top of page

Bİr anlam
Bİr Hayat

RAMAZAN AYININ FAZİLETİ
Hiç şüphesiz Allah, ayların arasından Recep, Şaban ve Ramazan aylarını seçmiştir. Buna göre Şaban ayı, bütün ay-ların en faziletlisi olan Ramazan ayının dışında bütün ayların en faziletli olanıdır. Allah, Ramazan ayında rahmetini diğer aylardan bin kat daha fazla indirmektedir ve Allah kıyamet günü Rama-zan ayını çok güzel bir şekilde yaratacak ve hiçbir kimseden gizli ve saklı kalmayacak bir kalenin üzerine koyacaktır; Ra-mazan ayını mahşerde olan bütün herkes görecektir. Sonra Allah onun en değerli cennet hâletleri ile süslenmesini emre-decek ve o kadar güzel olacaktır ki, hiçbir gözde ona bakacak güç olmayacak, hiçbir ilim onu analiz edemeyecek ve hiçbir kalpte mahiyetinin ne olduğunu anlayamayacaktır. Daha sonra Allah, arşından nida edenin şöyle nida etmesini emredecektir: “Ey Allah’ın kulları! Bunu tanıyor musunuz? Bu kim-dir?” Allah’ın kulları diyecekler: “Emrine amadeyiz ey Al-lah’ın Elçisi! Ama biz, bunun kim olduğunu bilmiyoruz.” Münadi diyecek: “Bu ay, Ramazan ayıdır; aranızda bu ayda saadete ulaşmış olanlar kimlerdir? Bu ayda bedbaht olanlar kimlerdir? Ona iman edenler ve onu vasıta kılarak Rablerinin emirlerine itaat edenler ileri gelip ondan payları-na düşen hâletleri alsınlar, sizler o hâletleri kendi aranızda itaat ve çabanız ölçüsünde taksim edip alacaksınız. Bu nidanın ardından, dünya hayatında o ayda Al-lah’ın emirlerine itaat etmiş olanlar, itaatleri kadarınca hâlet alacaktır, bazı kimseler bin hâlet ve bazı kimseler de on bin hâlet alırken diğer itaat edenlerin bazıları daha fazla ve diğer bazıları da daha az hâlet alacaklar ve Allah, onları kereminin içine koyacaktır. Hiç şüpheniz olmasın ki, o hâletlerden almak için çır-pınacak topluluklar olacak ve içlerinden şöyle diyeceklerdir: “Bizler Allah’a iman etmiş ve bu ayın azamet ve büyüklüğü-nü kabul etmiştik“ onlar da bu hâletlerden alıp giyinecek ama üzerlerine giyinmiş oldukları hâletler ateşe dönüşecek, hâletlerin her tarafından yılan, çıyan ve akrepler çıkacak ve onlardan her biri dünyada işlemiş oldukları günahları kada-rınca bu elbiselerden giyinecekler. İşlemiş olduğu günahları fazla olan kimse daha fazla elbise giyinecek, kimisi bin hâlet, kimisi on bin hâlet ve kimileri de daha fazla ya da az hâlet giyinecektir. Giyinmiş oldukları elbiseler, üzerlerinde büyük dağlardan daha fazla ağırlık yapacak ve eğer Allah, onların ölmemelerini takdir etmemiş olsaydı, kesinlikle bu ağırlığın altında can verip ölürlerdi. Daha sonra üzerlerine giyinmiş oldukları ateşten elbi-selerdeki ip sayısı kadar ateşten yılan, akrep, çıyan, aslan, kaplan, köpek ve diğer yırtıcı vahşi hayvanlar çıkıp kendile-rini parçalayacaktır. Birisi ısıracak, diğeri sokacak, bir diğeri parçalara ayıracak, bir başkası yiyecek ve her bir vahşinin tabiatı neyse onu yapacaktır. Bu elbiselerin sahipleri diyecekler ki: Vay bizim hali-mize! Bizim elbiselerimiz neden böyledir? Oysa bu elbiseler en iyi cennet ipeklerinden yapılmış elbiselerdi? Bizim üzeri-mizde ateşten azaba dönüşürken onların üzerinde izzet ve şeref sebebi olmuştur? Onlara şöyle cevap verilecektir: “Onlar Ramazan ayında Allah’ın emirlerine itaat eder-lerken siz, günah yapıp isyan ediyordunuz. Onlar hayâlı ve iffetli iken sizler fesat ve zina peşinden koşuyordunuz. On-lar, Rablerinden korkarken siz korkmuyordunuz, onlar, hır-sızlıktan uzak dururken siz hırsızlık yapmaktan korkmuyor-dunuz, onlar, Allah’ı kullarına baskı ve zulüm yapmazken siz, baskı ve zulüm yapıyordunuz; bu onların yapmış oldukları iyilerin ve bunlar da sizin yapmış olduğunuz çirkin işlerin karşılığıdır. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği cennette sonsuza kadar yaşayacaklar, Allah’ın nimetlerinden asla doymayacaklar, yorulmayacaklar, oradan çıkarılmayacaklar ve orada ne bir dertleri olacak ve ne de gamları. Tam bir emniyet içinde gülecek, eğlenecek ve neşe içinde olacaklar, ne bir korkuları olacak ve ne de ürkecekler. Sizler ise sonsuza kadar cehennem de kalacak, sürekli azap içinde olacak, hakarete uğrayacak, şiddetli ateş azabın-dan çok şiddetli soğuk azabına götürülecek, zakkum ağacın-dan yiyecek kaynayan suyun içine atılacak, ateşten balyoz-larla ezilecek ve her türlü azap ile cezalandırılacaksınız. Ne hayatınız olacak ve ne de ölümünüz, Allah’ın rahmeti kendi-sine gelen kimsenin dışında sonsuza kadar orada kalacaktır. Allah’ın rahmetine giren kimse ise peygamberlerin en üstü-nü olan Muhammed’in (Allah’ın selamı O’na ve Ehl-i Beyt’ine olsun) şefaati ile oradan kurtulacaktır.”
İmam Hasan Askerİ'nin (a.s) Tefsiri kitabından, s. 517-51918:28
İmam Hasan Askerİ'nin (a.s) Tefsiri kitabından, s. 517-51918:28

HAYATIMIZIN FAY HATLARINA NE DEMELİ?
Işıklar gitmişti, bende umursamadım. Meğer ütünün fişi prizdeymiş. Saatlerdir ısınıyor. Prizde bir sorun olsaydı, ev yangın alanına dönebilirdi. Ya da koşa koşa merdivenlerden çıktım. Hızlı hızlı nefes alıp verirken hemen su şişesine koştum. Hızlı nefes alıp verirken su içtiğimde, kolaylıkla akciğerlerime kaçabilirdi. Ya da arı sokmasına alerjim var. Ancak köye gittiğimde alerji ilacını yanıma almamışım. Ya da elimi bıçak kesti. Tetanos aşısını yaptırmalıydım. Ancak bildiğim halde yaptırmak istemedim… Daha nice bunlar gibi tedbirler almadığımız, ihmal ettiğimiz alanlar var. Kurallardan uzak, gelişigüzel, kolaycı bir yaşam hoşumuza gidiyor. Kontrolsüz ve sorumsuz davranmak rahat geliyor kendimize... Ancak kendi tedbirsizliğimizle başkalarına veya kendimize zarar veriyorsak, başkalarına veya kendimize karşı cinayet teşebbüsünde bulunuyoruz demektir. Elbette her insan ölecektir ancak sorumluluk kendimize ait olmuş olacaktır… Bu zahir anlamda gerçekleşen faylardır. Peki, manevi boyutta kendimize yaptığımız tedbirsizlikler, kontrolsüzlükler ve gelişigüzel tercihler nelerdir? Örneğin bakış açımızın yanlışlığı ile başkalarına da açtığımız yanlış pencerelerden dolayı acaba kaç kişinin hayatını felç etmişizdir. Ya da gelişigüzel gıybetin kaç kişinin evliliğine hasar verdiğini, insanları birbirinden kopardığını biliyor muyuz? Ya da mesleğimizdeki yanlış adımlarımızın insanların hayatına neler taşıdığının farkında mıyız? Ya da kötü örnekliğimizle kendi çocuğumuzun ruhunda ne kadar derin yaraları açtığımızı düşünüyor muyuz? Ya da iyilikleri suiistimal ederek insanları nasıl yalnızlığa terk ettiğimizi, insanların içindeki iyilik tohumlarını nasıl yok ettiğimizi biliyor muyuz? Ya da hayatımızın üzerinde karar veren yanlış modellere alkış tuttuğumuzda, toplumu kimlerin kucağına sürüklediğimizi biliyor muyuz? Ya da haram lokmayı mideye indirdiğimizde, ruhumuzda ve karakterimize açtığı yaraların farkında mıyız? … Bunlar gibi yüzlerce fay hatları var hayatımızda… Evet, bu günlerde çok büyük deprem geçirdik. Hâlâ da devam ediyor… İnsanlar çok büyük acılar ve ıstıraplar içinde. Emin olun ki bu yaralar geçecek. İnsanlar bu acı tecrübeyi anılarında sümen altı bile edecekler… Yani bu büyük depremin açtığı yaralar bile iyileşecek… Ancak gelişigüzel, tedbirsiz ve sorumsuz bir hayatın getirdiği fay hatları hiç bitmeyecek… Ve faturaları her geçen gün daha kabarık, daha acımasız olacak… Bu, insanın başkalarını veya kendini katletmesinden daha beter bir durumdur. İnsanı hayata küstürür. Bin defa öldürür. En umutsuz duruma düşürür. İşkencenin en şiddetlisidir… Ne desek zayıf kalır. Bu tablolara tüm ifadeler, kifayetsiz kalır. O halde ne yapmalı? Başıboşluktan, gelişigüzellikten ve nefis konforundan çıkmadığımız sürece sorunlar bitmeyecek… Evet, ölüm herkes için haktır. Ancak ölümü en güzel yatırıma dönüştürebilirken, hayatımızı ve ölümümüzü heba ediyorsak, bu kendimize yaptığımız en büyük zülüm olur. Anlamsızca yaşıyor ve tükeniyorsak, bu en büyük gaflettir. Sorumluluk insanın kendisinindir. Kesinlikle zilleti yaşamasına rağmen bir de suçlu itham edilecektir. Kendimize bu zulmü layık görmek istemiyorsak, Rahman ve Rahim olan Rabbimize sığınmalıyız. Onun kuralları rahmet, adalet ve hikmet üzeredir. Bedenen ve ruhen her yönden kendimize iyi davranmamızın yolunu vadeder. Yegâne hidayet sahibi O’dur. Elbette bu yolun sağlam ve güvenilir modelleri de var. Hz. Muhammed(s.a.a) ve onun vasileri olan Ehl-i Beyt imamları bizlere kârlı bir hayatın yolunu apaçık gösterirler. Hayatın hedefi ve dayanağı Allah, yegâne önderleri Hz. Muhammed(s.a.a) ve Ehl-i Beyt olanın sırtı yere gelmez. Çünkü hayatını ve ölümünü nereye yatırması gerektiğini bilirler. Hayatları verimli, ölümleri mutlu olur. İnsanlar depremlerde her çeşit zarar görebilirler. Ancak en kötü ve en derin izler kalplerde açılan gediklerdir. Kalplerdeki hasar için insanların illa ki çok büyük deprem yaşamalarına gerek yoktur. Onlar zaten her daim en şiddetli çalkantıların içindedirler. Rabbimizden, yeryüzünün sekineti gibi kalplerimize de sekinet vermesini diliyorum. Diliyorum ancak bize düşen de adımlarımıza dikkat etmektir. Sorumlu bir hayata geçmektir.
ZEYNEP IŞIK
ZEYNEP IŞIK

İHLAS
Bütün kalbimizle, her daim üzerimizde olması gereken bir kıyafet gibidir.
İhlas, duygu ve düşüncelerimizdeki kaliteyi belirler.
Kelime kökü ‘halis olmak’. Saf, katışıksız, araya başka bir şeyin girmemesi. İhlasın tersi karışık, şirk olabilir. Arapçadaki manası riyadır. Peygamberimiz riyayı gizli şirk olarak nitelemiştir.
İhlas, sadece Allah rızası için yapılan duygu, düşünce, davranış. Allah halis kılınıyorsa bu ihlastır.
İhlaslı olmak için ne yapmalıyız?
Kalbimizin Allah’a karşı ne kadar samimi olduğunu sorgulamalıyız. Allah’ı seven bir insan hep ona yakın olmak ister. Allah’ın sevgisini başka şeylere satmaz. Allah’ı mutlu etmek için uğraşır.
Allah’ı sevmek için, samimi olmak için, ihlaslı olmak için, iki adım çok önemlidir.
1-Tanımak
2-Kalbimizi nefsani isteklerden korumak
Mesela bir insan kalbinde nefret taşıyorsa bu insanın kalbine sevgi giremez.
Hayatımızın hedefini ve maksadını hiçbir zaman unutmamalıyız. Hayatımızın hedefi ise Allah’ın rızasını kazanmak olmalı.
‘’De ki: ‘Şüphesiz namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir.’ ’’(En’am 162)
Riyanın kalbimize asla girmemesi için yapacağımız şeyi Allah rızası için yapacağımızı unutmamalıyız. Allah’ın rızasını kaybetmezsek riyaya düşmeyiz.
‘Dünyanın bütünü cehalettir. İlim bulunmaz haldedir.’ İmam Rıza(a.s) Bizim görevimiz Allah için yaşamak ve onun için ölmektir.
‘’De ki : ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın.’ ‘’ (Kehf 110)
‘’Şüphesiz, biz sana kitabı hak olarak indirdik. O halde dini yalnız O’na halis kılarak, Allah’a ibadet et.’’ (Zümer 2)
‘’İyi bilin ki halis din, yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler(derler ki) : ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir. Doğrusu Allah, yalancı ve çok inkarcı olan kimseyi hidayet etmez.’’ (Zümer 3)
‘’Oysa onlar dini yalnız O’na halis kılarak, Rablerine şirk koşmadan, Allah’a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. İşte dosdoğru ve kalıcı dinde budur.’’(Beyyine 5)
İhlas, duygu ve düşüncelerimizdeki kaliteyi belirler.
Kelime kökü ‘halis olmak’. Saf, katışıksız, araya başka bir şeyin girmemesi. İhlasın tersi karışık, şirk olabilir. Arapçadaki manası riyadır. Peygamberimiz riyayı gizli şirk olarak nitelemiştir.
İhlas, sadece Allah rızası için yapılan duygu, düşünce, davranış. Allah halis kılınıyorsa bu ihlastır.
İhlaslı olmak için ne yapmalıyız?
Kalbimizin Allah’a karşı ne kadar samimi olduğunu sorgulamalıyız. Allah’ı seven bir insan hep ona yakın olmak ister. Allah’ın sevgisini başka şeylere satmaz. Allah’ı mutlu etmek için uğraşır.
Allah’ı sevmek için, samimi olmak için, ihlaslı olmak için, iki adım çok önemlidir.
1-Tanımak
2-Kalbimizi nefsani isteklerden korumak
Mesela bir insan kalbinde nefret taşıyorsa bu insanın kalbine sevgi giremez.
Hayatımızın hedefini ve maksadını hiçbir zaman unutmamalıyız. Hayatımızın hedefi ise Allah’ın rızasını kazanmak olmalı.
‘’De ki: ‘Şüphesiz namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir.’ ’’(En’am 162)
Riyanın kalbimize asla girmemesi için yapacağımız şeyi Allah rızası için yapacağımızı unutmamalıyız. Allah’ın rızasını kaybetmezsek riyaya düşmeyiz.
‘Dünyanın bütünü cehalettir. İlim bulunmaz haldedir.’ İmam Rıza(a.s) Bizim görevimiz Allah için yaşamak ve onun için ölmektir.
‘’De ki : ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın.’ ‘’ (Kehf 110)
‘’Şüphesiz, biz sana kitabı hak olarak indirdik. O halde dini yalnız O’na halis kılarak, Allah’a ibadet et.’’ (Zümer 2)
‘’İyi bilin ki halis din, yalnız Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler(derler ki) : ‘Biz bunlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir. Doğrusu Allah, yalancı ve çok inkarcı olan kimseyi hidayet etmez.’’ (Zümer 3)
‘’Oysa onlar dini yalnız O’na halis kılarak, Rablerine şirk koşmadan, Allah’a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. İşte dosdoğru ve kalıcı dinde budur.’’(Beyyine 5)

TEVAZU-ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK
Bir müslümanda olması gereken en önemli elbiselerden biridir.
Tevazulu olmanın şartları :
1-Yaratılış amacını ve konumunu bilmek
2-Bencilliğini, kıskançlığını yenebilmek
Kibir şirke sebep olan en ciddi hastalıklardan biridir.
Bir insan kendisinin aciz olduğunu, kendi konumunu iyi bilirse kendini kibirli görmez.
İnsan kendindeki yanlış hasletleri yendiği zaman tevazu elbisesini giyebilir.
Nasıl alçakgönüllü olabiliriz ?
1-Bulunduğun konuma razı ol
2-Karşındaki kişiye selam ver
3-Haklı bile olsan tartışma
4-Takvandan dolayı birileri seni överse, övgüyü sevme
Hz. Peygamberin tevazulu davranışları
*Biri yanından kalkmadıkça kendisi kalkmazdı.
*Arkadaşlarının arasında ayaklarını uzatarak oturmazdı.
*Arkadaşlarını künyeleriyle anardı.
*Arkadaşlarını en sevdikleri isimleriyle çağırarak onları onurlandırırdı.
*Arkadaşlarına zaman ayırırdı.
Allah’ın ve Peygamberin bize gösterdiği terbiye sınırında mütevazi olabiliriz. Mütevazilik ve kibrin dengesini korumak için tebessüm ederek mütevazi olabiliriz.
Kendi saygınlığımızı parçalamadan, izzetimizi düşürmeden, diğer insanların saygınlığını koruyarak mütevazi oluruz.
İnsan iç dünyasında yaratılma amacını unutuyorsa, yetiştirilme tarzında değişiklik varsa bu kişi kendini belli eder. Göz hareketlerimiz bile kimin mütevazi kimin kibirli olduğunu gösterir.
‘’Kıyamet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerini simsiyah görürsün. Büyüklenenler için cehennemde barınacak yer mi yok?’’ (Zümer 60)
Bizi kibirli yapacak sebepler
Zenginlik; güzellik; başarı; maddi durum; makam sahipliği; anne ve babayla övünmek; çocukların, evlerin, arabaların, toprak arazisinin çokluğu.
Bunların hiçbiri bize ait değildir. Hepsi birer emanettir. Kişi bunları unutursa kendini bir şey
zannetmeye başlar.
Tevazulu olmanın şartları :
1-Yaratılış amacını ve konumunu bilmek
2-Bencilliğini, kıskançlığını yenebilmek
Kibir şirke sebep olan en ciddi hastalıklardan biridir.
Bir insan kendisinin aciz olduğunu, kendi konumunu iyi bilirse kendini kibirli görmez.
İnsan kendindeki yanlış hasletleri yendiği zaman tevazu elbisesini giyebilir.
Nasıl alçakgönüllü olabiliriz ?
1-Bulunduğun konuma razı ol
2-Karşındaki kişiye selam ver
3-Haklı bile olsan tartışma
4-Takvandan dolayı birileri seni överse, övgüyü sevme
Hz. Peygamberin tevazulu davranışları
*Biri yanından kalkmadıkça kendisi kalkmazdı.
*Arkadaşlarının arasında ayaklarını uzatarak oturmazdı.
*Arkadaşlarını künyeleriyle anardı.
*Arkadaşlarını en sevdikleri isimleriyle çağırarak onları onurlandırırdı.
*Arkadaşlarına zaman ayırırdı.
Allah’ın ve Peygamberin bize gösterdiği terbiye sınırında mütevazi olabiliriz. Mütevazilik ve kibrin dengesini korumak için tebessüm ederek mütevazi olabiliriz.
Kendi saygınlığımızı parçalamadan, izzetimizi düşürmeden, diğer insanların saygınlığını koruyarak mütevazi oluruz.
İnsan iç dünyasında yaratılma amacını unutuyorsa, yetiştirilme tarzında değişiklik varsa bu kişi kendini belli eder. Göz hareketlerimiz bile kimin mütevazi kimin kibirli olduğunu gösterir.
‘’Kıyamet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerini simsiyah görürsün. Büyüklenenler için cehennemde barınacak yer mi yok?’’ (Zümer 60)
Bizi kibirli yapacak sebepler
Zenginlik; güzellik; başarı; maddi durum; makam sahipliği; anne ve babayla övünmek; çocukların, evlerin, arabaların, toprak arazisinin çokluğu.
Bunların hiçbiri bize ait değildir. Hepsi birer emanettir. Kişi bunları unutursa kendini bir şey
zannetmeye başlar.

