top of page

Canım Peygamberim

Resulullah (s.a.a)’Den Beş Tavsiye
Hz. Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan Ebu Eyyub-i Ensari Resulullah (s.a.a)’in huzuruna vararak şöyle dedi:
“Ya Resulellah! Bana öyle az ve öz bir vasiyet edin ki, onu kafamda tutabilip onunla amel edebileyim.”
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: Şu beş şeyi sana tavsiye ediyorum:
1- Halkın elindekine göz dikme ve ondan ümidini kes. Çünkü bu zenginliğin ta kendisidir.
2- Tamahtan sakın. Zira tamah peşin fakirliktir.
3- Namazı öyle kıl ki, sanki bu senin en son namazındır ve artık diri kalıp da diğer namaz
kılamayacaksın.
4- Sonradan mecbur kalıp da özür dileyeceğin bir ameli yapmaktan sakın.
5- Kendin için sevdiğin şeyi (dini) kardeşin için de sev.[154]19:20
Bihar, c. 74, s. 168
“Ya Resulellah! Bana öyle az ve öz bir vasiyet edin ki, onu kafamda tutabilip onunla amel edebileyim.”
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: Şu beş şeyi sana tavsiye ediyorum:
1- Halkın elindekine göz dikme ve ondan ümidini kes. Çünkü bu zenginliğin ta kendisidir.
2- Tamahtan sakın. Zira tamah peşin fakirliktir.
3- Namazı öyle kıl ki, sanki bu senin en son namazındır ve artık diri kalıp da diğer namaz
kılamayacaksın.
4- Sonradan mecbur kalıp da özür dileyeceğin bir ameli yapmaktan sakın.
5- Kendin için sevdiğin şeyi (dini) kardeşin için de sev.[154]19:20
Bihar, c. 74, s. 168

GÜNEŞSİZİM ÜŞÜYORUM!
GÜNEŞSİZİM ÜŞÜYORUM!
Güneşimi öğreteli annem babam bana,
Hasret çekip durdum doğduğu mekâna,
Hasreti yerleşeli yaşantıma,
Titriyor vücudum o gelince aklıma.
Bu titreyiş heyecandan değil,
Sesini duyduğumdan değil,
Nuru gördüğümden değil,
Çaresizlikten!
Gidip te makamını
Göremeyişimden.
Neden aynalar bana düşman,
Gün geçtikçe yaşlandırıyor beni,
Neden bu acizliğim bana hayran,
Bir an terk edip bırakmıyor beni.
Her gün, her an sana gönderdiğim selamda
Bir şeyler kaynaşır bağrımda
Davetini gönül gözüm ararda
Bulamaz güneşini, üşür bu fani mekânda.
MÜZEYYEN CİHANGİR
Güneşimi öğreteli annem babam bana,
Hasret çekip durdum doğduğu mekâna,
Hasreti yerleşeli yaşantıma,
Titriyor vücudum o gelince aklıma.
Bu titreyiş heyecandan değil,
Sesini duyduğumdan değil,
Nuru gördüğümden değil,
Çaresizlikten!
Gidip te makamını
Göremeyişimden.
Neden aynalar bana düşman,
Gün geçtikçe yaşlandırıyor beni,
Neden bu acizliğim bana hayran,
Bir an terk edip bırakmıyor beni.
Her gün, her an sana gönderdiğim selamda
Bir şeyler kaynaşır bağrımda
Davetini gönül gözüm ararda
Bulamaz güneşini, üşür bu fani mekânda.
MÜZEYYEN CİHANGİR

PEYGAMBER’İMİN SON TAVSİYELERİNİ DUYMAK İSTİYORUM!
HZ. RESULULLAH(SAA)’IN ARAFAT’TA BUYURDUĞU SON HUTBESİ
“Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve bağışlanma diler, O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden O’na sığınırız.(Yaptığı amellerinden dolayı) Allah’ın hidayet ettiği birisini kimse saptıramaz ve Allah’ın saptırdığı birisini kimse hidayet edemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka bir ilah yoktur. Tektir ve şeriki yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve resulüdür. Ey Allah’ın kulları, size Allah’tan korkmayı ve ona itaat etmeyi tavsiye ediyorum. Hayırlı olanla başlamayı Allah’tan diliyorum.
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz; sizlere bazı açıklamalarda bulunacağım. Bilmiyorum; belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
İnsanlar! Bu gününüz, bu ayınız, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal ve saygın ise, Rabb’inize kavuşana dek canlarınız, mallarınız ve namuslarını da öyle saygındır;(her tür tecavüzden korunması gerekir) Yarın Rabb’inize kavuşacaksınız ve O sizleri yaptığınız her hal ve hareketten sorguya çekecektir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin.
Ey insanlar! Artık faiz ve tefecilik kaldırılmıştır. Bu durumda sadece sermayenizi alabilirsiniz. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın hükmü gereği faiz ve tefecilik yasaktır. Kaldırdığım ilk faiz ise amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir. O devirde güdülen bütün kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da amcam oğlu Rabia’nın oğlu Amir b. Haris b. Abdülmuttalib’in kan davasıdır. Kâbe’ye hizmet etmek ve Hacılara su dağıtmak dışında cahiliye döneminden kalma bütün adetler kaldırılmıştır. Kasten adam öldürmenin cezası kısastır. Benzer biçimde taş ve sopayla adam öldüren ise 100 deve niyet vermelidir. Bundan fazlasını talep etmek cahiliye âdeti sayılır.
Ey İnsanlar! Şeytan bu topraklarınızı kendisine tapılacağından umudunu yitirmiş durumdadır. Ancak bunun dışında önemsediğiniz birtakım amelleriniz de ona uymanıza razı olmuştur.
İnsanlar! Haram ayları ertelemek ancak küfrü arttırır. Bununla kâfirler büsbütün sapıklığa düşer. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısına denkleştirmek için erteledikleri o ayı bir yıl helal, bir yıl haram sayarlardı. Zaman göklerin ve yerin yaratılışı günkü gibi dönmektedir. Gerçekten Allah katında kameri ayların sayısı Allah indinde gökleri ve yeri yarattığı gün Allah’ın kitabında on iki ay olarak belirlenmiştir. Bunların dördü haram aylardır, üçü peş peşe gelir ki Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir, birisi ise Cemaziyelevvel ve Şaban’ın arasında yer alan Recep’tir.
Ey insanlar! Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki haklarınız yatağınızı bir başkasına çiğnetmemeleri, izniniz olmadan yuvanıza hoşlanmadığınız birisini anlamaları ve bir ahlaksızlıkla bulunmamalıdır. Böyle bir şey yaptıkları takdirde Allah size onlara öğüt verme, yataklarını ayırma ve onlara hafifçe vurma izni vermiştir. Böyle bir şey yapmadıkları sürece onların da sizin üzerinizde ki hakları güzel bir biçimde nafakalarını ve giyimlerini temin etmenizdir. Onlar sizin nazik yaratılışlı yardımcılarınızdır. Siz onları Allah’ın birer emaneti olarak aldınız ve yine Allah adına onların ırz ve namuslarını helal edindiniz. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun onların haklarını gözetin ve onlara hayrı tavsiye edin.
Ey insanlar! Müminler kardeştirler; hiçbir kimseye Mümin kardeşinin malı, rızası olmadan helal olmaz. Sakın benden sonra eski günlere dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın. Ben sizin aranızda iki ağır paha biçilemez emanet bırakıyorum, bunları sımsıkı sarıldığını sürece asla sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt’imdir. Bunlar havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar.
Ey insanlar! Rabb’iniz birdir, babanız da birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız ona saygı da en üstün olanınızdır. Arap’ın Arap olmayana, Allah’a göstereceği saygı dışında hiçbir üstünlüğü yoktur. Unutmayın burada olanlar, olmayanlara da bunları iletsin.
Ey insanlar Allah her hak sahibine mirastaki payını vermiştir. Onun içine var ise 1/3 den fazla vasiyet hakkı yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden taşlanarak öldürülmelidir. Kim babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eder, efendisinden başkasına intisaba kalkarsa Allah’ın, meleklerin ve bütün lanet edenlerin laneti onun üzerine olsun. Allah böyle kimselerin ne farz, ne de nafile İbadetlerini kabul eder, kölelerin izin haklarına da riayet edin, onlara yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin, bağışlayamacağınız bir hata işlerse elinizden çıkarın ama cezalandırmayın.
Ey insanlar! Bu anlattıklarımı burada bulunanlar burada bulunmayanlara da ulaştırsın. Çünkü burada bulunmadığı için sözlerime dinle yemeyen nice kimseler burada bulunup da dinleyenlerden daha kavrayışlı ve anlayışlı olabilir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Orada bulunan Ashap “Allah’ın elçiliğini ifa ettin vazifenin yerine getirdin bizlere tavsiyelerde bulundu.” diye şahitlik edeceğiz.” diye cevap verdiklerinde Allah’ın Resulü şehadet parmağını kaldırdı ve kalabalığa üzerinde gezdirerek 3 defa şöyle buyurdu:” Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol.”
“Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve bağışlanma diler, O’na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden O’na sığınırız.(Yaptığı amellerinden dolayı) Allah’ın hidayet ettiği birisini kimse saptıramaz ve Allah’ın saptırdığı birisini kimse hidayet edemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka bir ilah yoktur. Tektir ve şeriki yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve resulüdür. Ey Allah’ın kulları, size Allah’tan korkmayı ve ona itaat etmeyi tavsiye ediyorum. Hayırlı olanla başlamayı Allah’tan diliyorum.
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz; sizlere bazı açıklamalarda bulunacağım. Bilmiyorum; belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
İnsanlar! Bu gününüz, bu ayınız, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal ve saygın ise, Rabb’inize kavuşana dek canlarınız, mallarınız ve namuslarını da öyle saygındır;(her tür tecavüzden korunması gerekir) Yarın Rabb’inize kavuşacaksınız ve O sizleri yaptığınız her hal ve hareketten sorguya çekecektir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin.
Ey insanlar! Artık faiz ve tefecilik kaldırılmıştır. Bu durumda sadece sermayenizi alabilirsiniz. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın hükmü gereği faiz ve tefecilik yasaktır. Kaldırdığım ilk faiz ise amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir. O devirde güdülen bütün kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da amcam oğlu Rabia’nın oğlu Amir b. Haris b. Abdülmuttalib’in kan davasıdır. Kâbe’ye hizmet etmek ve Hacılara su dağıtmak dışında cahiliye döneminden kalma bütün adetler kaldırılmıştır. Kasten adam öldürmenin cezası kısastır. Benzer biçimde taş ve sopayla adam öldüren ise 100 deve niyet vermelidir. Bundan fazlasını talep etmek cahiliye âdeti sayılır.
Ey İnsanlar! Şeytan bu topraklarınızı kendisine tapılacağından umudunu yitirmiş durumdadır. Ancak bunun dışında önemsediğiniz birtakım amelleriniz de ona uymanıza razı olmuştur.
İnsanlar! Haram ayları ertelemek ancak küfrü arttırır. Bununla kâfirler büsbütün sapıklığa düşer. Allah’ın haram kıldığı ayların sayısına denkleştirmek için erteledikleri o ayı bir yıl helal, bir yıl haram sayarlardı. Zaman göklerin ve yerin yaratılışı günkü gibi dönmektedir. Gerçekten Allah katında kameri ayların sayısı Allah indinde gökleri ve yeri yarattığı gün Allah’ın kitabında on iki ay olarak belirlenmiştir. Bunların dördü haram aylardır, üçü peş peşe gelir ki Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir, birisi ise Cemaziyelevvel ve Şaban’ın arasında yer alan Recep’tir.
Ey insanlar! Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki haklarınız yatağınızı bir başkasına çiğnetmemeleri, izniniz olmadan yuvanıza hoşlanmadığınız birisini anlamaları ve bir ahlaksızlıkla bulunmamalıdır. Böyle bir şey yaptıkları takdirde Allah size onlara öğüt verme, yataklarını ayırma ve onlara hafifçe vurma izni vermiştir. Böyle bir şey yapmadıkları sürece onların da sizin üzerinizde ki hakları güzel bir biçimde nafakalarını ve giyimlerini temin etmenizdir. Onlar sizin nazik yaratılışlı yardımcılarınızdır. Siz onları Allah’ın birer emaneti olarak aldınız ve yine Allah adına onların ırz ve namuslarını helal edindiniz. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun onların haklarını gözetin ve onlara hayrı tavsiye edin.
Ey insanlar! Müminler kardeştirler; hiçbir kimseye Mümin kardeşinin malı, rızası olmadan helal olmaz. Sakın benden sonra eski günlere dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın. Ben sizin aranızda iki ağır paha biçilemez emanet bırakıyorum, bunları sımsıkı sarıldığını sürece asla sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt’imdir. Bunlar havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar.
Ey insanlar! Rabb’iniz birdir, babanız da birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız ona saygı da en üstün olanınızdır. Arap’ın Arap olmayana, Allah’a göstereceği saygı dışında hiçbir üstünlüğü yoktur. Unutmayın burada olanlar, olmayanlara da bunları iletsin.
Ey insanlar Allah her hak sahibine mirastaki payını vermiştir. Onun içine var ise 1/3 den fazla vasiyet hakkı yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden taşlanarak öldürülmelidir. Kim babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eder, efendisinden başkasına intisaba kalkarsa Allah’ın, meleklerin ve bütün lanet edenlerin laneti onun üzerine olsun. Allah böyle kimselerin ne farz, ne de nafile İbadetlerini kabul eder, kölelerin izin haklarına da riayet edin, onlara yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin, bağışlayamacağınız bir hata işlerse elinizden çıkarın ama cezalandırmayın.
Ey insanlar! Bu anlattıklarımı burada bulunanlar burada bulunmayanlara da ulaştırsın. Çünkü burada bulunmadığı için sözlerime dinle yemeyen nice kimseler burada bulunup da dinleyenlerden daha kavrayışlı ve anlayışlı olabilir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Orada bulunan Ashap “Allah’ın elçiliğini ifa ettin vazifenin yerine getirdin bizlere tavsiyelerde bulundu.” diye şahitlik edeceğiz.” diye cevap verdiklerinde Allah’ın Resulü şehadet parmağını kaldırdı ve kalabalığa üzerinde gezdirerek 3 defa şöyle buyurdu:” Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol, Allah’ım şahit ol.”

