya çıkarmadaki amaç benim iman derecemi ölçmekse? Allah’ın kudretine ve ayetlerine yakin derecemi ortaya koymaksa? Bu yüzden ancak ve ancak Allah’ın dediğini yapmam gerekir.” O an zorluklar da kolaylaşacaktır.
Her ne olursa olsun Allah’ın emrini yapabilmek ve acele etmemek. Acele işe şeytan karışır derler. İnsan acele ettiği zaman Allah’ın emri neydi, yasağı neydi hiç düşünemez bile. Ansızın gaflet içinde hareketini sürdürür ve birden günah durumunda olduğunu fark eder. İmam Ali (a)’ın dediği gibi, “Acele (merkebine) bineni, hataları yüz üstü yere vurur” (Gurerul Hikem, 8387.h.).
Görüldüğü gibi bu meselelerde göstermeli olduğumuz ciddiyet sürekli Allahutaala tarafından Masumlar (a) aracılığıyla vurgulanmıştır. Her ne olursa olsun bizden, yaratılışımızdan aşağı olana bakmamamızı söylemekteler. Çünkü değerimize layık görmemekteler. Bunun yanı sıra, dünyaya aldanmamamız için bize yardım etmektedirler.
4. Nefis muhasebesi. “Kasas, 83: İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir. İmam Ali (a.s) bu ayet hakkında şöyle buyurmuştur: “Eğer insan sırf kendi ayakkabı bağı arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olduğu için bile olsa kendini beğenirse, bu ayetin kapsamına girer.” (Mizanul Hikmet, 1.c. 33. bölüm h. 143). İmam Sadık (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve İblis arasında geçen konuşma hakkında şöyle buyurmuştur: “Yahya İblis’e şöyle dedi: “Şu kulplar nedir?” İblis şöyle dedi: “Bunlar insanoğlunun kapıldığı şehvet ve arzulardır.” Hz. Yahya, “Onlardan benim için de bir şey var mıdır?” diye sorunca İblis şöyle dedi: “Sen tıka basa doyunca seni namazdan ve Allah’ı zikretmekten alıkoyarız.”Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki ben de asla midemi yemekle doldurmayacağım.” İblis şöyle dedi: “Allah’a andolsun ben de hiç bir Müslümanın hayrını istemeyeceğim.” Daha sonra Ebu Abdillah (İmam Sadık) (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’a andolsun ki Cafer (ben) ve ailesi de asla karınlarını yiyecekle doldurmayacaktır. Allah’a andolsun ki Cafer ve ailesi asla dünya için çalışmayacaktır.” (Mizanul Hikme 1.c. 99. b., 601. h.) İmam Zeyn’ul Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı düşünen, Allah’tan korkan ve Allah için çalışan kimse kendisini açlığa alıştırmalıdır. Öyle ki artık içinde doymaya karşı bir iştiyak duymasın. Atları da yarış ve ödül almak için bu şekilde yetiştirir, zayıf tutarlar.” (Mizanul Hikme, 1.c., 103. b., 622.h.) Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İçi yemekten boş olan, aç kalan ve sabreden kimseye ne mutlu. Bunlar kıyamet gününde doyacak olanlardır.” (Mizanul Hikme, 1.c., 103. b., 623.h.) İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Nefsi esir almada ve adetleri yok etmede ne güzel yardımcıdır açlık!.” (Mizanul Hikme, 1.c., 104. b., 631.h.) Nefis tezkiyesinde midenin doluluğu önemli engel teşkil eder. Çok yemek susatır, çok su ve sıvı tüketmek uyku getirir demişti bir din alimi. Haram yiyecekler bir insanın dünya ve ahiretini çöktürmede ne kadar etkiliyse, helallerle karnı tıka basa doyurmak da birçok hayırdan insanı mahrum bırakmaktadır. Bu yüzden oruç çok etkilidir. Oruçla insan nefsini dizginler, her istediğini elde etmemesi gerektiğine alıştırır onu.
5. Dua ve vilayet inancı: Allahutaala bize namazlarda Fatiha suresini okumamızı emretmiştir. Böylece, her namazımızda “bizi doğru yola ilet” ayetini tekrarlamış oluyoruz. Kendimize sürekli bu dünyada niye olduğumuzu, niye yaşadığımızı hatırlatmamız içindir bu mesaj. Çünkü Ahirette ulaşılabilecek tüm mertebeler bu dünyada elde edilmektedir. Hiç kimse bu dünyada melek gibi yaşamıyor ya da kendimizi sadece ibadete kapatmamız da emredilmedi. Sosyalliği, Allahın emirlerini yerine getirerek korumamız gerekir. Ve “bizi” doğru yola ilet diye dua etmemiz buyrulmuştur. Bu yol bir başına gidilecek yol değil demek ki. Bir yumruk olup ilerlememizi dilemektedir Allahutaala. Nitekim el-Meanî adlı eserde [s.33, h: 4] bu yolu İmam Ali (a) şöyle tasvir etmektedir: “Sırat-ı müstakîm dünyada aşırılığa kaçmayan, kusur ve ihmalkârlıktan uzak olup dümdüz devam eden, ahirette ise müminleri cennete götüren yoldur.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân, s.85.) el-Meanî’de [s.32, h: 1] İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Bu (sırat-ı müstakîm), Allah’ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun iki yönü vardır; biri dünyada, biri de ahirette. Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. İmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan bir kimse ahiretteki yoldan, yani cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin de, ahirette ayağı kayar ve cehenneme yuvarlanır.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân – c.1, s.88)
Görüldüğü gibi dünya ve ahireti birleştiren bir köprü vardır. Bizler bu köprüyü hangi istikamete doğru kullanacağımızı kendimiz belirlemekteyiz. İtaati zorunlu olan İmama uymakla dünya ve ahiret hayatında kurtuluşa erebiliriz. Onu tanımak ve onun emirleri doğrultusunda hareket etmekle bu iş gerçekleşebilir. Aksi takdirde kurtuluş ve doğru yol diye bir şey olamaz. Çünkü Masumlar (a) bize hayatın her alanında yardım etmektedirler. Dünyada nasıl olmamız gerektiğini belirtmektedirler:
İmam Rıza (a): Bir mümin, şu üç haslete sahip olmadıkça gerçek mümin olamaz: Rabbinden bir Sünnet, Peygamber’inden bir Sünnet ve Veli’sinden bir Sünnet. Rabbinin Sünnet’i, işini gizlemesidir. Peygamber’inin Sünnet’i, insanlarla iyi geçinmesidir. Veli’sinin Sünnet’i, darlıkta ve genişlikte sabretmesidir. (Velayet Önderleri kitabı, 10.c., s.122-123.)
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sakın ahireti amelsiz ümit eden ve uzun emellerle tövbeyi erteleyen kimseler gibi olma. (Zira böyle bir şahıs) nefsani isteklerle karşılaşınca günahı öne alır, tövbeyi erteler.” (Mizanul Hikme, 2. c., 464. b., 2177.h).
İmam Bakır (a): Bir kimseye güzel ahlâk ve yumuşak huyluluk verilmişse, bütün hayırlar ve rahatlık verilmiş demektir ve onun hâli dünyada da, ahirette de güzel olur. Bir kimse de güzel ahlâk ve yumuşak huyluluktan mahrum kalmışsa, bu onun için bütün kötülüklere ve belâlara giden bir yol demektir. Sadece yüce Allah’ın korumasıyla kurtulanlar bundan müstesnadır. (Hidayet Önderleri kitabı, 7.c., s. 191.)
İmam Musa Kazım (a) şöyle buyuruyor: Kıyamet günü bizimle birlikte olmak istiyorsanız din kardeşinize yardım edin. (Biharul Envar, c.72, s.379.)
İtaat ettiğimiz imamın kimliği, bizim dünya ve ahiretteki makamımızı gösterir. Bir kimse dünya işlerine aldanan kimseyi İmam edinirse şüphesiz kendisi de o yolda olur. Ama 3 kere dünyaya talak vermiş kimseleri (a) imam edinen ve amelleri açısından da O zatlara (a) uygun olan kimse gerçekten kurtuluşa yakındır. Çünkü amellerimizi götürüyoruz kendimizle beraber, başkaca maddi nimetleri değil. Bedenimizi bile götüremiyoruz. Bir şiirde ârif kimse diyordu ki: Ey Zahit! Cehennemde ateş olmaz! O dünyada yananlar, ateşi burdan taşıyanlar…
6. Tefekkür: Dünya ve Ahiret hayatları arasında seçim yapabilmek sadece bir kere verilen karara bağlı değildir. Her an bu kararın gözetilmesi lazım. Bazense bir tefekkür insana tüm ömrü için kılavuzluk edebilmektedir. Her anını gözetmede yardımcı olabilmektedir. Örneğin, ârif bir kimse fıkıhtan 3 mesele öğrendiğini söyler: Bunlardan ilki talak konusu, ikincisi nikah konusu, üçüncüsü ise alışveriş hükümleriyle alakalıdır. Nikah yani evlilik, fıkhın bir bölümüdür. Alim diyor ki, ben nikah hükümlerinden öğrendim ki, şeriatımız iki kız kardeşle evliliği caiz görmemektedir. Dünya ve ahiret de kardeş hükmünde olduğu için anladım ki bunların ikisiyle aynı anda birliktelik olmaz. Ben dünyadan vazgeçtim ve ahiret kızını seçtim. Anladım ki bu iki kardeşten üstün olanı ahirettir ve ben dünya ile evlenmedim. Talak, boşanmaya ait fıkhın bir bölümüdür. Ârif diyor ki, ben talaktan öğrendim ki Resulullah (saa)’nin talak verdiği şahısla hiçkimse aile kuramaz. Bu da bir şeriat meselesidir. Ârif diyor ki, ben anladım ki dünya Allah Elçisinin (saa) ve Onun pak Ehli Beyti’nin (a) pak İmamlarımızın talak verdikleridir. Hatta rivayetlere esasen Masumlar (a) üç kez talak vermişler dünyaya. Yani 3 defa talak okuduktan sonra fıkha göre kadın erkeğe haram olur ve 4. kez bu evlilik gerçekleşemez. Masumların (a) dünyaya 3 kez talak vermiş olması, bu taraflar arasında bir bağlılığın asla ve asla oluşamayacağı anlamına gelmektedir. Ârif diyor ki, ben dünyanın Peygamber (saa) ve Ehli Beyti’nin (a) talak verdiği birisi olduğunu anladığımda düşündüm ki eğer dünya değerli bir şey olsaydı O masumlar (a) bu dünyaya üç kez talak okuduklarını söylemezlerdi. Onların talak verdiği bir şeyden yararlanılamayacağını düşündüm ve dünyadan bana hayat arkadaşı olmayacağını anladım. Ârif sonra dedi ki, fakat alışveriş bahsinden anladım ki veresiye alışveriş kârlı değildir. Bu tür alışverişle insan çok ilerleyemez ve en hayırlı alışverişin nakit ödemenin gerçekleştirildiği alışveriş olduğunu anladım. Hayatıma baktım, gördüm ki ben bugün, bu durumumda, bu koşullarda kesin bir fayda veren alışveriş etmem gerekir. Nısbi değil. Ben bugünümü yarına, diğer güne, 50’den sonraya saklayamam. Anladım ki, insan nakit alışveriş yapmalıdır. Çünkü ben yarın sabah yaşayıp yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Bu yüzden ilk evvel kendime çeki düzen vereyim dedim ve nakit olana, yani ahirete yöneldim. [5]
Bu ârif in 3 dersi gerçekten ilgiçekicidir. Dolayısıyla dikkatle incelediğimiz zaman dünya bizi kendisinden zaten uzaklaştırmaktadır. Aldatıcı olan o değil, kendimizmişiz meğerse. Seçimlerimizmiş. Dolayısıyla uzun uzun detaya girilebilir ama yapmamız gereken, sürekli iç düşmanımız olan nefsi gözetmek ve kontrol altında tutmak. Bu yüzden Masumları (a) takip etmekle kendimize azık toplayabiliriz. Çünkü esas olarak kurtuluşa eren kimseler hadiste de buyrulduğu gibi bu dünyada da sıratı müstakimde olanlardır ki, yalnızca onlar sırat köprüsünden geçebilecekler. Elimizden geldiği kadar bu yola uyduğumuz ve Sıratı Mustakim olan kimseleri takip ettiğimiz zaman Allah’ın izniyle bizler de o doğru yolda olanlardan olabiliriz. Verilen en değerli nimeti boşa çıkarırsak kaybederiz. Bu yol çok kolay değil ama onu zorlaştıran en büyük etkenlerden birisi de biziz. Amellerimiz ve günahlarımız. Bu yüzden düşünüp bakalım, en çok bu hayatta neyi istiyoruz? İstediğimiz şey Ahirette olmayacak olan şey mi? Eğer Ahirette de mevcutsa ve daha güzeli oradaysa buradaki geçici lezzetleri terk etmeye değer. Ama buradaki oradakinden üstün diyorsak, bunu kendimize ispatlayalım. İmam Mehdi (a) da bu dünyada. Bizlerle yaşıyor… Tıpkı ceddi (saa) gibi. Ama nasıl yaşıyor? Bunu öğrenelim… Onun gibi yaşayabiliyorsak ne güzel. Çünkü kesin ve nakit olan şey, İmam Mehdi (af)’in Kevser havuzunda olacak olmasıdır. İtaatte kusur etmeyen İmama (a) benzeyen kullar da neden orada olmasınlar ki? Salih bir topluluk olabilmek için hem Ahirete yakin etmeli, hem de gaybet döneminde İmamın varlığına yakin ederek yaşamalıyız. Çizgiyi kaybetmeden sapmamaya, bu yakini geliştirmeye çalışmalıyız.
Dünyamızı ve ahiretimizi itaati zorunlu olan İmamla kurtaran Allah’a hamdolsun. Bizi seven ve bize dua eden bir İmamla (a) bizlere nimetini tamamlayan Allah’a hamdolsun. Kurtuluş yolunun zorluklarını bu sevgiyi kalbimize yerleştirmekle kolaylaştıran Allah’a hamdolsun… Allahumme salli alâ Muhammed ve alî Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA
[1]https://www.etimolojiturkce.com/kelime/hayat1
[2] http://gadir.free.fr/sit%20dosy/kit/Hayati.htm
[3]https://www.etimolojiturkce.com/kelime/dünya
[4] https://www.caferilik.com/umitsizlik/
[5]http://www.anl.az/down/meqale/yeni_musavat/yeni_musavat_sentyabr2009/89620.htm (türkçeye çevrilen kesit, linkteki makaleye aittir)
Allahumme salli alâ Muhammed ve âli Muhammed ve eccil fereccehum
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
(1-5) Yaratıp düzen veren, ölçü verip yol gösteren, (yemyeşil) otlağı çıkaran (bitiren), sonra onu kapkara bir sel artığınıza (çerçöpe) çeviren yüce Rabbinin ismini tesbih et. (6) Kuran’ı Sana okutacağız da artık unutmayacaksın; (7) Ama Allah’ın dilediği başka; şüphesiz O, açığı da bilir gizliyi de. (8) En kolay olan yolu kat etmeyi Sana kolaylaştıracağız; (9) O halde, hatırlatmak, öğüt vermek fayda verirse, hatırlat ve öğüt ver. (10) Allah’tan korkan kimse öğüt alacak; (11) Bedbaht olan ise ondan kaçınacak; (12) O bedbaht ki en büyük ateşe girer; (13) Sonra o ateşte ne ölür, ne de yaşar; (14-15) (Küfürden, şirkten ve günahlardan) temizlenen ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse kurtuluşa ermiştir; (16) Oysa siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz; (17) Ama ahiret, daha iyi ve daha kalıcıdır. (18-19) Şüphesiz bu (gerçekler), önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa’nın kitaplarında da vardır.” (Âla süresi)
Dünya ve Ahiret hayatı târihen sürekli konuşulan ve tartışılan kavramlar olmuştur. Nitekim tarihsel süreçte her zaman Ahiret hayatının varlığı meselesine değinilmiştir. İnsanların hepsi yaşadığımız dünyayı görür ve kabul eder. Ama ahiret dünyasının varlığını bir kesim kabul etmiş, bazıları da kabul etmekte güçlük çekmiştir. Bazıları tam inanmamış ama inanıyormuş gibi gözükmekte, bazılarıysa bunun var olmadığını söyleyerek inkar etmiştir. Ne yazık ki bu kesim hâla vardır. Bu yüzdendir ki yüce Allah belirli aralıklarla Peygamberler göndermiştir. Bu yolla insanları Ahiret azabının varlığı konusunda uyararak dünya hayatındaki davranışlarına çeki düzen vermelerini emretmiş ve onları öğütlemiştir. Kurani Kerim’de bu tür tasvirler çoktur.