AKIL VE DİĞER KAVRAMLAR
“Akıl” kelimesinin asıl anlamı, bağlama ve tutmadır. İnsanın idrak ve kavrayışına da akıl denmiştir. Ki bağlanıp tutulma işlemi akıl olarak nitelendirilmiştir. İnsanın idrak ettiği şeylere, iyiyi, kötüyü, hakkı, batılı ayırdetmesini sağlayan tek güç olduğuna inanılan melekeye de akıl denmiştir. Bunun karşıtı da, çeşitli bağlamlarda delilik, aptallık, ahmaklık ve cehalettir. Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli kavrayış, algılayış türlerini ifade etmek için yirmiye yakın kavram kullanılmıştır.
Zan, hisban, şuur, zikir, irfan, fehm, fıkıh, dirayet, yakin, fikir, rey, zaam, hıfz, hikmet, hubret, şehadet, akıl ve bunlara bağlı olan kavl, fetva ve basiret gibi.
Zann: Kesinlik düzeyinde olmasa bile ağır basan doğru, kabul etmek demektir.
Hisban da öyle. Ancak hesap etmenin zanni kavrayış anlamında kullanılışı, istiare tarzına giriyor gibidir.
“Add” (=sayma) kelimesinin de “zann” anlamında kullanılışı gibi. Oysa “sayma ve hesap etmenin” asıl anlamı şöyledir: “Adde Zeyden mine’l-ebtâli ve hasebehu minhum” yani “Zeydi kahramanlardan saydı, onu onlardan hesap etti.” Yani sayıda ve hesapta kahramanların arasına kattı onu.
Şuur (Farkına varma): İnce kavrayış demektir. Aslı “şa’r (=saç teli)” maddesidir. Saç telinin inceliğine benzetilmiştir. Daha çok somut şeyleri kavrama anlamında kullanılır, soyut şeyleri değil. Bu yüzden belirgin duyu organlarına “meşair” adı verilmiştir.
Zikir (Hatırlama): Zihinde kayıtlı bulunan bir şekli, kavrayışın dışına kaybolduktan sonra yeniden canlandırmak ya da kavrayışın dışına çıkmaması için korumak.
İrfan ve Marifet: Kavrama gücü etkisiyle oluşan bir sureti, zihinde kayıtlı bulunan surete uyarlama işlemidir. Bu yüzden: “Marifet ve irfan, önceki bilgiden sonra oluşan kavrayıştır” denmiştir.
Fehm (Anlama): Zihin dışındaki objeler dünyasında yer alan bir sureti kendi içine nakşetmek suretiyle, dış dünyadan aldığı bir tür etkilenme.
Fıkıh (Derin Anlama): Zihnin kendisine nakşedilen sureti kabulde ve tastikde süreklilik kazanması işlemi.
Dirayet: Zihin içi suretin kabul görüş ve tasdik edilişinin ileri düzeye varması. Bilinen şeyin özelliklerinin, gizli yönlerinin ve ayırıcı niteliklerinin kavranışı. Bu yüzden adı geçen kavram, bir işi büyütme ve önemini vurgulama anlamında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Elbette gerçekleşecek olan. Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan? O gerçekleşecek olanı sana bildiren nedir?” (Hakka, 1-3)
“Gerçek şu ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir? (Kadir, 1-2)
Yakin: Zihinsel kavrayışın yok olmayacak ve gevşemeyecek şekilde güçlenmesi, sağlamlaşması.
Fikir (Düşünme): Konuya ilişkin meçhul noktaları ortaya çıkarmak amacıyla zihinde mevcut bulunan bilgileri tekrarlama ve gözden geçirme işlemi.
Rey (Görüş): Düşünüp taşınma işlemi sonucu varılan tasdik düzeyi. Ancak bu kavram genellikle yapılması ve yapılmaması gereken şeylere ilişkin pratik bilgiler bağlamında kullanılır. Evrensel olgulara yönelik teorik bilgiler düzeyinde kullanıldığına pek rastlanmaz.
Basiret (önsezi) ve fetva (çıkış yolu gösterme) ve kavl (deyiş) kavramları da buna yakın bir anlam ifade etmektedir. Şu kadarı var ki, bu anlamla (düşünce sonucu varılan tasdikle) ilintili olarak “kavl” kavramının kullanılışı “lazımın (=gerekenin) “melzumun (=gerektiren)” yerine geçmesi türünden bir istiare örneğidir. Çünkü bir şey hakkında söz söylemek (kavl) o sözün içerdiği şeylere inanmayı gerektirir.
Zaam (İddia): Zihin içi bir suret olarak tasdik anlamını ifade eder. Söz konusu tasdikin tercihe dayanması (zann olması) ya da kesin olması arasında bu açıdan bir fark yoktur.
İlim (Bilme): Daha önce de söylediğimiz gibi, aksine ihtimal bulunmayan kavrayış demektir.
Hıfz (Koruma): Zihin içinde bilinen biçimin değişime ve dönüşüme uğramayacak şekilde zihinde korunması, zabt edilmesi.
Hikmet: Zihin içindeki ilmî bir suretin sağlamlığı, dayanıklılığı yönü.
Hubret (Haberdar olma): Zihin içindeki bilgi biçiminin, öncüllerinden hangi sonuçların çıkacağını bilecek düzeyde bilen kişiye açık olması, onun tarafından kuşatılmış olması.
Şehadet (Şahid olma): Bir şeyin kendisine ve özüne ulaşma. Onu somut şeylerde olduğu gibi duyu organlarıyla ya da bilgi, irade, sevgi, nefret gibi batını soyut duygularla algılama.
Yukarıda sunduğumuz kavramların anlamlarından da fark edileceği gibi, maddeden, hareketten ve değişimden soyutlanamayacakları açıktır. Bu yüzden içlerinde son beş tanesi hariç, bu kavramlar yüce Allah’la ilgili olarak kullanılamazlar. Sadece ilim, hıfz, hikmet, haberdar olma ve şehadet kavramları kullanılabilir. Biri kalkıp da, yüce Allah hakkında: O sanıyor “veya “hesap ediyor” ya da “iddia ediyor” yahut “anlıyor” veyahut “derin anlıyor” şeklinde bir ifade kullanamaz. Son beş kavram ise, eksiklik ve yitirme anlamını çağrıştırmamaları açısından yüce Allah’la ilgili olarak kullanılmalarında bir sakınca yoktur. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: “Allah her şeyi bilir.” (Bakara, 282) “Senin Rabbin, her şeyin üzerinde koruyucudur.” (Sebe, 21) “Allah işlediklerinizden haberdardır.” (Bakara, 234) “O, bilendir, hikmet sahibidir.” (Yûsuf, 83) “O her şeyin üzerinde şahittir.” (Fussilet, 53)
Bildiğimiz gibi “akıl” kelimesi kavrayış anlamında kullanılır. Çünkü kavrama işleminde kalbin tasdik yoluyla bağlanması söz konusudur. Yüce Allah, bu durumu insanın yaratılışının esası kılmıştır; teori düzeyinde hakkı ve batılı bu şekilde kavrar. Pratik boyutuyla iyiyi, kötüyü, faydalıyı ve zararlıyı bu sayede algılar. Yüce Allah insanı, önce kendi varlığını algılayacak bir mahiyette yaratmıştır. Ardından onu somut duyu organlarıyla donatmıştır. Bunlar aracılığı ile somut şeyleri algılar. Bunun yanında içsel duyularla da donatmıştır ki, bunlar aracılığı ile soyut ve manevî şeyleri algılar. Bunlar insanın kendisini dış âleme bağlama işlevini de görürler; irade, sevgi, öfke, umut ve korku gibi. Ardından dış âlemde, düzenleme, ayırma, özelleştirme ve genelleştirme türünden tasarruflara girişir. Dış âlemdeki, pratik aşamasının dışında kalan teorik olgularla ilgili teorik yargılara varır. Pratik olgular hakkında da pratik yargılarda bulunur. Bütün bunları, öz yaratılışının kendisi için belirlediği mecrada gerçekleştirir. İşte akıl dediğimiz şey, bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren şeyin adıdır. Ancak bazı durumlarda, insanın sahip olduğu kimi güçler insanı etkisi altına alabilir. Söz gelimi, ihtiras ve öfke gibi güçler diğer güçleri bütünüyle devre dışı bırakabilir veya zayıflatabilir. Böyle bir durumda insan ılımlılık ve itidal çizgisinden saparak, ifrat ve tefrit gibi iki uç kutuptan birine kayabilir. O zaman, akıl dediğimiz güç, normal işlevini, sağlıklı biçimde göremez olur. Sapık ve saptırıcı algılara ve yalancı tanıklıklara göre hükmeden bir yargıcı düşünün. Bu tür bir yargı, kesinlikle haktan sapar. Yargıç asıl itibariyle batılı, yanlışlığı kastetmezse de böyle bir insan yargı makamında oturmuştur ama, yargının amacına ve işlevine uygun olarak hareket eden bir yargıç değildir. Yargılarında, batıl ve yanlış bilgileri esas alan bir insanı da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir tür hoşgörü kılıfına sokarak, söz konusu yargısını akıl olarak değerlendirse dahi, gerçek aklın yapabileceği bir iş değildir bu. Çünkü böyle bir harekette insan, normal fıtratın çizgisinden ve doğruluğun değişmez kurallarından sapmış olur. Kur’ân-ı Kerim bu çerçevede ele alıyor meseleyi.
Aklı insanın dini açısından yararlandığı ve yol göstericiliği altında gerçek bilgilere salih amellere ulaştığı güç olarak tanımlıyor. Bu doğrultuda işini yerine getirmeyince, o gücü akıl diye nitelemez. Sırf dünyevî hayır ve şer bağlamında işlev görse de. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ve derler ki: Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.” (Mülk, 10) Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hac, 46) Görüldüğü gibi, ayetlerde “akıl” kavramı, ilimle ilgili olarak kullanılıyor ki insan bunu yalnız başına gerçekleştirir. İşitme ise, algılama ile ilgili olarak kullanılıyor.
Burada ise, insanın bir başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ancak dikkati çeken husus, her iki faaliyette de öz yaratılışın (fıtrat) bozulmamışlığı esastır. Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Nefsini ahmaklaştıran beyinsizden başka, kim İbrahim’in dininden yüz çevirir.” (Bakara, 130) Daha önce bu ayetin, “Akıl, aracılığıyla Rahman olan Allah’a kulluk sunulan şeydir.” hadisinin diğer bir ifadesi olduğunu vurgulamıştık. Bu açıklamaların ışığında şunu diyebiliriz: Kur’ân-ı Kerim’de “akıl” kavramı ile kastedilen, insanın bozulmamış fıtratı ile elde ettiği idrak ve kavrayıştır. Bununla, “Size ayetlerini böyle açıklar ki akledesiniz.” ifadesinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre, bilgi açıklama ile kazanılır. Bilgi ise, aklın öncüsü ve aracıdır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez.” (Ankebut, 43)
ETİKETLER:
Zan, hisban, şuur, zikir, irfan, fehm, fıkıh, dirayet, yakin, fikir, rey, zaam, hıfz, hikmet, hubret, şehadet, akıl ve bunlara bağlı olan kavl, fetva ve basiret gibi.
Zann: Kesinlik düzeyinde olmasa bile ağır basan doğru, kabul etmek demektir.
Hisban da öyle. Ancak hesap etmenin zanni kavrayış anlamında kullanılışı, istiare tarzına giriyor gibidir.
“Add” (=sayma) kelimesinin de “zann” anlamında kullanılışı gibi. Oysa “sayma ve hesap etmenin” asıl anlamı şöyledir: “Adde Zeyden mine’l-ebtâli ve hasebehu minhum” yani “Zeydi kahramanlardan saydı, onu onlardan hesap etti.” Yani sayıda ve hesapta kahramanların arasına kattı onu.
Şuur (Farkına varma): İnce kavrayış demektir. Aslı “şa’r (=saç teli)” maddesidir. Saç telinin inceliğine benzetilmiştir. Daha çok somut şeyleri kavrama anlamında kullanılır, soyut şeyleri değil. Bu yüzden belirgin duyu organlarına “meşair” adı verilmiştir.
Zikir (Hatırlama): Zihinde kayıtlı bulunan bir şekli, kavrayışın dışına kaybolduktan sonra yeniden canlandırmak ya da kavrayışın dışına çıkmaması için korumak.
İrfan ve Marifet: Kavrama gücü etkisiyle oluşan bir sureti, zihinde kayıtlı bulunan surete uyarlama işlemidir. Bu yüzden: “Marifet ve irfan, önceki bilgiden sonra oluşan kavrayıştır” denmiştir.
Fehm (Anlama): Zihin dışındaki objeler dünyasında yer alan bir sureti kendi içine nakşetmek suretiyle, dış dünyadan aldığı bir tür etkilenme.
Fıkıh (Derin Anlama): Zihnin kendisine nakşedilen sureti kabulde ve tastikde süreklilik kazanması işlemi.
Dirayet: Zihin içi suretin kabul görüş ve tasdik edilişinin ileri düzeye varması. Bilinen şeyin özelliklerinin, gizli yönlerinin ve ayırıcı niteliklerinin kavranışı. Bu yüzden adı geçen kavram, bir işi büyütme ve önemini vurgulama anlamında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: “Elbette gerçekleşecek olan. Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan? O gerçekleşecek olanı sana bildiren nedir?” (Hakka, 1-3)
“Gerçek şu ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir? (Kadir, 1-2)
Yakin: Zihinsel kavrayışın yok olmayacak ve gevşemeyecek şekilde güçlenmesi, sağlamlaşması.
Fikir (Düşünme): Konuya ilişkin meçhul noktaları ortaya çıkarmak amacıyla zihinde mevcut bulunan bilgileri tekrarlama ve gözden geçirme işlemi.
Rey (Görüş): Düşünüp taşınma işlemi sonucu varılan tasdik düzeyi. Ancak bu kavram genellikle yapılması ve yapılmaması gereken şeylere ilişkin pratik bilgiler bağlamında kullanılır. Evrensel olgulara yönelik teorik bilgiler düzeyinde kullanıldığına pek rastlanmaz.
Basiret (önsezi) ve fetva (çıkış yolu gösterme) ve kavl (deyiş) kavramları da buna yakın bir anlam ifade etmektedir. Şu kadarı var ki, bu anlamla (düşünce sonucu varılan tasdikle) ilintili olarak “kavl” kavramının kullanılışı “lazımın (=gerekenin) “melzumun (=gerektiren)” yerine geçmesi türünden bir istiare örneğidir. Çünkü bir şey hakkında söz söylemek (kavl) o sözün içerdiği şeylere inanmayı gerektirir.
Zaam (İddia): Zihin içi bir suret olarak tasdik anlamını ifade eder. Söz konusu tasdikin tercihe dayanması (zann olması) ya da kesin olması arasında bu açıdan bir fark yoktur.
İlim (Bilme): Daha önce de söylediğimiz gibi, aksine ihtimal bulunmayan kavrayış demektir.
Hıfz (Koruma): Zihin içinde bilinen biçimin değişime ve dönüşüme uğramayacak şekilde zihinde korunması, zabt edilmesi.
Hikmet: Zihin içindeki ilmî bir suretin sağlamlığı, dayanıklılığı yönü.
Hubret (Haberdar olma): Zihin içindeki bilgi biçiminin, öncüllerinden hangi sonuçların çıkacağını bilecek düzeyde bilen kişiye açık olması, onun tarafından kuşatılmış olması.
Şehadet (Şahid olma): Bir şeyin kendisine ve özüne ulaşma. Onu somut şeylerde olduğu gibi duyu organlarıyla ya da bilgi, irade, sevgi, nefret gibi batını soyut duygularla algılama.
Yukarıda sunduğumuz kavramların anlamlarından da fark edileceği gibi, maddeden, hareketten ve değişimden soyutlanamayacakları açıktır. Bu yüzden içlerinde son beş tanesi hariç, bu kavramlar yüce Allah’la ilgili olarak kullanılamazlar. Sadece ilim, hıfz, hikmet, haberdar olma ve şehadet kavramları kullanılabilir. Biri kalkıp da, yüce Allah hakkında: O sanıyor “veya “hesap ediyor” ya da “iddia ediyor” yahut “anlıyor” veyahut “derin anlıyor” şeklinde bir ifade kullanamaz. Son beş kavram ise, eksiklik ve yitirme anlamını çağrıştırmamaları açısından yüce Allah’la ilgili olarak kullanılmalarında bir sakınca yoktur. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: “Allah her şeyi bilir.” (Bakara, 282) “Senin Rabbin, her şeyin üzerinde koruyucudur.” (Sebe, 21) “Allah işlediklerinizden haberdardır.” (Bakara, 234) “O, bilendir, hikmet sahibidir.” (Yûsuf, 83) “O her şeyin üzerinde şahittir.” (Fussilet, 53)
Bildiğimiz gibi “akıl” kelimesi kavrayış anlamında kullanılır. Çünkü kavrama işleminde kalbin tasdik yoluyla bağlanması söz konusudur. Yüce Allah, bu durumu insanın yaratılışının esası kılmıştır; teori düzeyinde hakkı ve batılı bu şekilde kavrar. Pratik boyutuyla iyiyi, kötüyü, faydalıyı ve zararlıyı bu sayede algılar. Yüce Allah insanı, önce kendi varlığını algılayacak bir mahiyette yaratmıştır. Ardından onu somut duyu organlarıyla donatmıştır. Bunlar aracılığı ile somut şeyleri algılar. Bunun yanında içsel duyularla da donatmıştır ki, bunlar aracılığı ile soyut ve manevî şeyleri algılar. Bunlar insanın kendisini dış âleme bağlama işlevini de görürler; irade, sevgi, öfke, umut ve korku gibi. Ardından dış âlemde, düzenleme, ayırma, özelleştirme ve genelleştirme türünden tasarruflara girişir. Dış âlemdeki, pratik aşamasının dışında kalan teorik olgularla ilgili teorik yargılara varır. Pratik olgular hakkında da pratik yargılarda bulunur. Bütün bunları, öz yaratılışının kendisi için belirlediği mecrada gerçekleştirir. İşte akıl dediğimiz şey, bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren şeyin adıdır. Ancak bazı durumlarda, insanın sahip olduğu kimi güçler insanı etkisi altına alabilir. Söz gelimi, ihtiras ve öfke gibi güçler diğer güçleri bütünüyle devre dışı bırakabilir veya zayıflatabilir. Böyle bir durumda insan ılımlılık ve itidal çizgisinden saparak, ifrat ve tefrit gibi iki uç kutuptan birine kayabilir. O zaman, akıl dediğimiz güç, normal işlevini, sağlıklı biçimde göremez olur. Sapık ve saptırıcı algılara ve yalancı tanıklıklara göre hükmeden bir yargıcı düşünün. Bu tür bir yargı, kesinlikle haktan sapar. Yargıç asıl itibariyle batılı, yanlışlığı kastetmezse de böyle bir insan yargı makamında oturmuştur ama, yargının amacına ve işlevine uygun olarak hareket eden bir yargıç değildir. Yargılarında, batıl ve yanlış bilgileri esas alan bir insanı da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir tür hoşgörü kılıfına sokarak, söz konusu yargısını akıl olarak değerlendirse dahi, gerçek aklın yapabileceği bir iş değildir bu. Çünkü böyle bir harekette insan, normal fıtratın çizgisinden ve doğruluğun değişmez kurallarından sapmış olur. Kur’ân-ı Kerim bu çerçevede ele alıyor meseleyi.
Aklı insanın dini açısından yararlandığı ve yol göstericiliği altında gerçek bilgilere salih amellere ulaştığı güç olarak tanımlıyor. Bu doğrultuda işini yerine getirmeyince, o gücü akıl diye nitelemez. Sırf dünyevî hayır ve şer bağlamında işlev görse de. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ve derler ki: Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.” (Mülk, 10) Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hac, 46) Görüldüğü gibi, ayetlerde “akıl” kavramı, ilimle ilgili olarak kullanılıyor ki insan bunu yalnız başına gerçekleştirir. İşitme ise, algılama ile ilgili olarak kullanılıyor.
Burada ise, insanın bir başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ancak dikkati çeken husus, her iki faaliyette de öz yaratılışın (fıtrat) bozulmamışlığı esastır. Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Nefsini ahmaklaştıran beyinsizden başka, kim İbrahim’in dininden yüz çevirir.” (Bakara, 130) Daha önce bu ayetin, “Akıl, aracılığıyla Rahman olan Allah’a kulluk sunulan şeydir.” hadisinin diğer bir ifadesi olduğunu vurgulamıştık. Bu açıklamaların ışığında şunu diyebiliriz: Kur’ân-ı Kerim’de “akıl” kavramı ile kastedilen, insanın bozulmamış fıtratı ile elde ettiği idrak ve kavrayıştır. Bununla, “Size ayetlerini böyle açıklar ki akledesiniz.” ifadesinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre, bilgi açıklama ile kazanılır. Bilgi ise, aklın öncüsü ve aracıdır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez.” (Ankebut, 43)
ETİKETLER:

İDRAK DERECEMİZ NASIL?
DEREKE- İDRAK- TEDARİK
Dal- ra- kef harflerinden oluşur. Kendi literatürümüzde kullandığımız derk etmek, idrak, tedarik bu harflerden türemiş kavramlardır. Derk etmek Arapça mantığında şu alanlarda kullanılır.
1- Derece kelimesinin zıttı olup yükselmek için nasıl basamaklardan bahsediyorsa, dereke kelimesi de inme basamaklarıdır.
2- Denizin en dibine de derk denilir.
3- Suya ulaşmak için bir ipin bağlandığı başka bir ipe de derk denilmiştir. Dolayısıyla Bir şeyin ardından insana ulaşan şeye derk deniliyor.
4- Bir şeyin son noktasına da idrak deniliyor.
Enam süresi/ 103 “ gözler O’nu görmez, O gözleri görür.”
Burada tercüme edilirken görme kavramı kullanılmıştır. Oysaki burada kullanılan kavram derk etmektir. Yani “ gözler O’nu idrak edemez, ancak O gözleri idrak eder.”
Derk etmek yani idrak eder.
Tedarik kavramı da idrak kelimesinden türemiştir. Yardım etmek ve nimet konularında kullanılır.
Kalem süresi/ 49 “Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı,…”
Neml süresi/ 66 “Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler.”
Burada şunu görüyoruz, amacına ulaşmak için sebeplerin olması gerekmektedir. Eğer sebeplere sarılınmıyorsa o isteğe kavulaşamayacağından bahsedilmektedir. İnmek için ipe tutunmak ve ipe tutunmayla arkasından o hikmet ve lütuflara ulaşmaya vurgu yapılmaktadır. Böylece derk etmeye yani idrak etmenin kapıları aralanıyor.
Örneğin ahrete yakinen inanmak için ahiret konusunda yeterli ve detaylı bilgi sahibi olmak idrak etmek için bir iptir.
O halde idrak etmenin zıttı ise o sebeplere sarılmamanın verdiği sonuca göre yüzeyel düşünmek, bir konunun derinine inmemek, kalbi kapatmak anlamlarına gelmektedir. Sebeplere ve vesilelere sarılmayanları kör olarak nitelenmektedir
İnsan süresi/ 3 “ muhakkak biz ona yolu gösterdik; ya şükredici olur ya da nankör.”
Burada yüce Allah vesileleri göstererek idrak etmenin yollarını sunmuştır. Ancak o bu ipe tutunursa şükredici, tutunmazsa verilen nimeti geri çevirmiş olur.
Yüce Allah bitkilerin, hayvanların, insanların Rabbi’dir. Onlara direkt “ ol” deseydi elbette var olurlardı. Ancak onların varlığı ve canlılıklarının devamı için su denen varlığı sebep olarak göstermiştir. Yağmurun yağması her varlılığın hayatı için bir vesiledir. Sadece su değil başka sebeplerde var. Örneğin hava, toprak, anne- baba vs. her şey için sebepleri vesile kılmıştır. O halde Bâtıni nimetler için de vesileler vardır.
Örneğin Allah’ın rızasına ulaşmak için, Allah’tan biz kullara inen ip Kuran Ve Ehli Beyt’idir. Bu vesiledir. Kur’an’ın her ayeti, Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’inin buyurduğu her hadis bizler için vesiledir. Allah rızasına ulaştıracak vasıtadır, sebeptir. İşte o ipe tutunmak, deryaların dibine inmeye çalışmak idrak etmenin kapılarını aralamaktır.
İmam Ali (as); “ Allah bir kula iyilik vermek istediği zaman, onu dinde fakih kılar ve ona yakîn ilham eder” buyurmaktadır.
Yüce Allah’ın burada lütfettiği bir sebebi bildirmektedir. O halde Allah’tan bize binlerce sebep verilmiştir. Eğer bu sebeplere doğru olarak ve sımsıkı olarak sarılırsak idrak etmeye başlarız.
Doğru olarak derken; örneğin; nasıl ki zekâyı geliştirmek için balık, ceviz gibi omega yönünden güçlü besinler almak, zekâyı geliştiren oyunlar, işlemler yapmaya çalışıyorsak vs. aynı şekilde idrak etmeği de güçlendirmek için doğru kanallardan beslenmek gerekmektedir. İnsanı kör edecek alanlardan uzaklaşıp bilakis basiretleri kuvvetlendiren alanlarda doğru olanı seçmek gerekmektedir. Eş seçimi, arkadaş seçimi, kitap seçimi, ilke seçimi, rol model seçimi gibi…
İkinci aşama olarak ta doğru yapılan bu seçimlere sımsıkı sarılmak gerekir. Örneğin Hz. Peygamber ve Ehli Beyt’ini en iyi rol model, Allah’tan sizin lehinize en kıymetli ip olarak düşündünüz. Buna binaen onların hadislerini okuyarak o sebepleri yakalamak istiyorsunuz. Ancak hadisler sözel okumalarda kalıyorsa yine idrak kapısını aralayamazsınız. Çünkü sözde kalan bir vesile, işleme tabi olamaz. Kesinlikle o ipi tutmak ve dibine kadar dalmak gerekmektedir. Yani uygulamaya geçmeli ve o hadis gözlüğü ile her olaya bakmalısınız. O zaman o hadis sizin idrakinizi açacaktır.
Ayeti kerime” de şöyle buyrulmaktadır.
Kadir Süresi/2 “ Kadir gecesinin ne olduğunu idrak edebilir misin?”
Kadir; kadar, kader, miktar, kudret, takdir gibi anlamlara gelmektedir. Ayeti kerime de idrak etmek için sebeplerin ve şartların takdir edildiğine vurgu yapılmaktadır. Elbette melekler ve ruh yeryüzünde kime inip takdirleri bildiriyorsa onu tanımakla idrak edilmeye başlanılır. Yani yeryüzünün halifesi/ hücceti/ imamı tanınmazsa elbette idrak edilmenin yollarına da ulaşılmayacaktır.
Gelen rivayetlere göre, Hz. Fatıma (as)’yı anlayan kişinin, Kadir gecesini de idrak edebileceği hatırlatılmıştır. O halde Hz. Fatıma(as)’yı anlamak için onu kendi hutbesi (Fedek hutbesi) üzerinde odaklanmak gerekir.
İmam Bakır (as) buyuruyor ; “Kadir gecesinde ertesi sene aynı geceye kadar olacak hayır- şer, itaat- günah, doğum- ölüm ve rızık gibi her şey takdir edilir. Bu gece takdir edilip hükme bağlanan bir şey kesindir. Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.” (Tefsiri Ehsen’ul Hadis; 12/300)
Burada yine Kadir gecesinde sebeplerin verileceğinin takdirinden bahseder. Ancak insan o sebeplere bağlanıp, bağlanmamasına göre serbesttir değişir. Tercihlerini kendisi yapar. Dolayısıyla o sebepleri doğru kullanan ve doğru tercihine sımsıkı sarılan idrak etmiş olur.
Aşağıdaki hadislere de odaklanabiliriz.
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurmaktadır;
“ imam Hüseyin(as)’i kılıçla vurdular. İmam atından yere düşüp, katili başını kesmekle meşgul olunca Arş’ın derinliklerinden şöyle bir ses yükseldi. “ Ey yoldan çıkan ümmet! Peygamberinizden sonra saptınız.” “ Allah size Kurban ve Fıtır bayramlarını (derk etmeyi) nasip etmesin! Allah’a yemin olsun ki İmam Hüseyin’in intikamı alınıncaya kadar onlara (bayramları) derk etmeyi ne nasip etti ve ne de nasip edecek” ( Biharu’l Envar, c. 45 s.217 h.42)
Başka bir rivayette bizlere şöyle ulaşmaktadır.
Muhammed b. İsmail Razi; İmam Cevad(as)’a şöyle arz ettim. “Size feda olayım! Amme hakkındaki görüşünüz nedir? Onların orucu (derk etmeye) muvaffak olamayacağı rivayet edilmiştir.”
İmam Cevad (as) şöyle buyurdu; “ Onlar hakkında meleğin bedduası icabet oldu.” Şöyle arz ettim, “Size feda olayım! Bu nasıldır?”
Cevaben şöyle buyurdu; “ İnsanlar, imam Hüseyin’i öldürünce Allah, bir meleğe şöyle seslenmesini emretti; ey zalim ümmet! Kendi peygamberinizin evladını öldürdünüz! Allah, size Fıtır ve Kurban bayramlarını (derk etmeyi) nasip etmesin.”
( İlelu’ş şera’i, s. 389 h. 1, Biharu’l envar c. 45, s. 218, h.43)
Fıtır bayramı Ramazan bayramına söylenir. Yani fitre, fatır, fıtrat, fıtır aynı harflerden türemiş olup insanın fıtratına dönüşünden bahseder. İnsan Ramazan ayını iyi idrak edip değerlendirirse, Ramazan ayının sonunda doğduğu gibi tertemiz fıtrat üzere olur.
Kurban kelimesi de “yakın olmak” anlamına gelir. Kurban bayramı hac ile bütünleşmiştir. Tüm bu menasikler ile Allaha yakın olmaktan bahseder. İşte İmam Hüseyin(as)’i katledenlere ve onların mantığına ortak olanlara Fıtır ve Kurban bayramını idrak etmenin yolu kapalıdır. İdrak etmenin sebebi olan İmama inanma ve tabi olma ipini koparmıştır.
Eğer bu günde İmam Mehdi (as)’ye muhalefet ediliyorsa yine idraki açacak ipe tutunulmamıştır demektir. Gerçekten bugün bu kadar ayetler okunmasına, hadisler gündeme gelmesine, namazlar kılınmasına, oruçlar tutunmasına, hacca gidilmesine rağmen idrak yolunun kapalı olmasının altında yatan sebep imam Mehdi (as)’ye olan marifetin azlığı veya yokluğu değil midir? Kadir gecesinin idraksizliğidir.
O halde doğru yol üzerinde idrak kapılarımızın açılmasını istiyorsak derinlere dalacak vesilelere/ sebeplere sarılmak gerekmektedir.
Derk edemeyene derecenin olmayacağı da unutulmamalıdır.
Dal- ra- kef harflerinden oluşur. Kendi literatürümüzde kullandığımız derk etmek, idrak, tedarik bu harflerden türemiş kavramlardır. Derk etmek Arapça mantığında şu alanlarda kullanılır.
1- Derece kelimesinin zıttı olup yükselmek için nasıl basamaklardan bahsediyorsa, dereke kelimesi de inme basamaklarıdır.
2- Denizin en dibine de derk denilir.
3- Suya ulaşmak için bir ipin bağlandığı başka bir ipe de derk denilmiştir. Dolayısıyla Bir şeyin ardından insana ulaşan şeye derk deniliyor.
4- Bir şeyin son noktasına da idrak deniliyor.
Enam süresi/ 103 “ gözler O’nu görmez, O gözleri görür.”
Burada tercüme edilirken görme kavramı kullanılmıştır. Oysaki burada kullanılan kavram derk etmektir. Yani “ gözler O’nu idrak edemez, ancak O gözleri idrak eder.”
Derk etmek yani idrak eder.
Tedarik kavramı da idrak kelimesinden türemiştir. Yardım etmek ve nimet konularında kullanılır.
Kalem süresi/ 49 “Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı,…”
Neml süresi/ 66 “Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler.”
Burada şunu görüyoruz, amacına ulaşmak için sebeplerin olması gerekmektedir. Eğer sebeplere sarılınmıyorsa o isteğe kavulaşamayacağından bahsedilmektedir. İnmek için ipe tutunmak ve ipe tutunmayla arkasından o hikmet ve lütuflara ulaşmaya vurgu yapılmaktadır. Böylece derk etmeye yani idrak etmenin kapıları aralanıyor.
Örneğin ahrete yakinen inanmak için ahiret konusunda yeterli ve detaylı bilgi sahibi olmak idrak etmek için bir iptir.
O halde idrak etmenin zıttı ise o sebeplere sarılmamanın verdiği sonuca göre yüzeyel düşünmek, bir konunun derinine inmemek, kalbi kapatmak anlamlarına gelmektedir. Sebeplere ve vesilelere sarılmayanları kör olarak nitelenmektedir
İnsan süresi/ 3 “ muhakkak biz ona yolu gösterdik; ya şükredici olur ya da nankör.”
Burada yüce Allah vesileleri göstererek idrak etmenin yollarını sunmuştır. Ancak o bu ipe tutunursa şükredici, tutunmazsa verilen nimeti geri çevirmiş olur.
Yüce Allah bitkilerin, hayvanların, insanların Rabbi’dir. Onlara direkt “ ol” deseydi elbette var olurlardı. Ancak onların varlığı ve canlılıklarının devamı için su denen varlığı sebep olarak göstermiştir. Yağmurun yağması her varlılığın hayatı için bir vesiledir. Sadece su değil başka sebeplerde var. Örneğin hava, toprak, anne- baba vs. her şey için sebepleri vesile kılmıştır. O halde Bâtıni nimetler için de vesileler vardır.
Örneğin Allah’ın rızasına ulaşmak için, Allah’tan biz kullara inen ip Kuran Ve Ehli Beyt’idir. Bu vesiledir. Kur’an’ın her ayeti, Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’inin buyurduğu her hadis bizler için vesiledir. Allah rızasına ulaştıracak vasıtadır, sebeptir. İşte o ipe tutunmak, deryaların dibine inmeye çalışmak idrak etmenin kapılarını aralamaktır.
İmam Ali (as); “ Allah bir kula iyilik vermek istediği zaman, onu dinde fakih kılar ve ona yakîn ilham eder” buyurmaktadır.
Yüce Allah’ın burada lütfettiği bir sebebi bildirmektedir. O halde Allah’tan bize binlerce sebep verilmiştir. Eğer bu sebeplere doğru olarak ve sımsıkı olarak sarılırsak idrak etmeye başlarız.
Doğru olarak derken; örneğin; nasıl ki zekâyı geliştirmek için balık, ceviz gibi omega yönünden güçlü besinler almak, zekâyı geliştiren oyunlar, işlemler yapmaya çalışıyorsak vs. aynı şekilde idrak etmeği de güçlendirmek için doğru kanallardan beslenmek gerekmektedir. İnsanı kör edecek alanlardan uzaklaşıp bilakis basiretleri kuvvetlendiren alanlarda doğru olanı seçmek gerekmektedir. Eş seçimi, arkadaş seçimi, kitap seçimi, ilke seçimi, rol model seçimi gibi…
İkinci aşama olarak ta doğru yapılan bu seçimlere sımsıkı sarılmak gerekir. Örneğin Hz. Peygamber ve Ehli Beyt’ini en iyi rol model, Allah’tan sizin lehinize en kıymetli ip olarak düşündünüz. Buna binaen onların hadislerini okuyarak o sebepleri yakalamak istiyorsunuz. Ancak hadisler sözel okumalarda kalıyorsa yine idrak kapısını aralayamazsınız. Çünkü sözde kalan bir vesile, işleme tabi olamaz. Kesinlikle o ipi tutmak ve dibine kadar dalmak gerekmektedir. Yani uygulamaya geçmeli ve o hadis gözlüğü ile her olaya bakmalısınız. O zaman o hadis sizin idrakinizi açacaktır.
Ayeti kerime” de şöyle buyrulmaktadır.
Kadir Süresi/2 “ Kadir gecesinin ne olduğunu idrak edebilir misin?”
Kadir; kadar, kader, miktar, kudret, takdir gibi anlamlara gelmektedir. Ayeti kerime de idrak etmek için sebeplerin ve şartların takdir edildiğine vurgu yapılmaktadır. Elbette melekler ve ruh yeryüzünde kime inip takdirleri bildiriyorsa onu tanımakla idrak edilmeye başlanılır. Yani yeryüzünün halifesi/ hücceti/ imamı tanınmazsa elbette idrak edilmenin yollarına da ulaşılmayacaktır.
Gelen rivayetlere göre, Hz. Fatıma (as)’yı anlayan kişinin, Kadir gecesini de idrak edebileceği hatırlatılmıştır. O halde Hz. Fatıma(as)’yı anlamak için onu kendi hutbesi (Fedek hutbesi) üzerinde odaklanmak gerekir.
İmam Bakır (as) buyuruyor ; “Kadir gecesinde ertesi sene aynı geceye kadar olacak hayır- şer, itaat- günah, doğum- ölüm ve rızık gibi her şey takdir edilir. Bu gece takdir edilip hükme bağlanan bir şey kesindir. Kuşkusuz bunda da Allah’ın dilemesi esastır.” (Tefsiri Ehsen’ul Hadis; 12/300)
Burada yine Kadir gecesinde sebeplerin verileceğinin takdirinden bahseder. Ancak insan o sebeplere bağlanıp, bağlanmamasına göre serbesttir değişir. Tercihlerini kendisi yapar. Dolayısıyla o sebepleri doğru kullanan ve doğru tercihine sımsıkı sarılan idrak etmiş olur.
Aşağıdaki hadislere de odaklanabiliriz.
İmam Cafer Sadık (as) şöyle buyurmaktadır;
“ imam Hüseyin(as)’i kılıçla vurdular. İmam atından yere düşüp, katili başını kesmekle meşgul olunca Arş’ın derinliklerinden şöyle bir ses yükseldi. “ Ey yoldan çıkan ümmet! Peygamberinizden sonra saptınız.” “ Allah size Kurban ve Fıtır bayramlarını (derk etmeyi) nasip etmesin! Allah’a yemin olsun ki İmam Hüseyin’in intikamı alınıncaya kadar onlara (bayramları) derk etmeyi ne nasip etti ve ne de nasip edecek” ( Biharu’l Envar, c. 45 s.217 h.42)
Başka bir rivayette bizlere şöyle ulaşmaktadır.
Muhammed b. İsmail Razi; İmam Cevad(as)’a şöyle arz ettim. “Size feda olayım! Amme hakkındaki görüşünüz nedir? Onların orucu (derk etmeye) muvaffak olamayacağı rivayet edilmiştir.”
İmam Cevad (as) şöyle buyurdu; “ Onlar hakkında meleğin bedduası icabet oldu.” Şöyle arz ettim, “Size feda olayım! Bu nasıldır?”
Cevaben şöyle buyurdu; “ İnsanlar, imam Hüseyin’i öldürünce Allah, bir meleğe şöyle seslenmesini emretti; ey zalim ümmet! Kendi peygamberinizin evladını öldürdünüz! Allah, size Fıtır ve Kurban bayramlarını (derk etmeyi) nasip etmesin.”
( İlelu’ş şera’i, s. 389 h. 1, Biharu’l envar c. 45, s. 218, h.43)
Fıtır bayramı Ramazan bayramına söylenir. Yani fitre, fatır, fıtrat, fıtır aynı harflerden türemiş olup insanın fıtratına dönüşünden bahseder. İnsan Ramazan ayını iyi idrak edip değerlendirirse, Ramazan ayının sonunda doğduğu gibi tertemiz fıtrat üzere olur.
Kurban kelimesi de “yakın olmak” anlamına gelir. Kurban bayramı hac ile bütünleşmiştir. Tüm bu menasikler ile Allaha yakın olmaktan bahseder. İşte İmam Hüseyin(as)’i katledenlere ve onların mantığına ortak olanlara Fıtır ve Kurban bayramını idrak etmenin yolu kapalıdır. İdrak etmenin sebebi olan İmama inanma ve tabi olma ipini koparmıştır.
Eğer bu günde İmam Mehdi (as)’ye muhalefet ediliyorsa yine idraki açacak ipe tutunulmamıştır demektir. Gerçekten bugün bu kadar ayetler okunmasına, hadisler gündeme gelmesine, namazlar kılınmasına, oruçlar tutunmasına, hacca gidilmesine rağmen idrak yolunun kapalı olmasının altında yatan sebep imam Mehdi (as)’ye olan marifetin azlığı veya yokluğu değil midir? Kadir gecesinin idraksizliğidir.
O halde doğru yol üzerinde idrak kapılarımızın açılmasını istiyorsak derinlere dalacak vesilelere/ sebeplere sarılmak gerekmektedir.
Derk edemeyene derecenin olmayacağı da unutulmamalıdır.