MEDİNE’DE HZ. PEYGAMBER (SAA)

RİSALET ve DAVET
Peygamberliğin Arefesinde
Tertemiz bir soy ve muvahhit bir aileden gelmesinin yanı sıra, o çok yüksek bir ahlaka sahipti, çocukluğundan itibaren putperestliğin çirkinliğine bulaşmamış, Mekke halkının kötü ahlakından zerrece etkilenmemişti.
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurur:
“Hz. MUHAMMED (s.a.a) sütten kesildiğinde Yüce ALLAH onu iyiliklerle mükemmel ahlaka yöneltmesi kötülüklerden ve kötü ahlaktan sakındırması için büyük bir meleği onun hizmetine verdi. Gençlik ve peygamberlik öncesi yıllarında ona hep seslenen ve “es-Selamu aleyke ya Muhammed Resulullah” diyen bir melekti bu… Ancak Hz. Muhammed (s.a.a) o sıralarda bu sesin taştan veya yerden geldiğini sanıyor, ne dikkat etse de bir şey göremiyordu;
Fikri ve akli açıdan artık iyice olgunlaşıp rüşte eren Hz.Muhammed( s.a.a) peygamberlikle görevlendirileceği döneme doğru, kirli ve bozulmuş ortamdan rahatsızlık duymaya ve insanlardan uzak durmaya başlamıştı. Bu dönemlerde Hazret (s.a.a) yılın birkaç günü Hira Dağına çekilip ibadet ve duayla meşgul oluyordu. Bu şekilde halktan uzaklaşıp Hira da ibadete çekilme olayı, Allah’a inanan bazı Kureyş’liler arasında görülen bir şeydi. Bu geleneği Kureyş’te ilk başlatan kimse, Hz.Resulullah’ ın (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib olmuştu. Ramazan ayı girdiğinde Hira Dağına giderdi, ayrıca yoksullara yemek de verirdi.”
Hiraya Nur Yağıyor…
Kırk yaşına girmiş olan Hz. Muhammed ( s.a.a) birkaç yıldır yaptığı gibi yine Hira Dağında ibadete çekilmişti. İşte bu sırada vahy meleği inerek Rabbinden getirdiği ilk Kur’an ayetlerini ona okumaya başladı.
Rahman Rahim olan ALLAH’ın adıyla
Yaratan Rabb’inin adıyla oku
O insanı kan pıhtısından yarattı,
Oku, Rabb’in Yüceler Yücesidir,en büyük kerem sahibidir.
O,kalemle öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti…
Alak süresi /1-5
Hz. Muhammed’in ( s.a.a) peygamber oluşu ve vahiy alışı konusunda tarihi belgeler ve sahih hadislerle bağdaşmayan masalımsı ve doğruluktan uzak bir haber ve rivayet bazı tarih ve hadis kitaplarında yer almaktadır.
Bu rivayet kısaca şöyledir….
Muhammed ( s.a.a) mağarada bulunduğu sırada melek gelip “Oku” dedi, Muhammed (s.a.a) “Ben okuma bilmem” deyince meleğin,
kendisini takati kesilinceye kadar sıktığını ve tekrar okumasını istediğini, onun da okuma bilmediğini tekrarladığını, bunun üzerine meleğin onu yine takati kesilinceye kadar sıkıp “Oku” dediğini, onun da yine “Ben okuma bilmem”. dediğini üçüncü defasında da bu şekilde sıktıktan sonra onu rahat bıraktığını ve “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” dediğini 5. Ayete kadar söyler.
Muhammed (s.a.a.) oradan ayrıldı, yüreği-korkudan-titriyordu, Hatice’ye gidip “Beni örtün! Beni örtün!”dedi. Üzerini örttüler, Resulullah (s.a.a.) üzerindeki korku ve dehşeti atıp da rahatlayınca onları Hatice’ye anlatıp “Kendim için endişeliyim.”dedi, Hatice “Asla!”dedi, “Vallahi Rabbin seni küçük düşürmeyecektir zira sen akrabalarına iyilik ediyor, halka bağış ve yardımda bulunuyorsun. Yoksulların elinden tutuyor, misafire kapını açıyor, haklılara yardımcı oluyorsun.”Hatice bunları söyledikten sonra onu alıp amcasının oğlu Varaka b.Nevfel’e götürdü. Varaka amaydı ve Hıristiyan olmuştu, İbrani’ce de biliyordu ve İncil’i İbrani’ce yazmaktaydı.
Hatice “Amca oğlu !” dedi,”Bak, kardeşinin oğlu neler söylüyor!”Varaka “Yeğenim, ne görüyorsun?” diye sordu, Resulullah (s.a.a.) gördüklerini anlatınca Varaka “O gördüğün, Musa’ya da inen namus (melek)tur. Keşke şimdi genç olsaydım, keşke kavmin seni kovduğunda hayatta olsam…”Resulullah (s.a.a.)”Kavmim beni kovacak mı diyorsun ?”diye sorunca Varaka “Evet.”dedi…
Bu rivayetin doğru olması mümkün değildir, aşağıda sıralanan sebeplerden dolayı hem metnin içeriği, hem senet ve belgesellik açısından geçersizdir.
1.Bu haberi rivayet eden tek kişi Ümmül- Müminin Aişedir ve kendisi risaletten 4-5 yıl sonra dünyaya gelmiştir.
2.Eğer bu okumaktan maksat bir yazıyı okumaksa ALLAH ve O’nun meleğinin Hz.Resulullah’ın ümmi olduğunu bilmesi gerekirdi. Eğer maksat ayetleri tekrarlamaksa zeka ve dehasıyla ünlü olan Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birinin akli ve fikri olgunluğun doruğunda bulunduğu bir yaşta bunu kolayca yapması ve yapamam dememesi gerekirdi.
3.Vahiy meleğinin HZ.Resulullah’ı (s.a.a) sürekli sıkmasının ne manası vardır.
ALLAH Teala’nın Kur’an’da çok açık bir dille buyurmuş olduğu gibi peygamberlerin gayb alemiyle irtibatları ancak şu üç yoldan biriyle mümkündür:
a.Hiçbir vasıta olmadan, Allah’ın mesajını doğrudan almak ve direkt irtibata geçmek,
b.Ses sahibini göremeden ses duyma yoluyla,
c.Vahiy meleği yoluyla.
İmam Cafer Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Vahyi Cebrail getirdiğinde Hz. Resulullah (s.a.a.) gayet normal bir halde oluyor ve “Bu Cebrail’dir.” veya “Cebrail bana şöyle şöyle demekte…” diyordu. Ama vahyi aracısız, direkt olarak aldığı zaman üzerine bir ağırlık çöktüğünü hissediyor, baygınlık geçirir gibi bir hale giriyordu.”
4.Hz. Muhammed (s.a.a) daha önce gaybi mesajlar almaya başlamıştı ve bu duruma hazırlıklıydı.
5.Hz. Hatice’nin yüce İslam Peygamberinden daha bilgili olduğu ve onun dehşete kapıldığını görerek kendisini yatıştırdığını kabul etmek mümkün müdür?
6.İnsanların hidayeti için peygamberlikle görevlendirilmiş olan Hz.Resulullah’ın (s.a.a) bizzat kendisinin başına gelen olayın ne olduğunu bilmediğinin, kendisine vahiy getiren elçiyi tanımadığının ve onun getirdiği mesajı doğru dürüst teşhis bile edemediğinin, ancak Varaka gibi bir Hıristiyan’ın onaylamasıyla kendi peygamberliğinden emin olup içinin rahatladığının kabul edilmesi ve böylesine asılsız bir iddianın doğru olabileceğine başkalarının inandırılmak istenmesidir.
7.Ayrıca İslam kaynaklarında hiçbir peygamberin peygamberliği için bunca aşağılayıcı, küçültücü ve masalımsı bir sahneden söz edilmediğine de dikkat edilmeli ve gözden kaçmamalıdır.
8.Bu haberde Hz. Muhammed’e (s.a.a) yamanmaya çalışılan şüphe ve tereddüt “Muhammed’in kalbi, gördüğü şeyi yalanlamadı” ayetiyle asla bağdaşmamaktadır. Necm,11.
Tertemiz bir soy ve muvahhit bir aileden gelmesinin yanı sıra, o çok yüksek bir ahlaka sahipti, çocukluğundan itibaren putperestliğin çirkinliğine bulaşmamış, Mekke halkının kötü ahlakından zerrece etkilenmemişti.
İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurur:
“Hz. MUHAMMED (s.a.a) sütten kesildiğinde Yüce ALLAH onu iyiliklerle mükemmel ahlaka yöneltmesi kötülüklerden ve kötü ahlaktan sakındırması için büyük bir meleği onun hizmetine verdi. Gençlik ve peygamberlik öncesi yıllarında ona hep seslenen ve “es-Selamu aleyke ya Muhammed Resulullah” diyen bir melekti bu… Ancak Hz. Muhammed (s.a.a) o sıralarda bu sesin taştan veya yerden geldiğini sanıyor, ne dikkat etse de bir şey göremiyordu;
Fikri ve akli açıdan artık iyice olgunlaşıp rüşte eren Hz.Muhammed( s.a.a) peygamberlikle görevlendirileceği döneme doğru, kirli ve bozulmuş ortamdan rahatsızlık duymaya ve insanlardan uzak durmaya başlamıştı. Bu dönemlerde Hazret (s.a.a) yılın birkaç günü Hira Dağına çekilip ibadet ve duayla meşgul oluyordu. Bu şekilde halktan uzaklaşıp Hira da ibadete çekilme olayı, Allah’a inanan bazı Kureyş’liler arasında görülen bir şeydi. Bu geleneği Kureyş’te ilk başlatan kimse, Hz.Resulullah’ ın (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib olmuştu. Ramazan ayı girdiğinde Hira Dağına giderdi, ayrıca yoksullara yemek de verirdi.”
Hiraya Nur Yağıyor…
Kırk yaşına girmiş olan Hz. Muhammed ( s.a.a) birkaç yıldır yaptığı gibi yine Hira Dağında ibadete çekilmişti. İşte bu sırada vahy meleği inerek Rabbinden getirdiği ilk Kur’an ayetlerini ona okumaya başladı.
Rahman Rahim olan ALLAH’ın adıyla
Yaratan Rabb’inin adıyla oku
O insanı kan pıhtısından yarattı,
Oku, Rabb’in Yüceler Yücesidir,en büyük kerem sahibidir.
O,kalemle öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti…
Alak süresi /1-5
Hz. Muhammed’in ( s.a.a) peygamber oluşu ve vahiy alışı konusunda tarihi belgeler ve sahih hadislerle bağdaşmayan masalımsı ve doğruluktan uzak bir haber ve rivayet bazı tarih ve hadis kitaplarında yer almaktadır.
Bu rivayet kısaca şöyledir….
Muhammed ( s.a.a) mağarada bulunduğu sırada melek gelip “Oku” dedi, Muhammed (s.a.a) “Ben okuma bilmem” deyince meleğin,
kendisini takati kesilinceye kadar sıktığını ve tekrar okumasını istediğini, onun da okuma bilmediğini tekrarladığını, bunun üzerine meleğin onu yine takati kesilinceye kadar sıkıp “Oku” dediğini, onun da yine “Ben okuma bilmem”. dediğini üçüncü defasında da bu şekilde sıktıktan sonra onu rahat bıraktığını ve “Yaratan Rabb’inin adıyla oku” dediğini 5. Ayete kadar söyler.
Muhammed (s.a.a.) oradan ayrıldı, yüreği-korkudan-titriyordu, Hatice’ye gidip “Beni örtün! Beni örtün!”dedi. Üzerini örttüler, Resulullah (s.a.a.) üzerindeki korku ve dehşeti atıp da rahatlayınca onları Hatice’ye anlatıp “Kendim için endişeliyim.”dedi, Hatice “Asla!”dedi, “Vallahi Rabbin seni küçük düşürmeyecektir zira sen akrabalarına iyilik ediyor, halka bağış ve yardımda bulunuyorsun. Yoksulların elinden tutuyor, misafire kapını açıyor, haklılara yardımcı oluyorsun.”Hatice bunları söyledikten sonra onu alıp amcasının oğlu Varaka b.Nevfel’e götürdü. Varaka amaydı ve Hıristiyan olmuştu, İbrani’ce de biliyordu ve İncil’i İbrani’ce yazmaktaydı.
Hatice “Amca oğlu !” dedi,”Bak, kardeşinin oğlu neler söylüyor!”Varaka “Yeğenim, ne görüyorsun?” diye sordu, Resulullah (s.a.a.) gördüklerini anlatınca Varaka “O gördüğün, Musa’ya da inen namus (melek)tur. Keşke şimdi genç olsaydım, keşke kavmin seni kovduğunda hayatta olsam…”Resulullah (s.a.a.)”Kavmim beni kovacak mı diyorsun ?”diye sorunca Varaka “Evet.”dedi…
Bu rivayetin doğru olması mümkün değildir, aşağıda sıralanan sebeplerden dolayı hem metnin içeriği, hem senet ve belgesellik açısından geçersizdir.
1.Bu haberi rivayet eden tek kişi Ümmül- Müminin Aişedir ve kendisi risaletten 4-5 yıl sonra dünyaya gelmiştir.
2.Eğer bu okumaktan maksat bir yazıyı okumaksa ALLAH ve O’nun meleğinin Hz.Resulullah’ın ümmi olduğunu bilmesi gerekirdi. Eğer maksat ayetleri tekrarlamaksa zeka ve dehasıyla ünlü olan Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birinin akli ve fikri olgunluğun doruğunda bulunduğu bir yaşta bunu kolayca yapması ve yapamam dememesi gerekirdi.
3.Vahiy meleğinin HZ.Resulullah’ı (s.a.a) sürekli sıkmasının ne manası vardır.
ALLAH Teala’nın Kur’an’da çok açık bir dille buyurmuş olduğu gibi peygamberlerin gayb alemiyle irtibatları ancak şu üç yoldan biriyle mümkündür:
a.Hiçbir vasıta olmadan, Allah’ın mesajını doğrudan almak ve direkt irtibata geçmek,
b.Ses sahibini göremeden ses duyma yoluyla,
c.Vahiy meleği yoluyla.
İmam Cafer Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır:
“Vahyi Cebrail getirdiğinde Hz. Resulullah (s.a.a.) gayet normal bir halde oluyor ve “Bu Cebrail’dir.” veya “Cebrail bana şöyle şöyle demekte…” diyordu. Ama vahyi aracısız, direkt olarak aldığı zaman üzerine bir ağırlık çöktüğünü hissediyor, baygınlık geçirir gibi bir hale giriyordu.”
4.Hz. Muhammed (s.a.a) daha önce gaybi mesajlar almaya başlamıştı ve bu duruma hazırlıklıydı.
5.Hz. Hatice’nin yüce İslam Peygamberinden daha bilgili olduğu ve onun dehşete kapıldığını görerek kendisini yatıştırdığını kabul etmek mümkün müdür?
6.İnsanların hidayeti için peygamberlikle görevlendirilmiş olan Hz.Resulullah’ın (s.a.a) bizzat kendisinin başına gelen olayın ne olduğunu bilmediğinin, kendisine vahiy getiren elçiyi tanımadığının ve onun getirdiği mesajı doğru dürüst teşhis bile edemediğinin, ancak Varaka gibi bir Hıristiyan’ın onaylamasıyla kendi peygamberliğinden emin olup içinin rahatladığının kabul edilmesi ve böylesine asılsız bir iddianın doğru olabileceğine başkalarının inandırılmak istenmesidir.
7.Ayrıca İslam kaynaklarında hiçbir peygamberin peygamberliği için bunca aşağılayıcı, küçültücü ve masalımsı bir sahneden söz edilmediğine de dikkat edilmeli ve gözden kaçmamalıdır.
8.Bu haberde Hz. Muhammed’e (s.a.a) yamanmaya çalışılan şüphe ve tereddüt “Muhammed’in kalbi, gördüğü şeyi yalanlamadı” ayetiyle asla bağdaşmamaktadır. Necm,11.