Çok gariptir ki yüce Allah’ın insanları iyi amele teşvik ederken tercih ettiği metotlardan birisi ölüm ve ahireti hatırlatmak, buradaki azapla korkutmaktır. Daha yumuşak metotlar da vardır, mesela tefekküre davet, nimet ve mükafatları hatırlatmak vs. İnsan yaratılış olarak kendini dizginlemediği halde şeytanın emirlerine uyarak aklını kaybeder (yani tamamen kendini kötüye teslim eder, iyiyle kötüyü ayırt edemez) ve aslında Allah’a kulluk yapabilecekken şeytana kulluk yapar. İçimizi bir an dinlesek iyiyle kötü fikirlerin birbirine karıştığını görebiliriz. Bazen birine yardım etmeyi isteyen nefis, bazen de “hayır, yapma! rahatını bozma”, demekte yahut başkalarının kötülüğünü istemektedir. Tüm bu kargaşanın içinde yaşayan bir insanı kurtarmak için Allahutaala kurallar topluluğu olan Kuran’ı Peygamberi’ne (saa) nazil etmiş, Onun (saa) aracılığıyla insanları korkutmuş ve müjdelemiştir. Bir nevi Kurani Kerim insanlarda psikolojik etki bırakmaktadır. Bazı ayetleri onları korkutur, bazıları ise umutlandırarak iyi amel işlemeye teşvik eder. Örneğin, A’lâ suresinde Allahutaala buyuruyor ki, Allah’tan korkanlar öğüt alacaktır. Kurtuluşa erenler de küfür, şirk, günahlardan temizlenen ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimselerdir. Fakat aziz ve celil olan Allah, insanların dünya hayatını tercih etmekte olduğunu belirtir. Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır, diye nasihat eder. Tam olarak bu konu üzerinde dayanacağız. Kuran’ın belirttiği bu problemi analiz etmeye çalışacağız.
Genel olarak insanlar için dünya açısından bir sorun yoktur. Aksine dünyaya geldiğimiz günü çok sever ve kutlarız. Dünyanın varlığına, hakikiliğine gerçekten inanmışızdır. Esas sorun ahiret gibi bir gözle görülemeyen olguyu kabullenmekte gerçekleşiyor. Bazen de Ahiret hayatının bir şekli olan Cennet’e ümit olur, fakat Cehennem’de olma duygusunu yakına bırakamayız. Allah’ın Rahman ve Rahim adlarını sürekli hatırlayıp o korkuyu düşünmekten kaçınırız.
Kurani Kerim’de Ahiret hayatının varlığına çok geniş şekilde yer verilmiştir. Hatta buna inanmayanlar kınanmıştırlar. İnanan kimselerse takvalı olan kimseler olarak kabul edilmektedir. Örneğin, Bakara suresinin ilk ayetlerinde şöyle geçer:
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.
2. İşte o Kitap (Kuran), onda bir kuşku yoktur. O takvalı olanlar için yol göstericidir.
Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah yolunda) harcarlar.
Ve onlar, Sana indirilene, Senden önce indirilene inanırlar, ahirete de onlar yakin ederler (kesinkes inanırlar)
İşte onlar Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler, işte onlardır.
Ahiret sözü, Ahir kökündendir ve “ahir – sonraki, son” anlamındadır. Ahiret, “ölümden sonraki hayat, sonraki şey” anlamına gelmektedir. Bu dünyanın sonu, ama ölümden sonraki hayatın başlangıcıdır demek ki. Ya Cennet şeklinde yaşanır bu hayat, ya da Cehennem şeklinde. Cennet’e gitmek isteyenler de Cehennem’e gidenler de bu dünyayı yaşayanlardır. Demek ki dünya hayatı Ahiret hayatı için önem arz etmektedir. Ve ısrarla Kuran’da müslümanların ahiret hayatının varlığına inanması gerektiğinden bahsediliyor. Bunun nedeni şudur ki, insan yapacağı amellere şahit olan bir kimseden haberdar olmuş oluyor. Bir başına bırakılmadığını düşünerek kendine çeki düzen veriyor. Okulda öğrenciler sınıfta öğretmen varken ve öğretmen sınıfta yokken nasıl da farklı davranırlar. Öğretmen olmayınca onları gözeten, kural koyan kimse yok diye rahat bırakıyorlar kendilerini, istediklerini yapabiliyorlar. Yani öğretmen onları görmüyor diye yüksek sesle konuşur, gürültü çıkarır, düzeni bozarlar.
Örneğin, ilk okul öğretmeni ders sırasında sınıfı terk etmek zorunda kalınca öğrenciler uslu oturmaya devam etsinler diye şöyle der: “Ben 5 dakikaya geliyorum, sakın gürültü yapmayın.” Öğrencilerin buna uymayacağından emin olan öğretmen şöyle bir metot uygular: “Şu duvardaki deliklerde gizli kameram var ve sizi oradan gözetleyeceğim.” Yaşanmış bir olay üzerinden verilen bu örnekte çocuklardan bazıları öğretmenin sözünü ciddiye almamış ve gözle görünür bir gözetleyicinin olmamasını fırsat bilmiş, bazılarıysa öğretmenin onu gözetlediği düşüncesiyle öğretmen sınıftaymış gibi davranmaya devam etmiştir. Demek ki gözetlenince kendini düzeltmek isteği insanın fıtratına hastır. İnsanlar da bu dünyanın sonunda yaptıkları amellerin karşılığını almayacaklarını düşündükleri zaman aynı bu öğrenciler gibi “başıboşluk” duygusuna kapılırlar. Allah yarattı ve bizi kendi terbiyemize bıraktı gibi düşünürler. Bu yüzden şimdi garip düşünceler mevcuttur: herkes istediğini yapsın ama birbirimize saygı duyalım diyorlar. İnsanların çoğusu ahiret inancı olmasa bile kendi vicdanları doğrultusunda kendilerini sınırlarlar. Mesela, genel olarak kalp kırmaktan hoşlanmıyor diye insanlara iyi davrananlar, çok yemenin kendisine zararlı olduğunu düşünüp bundan sakınanlar, başarılı olmak için çok uyumayıp erken kalkanlar, sağlığa zararlı diye alkol kullanmayanlar vs. vardır ve bunu ahiret bilinciyle yapmazlar. Kendine saygı gösteren insanlar vicdan muhasebesi yaparlar. Çünkü fıtratsal bir gereklilik olmakla beraber, aile yapısı, terbiye ya da dinin etkisini gören aile ferdinin davranışları da bunda etkili olabilmektedir. İnsan ahiret inancı olmasa bile vicdan karşısında kendisini sorgular bazen. Ama şu an insanlara sosyal medyada dayatılan düşünceler, “istediğini yap, insanları düşünme, bir kere yaşıyoruz bu ömrü” gibi şeylerden ibarettir. Hepsi çok doğru. Ama bir kere yaşıyoruz diye “kimseyi umursamamak” ne kadar doğrudur? Aksine bir kere yaşıyoruz diye çok titiz davranmamız gerekmez mi? “Herkesi kırabilirim, istediğimi yaparım!” düşüncesiyle insanlara dizi/filmlerde yaşıyormuş gibi yaşam sunuluyor. Herkes kendine has şekilde üzülüyor, depresyona giriyor. İnsanlar kendi seçimini unutmuş durumda. Özellikle ergenlik dönemini yaşayanlar bu “klişe hayat” dayatmalarına daha çok uymaktadırlar:
“Hava yağmurluysa depresyona girmeliyim, depresyona giriyorsam kendimi odaya kapatmalı, hemen kahve yapmalı, üzgün şarkı seçmeli, ağlamalı, ağlarken arkadaşıma resim atmalıyım. Durum paylaşmalı, dünyanın bana yetmediğini o an öyle keşfetmeliyim sanki.”
Halbuki Allahutaala ezelden beri Dünyanın biz insanların yeri olmadığını, daha iyiye layık olduğumuzu defalarca söylemişti. Niye açıp okumadık ki? Ya da büyüklerimiz bizi neden bu düşünceye dayanarak büyütmedi? (İstisna durumlar (iyi ki) var.) Burada anlatmak istenen şey, bizler dünyanın yapısını önceden öğrenmeden, hayatın bize kendisinin öğretmesi. Yani dünyayı tanıyamamamız. Kendi yetersizliğini dünyanın kendisinin bizlere sunması. Bu olağan tabii. Çünkü herkes tecrübelerle hayatını şekillendirir ama bu, büyük bir hayal kırıklığı oluyor bazen. Özellikle ergen ve genç yaşta olanlar bazen sosyal medyada ve televizyonda herkesin iyi yaşadığını, en iyi yerlerde eğitim aldığını ve sürekli istediği yerlere gidip yemek yediğini vs. düşünür. Çünkü herkes hayatının her anını paylaşıyor ve bu diğer bir kimsenin ihtiyacı, hasretine dönüşebiliyor. İnsanlar diğerinin belirli bir konuda bir eksiği, kaybı olabileceğini düşünmeden kendi zevkine göre paylaşımlar yapıyorlar.
Sistem, insanların hepsinin isteklerini çoğaltan şekilde tasarlanmış sanki. Ve bu isteklerini elde edemeyen gençler bazen bunların altından kalkamayıp intihar edebiliyorlar. Daha iyi bir dünyada yaşama isteğiyle bu dünyadan vazgeçme isteğine kapılıyorlar. Ama bunun yönteminin o olmadığını onlara anlatamadık. Ülkemizde intihar eden gençler o kadar çok ki! Mesela, eğitim hakkı için, üniversite sınavında düşük puan topladığı için intihar edenler, aile baskısından intihar edenler vs. Oysa bu dünyada her zaman her şeyin mükemmel olmasının mümkün olamayacağını, bazen bir şeylerin yolunda gitmemesinin normal olduğunu ve daha iyi bir hayatın var olduğunu önceden bilmek, bunu kabullenmek dünyevi sorun ve eksiklikleri bizim için zorlaştırmaz. Bazen gençler hayatın dizi ve filmlerdeki gibi olması gerektiğini ve istediklerini o anda elde etmeli olduklarını düşünüyorlar. Ve dünya bir anda gerçek yüzünü gösterip yetersizliğini ortaya koyuyor.
Gençse herkes en iyi üniversitede okurken, arkadaşlarıyla gezip tozarken, yurtdışına seyahat ederken – örnekler artırılabilir – yani onun hayallerini herkes yaşarken kendisinin niye yaşayamadığını sorgulayıp çıkış yolunu hayatını sonlandırmada bulur. Hatta bazı gençler, bu hayattaki varlığını sorgulayarak yada farklı ve tutarsız ideolojileri telkin eden gruplardan (/sanat eserlerinden) etkilenerek yaşamanın anlamsız olduğunu düşünür. İyi bir hayat, ya da fıtratın istediği o rahatlığı bu dünyada bulamayıp daha iyi bir yeri düzene aykırı bir şekilde elde etmek ister. Gün geçtikçe artan intihar vakalarını, sürekli “şu da çok büyük günah etti, cehenneme gidecek!”, “ailesinin hatası, kimlerle oturup durduğuna baksalardı böyle olmazdı…” diye yorumlayarak kestirip atamayız. Oysa bu konuda toplum olarak suçluyuz. Ve müslümanlar olarak doğru olanı uygulayamayıp pratik olarak anlatamadık diye, sorumluyuz. Çünkü ahir zamanda hakka karşı başlatılan savaşın türlerinden biri de psikolojik savaştır. Ve buradaki sorun gerçek anlamda dünya kavramını iyi olarak algılayamamaktan kaynaklanmaktadır. Psikolojik savaş başlatan rejim, dünyayı çok farklı şekilde gösterme ve insanları aldatma çabasındadır. Genel olarak insanoğlunun bu aldanması her zaman gerçekleşmektedir fakat yukarıdaki örnekle bazı aldanmaların ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurduğunun şahidi olduk. Bu yüzden özellikle dünya hayatı kavramını doğru anlamamız gerekir.
İnsanları izlerken sürekli bir koşturmacada olduklarını görüyoruz. Örneğin, metroda trenden inip nasıl hızla çıkışa yöneldiklerini fark ettiniz mi? Neden sürekli koşuyorlar? Niye birbirilerine hiç gülümsemiyorlar? Gülümsediklerinde de harama düşüyorlar? Neden kimse kimseye yardım etmiyor? Biz koşturuyoruz, yaşlılarsa merdivende sıra oluşturmasınlar diye herkesin geçmesini bekliyorlar. Bu tahammülsüzlüğün sebebi nedir? Yeni nesil dünyayı böyle mi görecek? Herkesin kendi çıkarı için çalıştığı, birbirinin gözü önünde yemek yediği, başkasını düşünmediği bir dünyada mı yaşayacaklar? İnsanoğlu dışarıda para harcarken muhtaç biri el uzattığında tereddüde düşer. Çünkü artık iyilik yapabilme fırsatlarına da güven kalmamıştır. İhtiyaç duygusu da değişmiş… Bugünün zengini yarının fakiri oluyor. Hakkı elinden alınan, yarın güçlü oluyor. Hakkı gaspedense gücünü yitiriyor. Bir gencin ille de depresyona girip sinirlerini, duygularını harcaması mı gerekiyordu dünyanın yetersiz olduğunu anlaması için? Oysa Allahutaala, Kuran’da sürekli buna vurgu yapıyor.
Nahl suresi 89. ayette şöyle geçer: “O Gün her ümmete kendilerinden olan bir şahit getiririz ve Seni de onlar üzerine şahit olarak getiririz. Kitabı sana, her şey için açıklama ve Müslümanlar için hidayet, rahmet ve müjde olarak indirdik.” Her genç arayış içinde olur ve aklettikçe fıtratı gereği sorgulamaya ve tatmin edici yanıtlar almaya çalışır. Keşke şöyle düşünse gençlerimiz: “Beni yaratan Allah, daha ben dünyaya gelmeden evvel yararlanmam, doğru bir şekilde yaşayıp mutluluğa erişebilmem için bu hayatın kurallar mecmusunu elime vermiş bulunmaktadır. Her şeyi, insanoğlunun henüz bilmediği birçok gerçekleri içinde barındıran zengin bir kaynak vermiş elime. Adını Kuran koymuş ve ilk ayeti “İkra” – “Oku” olmuş. Kuran kelmesi de bu kökten gelmiştir, “okumak” anlamındadır. Bu tür değerli bir kaynak kendisi ismiyle bile bizi onu okumaya davet ediyor. Tüm sırları içinde barındıran ve kapağı aralandı mı okura bilmediklerini sırayla öğreten bir kaynak. Bu kaynaktan yaşadığım dünyanın niteliği ve niceliğini öğrenmek, akıllıca bir eylem olacaktır!”
Mesela, Yunus suresi 24. ayette şöyle buyurur yüce Allah: Dünya hayatının misâli şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, regârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, sistemlice düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
Bakara suresi 212. ayet: Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.
Al İmran suresi 14. ayet: Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
Mümin suresi 39. ayet: Ey kavmim! Şu dünya hayatı, gelip geçici bir avuntudan ibarettir. Âhiret ise, asıl yerleşilecek ve ebediyen kalınacak yer orasıdır.
Bu kelamları okuyunca insan daha üstün bir hayatın var olduğu kanaatine gelir. Çünkü dünyanın niceliğini, onu Yaratandan öğrenerek bu sonuca varır. Dolayısıyla bizlere daha üstün bir hayat müjdesi verir Allahutaala. Dünya tasvirleriyle tanışan bir genç şöyle düşünür; “bu güzelliğine hayran olduğumuz dünya aslında sandığımız gibi değil miymiş? Enteresan…” Ardından daha farklı düşünceler sarır beynini: “Acaba Ahiret neden üstündür? Gerçekten dünya güzelliği geçici midir? Öyleyse Allah’ın Peygamberleri nasıl yaşamışlar bu hayatı, Onlar (a) da bu geçiciliği tasdiklemişler mi?”
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlısı, gençliğini Allah’a itaatte tüketen, nefsini dünya lezzetlerinden alıkoyan, ahirete gönül bağlayandır. Şüphesiz Allah’ın ona vereceği mükafat cennetin en yüce dereceleridir.”(Mizanul Hikme 1.c., 121. b. 740. h.) Hadislerde de yine aynı anlam vardır. Hatta Ehli Beyt (a) bu konuyu o kadar detaylı yansıtmış ki bazen bu hatırlatmayı şiirle bile yapmışlardır. Bu sözler gençlerin başını okşayarak öğüt veren bir babanın en içten kelamlarıdır. Örneğin, İmam Rıza (a)’dan şöyle rivayet edilmektedir:
Hepimiz ecelin uzun olmasını temenni ederiz
Ama ölüm, emellerin afetidir
Batıl arzular seni yanıltmasın
Orta yolu tut ve hastalıklardan kurtul
Dünya ancak az sonra yok olacak bir gölgedir
Onda bir binici ol ve yolculuğa çık. (Hidayet önderleri, 10.c., s.124.)
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyadan arzularınızı kısaltarak (ahiret için) azık alın”. (Mizanul Hikme, 1. c., 118. b. 725. h.) Acaba neden böyle diyor Kuran ve Masumlar (a)? Bu iki hayat arasında neden fark koyuyorlar? Neden bu dünyayı ahiret için yaşamamızı istiyorlar?
Dünya ve ahiret hayatları ikisi de bir hayattır. Hayat kelmesi, arapça”canlı olma, yaşama; yaşam” sözcüğünden alıntıdır. Arapça ḥayya – “canlı idi, yaşar idi” fiilinin masdarıdır. [1]
Esmaül Hüsna’da el Hayy ismi de “diri” anlamına gelmektedir. Hayat kelmesinin hem dünya hem ahiret için kullanılmasındaki mesaj da bundan ibarettir ki, yani her ikisinde de bizler için bir canlı olma durumu söz konusudur. Dünyadaki biyolojik ölüm sadece bedenin ölümüdür. Kurani Kerim de bu diriliği tasdiklemektedir: Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar (Ali İmran, 169). Bakara suresi 25. ayette şöyle geçer: İnanıp iyi işler yapmış olanlara, kendileri için (ağaçlarının altından ırmaklar akan) cennetler olduğunu müjdele. Onlara bu cennetlerin meyvelerinden verildikçe, bu, önceden bize verilen rızktır” derler. Onlara birbirine benzeyen rızklar getirilir. Orada onlara tertemiz eşler de vardır.”