ANNE- BABALARA SORDUK
ANNE- BABALARA SORDUK
Özellikle son yıllarda, çocuğuna en farklı ve hiç duyulmamış isimler verme tutkusuyla, anlamında hiçbir mesaj barındırmayan hatta bazılarının hiçbir anlama gelmediği ve rol model olamayan isimler çok fazla yayılmış durumda. Biz de isimlerin insanın karakteri ve maneviyatı üzerindeki etkisini göz önünde bulundurarak, çocuklarına anlamlı isimler vermiş olan anne-babalara sorduk:
Kızınıza neden Hz. Fatıma (s.a)’nın ismini verdiniz?
Kızıma Hz. Fatıma (s.a)’ya hürmeten onun ismini verdik. Ona olan sevgimizden ve bağlılığımızdan dolayı bu ismi tercih ettik. Bir de en önemlisi Ehlibeyt ’in annesi olduğu için.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ona karşı vazifemiz ehlibeytini tanımak onların velayetini kabul etmek onun yaşamını ve ahlakını örnek almaktır.
Hasan/ Iğdır
Öncelikle çocuğa güzel isim vermek anne babanın görevidir. Onlar ahirette bizim verdiğimiz isimlerle çağrılacaklar. Ehlibeyt dostuysak eğer, çocuklarımızı ve evlerimizi onların isimleriyle taçlandırmalıyız. İnşallah benim kızım da Hz. Fatıma (s.a) ahlakıyla ahlaklanır. Zehra ismiyle kalbi nurlanır ve inşallah kızıma şefaatçi olması için verdim bu ismi.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ona karşı en önemli vazifemiz, evlatlarını hakkıyla sevmektir. Onun evlatlarını hakkıyla tanıyıp sevdik mi, bana göre bütün eksiklikler tamam olur.
Mecbure / Kocaeli
Kızıma Hz. Fatıma (s.a)’ya benzemesi için, gerek ahlakıyla gerek duruşuyla onun gibi yaşaması için peygamberimizin kızının ismini verdik.
Güler/ Kocaeli
İkinci kızıma hamileyken, sorunlu bir bebek olduğunu, beyinin bir tarafının gelişip diğer tarafının gelişmediğini söylediler. Doktor düzelme ihtimalinin olduğunu ancak tam tersine daha da ilerleyebileceğini söyledi. Ben bir anne hassasiyetiyle bu durum karşısında yıkılmıştım. Ne yapacağımı şaşırmışken, ablam bana adını Fatıma koy ve Hz. Fatıma (s.a)’ya tevessül et dedi. Ben de öyle yaptım. Allah’ın izniyle Hz. Fatıma (s.a)’ya çok güvendim. Rabbime şükürler olsun şimdi kızım 14 yaşında ve çok sağlıklı. İyi ki ona güvenmişim.
Semra/ İstanbul
Selamün Aleykum kızımın ismi Merziye, Hz Fatime (as)’nin isimlerinden biri. Kızıma ismini henüz doğmadan önce babası verdi. Hz Fatıma’nın isimlerinin hepsi güzel, anlamlı, özel ve seçilmiştir ama bana göre en cezbedici ismi Merziye’ydi çünkü anlamı çok etkilemişti beni. Allah’ın rızasını kazanmış. O Allah’tan razı Allah ondan razı. Böyle mükemmel bir isim olabilir miydi?
Ve ayrıca peygamberimizin can parçasının ve ehlibeytin ismini nesillerimizde devam ettirmeliydik ve isimlerin karakterler üzerindeki etkisini bildiğimiz için bu yüce şahsiyetin ismini kızımıza vererek O’nun ahlak, edep, terbiye ve ilminden nasiplenmesini ve onun izinde olmasını istedik.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ehlibeyt’in önemli bir isteği var bizden; onlara yüz akı olmamızı, utanç vesilesi olmamamızı istiyorlar. Bizler de kadınlar olarak ancak Hz. Fatıma (s.a)’nın yaşantısını örnek alarak onlara yüz akı oluruz ve Hz. Fatıma’ya karşı vazifelerimizi yerine getirmiş oluruz. Bugün Hz. Fatıma (s.a) olsaydı bizim girdiğimiz ortamlarda nasıl davranırdı, sosyal medyadan nasıl istifade ederdi? Acaba hayatını sosyal medyada reklam mı yapardı yoksa insanların faydasına olacak işlerde mi kullanırdı? Ve bunun gibi her alanda ve karşılaştığımız her durumda Hz. Fatıma (s.a)’nın nasıl tepkiler vereceğini düşünerek ona göre hayatımızı dizayn etmeliyiz.
Zeynep/Kocaeli
Benim adım Fatıma. Bizim yöremizde her evde mutlaka bir Fatıma ismi olması geleneği vardır. Bu nedenle Annem-babam bana Fatıma anamızın ismini vermişler.
Fatma/Konya
Bekârlığımdan beri Peygamberimizin kızının ismi olduğu için bir kızım olursa ismini Fatıma koymak istemiştim. Rabbime şükürler olsun ki bana iki kız evlat verdi. Ben de birine Fatıma diğerine Zehra ismini verdim.
Yasemin/İstanbul
Peygamberimizin, kızına babasının annesi lakabını verdiğini duyduğumda derinden etkilenmiştim. Bu nedenle kızıma Fatma Nur ismini verdim. İnşallah benim kızım bu isme layık bir evlat olur.
Yeter/İstanbul
Yakın zamanda ailemize yeni bir fert daha katıldı. Uğruna varlık aleminin yaratıldığı Nebi Muhammed Mustafa (s.a.a)’in göz nuru oluşu ve Hz. Ali (a.s) gibi bir yiğidin eşi oluşu ve cennet gençlerinin efendisi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in anneleri oluşu sebebiyle ve onun adının girdiği evde bereket ve huzurun eksik olmayacağı için bu yeni doğan evladımıza annemizin adını verdik. Adına layık bir evlat olması ümidiyle inşallah.
Gülsüm/Kars
Kızıma hem Hz. Fatıma’nın anısını canlı tutmak hem de onun ahlakıyla ahlaklanması için, iffetli ve temiz manasına gelen Hz. Fatıma’nın Betül ismini verdim.
Murat/Kayseri
.Hz. Fatıma (s.a)’nın İslam dinindeki yeri, Hz. Peygamber (s.a.a)’in yanındaki makamını bilen bir insanın evladı için bu ismi tercih etmesinin bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. İnsanın sahip olduğu isminin onun yaşantısını etkilediğine inanıyorum. Bu nedenle daha doğmadan önce kızım için bu ismi seçmiştim.
Engin/Ankara
Peygamberimizin ve Ehlibeytinin buyruklarından biri de, evlatlarımıza onların isimlerini vermemizdir. Onların her emir ve tavsiyeleri ayrı bir hikmet üzerinedir. Bu nedenle kızıma bu ismi verdim.
Murtaza/Manisa
Özellikle son yıllarda, çocuğuna en farklı ve hiç duyulmamış isimler verme tutkusuyla, anlamında hiçbir mesaj barındırmayan hatta bazılarının hiçbir anlama gelmediği ve rol model olamayan isimler çok fazla yayılmış durumda. Biz de isimlerin insanın karakteri ve maneviyatı üzerindeki etkisini göz önünde bulundurarak, çocuklarına anlamlı isimler vermiş olan anne-babalara sorduk:
Kızınıza neden Hz. Fatıma (s.a)’nın ismini verdiniz?
Kızıma Hz. Fatıma (s.a)’ya hürmeten onun ismini verdik. Ona olan sevgimizden ve bağlılığımızdan dolayı bu ismi tercih ettik. Bir de en önemlisi Ehlibeyt ’in annesi olduğu için.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ona karşı vazifemiz ehlibeytini tanımak onların velayetini kabul etmek onun yaşamını ve ahlakını örnek almaktır.
Hasan/ Iğdır
Öncelikle çocuğa güzel isim vermek anne babanın görevidir. Onlar ahirette bizim verdiğimiz isimlerle çağrılacaklar. Ehlibeyt dostuysak eğer, çocuklarımızı ve evlerimizi onların isimleriyle taçlandırmalıyız. İnşallah benim kızım da Hz. Fatıma (s.a) ahlakıyla ahlaklanır. Zehra ismiyle kalbi nurlanır ve inşallah kızıma şefaatçi olması için verdim bu ismi.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ona karşı en önemli vazifemiz, evlatlarını hakkıyla sevmektir. Onun evlatlarını hakkıyla tanıyıp sevdik mi, bana göre bütün eksiklikler tamam olur.
Mecbure / Kocaeli
Kızıma Hz. Fatıma (s.a)’ya benzemesi için, gerek ahlakıyla gerek duruşuyla onun gibi yaşaması için peygamberimizin kızının ismini verdik.
Güler/ Kocaeli
İkinci kızıma hamileyken, sorunlu bir bebek olduğunu, beyinin bir tarafının gelişip diğer tarafının gelişmediğini söylediler. Doktor düzelme ihtimalinin olduğunu ancak tam tersine daha da ilerleyebileceğini söyledi. Ben bir anne hassasiyetiyle bu durum karşısında yıkılmıştım. Ne yapacağımı şaşırmışken, ablam bana adını Fatıma koy ve Hz. Fatıma (s.a)’ya tevessül et dedi. Ben de öyle yaptım. Allah’ın izniyle Hz. Fatıma (s.a)’ya çok güvendim. Rabbime şükürler olsun şimdi kızım 14 yaşında ve çok sağlıklı. İyi ki ona güvenmişim.
Semra/ İstanbul
Selamün Aleykum kızımın ismi Merziye, Hz Fatime (as)’nin isimlerinden biri. Kızıma ismini henüz doğmadan önce babası verdi. Hz Fatıma’nın isimlerinin hepsi güzel, anlamlı, özel ve seçilmiştir ama bana göre en cezbedici ismi Merziye’ydi çünkü anlamı çok etkilemişti beni. Allah’ın rızasını kazanmış. O Allah’tan razı Allah ondan razı. Böyle mükemmel bir isim olabilir miydi?
Ve ayrıca peygamberimizin can parçasının ve ehlibeytin ismini nesillerimizde devam ettirmeliydik ve isimlerin karakterler üzerindeki etkisini bildiğimiz için bu yüce şahsiyetin ismini kızımıza vererek O’nun ahlak, edep, terbiye ve ilminden nasiplenmesini ve onun izinde olmasını istedik.
Hz. Fatıma (s.a)’nın makamını tanıyan ve onu örnek alan insanlar olarak ona karşı vazifelerimiz nelerdir?
Ehlibeyt’in önemli bir isteği var bizden; onlara yüz akı olmamızı, utanç vesilesi olmamamızı istiyorlar. Bizler de kadınlar olarak ancak Hz. Fatıma (s.a)’nın yaşantısını örnek alarak onlara yüz akı oluruz ve Hz. Fatıma’ya karşı vazifelerimizi yerine getirmiş oluruz. Bugün Hz. Fatıma (s.a) olsaydı bizim girdiğimiz ortamlarda nasıl davranırdı, sosyal medyadan nasıl istifade ederdi? Acaba hayatını sosyal medyada reklam mı yapardı yoksa insanların faydasına olacak işlerde mi kullanırdı? Ve bunun gibi her alanda ve karşılaştığımız her durumda Hz. Fatıma (s.a)’nın nasıl tepkiler vereceğini düşünerek ona göre hayatımızı dizayn etmeliyiz.
Zeynep/Kocaeli
Benim adım Fatıma. Bizim yöremizde her evde mutlaka bir Fatıma ismi olması geleneği vardır. Bu nedenle Annem-babam bana Fatıma anamızın ismini vermişler.
Fatma/Konya
Bekârlığımdan beri Peygamberimizin kızının ismi olduğu için bir kızım olursa ismini Fatıma koymak istemiştim. Rabbime şükürler olsun ki bana iki kız evlat verdi. Ben de birine Fatıma diğerine Zehra ismini verdim.
Yasemin/İstanbul
Peygamberimizin, kızına babasının annesi lakabını verdiğini duyduğumda derinden etkilenmiştim. Bu nedenle kızıma Fatma Nur ismini verdim. İnşallah benim kızım bu isme layık bir evlat olur.
Yeter/İstanbul
Yakın zamanda ailemize yeni bir fert daha katıldı. Uğruna varlık aleminin yaratıldığı Nebi Muhammed Mustafa (s.a.a)’in göz nuru oluşu ve Hz. Ali (a.s) gibi bir yiğidin eşi oluşu ve cennet gençlerinin efendisi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in anneleri oluşu sebebiyle ve onun adının girdiği evde bereket ve huzurun eksik olmayacağı için bu yeni doğan evladımıza annemizin adını verdik. Adına layık bir evlat olması ümidiyle inşallah.
Gülsüm/Kars
Kızıma hem Hz. Fatıma’nın anısını canlı tutmak hem de onun ahlakıyla ahlaklanması için, iffetli ve temiz manasına gelen Hz. Fatıma’nın Betül ismini verdim.
Murat/Kayseri
.Hz. Fatıma (s.a)’nın İslam dinindeki yeri, Hz. Peygamber (s.a.a)’in yanındaki makamını bilen bir insanın evladı için bu ismi tercih etmesinin bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. İnsanın sahip olduğu isminin onun yaşantısını etkilediğine inanıyorum. Bu nedenle daha doğmadan önce kızım için bu ismi seçmiştim.
Engin/Ankara
Peygamberimizin ve Ehlibeytinin buyruklarından biri de, evlatlarımıza onların isimlerini vermemizdir. Onların her emir ve tavsiyeleri ayrı bir hikmet üzerinedir. Bu nedenle kızıma bu ismi verdim.
Murtaza/Manisa