SALÂVAT, ALLAH İLE İRTİBATTIR.

BEN YAĞMURA BENZERİM
“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, yeryüzüne düşen bol yağmura benzer. Yeryüzünün bir kesimi iyidir; suyu içine kabul eder; çayır ve bol ot bitirir.
Bir kesimi ise çoraktır; suyu dışında tutar; Allah onunla insanlara yararlanma imkânı verir. O sudan kendileri içerler, hayvanlarına su verirler ve tarım yaparlar.
Yağmurun bir bölümü ise başka bir yeryüzü kesimine düşer. Orası düz ve engin bir çölden ibarettir. Ne suyu tutar ve ne ot bitirir.
İşte bu, Allah’ın dinini anlayan ve onun benimle gönderdiği mesajdan faydalanıp bu mesajı öğrenen ve başkalarına öğreten ile bu mesaja başını kaldırıp bakmayanın, getirdiğim ilâhî hidayeti kabul etmeyenin örnekleridir.”
HZ. MUHAMMED (S.A.A)
Biharu’l-Envar, c.1, s.184
Bir kesimi ise çoraktır; suyu dışında tutar; Allah onunla insanlara yararlanma imkânı verir. O sudan kendileri içerler, hayvanlarına su verirler ve tarım yaparlar.
Yağmurun bir bölümü ise başka bir yeryüzü kesimine düşer. Orası düz ve engin bir çölden ibarettir. Ne suyu tutar ve ne ot bitirir.
İşte bu, Allah’ın dinini anlayan ve onun benimle gönderdiği mesajdan faydalanıp bu mesajı öğrenen ve başkalarına öğreten ile bu mesaja başını kaldırıp bakmayanın, getirdiğim ilâhî hidayeti kabul etmeyenin örnekleridir.”
HZ. MUHAMMED (S.A.A)
Biharu’l-Envar, c.1, s.184

Hz. Peygamber (s.a.a)’e Salâvat Getirmenin Önemi
“ALLAH ve melekleri, peygambere çok salâvat gönderirler. Ey müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” Ahzab süresi,56.
İmam Musa Kazım’dan (a.s.) ayette geçen salavatın anlamı sorulunca şöyle buyurdu:
“ALLAH’IN salavatı, rahmet etmektir. Meleklerin salavatı, peygamberin makamını yüce bilmektir. Müminlerin salavatı ise peygamber için dua etmektir.”
Müminlerin salavatı peygamberi ve ailesine verdiği ahdidir. Her salavat çektiğinde bu ahdini yenilemiş olur. Çünkü salavat ile bağlılığına, bu yola destek vereceğine, kendilerine bu davada yardımcı olacağına söz vermiş olur. Adeta inananlar arasında bir parola gibidir.
Salavat İle İlgili Hadisler…
1.Hz.Peygamber (s.a.a): “Bana getirilen salavat sırat köprüsünde bir nurdur.”
2.Hz.Peygamber (s.a.a): “Nerede olursanız olun bana salavat getirin. Salavatınız mutlaka bana ulaşır.”
3.Hz.Peygamber(s.a.a): “ İnsanların en cimrisi yanında ismim söylendiğinde bana salavat getirmeyendir.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur:
“Kıyamet günü kulun terazisini en ağır eden şey, Muhammed (s.a.a) ve Ehli Beyt’ine getirilen salavat’tır.”
İmam Musa Kazım’dan (a.s.) ayette geçen salavatın anlamı sorulunca şöyle buyurdu:
“ALLAH’IN salavatı, rahmet etmektir. Meleklerin salavatı, peygamberin makamını yüce bilmektir. Müminlerin salavatı ise peygamber için dua etmektir.”
Müminlerin salavatı peygamberi ve ailesine verdiği ahdidir. Her salavat çektiğinde bu ahdini yenilemiş olur. Çünkü salavat ile bağlılığına, bu yola destek vereceğine, kendilerine bu davada yardımcı olacağına söz vermiş olur. Adeta inananlar arasında bir parola gibidir.
Salavat İle İlgili Hadisler…
1.Hz.Peygamber (s.a.a): “Bana getirilen salavat sırat köprüsünde bir nurdur.”
2.Hz.Peygamber (s.a.a): “Nerede olursanız olun bana salavat getirin. Salavatınız mutlaka bana ulaşır.”
3.Hz.Peygamber(s.a.a): “ İnsanların en cimrisi yanında ismim söylendiğinde bana salavat getirmeyendir.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur:
“Kıyamet günü kulun terazisini en ağır eden şey, Muhammed (s.a.a) ve Ehli Beyt’ine getirilen salavat’tır.”