Görüldüğü gibi ahiret hayatında da eş, meyve, yiyecek, rızık gibi bu dünyada sahip olduğumuz bazı nimetler olacaktır. Bu, ahiretteki diriliğin ve yaşamın kanıtıdır. O zaman fark nedir? Bunu anlamak için fıtratımıza dönüp bakmamız gerekir.
Bu dünyada en çok ne istediğimizi düşünelim. Örneğin, mutluluk, sevdikleriyle bir ömür sürebilmek, iyi insan olabilmek vs. Bu istekler herkese göre değişebilir. Ama en güzel şeyler bile bu dünyada kısa sürecek. Bu dünyada her şeyin bir sonu var, dünyanın kendisinin bile. Dünyanın sonunu göremesek bile bizim için bir son olduğu kesindir. Etrafımızda ölen insanlar bunun kanıtıdır. Yada ölen çiçekler, solan yapraklar, yok olan canlılar, bir titremeyle toz gibi dağılan vakarlı dağlar… Her şey sona mahkum ama insanoğlu yaşamayı çok seviyor. Mutluluğu, iyiliği, güzellikleri ve bu gibi erdemleri de ebedi istiyor. Sürekli yaşamak, sürekli var olabilmek istiyor. Fıtratımızda ölümden, bir sondan korkmak hissi var. Ama realist yönden düşününce, görüyoruz ki bu dünya bizi sonsuza dek yaşatamaz. Çünkü kapasitesi ebedilik ilkesini karşılamıyor. O zaman ben bu dünyayı istememeliyim. Ebedi, mutlu bir hayat istiyorum, o zaman bunun arayışında olmalı ve bunun için çalışmalıyım. Ve yüce takdir sahibi Allah beni sadece öleyim diye yaratmadı. Ben öleceksem beni niye yarattı ki Allah? Demek ki burda bir sır, bir hikmet var ve bu sırrı Allahutaala herkese vermiyor. Sadece inananlara vermiş bu sırrı ve demiş ki, ahiret hayatı daha iyi ve daha kalıcıdır. Ve demiş ki sadece takvalılar ahirete yakin ederler. Sır diyoruz çünkü bazen Kuranı okuyanlar bile bunu anlayamıyorlar. Rabbimiz bizi muhatap görüp bunu anlama gayreti vermişse, ne de büyük lutfetmiş… Çünkü kendisi buyurmuştur: Bedbaht olan kimseler öğüt almazlar, bundan kaçınırlar (A’lâ, 11).
Allahutaala Ahirete yakin edenleri bu yüzden yüceltmiştir. Çünkü bu insanlar sadece ahiret var, demekle yetinmezler. Allame Tabatabai diyor ki, ” “Ahirete de yakin ederler (Bakara, 4).” Ahirete inanmaktan söz edilirken, iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının, ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet ederek inancına ters davranışlar içine girebilir. Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere takılıp tökezlemez ve elbette Allah’ın haramlarını işlemeye yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Nefsin isteğine uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.” (Sâd, 26) Burada yüce Allah, Allah’ın yolundan sapmanın, hesap gününü unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân – c.1, s.98)
Ahirete yakin eden kimseler Dünya hayatında davranışlarını Ahiret için nizamlayan kimselerdir. Son`u yaşamadıkları halde Allahutaala’nın vaadinden korkarak kendilerine çeki düzen veren kimseler. Böylece Allahutaala’nın Cennet vaadine inanmış olan kimseler olmuş oluyorlar. Korku olmaksızın itaat tam olmuyor ve itaat olmadan da mükafata erişilemez. Demek ki bizler de Cennet ve Cehennem’e yakin etmeliyiz. Dünyadayken buna göre yaşamalı ve burdan azık toplamalıyız.
Bu yüzdendir ki mead inancı dinimizin temellerindendir. Mead inancı olmayana müslüman denmez. Müslüman olan kimse onun davranışlarını, hayatını nasıl şekillendirdiğini gözeten bir Kimsenin olduğuna inanır. Dünyadaki amellerimizi İzleyen, bu yaşamın sonrasında sorgu suale çekme hakkına sahip olur. Üstelik eğer ki nasıl yaşamamızın gerektiğini önceden bizlere bildirmişse. Örneğin, bir anne çocuğuna verdiği öğütler doğrultusunda onun dışarıda nasıl davrandığını izler. Ardından eve geldiklerinde iyi ve kötü sonuçları ona söyler. Sana şu şeyin ayıp olduğunu söylememiş miydim, neden bunu yaptın? der. Onu öğütler. Biz bu öğütlemeyi Kuranla yapmalıyız. Her defa kurala aykırı davrandığımızda, “Allah bana şunu şöyle yap dememiş miydi? Neden böyle yapmadım? diye sorgulayarak kendimizi düzeltelim. Bu sorgu sualleri yaparak kendimizi gerçek sorgu sual gününe hazırlayalım. Yani gerçekten bunun olacağını göz önünde bulunduralım. Çünkü “İnsanın sınır tanımayan nefsini kötülük yapmaktan, başkalarının hakkına tecavüz etmekten alıkoyan yegâne etken, mead inancıdır. İnsanoğlunu şehvet düşkünlüğünden, kötülüklerden, çirkinliklerden engelleyen şey, hesaba çekileceğini ve cezalandırılacağını bilmesidir. Gizlide ve açıkta insanın amelini ve tavrını gözeten gizli polis, ceza ve ödülün varlığına ve hiçbir amelin karşılıksız kalmayacağına inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de iman ve müminlerin durumu açıklanırken imanın iki temel (Allah’a ve kıyamet gününe inanmak) üzerine kurulu olduğu vurgulanır, daha sonra imanın gerekleri olan takva ve salih amel üzerinde durulur.” (Genç İlmihali, Ayetullah uzma Fazıl Lenkeraninin Fetva Büros u, s.56.)
Leyl suresi 13-14-15-16-17-18-19-20-21. ayetler: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, “Şüphesiz dünya da, ahiret de bizimdir. Sizi alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Yalanlayıp yüz çeviren en bedbaht kimseden başkası o ateşe girmez. En çok sakınan kimse ise ondan uzak tutulur. Ki o arınmak için malını (Allah yolunda) verir. (Hem de) kimsenin onun (Allah yolunda malını verenin) yanında, karşılığı verilmesi gereken bir nimeti yokken. Sadece Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için (malını verir). Şüphesiz o yakında (infakının mükafatını alırken) hoşnut olacaktır.”
İnananlar için bir hoşnutluk söz konusuysa inanmayanlar için de bunun tam aksi olacaktır. Bu dünyada Ahiret azabının olmadığını söyleyenlerin durumları Cennetlikler ve Cehennemlikler arasındaki diyalogda bizlere sunulmuştur:
Araf suresi 40. ayet: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, “Kuşkusuz, ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara göğün kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçmedikce cennete de giremezler. İşte biz suçluları böyle cezalandırırız. (41) Onlar için cehennemden bir döşek üzerlerinde de (ateşten) örtüler vardır. İşte biz zulmedenleri böyle cezalandırırız. (42) İman eden ve iyi işler yapanlar, – ki biz kişiyi ancak gücü dahilinde yükümlü kılarız – işte onlar, cennetliktirler ve onlar orada ebedi kalacaklardır. (43) Kalplerinde olan her türlü kini çıkarırız. (Saraylarının) altlarından nehirler akar ve, “Bizi buna hidayet eden Allah’a hamdolsun. Allah bizi hidayet etmeseydi, asla hidayete erişemezdik. Şüphesiz, Rabbimizin elçileri hakkı getirdiler”, derler. Onlara şöyle seslenilir: “Yapmakta olduğunuz ameller karşılığında işte bu cenneti miras aldınız”. (44) Cennetlikler cehennemliklere, “Biz Rabbimizin vaadini hak bulduk, acaba siz de Rabbinizin vaadini hak buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar, “evet”, derler. Sonra bir ilan eden der: “Allah’ın laneti zalimlere olsun!” (45) “Onlar ki (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyar ve o yolu eğri yapmak isterler ve onlar ahireti de inkar ederler.” (46) O iki topluluk (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. Ve Araf’ta (yükseklerde), herkesi simasından tanıyan adamlar vardır. (Bunlar), arzu ettikleri halde henüz cennete girmemiş olan cennetliklere, “Selam olsun size!” diye seslenirler. (47) Gözleri cehennem halkına doğru çevrilince de, “Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber kılma!” derler. (48) A’raf’ta bulunanlar, simalarıyla tanıdıkları bazı kimselere seslenerek şöyle derler: Topluluğunuz ve böbürlenmeniz size hiçbir yarar sağlamadı.” (49) “Allah’ın kendi rahmetine kavuşturmayacağına dair yemin ettiğiniz, bunlar (cennetlikler) mıydı?” (Cennetliklere de şöyle derler: ) “Cennete girin; size bir korku yok ve siz üzülmeyeceksiniz de.” (50) Cehennemlikler cennetliklere, O sudan veya Allah’ın size verdiği rızktan (biraz da) bize akıtın diye seslenirler. (Cennetlikler,) “Allah bunları (kafirlere) haram kılmıştır”, derler. (51) “Onlar ki dinlerini eğlence ve oyun yaptılar ve dünya hayatı kendilerini aldattı”. İşte onlar bugünle karşılaşacaklarını unuttukları ve ayetlerimizi inkar ettikleri gibi, biz de bugün onları unuturuz.” Bu ayetleri okuyan birisi, bu korkunç yere asla gitmemesi gerektiğini düşünmelidir. Yani bu yolu tercih etmesine neden olan amellerden uzak durmalıdır. Çünkü imam Ali (a) şöyle buyurur: Orada olanlar çıkmazlar, esaretinde olandan fidye kabul edilmez, zincirleri parçalanıp ayrılmaz, sonu için bir müddet tayin edilmemiştir ve içindekilerin çıkması için dolacak zaman da yoktur (Gurerul Hikem, 10892. h.) Anlaşılan boş bir korkuyla tehdit etmiyor Allahutaala. Korkulu ateşin varlığıyla uyarıyor ve buraya girmek istemeyenlere de ne yapması gerektiğini söylüyor. Örneğin, Leyl suresinde bu korkunç ateşe girmeyecek olanların Rabbinin hoşnutluğunu gözeten kimseler olduğu belirtilmiştir. Hz. Ali (a) bu konuda şöyle buyurur: Ateşten ancak (ateşi hazırlayan) ameli terk eden kurtulur. (Gurerul hikem 7404.h.) Ateşten korkan haramlardan kaçınır (Gurerul hikem, 8592.h.)
A’lâ suresinin daha ilk ayetinden dünya hayatının geçiciliği ve ebedi olmadığı, doğru hayatın, olması gereken yaşamın Kuran’la olduğu ve öğüt alan kimselerin kurtulacağı, almayanlarınsa ebedi azaba duçar olacağı belirtilmiştir. Bundan başka yine A’lâ suresinde, ‘Onlar ne ölürler, ne de yaşarlar’ denmiştir. Çünkü işkence gören kimse o işkencenin ağırlığından ölür. Fakat cehennem azabındaki işkence ve acılar ebedidir. Şiddeti normal hayatta insanı öldürür ve yok eder ama ahirette ebedi hayat söz konusudur. Ebedi acı çeker insan, ölüm haddine gelir ama ölmez. Yenilenir vücudu sürekli azap görür. İmam Ali (a) Cehennemin vasfında buyurmuştur: Dibi coşkun, etrafı karanlık, kazanları kaynardır, işleri ise korkutucudur. (Gurerul Hikem 6420.h.).
Dolayısıyla ahirete ve cehennemin olacağına inanmayanlar, ciddi bir risk almış oluyorlar. Çünkü Tekasur suresi 5,6,7. ayetlerde şöyle buyrulur: “Hayır, (sizin sandığınız gibi değil) eğer kesin bilgiye sahip olsaydınız kesinlikle cehennemi (bu dünyada basiret gözüyle) görürdünüz, sonra onu (kıyamette) yakin gözüyle göreceksiniz.” Kuran ve hadisleri okuduğumuz zaman insan düşünür ve o ateşi hayal etmeye çalışır. Bir yangına şahit olmuş kimseler belki bu konuda daha çok hidayete ermişlerdir. Çünkü günah anında o yangını hatırlamak o günahtan çekinmek için ciddi bir öğüttür. Mesela, günahla karşılaşırken Hz. Ali (a)’ın, kardeşi Akil’e verdiği pratik öğüt bizlere de büyük bir derstir.
Akil bin Ebu Talip: “..Ben şiddetli bir mali sıkıntıya duçar oldum. Durumum çok kötü oldu. Kardeşim Ali’nin huzuruna giderek ondan yardım diledim. Ama O önem vermedi. Eve dönüp çocuklarımı toplayarak, açlık ve yoksulluk eseri yüzlerinden okunduğu bir halde onları O’nun yanına götürdüm. Buyurdu ki: “Akşam yanıma gel de sana bir şey vereyim.” Akşam olunca çocuklardan birisi elimden tutarak beni kardeşim Ali’nin yanına götürdü. Ali beni götüren çocuğun bir kenara gitmesini emretti. Sonra şöyle buyurdu: “Yakına gel de bir şey vereyim!” Ben çok sıkıntılı ve ihtiraslı olduğumdan dolayı bana bir kese para vereceğini zannettim. Fakat elimi uzatıp onu almak istediğimde, elim, ateş saçan bir demire dokundu. Hemen onu atıp ve kasabın eli altında böğüren bir boğa gibi ses çıkardım. Ali benim bu durumumu görünce şöyle dedi: “Akil! Annen mateminde ağlasın! Sen dünya ateşinde kızartılan bir demirin hararetinden böyle bağırıyorsun. Eğer kıyamet günü benimle sen, ateşten olan zincirlerle bağlanmış olursak o zaman ne yaparız?” Sonra şu ayeti okudular: “Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde, sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin 71-72). Daha sonra şöyle buyurdu: “Akil! Allah’ın, Beyt’ul-Mal’dan senin için belirlediği haktan fazla, benim yanımda kızartılmış demir dışında bir şey yoktur. O halde evine dön.” (Biharul Envar, c.42, s.118) [2]
İşte Bakara suresinde medhedilen yakinlik derecesi budur. Tüm imkanlarına rağmen Cehennem ateşini yanıbaşında hissedebilmek. Bu öğütle, daha bu dünyanın ateşine dayanamayan kulun Cehennem azabına nasıl dayanabileceğini sorgulatır bize.
Duş alırken su çok sıcak akınca dayanamayıp hemen soğuğu açarız. Çok soğuk olursa hemen ısıtırız. Bu derinin acıya tahammülü yokken beden uzuvları nasıl ebedi işkenceye dayanabilir? Ormanlar yandığı zaman o güzelliklerin nasıl hemen çöpe döndüğünü, azamet alameti çınarların nasıl büküldüğünü görmez miyiz? O ateşe kimse dayanamaz. En esası da Kuran’da buyrulur ki, Orada Allah’ın rahmeti olmaz. Düşününce insan, azabı bu dünyada göze alır ama Allah’ın rahmeti olmadan bu dünyada yaşayabilir miyiz? Bir an rahmetini çekerse, insanlık çöker. Galaksi çöker. Ama bunlar olmasa bile, düşünelim; hayatımızda bize en çok güç veren şey, Rabbimizin bizi sevdiğine olan inanç değil midir? Düşünsenize bu sevginin olmadığını ve ebediyen olmayacağını… İmam Hüseyin (a) dedi ki, “(Bütün) bu başıma gelen bela ve musibetlerin (tahammülünü) bana kolaylaştıran, Allah’ın bunları görmesi ve bunlara şahit olmasıdır.” (Nefes’ul-Mehmum, s.349.) Biz karşılaştığımız zorluklarda bu sözleri düşünüp rahatlarken Cehennem’de bize bakmayacağını söyleyen Allah’ın sevmediği yöne niye gidelim? Ali İmran suresi, 77. ayette şöyle der Allahutaala: Şüphesiz Allah ile olan sözleşmelerini ve yeminlerini az bir bedele karşılık satanlara ahirette bir pay yoktur. Kıyamet günü Allah onları konuşturmaz, onlara bakmaz ve onları kötülüklerden temizlemez ve onlar için acı bir azap vardır.
En korkuncu gerçekten Allah’ın rahmetinin olmayışı olacaktır. En büyük azap da budur. Bazen imtihan olunurken yardım geciktiğinde “Rabbim bana bakmıyor musun?” diye düşünür insan. Sonra hadisleri hatırlar; mesela, Allah sevdiği kulları imtihan eder diye teselli bulur. Ya da belki bununla herhangi bir günahının temizlendiğini düşünür, bu güçle imtihanlara sine germeye çalışır. Cehennem’de bu rahmetin yoksunluğuna nasıl dayanırız? Bir geçicilik unsuru yok orada. Ebedilik var. Süreklilik var. Orada artık geç olmayacak mı? Umutsuzluğun meskenidir orası…
Kumeyl duasında İmam Ali (a) der ki, “Allah’ım! Belam büyümüş, halimin kötülüğü haddi aşmış; amellerim beni aciz bırakmış, (tutku) zincirlerim beni çökertmiş, yerlere sermiş; uzun arzularım beni menfaatimden alıkoyup hapsetmiş, ve dünya beni boş şeylerle aldatmış ve nefs-i emmarem, kendi cinayeti ve müsamahakârlığımla beni kandırmış.