TESETTÜR ÜZERİNE ROPÖRTAJLAR
BİR ERKEĞİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER
Genç kız tesettürün hayata getirdiği kolaylığı göstermek adına bir ailenin her iki taraf açısından “tesettür ve taşıdığı kimliği” ile ilgili röportaj yapmak istemişti.
Bir erkeğin gözünden de merak ediyordu. Tesettür herkesin kabul ettiği bir şey değildi. Bunu anlatmak için hayatın içinden dile getirmeye karar vermişti.
Çevresinde olan 35 yaşlarında bir erkek, hem de iki kız çocuğu olan bir baba gözünden tesettürün ne anlama geldiğini anlatmak için anlamaya çalışıyordu.
Sorular soruyordu. Cevaplarını alıyordu. Diyalog şöyle geçmişti.
Eşin için tesettürü gerekli görüyor musun?
Evet, eşimin örtülü olmasını istiyorum
Neden? Demişti.
Çünkü eşimi kıskanıyorum.
Kıskanmak sizce kadını kısıtlamak için yeterli bir mazeret midir?
Eşimi seviyorum. Eşim de beni seviyor. Başkasına cazibeli olması gerekmez. Onların dikkatini üzerine çekmesini istemem. Kalbinde fesat olanların yani başkalarının eşime kötü gözle bakmalarını, yani hayal düşüncelerinde eşimi düşünmelerini istemem.
Sizce kadın çirkin olsa bile cazibeli ve çekici midir?
Çirkin kadın diye bir şey yoktur. Her kadın kendi çapında etkileyicidir. Bu kadının fıtratında vardır. Bu nedenle çirkin kadın yoktur. Ayrıca bakımlı kadınlar da daha çok tetiklemektedir.
Bakımlı kadından kasıt ile neyi ifade etmektesiniz?
Bakımlı kadın derken temiz ve doğal kadını kast etmiyorum. Makyajlı, kozmetiği önemseyen, şık giyinen kısaca kendine bakan kadını kast ediyorum. Örneğin derler ki “kıldan tahrik olunmaz”. O halde saç bakım sektörüne neden bu kadar yatırım yapılmaktadır?
Doğal olan bir kadın ile bakımlı kadın, hayatın içinde eşit değil midir?
Eşit değil tabi ki. Bu yüzdelik şartlara göre de değişir. Örneğin bir İş görüşmesine bakımlı bir kadın giderse 1-0 öndedir. Doğal kadın ise kaybeder.
Rant elde etmek için en çok kadınlar kullanılmaktadır.
Annenizi de kıskanır mısınız? Onun da doğal ve tesettürlü olması taraftarı mısınız?
Annemi de kıskanırım. Çünkü onu da çok seviyorum. Korumak isterim. Her türlü çirkin bakış ve düşüncelerden soyutlamak isterim.
O halde siz kadını koruma adına evde mi tutmak istiyorsunuz?
Kadını mecburen yeri evi diyorum. Çünkü kadın bu şartlarda incitiliyor. Çünkü korunmasız oluyor.
Peki, tesettür bu duruma yeterli değil mi?
Hayır. Kadın tesettürlü olsa da yine korunamıyor.
Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız?
Birincisi tesettür sınırlarına dikkat edilmiyor. Tesettür tam olarak yerine getirilmiyor. Bir taraftan yapılsa da bazı taraflardan dikkat edilmiyor. Örneğin örtülü olduğu halde makyajlı, dikkat çeken bir kıyafet ile yine tesettür amacına ulaşılmamaktadır. İkincisi de insanların tesettür deyince konu olarak sadece başörtüsünü düşünmektedir. Hâlbuki tesettürün alanı çok boyutlu ve geniştir.
Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız?
Bazen bir ahlak duruşu bile tesettürün alanına girer. Örneğin utanma, hoşgörü, merhametli olma, saygın durmak, edalı konuşmamak, argo sözcüklerden uzak durmak, kibar ve nazik olmak gibi tavırlar da tesettür ile ilişkilidir.
Şimdi yeniden kaldığımız konuya dönersek tesettürlü olunsa, kuşattığı alanlara da dikkat edilirse tesettür amacına ulaşır mı? Yine de der misiniz “kadının yeri evidir”
Elbette tesettür tek başına yeterli değildir. Ancak sosyal tedbirlerde de buna göre düzenleme gelirse İslam’ın dediği manada, tesettür amacına ulaşmış olur. Dolayısıyla kadın için ortam iyi ve güvenli olur. O zaman “kadın için, yeri evidir” demem. Çünkü böyle bir durumda ne annemi, ne eşimi, ne de kız çocuklarımı tehlikeye atmamış olurum.
İki kız babasınız. Onlar da eğitim ne zaman başlar diye düşünürsünüz.
Kız olsun, erkek olsun eğitim eşin hamile olmasıyla başlar. Hatta eş seçimi ile başlar. Ancak kendi kişisel tercihleri için aklı baliğ dönem de önemli bir başlangıçtır. Bu nedenle sadece “bu dönemde tesettür başlar” diyemeyiz. Örneğin bir cinsel kimlik te tesettür kapsamına girer. Kendisine gösterilen rol model de tesettürün bir parçasıdır. Bu yüzden okul eğitimi ve çevre koşulları da önemlidir.
Kızlarınız genç olacaklar. Hem bakımlı hem tesettürlü olamazlar mı?
Kızlar hem örtülü hem de bakımlı olunca tesettürün amacından çıkılmış olunur.
Bu durum sizi rahatsız eder mi?
Bir baba olarak rahatsız olurum. Kızım da benden ilginç beklentiler isteyecek biliyorum. Ancak annenin rolü burada önemli.
Bir erkek için sizce tesettür ne demektir?
Bir erkek için tesettür göz kapaklarıdır. Gözlerini korusunlar.
Erkeklerde de utanma duygusu olmalı mıdır?
Elbette. İnsanlar utanma duygusunu bilmeseler, bu hayatın nasıl olacağını düşünebiliyor musunuz? Zülüm ve çirkinlik hayatın her alanını kapsar.
Erkeklerde de vücut gösterisi olmaktadır. Bu konuda ne düşünürsünüz?
“Bu yasak değil” olarak düşünülse de bir erkeğe yakışmamaktadır. Kimliğe, gelecek nesillere model olma açısından, geleceğin baba adayı olması açısından olmaması gerekir diye düşünüyorum.
Bir erkek sizce neden vücut gösterisi yapar?
Karşı cinsi etkilemek için. Başka bir açıklaması yoktur. Erkekte tesettür sadece giyim olarak düşünülmez. Örneğin normal bir koku ile tahrik edici güzel koku arasındaki fark abartıdır. Niyet bu yüzden önemlidir.
Kadınlarda ve erkeklerde takı serbest olsun mu?
Olabilir. Ancak yine abartı olmamalıdır.
Kadına benzeyen erkek hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erkeğe erkek gibi, kadına kadın gibi davranılmalıdır. Bu sınır önemlidir. Kadının erkek gibi, erkeğin kadın gibi giyinmesi ve davranması yaratılışa aykırıdır. Rol çatışması olmaktadır. Ne kadar erkek kadın gibi davransa da bir eş, bir anne olamaz. Bir kadın da erkek gibi davransa yine bir eş, bir baba gibi olamaz…
Ancak toplumda erkek gibi kadın denilince bir övgü düşünülür. Buna ne dersiniz?
Erkek gibi kadın deyimi ile erkek gibi giyinen ve davranan kadın arasında fark vardır. Erkek rolünü üstlenen kadınlarda da rol çatışması görünmektedir. Kadın rolünü üstlenen erkeklerde de rol çatışması olmaktadır. Çocukların gözünde de bu bilmece çözülememektedir.
Sizce tesettür sahası sadece bir giyimden mi ibarettir?
Giyim, takı, koku, bakışlar, konuşmalar, sosyal duruşlar da tesettürün birer parçasıdır.
BİR ANNENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER
Genç kız bu beye teşekkür etti ve anneye yöneldi. Bir eş, bir anne olarak kadının da fikirlerini almak istedi. Kadın 32 yaşında iki kız çocuğu annesi idi.
.Bir kadının örtülü olması sizin için ne ifade eder?
Örtülü olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Özellikle Allah’ımın emrini yerine getirdiğim için çok mutluyum.
Ne zaman örtündünüz?
Evlenmeden kısa bir süre önce örtündüm. Aslında evlendiğim için değil, Allah’ın emri olduğu için örtündüm. Ancak genç kız iken bunu fark edememenin pişmanlık ve üzüntüsünü daima yaşıyorum.
Bir kadın olarak diğer kadınların örtülü olması veya olmaması hakkında ne düşünürsünüz?
Bir kadın olarak ben de eşimi kimse ile paylaşmak istemem. Bu nedenle hem eşimin hem de diğer kadınların tesettür ile gelen kurallara uymasını isterim.
Bu çerçeveden bakarsanız kızlarınızın da örtülü olmasını ister misiniz?
Ben kendi beklentilerimden önce isterim ki her kadın ve her erkek Allah’ımızın sözünü dinlesinler. Ancak insanlar Allah’ın emrini ciddiye almayınca tesettür de anlamını yitirmektedir. Şimdi çoğu yerde ilahi makamı ciddiye almadıkları için, tesettür sınırlarına dikkat etmeyenler de çok ve niyetlerinde samimi de değiller. Bu da beni çok üzmektedir. Tesettür bir takva göstergesi olmak yerine imaj olmuştur. Bu nedenle tesettür ile tesettür bilinci arasında bir bağlantı görünmemektedir.
Sizce tesettür ile üstlenen rol arasında bir uyum da olmalı mıdır?
Elbette tesettürün sınırları içerisinde esnek konularda vardır. Bazen yaşa, bazen kültüre, bazen cinsiyete, bazen de şartlara göre değişebilir. Örneğin bir çiftçi kadına siz dış kıyafet ile beraber tarlada iş yapın diyemezsiniz. Ya da her ülkede farklı desenler, renkler, şekillerde örtünme olabilir. Bunu bir kalıba koymak doğru değildir. Ancak Peygamber’imizin belirttiği sınırlara dikkat edilmesi gerekmektedir.
Bir anne olarak kızlarınız daha küçükler, büyüdükleri zaman başlarını örtsünler mi?
Örtülü olmalarını isterim. Ancak baş örtmenin bilincinde olarak. Kimliklerini bilmeden baş örtmeleri de anlamsız. Bu yüzden eğitim ile beraber tesettür algılanmalıdır.
Bir anne olarak tesettür konusunda kızlarınız için kaygılandığınız bir nokta var mıdır?
Kızlarımın başörtüsü olayını takva olarak değil de imajlarını tamamlayan bir aksesuar gibi görmeleri olur. Çünkü bugün örtülü olduğu halde buna tezat anlayışları çok görebiliyoruz. Tesettür ile makyaj, tesettür ve erkek arkadaşlığı, tesettür ve namazdan uzak, tesettür ve başka kimlikler vs. bunu daha da çoğaltabiliriz. Bu tezatlıkları kızlarımda da görmekten çok korkuyorum.
O halde siz kızlarınızın süslü olmasını istemiyorsunuz?
Kızlarım sade ve doğal olsunlar. Ancak süslü ve dikkat çekici olmasınlar. Ben onların günahkâr veya başkalarını günaha sürükleyen bir genç olmalarını istemem.
Bir kadın olarak erkekler de tesettür sınırlarında olsunlar mı?
Edepli olsunlar. Onları sınırlara dikkat edilmemiş gördüğümde utanıyorum. Saygım azalıyor. Gözlerimde değerleri düşüyor.
Erkeklerin kadınlardan istekleri ne olmalıdır?
Erkekler açısından, kendilerinin tesettür sınırlarını ihlal etmek ile başkalarından ihlal etmesini talep etmek arasında fark yoktur. Çevresindeki erkek ve kadınları eğer bu ihlale sürüklüyorlarsa yine tesettürü çiğnemişlerdir. Örneğin kendi eşinden örtülü olmasını istiyor, ancak başka kadınlara ilgi gösteriyorsa bu da bir çeşit ihlaldir. Elbette bu biz kadınlar için de geçerlidir. Bu nedenle özelikle tesettür ve bilinçli olmanın altını çiziyorum.
Bir insanı dış görünüşüyle değerlendirmek önyargı olmuyor mu?
Böyle düşünülse de yine de insanın dışa yansıttığı hal dili önemlidir. Bu nedenle önyargının önü kesilemez. Hem İslam düşüncesi sadece iç dünyamıza çekidüzen vermez. Dış dünyamıza da çekidüzen verir. Bu nedenle dışa yansıma konusunda da bir kurallar bütünlüğü olmalıdır.
Kıyafet konusunda yaşanılan sorunlarınız oldu mu?
Piyasada istediğim gibi kıyafet bulamıyorum. Sanki kıyafet giyimimizde bir dayatma var. Zorla bu şekilde giyime zorlanıyoruz. Buna karşı da direnmek gerekiyor. Bu konuda modacılarda sağlıklı düşünmüyor. İstediğimiz gibi değil, kendilerinin istediği gibi toplumu giydirmeye çalışıyorlar. Bu konuda tek tek mücadele etmek çok zor. Toplum üzerinde sanki bir mühendislik yapılıyor.
Kıyafet seçiminde zorlanıyor musunuz?
Rol modellerimizin yerine genelde toplum kendi tercihlerine zorlatılıyor.
Bazen de kıyafet şeklinde sorun yok. Ancak sınırlar önemli. Ancak kıyafet üzerindeki küçük figüranlar, tişörtler üzerine yazılan sloganlar önemli. Çünkü detaylar da kimliğin birer parçasıdır.
Bu olumsuzluklara karşı direnebiliyor musunuz?
Hayır yapamıyorum. Burada devletin üzerine düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Bu konularda yetkililerin bir çalışma yapmasını umuyorum. Herkes her şeyi bizim toplumumuza layık görmemelidir. Bu nedenle bu konularda da bir düzenleme olmalıdır diye düşünüyorum.
BİR ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ İLE
Gen kız başka bir röportaj daha yapmaya karar verdi. Bu sefer de üniversite okuyan bir genç kızın duygu ve düşüncelerini dinlemek istedi. Soruları sormaya başladı.
Tesettüre bir tanımlama getirebilir misiniz? Yani tesettür denince ne aklınıza gelmektedir?
Tesettür denince şahıs yerine şahsiyeti görmek demektir. Yani ortada bir kimlik görünmelidir.
Sizce tesettürün sınırı nedir?
Tesettürün sınırı yaşanan İslam’dır. Yani kişi İslam dinini ne kadar algılamışsa o kadar tesettürlüdür.
Bu sınırı biraz özelleştirirsek, gençler arasında tesettür nasıl düşünülmektedir?
Genelde şöyle bir imaj verilmiş. Sanki kapalılık sıradan insanlara mal edilmiş. Kendini yetiştiren birisi sanki kapalı olamaz. Mutlak olarak açık olunması gerekiyor. Modern tanımı, açık olanlara atfedilmiş. Ancak bu yanlış bir algılamadır. İslam’ı anlamak ve kabul etmek ile düşünülmelidir. Buna dikkat eden hangi rol veya pozisyonda olursa olsun, bu kurala dikkat eder.
Gençler arasında özellikle öğrenci psikolojisinde örtülü- örtüsüz diye polemikler oluyor mu?
Şöyle ki kapalıları açıklar, açıkları kapalılar etkiliyor. Bu nedenle her iki grup arasında etkileşimler güçlü.
Hangisi daha baskın oluyor size göre?
Açılmak gençlere göre daha cazip geliyor. Genç kızlarda beğenilme isteği çok yüksek ve erkeklerin nelerden etkilendiklerini iyi biliyorlar. Bunu kullananlar çok olduğu gibi bazı genç kızlar da özgüven eksikliklerini böyle gidermeye çalışıyorlar. Bu yüzden cinsel kimliklerini ön plana çıkarıyorlar. Bu erkeklerde de görülmektedir.
Bu yaklaşımınızı nasıl sentezlediniz?
Ses tonları, giyim şekilleri, edalı mimikler, tahrik eden kokular, olaylara bakış açıları… Her yönden bu sonuca varabiliyoruz. Ayrıca bu durumu ortamlarda tetikliyor. Örneğin kız erkek arkadaşlığı, sosyal faaliyet alanları… Hatta öyle bir rekabet anlayışı var ki, kız kıza bile kendini ispatlama yarışı olabiliyor.
Özellikle kabul görülen göreceli güzellik anlayışı da bu anlayışı daha da beslemektedir.
Size göre bu özgür bir düşünme değil midir?
Özgürlüğün tanımı iyi bilinmelidir. Nefsine tutsak olan özgürlüğünü kaybetmiş olur. Örneğin beğenilme duygusu özgürlüğü engelliyor.
O halde İslam’a göre özgürlük nedir?
Özgürlük; sadece kendini yaratan Rabb’ine boyun eğip, O’ndan başkasına bağımlı olmamaktır.
Gençlerin ailesi bu duruma müdahale etmeli midir? Çocuklarını tesettür konusunda zorlamalı mıdır?
Aile çocuk ilişkisinde üç metot var. Aile istiyor- çocuk istemiyor, aile istemiyor- çocuk istiyor, aile karışmıyor- çocuk serbest bırakılıyor.
Her durum da sıkıntılı. Tesettür yaşı akil baliğ yaşı değildir. , baliğ olduktan sonra kapanma olsa bile insanın nefsi, tesettürü kabullenmekte daha da zorlaşacak. Ailenin yanında tesettüre alışmak daha kolay. Bu durum okullarda daha zor. Çünkü farklı ortamlar gençleri daha çok etkiliyor. Bu yüzden aile karışmalıdır. Ancak okul hayatından önce bu alıştırma olmalıdır.
Sizce bu alıştırma süreci ile anlatmak istediğiniz nedir?
Tesettür doğal eğitimin içinde öğrenilmelidir. Dayatma olmaz. Bu konuda aile sabırlı ve aşamalı olmalıdır. Tesettür mantığı anlatılırken çocukça anlatılmalı, detaylar ile çocuk boğdurulmamalıdır. Çocuk kalbinin Allah’a her zaman daha yakın olduğuna inanıyorum. Bu yüzden çocuğa emir yerine isteği diye anlatılmalıdır. Örneğin çocuk sıcak ve soğuktan etkilenir. Onu sıcak ve soğuktan korurken yaklaştığımız gibi, çocuğun kalbini doğrulara çekerken yine böyle yaklaşılmalıdır. Çocuk yönlendirilmelidir. Aile çocuğunu yönlendirmeli ama dayatmamalıdır. Bu süreci kolay geçirmesi için çocuğu zorlamamalıdır.
Çevre de kapalı çocuk görmek, çocukları etkiliyor mu?
Elbette. Çocuklar üzerinde arkadaşlık çok etkilidir. Çocuğun tesettürü benimsemesinde arkadaş çok önemli etkendir. Gençlik bile bu etkinin altındadır. Ortamın, günahın meşru olmaması için özellikle aile tarafından seçilmesi ve hatta gerekirse kendi çocukları için hazırlatmalıdır.
Ailelerde bir genç olarak gördüğünüz en önemli etkiler nelerdir?
Aile çocuğa verici olmalıdır. Genelde ise almayı düşünüyorlar. Veriyor gibi görünüyorlar ancak istiyorlar. Ailenin çocuğa sonuna kadar güvenmesi değil asıl olan, ailenin çocuğa yaklaşımı asıl önemli olan. Bugün aile ve çocuk arasında en büyük problem iletişimsizlik. Çocuğun seviyesine inmek, onlara sorumluluk vermek, onları dinlemek ve dikkate almak, o frekansı kurabilmek…. Bunlar aşıldığı zaman tesettür konusunun da çözüleceğine inanıyorum.Genç kız bu öğrenci gence de paylaşımlarından dolayı teşekkür etti. Sonra da gençlerle ilgilenen bir öğretmene yöneldi.
ÖĞRETMENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER…
Bir öğretmen olarak öğrencilerinize tesettürü öneriyor musunuz?
Elbette örtünmelerini isterim. Ancak tesettür bilincine gelinceye kadar, o kadar çok sorun var ki. Öncelikle tesettür konusu okulda çözülecek bir sorun değil. Tesettür zemini ilk önce ailelerde olmalıdır.
Öğrenciler arasında yakaladığınız en önemli sorun nedir?
Özentidir.
Eğitim metotları sorunları çözmüyor mu?
Hayır. Çünkü eğitim tamamen prosedüre dayalı. Eskiden izlenen eğitim sürecinde, çocuk aile içinde sıkıntılı olsa bile, bu sorun okulda çözülürdü. Ailede bulunmayan sevgi de, kontrol de okulda sağlanabiliyordu. Ancak şimdi eğitim çocuk merkezli değil, aile merkezli olunca ailedeki yanlışlıklar okulda da devam ediyor. Çocuğa dokunmuyorsunuz, velilere göre eğitim veriyorsunuz.
Müfredat sisteminde sorun olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?
Çocukları rahatlatacak dersler yok. Seçmeli ders pek seçilmiyor.
Tesettür kimliğini hangi alanda, hangi derste anlatabilirsiniz?
Din kitapları içerik olarak yetersiz. Üniversite sınavlarına göre çocuk yetiştirildiği için bu konular gereksiz olarak görülüyor.
Yani insan hayatına yönelik dokunuşlar olmuyor mu?
Aynen öyle. Bir insanın hayatını anlatan konular pek gündemde olmuyor. Yani “insan” yetiştirilmiyor. Çocuklarda olumlu davranışların ortaya çıkması için öğretmen desteklenmiyor. Öğretmene dayatma yaptırılıyor.
Öğretmenlerin tesettürlü olması öğrencilere örnek olmaz mı?
Öğretmen örnek olsa bile, aile çocuğa baskı yapıyorsa bu patlak verir. Bu yüzden eğitim okulda değil, ailede başlar. Psikologların “çocukluğuna inme” konusu es geçilmemelidir.
Bu konuda eğitim sistemine de roller düştüğünü mü söylüyorsunuz?
Tamamen iş, devletin izlediği eğitim sistemi ile ilgili. Yönetim bu konulara daha dikkatli dokunuşlar yapmalıdır. Alınan her karar toplumun yapısını şekillendirmektedir.
Bu konuda önereceğiniz önemli mesajlarınız var mı?
Çocuklara ve gençlere verilecek eğitimde en öncelikli konu onlara “doğru hedef”in öğretilmesidir. Çocuklar o hedefe doğru yürüyeceklerdir.
Hedef olarak üniversite sıraları yeterli değil midir?
Üniversite sıraları bir hedef değildir. Ancak bir basamaktır. Çocuğa üniversite olmazsa olmaz bir hedef olarak gösterilmektedir. Çocuk üniversiteye yönlendirilirken uç noktalarda. Vasat öğrenci ise açıkta. Üniversite sonrası ise çocuk umutsuzlukla başıboşluğa itilmektedir.
Bu sorunlarda herkese görev düşmektedir. Sizce görev paylaşımı ne olmalıdır?
İlimden önce ilmin ahlakı, hakkı verilmelidir. İlime önem verilmemektedir.
Ailelerde yakaladığınız en önemli sorun nedir?
İlgisiz aile ve aile iletişimsizliği. İlgili gibi görünüyorlar, markalı kıyafetler, pahalı oyuncaklar, dışarıdan siparişli yemeler… Ancak çocuğun ihtiyacı bunlar değildir. Çocuk için en önemli ihtiyaç aile içi sağlıklı ilişkilerdir.
Mezun olan öğrencileriniz mutlu aile kurabiliyorlar mı?
Elbette çok sıkıntılı. Bu kısır döngü devam ediyor. Kırılamayan zincirler devam etmeye mahkûm ediliyor.Şimdi de genç kız yaşlı bir ninenin dilinden nelerin döküleceğini merak etmişti. Ve bir nineye yöneldi.
BİR NİNENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER…
Siz bir ninesiniz. Siz de ninenizden tesettürü böyle mi gördünüz?
Ninelerimizi hep örtülü gördük. Örtüsüz nine hiç görmedik. Bu demek değildir ki; “Nine olunca örtünülmelidir”. Böyle düşünmeyelim. Anlatmak istediğim şu ki her insan bir gün nine olacak. Bir ata olarak nesillere doğru örnek olunmalıdır. Bir insan akıl baliğ olduktan sonrası savunduğu hayat tarzı üzere nine veya dede olur. Bu nedenle insan hangi yolda ise, o yol üzere olgunlaşır ve yaşlanır. Bu nedenle bir örnek olarak nineler ve dedeler kendilerine dikkat etmelidirler.
Olaya nesiller olarak mı bakıyorsunuz?
Elbette hayır. Bu işin dışa yansıyan boyutu. Kendim için ise şöyle düşünüyorum. Rabb’imizin huzuruna çıkmaya az kaldı. Bu süreç bitmeden kendimize dikkat edelim. Bu süreç bitmeden de çokça tevbe edelim.
Beş kız annesi olarak kızlarınızın açık olmasını ister misiniz?
Onların örtünmesi için zorlayamam. Ancak örtülü olmalarını isterim.
Neden örtünmelerini istersiniz?
Allah’ın emri olduğu için, örtü hayâ ile ilgili olduğu için, iffetlerini koruma ile ilgili olduğu için, saygınlıklarını korumaları için…
Örtüsüz olmayı kendinize yakıştırmıyorsunuz galiba!
Tabii ki. Çünkü Allah’ımın benim için verdiği nasihati çiğnemeyi kendime yakıştırmıyorum.
Örtüsüz yaşlıları görünce ne düşünüyorsunuz?
Örtüsüz yaşlıları görünce şaşırıyorum. Nefislerini aşamadıkları için de üzülüyorum. Nesillere de kötü örnek oluyorlar. Onlara kötülüğü emretmiş oluyorlar.
Tesettür sizce sadece bir örtü müdür?
Tesettür sadece giyim kuşam değildir. Savunduğu hayat şeklidir. Çıplaklık anlayışı da nefis ile alakalı ve kötülüğü emretmeye dayanıyor.
Tesettürü savunan bir dede ile tesettürü savunmayan bir dede arasında fark var mıdır?
Elbette. Siyah ve beyaz kadar fark vardır. Nurlu bir dede ile kurt bir dede arasında fark olduğu gibi. Hangisine daha güvenle yaklaşırsınız?
Eşiniz tesettürü kabul ediyor mu?
Eşim tesettürü savunur. O da Allah’ın emirlerinden sorumludur.
Eşiniz örtünmenizi istemeseydi yine de örtülü olur muydunuz?
Örtülü olurdum. Çünkü Allah’a itaat, eşe itaatten önce gelir. Yüce Allah’ın şartı da bu değil mi? Eğer eşler Allah’a itaat ederlerse itaat edilir. Yoksa onlara itaat edilmez. Bu konuda kadın kendi tercihine göre kararını verir. Böylece doğru veya yanlıştan kendisi sorumludur. Hiçbir kadın kendi hatasının sorumluluğunu eşine atfedemez.
Kızlarınızdan çalışan var mı?
Çalışan var ve onlarda çok şükür örtülüler. Örtülü olmaları onların çalışmasına engel değildir.
Oğullarınızı nasıl yönlendiriyorsunuz?
Oğullarım tesettür sınırını, tesettür ile gelen sorumluluklarını biliyorlar. Eşlerine de bu konuda destek oluyorlar. Tüm çocuklarımdan bu yönden gurur duyuyorum. Çok şükür. Elbette tüm bu sonuçlar, biz nine ve dedelerin karnesi oluyor.
Genç kız nine ile biraz sohbet ettikten sonra yanında duran 12 yaşındaki toruna geçiyor. Birazda onunla sohbet ediliyor.
Örtülü bir gençsin. Mutlu musun?
Mutluyum. Özellikle kendimi bu şekilde, Allah’a daha yakın olduğumu düşündüğüm için mutluyum.
Namaz da kılıyor musun?
Elbette kılıyorum. Zaten namaz kıldıktan sonra örtünmeye karar verdim. Çünkü namazda örtülü isem diğer zamanlarda da neden örtülü olmayayım ki?” diye düşündüm. Bu şekilde namazdan sonra ikinci adımı attım.
Arkadaşlarının açıklığı seni zorluyor mu?
İlk başladığımda etkileniyordum. Ancak örtünmemin amacını hatırladıkça bu duygum hızla geçti. Şimdi ise onlardan etkilenmiyorum. Hatta bazı arkadaşlarım benden etkileniyor.
Arkadaşlarına tavsiye eder misin?
Elbette tavsiye ederim. Örtülü olmak örtüsüz olmaktan daha güzel. İnsan kendini çok iyi hissediyor.
Tesettür konusunda çektiğin bir zorluk var mı?
Çocuklara göre kapalı elbiseler, geniş pantolonlar, uzun tunikler bulamıyorum. Bu yönden zorlanıyorum.
Gittiğin ortamlar da zorlanıyor musun?
İlk gittiğim yerlerde beni değişik karşılıyorlar.
Onlara bir açıklama yapıyor musun?
Bazen açıklıyorum. Bazen de korkuyorum. Beni farklı değerlendireceklerinden dolayı. Genelde hemen yargılıyorlar.
Açıklama yapsan bile mi yargılıyorlar?
Arkadaşlarım her cevap için internete koşuyorlar. İnternetten bu konunun cevaplarını çok iyi görmüyorlar.
Öğretmenlerin nasıl tepki veriyor?
Pek bu konuda karışmıyorlar. Belki de ben fark etmiyorum. Ancak ben halimden memnunum.
Annen ve baban seni örtünmeye zorladı mı?
Hayır. Annem ve babam çok hoşgörülüler. Bana elbette açıklama yapıyorlar. Ancak zorlamıyorlardı. Ben kendim karar verdim. Kararımı da değiştirmeyi düşünmüyorum.
genç kız iyi dilekleriyle hepsine teşekkür etti.
Genç kız tesettürün hayata getirdiği kolaylığı göstermek adına bir ailenin her iki taraf açısından “tesettür ve taşıdığı kimliği” ile ilgili röportaj yapmak istemişti.
Bir erkeğin gözünden de merak ediyordu. Tesettür herkesin kabul ettiği bir şey değildi. Bunu anlatmak için hayatın içinden dile getirmeye karar vermişti.
Çevresinde olan 35 yaşlarında bir erkek, hem de iki kız çocuğu olan bir baba gözünden tesettürün ne anlama geldiğini anlatmak için anlamaya çalışıyordu.
Sorular soruyordu. Cevaplarını alıyordu. Diyalog şöyle geçmişti.
Eşin için tesettürü gerekli görüyor musun?
Evet, eşimin örtülü olmasını istiyorum
Neden? Demişti.
Çünkü eşimi kıskanıyorum.
Kıskanmak sizce kadını kısıtlamak için yeterli bir mazeret midir?
Eşimi seviyorum. Eşim de beni seviyor. Başkasına cazibeli olması gerekmez. Onların dikkatini üzerine çekmesini istemem. Kalbinde fesat olanların yani başkalarının eşime kötü gözle bakmalarını, yani hayal düşüncelerinde eşimi düşünmelerini istemem.
Sizce kadın çirkin olsa bile cazibeli ve çekici midir?
Çirkin kadın diye bir şey yoktur. Her kadın kendi çapında etkileyicidir. Bu kadının fıtratında vardır. Bu nedenle çirkin kadın yoktur. Ayrıca bakımlı kadınlar da daha çok tetiklemektedir.
Bakımlı kadından kasıt ile neyi ifade etmektesiniz?
Bakımlı kadın derken temiz ve doğal kadını kast etmiyorum. Makyajlı, kozmetiği önemseyen, şık giyinen kısaca kendine bakan kadını kast ediyorum. Örneğin derler ki “kıldan tahrik olunmaz”. O halde saç bakım sektörüne neden bu kadar yatırım yapılmaktadır?
Doğal olan bir kadın ile bakımlı kadın, hayatın içinde eşit değil midir?
Eşit değil tabi ki. Bu yüzdelik şartlara göre de değişir. Örneğin bir İş görüşmesine bakımlı bir kadın giderse 1-0 öndedir. Doğal kadın ise kaybeder.
Rant elde etmek için en çok kadınlar kullanılmaktadır.
Annenizi de kıskanır mısınız? Onun da doğal ve tesettürlü olması taraftarı mısınız?
Annemi de kıskanırım. Çünkü onu da çok seviyorum. Korumak isterim. Her türlü çirkin bakış ve düşüncelerden soyutlamak isterim.
O halde siz kadını koruma adına evde mi tutmak istiyorsunuz?
Kadını mecburen yeri evi diyorum. Çünkü kadın bu şartlarda incitiliyor. Çünkü korunmasız oluyor.
Peki, tesettür bu duruma yeterli değil mi?
Hayır. Kadın tesettürlü olsa da yine korunamıyor.
Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız?
Birincisi tesettür sınırlarına dikkat edilmiyor. Tesettür tam olarak yerine getirilmiyor. Bir taraftan yapılsa da bazı taraflardan dikkat edilmiyor. Örneğin örtülü olduğu halde makyajlı, dikkat çeken bir kıyafet ile yine tesettür amacına ulaşılmamaktadır. İkincisi de insanların tesettür deyince konu olarak sadece başörtüsünü düşünmektedir. Hâlbuki tesettürün alanı çok boyutlu ve geniştir.
Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız?
Bazen bir ahlak duruşu bile tesettürün alanına girer. Örneğin utanma, hoşgörü, merhametli olma, saygın durmak, edalı konuşmamak, argo sözcüklerden uzak durmak, kibar ve nazik olmak gibi tavırlar da tesettür ile ilişkilidir.
Şimdi yeniden kaldığımız konuya dönersek tesettürlü olunsa, kuşattığı alanlara da dikkat edilirse tesettür amacına ulaşır mı? Yine de der misiniz “kadının yeri evidir”
Elbette tesettür tek başına yeterli değildir. Ancak sosyal tedbirlerde de buna göre düzenleme gelirse İslam’ın dediği manada, tesettür amacına ulaşmış olur. Dolayısıyla kadın için ortam iyi ve güvenli olur. O zaman “kadın için, yeri evidir” demem. Çünkü böyle bir durumda ne annemi, ne eşimi, ne de kız çocuklarımı tehlikeye atmamış olurum.
İki kız babasınız. Onlar da eğitim ne zaman başlar diye düşünürsünüz.
Kız olsun, erkek olsun eğitim eşin hamile olmasıyla başlar. Hatta eş seçimi ile başlar. Ancak kendi kişisel tercihleri için aklı baliğ dönem de önemli bir başlangıçtır. Bu nedenle sadece “bu dönemde tesettür başlar” diyemeyiz. Örneğin bir cinsel kimlik te tesettür kapsamına girer. Kendisine gösterilen rol model de tesettürün bir parçasıdır. Bu yüzden okul eğitimi ve çevre koşulları da önemlidir.
Kızlarınız genç olacaklar. Hem bakımlı hem tesettürlü olamazlar mı?
Kızlar hem örtülü hem de bakımlı olunca tesettürün amacından çıkılmış olunur.
Bu durum sizi rahatsız eder mi?
Bir baba olarak rahatsız olurum. Kızım da benden ilginç beklentiler isteyecek biliyorum. Ancak annenin rolü burada önemli.
Bir erkek için sizce tesettür ne demektir?
Bir erkek için tesettür göz kapaklarıdır. Gözlerini korusunlar.
Erkeklerde de utanma duygusu olmalı mıdır?
Elbette. İnsanlar utanma duygusunu bilmeseler, bu hayatın nasıl olacağını düşünebiliyor musunuz? Zülüm ve çirkinlik hayatın her alanını kapsar.
Erkeklerde de vücut gösterisi olmaktadır. Bu konuda ne düşünürsünüz?
“Bu yasak değil” olarak düşünülse de bir erkeğe yakışmamaktadır. Kimliğe, gelecek nesillere model olma açısından, geleceğin baba adayı olması açısından olmaması gerekir diye düşünüyorum.
Bir erkek sizce neden vücut gösterisi yapar?
Karşı cinsi etkilemek için. Başka bir açıklaması yoktur. Erkekte tesettür sadece giyim olarak düşünülmez. Örneğin normal bir koku ile tahrik edici güzel koku arasındaki fark abartıdır. Niyet bu yüzden önemlidir.
Kadınlarda ve erkeklerde takı serbest olsun mu?
Olabilir. Ancak yine abartı olmamalıdır.
Kadına benzeyen erkek hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erkeğe erkek gibi, kadına kadın gibi davranılmalıdır. Bu sınır önemlidir. Kadının erkek gibi, erkeğin kadın gibi giyinmesi ve davranması yaratılışa aykırıdır. Rol çatışması olmaktadır. Ne kadar erkek kadın gibi davransa da bir eş, bir anne olamaz. Bir kadın da erkek gibi davransa yine bir eş, bir baba gibi olamaz…
Ancak toplumda erkek gibi kadın denilince bir övgü düşünülür. Buna ne dersiniz?
Erkek gibi kadın deyimi ile erkek gibi giyinen ve davranan kadın arasında fark vardır. Erkek rolünü üstlenen kadınlarda da rol çatışması görünmektedir. Kadın rolünü üstlenen erkeklerde de rol çatışması olmaktadır. Çocukların gözünde de bu bilmece çözülememektedir.
Sizce tesettür sahası sadece bir giyimden mi ibarettir?
Giyim, takı, koku, bakışlar, konuşmalar, sosyal duruşlar da tesettürün birer parçasıdır.
BİR ANNENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER
Genç kız bu beye teşekkür etti ve anneye yöneldi. Bir eş, bir anne olarak kadının da fikirlerini almak istedi. Kadın 32 yaşında iki kız çocuğu annesi idi.
.Bir kadının örtülü olması sizin için ne ifade eder?
Örtülü olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Özellikle Allah’ımın emrini yerine getirdiğim için çok mutluyum.
Ne zaman örtündünüz?
Evlenmeden kısa bir süre önce örtündüm. Aslında evlendiğim için değil, Allah’ın emri olduğu için örtündüm. Ancak genç kız iken bunu fark edememenin pişmanlık ve üzüntüsünü daima yaşıyorum.
Bir kadın olarak diğer kadınların örtülü olması veya olmaması hakkında ne düşünürsünüz?
Bir kadın olarak ben de eşimi kimse ile paylaşmak istemem. Bu nedenle hem eşimin hem de diğer kadınların tesettür ile gelen kurallara uymasını isterim.
Bu çerçeveden bakarsanız kızlarınızın da örtülü olmasını ister misiniz?
Ben kendi beklentilerimden önce isterim ki her kadın ve her erkek Allah’ımızın sözünü dinlesinler. Ancak insanlar Allah’ın emrini ciddiye almayınca tesettür de anlamını yitirmektedir. Şimdi çoğu yerde ilahi makamı ciddiye almadıkları için, tesettür sınırlarına dikkat etmeyenler de çok ve niyetlerinde samimi de değiller. Bu da beni çok üzmektedir. Tesettür bir takva göstergesi olmak yerine imaj olmuştur. Bu nedenle tesettür ile tesettür bilinci arasında bir bağlantı görünmemektedir.
Sizce tesettür ile üstlenen rol arasında bir uyum da olmalı mıdır?
Elbette tesettürün sınırları içerisinde esnek konularda vardır. Bazen yaşa, bazen kültüre, bazen cinsiyete, bazen de şartlara göre değişebilir. Örneğin bir çiftçi kadına siz dış kıyafet ile beraber tarlada iş yapın diyemezsiniz. Ya da her ülkede farklı desenler, renkler, şekillerde örtünme olabilir. Bunu bir kalıba koymak doğru değildir. Ancak Peygamber’imizin belirttiği sınırlara dikkat edilmesi gerekmektedir.
Bir anne olarak kızlarınız daha küçükler, büyüdükleri zaman başlarını örtsünler mi?
Örtülü olmalarını isterim. Ancak baş örtmenin bilincinde olarak. Kimliklerini bilmeden baş örtmeleri de anlamsız. Bu yüzden eğitim ile beraber tesettür algılanmalıdır.
Bir anne olarak tesettür konusunda kızlarınız için kaygılandığınız bir nokta var mıdır?
Kızlarımın başörtüsü olayını takva olarak değil de imajlarını tamamlayan bir aksesuar gibi görmeleri olur. Çünkü bugün örtülü olduğu halde buna tezat anlayışları çok görebiliyoruz. Tesettür ile makyaj, tesettür ve erkek arkadaşlığı, tesettür ve namazdan uzak, tesettür ve başka kimlikler vs. bunu daha da çoğaltabiliriz. Bu tezatlıkları kızlarımda da görmekten çok korkuyorum.
O halde siz kızlarınızın süslü olmasını istemiyorsunuz?
Kızlarım sade ve doğal olsunlar. Ancak süslü ve dikkat çekici olmasınlar. Ben onların günahkâr veya başkalarını günaha sürükleyen bir genç olmalarını istemem.
Bir kadın olarak erkekler de tesettür sınırlarında olsunlar mı?
Edepli olsunlar. Onları sınırlara dikkat edilmemiş gördüğümde utanıyorum. Saygım azalıyor. Gözlerimde değerleri düşüyor.
Erkeklerin kadınlardan istekleri ne olmalıdır?
Erkekler açısından, kendilerinin tesettür sınırlarını ihlal etmek ile başkalarından ihlal etmesini talep etmek arasında fark yoktur. Çevresindeki erkek ve kadınları eğer bu ihlale sürüklüyorlarsa yine tesettürü çiğnemişlerdir. Örneğin kendi eşinden örtülü olmasını istiyor, ancak başka kadınlara ilgi gösteriyorsa bu da bir çeşit ihlaldir. Elbette bu biz kadınlar için de geçerlidir. Bu nedenle özelikle tesettür ve bilinçli olmanın altını çiziyorum.
Bir insanı dış görünüşüyle değerlendirmek önyargı olmuyor mu?
Böyle düşünülse de yine de insanın dışa yansıttığı hal dili önemlidir. Bu nedenle önyargının önü kesilemez. Hem İslam düşüncesi sadece iç dünyamıza çekidüzen vermez. Dış dünyamıza da çekidüzen verir. Bu nedenle dışa yansıma konusunda da bir kurallar bütünlüğü olmalıdır.
Kıyafet konusunda yaşanılan sorunlarınız oldu mu?
Piyasada istediğim gibi kıyafet bulamıyorum. Sanki kıyafet giyimimizde bir dayatma var. Zorla bu şekilde giyime zorlanıyoruz. Buna karşı da direnmek gerekiyor. Bu konuda modacılarda sağlıklı düşünmüyor. İstediğimiz gibi değil, kendilerinin istediği gibi toplumu giydirmeye çalışıyorlar. Bu konuda tek tek mücadele etmek çok zor. Toplum üzerinde sanki bir mühendislik yapılıyor.
Kıyafet seçiminde zorlanıyor musunuz?
Rol modellerimizin yerine genelde toplum kendi tercihlerine zorlatılıyor.
Bazen de kıyafet şeklinde sorun yok. Ancak sınırlar önemli. Ancak kıyafet üzerindeki küçük figüranlar, tişörtler üzerine yazılan sloganlar önemli. Çünkü detaylar da kimliğin birer parçasıdır.
Bu olumsuzluklara karşı direnebiliyor musunuz?
Hayır yapamıyorum. Burada devletin üzerine düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Bu konularda yetkililerin bir çalışma yapmasını umuyorum. Herkes her şeyi bizim toplumumuza layık görmemelidir. Bu nedenle bu konularda da bir düzenleme olmalıdır diye düşünüyorum.
BİR ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ İLE
Gen kız başka bir röportaj daha yapmaya karar verdi. Bu sefer de üniversite okuyan bir genç kızın duygu ve düşüncelerini dinlemek istedi. Soruları sormaya başladı.
Tesettüre bir tanımlama getirebilir misiniz? Yani tesettür denince ne aklınıza gelmektedir?
Tesettür denince şahıs yerine şahsiyeti görmek demektir. Yani ortada bir kimlik görünmelidir.
Sizce tesettürün sınırı nedir?
Tesettürün sınırı yaşanan İslam’dır. Yani kişi İslam dinini ne kadar algılamışsa o kadar tesettürlüdür.
Bu sınırı biraz özelleştirirsek, gençler arasında tesettür nasıl düşünülmektedir?
Genelde şöyle bir imaj verilmiş. Sanki kapalılık sıradan insanlara mal edilmiş. Kendini yetiştiren birisi sanki kapalı olamaz. Mutlak olarak açık olunması gerekiyor. Modern tanımı, açık olanlara atfedilmiş. Ancak bu yanlış bir algılamadır. İslam’ı anlamak ve kabul etmek ile düşünülmelidir. Buna dikkat eden hangi rol veya pozisyonda olursa olsun, bu kurala dikkat eder.
Gençler arasında özellikle öğrenci psikolojisinde örtülü- örtüsüz diye polemikler oluyor mu?
Şöyle ki kapalıları açıklar, açıkları kapalılar etkiliyor. Bu nedenle her iki grup arasında etkileşimler güçlü.
Hangisi daha baskın oluyor size göre?
Açılmak gençlere göre daha cazip geliyor. Genç kızlarda beğenilme isteği çok yüksek ve erkeklerin nelerden etkilendiklerini iyi biliyorlar. Bunu kullananlar çok olduğu gibi bazı genç kızlar da özgüven eksikliklerini böyle gidermeye çalışıyorlar. Bu yüzden cinsel kimliklerini ön plana çıkarıyorlar. Bu erkeklerde de görülmektedir.
Bu yaklaşımınızı nasıl sentezlediniz?
Ses tonları, giyim şekilleri, edalı mimikler, tahrik eden kokular, olaylara bakış açıları… Her yönden bu sonuca varabiliyoruz. Ayrıca bu durumu ortamlarda tetikliyor. Örneğin kız erkek arkadaşlığı, sosyal faaliyet alanları… Hatta öyle bir rekabet anlayışı var ki, kız kıza bile kendini ispatlama yarışı olabiliyor.
Özellikle kabul görülen göreceli güzellik anlayışı da bu anlayışı daha da beslemektedir.
Size göre bu özgür bir düşünme değil midir?
Özgürlüğün tanımı iyi bilinmelidir. Nefsine tutsak olan özgürlüğünü kaybetmiş olur. Örneğin beğenilme duygusu özgürlüğü engelliyor.
O halde İslam’a göre özgürlük nedir?
Özgürlük; sadece kendini yaratan Rabb’ine boyun eğip, O’ndan başkasına bağımlı olmamaktır.
Gençlerin ailesi bu duruma müdahale etmeli midir? Çocuklarını tesettür konusunda zorlamalı mıdır?
Aile çocuk ilişkisinde üç metot var. Aile istiyor- çocuk istemiyor, aile istemiyor- çocuk istiyor, aile karışmıyor- çocuk serbest bırakılıyor.
Her durum da sıkıntılı. Tesettür yaşı akil baliğ yaşı değildir. , baliğ olduktan sonra kapanma olsa bile insanın nefsi, tesettürü kabullenmekte daha da zorlaşacak. Ailenin yanında tesettüre alışmak daha kolay. Bu durum okullarda daha zor. Çünkü farklı ortamlar gençleri daha çok etkiliyor. Bu yüzden aile karışmalıdır. Ancak okul hayatından önce bu alıştırma olmalıdır.
Sizce bu alıştırma süreci ile anlatmak istediğiniz nedir?
Tesettür doğal eğitimin içinde öğrenilmelidir. Dayatma olmaz. Bu konuda aile sabırlı ve aşamalı olmalıdır. Tesettür mantığı anlatılırken çocukça anlatılmalı, detaylar ile çocuk boğdurulmamalıdır. Çocuk kalbinin Allah’a her zaman daha yakın olduğuna inanıyorum. Bu yüzden çocuğa emir yerine isteği diye anlatılmalıdır. Örneğin çocuk sıcak ve soğuktan etkilenir. Onu sıcak ve soğuktan korurken yaklaştığımız gibi, çocuğun kalbini doğrulara çekerken yine böyle yaklaşılmalıdır. Çocuk yönlendirilmelidir. Aile çocuğunu yönlendirmeli ama dayatmamalıdır. Bu süreci kolay geçirmesi için çocuğu zorlamamalıdır.
Çevre de kapalı çocuk görmek, çocukları etkiliyor mu?
Elbette. Çocuklar üzerinde arkadaşlık çok etkilidir. Çocuğun tesettürü benimsemesinde arkadaş çok önemli etkendir. Gençlik bile bu etkinin altındadır. Ortamın, günahın meşru olmaması için özellikle aile tarafından seçilmesi ve hatta gerekirse kendi çocukları için hazırlatmalıdır.
Ailelerde bir genç olarak gördüğünüz en önemli etkiler nelerdir?
Aile çocuğa verici olmalıdır. Genelde ise almayı düşünüyorlar. Veriyor gibi görünüyorlar ancak istiyorlar. Ailenin çocuğa sonuna kadar güvenmesi değil asıl olan, ailenin çocuğa yaklaşımı asıl önemli olan. Bugün aile ve çocuk arasında en büyük problem iletişimsizlik. Çocuğun seviyesine inmek, onlara sorumluluk vermek, onları dinlemek ve dikkate almak, o frekansı kurabilmek…. Bunlar aşıldığı zaman tesettür konusunun da çözüleceğine inanıyorum.Genç kız bu öğrenci gence de paylaşımlarından dolayı teşekkür etti. Sonra da gençlerle ilgilenen bir öğretmene yöneldi.
ÖĞRETMENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER…
Bir öğretmen olarak öğrencilerinize tesettürü öneriyor musunuz?
Elbette örtünmelerini isterim. Ancak tesettür bilincine gelinceye kadar, o kadar çok sorun var ki. Öncelikle tesettür konusu okulda çözülecek bir sorun değil. Tesettür zemini ilk önce ailelerde olmalıdır.
Öğrenciler arasında yakaladığınız en önemli sorun nedir?
Özentidir.
Eğitim metotları sorunları çözmüyor mu?
Hayır. Çünkü eğitim tamamen prosedüre dayalı. Eskiden izlenen eğitim sürecinde, çocuk aile içinde sıkıntılı olsa bile, bu sorun okulda çözülürdü. Ailede bulunmayan sevgi de, kontrol de okulda sağlanabiliyordu. Ancak şimdi eğitim çocuk merkezli değil, aile merkezli olunca ailedeki yanlışlıklar okulda da devam ediyor. Çocuğa dokunmuyorsunuz, velilere göre eğitim veriyorsunuz.
Müfredat sisteminde sorun olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?
Çocukları rahatlatacak dersler yok. Seçmeli ders pek seçilmiyor.
Tesettür kimliğini hangi alanda, hangi derste anlatabilirsiniz?
Din kitapları içerik olarak yetersiz. Üniversite sınavlarına göre çocuk yetiştirildiği için bu konular gereksiz olarak görülüyor.
Yani insan hayatına yönelik dokunuşlar olmuyor mu?
Aynen öyle. Bir insanın hayatını anlatan konular pek gündemde olmuyor. Yani “insan” yetiştirilmiyor. Çocuklarda olumlu davranışların ortaya çıkması için öğretmen desteklenmiyor. Öğretmene dayatma yaptırılıyor.
Öğretmenlerin tesettürlü olması öğrencilere örnek olmaz mı?
Öğretmen örnek olsa bile, aile çocuğa baskı yapıyorsa bu patlak verir. Bu yüzden eğitim okulda değil, ailede başlar. Psikologların “çocukluğuna inme” konusu es geçilmemelidir.
Bu konuda eğitim sistemine de roller düştüğünü mü söylüyorsunuz?
Tamamen iş, devletin izlediği eğitim sistemi ile ilgili. Yönetim bu konulara daha dikkatli dokunuşlar yapmalıdır. Alınan her karar toplumun yapısını şekillendirmektedir.
Bu konuda önereceğiniz önemli mesajlarınız var mı?
Çocuklara ve gençlere verilecek eğitimde en öncelikli konu onlara “doğru hedef”in öğretilmesidir. Çocuklar o hedefe doğru yürüyeceklerdir.
Hedef olarak üniversite sıraları yeterli değil midir?
Üniversite sıraları bir hedef değildir. Ancak bir basamaktır. Çocuğa üniversite olmazsa olmaz bir hedef olarak gösterilmektedir. Çocuk üniversiteye yönlendirilirken uç noktalarda. Vasat öğrenci ise açıkta. Üniversite sonrası ise çocuk umutsuzlukla başıboşluğa itilmektedir.
Bu sorunlarda herkese görev düşmektedir. Sizce görev paylaşımı ne olmalıdır?
İlimden önce ilmin ahlakı, hakkı verilmelidir. İlime önem verilmemektedir.
Ailelerde yakaladığınız en önemli sorun nedir?
İlgisiz aile ve aile iletişimsizliği. İlgili gibi görünüyorlar, markalı kıyafetler, pahalı oyuncaklar, dışarıdan siparişli yemeler… Ancak çocuğun ihtiyacı bunlar değildir. Çocuk için en önemli ihtiyaç aile içi sağlıklı ilişkilerdir.
Mezun olan öğrencileriniz mutlu aile kurabiliyorlar mı?
Elbette çok sıkıntılı. Bu kısır döngü devam ediyor. Kırılamayan zincirler devam etmeye mahkûm ediliyor.Şimdi de genç kız yaşlı bir ninenin dilinden nelerin döküleceğini merak etmişti. Ve bir nineye yöneldi.
BİR NİNENİN DİLİNDEN DÖKÜLENLER…
Siz bir ninesiniz. Siz de ninenizden tesettürü böyle mi gördünüz?
Ninelerimizi hep örtülü gördük. Örtüsüz nine hiç görmedik. Bu demek değildir ki; “Nine olunca örtünülmelidir”. Böyle düşünmeyelim. Anlatmak istediğim şu ki her insan bir gün nine olacak. Bir ata olarak nesillere doğru örnek olunmalıdır. Bir insan akıl baliğ olduktan sonrası savunduğu hayat tarzı üzere nine veya dede olur. Bu nedenle insan hangi yolda ise, o yol üzere olgunlaşır ve yaşlanır. Bu nedenle bir örnek olarak nineler ve dedeler kendilerine dikkat etmelidirler.
Olaya nesiller olarak mı bakıyorsunuz?
Elbette hayır. Bu işin dışa yansıyan boyutu. Kendim için ise şöyle düşünüyorum. Rabb’imizin huzuruna çıkmaya az kaldı. Bu süreç bitmeden kendimize dikkat edelim. Bu süreç bitmeden de çokça tevbe edelim.
Beş kız annesi olarak kızlarınızın açık olmasını ister misiniz?
Onların örtünmesi için zorlayamam. Ancak örtülü olmalarını isterim.
Neden örtünmelerini istersiniz?
Allah’ın emri olduğu için, örtü hayâ ile ilgili olduğu için, iffetlerini koruma ile ilgili olduğu için, saygınlıklarını korumaları için…
Örtüsüz olmayı kendinize yakıştırmıyorsunuz galiba!
Tabii ki. Çünkü Allah’ımın benim için verdiği nasihati çiğnemeyi kendime yakıştırmıyorum.
Örtüsüz yaşlıları görünce ne düşünüyorsunuz?
Örtüsüz yaşlıları görünce şaşırıyorum. Nefislerini aşamadıkları için de üzülüyorum. Nesillere de kötü örnek oluyorlar. Onlara kötülüğü emretmiş oluyorlar.
Tesettür sizce sadece bir örtü müdür?
Tesettür sadece giyim kuşam değildir. Savunduğu hayat şeklidir. Çıplaklık anlayışı da nefis ile alakalı ve kötülüğü emretmeye dayanıyor.
Tesettürü savunan bir dede ile tesettürü savunmayan bir dede arasında fark var mıdır?
Elbette. Siyah ve beyaz kadar fark vardır. Nurlu bir dede ile kurt bir dede arasında fark olduğu gibi. Hangisine daha güvenle yaklaşırsınız?
Eşiniz tesettürü kabul ediyor mu?
Eşim tesettürü savunur. O da Allah’ın emirlerinden sorumludur.
Eşiniz örtünmenizi istemeseydi yine de örtülü olur muydunuz?
Örtülü olurdum. Çünkü Allah’a itaat, eşe itaatten önce gelir. Yüce Allah’ın şartı da bu değil mi? Eğer eşler Allah’a itaat ederlerse itaat edilir. Yoksa onlara itaat edilmez. Bu konuda kadın kendi tercihine göre kararını verir. Böylece doğru veya yanlıştan kendisi sorumludur. Hiçbir kadın kendi hatasının sorumluluğunu eşine atfedemez.
Kızlarınızdan çalışan var mı?
Çalışan var ve onlarda çok şükür örtülüler. Örtülü olmaları onların çalışmasına engel değildir.
Oğullarınızı nasıl yönlendiriyorsunuz?
Oğullarım tesettür sınırını, tesettür ile gelen sorumluluklarını biliyorlar. Eşlerine de bu konuda destek oluyorlar. Tüm çocuklarımdan bu yönden gurur duyuyorum. Çok şükür. Elbette tüm bu sonuçlar, biz nine ve dedelerin karnesi oluyor.
Genç kız nine ile biraz sohbet ettikten sonra yanında duran 12 yaşındaki toruna geçiyor. Birazda onunla sohbet ediliyor.
Örtülü bir gençsin. Mutlu musun?
Mutluyum. Özellikle kendimi bu şekilde, Allah’a daha yakın olduğumu düşündüğüm için mutluyum.
Namaz da kılıyor musun?
Elbette kılıyorum. Zaten namaz kıldıktan sonra örtünmeye karar verdim. Çünkü namazda örtülü isem diğer zamanlarda da neden örtülü olmayayım ki?” diye düşündüm. Bu şekilde namazdan sonra ikinci adımı attım.
Arkadaşlarının açıklığı seni zorluyor mu?
İlk başladığımda etkileniyordum. Ancak örtünmemin amacını hatırladıkça bu duygum hızla geçti. Şimdi ise onlardan etkilenmiyorum. Hatta bazı arkadaşlarım benden etkileniyor.
Arkadaşlarına tavsiye eder misin?
Elbette tavsiye ederim. Örtülü olmak örtüsüz olmaktan daha güzel. İnsan kendini çok iyi hissediyor.
Tesettür konusunda çektiğin bir zorluk var mı?
Çocuklara göre kapalı elbiseler, geniş pantolonlar, uzun tunikler bulamıyorum. Bu yönden zorlanıyorum.
Gittiğin ortamlar da zorlanıyor musun?
İlk gittiğim yerlerde beni değişik karşılıyorlar.
Onlara bir açıklama yapıyor musun?
Bazen açıklıyorum. Bazen de korkuyorum. Beni farklı değerlendireceklerinden dolayı. Genelde hemen yargılıyorlar.
Açıklama yapsan bile mi yargılıyorlar?
Arkadaşlarım her cevap için internete koşuyorlar. İnternetten bu konunun cevaplarını çok iyi görmüyorlar.
Öğretmenlerin nasıl tepki veriyor?
Pek bu konuda karışmıyorlar. Belki de ben fark etmiyorum. Ancak ben halimden memnunum.
Annen ve baban seni örtünmeye zorladı mı?
Hayır. Annem ve babam çok hoşgörülüler. Bana elbette açıklama yapıyorlar. Ancak zorlamıyorlardı. Ben kendim karar verdim. Kararımı da değiştirmeyi düşünmüyorum.
genç kız iyi dilekleriyle hepsine teşekkür etti.