“Ümmetimde On Beş Haslet Olursa Onlara Belâ Nazil Olur.''
“Ümmetimde on beş haslet olursa onlara belâ nazil olur.
“Ya Resulullah, onlar nelerdir?”
Diye sorduklarında Resulullah söyle buyurdu:
Serveti elden ele devrettiklerinde (müstahak olan kimselerden esirgediklerinde),
Emaneti ganimet bildiklerinde,
Zekâtı zarar saydıklarında,
Erkek hanımına itaat edip annesine karşı geldiğinde,
Arkadaşına iyilik yapıp, babasına zulmettiğinde,
Camide sesler yükseldiğinde,
Kötülük yapmasından korkarak bazı kimselere saygı gösterildiğinde,
Aşağılık kimseler/ayak takımı toplumu yönettiğinde,
(erkek tarafından) ipek elbise giyildiğinde,
Şarap içildiğinde,
Şarkıcı kadın ve çalgı aletleri yaygınlaştığında
Ve ümmetin, sonradan gelenleri öncekileri lanetlediklerinde.
Bunları yaptıklarında üç belayı beklemelidirler:
Kırmızı (sam) yelinin esmesini,
İnsanların meshedilmesi (hilkatlerinin değişmesini)
Ve toplumun çözülmesini (sosyal patlama).”
HZ. MUHAMMED(S.A.A)
“Ya Resulullah, onlar nelerdir?”
Diye sorduklarında Resulullah söyle buyurdu:
Serveti elden ele devrettiklerinde (müstahak olan kimselerden esirgediklerinde),
Emaneti ganimet bildiklerinde,
Zekâtı zarar saydıklarında,
Erkek hanımına itaat edip annesine karşı geldiğinde,
Arkadaşına iyilik yapıp, babasına zulmettiğinde,
Camide sesler yükseldiğinde,
Kötülük yapmasından korkarak bazı kimselere saygı gösterildiğinde,
Aşağılık kimseler/ayak takımı toplumu yönettiğinde,
(erkek tarafından) ipek elbise giyildiğinde,
Şarap içildiğinde,
Şarkıcı kadın ve çalgı aletleri yaygınlaştığında
Ve ümmetin, sonradan gelenleri öncekileri lanetlediklerinde.
Bunları yaptıklarında üç belayı beklemelidirler:
Kırmızı (sam) yelinin esmesini,
İnsanların meshedilmesi (hilkatlerinin değişmesini)
Ve toplumun çözülmesini (sosyal patlama).”
HZ. MUHAMMED(S.A.A)

GÜL, GONCAYI BÜYÜTÜYOR…
Ebu Talib ve eşi Fatıma’nın Muhammed açısından son derece değerli ve saygın kimseler olduklarında kuşku yoktu. Muhammed’i bütün sevgi ve şefkatleriyle bağırlarına basmışlardı. Dolayısıyla onların sıkıntılarını azaltmak, onları sevindirmek Muhammed için çok önemliydi. Ebu Talip kalabalık bir aileyi geçindirmek zorundaydı ama fakirdi.
Hz.Muhammed( s.a.a) Haşimoğulları’nın en zenginlerinden olan amcası Abbas’a giderek her birimiz Ebu Talib’in çocuklarından birini yanımıza alıp büyütelim, böylece sıkıntısı birazcık azalmış olur, dedi. Ebu Talib’e gidip kararlarını bildirdiler. Abbas Caferi, Hz.Muhammed de (s.a.a )Ali’yi aldı ve böylece Hz. Ali’nin( a.s) eğitim ve terbiyesini bizzat kendisi üstlenmiş oldu. Hz. Ali(a.s) çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) özel terbiye ve eğitimiyle yetişecek, onun ellerinde, onun evinde büyüyecek ve peygamberlikle görevlendirildiğinde de erkeklerden ona ilk iman eden olacaktı.
Nitekim Hz. Ali’nin (a.s) veliliğini üstlendikten sonra “Ben, Rabbimin benim için seçmiş olduğunu seçtim!” buyuracaktı.
Hz. Muhammed (s.a.a.)Hz. Ali’yi (a.s) çok seviyor, ona fevkalade bir ilgi ve itina gösteriyor ve tıpkı kendi evladı gibi yetiştiriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.a.) peygamber olduktan sonra Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve terbiyesine daha fazla özen gösterir oldu. Örneğin; gece vakti kendisine bir vahiy nazil olsa sabah olmadan ona öğretir; gündüz bir vahiy nazil olsa onu da akşamdan önce mutlaka Hz. Ali’ye (a.s) öğretirdi.
Hz. Ali’ye (a.s) kendisinin nasıl diğer sahabelerden daha fazla hadis öğrenebildiğini sorduklarında şu cevabı verdi:
“Ne zaman Hz. Resulullah’tan (s.a.a.) bir şey soracak olsam cevap verirdi, ne zaman susacak olsam önce kendisi bana bir hadis söylerdi.”
Hz. Ali (a.s) halife olduğu günlerden birinde, kendisinin çocukluktan beri nasıl yetiştirildiğini şöyle anlatır:
“ …Siz sahabeler benim Resulullah’a (s.a.a.) olan yakınlığımı, yakın akrabalığımı ve onun nezdinde nasıl özel bir yerim olduğunu bilirsiniz… Küçük bir çocukken beni nasıl bağrına bastığını, kendi yatağında, kendi yanında yatırdığını bilirsiniz. Onun mübarek kokusunu elvan elvan duyardım, yemeğimi bizzat yedirir, ağzıma lokma verirdi.
Annesinin peşi sıra giden bir çocuk gibi, nereye gitse peşi sıra giderdim. Her gün kendi erdem ve ahlakından birini bana öğretir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’nda ibadete çekilir, benden başka kimse onu göremezdi. Ona vahiy nazil olduğunda şeytanın sesini duydum;”Ya Resulullah, bu feryat nedir?”diye sordum,”Bu şeytanın feryadı, onun iniltisidir.”buyurdu.”Çünkü artık yeryüzünde kendisine itaat edilmesinden ümidi yitirir hale geldi. Ya Ali! Benim duyduğumu sen de duyuyor, benim gördüğümü sen de görüyorsun; ancak sen peygamber değil, benim hayırlı ve daima iyilik üzere olan vasimsin.”
Hz. Ali’nin (a.s) temiz bir ruha sahip oluşu ve Hz. Resulullah’ın( s.a.a) onu aralıksız ve itinayla eğitip yetiştirmesi sonucu o henüz çocukluk çağından itibaren hassas bir kalp, keskin bir görüş ve duyuş gücü, özel bir anlayış ve basiretle donanmış ve diğer insanların göremediği şeyleri görür, onların duyamadığı şeyleri duyar hale gelebilmiştir.
Hz.Muhammed( s.a.a) Haşimoğulları’nın en zenginlerinden olan amcası Abbas’a giderek her birimiz Ebu Talib’in çocuklarından birini yanımıza alıp büyütelim, böylece sıkıntısı birazcık azalmış olur, dedi. Ebu Talib’e gidip kararlarını bildirdiler. Abbas Caferi, Hz.Muhammed de (s.a.a )Ali’yi aldı ve böylece Hz. Ali’nin( a.s) eğitim ve terbiyesini bizzat kendisi üstlenmiş oldu. Hz. Ali(a.s) çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) özel terbiye ve eğitimiyle yetişecek, onun ellerinde, onun evinde büyüyecek ve peygamberlikle görevlendirildiğinde de erkeklerden ona ilk iman eden olacaktı.
Nitekim Hz. Ali’nin (a.s) veliliğini üstlendikten sonra “Ben, Rabbimin benim için seçmiş olduğunu seçtim!” buyuracaktı.
Hz. Muhammed (s.a.a.)Hz. Ali’yi (a.s) çok seviyor, ona fevkalade bir ilgi ve itina gösteriyor ve tıpkı kendi evladı gibi yetiştiriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.a.) peygamber olduktan sonra Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve terbiyesine daha fazla özen gösterir oldu. Örneğin; gece vakti kendisine bir vahiy nazil olsa sabah olmadan ona öğretir; gündüz bir vahiy nazil olsa onu da akşamdan önce mutlaka Hz. Ali’ye (a.s) öğretirdi.
Hz. Ali’ye (a.s) kendisinin nasıl diğer sahabelerden daha fazla hadis öğrenebildiğini sorduklarında şu cevabı verdi:
“Ne zaman Hz. Resulullah’tan (s.a.a.) bir şey soracak olsam cevap verirdi, ne zaman susacak olsam önce kendisi bana bir hadis söylerdi.”
Hz. Ali (a.s) halife olduğu günlerden birinde, kendisinin çocukluktan beri nasıl yetiştirildiğini şöyle anlatır:
“ …Siz sahabeler benim Resulullah’a (s.a.a.) olan yakınlığımı, yakın akrabalığımı ve onun nezdinde nasıl özel bir yerim olduğunu bilirsiniz… Küçük bir çocukken beni nasıl bağrına bastığını, kendi yatağında, kendi yanında yatırdığını bilirsiniz. Onun mübarek kokusunu elvan elvan duyardım, yemeğimi bizzat yedirir, ağzıma lokma verirdi.
Annesinin peşi sıra giden bir çocuk gibi, nereye gitse peşi sıra giderdim. Her gün kendi erdem ve ahlakından birini bana öğretir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’nda ibadete çekilir, benden başka kimse onu göremezdi. Ona vahiy nazil olduğunda şeytanın sesini duydum;”Ya Resulullah, bu feryat nedir?”diye sordum,”Bu şeytanın feryadı, onun iniltisidir.”buyurdu.”Çünkü artık yeryüzünde kendisine itaat edilmesinden ümidi yitirir hale geldi. Ya Ali! Benim duyduğumu sen de duyuyor, benim gördüğümü sen de görüyorsun; ancak sen peygamber değil, benim hayırlı ve daima iyilik üzere olan vasimsin.”
Hz. Ali’nin (a.s) temiz bir ruha sahip oluşu ve Hz. Resulullah’ın( s.a.a) onu aralıksız ve itinayla eğitip yetiştirmesi sonucu o henüz çocukluk çağından itibaren hassas bir kalp, keskin bir görüş ve duyuş gücü, özel bir anlayış ve basiretle donanmış ve diğer insanların göremediği şeyleri görür, onların duyamadığı şeyleri duyar hale gelebilmiştir.

MÜŞRİK TOPLUMDA MUHAMMED’ÜL EMİN

RASULULLAH(S.A.A)’IN İLK HANIMI (KEVSER’İN ANNESİ)

Ticarette de “El-EMİN”
Çocukluk yıllarında bir süre çobanlık yapan Muhammed yaşı ilerleyip, gençlik çağına erişince, Mekke’lilerin çoğunun yaptığı gibi ticarete başladı. Esasen ticarete yabancı değildi. Küçük yaştayken amcası Ebu Talib’le birlikte Suriye bölgesine, daha sonra da diğer amcası Zübeyr veya Abbas’la Yemen’e gitmesi,ticarette tecrübeye sahip olmasına imkan sağlamıştı.
Hemşehrileri tarafından,iffeti ve namusu nedeniyle “Tahire ” olarak isimlendirilen Hatice,kocasının ölümü üzerine ticari faaliyetleri ücret karşılığı, kiraladığı kişiler aracılığıyla yürütmekteydi.Güvenilir, hilekar olmayan birisini arıyordu.Kardeşi Esma’nın tavsiyesi üzerine, ismini sıklıkla duyduğu, dürüstlüğü nedeniyle insanların kendisinden övgüyle bahsettikleri Muhammed’le görüşmeye karar verdi.Hz. Muhammed (s.a.a.) 25 yaşına geldiğinde; Ebu Talib “Oğul ”dedi, “Ben yaşlandım,maddi durumumuz da pek iyi değil; bir Kureyş ticaret kervanı yola çıkmaya hazırlanıyor.Keşke sen de gidip Hatice ile konuşsaydın,onun ticaret sorumluluğunu sen alırdın.”
Ebu Talib bunları söylerken, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) dürüstlüğü, emanete sadakati ve güzel ahlakını epey duymuş olan Hatice de aynı şeyi düşünmüş ve kölesi Meysere’yi Hz. Muhammed’e (s.a.a.) göndererek kendisinin ticaret sorumluluğunu kabul etmesi halinde ona başkalarından daha fazla ücret ödeyeceğini ve kölesi Meysere’yi de yanına vereceğini belirtmişti! Hz. Muhammed (s.a.a.) onun bu teklifini kabul etti ,Meysere’yle birlikte Şam kervanına katıldı. Bu defa kazançları daha öncekilerden de fazla olacaktı.
Meysere bu yolculuk sırasında Hz. Muhammed’in (s.a.a.) kerametlerini görmüş, hayrette kalmıştı. Bu yolculukta Nostur adlı bir rahip, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) gelecekte peygamber olacağını müjdelemişti. Meysere’nin gördüğü bir başka olay da bir adam, alışveriş sırasında Hz. Muhammed’e (s.a.a.) “Lat ile Uzza’ya yemin edersen sana inanır, malını alırım.” deyince O,”Ben hayatımda Lat ve Uzza’ya yemin etmiş değilim!”demiş, yemin etmemişti.
Meysere Mekke’ye döndüğünde şahit olduğu kerametleri Hatice’ye anlattı.
Hemşehrileri tarafından,iffeti ve namusu nedeniyle “Tahire ” olarak isimlendirilen Hatice,kocasının ölümü üzerine ticari faaliyetleri ücret karşılığı, kiraladığı kişiler aracılığıyla yürütmekteydi.Güvenilir, hilekar olmayan birisini arıyordu.Kardeşi Esma’nın tavsiyesi üzerine, ismini sıklıkla duyduğu, dürüstlüğü nedeniyle insanların kendisinden övgüyle bahsettikleri Muhammed’le görüşmeye karar verdi.Hz. Muhammed (s.a.a.) 25 yaşına geldiğinde; Ebu Talib “Oğul ”dedi, “Ben yaşlandım,maddi durumumuz da pek iyi değil; bir Kureyş ticaret kervanı yola çıkmaya hazırlanıyor.Keşke sen de gidip Hatice ile konuşsaydın,onun ticaret sorumluluğunu sen alırdın.”
Ebu Talib bunları söylerken, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) dürüstlüğü, emanete sadakati ve güzel ahlakını epey duymuş olan Hatice de aynı şeyi düşünmüş ve kölesi Meysere’yi Hz. Muhammed’e (s.a.a.) göndererek kendisinin ticaret sorumluluğunu kabul etmesi halinde ona başkalarından daha fazla ücret ödeyeceğini ve kölesi Meysere’yi de yanına vereceğini belirtmişti! Hz. Muhammed (s.a.a.) onun bu teklifini kabul etti ,Meysere’yle birlikte Şam kervanına katıldı. Bu defa kazançları daha öncekilerden de fazla olacaktı.
Meysere bu yolculuk sırasında Hz. Muhammed’in (s.a.a.) kerametlerini görmüş, hayrette kalmıştı. Bu yolculukta Nostur adlı bir rahip, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) gelecekte peygamber olacağını müjdelemişti. Meysere’nin gördüğü bir başka olay da bir adam, alışveriş sırasında Hz. Muhammed’e (s.a.a.) “Lat ile Uzza’ya yemin edersen sana inanır, malını alırım.” deyince O,”Ben hayatımda Lat ve Uzza’ya yemin etmiş değilim!”demiş, yemin etmemişti.
Meysere Mekke’ye döndüğünde şahit olduğu kerametleri Hatice’ye anlattı.