..Dünyanın azıcık bela ve cezası ve ondaki zorluklar karşısında benim tahammülsüzlüğümü Sen biliyorsun. Halbuki dünyadaki bela ve zorlukların devamı az, tahammülü kolay ve süresi kısadır; o hâlde nasıl tahammül edeyim ahiretteki belaya; orada meydana gelecek büyük zorluk ve acılara? Halbuki o belanın müddeti uzun, kalışı süreklidir ve ehline bir hafifletme de olmaz. Çünkü bu azap, Senin gazap, intikam ve hoşnutsuzluğundan kaynaklanır. Bu ise göklerin ve yerin dayanamayacağı bir şey. Ey seyyidim! O zaman Senin güçsüz, zelil, hakir, muhtaç ve biçare bir kulun olan ben nasıl dayanabilirim? Ey mabudum, Rabbim, seyyidim ve ey mevlam! Hangi şeyden dolayı Sana şikâyette bulunayım ve hangisi için ağlayıp sızlanayım ben? Azabın elem ve şiddetine mi? Yoksa belanın devamı ve süresinin uzunluğuna mı? Eğer bana ceza çektirmek için düşmanlarının yanında yer verirsen ve bela ehliyle beni bir araya toplarsan, beni dostların ve velilerinden ayırırsan, ey mabudum, ey seyyidim, mevlam ve Rabbim! Farzen, azabına tahammül etsem bile, Senin ayrılığına nasıl dayanabilirim? Diyelim ki ateşinin hararetine dayandım; ama keremine nazar etmekten mahrum olmama nasıl sabredeyim? Yahut affını ümit ettiğim hâlde ateşe nasıl gireyim. İzzetin hakkına ey seyyidim ve mevlam, sadakatle yemin ediyorum ki: Eğer konuşmama izin verirsen, cehennem ehli arasındaki ümitliler gibi sürekli dergâhına yönelip inlerim. Medet dileyenler gibi feryat edip yardım dilerim Senden ve bir şeyini kaybedenler gibi ağlayıp sızlarım Sana ve Seni çağırıp “Neredesin ey müminlerin velisi!” der dururum; ey âriflerin en yüce arzusu! Ey medet dileyenlerin imdadına yetişen! Ey sadık kalplerin dostu! Ve ey âlemlerin ilâhı (neredesin)? Ey mabudum! Münezzehsin Sen. Ve ben Sana hamt ediyorum.
..Ama Sen, isimleri mukaddes olansın! Cehennemi, insanların ve cinlerin kafirleriyle doldurmaya ve düşmanları orada ebedi olarak tutmaya yemin etmişsin.”
Tüm bunlar gafletten çıkmamız ve ebedi hayatta kazananlardan olmamız için değerli bir miras olarak kalmıştır. Bu kelimeler eşsiz bir hazinedir. Okudukça ne yapmamız gerektiğini anlıyoruz, şaşkınlıklarımızı azaltıyor ve yönümüzü doğru yola çekmeye çalışıyoruz. Hamdolsun ki hadislerde Masumlar (a) çok ince detaylara kadar ipucu vermiş ve yardımcı olmuşlardır. Örneğin, İmam Sadık (a.s) Arefe Günü Duası’nda şöyle buyurmuştur: “Allahım! Ahiretin hayrını engelleyen dünyadan, en hayırlı ölüme engel olan hayattan ve en hayırlı amele engel olan arzulardan sana sığınırım.” (Mizanul Hikme 1.c., 115. b., 690.h.)
Ahiretin hayrını engelleyen dünya… İşte tam da budur biz insanları amacından ayıran. Lezzeti geçici, sürekliliği olmayan süslü dünya alemi. Aslında dünyanın kendisinde değil problem. Güneşin çıkması ve bir süre sonra batması, ayın geceki parlaklığı ve gecenin son demlerindeki aciziyeti, aniden her yeri ıslatan yağmur ve birden kesilmesi, kocaman ağaçların zamanla çürüyüp teslim olmaları ve boyun eğmeleri… Dimdik duran dağlar ve bir yer oynamasıyla bozulan düzen…
Ya da daha iyi anlamak için güzel bir masa hayal edelim. Süslü yiyecekler, güzel tabaklar, bardaklar, çiçekler, pastalar, yemekler ve rengarenk meyveler… Bir kuş sütü eksik dedikleri… Böyle bir sofra ne kadar dikkat çekici ve insanı dönüp dönüp bakmaya zorlayan şeylerden birisidir. Ama sonra bu sofrada insanlar oturup yemek yedi ve o güzelliğin tadına vardılar. O güzelliklerin hepsi mideye gitti ve gözden kayboldu, ağızdaki tadı o yiyecek boğazdan aşağıya gidene kadardı, sonra lezzetini de hissetmediler. Ardından yenebilir olanlar yendi, kemik veya çekirdek gibi şeyler sofraya bırakıldı, yiyeceklerin tabakta bıraktığı lekeler, şekli bozulmuş pasta, buruşmuş peçeteler… Sofrayı toparlamaya gelince insanın sofradan kaçası gelir. Birer harabeye dönüşmüş o güzellikler. Ortada hep pislikler kalmış. Eğer çok kalırsa üzerine sinekler konacak. Daha 10 dakika önce nasıl da düzenli ve güzel gözüküyordu. Birkaç dakika içinde yok oldu ve bozuldu. İğrençleşti. Kimse gidip o sofradan bir şey alıp yemek istemez. İşte bizim de ömrümüz bu 10 dakika gibidir. O sofranın ilk hali ve son hali bizim doğmamızla ölmemiz değildir. Doğmamızı, sofraya koyacağımız ilk şeyi hazırlamaya başlamak olarak kabul edersek o sofranın tam hali bizim de yaşamımızın en önemli kısmıdır. Bir yıl, bir gün diye bir zamana sıkıştıramayız. Ama öldükten sonra bir zamanlar var oluşumuzun resmi işte o sofranın süslü halidir. Dünyadan göçenler de bir zamanlar varlardı ama şimdi yoklar. Bazı nimetlerde bu geçicilik kendini çok belli eder. Bazı şeylerde bu geçicilik bizim dünyamıza göre uzun sürer. Ama yine de bitmeye, tükenmeye, sonlanmaya mahkumdur. Ama Kurani Kerim’deki sofralar, içecekler, yiyecekler bile ebedi. Dilediğimiz an istediğimize ulaşabilme imkanı olacak. İnsan fıtratına uygun olacak her şey. İnsan dünyada kısıtlı, sınırlı. Zamana, mekana, maddiyata bağlı. Ama sadece dünyada böyle. Bu yüzden ölüyüz bu dünyada ve dirileceğiz tekrardan ebedi hayata. Bu ortalama 60-70 yıllık süre sadece birer imtihanmış meğerse. Hiçbir zaman ölmeyeceğimiz bir mekana gitmeden evvel nasıl bir hayat dilediğimizi kendimiz belirliyoruz öyleyse…
Ahkaf suresi, 20. ayet: O gün, dünyada iken küfre batmış olanlar ateşe sunulacak ve kendilerine şöyle denecek: “Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınızda hoyratça harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz. Âhirete eli boş geldiniz. Bu gün ise, hiç hakkınız olmadığı halde yeryüzünde büyüklük taslamanız ve doğru yoldan çıkmanız sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız!”
Zuhruf suresi, 32. ayet: Fakat Rabbinin iman, hidâyet ve peygamberlik rahmeti, onların biriktirmekte oldukları dünyalık şeylerden çok daha hayırlıdır.
Teğabün suresi, 15.ayet: Mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Allah’ın sevgi ve itaatini mal ve evlat sevgisine tercih edenleri Allah katında büyük bir mükâfat beklemektedir.
Şura suresi, 20.ayet: Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.
İmam Ali (a) buyurmuştur ki, Dünyada olan değişiklikler görüldüğü halde ona bel bağlamak cahilliktir. (Gurerul hikem 1979. h.) Ve yine İmam Ali (a) der ki: Sizi terk eden dünyayı her ne kadar terk etmek istemeseniz ve yenilemeyi arzulasanız da bedenlerinizi yıpratan bu dünyayı yine terk edin. (Gurerul Hikem, 2577. h.) Bir inci daha İmam Ali’den (a): Halkın en mesudu kalıcı lezzetlerin karşılığında fani lezzetleri terk edendir. (Gurerul Hikem, 3218.h.)
Bu metod bizlere kendi yaşantımızdaki terbiyeyi hatırlatmaktadır. Tıpkı bir annenin öğüdü gibi – mesela, çok çikolata yeme diyen anne, evladının kötülüğünü isteyen bir anne midir? Çikolata öldürücü değildir fakat annesi, çocuğunun onu düzenli bir şekilde tüketmesini ister. Çünkü fazlası zarara yol açacaktır. Çocuk düşünür; çikolata yasak ama çok da lezzetli. Peki bana neden çikolata yasak? Bunu anlamayan çocuk ağlar ve ısrarla o lezzete ulaşmayı diler. Ama fazla tüketince oluşturduğu etkileri bilse; diş çürümesi, kilo alma, alerji vs. gibi – o zaman sağlıklı olmak isteği daha ağır basacak ve geçici lezzetten feragat edecektir. En azından doktora gitme korkusuyla yüzleşmemek için bu isteğinden vazgeçecektir. Çikolatanın zararlarından geri dönüş var, ama Allah’ı dinlemeyip ahirette kötü sonuçla karşılaşmanın bir geri dönüşü yok ne yazık ki… En azından biz de ya daha iyi bir yerde yaşama hayali ya da karşılaşmak istemediğimiz o korku vasıtasıyla hayatımızı Allah rızasına göre kurmalıyız. Çünkü Ahiret hayatının varlığı meselesini tartışmak zaman kaybından başka bir şey doğurmayacaktır. Hidayete erenlerin amel etmesi içinse sırf Allahutaala’nin emretmesi yeterlidir. Onlar ahirette kazanacakları herhangi bir kazanç amacından ziyade bu dünyada sadece Rablerinin emirlerini yerine getirmenin mutluluğu içerisindedirler.
Ahiret hayatı var olmasaydı bile, bu, dünyanın mertebece çok daha aşağı olduğu gerçeği değişmezdi. Çok gariptir ki dünya kelimesi Arapçadan tercümede, “aşağıda veya beri tarafta olan şey, yeryüzü” anlamına gelmektedir. Arapça sözcük danī “aşağı, beride” sözcüğünün tafdil dişil (müennes, feminine) halidir. Aynı köklü olan danāˀat – “alçaklık, aşağı olma” sözcüğünden alıntıdır. [3]
Hz. Adem (a) ile Havva (a)’ın hataları yüzünden Yeryüzüne inmeleriyle başlayan bu dünyevi hayat süreci “dünya” kelmesinin aşağı anlamını tasdiklemektedir. Bakara suresi 36. ayette “İnin yeryüzüne” diye emrediyor Allahutaala. Allah’ın emrini çiğnemek, Onları (a) Allah katında makam açısından aşağıya indirdi. Sonuç olarak artık Cennette barınma hakkına sahip olamadılar. Oldukları yerden daha aşağı bir konuma indirildiler ve bu düşük seviye yaptıkları kötü işten dolayı gerçekleştirildi.Yani insan, bu aşağı tarafa hatayla geçiş yaptı ve şeytan (lan) gibi bir aktör de bu hayatın bir unsuru oldu. Nitekim tüm ilahi dinlerde, genel olarak din kavramında hayır ve şer yarışından bahsedilmektedir. Hayır ve şerin yarış yeri dünyadır. Şeytana vermiş olduğu geniş imkanların karşılığında Allah, akledenler için güzel yöntemler belirlemiştir. Mesela, Kurani Kerim’in ilk ayetinin “oku” olması yöntemlerin yazılı bir kaynakta olduğunu gösterir. Rabbinin adıyla oku ki anla, iyiyle kötüyü ayırt et, diye öğüt veren bir kitaptır Kurani Kerim. Nitekim bu kitapta öğüt verildiği defalarca vurgulanmıştır. Örneğin, Enam 70. ayette şöyle buyurur: “Dinlerini oyun ve eğlence yapan ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak. Yaptığı işler yüzünden hiçbir nefsin helak olmaması için onunla (Kuranla) hatırlatmada bulun. Ona Allah’tan başka ne bir dost ve ne de bir aracı bulunur; (kurtuluşu için) her türlü karşılığı ödese de yine kabul edilmez. İşte onlar, kendi kazançları (yaptıkları işler) yüzünden helake uğramışlardır. Küfre sapmaları yüzünden onlara kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.”
Ayetin sonlarında dünyaya aldanmış kimselerin akıbetinden bahsedilmektedir. Bu tür aldanma, çok geniş bir kavramdır. Dünya geçimi için her şeyi mubah görmek, haramı gözetmemek, günahtan korkmamak insanı dünyaya aldanmış yapar. Helal çerçeveye ulaşmak zorlaştığı zaman dini unutmak da dahil olabilir buraya. İmam Hüseyin (a.s) buyurmuştur ki, “İnsanlar dünya kuludur; din ise dillerine dolaşıp durur. Dinin sayesinde geçimleri iyi olduğu müddetçe, onun etrafında bulunurlar; ama zorluklarla imtihan edildiklerinde ise gerçek dindarlar azalır.” (Tarih-i Taberi, c.7, s.300.) Araf 175-176: Onlara ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini oku. O ayetlerimizden sıyrılıp çıktı, böyle olunca da Şeytan peşine takıldı ve sonuçta azgınlardan oldu. Dileseydik onu bu ayetlerle yüceltirdik ama o yere saplandı ve heva ve hevesine uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kavmin durumudur. Bu kıssayı anlat, belki düşünürler.” Bu ayet Belam Baura diye bir abid hakkında inmiştir. “Belam öyle bir makama gelmişti ki ettiği dualar kabul oluyordu. Kendinden öyle emin olmuştu ki Musa (a)’a beddua edebilecek duruma geldiğini sanıyordu (Firavun’un makam mevki teklifine aldanıp Musa (a)’a beddua etmeyi meşru gördü). Bineğine oturup dua için daha yüksek bir mekana giderken eşeği ona uymayıp “Ey Belam, Allah peygamberine kötülük yapmak için mi gidiyorsun? Ben buna razı olup, senin günahına ortak olmam” dedi. Şeytan onu öyle bir aldatmıştı ki bir eşek bile Allah’a Belam’dan daha yakın olmuş ve ona akıl vermişti.” [4] Sonuç olarak Belam’ın tüm ibadetleri zayi olmuş ve Kuran’da adının kötü zikredilmesine neden olmuştur.
Günümüzde de bu gibi örnekler fazlasıyla çoktur. Belki de dünya hayatında bu gibi sınavların olmadığı bir an bile yoktur. Bu yüzden sürekli tetikte olmalıyız. Bunu önleyebilmek için hangi yollar var diye araştıralım.
Dünyanın geçici olduğunun farkında olmak. Fakirliğin, zenginliğin, korku ve mutlulukların, dert ve belaların, öfkeye neden olan unsurların hepsi geçicidir. Dünyada gelişen bu geçici zorluk/güzellikler bizi harama sürüklemese keşke.
Allahutaala’ya güven, hüsnü zanda olmak da yardımcı olacaktır bu konuda sabretmeye. Emin olmak yani: “Ben Allah’ın emrini yapmalıyım, O da bana yardım edecektir. Ya bu zorluğu ortaya çıkarmadaki amaç benim iman derecemi ölçmekse? Allah’ın kudretine ve ayetlerine yakin derecemi ortaya koymaksa? Bu yüzden ancak ve ancak Allah’ın dediğini yapmam gerekir.” O an zorluklar da kolaylaşacaktır.
Her ne olursa olsun Allah’ın emrini yapabilmek ve acele etmemek. Acele işe şeytan karışır derler. İnsan acele ettiği zaman Allah’ın emri neydi, yasağı neydi hiç düşünemez bile. Ansızın gaflet içinde hareketini sürdürür ve birden günah durumunda olduğunu fark eder. İmam Ali (a)’ın dediği gibi, “Acele (merkebine) bineni, hataları yüz üstü yere vurur” (Gurerul Hikem, 8387.h.).
Görüldüğü gibi bu meselelerde göstermeli olduğumuz ciddiyet sürekli Allahutaala tarafından Masumlar (a) aracılığıyla vurgulanmıştır. Her ne olursa olsun bizden, yaratılışımızdan aşağı olana bakmamamızı söylemekteler. Çünkü değerimize layık görmemekteler. Bunun yanı sıra, dünyaya aldanmamamız için bize yardım etmektedirler.