SIBT
SIBT KELİMESİ ÜZERİNDE BİRAZ ARAŞTIRMAYA
NE DERSİNİZ?
Sıbt ifadesi sözlükte soy, kabile, torunlar topluluğu anlamındadır. Asıl kök anlamı; bir şeyin uzamasıdır. Nesil ve torun demektir. Nitekim arap topluluğuna ve taifesine “ kabile” denildiği gibi, İsrail oğullarının topluluğuna ve taifesine “sıbt” diyorlardı. Genellikle sıbt ve kabileye seçkin bir özelliği olan çocuk veya torun adı verirlerdi. Kelime kök anlamı dikkate alındığında bu adlandırma, soy ve torunların o şahsın varlığının uzamasına sebep olmasından kaynaklanmaktadır.
İslam döneminde dini bir hakikat şeklinde “ nakiyp(başkan)” ve “imam (önder) anlamında da kullanılırdı. Ayet ve hadislerdeki sıbt veya esbat ifadesinden maksat; ilahi peygamberlerin soyundan olmalarına ilaveten kendileri de yaratılmışlara önderlik yapmaları üzerine seçilen imamlar ve gözeticiler olup bir şekilde vahyin kaynağı ile irtibatları vardır.
Al-i İmran süresi / 84. De ki: Biz, Allah a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbata indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O’na teslim oluruz.
Bakara süresi/ 136. “Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin.
Nisa süresi/ 163. Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik.
Bu ayetlerde şunu görüyoruz. Seçilmişlere silsilesi sıralanıyor. Burada esbat kavramı geçerken herhangi kimselerden değil, önderlik rolü olan torunlara değinilmiştir. Bu noktayı gördükten sonra Hz. Muhammed (saa) bu konu ile ilgili sözleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
“ Hüseyin, esbattan bir sıbttir. (torunlardan bir torundur) ( sünenu’t Tirmizi , c. 5,s 658 h.3775 )
Hasan ve Hüseyin, esbattan iki sıbttirler. (torunlardan iki torundur)(Tarihu’l Kebir, c. 8, s. 415, h. 3536)
“ Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra imamlar kaç kaç kişidirler? Denildiğinde şöyle buyurdu; “ esbatın sayısınca” . ( Kifayetu’l Eser; s.86ve 114)
NE DERSİNİZ?
Sıbt ifadesi sözlükte soy, kabile, torunlar topluluğu anlamındadır. Asıl kök anlamı; bir şeyin uzamasıdır. Nesil ve torun demektir. Nitekim arap topluluğuna ve taifesine “ kabile” denildiği gibi, İsrail oğullarının topluluğuna ve taifesine “sıbt” diyorlardı. Genellikle sıbt ve kabileye seçkin bir özelliği olan çocuk veya torun adı verirlerdi. Kelime kök anlamı dikkate alındığında bu adlandırma, soy ve torunların o şahsın varlığının uzamasına sebep olmasından kaynaklanmaktadır.
İslam döneminde dini bir hakikat şeklinde “ nakiyp(başkan)” ve “imam (önder) anlamında da kullanılırdı. Ayet ve hadislerdeki sıbt veya esbat ifadesinden maksat; ilahi peygamberlerin soyundan olmalarına ilaveten kendileri de yaratılmışlara önderlik yapmaları üzerine seçilen imamlar ve gözeticiler olup bir şekilde vahyin kaynağı ile irtibatları vardır.
Al-i İmran süresi / 84. De ki: Biz, Allah a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbata indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O’na teslim oluruz.
Bakara süresi/ 136. “Biz, Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk” deyin.
Nisa süresi/ 163. Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik.
Bu ayetlerde şunu görüyoruz. Seçilmişlere silsilesi sıralanıyor. Burada esbat kavramı geçerken herhangi kimselerden değil, önderlik rolü olan torunlara değinilmiştir. Bu noktayı gördükten sonra Hz. Muhammed (saa) bu konu ile ilgili sözleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
“ Hüseyin, esbattan bir sıbttir. (torunlardan bir torundur) ( sünenu’t Tirmizi , c. 5,s 658 h.3775 )
Hasan ve Hüseyin, esbattan iki sıbttirler. (torunlardan iki torundur)(Tarihu’l Kebir, c. 8, s. 415, h. 3536)
“ Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra imamlar kaç kaç kişidirler? Denildiğinde şöyle buyurdu; “ esbatın sayısınca” . ( Kifayetu’l Eser; s.86ve 114)