BEN KÂBE…

FİL OLAYI
ABDULMUTTALİB’İN İMANI VE TEVEKKÜLÜ (FİL OLAYI)
Yıl 569-570; Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed (saa) dünyaya gelmeden çok az önceydi. O yıllarda Yemen, Habeşistan’ın yönetimindeydi ve Ebrehe adında bir Habeş’li tarafından yönetiliyordu. Ebrehe, San’a’da bütün Arabistan’ın hac yeri olarak Mekke’den daha ileri olmasını istediği büyük bir katedral yaptırdı.
“Bütün Arapları bu kiliseye haccetmeye razı edene kadar uğraşacağım.”
Bunu duyan Kureyş’e yakın kabilelerden biri olan Kinane’li bir adam San’a’ ya kiliseyi pisletmek için gitti. Bir gece gizlice gidip, sağ salim geri döndü.
Ebrehe bunu duyunca, Kâbe’yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir ordu ile Mekke ‘ye doğru yola çıktı.
Ordunun önünde ise bir fil gidiyordu. San’a’nın kuzeyindeki birtakım Arap kabileleri onu durdurmaya çalıştılar, fakat Habeşistanlılar onları yendi.
Ebrehe Muğammis’te mola verdi ve Mekke tepelerine atlı bir grup gönderdi; bu öncü grup yolda ne bulurlarsa aldılar ve Ebrehe’ye Abdulmuttalib’in iki yüz devesini de içeren bir sürü gönderdiler. Kureyş ve komşu kabileler savaş konseyi topladı ve düşmana karşı koymanın bir anlamı olmadığına karar verdiler. O sırada Ebrehe, Mekke’ye beraberinde oranın şefini getirmesi için bir elçi gönderdi. Kureyş’in resmi bir başkanı yoktu. Bu kez elçi Abdulmuttalib’in evine yöneldi ve Abdulmuttalib oğullarından biriyle beraber Ebrehe’ye gitti. Ebrehe onu gördüğünde görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı ve halının üstüne, onun yanına oturdu. Abdulmuttalib, askerlerinin iki yüz devesini aldığını ve onların geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Develerinden çok yıkılmak istenen dinini düşünüyor olmalıydı.
Abdulmuttalib şu cevabı verdi:
-“Ben develerin sahibiyim, Kâbe’nin de onu koruyan bir sahibi vardır.”
Ebrehe : “Bana karşı koruyamaz” dedi.
Abdulmuttalib:”Bunu göreceğiz, sen bana develerimi geri ver “dedi.
Ebrehe de develerini geri verdi.
Abdulmuttalib eve dönüşünde “ALLAH’ım, kulun kendi evini korudu, Sen de kendi evini koru “ diye yalvardı. Diğer Kureyş’lilerle birlikte Mekke’nin dışındaki tepelere çıktılar.
Ertesi gün Ebrehe ordusuyla Kâbe’ye doğru hareket etti. Bu sırada ordunun önünde olan fil, Ebrehe ve askerlerini şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına yürütüp kendilerini takip etmesi için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de o tarafa döndü, fakat bir adım bile atmadan oraya çöktü.
Bir adım bile ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarıydı. Ama geç kalmışlardı: birden batı tarafındaki gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Gökyüzüne baktıklarında, gökyüzünün kuşlarla dolu olduğunu gördüler. Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlangıca benzediğini ve her kuşun, biri ağzında ikisi ayaklarında olmak üzere, kuru fasulye büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine bıraktıkları taşlar, hedefini buluyor ve öldürüyordu.
Bir mucize gerçekleşiyordu.
Yüce ALLAH’ımız, onların dualarını kabul etmiş ve Kâbe’yi yıkılmaktan korumuştu….
Yıl 569-570; Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed (saa) dünyaya gelmeden çok az önceydi. O yıllarda Yemen, Habeşistan’ın yönetimindeydi ve Ebrehe adında bir Habeş’li tarafından yönetiliyordu. Ebrehe, San’a’da bütün Arabistan’ın hac yeri olarak Mekke’den daha ileri olmasını istediği büyük bir katedral yaptırdı.
“Bütün Arapları bu kiliseye haccetmeye razı edene kadar uğraşacağım.”
Bunu duyan Kureyş’e yakın kabilelerden biri olan Kinane’li bir adam San’a’ ya kiliseyi pisletmek için gitti. Bir gece gizlice gidip, sağ salim geri döndü.
Ebrehe bunu duyunca, Kâbe’yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir ordu ile Mekke ‘ye doğru yola çıktı.
Ordunun önünde ise bir fil gidiyordu. San’a’nın kuzeyindeki birtakım Arap kabileleri onu durdurmaya çalıştılar, fakat Habeşistanlılar onları yendi.
Ebrehe Muğammis’te mola verdi ve Mekke tepelerine atlı bir grup gönderdi; bu öncü grup yolda ne bulurlarsa aldılar ve Ebrehe’ye Abdulmuttalib’in iki yüz devesini de içeren bir sürü gönderdiler. Kureyş ve komşu kabileler savaş konseyi topladı ve düşmana karşı koymanın bir anlamı olmadığına karar verdiler. O sırada Ebrehe, Mekke’ye beraberinde oranın şefini getirmesi için bir elçi gönderdi. Kureyş’in resmi bir başkanı yoktu. Bu kez elçi Abdulmuttalib’in evine yöneldi ve Abdulmuttalib oğullarından biriyle beraber Ebrehe’ye gitti. Ebrehe onu gördüğünde görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı ve halının üstüne, onun yanına oturdu. Abdulmuttalib, askerlerinin iki yüz devesini aldığını ve onların geri verilmesi gerektiğini söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve hayal kırıklığına uğradığını belirtti. Develerinden çok yıkılmak istenen dinini düşünüyor olmalıydı.
Abdulmuttalib şu cevabı verdi:
-“Ben develerin sahibiyim, Kâbe’nin de onu koruyan bir sahibi vardır.”
Ebrehe : “Bana karşı koruyamaz” dedi.
Abdulmuttalib:”Bunu göreceğiz, sen bana develerimi geri ver “dedi.
Ebrehe de develerini geri verdi.
Abdulmuttalib eve dönüşünde “ALLAH’ım, kulun kendi evini korudu, Sen de kendi evini koru “ diye yalvardı. Diğer Kureyş’lilerle birlikte Mekke’nin dışındaki tepelere çıktılar.
Ertesi gün Ebrehe ordusuyla Kâbe’ye doğru hareket etti. Bu sırada ordunun önünde olan fil, Ebrehe ve askerlerini şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına yürütüp kendilerini takip etmesi için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de o tarafa döndü, fakat bir adım bile atmadan oraya çöktü.
Bir adım bile ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarıydı. Ama geç kalmışlardı: birden batı tarafındaki gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Gökyüzüne baktıklarında, gökyüzünün kuşlarla dolu olduğunu gördüler. Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlangıca benzediğini ve her kuşun, biri ağzında ikisi ayaklarında olmak üzere, kuru fasulye büyüklüğünde üç çakıl taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine bıraktıkları taşlar, hedefini buluyor ve öldürüyordu.
Bir mucize gerçekleşiyordu.
Yüce ALLAH’ımız, onların dualarını kabul etmiş ve Kâbe’yi yıkılmaktan korumuştu….

ESENLİK YURDU MEKKE
Cahiliye dönemi Arap Yarımadası sakinlerinin çoğu çöllerde göçebe hayatı yaşıyordu. Hicazda şehir hayatı pek ilgi görmüyordu. Hicazın güneyinde yer alan ve Kızıldeniz’den yaklaşık 83km. Uzaklıkta bulunan MEKKE, İslam’ın zuhurundan 30-40 yıl önce genişlemeye başlamış, giderek nüfusu artmıştı.
MEKKE şehri kurak, suyu çok az ve tepeler arasında taşlık bir alanda bulunduğundan çiftçilik, ziraat veya başka bir üretime el vermiyordu, bu nedenle de MEKKE halkının yegâne geçim yolu ticaretti. Ne var ki bu da sadece Mekke ve yakın çevresiyle sınırlı bir ticaretten öteye geçmiyordu.
Arap olmayan tacirler mallarını getirip Mekke’de satıyor, Mekke’li tüccarlar bunları alarak yine şehir ve çevre halkına pazarlıyordu. Kimi zaman da Arap Yarımadasının çeşitli yerlerinde tertiplenen mevsimlik pazar ve panayırlara katılıyorlardı.
Mekke’nin genişlemesi ve ekonomik kalkınması yolunda önemli rol oynayan ikinci etken Kâbe’nin varlığıdır. Harem topraklarının kutsallık ve hürmeti de bu beldede huzur ve güvenliğin sağlanmasını sağlıyordu ki bu da Mekke’nin ticaretinin gelişmesinde rol oynamaktaydı.
Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
*** “Biz onları kendi katımızdan bir rızk olarak her şeyin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar.”***
Kasas süresi,57.
Hz. İbrahim (a.s) de eşiyle çocuğunu bugün Kâbe’nin bulunduğu o çorak bölgeye bıraktıktan sonra şöyle buyurmaktadır:
**“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye öyle yaptım, böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara yaklaştır ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” ** İbrahim süresi,37.
**“Rabbim! Bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından ALLAH’ a ve ahret gününe inananları ürünlerle rızıklandır…”** Bakara süresi,126.
Mekke şehrinin merkezileşip gelişmesinde rol oynayan ticaret ve Kâbe; Kureyşin Mekke’de güç ve iktidarının artmasını da sağlamıştı. Çünkü şimdi hem ekonominin nabzı, hem de Kâbe’nin dini işleri onların elindeydi artık.
Özellikle ünlü Fil Ordusu olayı ve Ebrehe’nin uğradığı ağır bir hezimetten sonra, Kâbe’nin anahtarlarını taşıyan Kureyş kabilesinin itibarı bölge halkının nezdinde hayli artmıştı.
Kureyş’in Mekke’de ne kadar güçlü ve nüfuzlu olduğu üzerinde bunca durmamızın nedeni, Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in nasıl bir gücün karşısına dikildiğinin ve ne kadar büyük bir düşmanla karşı karşıya geldiğinin anlaşılmasını sağlamaktır. Özellikle Mekke’de tebliğde bulunmak zorunda kaldığı ilk yıllarda hiçbir gücü bulunmaması ve kendisine inananların sayıca çok az olmasına rağmen Kureyş’in tam kalbinde Kureyş’e savaş açmış ve onlarla amansız bir mücadeleye girişebilmiş olması fevkalade zor ve takdire şayandır.
MEKKE şehri kurak, suyu çok az ve tepeler arasında taşlık bir alanda bulunduğundan çiftçilik, ziraat veya başka bir üretime el vermiyordu, bu nedenle de MEKKE halkının yegâne geçim yolu ticaretti. Ne var ki bu da sadece Mekke ve yakın çevresiyle sınırlı bir ticaretten öteye geçmiyordu.
Arap olmayan tacirler mallarını getirip Mekke’de satıyor, Mekke’li tüccarlar bunları alarak yine şehir ve çevre halkına pazarlıyordu. Kimi zaman da Arap Yarımadasının çeşitli yerlerinde tertiplenen mevsimlik pazar ve panayırlara katılıyorlardı.
Mekke’nin genişlemesi ve ekonomik kalkınması yolunda önemli rol oynayan ikinci etken Kâbe’nin varlığıdır. Harem topraklarının kutsallık ve hürmeti de bu beldede huzur ve güvenliğin sağlanmasını sağlıyordu ki bu da Mekke’nin ticaretinin gelişmesinde rol oynamaktaydı.
Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
*** “Biz onları kendi katımızdan bir rızk olarak her şeyin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar.”***
Kasas süresi,57.
Hz. İbrahim (a.s) de eşiyle çocuğunu bugün Kâbe’nin bulunduğu o çorak bölgeye bıraktıktan sonra şöyle buyurmaktadır:
**“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye öyle yaptım, böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara yaklaştır ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler.” ** İbrahim süresi,37.
**“Rabbim! Bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından ALLAH’ a ve ahret gününe inananları ürünlerle rızıklandır…”** Bakara süresi,126.
Mekke şehrinin merkezileşip gelişmesinde rol oynayan ticaret ve Kâbe; Kureyşin Mekke’de güç ve iktidarının artmasını da sağlamıştı. Çünkü şimdi hem ekonominin nabzı, hem de Kâbe’nin dini işleri onların elindeydi artık.
Özellikle ünlü Fil Ordusu olayı ve Ebrehe’nin uğradığı ağır bir hezimetten sonra, Kâbe’nin anahtarlarını taşıyan Kureyş kabilesinin itibarı bölge halkının nezdinde hayli artmıştı.
Kureyş’in Mekke’de ne kadar güçlü ve nüfuzlu olduğu üzerinde bunca durmamızın nedeni, Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in nasıl bir gücün karşısına dikildiğinin ve ne kadar büyük bir düşmanla karşı karşıya geldiğinin anlaşılmasını sağlamaktır. Özellikle Mekke’de tebliğde bulunmak zorunda kaldığı ilk yıllarda hiçbir gücü bulunmaması ve kendisine inananların sayıca çok az olmasına rağmen Kureyş’in tam kalbinde Kureyş’e savaş açmış ve onlarla amansız bir mücadeleye girişebilmiş olması fevkalade zor ve takdire şayandır.