4. Nefis muhasebesi. “Kasas, 83: İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir. İmam Ali (a.s) bu ayet hakkında şöyle buyurmuştur: “Eğer insan sırf kendi ayakkabı bağı arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olduğu için bile olsa kendini beğenirse, bu ayetin kapsamına girer.” (Mizanul Hikmet, 1.c. 33. bölüm h. 143). İmam Sadık (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve İblis arasında geçen konuşma hakkında şöyle buyurmuştur: “Yahya İblis’e şöyle dedi: “Şu kulplar nedir?” İblis şöyle dedi: “Bunlar insanoğlunun kapıldığı şehvet ve arzulardır.” Hz. Yahya, “Onlardan benim için de bir şey var mıdır?” diye sorunca İblis şöyle dedi: “Sen tıka basa doyunca seni namazdan ve Allah’ı zikretmekten alıkoyarız.”Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah’a andolsun ki ben de asla midemi yemekle doldurmayacağım.” İblis şöyle dedi: “Allah’a andolsun ben de hiç bir Müslümanın hayrını istemeyeceğim.” Daha sonra Ebu Abdillah (İmam Sadık) (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’a andolsun ki Cafer (ben) ve ailesi de asla karınlarını yiyecekle doldurmayacaktır. Allah’a andolsun ki Cafer ve ailesi asla dünya için çalışmayacaktır.” (Mizanul Hikme 1.c. 99. b., 601. h.) İmam Zeyn’ul Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı düşünen, Allah’tan korkan ve Allah için çalışan kimse kendisini açlığa alıştırmalıdır. Öyle ki artık içinde doymaya karşı bir iştiyak duymasın. Atları da yarış ve ödül almak için bu şekilde yetiştirir, zayıf tutarlar.” (Mizanul Hikme, 1.c., 103. b., 622.h.) Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İçi yemekten boş olan, aç kalan ve sabreden kimseye ne mutlu. Bunlar kıyamet gününde doyacak olanlardır.” (Mizanul Hikme, 1.c., 103. b., 623.h.) İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Nefsi esir almada ve adetleri yok etmede ne güzel yardımcıdır açlık!.” (Mizanul Hikme, 1.c., 104. b., 631.h.) Nefis tezkiyesinde midenin doluluğu önemli engel teşkil eder. Çok yemek susatır, çok su ve sıvı tüketmek uyku getirir demişti bir din alimi. Haram yiyecekler bir insanın dünya ve ahiretini çöktürmede ne kadar etkiliyse, helallerle karnı tıka basa doyurmak da birçok hayırdan insanı mahrum bırakmaktadır. Bu yüzden oruç çok etkilidir. Oruçla insan nefsini dizginler, her istediğini elde etmemesi gerektiğine alıştırır onu.
5. Dua ve vilayet inancı: Allahutaala bize namazlarda Fatiha suresini okumamızı emretmiştir. Böylece, her namazımızda “bizi doğru yola ilet” ayetini tekrarlamış oluyoruz. Kendimize sürekli bu dünyada niye olduğumuzu, niye yaşadığımızı hatırlatmamız içindir bu mesaj. Çünkü Ahirette ulaşılabilecek tüm mertebeler bu dünyada elde edilmektedir. Hiç kimse bu dünyada melek gibi yaşamıyor ya da kendimizi sadece ibadete kapatmamız da emredilmedi. Sosyalliği, Allahın emirlerini yerine getirerek korumamız gerekir. Ve “bizi” doğru yola ilet diye dua etmemiz buyrulmuştur. Bu yol bir başına gidilecek yol değil demek ki. Bir yumruk olup ilerlememizi dilemektedir Allahutaala. Nitekim el-Meanî adlı eserde [s.33, h: 4] bu yolu İmam Ali (a) şöyle tasvir etmektedir: “Sırat-ı müstakîm dünyada aşırılığa kaçmayan, kusur ve ihmalkârlıktan uzak olup dümdüz devam eden, ahirette ise müminleri cennete götüren yoldur.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân, s.85.) el-Meanî’de [s.32, h: 1] İmam Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Bu (sırat-ı müstakîm), Allah’ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun iki yönü vardır; biri dünyada, biri de ahirette. Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. İmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan bir kimse ahiretteki yoldan, yani cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin de, ahirette ayağı kayar ve cehenneme yuvarlanır.” (El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur’ân – c.1, s.88)
Görüldüğü gibi dünya ve ahireti birleştiren bir köprü vardır. Bizler bu köprüyü hangi istikamete doğru kullanacağımızı kendimiz belirlemekteyiz. İtaati zorunlu olan İmama uymakla dünya ve ahiret hayatında kurtuluşa erebiliriz. Onu tanımak ve onun emirleri doğrultusunda hareket etmekle bu iş gerçekleşebilir. Aksi takdirde kurtuluş ve doğru yol diye bir şey olamaz. Çünkü Masumlar (a) bize hayatın her alanında yardım etmektedirler. Dünyada nasıl olmamız gerektiğini belirtmektedirler:
İmam Rıza (a): Bir mümin, şu üç haslete sahip olmadıkça gerçek mümin olamaz: Rabbinden bir Sünnet, Peygamber’inden bir Sünnet ve Veli’sinden bir Sünnet. Rabbinin Sünnet’i, işini gizlemesidir. Peygamber’inin Sünnet’i, insanlarla iyi geçinmesidir. Veli’sinin Sünnet’i, darlıkta ve genişlikte sabretmesidir. (Velayet Önderleri kitabı, 10.c., s.122-123.)
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sakın ahireti amelsiz ümit eden ve uzun emellerle tövbeyi erteleyen kimseler gibi olma. (Zira böyle bir şahıs) nefsani isteklerle karşılaşınca günahı öne alır, tövbeyi erteler.” (Mizanul Hikme, 2. c., 464. b., 2177.h).
İmam Bakır (a): Bir kimseye güzel ahlâk ve yumuşak huyluluk verilmişse, bütün hayırlar ve rahatlık verilmiş demektir ve onun hâli dünyada da, ahirette de güzel olur. Bir kimse de güzel ahlâk ve yumuşak huyluluktan mahrum kalmışsa, bu onun için bütün kötülüklere ve belâlara giden bir yol demektir. Sadece yüce Allah’ın korumasıyla kurtulanlar bundan müstesnadır. (Hidayet Önderleri kitabı, 7.c., s. 191.)
İmam Musa Kazım (a) şöyle buyuruyor: Kıyamet günü bizimle birlikte olmak istiyorsanız din kardeşinize yardım edin. (Biharul Envar, c.72, s.379.)
İtaat ettiğimiz imamın kimliği, bizim dünya ve ahiretteki makamımızı gösterir. Bir kimse dünya işlerine aldanan kimseyi İmam edinirse şüphesiz kendisi de o yolda olur. Ama 3 kere dünyaya talak vermiş kimseleri (a) imam edinen ve amelleri açısından da O zatlara (a) uygun olan kimse gerçekten kurtuluşa yakındır. Çünkü amellerimizi götürüyoruz kendimizle beraber, başkaca maddi nimetleri değil. Bedenimizi bile götüremiyoruz. Bir şiirde ârif kimse diyordu ki: Ey Zahit! Cehennemde ateş olmaz! O dünyada yananlar, ateşi burdan taşıyanlar…
6. Tefekkür: Dünya ve Ahiret hayatları arasında seçim yapabilmek sadece bir kere verilen karara bağlı değildir. Her an bu kararın gözetilmesi lazım. Bazense bir tefekkür insana tüm ömrü için kılavuzluk edebilmektedir. Her anını gözetmede yardımcı olabilmektedir. Örneğin, ârif bir kimse fıkıhtan 3 mesele öğrendiğini söyler: Bunlardan ilki talak konusu, ikincisi nikah konusu, üçüncüsü ise alışveriş hükümleriyle alakalıdır. Nikah yani evlilik, fıkhın bir bölümüdür. Alim diyor ki, ben nikah hükümlerinden öğrendim ki, şeriatımız iki kız kardeşle evliliği caiz görmemektedir. Dünya ve ahiret de kardeş hükmünde olduğu için anladım ki bunların ikisiyle aynı anda birliktelik olmaz. Ben dünyadan vazgeçtim ve ahiret kızını seçtim. Anladım ki bu iki kardeşten üstün olanı ahirettir ve ben dünya ile evlenmedim. Talak, boşanmaya ait fıkhın bir bölümüdür. Ârif diyor ki, ben talaktan öğrendim ki Resulullah (saa)’nin talak verdiği şahısla hiçkimse aile kuramaz. Bu da bir şeriat meselesidir. Ârif diyor ki, ben anladım ki dünya Allah Elçisinin (saa) ve Onun pak Ehli Beyti’nin (a) pak İmamlarımızın talak verdikleridir. Hatta rivayetlere esasen Masumlar (a) üç kez talak vermişler dünyaya. Yani 3 defa talak okuduktan sonra fıkha göre kadın erkeğe haram olur ve 4. kez bu evlilik gerçekleşemez. Masumların (a) dünyaya 3 kez talak vermiş olması, bu taraflar arasında bir bağlılığın asla ve asla oluşamayacağı anlamına gelmektedir. Ârif diyor ki, ben dünyanın Peygamber (saa) ve Ehli Beyti’nin (a) talak verdiği birisi olduğunu anladığımda düşündüm ki eğer dünya değerli bir şey olsaydı O masumlar (a) bu dünyaya üç kez talak okuduklarını söylemezlerdi. Onların talak verdiği bir şeyden yararlanılamayacağını düşündüm ve dünyadan bana hayat arkadaşı olmayacağını anladım. Ârif sonra dedi ki, fakat alışveriş bahsinden anladım ki veresiye alışveriş kârlı değildir. Bu tür alışverişle insan çok ilerleyemez ve en hayırlı alışverişin nakit ödemenin gerçekleştirildiği alışveriş olduğunu anladım. Hayatıma baktım, gördüm ki ben bugün, bu durumumda, bu koşullarda kesin bir fayda veren alışveriş etmem gerekir. Nısbi değil. Ben bugünümü yarına, diğer güne, 50’den sonraya saklayamam. Anladım ki, insan nakit alışveriş yapmalıdır. Çünkü ben yarın sabah yaşayıp yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Bu yüzden ilk evvel kendime çeki düzen vereyim dedim ve nakit olana, yani ahirete yöneldim. [5]
Bu ârif in 3 dersi gerçekten ilgiçekicidir. Dolayısıyla dikkatle incelediğimiz zaman dünya bizi kendisinden zaten uzaklaştırmaktadır. Aldatıcı olan o değil, kendimizmişiz meğerse. Seçimlerimizmiş. Dolayısıyla uzun uzun detaya girilebilir ama yapmamız gereken, sürekli iç düşmanımız olan nefsi gözetmek ve kontrol altında tutmak. Bu yüzden Masumları (a) takip etmekle kendimize azık toplayabiliriz. Çünkü esas olarak kurtuluşa eren kimseler hadiste de buyrulduğu gibi bu dünyada da sıratı müstakimde olanlardır ki, yalnızca onlar sırat köprüsünden geçebilecekler. Elimizden geldiği kadar bu yola uyduğumuz ve Sıratı Mustakim olan kimseleri takip ettiğimiz zaman Allah’ın izniyle bizler de o doğru yolda olanlardan olabiliriz. Verilen en değerli nimeti boşa çıkarırsak kaybederiz. Bu yol çok kolay değil ama onu zorlaştıran en büyük etkenlerden birisi de biziz. Amellerimiz ve günahlarımız. Bu yüzden düşünüp bakalım, en çok bu hayatta neyi istiyoruz? İstediğimiz şey Ahirette olmayacak olan şey mi? Eğer Ahirette de mevcutsa ve daha güzeli oradaysa buradaki geçici lezzetleri terk etmeye değer. Ama buradaki oradakinden üstün diyorsak, bunu kendimize ispatlayalım. İmam Mehdi (a) da bu dünyada. Bizlerle yaşıyor… Tıpkı ceddi (saa) gibi. Ama nasıl yaşıyor? Bunu öğrenelim… Onun gibi yaşayabiliyorsak ne güzel. Çünkü kesin ve nakit olan şey, İmam Mehdi (af)’in Kevser havuzunda olacak olmasıdır. İtaatte kusur etmeyen İmama (a) benzeyen kullar da neden orada olmasınlar ki? Salih bir topluluk olabilmek için hem Ahirete yakin etmeli, hem de gaybet döneminde İmamın varlığına yakin ederek yaşamalıyız. Çizgiyi kaybetmeden sapmamaya, bu yakini geliştirmeye çalışmalıyız.
Dünyamızı ve ahiretimizi itaati zorunlu olan İmamla kurtaran Allah’a hamdolsun. Bizi seven ve bize dua eden bir İmamla (a) bizlere nimetini tamamlayan Allah’a hamdolsun. Kurtuluş yolunun zorluklarını bu sevgiyi kalbimize yerleştirmekle kolaylaştıran Allah’a hamdolsun… Allahumme salli alâ Muhammed ve alî Muhammed ve eccil fereccehum.
SENEM MUSTAFAYEVA
[1]https://www.etimolojiturkce.com/kelime/hayat1
[2] http://gadir.free.fr/sit%20dosy/kit/Hayati.htm
[3]https://www.etimolojiturkce.com/kelime/dünya
[4] https://www.caferilik.com/umitsizlik/
[5]http://www.anl.az/down/meqale/yeni_musavat/yeni_musavat_sentyabr2009/89620.htm (türkçeye çevrilen kesit, linkteki makaleye aittir)

İMAM MEHDİ’NİN (AF) DOĞUM GÜNÜ İLE GELEN TAMAMLANMALAR
Hamd sana mahsustur Allah’ım! Nimetlerinin çokluğundan onları sayıp bitirmekten dilim aciz kalmış ve onları kuşatmak bir yana, idrak etmekten bile fikrim yetersiz olmuştur. O halde nasıl şükredeyim? Oysaki sana şükretmek için de bir şükür gerekir, ne zaman sana hamd etsem hamdım için de tekrar sana hamd etmem gerekir. Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine salât eyle, beni senin nimetlerine şükredenlerden ve ihsanlarını ananlardan eyle!
“İslam’a çağırıldığı hâlde yalan uydurup Allah’a isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir?! Allah, zalim topluluğu hidayet etmez. Onlar, ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; oysa kâfirler istemeseler de, Allah kendi nurunu tamamlayacaktır.”[1]
Bu ayeti kerimelerde “ nurun tamamlanmasına” vurgu yapılır. Ben ise öncelikle“tamamlanma” kavramına odaklanmak istiyorum. Tamamlanacak olanlar anlaşılmadan “nur” dan kast edilenler anlaşılmayacaktır. O halde açığa çıkacak ve tamamlanacak olan bazı seçenekleri sıralayalım!
1- İstenen yeryüzü modeli; herkesin hidayete koşmasıydı.
Yüce Allah, yeryüzünü yaratmadan öncede her bir şeyi biliyordu. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Dolayısıyla takdir ettiği ilim ve kudretle hükmedip, kesinlik kazandırdığı kaza ve kaderine ki, o hükümleri uygulamıştır. Yani yeryüzünü yaratan elbette onun üzerinde bir plan ve program uygulayacaktır.
” … “Rabbimiz her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir…”[2]
Yeryüzündeki her şeyi yaratıp, hedefini gösterirken tüm yeryüzünden istediği hedef onların hidayeti idi. Bu istediği plan idi. İlk insandan son insanlara kadar da istenilen, hidayet idi. Her kulun, her varlığın bu hidayete yönelmesi idi.
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”[3]
“Hepiniz oradan inin” dedik, “Eğer benden size bir hidayet gelirse, benim hidayetime uyanlara ne bir korku vardır, ne de üzüleceklerdir onlar.”[4]
Ancak inkâr edecekler de olacaktı.
“İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennemlik olanlardır; onlar orada ebedi kalacaklardır.”[5]
Bunun üzerine peygamber ve vasilerini hüccetler olarak arka arkaya gönderdi. Sebep kulların hidayete yönelmesini istemesiydi. İman edenlerin imanını sebat etmek, sapanları da yeniden doğru istikamete çağırmak, gelmeyenleri de uyarmak için tüm seçilmişleri sırayla gönderdi. Böylelikle tamamlanmak istenen tüm yeryüzünün hidayet bulmasıydı.
“Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?! …”[6]
İstenen yeryüzü modeli budur. Yeryüzü projesinin tamamlanması isteniyordu.
Ancak insanlar başka tercih yaptığında bu da tamamlanacaktır.
“Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?! Oysa göklerde ve yerde olan herkes, gönüllü veya gönülsüz O’na boyun eğmiştir ve O’na döndürülecekler.”[7]
2- Yüce Allah, hidayet yolunu nasıl planladı? Her varlığı hidayete yönelme yaratılışı üzerinde yaratmıştı. Bunu korumak için peygamber ve vasileri ile kitaplar ile bu hidayet yolunu gösterdi. Bizler geriye dönüp baktığımızda bir hüccetler silsilesini görüyoruz. Elbette en son seçilmişin döneminde geldiğimiz için böyle bakıyoruz. Bizden önceki topluluklar ise hem geçmişteki, hem de gelecekteki silsilelere bakmışlardır. Böylece Rabb’im tüm seçilmişleri gösterdi. İmam Mehdi (a.f) ile de tüm seçilmişleri tamamladı.
“De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a (Yakub’un torunlarına) indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve tüm peygamberlere verilenlere inandık. Biz onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz ve biz O’na boyun eğenleriz.” Kim İslam’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. Ve o, ahirette ziyana uğrayanlardandır. Peygamber’in hak olduğuna tanık oldukları ve kendilerine apaçık deliller geldiği hâlde imanlarından sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?! Allah, zalim topluluğa hidayet vermez.” [8]
Biz de tüm bu hüccetlere iman ederiz. Tüm peygamber ve diğer seçilmişler geçmişten de haber verdiği gibi gelecekten de haber verir. O halde bizim bu hüccetlerin tamamını görmemiz istenmektedir.
Hz. Musa ve Hz. İsa’nın peygamberi müjdelemesi, Resulullah’ın(saa) Gadir Hum hutbesinde yirmi beş yıl sonra İmam Ali’ye muhalefet edecekleri bilmesi, İmam Hüseyin’in şehadetini bildirmesi, gaybet zamanı ile ilgili haberler vermesi, İmam Mehdi ile ilgili haberleri buyurması vs. bunların hepsi bize Allah’ın dünya hayatındaki çizdiği planı onlara bildirdiğini göstermektedir. Ve onlar bize bu yolun tamamını göstermektedirler.