İMAM HÜSEYİN(AS)!
İmam Ebu Abdullah Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s) … Kerbela şehidi… Resulullah’tan (s.a.a) sonra Ehl-i Beyt İmamları’nın üçüncüsü… Hadis âlimlerinin ortak görüşüne göre, cennet gençlerinin efendisi… Hz. Resul’ün (s.a.a) soyunu devam ettiren iki kişiden biri… Resulullah’ın (s.a.a) Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşirken yanına aldığı dört kişiden biri… Allah’ın, kendilerinden bütün kirleri giderip tertemiz kıldığı örtü ashabından (ashab-ı kisa) biri… Allah’ın sevilmelerini emrettiği Resul-i Ekrem’in yakınlarından biri… Sarılanın kurtulduğu, uzaklaşanınsa saptığı bildirilen iki ağır emanetten (sekaleyn) biri…

AYDIN VE ENTELEKTÜEL AYRIMI İLE TAKİP EDİLMESİ GEREKENLER
Dilimizde yanlış anlamlara gelecek şekilde kullanılan sözcükler algılarımızı da değiştirmekte ve birçok tahrife yol açmaktadır. Bunlardan biri aydın kelimesidir. Bu kelimenin yanlış anlaşılması ve yanlış kimseler için kullanılması toplumu yanlış kişiler peşinden koşturmaya ve fikirlerin yozlaşmasına neden olabilir.
Karşılık olarak “aydın” dediğimiz kelime, Avrupa dilinde “entelijensiya” dır. Bu kelime mastar hali olup sıfatı “entelektüel” dir ve kelimenin kökü “entelekt” tir. Entelekt kelimesinin anlamı beyin, akıl, şuur, kavrama gücü ve zekiliktir.
Entelektüel insan akıllı, kavrayış sahibi ve düşünen insan demektir. Bu nedenle toplum içinde zihni ve akli faaliyetleriyle ortaya çıkan herkes entelektüeldir. Yani işlerinin esası ve baskın iş araçları beyin olan kesim entelektüel kesimdir. Bu nedenle tüm dünyada bilinen ve resmi bir sosyoloji tanımı olan bizim de aydın dediğimiz entelektüel sınıf: öğretmenler, üniversite hocaları, doktorlar, avukatlar, hâkimler, politikacılar, gazeteciler, yazarlar, şairler, ressamlar, memurlar, mühendisler, din âlimleri gibi topluluklardan oluşmaktadır.
Bu kelime tercüme edildiği zaman karşılık olarak “aydın” kelimesi kullanıldı. İşte yanlış buradan başlamaktadır. Toplum “aydın” kelimesini anlamını bilmemekte, bu nedenle bu sıfatı taşıyan kişileri tanıyamamaktadır. Aydın kesimini tanımayan bir toplum aydınlanabilir mi? Aydın kelimesinin tahlil ve tarife ihtiyacı yoktur. Aydın kelimesi Fransızcadan alınmıştır ve anlamı “açık görüşlü” dür. Sınırlı ve durgun olmayan, donuk düşünmeyen, kendi zaman ve konumlarını, ülkelerinin durumunu ve toplumlarında gündeme gelen meseleleri ayırt eden analiz edebilen, akıl yürütebilen ve başkasına anlatabilen insanlar “Aydın” dırlar. Bu nedenle Aydın kelimesi; mesleği zihinsel ve fikri olan kimse demek değildir. Aydın düşünen kişi işi ister sosyal ister bedensel isterse kol gücüne bağlı olsun aydındır.
Entelektüel kesime ait herkes aydın sayılmamalıdır. Yoksa her gün ve her zaman yüksek eğitim aldığı, çok yüksek diplomaları olduğu, ilmi makamlar elde ettiği ve zihinsel faaliyetler yaptığı halde toplumu anlamayan ve anlatamayan kimseler ile karşılaşmıyor muyuz? Bu kimseler aydın değillerdir ama meslekleri zihinsel faaliyet ağırlıklı kimselerdir.
Yani entelektüeldirler ama aydın değillerdir. Buradan şu sonuca ulaşıyoruz: Aydın bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır. Entelektüel olan her bireyin fikirlerinin aydın fikri sanılması toplumdaki entelektüel olmayan ama aydın olan kesimin fikirlerinin harcanmasına yol açabilir.
Zira peygamberimiz(saa) de “ümmi” idi ama “Aydın” değil miydi?! Mekke toplumunda birçok zengin, kültürlü, eğitimli tüccar vardı; fakat aydın değillerdi. Yine tarih boyunca imamlar zindanlara atılmalarına ve entelektüel görülen kesim tarafından eziyetler görmelerine rağmen “Bakır” yani “ilmi yarıp çıkaran” gibi sıfatlar almışlar ve yaydıkları ışık ile toplumu aydınlatıp aydın bir kesim bırakmışlardır. Ve tarih incelendiği zaman entelektüel olduğu için aydın sanılan kişilerin yanlış fikirlerinin insanları nasıl büyük yıkımlara götürdüğü incelendiğinde durumun ciddiyeti kendini gösterir.
Bunun bir örneği şöyle verilebilir: Ammar bin Yasir Sıffin Savaşı’nda şehit edildiğinde akıllara Resulullah’ın (s.a.a): “ Ey Ammar, seni zalim bir topluluk öldürecektir.” hadisi geldi. Şam halkı büyük bir endişe ile zalim olduklarını düşünerek komutanları ve aydın olarak gördükleri Muaviye’ye gidip savaşta zalim olduklarını belirttiler. Muaviye ise onlara şu cevabı verdi: “ Ammar’ı bu savaşa Ali bin Ebu Talip getirdi bu nedenle o zalim sayılır”.
Şam halkı Muaviye’yi aydın sanıyordu ona güvendiler ve yakıp yıktılar. Muaviye hükümdardı ve politikacıydı, entelektüeldi fakat aydın değildi. Eğer Şam halkı bu ayrımı yapabilseydi Allah’ın seçmiş olduğu İmam(sa)’ı ile savaşmazdı ve etrafındaki nice sahabe şehit olmazdı. Sonuç olarak; bu toplum aydınlarımızı doğru bir şekilde tanımalı ve takip etmelidir. Aydınları anlamak istemeyenler tıpkı peygamberlere layık gördükleri muameleler gibi hataları tekerrür ve tasdik etmektedirler…
“Vahiy aramızdan sadece ona mı nazil oldu? Hayır, o kendini çok beğenmiş yalancı biridir.” diyen inkârcılara yine ilahî cevap gelir.
“Yarın kimin kendini beğenmiş, çok yalancı olduğunu bilecekler.” (Kamer 25-26)
Karşılık olarak “aydın” dediğimiz kelime, Avrupa dilinde “entelijensiya” dır. Bu kelime mastar hali olup sıfatı “entelektüel” dir ve kelimenin kökü “entelekt” tir. Entelekt kelimesinin anlamı beyin, akıl, şuur, kavrama gücü ve zekiliktir.
Entelektüel insan akıllı, kavrayış sahibi ve düşünen insan demektir. Bu nedenle toplum içinde zihni ve akli faaliyetleriyle ortaya çıkan herkes entelektüeldir. Yani işlerinin esası ve baskın iş araçları beyin olan kesim entelektüel kesimdir. Bu nedenle tüm dünyada bilinen ve resmi bir sosyoloji tanımı olan bizim de aydın dediğimiz entelektüel sınıf: öğretmenler, üniversite hocaları, doktorlar, avukatlar, hâkimler, politikacılar, gazeteciler, yazarlar, şairler, ressamlar, memurlar, mühendisler, din âlimleri gibi topluluklardan oluşmaktadır.
Bu kelime tercüme edildiği zaman karşılık olarak “aydın” kelimesi kullanıldı. İşte yanlış buradan başlamaktadır. Toplum “aydın” kelimesini anlamını bilmemekte, bu nedenle bu sıfatı taşıyan kişileri tanıyamamaktadır. Aydın kesimini tanımayan bir toplum aydınlanabilir mi? Aydın kelimesinin tahlil ve tarife ihtiyacı yoktur. Aydın kelimesi Fransızcadan alınmıştır ve anlamı “açık görüşlü” dür. Sınırlı ve durgun olmayan, donuk düşünmeyen, kendi zaman ve konumlarını, ülkelerinin durumunu ve toplumlarında gündeme gelen meseleleri ayırt eden analiz edebilen, akıl yürütebilen ve başkasına anlatabilen insanlar “Aydın” dırlar. Bu nedenle Aydın kelimesi; mesleği zihinsel ve fikri olan kimse demek değildir. Aydın düşünen kişi işi ister sosyal ister bedensel isterse kol gücüne bağlı olsun aydındır.
Entelektüel kesime ait herkes aydın sayılmamalıdır. Yoksa her gün ve her zaman yüksek eğitim aldığı, çok yüksek diplomaları olduğu, ilmi makamlar elde ettiği ve zihinsel faaliyetler yaptığı halde toplumu anlamayan ve anlatamayan kimseler ile karşılaşmıyor muyuz? Bu kimseler aydın değillerdir ama meslekleri zihinsel faaliyet ağırlıklı kimselerdir.
Yani entelektüeldirler ama aydın değillerdir. Buradan şu sonuca ulaşıyoruz: Aydın bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır. Entelektüel olan her bireyin fikirlerinin aydın fikri sanılması toplumdaki entelektüel olmayan ama aydın olan kesimin fikirlerinin harcanmasına yol açabilir.
Zira peygamberimiz(saa) de “ümmi” idi ama “Aydın” değil miydi?! Mekke toplumunda birçok zengin, kültürlü, eğitimli tüccar vardı; fakat aydın değillerdi. Yine tarih boyunca imamlar zindanlara atılmalarına ve entelektüel görülen kesim tarafından eziyetler görmelerine rağmen “Bakır” yani “ilmi yarıp çıkaran” gibi sıfatlar almışlar ve yaydıkları ışık ile toplumu aydınlatıp aydın bir kesim bırakmışlardır. Ve tarih incelendiği zaman entelektüel olduğu için aydın sanılan kişilerin yanlış fikirlerinin insanları nasıl büyük yıkımlara götürdüğü incelendiğinde durumun ciddiyeti kendini gösterir.
Bunun bir örneği şöyle verilebilir: Ammar bin Yasir Sıffin Savaşı’nda şehit edildiğinde akıllara Resulullah’ın (s.a.a): “ Ey Ammar, seni zalim bir topluluk öldürecektir.” hadisi geldi. Şam halkı büyük bir endişe ile zalim olduklarını düşünerek komutanları ve aydın olarak gördükleri Muaviye’ye gidip savaşta zalim olduklarını belirttiler. Muaviye ise onlara şu cevabı verdi: “ Ammar’ı bu savaşa Ali bin Ebu Talip getirdi bu nedenle o zalim sayılır”.
Şam halkı Muaviye’yi aydın sanıyordu ona güvendiler ve yakıp yıktılar. Muaviye hükümdardı ve politikacıydı, entelektüeldi fakat aydın değildi. Eğer Şam halkı bu ayrımı yapabilseydi Allah’ın seçmiş olduğu İmam(sa)’ı ile savaşmazdı ve etrafındaki nice sahabe şehit olmazdı. Sonuç olarak; bu toplum aydınlarımızı doğru bir şekilde tanımalı ve takip etmelidir. Aydınları anlamak istemeyenler tıpkı peygamberlere layık gördükleri muameleler gibi hataları tekerrür ve tasdik etmektedirler…
“Vahiy aramızdan sadece ona mı nazil oldu? Hayır, o kendini çok beğenmiş yalancı biridir.” diyen inkârcılara yine ilahî cevap gelir.
“Yarın kimin kendini beğenmiş, çok yalancı olduğunu bilecekler.” (Kamer 25-26)

RAĞBETİNİZ YANLIZCA ALLAH OLSUN!
ÜÇ NOKTA; YARATAN, İSTİVA, DÖNÜŞ
Her varlık yaratanın yüce Allah olduğunu kabul ediyor. Çünkü varlıkların yaratma gücünün olmadığına kendisi de tasdikler. Ama ne yazık ki bunu iyi bir şekilde bilmesine rağmen azan nefis kendini O’na sorumlu görmez.
Yûnus Suresi /31“De ki: “Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hakimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?” “Allah” diyecekler. De ki: “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?”
Ra’d Suresi/ 16 “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hakimiyet sahibidir.”
Yüce Allah’ı yaratma noktasında iman gereği gibi olmadığı için bu noktada dökülenler olmaktadır.
Ayrıca insan dönüşün olduğu tek merciinin de yüce Allah olduğunu biliyor. Ya bu dönüşü ciddiye almıyordur, ya işin ehemmiyetinin farkında değildir, ya da olacakları düşünememektedir. Yoksa her varlık yaratılıına şahit olduğu gibi ölüm ve ötesine de şahit olmaktadır. O halde problem yakinen dönüşe ve ahiret hayatına inanmada sorun var demektir. Bu noktada da çok dökülenler olmaktadır.
Âl-i İmrân Suresi/ 83 “Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?”
Bakara Suresi / 28 “Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda ona döndürüleceksiniz.”
Bu iki nokta arasında yaratma ve dönüş arasında insan başıboş değildir. Çünkü Rabbimiz insandan sorumluluğunu yapmasını istemektedir. İsteva; tasallut etme, tam bir ihata, hükmetme, yaratıp tedbir etmeye kadir anlamlarına gelir. Bu durumda anlıyoruz ki Rabbimiz yaratıktan sonra da başıboş bırakmıyor.
“Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur. Sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O’dur. Ve O, herşeyi bilendir.” (Bakara Suresi, 29)
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneşe, Aya ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)
Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz? (Yunus Suresi, 3)
Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir. (Hadid Suresi, 4)
O halde insan mutlak egemenliğin va malikiyetin yüce Allah Teâlâ olarak bilmedikçe yine dökülmeler olacaktır. Belki de doğru yoldan, en çok sapmalar bu noktada olmaktadır.
İtaat noktasında… Çünkü bu noktada tercih hakkı insanın kendisine bırakılmıştır. Ya istiva edenin Rabbi olduğunu kabul eder tevhid ehli olur, ya da istiva hakkını kullarda gördüğünü varsayar, tuğyan eder, şirk ehli olur.
Her varlık yaratanın yüce Allah olduğunu kabul ediyor. Çünkü varlıkların yaratma gücünün olmadığına kendisi de tasdikler. Ama ne yazık ki bunu iyi bir şekilde bilmesine rağmen azan nefis kendini O’na sorumlu görmez.
Yûnus Suresi /31“De ki: “Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hakimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?” “Allah” diyecekler. De ki: “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?”
Ra’d Suresi/ 16 “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki, “O’nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki, “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hakimiyet sahibidir.”
Yüce Allah’ı yaratma noktasında iman gereği gibi olmadığı için bu noktada dökülenler olmaktadır.
Ayrıca insan dönüşün olduğu tek merciinin de yüce Allah olduğunu biliyor. Ya bu dönüşü ciddiye almıyordur, ya işin ehemmiyetinin farkında değildir, ya da olacakları düşünememektedir. Yoksa her varlık yaratılıına şahit olduğu gibi ölüm ve ötesine de şahit olmaktadır. O halde problem yakinen dönüşe ve ahiret hayatına inanmada sorun var demektir. Bu noktada da çok dökülenler olmaktadır.
Âl-i İmrân Suresi/ 83 “Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?”
Bakara Suresi / 28 “Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda ona döndürüleceksiniz.”
Bu iki nokta arasında yaratma ve dönüş arasında insan başıboş değildir. Çünkü Rabbimiz insandan sorumluluğunu yapmasını istemektedir. İsteva; tasallut etme, tam bir ihata, hükmetme, yaratıp tedbir etmeye kadir anlamlarına gelir. Bu durumda anlıyoruz ki Rabbimiz yaratıktan sonra da başıboş bırakmıyor.
“Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur. Sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O’dur. Ve O, herşeyi bilendir.” (Bakara Suresi, 29)
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneşe, Aya ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)
Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah’tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O’na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz? (Yunus Suresi, 3)
Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir. (Hadid Suresi, 4)
O halde insan mutlak egemenliğin va malikiyetin yüce Allah Teâlâ olarak bilmedikçe yine dökülmeler olacaktır. Belki de doğru yoldan, en çok sapmalar bu noktada olmaktadır.
İtaat noktasında… Çünkü bu noktada tercih hakkı insanın kendisine bırakılmıştır. Ya istiva edenin Rabbi olduğunu kabul eder tevhid ehli olur, ya da istiva hakkını kullarda gördüğünü varsayar, tuğyan eder, şirk ehli olur.

KUR’AN’I ANLAMADA KİLİT KAVRAMLAR
Kalp, onun bir şekilden başka bir şekle çevrilmesi, döndürülmesi anlamına gelir. İnsanın kalbi çok değiştiğinden, etkilenen ve meylederek şekilden şekile girdiğinden bu ismi almıştır. Bu nedenle kalbin eylemi olan ilim, ruh, şecaat, akıl gibi manalarda kalp diye adlandırırlır.
İnkilap kelimesi de kalpten türemiştir. Yani döndürülmek demektir. İslam inkilabı demek insanın asli yapısına dönmesi olarak kullanılır. Kur’an’ın yapmak istediği de insanın kalbe gelen her etkenden ve halden etkilendiğinden onun bu değişken halini gerçek yaratılış amacına yani Rabb’ine döndürmek istemesidir. Bu nedenle Kur’an’ın her ayeti, kalbin doğru yolda ilerlemesi için emredilen bir adımıdır.
İnen her vahyin üssü, insanın kalbidir. Okunan her ayet, kalbe verilen bir nakıştır. Bu yüzden imam Musa kazım (as)” insan kalbinin iki kulağı vardır . Biri hayrı, diğeri ise şerri dinler” der.
İşte Kur’an okuyan insan, kalbini Allah’a döndürmek için okumalıdır. İnsan, kalbini Rabb’ine teslim ederse O’da ayetleri ile kalplere doğru yönü verecektir.
Fetih süresi/4 “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. “
Bu yüzden kalplerin mutmainliği sadece Rabbine dönmekle gerçekleşir. Ve insan kalbini sağlama almış olur.
Rad süresi/28 “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
Kalpler yüce Allah’a teslim olmayıp başka yerlere bağlandı mı yön değiştirmiş olur. Kalpler asli yapısından çıkıp tahrip olmaya başlar. Parçalanmış kalpler olarak önümüze çıkar.
En’âm süresi/25 “İçlerinden, (Kur’an okurken) seni dinleyenler de var. Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler (gereriz), kulaklarına ağırlık koyarız. Her türlü mucizeyi görseler de onlara inanmazlar. Hatta tartışmak üzere sana geldiklerinde inkâr edenler, “Bu (Kur’an) evvelkilerin masallarından başka bir şey değil” derler.”
Haşr süresi/ 14 “Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır.”
Bu nedenle sahibine teslim edilmeyen kalpler şirk ile kendilerine zulüm etmiş olurlar. İşte Kur’an okumak, kalpleri asıl sahibine yapılan bir çağrıdır.
AKIL
Akıl, ilmi kabul etmeye hazır olan güce denir. Bu güç ile insanın elde ettiği ilme akıl denir. İmam Ali (as) şöyle tarif etmiştir. “ gördüm ki akıl iki kısımdır. Doğuştan gelen ve işitilen. Doğuştan geleni olmadıkça işitileni fayda sağlamaz.”
Tıpkı göz görmediği halde güneş ışığının yarar sağlamadığı gibi.
Birinci akıl çeşidine Hz. Peygamber (s.a.a) “ Allah, akıldan daha fazla değerli bir şey yaratmamıştır” buyurmuştur.
İkinci akıl çeşidinde ise hiç kimse kendisini hidayete yönlendirecek ve kötülükten döndürecek bir akıldan daha üstün bir şey elde etmiş değildir.
Ankebut süresi/ 43 “ biz insanlara bu örnekleri anlatıyoruz, ama onların anlamını bilgililerden başkası kavrayamaz.”
İmam Ali (as) aklı kalpte olduğunu ifade eder. Elbette kalbini bu şekilde yönlendiren ve ilmi tasdikleyen kalp artık ikna olmuştur. Kalbi ile de yüce Allah’a bağlanmıştır. Kalbin tasdiklemediği gerçek o insan için bilgi düzeyinde kalır. O insan için ilme dönüşmesi kalbin okumasıyla gerçekleşir. Bu yüzden ilmi okuyan aklın kalbe yuva yapması gerekmektedir.
İLİM
İlim, bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir. Bu da iki açıdan düşünülür.
1- Nazarî ilim; bilindiği zaman kişinin kendisiyle kemâle erdiği ilimdir. Alemdeki varlıkları bilmek gibi.
2- Ameli ilim; yerine getirilmediği sürece tamamlanmayan ilimdir.
Diğer bir açıdan da ilim iki kısma ayrılır. Aklî ve Sem’î (vahye dayalı) ilim
Tüm bunlar insan nefsinin manaları kavrayarak uyanması anlamına gelmektedir. Niçin? Sebep; her ilim, Rabb’ine çağıran bir alamettir. Ve her nefis bunu fark etmelidir.
Alak /1-5 “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak” dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”
Bazen insan nefsi çeşitli sebeplerden dolayı bu alâmetleri okuyamamaktadır. Buna rağmen Rabb’imizin lutüf ve keremidir ki bu sefer de vahy üzerinden okumayı öğretmektedir. Risalet ve Kur’an ile…
Bakara süresi/ 129 “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”
Bakara süresi/31 “Allah Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.”
Kehf/ 65 “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”
Yüce Allah görünenleri ve görünmeyenleri bilendir. Allah’tan hiçbir şey gizli kalmaz. Yüce Allah alimdir. Bizleri kendi birliğini öğrenme konusunda âlemlere yönlendirdiği gibi diğer yandan da bilmemiz ve öğrenmemiz için vahyler göndermiştir. Bu nedenle kendisine işaret edilen evrendeki her çeşit varlığa alem dediği gibi, vahy i de hakikatin kendisi olarak tüm ilimlerin yöneldiği alim olan yüce Allah’a dönüşün olması gerektiğini anlatır.
Tüm kitaplar bir kitabın anlaşılması içindir. Tüm ilimler de yüce Allah’ın alim oluşunun anlaşılması içindir. Bu nedenle Kur’an okunduğunda yüce Allah tarafından teyid edilen bir ilmin, hayatımızı her yönden kuşatan bir ilmin ellerimizin arasında olduğunun farkında olmalıyız. İlim, hedefi Allah’tan sakınma olan en büyük hidayettir.
ÂYET
Âyet; apaçık alâmet, gerçekliği açık olan her şey için kullanılır. Kur’an’ın hüküm bildiren her cümlesine de ayet denilmiştir. Yani hem evrendeki her delil, hem de Kur’an’ın her cümlesi ayet olarak isimlendirilmiştir.
Casiye süresi/ 3 “Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır.”
Bu ayette geçen ayet kavramı ise, insanların bilgi düzeylerine göre farklılık arz eden, bunlara göre değişik bilgilere işaret eden, akılla idrak edilebilecek anlamlara gelir.
HÜKÜM
Islah etmek için bir şeyin olmasına veya olmamasına karar vermek demektir.
Maide süresi/ 50 “Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?”
Yüce Allah her bir şeyi yarattığına göre onlar üzerinde hüküm vermek, yalnızca O’nun hakkıdır. Bu yüzden insanlar kendileri üzerinde tek yetki mercii olarak yüce Allah’ı düşünmek zorundadırlar. Okunan Kur’an, Rabb’inin kendi üzerindeki hükmüdür.
Tin süresi/ 8 “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?”
Hikmet kelimesi de hüküm kelimesinden türemiştir. İlim ve akıl ile isabet edilendir. Rabbinin hükmü akla uygun ve ilim üzere olduğundan, insan; bu hükme itaat ettiğinde hikmet üzerinde olur. Bu nedenle muhkem yani sağlamlaştırılmış demektir.
Ahzab süresi/ 34 “Siz evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.”
RİSALET VE EHL-İ BEYT
Resul; sözün yada mesajın taşıyıcısına denir. Bazen melekler, bazen de peygamberler kastedilir. Buna göre melekler semalarda Resul, peygamberler de yeryüzünde Resul’dur. Bu durumda her iki grupta kimin mesajını taşımaktadır. Elbette yaratıcımız olan Rabbimizin.
Kur’an meleklerden, sonra da peygamberlerden bize gelen ilahî mesajdır.
Tekvir süresi/ 19 “Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin sözüdür.”
En’âm süresi/ 48 “Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
İlahî mesaj Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.a)’in kalbine indiğine göre peygamberin algı ve yorumunu almamız zorunludur. Bu nedenle her ayeti anlamak için adres olarak peygamber’e sormak zorundayız.
Aksi takdirde mesajı kendi yorumlamamız birçok algı yanılmasına neden olacaktır. Peygamberin yorumlamasının da doğru taşınması içinde güvenilir kimselere ihtiyaç olmaktadır. Burada Resulullah(s.a.a)’ın mesajlarını doğru aktaracak ve ümmete taşıyacak olan kimselerde Peygamber’in kendisinin de teyid ettiği Ehl-i Beyt’idir. Yani onlarsız Resul’e , Resul’süz de ilahî merame ulaşılamayacaktır. Tüm bunların sonucunda Kurân okunduğu halde Kur’an’dan uzak olunacaktır.
Bu vahim sonuçlara düşmemek için peygamber Hz. Muhammed(s.a.a) ve onun vasileri olan Ehl-i Beyt göz ardı edilmeden Kur’an okunmamalıdır.
İnkilap kelimesi de kalpten türemiştir. Yani döndürülmek demektir. İslam inkilabı demek insanın asli yapısına dönmesi olarak kullanılır. Kur’an’ın yapmak istediği de insanın kalbe gelen her etkenden ve halden etkilendiğinden onun bu değişken halini gerçek yaratılış amacına yani Rabb’ine döndürmek istemesidir. Bu nedenle Kur’an’ın her ayeti, kalbin doğru yolda ilerlemesi için emredilen bir adımıdır.
İnen her vahyin üssü, insanın kalbidir. Okunan her ayet, kalbe verilen bir nakıştır. Bu yüzden imam Musa kazım (as)” insan kalbinin iki kulağı vardır . Biri hayrı, diğeri ise şerri dinler” der.
İşte Kur’an okuyan insan, kalbini Allah’a döndürmek için okumalıdır. İnsan, kalbini Rabb’ine teslim ederse O’da ayetleri ile kalplere doğru yönü verecektir.
Fetih süresi/4 “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. “
Bu yüzden kalplerin mutmainliği sadece Rabbine dönmekle gerçekleşir. Ve insan kalbini sağlama almış olur.
Rad süresi/28 “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
Kalpler yüce Allah’a teslim olmayıp başka yerlere bağlandı mı yön değiştirmiş olur. Kalpler asli yapısından çıkıp tahrip olmaya başlar. Parçalanmış kalpler olarak önümüze çıkar.
En’âm süresi/25 “İçlerinden, (Kur’an okurken) seni dinleyenler de var. Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler (gereriz), kulaklarına ağırlık koyarız. Her türlü mucizeyi görseler de onlara inanmazlar. Hatta tartışmak üzere sana geldiklerinde inkâr edenler, “Bu (Kur’an) evvelkilerin masallarından başka bir şey değil” derler.”
Haşr süresi/ 14 “Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır.”
Bu nedenle sahibine teslim edilmeyen kalpler şirk ile kendilerine zulüm etmiş olurlar. İşte Kur’an okumak, kalpleri asıl sahibine yapılan bir çağrıdır.
AKIL
Akıl, ilmi kabul etmeye hazır olan güce denir. Bu güç ile insanın elde ettiği ilme akıl denir. İmam Ali (as) şöyle tarif etmiştir. “ gördüm ki akıl iki kısımdır. Doğuştan gelen ve işitilen. Doğuştan geleni olmadıkça işitileni fayda sağlamaz.”
Tıpkı göz görmediği halde güneş ışığının yarar sağlamadığı gibi.
Birinci akıl çeşidine Hz. Peygamber (s.a.a) “ Allah, akıldan daha fazla değerli bir şey yaratmamıştır” buyurmuştur.
İkinci akıl çeşidinde ise hiç kimse kendisini hidayete yönlendirecek ve kötülükten döndürecek bir akıldan daha üstün bir şey elde etmiş değildir.
Ankebut süresi/ 43 “ biz insanlara bu örnekleri anlatıyoruz, ama onların anlamını bilgililerden başkası kavrayamaz.”
İmam Ali (as) aklı kalpte olduğunu ifade eder. Elbette kalbini bu şekilde yönlendiren ve ilmi tasdikleyen kalp artık ikna olmuştur. Kalbi ile de yüce Allah’a bağlanmıştır. Kalbin tasdiklemediği gerçek o insan için bilgi düzeyinde kalır. O insan için ilme dönüşmesi kalbin okumasıyla gerçekleşir. Bu yüzden ilmi okuyan aklın kalbe yuva yapması gerekmektedir.
İLİM
İlim, bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir. Bu da iki açıdan düşünülür.
1- Nazarî ilim; bilindiği zaman kişinin kendisiyle kemâle erdiği ilimdir. Alemdeki varlıkları bilmek gibi.
2- Ameli ilim; yerine getirilmediği sürece tamamlanmayan ilimdir.
Diğer bir açıdan da ilim iki kısma ayrılır. Aklî ve Sem’î (vahye dayalı) ilim
Tüm bunlar insan nefsinin manaları kavrayarak uyanması anlamına gelmektedir. Niçin? Sebep; her ilim, Rabb’ine çağıran bir alamettir. Ve her nefis bunu fark etmelidir.
Alak /1-5 “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak” dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”
Bazen insan nefsi çeşitli sebeplerden dolayı bu alâmetleri okuyamamaktadır. Buna rağmen Rabb’imizin lutüf ve keremidir ki bu sefer de vahy üzerinden okumayı öğretmektedir. Risalet ve Kur’an ile…
Bakara süresi/ 129 “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”
Bakara süresi/31 “Allah Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.”
Kehf/ 65 “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”
Yüce Allah görünenleri ve görünmeyenleri bilendir. Allah’tan hiçbir şey gizli kalmaz. Yüce Allah alimdir. Bizleri kendi birliğini öğrenme konusunda âlemlere yönlendirdiği gibi diğer yandan da bilmemiz ve öğrenmemiz için vahyler göndermiştir. Bu nedenle kendisine işaret edilen evrendeki her çeşit varlığa alem dediği gibi, vahy i de hakikatin kendisi olarak tüm ilimlerin yöneldiği alim olan yüce Allah’a dönüşün olması gerektiğini anlatır.
Tüm kitaplar bir kitabın anlaşılması içindir. Tüm ilimler de yüce Allah’ın alim oluşunun anlaşılması içindir. Bu nedenle Kur’an okunduğunda yüce Allah tarafından teyid edilen bir ilmin, hayatımızı her yönden kuşatan bir ilmin ellerimizin arasında olduğunun farkında olmalıyız. İlim, hedefi Allah’tan sakınma olan en büyük hidayettir.
ÂYET
Âyet; apaçık alâmet, gerçekliği açık olan her şey için kullanılır. Kur’an’ın hüküm bildiren her cümlesine de ayet denilmiştir. Yani hem evrendeki her delil, hem de Kur’an’ın her cümlesi ayet olarak isimlendirilmiştir.
Casiye süresi/ 3 “Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır.”
Bu ayette geçen ayet kavramı ise, insanların bilgi düzeylerine göre farklılık arz eden, bunlara göre değişik bilgilere işaret eden, akılla idrak edilebilecek anlamlara gelir.
HÜKÜM
Islah etmek için bir şeyin olmasına veya olmamasına karar vermek demektir.
Maide süresi/ 50 “Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?”
Yüce Allah her bir şeyi yarattığına göre onlar üzerinde hüküm vermek, yalnızca O’nun hakkıdır. Bu yüzden insanlar kendileri üzerinde tek yetki mercii olarak yüce Allah’ı düşünmek zorundadırlar. Okunan Kur’an, Rabb’inin kendi üzerindeki hükmüdür.
Tin süresi/ 8 “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?”
Hikmet kelimesi de hüküm kelimesinden türemiştir. İlim ve akıl ile isabet edilendir. Rabbinin hükmü akla uygun ve ilim üzere olduğundan, insan; bu hükme itaat ettiğinde hikmet üzerinde olur. Bu nedenle muhkem yani sağlamlaştırılmış demektir.
Ahzab süresi/ 34 “Siz evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.”
RİSALET VE EHL-İ BEYT
Resul; sözün yada mesajın taşıyıcısına denir. Bazen melekler, bazen de peygamberler kastedilir. Buna göre melekler semalarda Resul, peygamberler de yeryüzünde Resul’dur. Bu durumda her iki grupta kimin mesajını taşımaktadır. Elbette yaratıcımız olan Rabbimizin.
Kur’an meleklerden, sonra da peygamberlerden bize gelen ilahî mesajdır.
Tekvir süresi/ 19 “Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin sözüdür.”
En’âm süresi/ 48 “Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
İlahî mesaj Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.a)’in kalbine indiğine göre peygamberin algı ve yorumunu almamız zorunludur. Bu nedenle her ayeti anlamak için adres olarak peygamber’e sormak zorundayız.
Aksi takdirde mesajı kendi yorumlamamız birçok algı yanılmasına neden olacaktır. Peygamberin yorumlamasının da doğru taşınması içinde güvenilir kimselere ihtiyaç olmaktadır. Burada Resulullah(s.a.a)’ın mesajlarını doğru aktaracak ve ümmete taşıyacak olan kimselerde Peygamber’in kendisinin de teyid ettiği Ehl-i Beyt’idir. Yani onlarsız Resul’e , Resul’süz de ilahî merame ulaşılamayacaktır. Tüm bunların sonucunda Kurân okunduğu halde Kur’an’dan uzak olunacaktır.
Bu vahim sonuçlara düşmemek için peygamber Hz. Muhammed(s.a.a) ve onun vasileri olan Ehl-i Beyt göz ardı edilmeden Kur’an okunmamalıdır.