İSLAM’IN NURUYLA KARANLIKLARDAN AYDINLIĞA…
Hicaz halkının hayatının bütün boyutlarında köklü ve geniş yelpazeli değişimler gerçekleşti….
Putperestliğin kökünü kazıdı ve onun yerine “tevhid” merkezli bir hayat sistemi ikame etti…
Kabileci ve kavmiyetçi düzene son verip, yanlış örf ve töreleri ortadan kaldırdı…
Kadını esaret ve zavallılıktan kurtarıp, ona büyük bir insani ve sosyal konum kazandırdı…
Kabile düzeni yerine ümmet ve imamet düzenini kurdu, dağınık Arap kabileleri sistemini tek ümmet sistemine dönüştürdü…
İntikam davalarını, talan ve yağmacılığı, kabileler arasında kardeş kanı dökmeyi barış ve sevgiye dönüştürerek, bütün Müslümanları kardeş ilan etti..
Bu tespitleri bugün gayrimüslim ama insaf sahibi bilim adamlarının bile bu apaçık gerçeği itiraf ettiği bilinmektedir:
Fransız bilim adamı Dr.Gustav Lubon şöyle diyor:
“İslam peygamberinin en büyük mucizesi ölmeden önce, darmadağınık olan Arap kervanını bir araya getirerek, bu perişan ve başıbozuk kervandan tek bir ümmet kurabilmesi olmuştur. Öyle ki herkesin tek din karşısında saygıyla eğilmesini, tek lidere itaat edip emir almasını sağladı… Hz. Muhammed(s.a.a)bu zahmetlerinin karşılığında çok büyük kazançlar elde etti, ondan önce aralarında Hıristiyanlık ve Yahudilik de bulunmak üzere hiçbir dine nasip olmayan başarılardır bunlar! Bu nedenle o değerli insanın Araplar üzerinde pek büyük bir hakkı vardır… İnsanların değeri, yaptıkları iyi ve güzel işlerle ölçülecekse hiç şüphesiz, Hz. Muhammed’i(s.a.a), tarihin en büyük insanı ilan etmek gerekir… Onun getirdiği ve insanları davet ettiği bu yüce din bizce, bu dine uyanlar için ALLAH’ın en büyük nimetlerinden biridir.”
Putperestliğin kökünü kazıdı ve onun yerine “tevhid” merkezli bir hayat sistemi ikame etti…
Kabileci ve kavmiyetçi düzene son verip, yanlış örf ve töreleri ortadan kaldırdı…
Kadını esaret ve zavallılıktan kurtarıp, ona büyük bir insani ve sosyal konum kazandırdı…
Kabile düzeni yerine ümmet ve imamet düzenini kurdu, dağınık Arap kabileleri sistemini tek ümmet sistemine dönüştürdü…
İntikam davalarını, talan ve yağmacılığı, kabileler arasında kardeş kanı dökmeyi barış ve sevgiye dönüştürerek, bütün Müslümanları kardeş ilan etti..
Bu tespitleri bugün gayrimüslim ama insaf sahibi bilim adamlarının bile bu apaçık gerçeği itiraf ettiği bilinmektedir:
Fransız bilim adamı Dr.Gustav Lubon şöyle diyor:
“İslam peygamberinin en büyük mucizesi ölmeden önce, darmadağınık olan Arap kervanını bir araya getirerek, bu perişan ve başıbozuk kervandan tek bir ümmet kurabilmesi olmuştur. Öyle ki herkesin tek din karşısında saygıyla eğilmesini, tek lidere itaat edip emir almasını sağladı… Hz. Muhammed(s.a.a)bu zahmetlerinin karşılığında çok büyük kazançlar elde etti, ondan önce aralarında Hıristiyanlık ve Yahudilik de bulunmak üzere hiçbir dine nasip olmayan başarılardır bunlar! Bu nedenle o değerli insanın Araplar üzerinde pek büyük bir hakkı vardır… İnsanların değeri, yaptıkları iyi ve güzel işlerle ölçülecekse hiç şüphesiz, Hz. Muhammed’i(s.a.a), tarihin en büyük insanı ilan etmek gerekir… Onun getirdiği ve insanları davet ettiği bu yüce din bizce, bu dine uyanlar için ALLAH’ın en büyük nimetlerinden biridir.”

ARABİSTAN YARIMADASI VE ÇEVRESİNDEKİ DİNLER

ARAP HALKINDA KADIN VE ÇOCUK
ARAP TOPLUMUNDA KADIN
Cahiliye dönemi Araplarının cehalet ve hurafelerinin en belirgin yanlarından biri de, kadına bakış açılarıydı. O günün Arap dünyasında kadın insanlık değerinden, sosyal haklardan ve bağımsız bir yaşamdan tamamen mahrumdu. Topluma hâkim olan inançsızlık ve değerlerden yoksunluk yüzünden kadın ve kız çocuğu, erkeğin yüzkarası ve utancı olarak değerlendirilirdi.
Cahiliye döneminde bir erkeğin, üvey annesiyle evlenmesi meşru sayılıyordu
Cahiliye döneminde birden fazla kadınla evlilik de çok yaygındı ve bu konuda hiçbir sayı veya sınırlama da yoktu. Kadınların sosyal hiçbir hakları yoktu. Erkeklerin isteklerini ve hizmetlerini karşılayan, ikinci sınıf bir varlık olarak algılanıyordu. Kadının saygınlığı kaybolmuştu. Kadın çıplaktı bütün değerlerden. Kulluk, eş, analık gibi bütün rolleri elinden alınmıştı. Kadının kendine göre bir aile kurması çok zordu.
ARAP TOPLUMUNDA ÇOCUK
Herkesçe bilindiği üzere cahiliye Arapların en kötü töresi, kız çocuğunun diri diri mezara gömülmesiydi.
“Onlardan birine, dünyaya gelen çocuğunun kız çocuğu müjdelendiğinde sinirinden suratı morarır ve öfkesini gizlemeye çalışır. Aldığı bu kötü haber yüzünden evinden barkından kaçar; zillet ve alçalmayı kabullenerek bu bebeği büyüteceğine mi, yoksa onu toprağa mı gizleyeceğine karar veremez. Bilin ki pek kötü bir yargıda bulunuyorlar.”
Nahl süresi,58-59.
Kur’an-ı Kerim birçok ayette bu vahşi töreyi sert bir dille kınamaktadır. Bu da söz konusu uygulamanın sosyal bir yaraya dönüştüğünü gösteriyor; Kur’an bu konuda şöyle ihtarda bulunur:
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızk biz vereceğiz. Şüphe yok ki onları öldürmek pek büyük bir günahtır.”
İsra süresi,31.
“Ve müşiklerin çoğunun ortakları(putları) çocuklarını öldürmeyi onlara güzel gösterdi, böylece onları mahvetmek ve dinlerini şaşırmalarını sağlamak için.”
En’am süresi,137.
“Şüphesiz; cehalet ve akılsızlıkları yüzünden çocuklarını öldürenler zarara uğradılar.”
En’am süresi,140.
Ayrıca çocuk ister erkek olsun, ister kız ekonomik bir kriz olarak görülürdü. “Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin, biz sizin ve onların rızkını veririz.” En’am süresi,151.
Bunlardan ayrı bir de en önemli sorunlardan biri de çocukların kime ait olduğu bilinmemesi idi. Zina olayı yaygındı.
Ayrıca nikâh önemsenmiyordu. Evlilik basit bir yapı olarak görülüyordu. Nikâh olayı gelişigüzel ve suiistimal olduğundan çocukların babaları bilinmezdi. Bu duruma ilginç çözüm önerileri getirilirdi. Bazen çocuklar başkalarına verilirdi, bazen tahminen baba seçilirdi, bazen gizlice öldürülürdü….
Ayrıca çocukların doğru amaçlar uğruna yetiştirilmemesi de neslin kaybına neden oluyordu. Çocukların yetiştirilmesi anlamsız ve kendi beklentileri uğruna olmalarından dolayı çocuklar ziyan ediliyordu. Bu yüzden bir tarafta çocuklarını öldürenler, diğer tarafta gasp, savaş ve üstünlük sağlamak için çok çocuk sahibi olmak isteyenler vardı. Her iki durumda çocukları harcamaktı.
Cahiliye dönemi Araplarının cehalet ve hurafelerinin en belirgin yanlarından biri de, kadına bakış açılarıydı. O günün Arap dünyasında kadın insanlık değerinden, sosyal haklardan ve bağımsız bir yaşamdan tamamen mahrumdu. Topluma hâkim olan inançsızlık ve değerlerden yoksunluk yüzünden kadın ve kız çocuğu, erkeğin yüzkarası ve utancı olarak değerlendirilirdi.
Cahiliye döneminde bir erkeğin, üvey annesiyle evlenmesi meşru sayılıyordu
Cahiliye döneminde birden fazla kadınla evlilik de çok yaygındı ve bu konuda hiçbir sayı veya sınırlama da yoktu. Kadınların sosyal hiçbir hakları yoktu. Erkeklerin isteklerini ve hizmetlerini karşılayan, ikinci sınıf bir varlık olarak algılanıyordu. Kadının saygınlığı kaybolmuştu. Kadın çıplaktı bütün değerlerden. Kulluk, eş, analık gibi bütün rolleri elinden alınmıştı. Kadının kendine göre bir aile kurması çok zordu.
ARAP TOPLUMUNDA ÇOCUK
Herkesçe bilindiği üzere cahiliye Arapların en kötü töresi, kız çocuğunun diri diri mezara gömülmesiydi.
“Onlardan birine, dünyaya gelen çocuğunun kız çocuğu müjdelendiğinde sinirinden suratı morarır ve öfkesini gizlemeye çalışır. Aldığı bu kötü haber yüzünden evinden barkından kaçar; zillet ve alçalmayı kabullenerek bu bebeği büyüteceğine mi, yoksa onu toprağa mı gizleyeceğine karar veremez. Bilin ki pek kötü bir yargıda bulunuyorlar.”
Nahl süresi,58-59.
Kur’an-ı Kerim birçok ayette bu vahşi töreyi sert bir dille kınamaktadır. Bu da söz konusu uygulamanın sosyal bir yaraya dönüştüğünü gösteriyor; Kur’an bu konuda şöyle ihtarda bulunur:
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızk biz vereceğiz. Şüphe yok ki onları öldürmek pek büyük bir günahtır.”
İsra süresi,31.
“Ve müşiklerin çoğunun ortakları(putları) çocuklarını öldürmeyi onlara güzel gösterdi, böylece onları mahvetmek ve dinlerini şaşırmalarını sağlamak için.”
En’am süresi,137.
“Şüphesiz; cehalet ve akılsızlıkları yüzünden çocuklarını öldürenler zarara uğradılar.”
En’am süresi,140.
Ayrıca çocuk ister erkek olsun, ister kız ekonomik bir kriz olarak görülürdü. “Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin, biz sizin ve onların rızkını veririz.” En’am süresi,151.
Bunlardan ayrı bir de en önemli sorunlardan biri de çocukların kime ait olduğu bilinmemesi idi. Zina olayı yaygındı.
Ayrıca nikâh önemsenmiyordu. Evlilik basit bir yapı olarak görülüyordu. Nikâh olayı gelişigüzel ve suiistimal olduğundan çocukların babaları bilinmezdi. Bu duruma ilginç çözüm önerileri getirilirdi. Bazen çocuklar başkalarına verilirdi, bazen tahminen baba seçilirdi, bazen gizlice öldürülürdü….
Ayrıca çocukların doğru amaçlar uğruna yetiştirilmemesi de neslin kaybına neden oluyordu. Çocukların yetiştirilmesi anlamsız ve kendi beklentileri uğruna olmalarından dolayı çocuklar ziyan ediliyordu. Bu yüzden bir tarafta çocuklarını öldürenler, diğer tarafta gasp, savaş ve üstünlük sağlamak için çok çocuk sahibi olmak isteyenler vardı. Her iki durumda çocukları harcamaktı.