İmam Ali (as) muhalefete karşı metodunu belirlerken acaba bu noktaları görmeden mi düşündü ve karar verdi? Elbette hayır! Kıyamete kadar sürecek bu ümmetin hidayet yolu için ne gerekiyorsa öyle yapmıştır. Aynı şekilde diğer imamlarda aynı noktaya dikkat ederek karar vermişlerdir. İmam Hüseyin kerbela mücadelesini sizce sadece o sürece göre mi düşünmüştü? Elbette hayır!
Dünya üzerindeki süregelen ilahi sünnet, ilahi kaza ve kader dünya hayatının Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Mehdi ile bitmesiydi.
İmam Bakır (as) “Eğer onlara yeryüzünde imkân versek salâtı eda edip ayakta tutarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu yalnızca Allah’a aittir” [9] ayeti kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur:
Bu ayet, Muhammed’in Ehl-i Beyt’i hakkındadır. Nihayet Yüce Allah İmamların sonuncusu Mehdi’yi ve onun dostlarını yeryüzünün doğusuna ve batısına egemen kılacak ve İslam dinini (bütün dinlere) galip getirecektir. Ahmakların hakkı öldürdükleri gibi; onun ve dostlarının vesilesiyle bidatleri ve batılları öldürecektir. Nihayet iyiliği emredecekleri ve kötülükten de sakındıracakları zulmün olduğu bir yer görülmeyecektir.[10]
3- Yüce Allah insanların batıl yollara gideceğini biliyordu. Bu nedenle hak devleti ve istenilen toplum modelini sona bıraktı. Hak devleti en son süreçte olacaktı. Kaim kıyam ettiği zaman “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” kelimelerinin söylenilmediği hiçbir yer kalmayacaktır.[12]
İmam Sadık(as) “Göklerde ve yerde olan her şey isteyerek veya istemeyerek ona teslim olmuştur. Ve yalnızca ona dönecekler” [11] ayeti kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur:
İmam Hüseyin(as) şöyle buyurmuştur:
Yüce Allah onun vesilesiyle yeryüzünü diriltecektir. Onun vesilesiyle Hak dini bütün dinlere galip kılacaktır.[13]
İmam Sadık(as) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Bizim devletimiz, devletlerin sonuncusu olacaktır. Bizim yöntemimizi gördükleri zaman “Biz bu işin yöneticisi olsaydık, şöyle davranırdık” şeklinde bir söz söylememeleri için, Allah bütün halkların hükümet etmelerini karar kılmıştır. (Bundan dolayı) bütün halklar kendi hükümetlerine ulaşacaklardır.[14]
Yani dünya kurulandan beri şirk düzeni devam etti. Bunun bir sonu olmayacak mıydı? Ayrıca yüce Allah, tüm yeryüzünü hidayet üzere yarattığı halde, bu yolun sonu yine hak üzere olmalıydı. Hidayet yolunun sonu hak devleti olmalıydı?
4- Tarih boyunca kitaplar tahrif edildi. Kur’an tam olarak elimizde ancak yine tam olarak uygulanmamaktadır. Tevili gerçekleşmeyen çok ayet var. Ayrıca bilinmesine rağmen uygulanmayan ayetler ve hükümler de var. İşte bu noktalar da tamamlanacak.
Kur’an’ı Kerim’i tenzil ve tevil bakımından indiği şekil üzere dostlarına öğretecek ve onlar da öteki insanlara öğreteceklerdir. Müminlerin Emiri Ali (as) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Dostlarıyla birlikte Kufe mescidinde olduklarını görür gibiyim. Çadırlarını kurmuşlar ve Kur’an’ı indiği şekil üzere insanlara öğretir bir haldedirler.[15]
İmam Bakır (as) şöyle buyurmuştur:
Yüce Allah, biz Ehl-i Beyt’ten Allah’ın kitabına göre amel eden birini ortaya çıkarmadıkça, dünya yok olmayacaktır.[16]
Tamamlanan elbette sadece Kur’an olmayacaktır. Diğer ilahi kitaplara göre de her grup kendi kitabı üzerinden hükmedilecektir. Bu konularda tamamlanacaktır.
5- Son peygamber Hz. Muhammed’in (saa) sünneti de tahrif olmuştur. Sünnetin de ihya edilmesi gerekmektedir. Bir hadiste İmam Bakır(as) şöyle buyurmuştur:
“Ortadan kaldırmadığı hiçbir bidat kalmayacaktır. Uygulamadığı hiçbir sünnet de kalmayacaktır.[17]
İmam Bakır’a şöyle soruldu:
Kaim kimin yaşantısına göre yaşayacaktır?
Şöyle buyurdu:
Peygamberin yaşantısına göre yaşayacaktır.
Şöyle sordu:
Peygamberin yaşantısı nasıl idi?
Şöyle buyurdu:
Cahiliyete ait olan şeyleri yok etti. İnsanlara adaletle hüküm verdi. Aynı şekilde Kaim de kıyam ettiği zaman, insanlar arasında barış (gizlilik) döneminde ortaya çıkan (batıl) şeyleri yok edecek ve insanlara adaletle hüküm verecektir.[18]
Mehdi yatsı salâtını bitirdikten sonra gür bir sesle şöyle seslenecek:
“Ey insanlar! Size Allah’a hatırlatırım. Yarın Rabbinizin huzurundaki makamınızın ne olacağını hatırlayınız. Yüce Allah size karşı hücceti kesinleştirmiştir. Sizin için bir peygamber ve bir kitap göndermiştir. Size kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emretmiştir. Ona ve Resulüne itaat edin. Kur’an’ın dirilttiği şeyi diriltin. Kur’an’ın öldürdüğü şeyi öldürün. Doğru yol için yardımcı olun. Takva için vezir olun. Kuşkusuz dünyanın yok oluş zamanı yaklaşmıştır. Veda etmeye başlamıştır. Ben sizleri Allah’a, Resulüne ve kitabına davet ediyorum. Batılı öldürmeye ve sünneti diriltmeye çağırıyorum.”[19]
Hatta sadece Hz. Peygamberin sünneti değil, diğer peygamberlerin sünneti de tamamlanıyor. Örneğin;
Yakında Yüce Allah, Zülkarneyn’in sünnetini, evlatlarımdan olan Kaim’de gerçekleştirip onu doğuya ve batıya ulaştıracaktır. Nihayet Zülkarneyn’in ayak bastığı dağlara, derelere ve çöllere Kaim de ayak basacaktır.[20]
6- İlim de tamamlanacaktır.
Müminlerin Emiri Ali(as) şöyle buyurmuştur:
Ey Kumeyl! Benim (kapısını) açtığım ilimlerin hepsini, Kaim tamamlayacaktır.[21]
7- Yarıda kalan ilahi planların ve salih amellerin tamamlanması
Ey insanlar! Kim bizimle Allah hakkında tartışırsa, ben Allah’a daha yakınım. Kim bizimle Âdem hakkında tartışırsa, ben Âdeme daha yakınım. Kim Nuh hakkında tartışırsa, ben Nuh’a daha yakınım. Kim İbrahim hakkında tartışırsa, ben İbrahim’e daha yakınım. Kim Muhammed hakkında tartışırsa, ben Muhammed’e daha yakınım. Kim peygamberler hakkında tartışırsa, ben peygamberlere daha yakınım. Yoksa Yüce Allah kitabının muhkem ayetlerinde şöyle buyurmamış mıdır?Öyleyse Âdem’den ve Nuh’tan geriye kalan benim. Muhammed’in (soyundan) seçilmiş olan benim. Kim bizimle Allah’ın kitabı hakkında tartışırsa, bizler Allah’ın kitabına herkesten daha yakınız. Kim bizimle Peygamber hakkında tartışırsa, ben Peygambere bütün insanlardan daha yakınım.
Onlar, köpekleriyle birlikte dünyaya geri dönecekler. Adına Meliha dedikleri kişi onlardandır. Öteki de Hamlaha’dır.[23] Bu ikisi, Kaim için şahit olacaklar ve işini teslim edecekler. Sonra Kaim onlardan birini Rumlarla savaşması için gönderecektir. O galip gelemeden geri dönecektir. Sonra ötekini gönderecektir. O fetihle geri dönecektir.[24]
“Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’in soyunu ve İmran’ın soyunu seçip âlemlere üstün kılmıştır. (Bunlar) birbirlerinden türeyen bir soydur. Allah işitendir, bilendir.”[22]
İmam Bakır(as) şöyle buyurmuştur:
Kaim, Hüseyin’in öldürüldüğü Aşura günü olan Cumartesi gününde kıyam edecektir.[25]
Ashabı Keyf, Kufe’nin başkent olması, Aşura kıyamı, Ali devleti vs. konulara dikkat ettiğimizde peygamberlerin, vasilerin, şehitlerin hatta salih kimselerin gerçekleştirmek istediği tüm ilahi projelerin de tamamlanmasını görüyoruz.
8- İntikamların alınması da tamamlanacaktır. Dolayısıyla adalet tam anlamıyla gerçekleşecektir.
Kaim ortaya çıktığı zaman Rükün ile Makam arasında beş defa şöyle seslenmek zorundadır.
İlk ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Kaim imam benim.”
İkinci ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; İntikamcı keskin kılıç benim.”
Üçüncü ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Ceddim Hüseyin’i susuzken öldürdüler.”
Dördüncü ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Ceddim Hüseyin’i kefensiz defnettiler.”
Ancak nereden naklettiği ve bu olayın ne zaman olacağı belli değildir.[26]
Müminlerin Emiri Ali’nin sürekli tekrar ettiği “Tuhaflıklar! Bütün tuhaflıklar, Cemadiyel ayı ile Recep ayı arasındadır” sözü de bu konuya işaret etmektedir. Adamın biri şöyle sordu:
Ey müminlerin Emiri! Sizi sürekli şaşırtan bu tuhaf olay nedir?
Şöyle buyurdu:
Annen yasına ağlasın! Tuhaf olan hangi şey; Allah, Resulü ve Ehl-i Beyt’inin düşmanlarını ölülerin öldürmelerinden daha tuhaftır.
Yine ona bu konuda soru sordukları zaman şöyle buyurdu:
Tuhaf olan hangi şey; ölülerin, dirilerin başlarına vurmalarından daha tuhaftır.
Şöyle sordu:
Ey Müminlerin Emiri! Bu olay ne zaman olacaktır?
Şöyle buyurdu:
Daneyi yaran’a ve kulu Yaratan’a yemin ederim ki; Kufe sokaklarında gidip geldiklerini ve kılıçlarını omuzlarına koyarak Allah, Resulü ve müminlerin düşmanlarını öldürdüklerini görüyor gibiyim.[27]
8- İnsanların tüm zürriyetlerin listesi
Müminin sülblerindeki kâfir, kâfir sülblerdeki mümin kimselerin açığa çıkması istenmektedir. Yani kullar listesi de tamamlanacaktır.
9- Verilen mühlet de bitecektir.
“(Ey Muhammed!) De ki: “Kim sapıklık içinde ise Rahmân onlara, istenildiği kadar süre versin! Nihayet kendilerine vaad olunan azabı, ya da kıyameti gördüklerinde kimin yeri daha kötüymüş, kimin taraftarları daha zayıfmış bilecekler.”[28]
Hüccetlerin tamamlanması ile ilgili olarak İmam Sadık şöyle buyurmuştur:
Biliniz ki; Ailesiyle girdiği zaman, Suhle mescidi, sahibimizin evi olacaktır.[29]
Yine şöyle buyurmuştur:
Kaim’in ailesiyle birlikte Suhle mescidinde konakladığını görür gibiyim.
Suhle mescidinin özelliği nedir? Çünkü burası her peygamber ve vasisinin konakladığı ve namaz kıldığı yerdir. Bu şu anlama gelmektedir. Her seçilmişin isteği tamamlanmaktadır.
Müminlerin Emiri Ali, Deccal’ı ve İsa’nın eliyle öldürüleceğini açıkladıktan sonra şöyle buyurmuştur:
Bilin ki; ondan sonra “Büyük Bela” vardır.
Şöyle sordular:
“Büyük Bela” nedir?
Şöyle buyurdu:
Dabbet-ul Arz’ın Safa dağından ortaya çıkışıdır. Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asası onunla birlikte olacaktır. Süleyman’ın mührünü, bütün müminlerin yüzüne basarak “Bu mümindir” diye yazacaktır. Bütün kâfirlerin de yüzüne basarak “Bu kâfirdir” diye yazacaktır. Sonra mümin feryat ederek “Ey kâfir! Yazıklar olsun sana” diyecektir. Kâfir de feryat ederek “Ey mümin! Ne mutlu sana. Keşke ben de senin gibi olsaydım ve bugün kurtulsaydım” diyecektir. Sonra Dabbet-ul Arz başını kaldıracak ve doğu ile batı arasında olan herkesi görecektir. Bu olay, güneşin batıdan doğmasından sonra olacaktır.[30] İşte ondan sonra tövbe kaldırılacaktır.[31]
10- Hüccetlerin bitmesi; bir yandan Hıristiyanların imama biat etmesi, diğer yandan söz de Ehl-i Beyt’i kabul ettiğini söyleyenlerin öldürülmesi bu konuyu bize açıkça göstermektedir. Hz. Davut’un adalet üzere hükmü uygulanacaktır. Batınlar aşikâr olacaktır. İlimler aşikar olacaktır. Hiç kimse mazeretlerin arkasına saklanamayacaktır. Herkes için deliller tamamlanmıştır.
11- Ayrışma zamanı bitiyor.
Müminlerin Emiri Ali (as) şöyle buyurmuştur:
Doğu bölgesinden Ramazan ayında günün başlangıcında seslenen kimse şöyle seslenecek; “Ey Hidayet Ehli! Toplanın.” Batı tarafından güneş battıktan sonra [32] seslenen bir kimse şöyle seslenecek; “Ey batıl ehli! Toplanın.” Ondan sonraki gün, güneş, renkten renge girecek. Sonra sararacak. Sonra kap kara olacak. Üçüncü gün ise Yüce Allah hak ile batılın arasını ayıracaktır.
İmam Sadık(as) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Seslenen gökyüzünden “Ey hak ehli! Toplanın” diye seslenmedikçe dünya yok olmayacak. Sonra hepsi bir yerde toplanacaklar. Seslenen bir kez daha “Ey batıl ehli! Toplanın” diye seslenecektir. Sonra hepsi bir yerde toplanacaklar.
Eban İbni Tağlib şöyle sormuştur:
Bu gruptakiler, öteki grubun içine girebilirler mi?
Şöyle buyurdu:
Hayır (giremezler). Çünkü Allah’a yemin ederim ki, bunu Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Allah pis kişiyi temiz kişiden ayırt etmedikçe, müminleri üzerinde bulunduğunuz durum üzere bırakacak değildir.[33]
İmam Sadık başka bir hadiste de Aclan’a şöyle buyurmuştur:
Seslenen kimse gökyüzünden “Ey hak ehli! Ayrılın. Ey batıl ehli! Ayrılın” diye seslenmedikçe, gündüzler ve geceler bitmeyecektir.[34]
Şöyle sordu:
Bir kez daha karışacaklar mı?
Şöyle buyurdu:
Hayır! Çünkü Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:[35]
Allah habis kişiyi temiz kişiden ayırt etmedikçe, müminleri üzerinde bulunduğunuz durum üzere bırakacak değildir.[36]
12- Batılın sonu gelecektir. Batıl süreci de tamamlanacaktır.
“Allah, pisi (kötü insanları) temizden (iyi insanlardan) ayıracaktır. Pisleri birbirinin üzerine atıp toplayacak ve hepsini yığarak cehenneme yerleştirecektir. İşte onlar, ziyan edenlerdir.”[37]
İmam Sadık(as), Peygamberimizden(saa) şöyle nakletmiştir:
Miraç gecesinde başımı kaldırınca bazı nurlar gördüm. Hüccet b. Hasan’ı (Mehdi’yi) onların arasında ayakta durur bir halde gördüm. Şöyle sordum:
Ey Rabbim! Bunlar kimdir?
Şöyle buyurdu: Bunlar imamlardır. Şu (ayakta duran) da helalimi helal ve haramımı haram kılacak olan Kaim’dir. Onun vesilesiyle düşmanlarımdan intikam alacağım. O, dostlarım için rahatlık vesilesi olacaktır. O, zalimlerden ve kâfirlerden (daralan) izleyicilerinin kalplerine şifa verecektir.[38]
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
Kaim’imiz kıyam ettiği zaman ilk önce yalancı Ehl-i Beyt dostlarıyla başlayıp onları öldürecektir.[39]
Önceki sayfalarda İmam Bakır’dan şöyle bir hadis nakledilmişti:
Kufe’ye girdiği zaman, Allah razı oluncaya kadar oradaki münafıkları ve şek ehlini öldürecektir. Onların saraylarını yıkacaktır. Savaşçı adamlarını öldürecektir.[40]
Yine Mufazzal’a da şöyle buyurmuştur:
Ey Mufazzal! Eğer Peygamber bütün dinlere galip gelmiş olsaydı; Mecusi, Yahudi, Hıristiyan, Sabii, mezhepler, ihtilaf, şek, şirk, puta tapmak, fala tapmak, Lat’a ve Menat’a tapmak, güneşe tapmak, aya tapmak, yıldızlara tapmak, ateşe tapmak, taşa tapmak diye bir şey kalmazdı. Bu, Yüce Allah’ın “Kâfirler istemese de Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere galip gelmesi için gönderen O’dur”[41] sözünden başka bir şey değildir. Bu bir gün gerçekleşecektir. O da Mehdi ve geri dönüş zamanında olacaktır. Yüce Allah bunu başka bir ayette de “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın”[42] şeklinde buyurmuştur.[43]
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
Kaim kıyam ettiği zaman kıyamından haberdar olmayan kişi hariç, Allah’a ortak koşan ve onu inkâr eden hiçbir kimse kalmayacaktır.