ÜÇ AŞAMADA TEŞEKKÜR
Teşekkür kelimesi şükürden türeyen bir kelime olarak keşf etmek, ortaya çıkarmak anlamına gelmektedir. Bunun tersi ise unutmak, onu gizlemek demektir. Yani kendisine nimet ve iyilikte bulunanı ortaya çıkarmak, bunu unutmamak, gizlememektir.
Üç aşamada şükür dolayısıyla teşekkür olur.
Birincisi teyid etmek, onaylamak, tasdik etmek anlamındadır. Yaratılmışlara en büyük iyiliği veren, nimetleri ile donatan, ikramlarda bulunan yaratanı yüce Allah’tır. Yüce Allah’ı tanımak, tasdik etmek, kabullenmek insanın yüreğindeki minnettarlığının bir göstergesidir. İç dünyasında Rabb’ine karşı hep kendini borçlu hisseder. Ve O’nun büyüklüğünü tasdik ve dolayısıyla O’nu tanımayı ister. İşte bu, bireyde oluşan şükrün ilk aşamasıdır. Çünkü nimet vereni, kendine lütfedeni artık tanıyordur, biliyordur.
İmam Cafer Sadık (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır.
“ Şükrün en düşük derecesi insanın elindeki nimetin Allah’tan olduğunu bilmesidir. Bu şükür, şükür derecelerinin birinci basamağı olan kalpten şükretmektir.”
Kalbi Rabb’ine karşı minnettarlığa geçen birisi artık imanın ilk basamağına adım atmıştır.
İkinci aşamada şükür ise gereğini yapmaktır. Örneğin tıp fakültesini bitiren birisinden mimarlık projesi beklenilemez. Ya da midenin görevini akciğerlerin yapmasını düşünülemez. Ya da bir kadın yerine bir erkeğin dünyaya çocuk getirmesi ümit edilemez. Verilen tüm bu örneklerde olduğu gibi kişide oluşan doğru kavrama, doğru algılama ve doğru davranış şükrün, tezat düşünceler, çarpık duygular veya olumsuz davranışlar ise şükre karşı durmanın göstergeleridir. Rabb kime ne hak, ne sorumluluk, ne misyon vermiş ise o beklenilmelidir, istenilmelidir, ümit edilmelidir. İşte yerde ve göklerde her ne varsa onu yaratılış amacına göre düşünmek ve bilmek gerekmektedir.
Bakara süresinde geçen “ Âdem’e isimleri öğretti” ayetinde ifade edilen anlamların bir hikmeti de budur. Her şeyin hangi amaçla yaratıldığıdır. O halde bu gün bu kavramlar kendi ifadesini veya anlamını korumakta mıdır? İşte İslam her lafzın anlamını ve doğru tevilini anlatmak için gelmiştir. Yani hayatta her ne varsa onun ilahî ruhunu tanıtır. Dağ, taş, bitki, su, çocuk, hayvan, kulluk, iman, hayat, ölüm, ticaret, eş, iş, ev, binek, yıldız, dünya… Tüm kavramların altını doğru tanımıyla doldurur. Böylece her varlığın, her hadisenin, her olgunun sebebini ve varmak istediği hedefini gösterir. İşte yaratılmış her varlığı gereği gibi kullanmak şükrün ikinci aşamasıdır.
Gözler niçin, nerelerde, nasıl kullanılmalıdır? İnsan niçin, nasıl evlenmelidir? Çocuk nasıl, niçin yönlendirilip yetiştirilmelidir? Eller niçin, nasıl kullanılmalıdır?…
Tüm soruları insanoğlunun hayatını kuşatan her varlık için düşünmelidir. O zaman insan her varlığın kullanımını, hem de doğru kullanımını bilir ve gereğini yapar. İşte bu aşamada sorumluluk oluşur. Çünkü hayatının her anında dönüp Rabb’inden şu sorunun cevabını almak isteyecektir.
“ Ya Rabbi bunu nasıl kullanmalıyım?”
Ve Rabb’inin tarifleri vahiy ve Risalet yoluyla kendisine ulaşır. Tarif önemlidir. Tarif tahrif edilirse şükür inkara dönüşür.
İşte gereğini yapmak ikinci aşamada bir şükürdür. Böylelikle insan fıtrata ve yaratılışa uygun davranacaktır. Rabbi de ondan razı olacaktır. Çünkü Rabb’ine tezat davranmamıştır.
Lokman süresi /12 “Andolsun ki biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendi iyiliğine eder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye layıktır.”
Üçüncü aşamada şükrün en üst aşamasıdır. Çünkü kendi davranışlarının üstünde, ötesinde bir davranış sergiler. Şükrünü bireysellikten toplumsallaşmaya taşır.
Örneğin insanın namazı kabullenmesi birinci aşamadır. İkinci aşama namazını kılmasıdır. Üçüncü aşama başkalarına da tavsiye etmesi, namazların kılınması için onlara yardımcı olmasıdır.
Ticaretinin helal kazanılmasını onaylar. İkinci aşama helal kazanç için mücadele eder. Üçüncü aşama helal kazancından infak eder.
İlmin önemli olduğunu anlar. Bu şükrün birinci aşamasıdır. İkinci aşama ilmi öğrenir. Üçüncü aşama ilmi öğretir…
İşte insanın hamdını katlaması şükrünün kapsamını da genişletir. Bu aşama da şükrün son ve zirve safhasıdır.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
1- Asra yemin olsun ki,
2- İnsan mutlaka ziyandadır.
3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
ASR SÜRESİ
Üç aşamada şükür dolayısıyla teşekkür olur.
Birincisi teyid etmek, onaylamak, tasdik etmek anlamındadır. Yaratılmışlara en büyük iyiliği veren, nimetleri ile donatan, ikramlarda bulunan yaratanı yüce Allah’tır. Yüce Allah’ı tanımak, tasdik etmek, kabullenmek insanın yüreğindeki minnettarlığının bir göstergesidir. İç dünyasında Rabb’ine karşı hep kendini borçlu hisseder. Ve O’nun büyüklüğünü tasdik ve dolayısıyla O’nu tanımayı ister. İşte bu, bireyde oluşan şükrün ilk aşamasıdır. Çünkü nimet vereni, kendine lütfedeni artık tanıyordur, biliyordur.
İmam Cafer Sadık (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır.
“ Şükrün en düşük derecesi insanın elindeki nimetin Allah’tan olduğunu bilmesidir. Bu şükür, şükür derecelerinin birinci basamağı olan kalpten şükretmektir.”
Kalbi Rabb’ine karşı minnettarlığa geçen birisi artık imanın ilk basamağına adım atmıştır.
İkinci aşamada şükür ise gereğini yapmaktır. Örneğin tıp fakültesini bitiren birisinden mimarlık projesi beklenilemez. Ya da midenin görevini akciğerlerin yapmasını düşünülemez. Ya da bir kadın yerine bir erkeğin dünyaya çocuk getirmesi ümit edilemez. Verilen tüm bu örneklerde olduğu gibi kişide oluşan doğru kavrama, doğru algılama ve doğru davranış şükrün, tezat düşünceler, çarpık duygular veya olumsuz davranışlar ise şükre karşı durmanın göstergeleridir. Rabb kime ne hak, ne sorumluluk, ne misyon vermiş ise o beklenilmelidir, istenilmelidir, ümit edilmelidir. İşte yerde ve göklerde her ne varsa onu yaratılış amacına göre düşünmek ve bilmek gerekmektedir.
Bakara süresinde geçen “ Âdem’e isimleri öğretti” ayetinde ifade edilen anlamların bir hikmeti de budur. Her şeyin hangi amaçla yaratıldığıdır. O halde bu gün bu kavramlar kendi ifadesini veya anlamını korumakta mıdır? İşte İslam her lafzın anlamını ve doğru tevilini anlatmak için gelmiştir. Yani hayatta her ne varsa onun ilahî ruhunu tanıtır. Dağ, taş, bitki, su, çocuk, hayvan, kulluk, iman, hayat, ölüm, ticaret, eş, iş, ev, binek, yıldız, dünya… Tüm kavramların altını doğru tanımıyla doldurur. Böylece her varlığın, her hadisenin, her olgunun sebebini ve varmak istediği hedefini gösterir. İşte yaratılmış her varlığı gereği gibi kullanmak şükrün ikinci aşamasıdır.
Gözler niçin, nerelerde, nasıl kullanılmalıdır? İnsan niçin, nasıl evlenmelidir? Çocuk nasıl, niçin yönlendirilip yetiştirilmelidir? Eller niçin, nasıl kullanılmalıdır?…
Tüm soruları insanoğlunun hayatını kuşatan her varlık için düşünmelidir. O zaman insan her varlığın kullanımını, hem de doğru kullanımını bilir ve gereğini yapar. İşte bu aşamada sorumluluk oluşur. Çünkü hayatının her anında dönüp Rabb’inden şu sorunun cevabını almak isteyecektir.
“ Ya Rabbi bunu nasıl kullanmalıyım?”
Ve Rabb’inin tarifleri vahiy ve Risalet yoluyla kendisine ulaşır. Tarif önemlidir. Tarif tahrif edilirse şükür inkara dönüşür.
İşte gereğini yapmak ikinci aşamada bir şükürdür. Böylelikle insan fıtrata ve yaratılışa uygun davranacaktır. Rabbi de ondan razı olacaktır. Çünkü Rabb’ine tezat davranmamıştır.
Lokman süresi /12 “Andolsun ki biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendi iyiliğine eder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye layıktır.”
Üçüncü aşamada şükrün en üst aşamasıdır. Çünkü kendi davranışlarının üstünde, ötesinde bir davranış sergiler. Şükrünü bireysellikten toplumsallaşmaya taşır.
Örneğin insanın namazı kabullenmesi birinci aşamadır. İkinci aşama namazını kılmasıdır. Üçüncü aşama başkalarına da tavsiye etmesi, namazların kılınması için onlara yardımcı olmasıdır.
Ticaretinin helal kazanılmasını onaylar. İkinci aşama helal kazanç için mücadele eder. Üçüncü aşama helal kazancından infak eder.
İlmin önemli olduğunu anlar. Bu şükrün birinci aşamasıdır. İkinci aşama ilmi öğrenir. Üçüncü aşama ilmi öğretir…
İşte insanın hamdını katlaması şükrünün kapsamını da genişletir. Bu aşama da şükrün son ve zirve safhasıdır.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle.
1- Asra yemin olsun ki,
2- İnsan mutlaka ziyandadır.
3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.
ASR SÜRESİ

“LEHV” NEDİR? HİÇ DUYDUNUZ MU?
Lehv, kelime kökü L-h-y harflerinden oluşmuştur. Istılahı manası ise; insanı önemli ve gerekli olan şeyden alıkoyan şeydir. Bu anlamda yüce Allah şöyle buyurmuştur.
Muhammed süresi/ 36 “ Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” Ayetinde geçen oyun anlamında lehv kavramı bu anlama dokunmuştur. Yani dünya hayatındaki şeyler sizi gerçek amaçtan dikkatinizi çekip başka taraflara yönlendiren birçok şeylerle doludur. Bu insan için bir uyarıdır. Asıl olan yaratılış amacından sapmamasıdır.
Ankebut süresi/ 64 “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”
Çoklukla övünmek te lehv alanına girmektedir. Dünya hayatında çocuklar, mal, eşya, para gibi seçeneklerin insanda yaratığı hırs ve çoğaltma yarışı insanı gerçek amacına karşı bir alternatif seçenek gibi oyalamaktadır. Örneğin ticaret hırsı bir lehv olarak düşünülebilir.
Nur süresi/ 36-37 “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”
Bu ticareti yasaklamak veya onu hoş görmemek anlamında değildir. Aksine kendini bütünüyle ona vermek, yapması farz olan sorumluluklarına karşı ilgisiz ve duyarsız davranmasıdır. Bu çocuk, eş, iş tutkusu da olabilir. Bayanlar için ev işleri, temizlik işleri, ev dekorasyonu, giyim, yemek vs. abartılanarak asıl amaçlardan alıkoyabilir.
Kalpleri asılsız ve faydasız şeylerle meşgul etmede bir lehv alanıdır. Örneğin okuyacağınız bir kitap, izleyeceğiniz bir film, gideceğiniz bir eğlence alanı ya da buluşacağınız arkadaşlarla yaptığınız bir sohbet asılsız, gereksiz ve faydasız olarak sizi asıl yapmanız gereken sorumluluklardan alıkoyuyorsa, hayatınızda sizi yürümeniz gereken yolda bir adım geriye hatta yerinizde duraklamanıza sebep oluyorsa bu lehv olarak düşünülmelidir.
Demek ki insan çok değerlidir ve kendisine tanınan hayat süreci sınırlıdır. Bir de bu hayatın bir de hesabı vardır. Bu yüzden hayatını boş ve anlamsız şeylerle harcamaması gerektiği gibi kalbini de boş ve gereksiz şeylerle doldurmamalıdır. Dolayısıyla gereksiz şeylere bakmayacak, gereksiz şeyleri duymayacak, gereksiz amellerle oyalanmayacak ve bu tür şeylere ilgi göstermeyecek ki kalbi ve aklı gereksiz, anlamsız, değersiz şeylerle meşgul olmasın. Tüm bu alanlar insanı Allah yolundan alıkoymak için şeytanın insana fısıldadığı hain tuzaklardır.
Kur’an ayetlerini küçümseyen davranışlar, ahiret gününü hatırlatan tablolardan yüz çevirme, peygambere itaat konusunda gevşek davranma hayattaki levh alanların çok olmasından kaynaklanmaktadır.
Günümüzdeki cinsel meselelerin bu kadar öne çıkması, kadın ve erkek arasındaki aşk meselelerin bu kadar gündeme oturması bir toplumu toptan oyalama metodudur. Filmlere, maçlara, eğlencelere bu kadar odaklanılması da bir oyalamadır. İslam yolundan alıkoyma işlemidir.
Elbette kitap okuma, sinema izleme, hikâye okuma, şiir dinleme, müzik ile ilgilenme, bir arkadaşla sohbet etme vs. İslam’da vardır. Fakat tüm bunların hak bir amacı olmalıdır. Tüm bunların sonuçlarının nereye varılmak istendiği düşünülmelidir. Allah ve Resul’ünün yolunda bir adım olacaksa olmalıdır. Yok, eğer Allah yolundan uzaklaştırma ise olmamalıdır. Bu sorun aracın kendisiyle ilgili değildir. Araçların hangi amaca yönelik kullanıldığı ve hangi sonuca varılmak istendiği ile ilgilidir.
Eğer düşünecek olursak bu anlamda hayatımızda Allah yolundan alıkoyan, yaratılış amacını unutturan, bizi sorumluluklarımızı ve ödevlerimizi yapmaktan alıkoyan birçok seçenekler vardır.
İşte tüm bu seçeneklere karşı uyanık olmak lehv alanından kendimizi kurtarmak gerekmektedir. Bu da o kişinin tercihlerine bağlıdır. Bu yüzden amaçların yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Sağlıklı bir ruh yapımız için bu kaçınılmaz bir mücadeledir.
Lokman süresi/ 6 “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”
Muhammed süresi/ 36 “ Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” Ayetinde geçen oyun anlamında lehv kavramı bu anlama dokunmuştur. Yani dünya hayatındaki şeyler sizi gerçek amaçtan dikkatinizi çekip başka taraflara yönlendiren birçok şeylerle doludur. Bu insan için bir uyarıdır. Asıl olan yaratılış amacından sapmamasıdır.
Ankebut süresi/ 64 “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”
Çoklukla övünmek te lehv alanına girmektedir. Dünya hayatında çocuklar, mal, eşya, para gibi seçeneklerin insanda yaratığı hırs ve çoğaltma yarışı insanı gerçek amacına karşı bir alternatif seçenek gibi oyalamaktadır. Örneğin ticaret hırsı bir lehv olarak düşünülebilir.
Nur süresi/ 36-37 “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.”
Bu ticareti yasaklamak veya onu hoş görmemek anlamında değildir. Aksine kendini bütünüyle ona vermek, yapması farz olan sorumluluklarına karşı ilgisiz ve duyarsız davranmasıdır. Bu çocuk, eş, iş tutkusu da olabilir. Bayanlar için ev işleri, temizlik işleri, ev dekorasyonu, giyim, yemek vs. abartılanarak asıl amaçlardan alıkoyabilir.
Kalpleri asılsız ve faydasız şeylerle meşgul etmede bir lehv alanıdır. Örneğin okuyacağınız bir kitap, izleyeceğiniz bir film, gideceğiniz bir eğlence alanı ya da buluşacağınız arkadaşlarla yaptığınız bir sohbet asılsız, gereksiz ve faydasız olarak sizi asıl yapmanız gereken sorumluluklardan alıkoyuyorsa, hayatınızda sizi yürümeniz gereken yolda bir adım geriye hatta yerinizde duraklamanıza sebep oluyorsa bu lehv olarak düşünülmelidir.
Demek ki insan çok değerlidir ve kendisine tanınan hayat süreci sınırlıdır. Bir de bu hayatın bir de hesabı vardır. Bu yüzden hayatını boş ve anlamsız şeylerle harcamaması gerektiği gibi kalbini de boş ve gereksiz şeylerle doldurmamalıdır. Dolayısıyla gereksiz şeylere bakmayacak, gereksiz şeyleri duymayacak, gereksiz amellerle oyalanmayacak ve bu tür şeylere ilgi göstermeyecek ki kalbi ve aklı gereksiz, anlamsız, değersiz şeylerle meşgul olmasın. Tüm bu alanlar insanı Allah yolundan alıkoymak için şeytanın insana fısıldadığı hain tuzaklardır.
Kur’an ayetlerini küçümseyen davranışlar, ahiret gününü hatırlatan tablolardan yüz çevirme, peygambere itaat konusunda gevşek davranma hayattaki levh alanların çok olmasından kaynaklanmaktadır.
Günümüzdeki cinsel meselelerin bu kadar öne çıkması, kadın ve erkek arasındaki aşk meselelerin bu kadar gündeme oturması bir toplumu toptan oyalama metodudur. Filmlere, maçlara, eğlencelere bu kadar odaklanılması da bir oyalamadır. İslam yolundan alıkoyma işlemidir.
Elbette kitap okuma, sinema izleme, hikâye okuma, şiir dinleme, müzik ile ilgilenme, bir arkadaşla sohbet etme vs. İslam’da vardır. Fakat tüm bunların hak bir amacı olmalıdır. Tüm bunların sonuçlarının nereye varılmak istendiği düşünülmelidir. Allah ve Resul’ünün yolunda bir adım olacaksa olmalıdır. Yok, eğer Allah yolundan uzaklaştırma ise olmamalıdır. Bu sorun aracın kendisiyle ilgili değildir. Araçların hangi amaca yönelik kullanıldığı ve hangi sonuca varılmak istendiği ile ilgilidir.
Eğer düşünecek olursak bu anlamda hayatımızda Allah yolundan alıkoyan, yaratılış amacını unutturan, bizi sorumluluklarımızı ve ödevlerimizi yapmaktan alıkoyan birçok seçenekler vardır.
İşte tüm bu seçeneklere karşı uyanık olmak lehv alanından kendimizi kurtarmak gerekmektedir. Bu da o kişinin tercihlerine bağlıdır. Bu yüzden amaçların yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Sağlıklı bir ruh yapımız için bu kaçınılmaz bir mücadeledir.
Lokman süresi/ 6 “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”