KABİLE TAASSUBU
O dönem Arapları için “ milliyet” ve” kavmiyet” kavramlarını din, dil ve tarih birliği gibi faktörler belirlemiyordu. Kabile, birkaç akraba ailenin toplamından ibaretti ve bireyleri birbirine bağlayan yegâne unsur akrabalık bağı ve aynı soydan gelmiş olmalarıydı, zira kabile bireyleri birbirlerini aynı soydan, aynı kandan bilirdi.
İslam dini kabile düzeniyle mücadele etmiş, bunu ortadan kaldırmıştır. Bu sistemin temelini teşkil eden ırk, soy ve kan gibi bağlara önem vermemiş, henüz gelişmekte olan genç İslami toplum en güçlü sosyal bağ olan” iman” ve “inanç” birliği esası üzerine kurulmuştur. Böylece ortak kan bağı yerine ortak iman bağını ikame ederek bütün müminleri kardeş olarak tanımlamıştır.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat süresi/10 )
Arapların sosyal alt yapısını köklü değişimlere uğratabilen gerçek işte budur. Taassup ve tutuculuk kabilenin ruhu demektir ve bireyin bütün kabile fertlerine tam bir samimiyetle bağlılığını göstermektedir. Genel bir deyişle çöl bedevilerinin kabile taassubu tıpkı aşırı milliyetçilik gibidir. Medeni bir insanın vatanı, dini veya canı için yapabileceği her şeyi bedevi Arap da kabilesi için yapar, bu yolda her şeyi göze alır ve canını feda etmekten de hiç çekinmez. Araplar arasında bu gayet normal karşılanırdı, çünkü bireyin hatasından bütün kabile sorumlu bilinirdi.
KABİLELERDE REKABET VE ÖVÜNME
Cehalet dönemi Arapları arasında yaygın davranışlardan biri de insanların kabileleriyle övünmesi ve herkesin kendi kabilesini daha üstün saymasıydı.
Kuran-ı Kerim onların bu sözlerini aktarmakta ve kınamaktadır.
“Derler ki:”Biz mal-mülk ve evlat bakımından daha çoğunluktayız, bu bizim Allah’a daha yakın olduğumuzu gösterir ve biz azaba uğratılmayacağız. “De ki: Şüphesiz benim Rabbim, rızkı dilediğine genişletip yayar ve kısar da! Ama insanların çoğu bilmez! Bizim katımızda sizi bize yaklaştıracak olan şey ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka.” Sebe süresi,35-37.
Kur’an-ı Kerim akıl ve mantıktan uzak bu tür rekabet ve övünmeyi reddedip kınayacak ve şöyle buyuracaktı:
“Çoğa düşkünlük (mal mülkle adamlarınızın çokluğu) sizi oyalayıp kendinizden geçirdi( böylece ALLAH’I unuttunuz).O kadar ki, mezarları bile görmeye (ölülerinizi saymaya ) gittiniz ve onlarla övündünüz! Hayır, sizin zannettiğiniz gibi değil; çok yakında anlayacaksınız bunu!” Tekasür süresi,1-3.
Cahiliye dönemi Arapları arasındaki en önemli değer ölçülerinden biri de nesep ve soydu; Arapların değer ölçülerinin çoğu yine bu ölçüden (soydan) kaynaklanıyordu. Yüce İslam dini her nevi ırk ayrımcılığını reddedip yasakladı. Kur’an-ı Kerim Araplarla Kureyşliler arasında nazil olmasına rağmen asla sırf Araplar, Kureyşliler veya salt bir başka kavmi muhatap almış değildir.
Kur’an ırk ve milliyet farklılıklarını doğal bir farklılık olarak tanımlamakta ve bu farklılığın nedeninin, ırk ve milliyetle övünmeyi reddederek yegane değer ve kıstasın “takva” olduğunu buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıyabilmeniz için de sizi ırklar ve kabileler şeklinde kıldık( bunlar ayrıcalık ölçütü değildir),ALLAH katında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır, şüphe yok ki ALLAH bilendir, haberdar olandır.”
Hucurat süresi,13.
Yüce Peygamberimiz(s.a.a) milliyet ve soy –boyla övünmeyi şiddetle kınıyor, reddediyordu.
Veda haccı dönüşünde, son derece önemli konuları içeren ünlü hutbesinde buyurmuştur.
“ Arap olanın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana takva’dan başka hiçbir üstünlüğü yoktur!”
Bir gün, Kureyşlilerin ırkçı ve batıl fikirleri karşısında manevi değerleri savunan Selman’ı destekleyerek şöyle buyurdu:
“Ey Kureyşliler! Bir insanın şerefi ve ait olduğu şey onun dinidir; bir insanın mertliği, ancak onun huyu ve karakteriyle ölçülür, bir insanın kökü ve aslı, onun akıl, şuur ve anlayışından ibarettir.”
Çöl Araplarındaki taassup, gurur ve haysiyete adeta tapınma derecesine varan bu aşırı düşkünlük; Kabe’ye gösterilen saygı ve onun varlığı nedeniyle şehre canlılık getiren ticaret sebebiyle bir ölçüde daha ılımlı ve dengeli bir ölçüye inebiliyordu.
Çöl hayatının getirdiği yoksulluk ve mahrumiyet, onları eşkıyalık ve çapulculuğa itiyordu, çünkü onların üzerinde yaşadığı topraklar diğer ülkelerin sahip olduğu nimetlerden mahrumdu. Bu doğal yoksunluk ve mahrumiyeti, çapulculuk ve talancılıkla telafi etmeye çalışıyorlardı. Dahası; eşkıyalığı kervanlara saldırıp yağmalamayı kötü bir davranış telakki etmedikleri gibi, tıpkı günümüz dünyasında bir şehir veya ülkeyi ele geçirmeyi kıvanç bilen zorba egemenler gibi, bunu bir kahramanlık ve mertlik sayıp gurur duyuyorlardı.
Bedevilerin çapulculuklarının bir diğer nedeni de medeniyetten çok uzak ve vahşi olmalarıydı.
O dönemlerde kısas ve kan davası yüzünden Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’de patlak veren savaşlar giderek öylesine alevlenmişti ki insanlar siperlerden ayrılmaya korkuyorlardı. Bu savaş cinneti Arapların hayatını felç etmiş, herkesi usandırmıştı.
Yüce ALLAH Kur’an’da onların bu kanlı durumunu hatırlatarak İslam sayesinde aralarında oluşan kardeşlik bağını şöyle vurgulamaktadır:
“ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın. ALLAH’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın:Hani birbirinize düşmandınız,ALLAH kalplerinizi birbirine ısındırıp uzlaştırdı ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.Siz tam bir ateş çukurunun kenarına kadar gelmişken ALLAH sizi kurtardı.Belki hidayete erersiniz diye ALLAH size ayetlerini işte böyle net olarak açıklar.”
Al-i İmran süresi,103.
İslam dini kabile düzeniyle mücadele etmiş, bunu ortadan kaldırmıştır. Bu sistemin temelini teşkil eden ırk, soy ve kan gibi bağlara önem vermemiş, henüz gelişmekte olan genç İslami toplum en güçlü sosyal bağ olan” iman” ve “inanç” birliği esası üzerine kurulmuştur. Böylece ortak kan bağı yerine ortak iman bağını ikame ederek bütün müminleri kardeş olarak tanımlamıştır.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat süresi/10 )
Arapların sosyal alt yapısını köklü değişimlere uğratabilen gerçek işte budur. Taassup ve tutuculuk kabilenin ruhu demektir ve bireyin bütün kabile fertlerine tam bir samimiyetle bağlılığını göstermektedir. Genel bir deyişle çöl bedevilerinin kabile taassubu tıpkı aşırı milliyetçilik gibidir. Medeni bir insanın vatanı, dini veya canı için yapabileceği her şeyi bedevi Arap da kabilesi için yapar, bu yolda her şeyi göze alır ve canını feda etmekten de hiç çekinmez. Araplar arasında bu gayet normal karşılanırdı, çünkü bireyin hatasından bütün kabile sorumlu bilinirdi.
KABİLELERDE REKABET VE ÖVÜNME
Cehalet dönemi Arapları arasında yaygın davranışlardan biri de insanların kabileleriyle övünmesi ve herkesin kendi kabilesini daha üstün saymasıydı.
Kuran-ı Kerim onların bu sözlerini aktarmakta ve kınamaktadır.
“Derler ki:”Biz mal-mülk ve evlat bakımından daha çoğunluktayız, bu bizim Allah’a daha yakın olduğumuzu gösterir ve biz azaba uğratılmayacağız. “De ki: Şüphesiz benim Rabbim, rızkı dilediğine genişletip yayar ve kısar da! Ama insanların çoğu bilmez! Bizim katımızda sizi bize yaklaştıracak olan şey ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka.” Sebe süresi,35-37.
Kur’an-ı Kerim akıl ve mantıktan uzak bu tür rekabet ve övünmeyi reddedip kınayacak ve şöyle buyuracaktı:
“Çoğa düşkünlük (mal mülkle adamlarınızın çokluğu) sizi oyalayıp kendinizden geçirdi( böylece ALLAH’I unuttunuz).O kadar ki, mezarları bile görmeye (ölülerinizi saymaya ) gittiniz ve onlarla övündünüz! Hayır, sizin zannettiğiniz gibi değil; çok yakında anlayacaksınız bunu!” Tekasür süresi,1-3.
Cahiliye dönemi Arapları arasındaki en önemli değer ölçülerinden biri de nesep ve soydu; Arapların değer ölçülerinin çoğu yine bu ölçüden (soydan) kaynaklanıyordu. Yüce İslam dini her nevi ırk ayrımcılığını reddedip yasakladı. Kur’an-ı Kerim Araplarla Kureyşliler arasında nazil olmasına rağmen asla sırf Araplar, Kureyşliler veya salt bir başka kavmi muhatap almış değildir.
Kur’an ırk ve milliyet farklılıklarını doğal bir farklılık olarak tanımlamakta ve bu farklılığın nedeninin, ırk ve milliyetle övünmeyi reddederek yegane değer ve kıstasın “takva” olduğunu buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıyabilmeniz için de sizi ırklar ve kabileler şeklinde kıldık( bunlar ayrıcalık ölçütü değildir),ALLAH katında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır, şüphe yok ki ALLAH bilendir, haberdar olandır.”
Hucurat süresi,13.
Yüce Peygamberimiz(s.a.a) milliyet ve soy –boyla övünmeyi şiddetle kınıyor, reddediyordu.
Veda haccı dönüşünde, son derece önemli konuları içeren ünlü hutbesinde buyurmuştur.
“ Arap olanın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana takva’dan başka hiçbir üstünlüğü yoktur!”
Bir gün, Kureyşlilerin ırkçı ve batıl fikirleri karşısında manevi değerleri savunan Selman’ı destekleyerek şöyle buyurdu:
“Ey Kureyşliler! Bir insanın şerefi ve ait olduğu şey onun dinidir; bir insanın mertliği, ancak onun huyu ve karakteriyle ölçülür, bir insanın kökü ve aslı, onun akıl, şuur ve anlayışından ibarettir.”
Çöl Araplarındaki taassup, gurur ve haysiyete adeta tapınma derecesine varan bu aşırı düşkünlük; Kabe’ye gösterilen saygı ve onun varlığı nedeniyle şehre canlılık getiren ticaret sebebiyle bir ölçüde daha ılımlı ve dengeli bir ölçüye inebiliyordu.
Çöl hayatının getirdiği yoksulluk ve mahrumiyet, onları eşkıyalık ve çapulculuğa itiyordu, çünkü onların üzerinde yaşadığı topraklar diğer ülkelerin sahip olduğu nimetlerden mahrumdu. Bu doğal yoksunluk ve mahrumiyeti, çapulculuk ve talancılıkla telafi etmeye çalışıyorlardı. Dahası; eşkıyalığı kervanlara saldırıp yağmalamayı kötü bir davranış telakki etmedikleri gibi, tıpkı günümüz dünyasında bir şehir veya ülkeyi ele geçirmeyi kıvanç bilen zorba egemenler gibi, bunu bir kahramanlık ve mertlik sayıp gurur duyuyorlardı.
Bedevilerin çapulculuklarının bir diğer nedeni de medeniyetten çok uzak ve vahşi olmalarıydı.
O dönemlerde kısas ve kan davası yüzünden Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’de patlak veren savaşlar giderek öylesine alevlenmişti ki insanlar siperlerden ayrılmaya korkuyorlardı. Bu savaş cinneti Arapların hayatını felç etmiş, herkesi usandırmıştı.
Yüce ALLAH Kur’an’da onların bu kanlı durumunu hatırlatarak İslam sayesinde aralarında oluşan kardeşlik bağını şöyle vurgulamaktadır:
“ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın. ALLAH’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın:Hani birbirinize düşmandınız,ALLAH kalplerinizi birbirine ısındırıp uzlaştırdı ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.Siz tam bir ateş çukurunun kenarına kadar gelmişken ALLAH sizi kurtardı.Belki hidayete erersiniz diye ALLAH size ayetlerini işte böyle net olarak açıklar.”
Al-i İmran süresi,103.