Yine şöyle buyurmuştur:
Bu ayetin tevili gerçekleşmemiştir. Kaim kıyam edinceye kadar da gerçekleşmeyecektir. O kıyam ettiği zaman kıyamından haberdar olmayan kişi hariç, Allah’ı inkâr eden ve İmam’a ortak koşan hiçbir kimse kalmayacaktır. Hatta eğer bir kâfir veya bir müşrik bir taşın içine bile saklansa, taş şöyle diyecek: “Ey mümin! Benim içimde bir kâfir var. Beni kır ve onu öldür.” [44]
Tüm bunlardan çok şeyin artık bu süreçte tamamlandığını görüyoruz.
“Kâfirlere de ki: “Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, geçmiş olan (günahları) onlar için bağışlanır; yok, geri dönecek olurlarsa, şüphesiz öncekiler hakkındaki (ilahî) kanunlar gerçekleşmiş bulunmaktadır. (Aynı akıbet onları da beklemektedir.)”[45]
“Artık fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer onlar vazgeçerlerse, kuşkusuz Allah onların yaptıklarını görmektedir.”[46]
İman ederseniz, Allah’ın Bakiyyetullah’ı[47] sizin için daha hayırlıdır.[48]
Sonra şöyle söyleyecek:
Allah’ın Bakiyyetullah’ı benim.
Sonra Yüce Allah, Cebrail’i indirecektir. O, Hatim’e inecek ve şöyle söyleyecek:
Neye davet ediyorsun?
İmam önceki şeyleri tekrar edecek. Sonra Cebrail şöyle diyecek:
Elini uzat. Ben sana biat edecek olan ilk kişiyim.
Sonra elini uzatacak. Musa’nın beyaz eli gibi bembeyaz olacak[49] ve sonra şu ayeti okuyacak:
Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim Allah’a vermiş olduğu sözü tutarsa, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.[50]
“Müşrikler istemese de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberi’ni hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.”[51]
Şimdi yüce Allah, dinini bütün dinlere üstün kılarken sen nerede olacaksın?
[1] Saf Süresi/7-8
[2] Taha süresi/50
[3] Nur süresi/35
[4] Bakara süresi/38
[5] Bakara süresi/39
[6] Al-i İmran süresi/ 83
[7] Al-i İmran süresi/ 83
[8] Al-i İmran süresi/ 84-86
[9] Hac: 41
[10] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/266 ve El-Muhacce Fi Ma Nezele Fi Kaim-il Hucce:143 ve Bihar: 24/165
[11] Al-i İmran: 83
[12] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/59 ve Tefsiri Ayyaşi: 1/207 ve Bihar: 52/340
[13] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/140 ve Tefsiri Nurus Segaleyn: 1/317 ve Bihar: 51/133
[14] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/61… ve Ğaybet-i Tusi: 472 ve İsbat-ul Huda: 3/516 ve Muntehab-ul Eser: 379 ve Bihar: 52/332… ve Ezzam-un Nasip: 2/282
[15] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/126 ve Ezzam-un Nasip: 2/283 ve Ğaybet-i Numani: 217
[16] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/322 ve Ravzat-ul Kâfi: 302 ve İsbat-ul Hüda: 3/588 ve Bihar: 52/378
[17] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/311 ve İrşad-ı Müfit: 2/360 ve Buşarat-ul İslam: 276 ve Bihar: 52/339
[18] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/320 ve Vesailuş Şia: 11/57 ve Bihar: 52/381
[19] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/295 ve Akdud Dur: 145 ve Et-Teşrif Bil Menun: 137
[20] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 1/256 ve Kemal-ud Din: 2/394 ve Bihar: 12/194
[21] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/51 ve İsbat-ul Hüda: 3/529
[22] Al-i İmran: 33–34
[23] Başka bir nakle göre ise Kemeslemina’dır.
[24] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/59 ve Muhtasar-u Basair-id Derecat: 201 ve Bihar: 53/85
[25] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/293 ve Ğaybet-i Tusi: 453 ve Akdud Dur: 65 ve Bihar: 52/285
[26] Ezzam-un Nasip: 2/282
[27] Mucem-i Melahim ve Fiten: 3/194 ve Muhtasar-ı Basair-ud Deracat: 198 ve Bihar: 53/60
[28] Meryem süresi/75
[29] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/502 ve Furuu Kâfi: 3/495 ve Ğaybet-i Tusi: 471 ve Bihar: 52/331 ve Muntehab-ul Envaril Muzie: s. 334
[30] Güneş doğuşu ile kast olunan şey; battığı yerden, velayetin, Kaim’in ortaya çıkışıyla doğacak olması olabilir. Ya da kast olunan şey; güneşin gün ortasından ikindi vaktine kadar duraklaması ve sonra bir anda batı tarafında görünmesi de olabilir.
[31] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/132 ve Kemal-ud Din: 2/527 ve Bihar: 52/194
[32] Başka bir kaynağa göre: “Şafak vaktinden sonra…”
[33] Al-i İmran: 179
[34] Ğaybet-i Numani: 219 ve Bihar: 52/365
[35] Ezzam-un Nasip: 2/112 ve Tefsiri Nurus Segaleyn: 1/414
[36] Al-i İmran: 179
[37] Enfal süresi/ 37
[38] Kemal-ud Din: 1/252 ve Uyun-i Ahbar-ı Rıza: 1/58 ve Bihar: 52/379
[39] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/422 ve İsbat-ul Hüda: 3/561
[40] İrşad-ı Müfit: 2/358 ve Keşful Ğumme: 2/465 ve Bihar: 52/338
[41] Tövbe süres : 33
[42] Enfal süresi/ 39
[43] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/143 ve Ezzam-un Nasip: : 2/278 ve Bihar: 53/33
[44] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/145 ve Yenabi-ul Meveddet: 3/239 ve Kemal-ud Din: 2/670 ve El-Muhacce Fi Ma Nezele Fi Kaim-il Hucce: 68 ve Tefsiri Safi: 2/338 ve Buşarat-ul İslam: 305
[45] Enfal süresi/ 38
[46] Enfal süresi/39
[47] Allah’ın bıraktığı.
[48] Hud süres: 86
[49] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/492 ve Elamul Veri: 2/288 ve Bihar: 52/337
[50] Fetih süres: 10
[51] Saf süresi/9
“İslam’a çağırıldığı hâlde yalan uydurup Allah’a isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir?! Allah, zalim topluluğu hidayet etmez. Onlar, ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; oysa kâfirler istemeseler de, Allah kendi nurunu tamamlayacaktır.”[1]
Bu ayeti kerimelerde “ nurun tamamlanmasına” vurgu yapılır. Ben ise öncelikle“tamamlanma” kavramına odaklanmak istiyorum. Tamamlanacak olanlar anlaşılmadan “nur” dan kast edilenler anlaşılmayacaktır. O halde açığa çıkacak ve tamamlanacak olan bazı seçenekleri sıralayalım!
1- İstenen yeryüzü modeli; herkesin hidayete koşmasıydı.
Yüce Allah, yeryüzünü yaratmadan öncede her bir şeyi biliyordu. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Dolayısıyla takdir ettiği ilim ve kudretle hükmedip, kesinlik kazandırdığı kaza ve kaderine ki, o hükümleri uygulamıştır. Yani yeryüzünü yaratan elbette onun üzerinde bir plan ve program uygulayacaktır.
” … “Rabbimiz her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir…”[2]
Yeryüzündeki her şeyi yaratıp, hedefini gösterirken tüm yeryüzünden istediği hedef onların hidayeti idi. Bu istediği plan idi. İlk insandan son insanlara kadar da istenilen, hidayet idi. Her kulun, her varlığın bu hidayete yönelmesi idi.
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”[3]
“Hepiniz oradan inin” dedik, “Eğer benden size bir hidayet gelirse, benim hidayetime uyanlara ne bir korku vardır, ne de üzüleceklerdir onlar.”[4]
Ancak inkâr edecekler de olacaktı.
“İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennemlik olanlardır; onlar orada ebedi kalacaklardır.”[5]
Bunun üzerine peygamber ve vasilerini hüccetler olarak arka arkaya gönderdi. Sebep kulların hidayete yönelmesini istemesiydi. İman edenlerin imanını sebat etmek, sapanları da yeniden doğru istikamete çağırmak, gelmeyenleri de uyarmak için tüm seçilmişleri sırayla gönderdi. Böylelikle tamamlanmak istenen tüm yeryüzünün hidayet bulmasıydı.
“Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?! …”[6]
İstenen yeryüzü modeli budur. Yeryüzü projesinin tamamlanması isteniyordu.
Ancak insanlar başka tercih yaptığında bu da tamamlanacaktır.
“Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?! Oysa göklerde ve yerde olan herkes, gönüllü veya gönülsüz O’na boyun eğmiştir ve O’na döndürülecekler.”[7]
2- Yüce Allah, hidayet yolunu nasıl planladı? Her varlığı hidayete yönelme yaratılışı üzerinde yaratmıştı. Bunu korumak için peygamber ve vasileri ile kitaplar ile bu hidayet yolunu gösterdi. Bizler geriye dönüp baktığımızda bir hüccetler silsilesini görüyoruz. Elbette en son seçilmişin döneminde geldiğimiz için böyle bakıyoruz. Bizden önceki topluluklar ise hem geçmişteki, hem de gelecekteki silsilelere bakmışlardır. Böylece Rabb’im tüm seçilmişleri gösterdi. İmam Mehdi (a.f) ile de tüm seçilmişleri tamamladı.
“De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’ân’a) ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a (Yakub’un torunlarına) indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve tüm peygamberlere verilenlere inandık. Biz onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz ve biz O’na boyun eğenleriz.” Kim İslam’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. Ve o, ahirette ziyana uğrayanlardandır. Peygamber’in hak olduğuna tanık oldukları ve kendilerine apaçık deliller geldiği hâlde imanlarından sonra kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidayet verir?! Allah, zalim topluluğa hidayet vermez.” [8]
Biz de tüm bu hüccetlere iman ederiz. Tüm peygamber ve diğer seçilmişler geçmişten de haber verdiği gibi gelecekten de haber verir. O halde bizim bu hüccetlerin tamamını görmemiz istenmektedir.
Hz. Musa ve Hz. İsa’nın peygamberi müjdelemesi, Resulullah’ın(saa) Gadir Hum hutbesinde yirmi beş yıl sonra İmam Ali’ye muhalefet edecekleri bilmesi, İmam Hüseyin’in şehadetini bildirmesi, gaybet zamanı ile ilgili haberler vermesi, İmam Mehdi ile ilgili haberleri buyurması vs. bunların hepsi bize Allah’ın dünya hayatındaki çizdiği planı onlara bildirdiğini göstermektedir. Ve onlar bize bu yolun tamamını göstermektedirler.
İmam Ali (as) muhalefete karşı metodunu belirlerken acaba bu noktaları görmeden mi düşündü ve karar verdi? Elbette hayır! Kıyamete kadar sürecek bu ümmetin hidayet yolu için ne gerekiyorsa öyle yapmıştır. Aynı şekilde diğer imamlarda aynı noktaya dikkat ederek karar vermişlerdir. İmam Hüseyin kerbela mücadelesini sizce sadece o sürece göre mi düşünmüştü? Elbette hayır!
Dünya üzerindeki süregelen ilahi sünnet, ilahi kaza ve kader dünya hayatının Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Mehdi ile bitmesiydi.
İmam Bakır (as) “Eğer onlara yeryüzünde imkân versek salâtı eda edip ayakta tutarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu yalnızca Allah’a aittir” [9] ayeti kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur:
Bu ayet, Muhammed’in Ehl-i Beyt’i hakkındadır. Nihayet Yüce Allah İmamların sonuncusu Mehdi’yi ve onun dostlarını yeryüzünün doğusuna ve batısına egemen kılacak ve İslam dinini (bütün dinlere) galip getirecektir. Ahmakların hakkı öldürdükleri gibi; onun ve dostlarının vesilesiyle bidatleri ve batılları öldürecektir. Nihayet iyiliği emredecekleri ve kötülükten de sakındıracakları zulmün olduğu bir yer görülmeyecektir.[10]
3- Yüce Allah insanların batıl yollara gideceğini biliyordu. Bu nedenle hak devleti ve istenilen toplum modelini sona bıraktı. Hak devleti en son süreçte olacaktı. Kaim kıyam ettiği zaman “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” kelimelerinin söylenilmediği hiçbir yer kalmayacaktır.[12]
İmam Sadık(as) “Göklerde ve yerde olan her şey isteyerek veya istemeyerek ona teslim olmuştur. Ve yalnızca ona dönecekler” [11] ayeti kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur:
İmam Hüseyin(as) şöyle buyurmuştur:
Yüce Allah onun vesilesiyle yeryüzünü diriltecektir. Onun vesilesiyle Hak dini bütün dinlere galip kılacaktır.[13]
İmam Sadık(as) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Bizim devletimiz, devletlerin sonuncusu olacaktır. Bizim yöntemimizi gördükleri zaman “Biz bu işin yöneticisi olsaydık, şöyle davranırdık” şeklinde bir söz söylememeleri için, Allah bütün halkların hükümet etmelerini karar kılmıştır. (Bundan dolayı) bütün halklar kendi hükümetlerine ulaşacaklardır.[14]
Yani dünya kurulandan beri şirk düzeni devam etti. Bunun bir sonu olmayacak mıydı? Ayrıca yüce Allah, tüm yeryüzünü hidayet üzere yarattığı halde, bu yolun sonu yine hak üzere olmalıydı. Hidayet yolunun sonu hak devleti olmalıydı?
4- Tarih boyunca kitaplar tahrif edildi. Kur’an tam olarak elimizde ancak yine tam olarak uygulanmamaktadır. Tevili gerçekleşmeyen çok ayet var. Ayrıca bilinmesine rağmen uygulanmayan ayetler ve hükümler de var. İşte bu noktalar da tamamlanacak.
Kur’an’ı Kerim’i tenzil ve tevil bakımından indiği şekil üzere dostlarına öğretecek ve onlar da öteki insanlara öğreteceklerdir. Müminlerin Emiri Ali (as) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Dostlarıyla birlikte Kufe mescidinde olduklarını görür gibiyim. Çadırlarını kurmuşlar ve Kur’an’ı indiği şekil üzere insanlara öğretir bir haldedirler.[15]
İmam Bakır (as) şöyle buyurmuştur:
Yüce Allah, biz Ehl-i Beyt’ten Allah’ın kitabına göre amel eden birini ortaya çıkarmadıkça, dünya yok olmayacaktır.[16]
Tamamlanan elbette sadece Kur’an olmayacaktır. Diğer ilahi kitaplara göre de her grup kendi kitabı üzerinden hükmedilecektir. Bu konularda tamamlanacaktır.
5- Son peygamber Hz. Muhammed’in (saa) sünneti de tahrif olmuştur. Sünnetin de ihya edilmesi gerekmektedir. Bir hadiste İmam Bakır(as) şöyle buyurmuştur:
“Ortadan kaldırmadığı hiçbir bidat kalmayacaktır. Uygulamadığı hiçbir sünnet de kalmayacaktır.[17]
İmam Bakır’a şöyle soruldu:
Kaim kimin yaşantısına göre yaşayacaktır?
Şöyle buyurdu:
Peygamberin yaşantısına göre yaşayacaktır.
Şöyle sordu:
Peygamberin yaşantısı nasıl idi?
Şöyle buyurdu:
Cahiliyete ait olan şeyleri yok etti. İnsanlara adaletle hüküm verdi. Aynı şekilde Kaim de kıyam ettiği zaman, insanlar arasında barış (gizlilik) döneminde ortaya çıkan (batıl) şeyleri yok edecek ve insanlara adaletle hüküm verecektir.[18]
Mehdi yatsı salâtını bitirdikten sonra gür bir sesle şöyle seslenecek:
“Ey insanlar! Size Allah’a hatırlatırım. Yarın Rabbinizin huzurundaki makamınızın ne olacağını hatırlayınız. Yüce Allah size karşı hücceti kesinleştirmiştir. Sizin için bir peygamber ve bir kitap göndermiştir. Size kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emretmiştir. Ona ve Resulüne itaat edin. Kur’an’ın dirilttiği şeyi diriltin. Kur’an’ın öldürdüğü şeyi öldürün. Doğru yol için yardımcı olun. Takva için vezir olun. Kuşkusuz dünyanın yok oluş zamanı yaklaşmıştır. Veda etmeye başlamıştır. Ben sizleri Allah’a, Resulüne ve kitabına davet ediyorum. Batılı öldürmeye ve sünneti diriltmeye çağırıyorum.”[19]
Hatta sadece Hz. Peygamberin sünneti değil, diğer peygamberlerin sünneti de tamamlanıyor. Örneğin;
Yakında Yüce Allah, Zülkarneyn’in sünnetini, evlatlarımdan olan Kaim’de gerçekleştirip onu doğuya ve batıya ulaştıracaktır. Nihayet Zülkarneyn’in ayak bastığı dağlara, derelere ve çöllere Kaim de ayak basacaktır.[20]
6- İlim de tamamlanacaktır.