ÇÖLDE YAŞAYANLAR
Arap Yarımadası’nın kuzey kısmı olan Hicazın önemli bir bölümü çöl olduğundan İslam’dan önce Arapların çoğu çölde göçebe hayatı sürdürüyordu. Bedevi denilen bu Araplar her nevi imkândan mahrumdu. Bu bölgenin şartları gereği, sadece hayvancılıkla geçimlerini sağlayabiliyor, bunu da çok kısıtlı ve zor şartlarda, üstelik çok ilkel yöntemlerle yapıyorlardı. Çölde üç kralın hükmünün geçtiği söylenir. Bedevi, deve ve hurma ağacı… Buna uçsuz bucaksız kum sahraları da eklenecek olursa çöl yaşamının dört ana aktörü tamamlanmış demektir.
Çölde her şey tıpkı yaratıldığı gibi el değmemiş, hür ve tamamen doğaldı. Hür ve serbest yaşamaya alıştığı ve bunu huy edindiği için de hürriyeti ve serbestîyi seviyordu, hiçbir kanun, kural ve sınırlamadan hoşlanmıyor, kendisini bu tür şeyler karşısında sorumlu görmüyordu. Bu nedenle de onu kısıtlamak ve emrine almak isteyen herkes ve her şeye karşı var gücüyle savaşırdı.
Onu sadece iki şey bağlardı.
1.Putperestliğin gerekleri
2.Kabilesinin örf, töre ve gelenekleri
İslam’ın zuhurundan önce Hicaz Arapları hiçbir devlet ve yönetime tabi olmamıştı, o güne değin hiçbir siyasi düzen, kural ve teşkilatları bulunmamıştı. Sadece çöl bedevilerinde değil, şehir Araplarında da kabile düzeni yaşamın yegane dokusu olarak göze çarpmadaydı. Bu düzende bireyin kimliği, sadece bir kabileye mensup olması halinde belirlilik kazanıyordu.
Çölde her şey tıpkı yaratıldığı gibi el değmemiş, hür ve tamamen doğaldı. Hür ve serbest yaşamaya alıştığı ve bunu huy edindiği için de hürriyeti ve serbestîyi seviyordu, hiçbir kanun, kural ve sınırlamadan hoşlanmıyor, kendisini bu tür şeyler karşısında sorumlu görmüyordu. Bu nedenle de onu kısıtlamak ve emrine almak isteyen herkes ve her şeye karşı var gücüyle savaşırdı.
Onu sadece iki şey bağlardı.
1.Putperestliğin gerekleri
2.Kabilesinin örf, töre ve gelenekleri
İslam’ın zuhurundan önce Hicaz Arapları hiçbir devlet ve yönetime tabi olmamıştı, o güne değin hiçbir siyasi düzen, kural ve teşkilatları bulunmamıştı. Sadece çöl bedevilerinde değil, şehir Araplarında da kabile düzeni yaşamın yegane dokusu olarak göze çarpmadaydı. Bu düzende bireyin kimliği, sadece bir kabileye mensup olması halinde belirlilik kazanıyordu.

HZ.MUHAMMED(S.A.V) : CANIM PEYGAMBERİM
PEYGAMBERLİK ÖNCESİ MEKKE VE İNSANLIK
ARAP YARIMADASINI TANIYALIM
Orijinal adı “Ceziretu’l-Arap” olan ve güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası dünyanın en büyük yarımadasıdır.
Bu yarımada kuzeybatıdan güneydoğuya doğru bir yamuk şeklinde olup yaklaşık 3.200.000km. karedir. Bugünkü Suudi Arabistan ülkesi, yarımadanın beşte dördünü teşkil eder, geriye kalanı mevcut uluslararası siyasi hudutlarda 6 ülkeden ibarettir. Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt.
Nitekim Arap Yarımadası birbirinden tamamen farklı iki görünüme sahnedir ve bunu tayin eden ana faktör suyun bulunup bulunmamasıdır. Bu önemli faktör söz konusu bölgenin sosyal yapısını da etkilemiş ve güney bölgesini, yani Yemen’i, Kuzey ve orta bölgeden tamamen ayırmıştır. Kimi çağdaş bilim adamları, Arap yarımadasını bazen iklim yapısı ve doğal özelliklerine göre, bazen de etnik yapısına göre bölgelere ayırırlar.
Hicaz bölgesi düzenli yağmurlardan mahrum kurak bir bölgedir, sahile açılan bazı nadir yerlerle birkaç dağlık bölge dışında, bölgenin tamamına yakınında kavurucu bir sıcak hava vardır.
Bu iklim ve coğrafi şartlar bölge halkının hayat şekli üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Zira bu bölgede yaşayan Araplar, güneydekilerin tam tersine, otlak ve bitki örtüsünün kıtlığından dolayı küçük çapta sürülerle, masrafı az ve kanaatkâr bir hayvan olan deveden başka hayvan besleyemiyordu. Araplar yiyecek ve içeceklerini büyük ölçüde deveden temin etmedeydi, bu tür hayvancılıksa o şartlarda ancak çöllerde uzun yolculuklara katlanıp sürekli geniş mıntıkalara göçmekle mümkün olduğundan, bu bedevilerin yerleşik bir siyasi yapı veya devlet kurması ve kendilerinin de kalıcı olarak bir yere yerleşmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki tarımla uğraşan ve şehirde yaşayan güneyli Arapların tersine bu Araplar( bedeviler) medeniyetten tamamen mahrumdu, genellikle ya çadırlarda yaşıyor, ya da göçebe hayatı sürdürüyorlardı.
İslam’ın zuhuruna yakın yıllarda bazı nedenlerle biraz gelişmiş olan Mekke şehri dışındaki yerleşim noktaları herhangi bir öneme haiz değildi.
ARAP YARIMADASINI TANIYALIM
Orijinal adı “Ceziretu’l-Arap” olan ve güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası dünyanın en büyük yarımadasıdır.
Bu yarımada kuzeybatıdan güneydoğuya doğru bir yamuk şeklinde olup yaklaşık 3.200.000km. karedir. Bugünkü Suudi Arabistan ülkesi, yarımadanın beşte dördünü teşkil eder, geriye kalanı mevcut uluslararası siyasi hudutlarda 6 ülkeden ibarettir. Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt.
Nitekim Arap Yarımadası birbirinden tamamen farklı iki görünüme sahnedir ve bunu tayin eden ana faktör suyun bulunup bulunmamasıdır. Bu önemli faktör söz konusu bölgenin sosyal yapısını da etkilemiş ve güney bölgesini, yani Yemen’i, Kuzey ve orta bölgeden tamamen ayırmıştır. Kimi çağdaş bilim adamları, Arap yarımadasını bazen iklim yapısı ve doğal özelliklerine göre, bazen de etnik yapısına göre bölgelere ayırırlar.
Hicaz bölgesi düzenli yağmurlardan mahrum kurak bir bölgedir, sahile açılan bazı nadir yerlerle birkaç dağlık bölge dışında, bölgenin tamamına yakınında kavurucu bir sıcak hava vardır.
Bu iklim ve coğrafi şartlar bölge halkının hayat şekli üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Zira bu bölgede yaşayan Araplar, güneydekilerin tam tersine, otlak ve bitki örtüsünün kıtlığından dolayı küçük çapta sürülerle, masrafı az ve kanaatkâr bir hayvan olan deveden başka hayvan besleyemiyordu. Araplar yiyecek ve içeceklerini büyük ölçüde deveden temin etmedeydi, bu tür hayvancılıksa o şartlarda ancak çöllerde uzun yolculuklara katlanıp sürekli geniş mıntıkalara göçmekle mümkün olduğundan, bu bedevilerin yerleşik bir siyasi yapı veya devlet kurması ve kendilerinin de kalıcı olarak bir yere yerleşmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki tarımla uğraşan ve şehirde yaşayan güneyli Arapların tersine bu Araplar( bedeviler) medeniyetten tamamen mahrumdu, genellikle ya çadırlarda yaşıyor, ya da göçebe hayatı sürdürüyorlardı.
İslam’ın zuhuruna yakın yıllarda bazı nedenlerle biraz gelişmiş olan Mekke şehri dışındaki yerleşim noktaları herhangi bir öneme haiz değildi.

HARAM AYLAR
Araplar arasında kendiliğinden kutsal bir barışın sağlandığı tek dönem, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in(a.s) yadigar kalan ve onların insanlara öğrettiği inançların mirası olan haram aylardı.
Bu ateşkes dönemi Arapların huzur yüzü görmek, rahatça ticarette bulunup alış veriş yapabilmek ve Kâbe’yi ziyaret edebilmek için tek fırsatıydı. Bu aylarda bir savaş baş gösterecek olsa onu “harbu’l Feccar” yani “kötü ve günah savaş” olarak adlandırırlardı.
Bu ateşkes dönemi Arapların huzur yüzü görmek, rahatça ticarette bulunup alış veriş yapabilmek ve Kâbe’yi ziyaret edebilmek için tek fırsatıydı. Bu aylarda bir savaş baş gösterecek olsa onu “harbu’l Feccar” yani “kötü ve günah savaş” olarak adlandırırlardı.
bottom of page