Müminlerin Emiri Ali(as) şöyle buyurmuştur:
Ey Kumeyl! Benim (kapısını) açtığım ilimlerin hepsini, Kaim tamamlayacaktır.[21]
7- Yarıda kalan ilahi planların ve salih amellerin tamamlanması
Ey insanlar! Kim bizimle Allah hakkında tartışırsa, ben Allah’a daha yakınım. Kim bizimle Âdem hakkında tartışırsa, ben Âdeme daha yakınım. Kim Nuh hakkında tartışırsa, ben Nuh’a daha yakınım. Kim İbrahim hakkında tartışırsa, ben İbrahim’e daha yakınım. Kim Muhammed hakkında tartışırsa, ben Muhammed’e daha yakınım. Kim peygamberler hakkında tartışırsa, ben peygamberlere daha yakınım. Yoksa Yüce Allah kitabının muhkem ayetlerinde şöyle buyurmamış mıdır?Öyleyse Âdem’den ve Nuh’tan geriye kalan benim. Muhammed’in (soyundan) seçilmiş olan benim. Kim bizimle Allah’ın kitabı hakkında tartışırsa, bizler Allah’ın kitabına herkesten daha yakınız. Kim bizimle Peygamber hakkında tartışırsa, ben Peygambere bütün insanlardan daha yakınım.
Onlar, köpekleriyle birlikte dünyaya geri dönecekler. Adına Meliha dedikleri kişi onlardandır. Öteki de Hamlaha’dır.[23] Bu ikisi, Kaim için şahit olacaklar ve işini teslim edecekler. Sonra Kaim onlardan birini Rumlarla savaşması için gönderecektir. O galip gelemeden geri dönecektir. Sonra ötekini gönderecektir. O fetihle geri dönecektir.[24]
“Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’in soyunu ve İmran’ın soyunu seçip âlemlere üstün kılmıştır. (Bunlar) birbirlerinden türeyen bir soydur. Allah işitendir, bilendir.”[22]
İmam Bakır(as) şöyle buyurmuştur:
Kaim, Hüseyin’in öldürüldüğü Aşura günü olan Cumartesi gününde kıyam edecektir.[25]
Ashabı Keyf, Kufe’nin başkent olması, Aşura kıyamı, Ali devleti vs. konulara dikkat ettiğimizde peygamberlerin, vasilerin, şehitlerin hatta salih kimselerin gerçekleştirmek istediği tüm ilahi projelerin de tamamlanmasını görüyoruz.
8- İntikamların alınması da tamamlanacaktır. Dolayısıyla adalet tam anlamıyla gerçekleşecektir.
Kaim ortaya çıktığı zaman Rükün ile Makam arasında beş defa şöyle seslenmek zorundadır.
İlk ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Kaim imam benim.”
İkinci ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; İntikamcı keskin kılıç benim.”
Üçüncü ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Ceddim Hüseyin’i susuzken öldürdüler.”
Dördüncü ses; “Ey dünya halkı! Biliniz ki; Ceddim Hüseyin’i kefensiz defnettiler.”
Ancak nereden naklettiği ve bu olayın ne zaman olacağı belli değildir.[26]
Müminlerin Emiri Ali’nin sürekli tekrar ettiği “Tuhaflıklar! Bütün tuhaflıklar, Cemadiyel ayı ile Recep ayı arasındadır” sözü de bu konuya işaret etmektedir. Adamın biri şöyle sordu:
Ey müminlerin Emiri! Sizi sürekli şaşırtan bu tuhaf olay nedir?
Şöyle buyurdu:
Annen yasına ağlasın! Tuhaf olan hangi şey; Allah, Resulü ve Ehl-i Beyt’inin düşmanlarını ölülerin öldürmelerinden daha tuhaftır.
Yine ona bu konuda soru sordukları zaman şöyle buyurdu:
Tuhaf olan hangi şey; ölülerin, dirilerin başlarına vurmalarından daha tuhaftır.
Şöyle sordu:
Ey Müminlerin Emiri! Bu olay ne zaman olacaktır?
Şöyle buyurdu:
Daneyi yaran’a ve kulu Yaratan’a yemin ederim ki; Kufe sokaklarında gidip geldiklerini ve kılıçlarını omuzlarına koyarak Allah, Resulü ve müminlerin düşmanlarını öldürdüklerini görüyor gibiyim.[27]
8- İnsanların tüm zürriyetlerin listesi
Müminin sülblerindeki kâfir, kâfir sülblerdeki mümin kimselerin açığa çıkması istenmektedir. Yani kullar listesi de tamamlanacaktır.
9- Verilen mühlet de bitecektir.
“(Ey Muhammed!) De ki: “Kim sapıklık içinde ise Rahmân onlara, istenildiği kadar süre versin! Nihayet kendilerine vaad olunan azabı, ya da kıyameti gördüklerinde kimin yeri daha kötüymüş, kimin taraftarları daha zayıfmış bilecekler.”[28]
Hüccetlerin tamamlanması ile ilgili olarak İmam Sadık şöyle buyurmuştur:
Biliniz ki; Ailesiyle girdiği zaman, Suhle mescidi, sahibimizin evi olacaktır.[29]
Yine şöyle buyurmuştur:
Kaim’in ailesiyle birlikte Suhle mescidinde konakladığını görür gibiyim.
Suhle mescidinin özelliği nedir? Çünkü burası her peygamber ve vasisinin konakladığı ve namaz kıldığı yerdir. Bu şu anlama gelmektedir. Her seçilmişin isteği tamamlanmaktadır.
Müminlerin Emiri Ali, Deccal’ı ve İsa’nın eliyle öldürüleceğini açıkladıktan sonra şöyle buyurmuştur:
Bilin ki; ondan sonra “Büyük Bela” vardır.
Şöyle sordular:
“Büyük Bela” nedir?
Şöyle buyurdu:
Dabbet-ul Arz’ın Safa dağından ortaya çıkışıdır. Süleyman’ın mührü ve Musa’nın asası onunla birlikte olacaktır. Süleyman’ın mührünü, bütün müminlerin yüzüne basarak “Bu mümindir” diye yazacaktır. Bütün kâfirlerin de yüzüne basarak “Bu kâfirdir” diye yazacaktır. Sonra mümin feryat ederek “Ey kâfir! Yazıklar olsun sana” diyecektir. Kâfir de feryat ederek “Ey mümin! Ne mutlu sana. Keşke ben de senin gibi olsaydım ve bugün kurtulsaydım” diyecektir. Sonra Dabbet-ul Arz başını kaldıracak ve doğu ile batı arasında olan herkesi görecektir. Bu olay, güneşin batıdan doğmasından sonra olacaktır.[30] İşte ondan sonra tövbe kaldırılacaktır.[31]
10- Hüccetlerin bitmesi; bir yandan Hıristiyanların imama biat etmesi, diğer yandan söz de Ehl-i Beyt’i kabul ettiğini söyleyenlerin öldürülmesi bu konuyu bize açıkça göstermektedir. Hz. Davut’un adalet üzere hükmü uygulanacaktır. Batınlar aşikâr olacaktır. İlimler aşikar olacaktır. Hiç kimse mazeretlerin arkasına saklanamayacaktır. Herkes için deliller tamamlanmıştır.
11- Ayrışma zamanı bitiyor.
Müminlerin Emiri Ali (as) şöyle buyurmuştur:
Doğu bölgesinden Ramazan ayında günün başlangıcında seslenen kimse şöyle seslenecek; “Ey Hidayet Ehli! Toplanın.” Batı tarafından güneş battıktan sonra [32] seslenen bir kimse şöyle seslenecek; “Ey batıl ehli! Toplanın.” Ondan sonraki gün, güneş, renkten renge girecek. Sonra sararacak. Sonra kap kara olacak. Üçüncü gün ise Yüce Allah hak ile batılın arasını ayıracaktır.
İmam Sadık(as) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Seslenen gökyüzünden “Ey hak ehli! Toplanın” diye seslenmedikçe dünya yok olmayacak. Sonra hepsi bir yerde toplanacaklar. Seslenen bir kez daha “Ey batıl ehli! Toplanın” diye seslenecektir. Sonra hepsi bir yerde toplanacaklar.
Eban İbni Tağlib şöyle sormuştur:
Bu gruptakiler, öteki grubun içine girebilirler mi?
Şöyle buyurdu:
Hayır (giremezler). Çünkü Allah’a yemin ederim ki, bunu Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Allah pis kişiyi temiz kişiden ayırt etmedikçe, müminleri üzerinde bulunduğunuz durum üzere bırakacak değildir.[33]
İmam Sadık başka bir hadiste de Aclan’a şöyle buyurmuştur:
Seslenen kimse gökyüzünden “Ey hak ehli! Ayrılın. Ey batıl ehli! Ayrılın” diye seslenmedikçe, gündüzler ve geceler bitmeyecektir.[34]
Şöyle sordu:
Bir kez daha karışacaklar mı?
Şöyle buyurdu:
Hayır! Çünkü Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:[35]
Allah habis kişiyi temiz kişiden ayırt etmedikçe, müminleri üzerinde bulunduğunuz durum üzere bırakacak değildir.[36]
12- Batılın sonu gelecektir. Batıl süreci de tamamlanacaktır.
“Allah, pisi (kötü insanları) temizden (iyi insanlardan) ayıracaktır. Pisleri birbirinin üzerine atıp toplayacak ve hepsini yığarak cehenneme yerleştirecektir. İşte onlar, ziyan edenlerdir.”[37]
İmam Sadık(as), Peygamberimizden(saa) şöyle nakletmiştir:
Miraç gecesinde başımı kaldırınca bazı nurlar gördüm. Hüccet b. Hasan’ı (Mehdi’yi) onların arasında ayakta durur bir halde gördüm. Şöyle sordum:
Ey Rabbim! Bunlar kimdir?
Şöyle buyurdu: Bunlar imamlardır. Şu (ayakta duran) da helalimi helal ve haramımı haram kılacak olan Kaim’dir. Onun vesilesiyle düşmanlarımdan intikam alacağım. O, dostlarım için rahatlık vesilesi olacaktır. O, zalimlerden ve kâfirlerden (daralan) izleyicilerinin kalplerine şifa verecektir.[38]
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
Kaim’imiz kıyam ettiği zaman ilk önce yalancı Ehl-i Beyt dostlarıyla başlayıp onları öldürecektir.[39]
Önceki sayfalarda İmam Bakır’dan şöyle bir hadis nakledilmişti:
Kufe’ye girdiği zaman, Allah razı oluncaya kadar oradaki münafıkları ve şek ehlini öldürecektir. Onların saraylarını yıkacaktır. Savaşçı adamlarını öldürecektir.[40]
Yine Mufazzal’a da şöyle buyurmuştur:
Ey Mufazzal! Eğer Peygamber bütün dinlere galip gelmiş olsaydı; Mecusi, Yahudi, Hıristiyan, Sabii, mezhepler, ihtilaf, şek, şirk, puta tapmak, fala tapmak, Lat’a ve Menat’a tapmak, güneşe tapmak, aya tapmak, yıldızlara tapmak, ateşe tapmak, taşa tapmak diye bir şey kalmazdı. Bu, Yüce Allah’ın “Kâfirler istemese de Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere galip gelmesi için gönderen O’dur”[41] sözünden başka bir şey değildir. Bu bir gün gerçekleşecektir. O da Mehdi ve geri dönüş zamanında olacaktır. Yüce Allah bunu başka bir ayette de “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın”[42] şeklinde buyurmuştur.[43]
İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur:
Kaim kıyam ettiği zaman kıyamından haberdar olmayan kişi hariç, Allah’a ortak koşan ve onu inkâr eden hiçbir kimse kalmayacaktır.
Yine şöyle buyurmuştur:
Bu ayetin tevili gerçekleşmemiştir. Kaim kıyam edinceye kadar da gerçekleşmeyecektir. O kıyam ettiği zaman kıyamından haberdar olmayan kişi hariç, Allah’ı inkâr eden ve İmam’a ortak koşan hiçbir kimse kalmayacaktır. Hatta eğer bir kâfir veya bir müşrik bir taşın içine bile saklansa, taş şöyle diyecek: “Ey mümin! Benim içimde bir kâfir var. Beni kır ve onu öldür.” [44]
Tüm bunlardan çok şeyin artık bu süreçte tamamlandığını görüyoruz.
“Kâfirlere de ki: “Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, geçmiş olan (günahları) onlar için bağışlanır; yok, geri dönecek olurlarsa, şüphesiz öncekiler hakkındaki (ilahî) kanunlar gerçekleşmiş bulunmaktadır. (Aynı akıbet onları da beklemektedir.)”[45]
“Artık fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer onlar vazgeçerlerse, kuşkusuz Allah onların yaptıklarını görmektedir.”[46]
İman ederseniz, Allah’ın Bakiyyetullah’ı[47] sizin için daha hayırlıdır.[48]
Sonra şöyle söyleyecek:
Allah’ın Bakiyyetullah’ı benim.
Sonra Yüce Allah, Cebrail’i indirecektir. O, Hatim’e inecek ve şöyle söyleyecek:
Neye davet ediyorsun?
İmam önceki şeyleri tekrar edecek. Sonra Cebrail şöyle diyecek:
Elini uzat. Ben sana biat edecek olan ilk kişiyim.
Sonra elini uzatacak. Musa’nın beyaz eli gibi bembeyaz olacak[49] ve sonra şu ayeti okuyacak:
Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim Allah’a vermiş olduğu sözü tutarsa, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.[50]
“Müşrikler istemese de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberi’ni hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.”[51]
Şimdi yüce Allah, dinini bütün dinlere üstün kılarken sen nerede olacaksın?
[1] Saf Süresi/7-8
[2] Taha süresi/50
[3] Nur süresi/35
[4] Bakara süresi/38
[5] Bakara süresi/39
[6] Al-i İmran süresi/ 83
[7] Al-i İmran süresi/ 83
[8] Al-i İmran süresi/ 84-86
[9] Hac: 41
[10] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/266 ve El-Muhacce Fi Ma Nezele Fi Kaim-il Hucce:143 ve Bihar: 24/165
[11] Al-i İmran: 83
[12] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/59 ve Tefsiri Ayyaşi: 1/207 ve Bihar: 52/340
[13] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/140 ve Tefsiri Nurus Segaleyn: 1/317 ve Bihar: 51/133
[14] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/61… ve Ğaybet-i Tusi: 472 ve İsbat-ul Huda: 3/516 ve Muntehab-ul Eser: 379 ve Bihar: 52/332… ve Ezzam-un Nasip: 2/282
[15] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/126 ve Ezzam-un Nasip: 2/283 ve Ğaybet-i Numani: 217
[16] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/322 ve Ravzat-ul Kâfi: 302 ve İsbat-ul Hüda: 3/588 ve Bihar: 52/378
[17] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/311 ve İrşad-ı Müfit: 2/360 ve Buşarat-ul İslam: 276 ve Bihar: 52/339
[18] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/320 ve Vesailuş Şia: 11/57 ve Bihar: 52/381
[19] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/295 ve Akdud Dur: 145 ve Et-Teşrif Bil Menun: 137
[20] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 1/256 ve Kemal-ud Din: 2/394 ve Bihar: 12/194
[21] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/51 ve İsbat-ul Hüda: 3/529
[22] Al-i İmran: 33–34
[23] Başka bir nakle göre ise Kemeslemina’dır.
[24] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/59 ve Muhtasar-u Basair-id Derecat: 201 ve Bihar: 53/85
[25] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/293 ve Ğaybet-i Tusi: 453 ve Akdud Dur: 65 ve Bihar: 52/285
[26] Ezzam-un Nasip: 2/282
[27] Mucem-i Melahim ve Fiten: 3/194 ve Muhtasar-ı Basair-ud Deracat: 198 ve Bihar: 53/60
[28] Meryem süresi/75
[29] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/502 ve Furuu Kâfi: 3/495 ve Ğaybet-i Tusi: 471 ve Bihar: 52/331 ve Muntehab-ul Envaril Muzie: s. 334
[30] Güneş doğuşu ile kast olunan şey; battığı yerden, velayetin, Kaim’in ortaya çıkışıyla doğacak olması olabilir. Ya da kast olunan şey; güneşin gün ortasından ikindi vaktine kadar duraklaması ve sonra bir anda batı tarafında görünmesi de olabilir.
[31] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/132 ve Kemal-ud Din: 2/527 ve Bihar: 52/194
[32] Başka bir kaynağa göre: “Şafak vaktinden sonra…”
[33] Al-i İmran: 179
[34] Ğaybet-i Numani: 219 ve Bihar: 52/365
[35] Ezzam-un Nasip: 2/112 ve Tefsiri Nurus Segaleyn: 1/414
[36] Al-i İmran: 179
[37] Enfal süresi/ 37
[38] Kemal-ud Din: 1/252 ve Uyun-i Ahbar-ı Rıza: 1/58 ve Bihar: 52/379
[39] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/422 ve İsbat-ul Hüda: 3/561
[40] İrşad-ı Müfit: 2/358 ve Keşful Ğumme: 2/465 ve Bihar: 52/338
[41] Tövbe süres : 33
[42] Enfal süresi/ 39
[43] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/143 ve Ezzam-un Nasip: : 2/278 ve Bihar: 53/33
[44] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 5/145 ve Yenabi-ul Meveddet: 3/239 ve Kemal-ud Din: 2/670 ve El-Muhacce Fi Ma Nezele Fi Kaim-il Hucce: 68 ve Tefsiri Safi: 2/338 ve Buşarat-ul İslam: 305
[45] Enfal süresi/ 38
[46] Enfal süresi/39
[47] Allah’ın bıraktığı.
[48] Hud süres: 86
[49] Mucem-ul Ehadis-i İmam Mehdi: 3/492 ve Elamul Veri: 2/288 ve Bihar: 52/337
[50] Fetih süres: 10
[51] Saf süresi/9