ITRET
Itret, yakın akrabalar, evlatlar ve aile efradı anlamına gelir. Özellikle birinin neslinden gelen evlatlar için kullanılır. İslam literatüründe peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)’in soyundan gelen pak Ehl-i Bey t’i ve imamlar (as) kastedilir.
Allah Resulü (s.a.a) Kur’an ile itret’i ümmetine miras ve yadigâr olarak bırakmış ve şöyle buyurmuştur.
“ Şüphesiz ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve ıtret’im olan Ehl-i Beyt’imi…”
Nitekim İmam Ali(as)’ye “ıtret” nedir? Diye sorduklarında şöyle buyurmuştur.
“ Ben. Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan olan dokuz kişi ıtret’iz. Bunların dokuzuncusu kıyam edecek olan Mehdi’dir. Kevser havuzuna varıncaya dek onlar Kur’an’dan ayrılmaz, Kur’an da onlardan ayrılmaz.”
Itret terimi için, lügat ve kamus kitaplarında dört farklı anlam yer alır.
1- Bir kimsenin soyundan dünyaya gelen evlatlar ve torunlar.
2- Erkek ceylanın göbek kısmındaki derisinin hemen altında nâfe içinde yer alan iri taneli misk.
3- Oldukça ferah ve tatlı suyu olan pınar.
4- Kesilen ağacın yeniden yeşillenen filizleri.
Merhum Muhaddis-i Kummî (ra), ıtret sözcüğünün tüm manalarını göz önünde bulundurarak şöyle der;
“ İmamlar, tıpkı nâfede yer alan iri taneli misk gibidirler. İlimleri, hikmet ehli yanında ferah suya benzer. Onlar öyle bir ağaçtır ki, kökü Allah Resulü, gövdesi Ali, dalları onun soyundan gelen imamlar, yaprakları da taraftarıdırlar. Ehl-i Beyt’in ilmi ise bu ağacın meyveleridir.”
İbn-i Arabî ıtret hakkında şöyle güzel bir açıklama yaptığı nakledilmiştir;
“Itret, şehir ve merkez anlamındadır. Bu bağlamda Ehl-i Beyt de İslam’ın asıl merkezidir.
Itret, çok büyük kayaya denir; kertenkele yuvasını kayanın yanında yapar ve böylece evini rahatça bulur, kaybolmaz. İmamlar da insanların kılavuzlarıdırlar, kaybolmalarına mani olurlar.
Itret, kesilmiş ağaç köküne denir. İmamlar da zulme uğramış, kesilmiş ve doğranmışlardır.
Itret, iri taneli misktir, ceylanın nâfisedir. İmamlar da, Benî Haşim ve Ebu Talip evlatları arasında ceylanın nâfesi gibi hoş kokuludurlar.
Itret, berrak, ferah ve tatlı sudur. Ehl-i Beyt’in ilmi de mantık ehli ve seçkin insanlar için her şeyden daha ferahtır.
Itret, rüzgâr anlamına gelir. Onlar da rüzgar gibi Allah’ın ordusu ve hizbidirler.
Itret, mercanköşk otu gibi dağınık bitki demektir. Ehl-i Beyt’in mezarları da farklı farklı yerlerdedir ve bereketleri dünyanın doğusunu da batısını da kaplamıştır.
Itret, bir kimsenin dostları, aşireti ve kabilesine denir. Ehl-i Beyt te Allah Resulü’nün yakınları, aşireti ve sayılı (erkek) akrabalarıdır.”
1- Sefinetu’l Bihar c. 2 s. 156., 157.
2- İsbatu’l Hüda c.1 s. 7353
3- Mecmau’l Bahreyn, Tureyhî, “ıtr” terimi.
4- Kerbela ansiklopedisi, Cevad Muhaddisî, s. 221
Allah Resulü (s.a.a) Kur’an ile itret’i ümmetine miras ve yadigâr olarak bırakmış ve şöyle buyurmuştur.
“ Şüphesiz ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve ıtret’im olan Ehl-i Beyt’imi…”
Nitekim İmam Ali(as)’ye “ıtret” nedir? Diye sorduklarında şöyle buyurmuştur.
“ Ben. Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan olan dokuz kişi ıtret’iz. Bunların dokuzuncusu kıyam edecek olan Mehdi’dir. Kevser havuzuna varıncaya dek onlar Kur’an’dan ayrılmaz, Kur’an da onlardan ayrılmaz.”
Itret terimi için, lügat ve kamus kitaplarında dört farklı anlam yer alır.
1- Bir kimsenin soyundan dünyaya gelen evlatlar ve torunlar.
2- Erkek ceylanın göbek kısmındaki derisinin hemen altında nâfe içinde yer alan iri taneli misk.
3- Oldukça ferah ve tatlı suyu olan pınar.
4- Kesilen ağacın yeniden yeşillenen filizleri.
Merhum Muhaddis-i Kummî (ra), ıtret sözcüğünün tüm manalarını göz önünde bulundurarak şöyle der;
“ İmamlar, tıpkı nâfede yer alan iri taneli misk gibidirler. İlimleri, hikmet ehli yanında ferah suya benzer. Onlar öyle bir ağaçtır ki, kökü Allah Resulü, gövdesi Ali, dalları onun soyundan gelen imamlar, yaprakları da taraftarıdırlar. Ehl-i Beyt’in ilmi ise bu ağacın meyveleridir.”
İbn-i Arabî ıtret hakkında şöyle güzel bir açıklama yaptığı nakledilmiştir;
“Itret, şehir ve merkez anlamındadır. Bu bağlamda Ehl-i Beyt de İslam’ın asıl merkezidir.
Itret, çok büyük kayaya denir; kertenkele yuvasını kayanın yanında yapar ve böylece evini rahatça bulur, kaybolmaz. İmamlar da insanların kılavuzlarıdırlar, kaybolmalarına mani olurlar.
Itret, kesilmiş ağaç köküne denir. İmamlar da zulme uğramış, kesilmiş ve doğranmışlardır.
Itret, iri taneli misktir, ceylanın nâfisedir. İmamlar da, Benî Haşim ve Ebu Talip evlatları arasında ceylanın nâfesi gibi hoş kokuludurlar.
Itret, berrak, ferah ve tatlı sudur. Ehl-i Beyt’in ilmi de mantık ehli ve seçkin insanlar için her şeyden daha ferahtır.
Itret, rüzgâr anlamına gelir. Onlar da rüzgar gibi Allah’ın ordusu ve hizbidirler.
Itret, mercanköşk otu gibi dağınık bitki demektir. Ehl-i Beyt’in mezarları da farklı farklı yerlerdedir ve bereketleri dünyanın doğusunu da batısını da kaplamıştır.
Itret, bir kimsenin dostları, aşireti ve kabilesine denir. Ehl-i Beyt te Allah Resulü’nün yakınları, aşireti ve sayılı (erkek) akrabalarıdır.”
1- Sefinetu’l Bihar c. 2 s. 156., 157.
2- İsbatu’l Hüda c.1 s. 7353
3- Mecmau’l Bahreyn, Tureyhî, “ıtr” terimi.
4- Kerbela ansiklopedisi, Cevad Muhaddisî, s. 221

TEVELLA VE TEBERRA
TEVELLA VE TEBERRA
Tevellanın kelime anlamı : Sevmek, dostluk kurmak, dost olmak, bağlılık, itaat etmektir.
İnsan ebedi bir varlık olduğu için sevgisiz yaşamasının mümkün olmaması nedeniyle kalben bağlanacağı bir varlığın olması gerekir. Şüphesiz maddi olan şeyler sürekli olmaz.
Mümin bir insan içinde taşıdığı sevgi ve düşmanlığa ruh karar verir.Sevginin batıni tatlılığını ona tattırır. Böylece muhabbet, içinde hayat bulur.
Kuranı Kerim, hak ve batıl sevgilerin etkilerini beyan etmektedir. Daimi sevgili seçen kimseler, muhabbetlerinden nasiplenirler, fani sevgiliye gönül bağlayanlar bu muhabbetlerinden asla istifade edemezler. Dostluk ve sevgi o kadar önemli bir şeydir ki, bazen insan bütün ömür sermayesini batıl kılmakta ve boş bir dost uğruna heba etmektedir.
İnsan Allah’tan korkar ve Allah’a bağlanacak olursa cennet kendisine farz olur.
Tevbe Suresi’nde Allah, yolunda yürümek isteyenin yolunda engel olmaması gerektiğini, batıl muhabbetlerden hiç birisini kalbinde barındırmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kendisini engelleyen bir şeyi sevmemeli, bu yolda gitmesini engelleyecek birisine karşı kalbinde herhangi bir alaka ve sevgi olmamalıdır.
Tevbe Suresİ insanı engelleyebilecek dünya sevgilerinden , sekiz noktayı beyan etmektedir.Eğer bunlardan biri engel olursa insan Allah’ın rızasına ulaşamaz.
“De ki;
– babalarınız,
– oğullarınız ,
– kardeşleriniz ,
– karılarınız,
– aşiretiniz,
– elde ettiğiniz mallar,
– kesada uğramasından korktuğunuz alışveriş,
– hoşunuza giden evler
size, Allah’tan,Peygamberin den ve O’nun yolunda cihattan daha sevimliyse bekleyin , Allah’ın emri gelinceye dek.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbinde Allah’a karşı bir rağbet ve Allah korkusu olan bir kimseye cennet farz olur.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbinizin denizine gömülünüz.Bu kalbin temiz olup olmadığına bir bakınız.Eğer bu kalbinizde Allah’a ilgi ve alakadan başka bir şeyin olmadığını görürseniz, Allah’tan artık ne isterseniz, şüphesiz Allah size onu verir.”
Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin hadislerinde Müslümanların,Allah’a, Rasul’üne ve emir sahiplerine itaat etmeleri gerektiği, onların velayetinin kabul edilmesinin önemi vurgulanmıştır.
Bu anlamda tevella sahibi olanlar Allah’tan sonra Peygamberini sevmeli ve itaat etmelidir. Allah’ı seviyorsak peygamberine uymalıyız.. Allah Kur’an da Rasul e itaati, risaleti kabullenmeyi Allah’ın sevgisinin nişanesi olarak belirtiyor. Ahzap Suresi 36. ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman, inanan bir erkek ve kadının kendi işlerinde kişisel tercihlerine göre hareket etmeleri düşünülemez. Zira kim Allah ve Rasulüne isyan ederse, işte o apaçık bir sapıklığa gömülmüş olur.”
Ayrıca tevella, Allah ve Peygamberden sonra Ehli Beyti sevmeyi gerektirir. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Beni kendisinden çok sevmeyen kimse Allah’a iman getirmemiştir. Benim Ehl-i Beyt’imi kendi ehlinden çok sevmeyen kimse de öyledir.”
Peygamberimizin de (s.a.a) 23 yıllık yaptığı davetine karşılık bizden istediği Ehli Beytine sevgi ve bağlılığımızdır. “Ey Muhammed ! İnsanlara de ki :Size getirmiş olduğum bu davetime karşılık bir ücret istemiyorum.Yalnızca yakınlarıma ( Ehl-i Beyt’ime) sevgi ve bağlılığınızı istiyorum .” (ŞURA SURESİ 23. AYET)
Müslümanlar olarak önceliğimiz Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt olmalı, onları sevmeli, itaat etmeli… Bu yolda mücadele etmeliyiz. Onları sevmeyenleri sevmemeli, onlara itaat etmemeliyiz. Burada karşımıza çıkan kavram teberradır.
TEBERRA: Uzak durmak, sevmemek, itaat etmemektir. Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt’inden bizi alıkoyan her şeyden uzak durmaktır. Zalime, sömürücüye, haksıza , riyakara karşı olmaktır.
Allah’a, Peygambere, Ehl-i Beyt’e düşman olanlardan uzak durmaktır. Allah’a ve Ahiret Gününe inanan bir topluluğun Allah’ın ve Rasulünün sınırlarına aykırı hareket edip onlara karşı gelen birini sevmesi mümkün değildir.
“Gerçekten Allah’ı , Peygamberini incitenlere Allah dünyada da lanet etmiştir. Ahirette de onlara horlayıcı, aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzap Suresi 57. Ayet)
Bir kalpte aynı anda hem nefret hem sevgi bir arada olmaz. Nefret ve sevgi birbirine zıt olgulardır. İslam ümmetinin içine düştüğü en ciddi problemlerden biri de budur. Hz. Peygamberi (s.a.a) seven, Ebu Cehili sevebilir mi ?
Hz. Musa yı seven, Firavunu sevebilir mi ?
Hz Ali yi seven, Muaviye yi sevebilir mi ?
Hz Hüseyin i seven , Yezid i sevebilir mi ?
Eğer bir kalpte hem hak, hem batıl varsa, o kalpte problem var demektir. Hakkın muhabbetinin olduğu bir kalpte batıla yer yoktur.
Tevella ve Teberra kavramları, bir duruşu, bir tavrı sembolize eder. Peygamber ve Ehl-i Beyt’in şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı durmayı temsil ediyor.
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur : “İmanın en sağlam esası; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah’ın vasilerine tevella, Allah’ın düşmanlarına da teberradır “
DERLEME
NESLİHAN POLAT
Tevellanın kelime anlamı : Sevmek, dostluk kurmak, dost olmak, bağlılık, itaat etmektir.
İnsan ebedi bir varlık olduğu için sevgisiz yaşamasının mümkün olmaması nedeniyle kalben bağlanacağı bir varlığın olması gerekir. Şüphesiz maddi olan şeyler sürekli olmaz.
Mümin bir insan içinde taşıdığı sevgi ve düşmanlığa ruh karar verir.Sevginin batıni tatlılığını ona tattırır. Böylece muhabbet, içinde hayat bulur.
Kuranı Kerim, hak ve batıl sevgilerin etkilerini beyan etmektedir. Daimi sevgili seçen kimseler, muhabbetlerinden nasiplenirler, fani sevgiliye gönül bağlayanlar bu muhabbetlerinden asla istifade edemezler. Dostluk ve sevgi o kadar önemli bir şeydir ki, bazen insan bütün ömür sermayesini batıl kılmakta ve boş bir dost uğruna heba etmektedir.
İnsan Allah’tan korkar ve Allah’a bağlanacak olursa cennet kendisine farz olur.
Tevbe Suresi’nde Allah, yolunda yürümek isteyenin yolunda engel olmaması gerektiğini, batıl muhabbetlerden hiç birisini kalbinde barındırmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Kendisini engelleyen bir şeyi sevmemeli, bu yolda gitmesini engelleyecek birisine karşı kalbinde herhangi bir alaka ve sevgi olmamalıdır.
Tevbe Suresİ insanı engelleyebilecek dünya sevgilerinden , sekiz noktayı beyan etmektedir.Eğer bunlardan biri engel olursa insan Allah’ın rızasına ulaşamaz.
“De ki;
– babalarınız,
– oğullarınız ,
– kardeşleriniz ,
– karılarınız,
– aşiretiniz,
– elde ettiğiniz mallar,
– kesada uğramasından korktuğunuz alışveriş,
– hoşunuza giden evler
size, Allah’tan,Peygamberin den ve O’nun yolunda cihattan daha sevimliyse bekleyin , Allah’ın emri gelinceye dek.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbinde Allah’a karşı bir rağbet ve Allah korkusu olan bir kimseye cennet farz olur.”
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: ‘Kalbinizin denizine gömülünüz.Bu kalbin temiz olup olmadığına bir bakınız.Eğer bu kalbinizde Allah’a ilgi ve alakadan başka bir şeyin olmadığını görürseniz, Allah’tan artık ne isterseniz, şüphesiz Allah size onu verir.”
Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin hadislerinde Müslümanların,Allah’a, Rasul’üne ve emir sahiplerine itaat etmeleri gerektiği, onların velayetinin kabul edilmesinin önemi vurgulanmıştır.
Bu anlamda tevella sahibi olanlar Allah’tan sonra Peygamberini sevmeli ve itaat etmelidir. Allah’ı seviyorsak peygamberine uymalıyız.. Allah Kur’an da Rasul e itaati, risaleti kabullenmeyi Allah’ın sevgisinin nişanesi olarak belirtiyor. Ahzap Suresi 36. ayette Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman, inanan bir erkek ve kadının kendi işlerinde kişisel tercihlerine göre hareket etmeleri düşünülemez. Zira kim Allah ve Rasulüne isyan ederse, işte o apaçık bir sapıklığa gömülmüş olur.”
Ayrıca tevella, Allah ve Peygamberden sonra Ehli Beyti sevmeyi gerektirir. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Beni kendisinden çok sevmeyen kimse Allah’a iman getirmemiştir. Benim Ehl-i Beyt’imi kendi ehlinden çok sevmeyen kimse de öyledir.”
Peygamberimizin de (s.a.a) 23 yıllık yaptığı davetine karşılık bizden istediği Ehli Beytine sevgi ve bağlılığımızdır. “Ey Muhammed ! İnsanlara de ki :Size getirmiş olduğum bu davetime karşılık bir ücret istemiyorum.Yalnızca yakınlarıma ( Ehl-i Beyt’ime) sevgi ve bağlılığınızı istiyorum .” (ŞURA SURESİ 23. AYET)
Müslümanlar olarak önceliğimiz Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt olmalı, onları sevmeli, itaat etmeli… Bu yolda mücadele etmeliyiz. Onları sevmeyenleri sevmemeli, onlara itaat etmemeliyiz. Burada karşımıza çıkan kavram teberradır.
TEBERRA: Uzak durmak, sevmemek, itaat etmemektir. Allah, Peygamber, Ehl-i Beyt’inden bizi alıkoyan her şeyden uzak durmaktır. Zalime, sömürücüye, haksıza , riyakara karşı olmaktır.
Allah’a, Peygambere, Ehl-i Beyt’e düşman olanlardan uzak durmaktır. Allah’a ve Ahiret Gününe inanan bir topluluğun Allah’ın ve Rasulünün sınırlarına aykırı hareket edip onlara karşı gelen birini sevmesi mümkün değildir.
“Gerçekten Allah’ı , Peygamberini incitenlere Allah dünyada da lanet etmiştir. Ahirette de onlara horlayıcı, aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzap Suresi 57. Ayet)
Bir kalpte aynı anda hem nefret hem sevgi bir arada olmaz. Nefret ve sevgi birbirine zıt olgulardır. İslam ümmetinin içine düştüğü en ciddi problemlerden biri de budur. Hz. Peygamberi (s.a.a) seven, Ebu Cehili sevebilir mi ?
Hz. Musa yı seven, Firavunu sevebilir mi ?
Hz Ali yi seven, Muaviye yi sevebilir mi ?
Hz Hüseyin i seven , Yezid i sevebilir mi ?
Eğer bir kalpte hem hak, hem batıl varsa, o kalpte problem var demektir. Hakkın muhabbetinin olduğu bir kalpte batıla yer yoktur.
Tevella ve Teberra kavramları, bir duruşu, bir tavrı sembolize eder. Peygamber ve Ehl-i Beyt’in şahsında bir bütün halinde doğrulardan taraf olmayı, haksıza karşı durmayı temsil ediyor.
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur : “İmanın en sağlam esası; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allah’ın vasilerine tevella, Allah’ın düşmanlarına da teberradır “
DERLEME
NESLİHAN POLAT

İSLAM KÜLTÜRÜNE GÖRE AĞLAMAK
İSLAM KÜLTÜRÜNE GÖRE AĞLAMAK
İnsan niçin ağlamaktadır? Genellikle yanağın üzerine gözyaşlarının dökülmesiyle gerçekleşen bu durum, neden kaynaklanmaktadır?
Psikologlar, bu konu hakkında şimdiye kadar net bir görüş açıklayamamışlardır. Yalnızca şöyle söylemektedirler: Duygularımızı sözcüklerle anlatamadığımız ya da anlatmak istemediğimiz zaman iç dünyamızda bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu durum, gözyaşlarımızın kendi kendine akmasına neden olmaktadır.[1]
Ancak deneylerden de elde edilen şey şudur: Ağlama ya da gülme yardımıyla etki altında kalınan hususu açıklamak, insan yapısının doğal belirtilerindendir. Nitekim bir kimse ağlamaz ya da gülmez ise, onun ruhsal durumunu, dengesiz ya da hasta olarak adlandırmak mümkündür. Bu bağlamda, hem ağlayan ve hem de gülen insanlar (üzüntülerini ve sıkıntılarını bu şekilde üzerlerinden atarak), yaşam içinde veya iş sahnesinde, beden ve ruh sağlığı açısından daha hareketli ve daha neşeli olmaktadırlar.
Bilimsel yönü olan ağlamanın ve gözyaşı dökmenin etkilerini, kesinlikle kendi yerinde incelemek gerekmektedir. Biz bu makalede; ağlama eyleminin verdiği mesajları, manevisel ödülleri, din önderlerinin bu konudaki davranışlarını, matem tutarak ağlamaya teşvik etmelerini, matemin adabı ve matemin felsefesi konularını incelemeye çalışacağız.
Ağlamanın Çeşitleri
Gözyaşlarının açıkladığı ağlama çeşitlerinin mesajlarını, dini ve edebi kaynaklardan yararlanarak aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür.
1- Çaresizlikten Dolayı Ağlamak
Bazı kişilerin ağlamaları çaresizlikten dolayıdır. Böyle kişiler; bilgisizlikten, saflıktan, kararsızlıktan ötürü ağlamaktadırlar. Bazen de bir kişinin zulüm etmesi ya da kötü bir olaydan dolayı zillet çukuruna düşmektedirler. Bu bağlamda kendilerini tehlikenin içinde görünce, varlıklarını ve çıkarlarını koruyabilmek için çareyi ağlamada aramaktadırlar.
2- Yalandan Dolayı Ağlamak
Hz. Yakup’un (sa) oğulları oyun ve eğlence bahanesiyle Hz. Yusuf’u (sa) çöle götürdükleri zaman, haset etmelerinden dolayı onu kuyuya atmışlardı. Babalarının yanına döndükleri zaman ise, onu kandırmak için yalandan ağlayarak kanlı gömleğini göstermişlerdi.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
وَ جاؤُ أَباهُمْ عِشاءً يَبْكُونَ.[2]
Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.
Ancak onların ağlamaları, yalandan ağlama türünden idi.
3- Pişmanlıktan Dolayı Ağlamak
İmam Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Kim, işlediği günahtan dolayı ağlarsa bağışlanır.[3]
İmam Sadık (sa.) Masum babalarından (sa), Meryem’in oğlu İsa’nın (as) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Günahlarından dolayı ağlayan kişinin hali ne kadar güzeldir.[4]
4- Sevinçten Dolayı Ağlamak
Sevinç gözyaşları, insan ruhunun ve duygularının güzelliğini yansıtan göstergelerden biridir. Örnek olarak; yıllarca aradıktan sonra yavrusuna kavuşan anne ve uzunca bir ayrılıktan sonra sevgilisine kavuşan âşık… gibi.
İmam Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Kim cennet arzusuyla ağlarsa, Allah onu oraya yerleştirir. Kıyamet gününün büyük korkusuna karşı, güven içinde olacağını yazar.[5]
İmam Ali (sa), kendilerinin haklılığı konusunda ağlayan müminleri övmektedir.[6]
Kur-anı kerim, işte bu tür müminlerin öyküsünü şöyle açıklamaktadır:
وَ إِذا سَمِعُوا ما أُنْزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرى أَعْيُنَهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنا آمَنَّا فَاكْتُبْنا مَعَ الشَّاهِدينَ.[7]
Rasul’e indirilen şeyi dinledikleri zaman, hak ile ilgili tanıdıkları şeylerden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki; “Rabbimiz! İman ettik, bizi şahitlerle birlikte yaz.”
Cafer Bin Ebi Talip Habeşistan’dan Medine’ye geri döndüğü zaman Peygamber Efendimiz (saa) onu karşılamaya gitmişti.
Onu görünce sevinçten ağladı.[8]
5- Acıma Duygusundan Dolayı Ağlamak
İnsanın göğüs kafesinde bulundurduğu şey taş değil, kalptir. Duygulu olaylar, yetim bir çocuğun gözyaşları, çok ağır bir hasta, fakir zavallı yaşlı bir adam ya da bunlara benzer olaylar karşısında yer alan bir kalp ise etkilenerek ağlar.
Peygamber Efendimiz (saa) hicretin sekizinci yılında oğlu İbrahim’i kayıp etti. Onu, Baki mezarlığında toprağa verdi. Peygamberimiz (saa) kaybettiği yavrusu için, gözyaşları mübarek sakalını ıslatacak kadar şiddetli bir şekilde ağlamıştır. Sahabe Peygamberimize (saa) şöyle dedi:
Ey Allah Rasulü! Sen, başkalarına ağlamayı yasaklıyordun. Şimdi de kendin mi ağlıyorsun?
Peygamberimiz (saa) şöyle buyurdu:
Bu, öfke ve hoşnutsuzluk ağlaması değildir. Bu, rahmet ve acıma ağlamasıdır. Kim acımaz ve rahmet etmez ise, ona da acınmaz ve rahmet edilmez.[9]
Başka bir rivayette de şöyle nakledilmiştir:
Peygamberimiz (saa), kucağında son anlarını yaşayan çocuğa (İbrahim) şöyle buyurdu:
Oğlum! Senin için çok üzülüyoruz. Gözler ağlıyor. Kalp yanıyor. Ancak biz, Allah’ın razı olmadığı bir şeyi söylemeyiz.[10]
6- Üzüntüden Dolayı Ağlamak
Üzüntü ve kederden dolayı ağlamak da, insan doğasında bulunan ağlama türlerinden biridir. Kur-anı kerim, Peygamber Efendimizin (saa) mali yetersizlikten dolayı savaş cephesine göndermediği mücahit müminlerin öyküsünü şöyle açıklamaktadır:
وَلا عَلَى الَّذينَ إِذا ما أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لا أَجِدُ ما أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَ أَعْيُنُهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَناً أَلاَّ يَجِدُوا ما يُنْفِقُونَ.[11]
Kendilerini bindirmen için sana geldikleri ve “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak geri dönen kimselerin aleyhine de (yol yoktur).
7- Ayrılıktan Dolayı Ağlamak
Gözyaşı dökmenin bir başka türü de; dosttan ayrı olunduğu, sevgi duyulan şeyden uzak bulunulduğu veya âşık olunan kimseyi görmekten yoksun kalındığı için gerçekleşen ayrılık ağlamasıdır.
Bu tür ağlama çeşidi için, İmam Hüseyin (sa) ve Kerbela şehitlerine yapılan matemlerde ve okunan mersiyelerde birçok ölçütler bulunmaktadır. Çünkü imam Hüseyin’e (sa) hitap ederek şöyle söylemekteyiz:
Keşke seninle birlikte olsaydım. (Sana yardım etseydim, savaşsaydım, şehit olsaydım.) Sonra büyük mutluluğa ben de ulaşsaydım.[12]
Ağlama ve Matem Tutmanın Tarihçesi
Sevilen kimseyi kayıp etmek ya da ondan ayrılmaktan dolayı ağlamak ve matem tutmak, insanlık tarihinin başlangıcına dayanmaktadır. Ancak İmam Sadık’ın (sa) açıklamasına göre en çok ağlayan beş kişi şunlardır:
Hz. Âdem (as), Hz. Yakup (as), Hz. Yusuf (as), Hz. Fatıma (sa), Hz. Zeynel Abidin (as).[13]
1- Hz. İbrahim (as), eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i kupkuru susuz bir yer olan Mekke’de bıraktığı ve onlardan ayrılacağı zaman çok ağlamıştı.[14]
2- İmam Sadık’ın (sa) açıklamasına göre; Hz. Yakup (as) oğlu Yusuf’tan ayrı kaldığı için gözleri kör oluncaya kadar ağlamıştı. Nitekim Kur-anı kerim de bu konuya şöyle değinmiştir.
وَ تَوَلَّى عَنْهُمْ وَ قالَ يا أَسَفى عَلى يُوسُفَ وَ ابْيَضَّتْ عَيْناهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظيمٌ قالُوا تَاللَّهِ تَفْتَؤُا تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضاً أَوْ تَكُونَ مِنَ الْهالِكينَ.[15]
Yüzünü onlardan çevirdi “Ey Yusuf üzerindeki tasam” dedi ve üzüntüden gözleri ağardı. O çok yutkunurdu. Dediler ki: “Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hastalanacaksın yahut helak olanlardan olacaksın.”
3- Hz. Yakup’un (as) oğlu Yusuf (as), Mısır kralının eşinin komplosundan dolayı iki yol ağzında kalmıştı. Ya çok çirkin bir iş yapacaktı ya da genç yaşta zindana atılacaktı. Yusuf (as) zindana atılmayı tercih etti.[16] Yusuf (as) zindanda babasından ayrı olduğu için çok ağlıyordu. İmam Sadık (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Onun ağlamalarından dolayı öteki mahkûmlar rahatsız oldular. Ona, kendilerinin iki vakitten birinde dinlenebilmeleri için yalnızca gece yahut gündüz ağlamasını önerdiler. Yusuf da bu öneriyi kabul ederek uyguladı.[17]
4-Yahya (as), Allah korkusundan ve ilahi dergâha yakın olma arzusundan dolayı çok ağlayan bir peygamber idi.
5- Dördüncü İmamımız Zeynel Abidin (sa) de çok ağlayan kişilerden idi. O, İmam Hüseyin’in (sa), çocuklarının ve vefalı dostlarının başlarına gelen korkunç Kerbela faciasından sonra, uzun süreli ve dokunaklı bir şekilde ağlamaya başlamıştı.
İmam Sadık (sa) şöyle buyurmaktadır:
Ali Bin Hüseyin (İmam Zeynel Abidin) (sa) yirmi yıl ağlamıştır. Kendisi için hazırlanan her yemek başında (yemeği görür görmez) kesinlikle ağlardı.
Nihayet bir gün İmam Zeynel Abidin’in (sa) kölesi ona şöyle dedi:
Ey Allah Rasulü’nün oğlu! Canım size feda olsun. Böyle devam ederseniz hastalanıp öleceğinizden korkuyorum.
İmam Zeynel Abidin (sa) şöyle buyurdu:
Ben, bu ağır üzüntümü ve kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Benim bildiğim şeyi siz bilmiyorsunuz. Ben, Fatıma’nın (sa) çocuklarının öldürüldüğü yeri hatırlayınca üzüntüden ölecekmiş gibi oluyorum. Sonra gözlerimden yaşlar boşalmaya başlıyor… (Çok ağlayan) Yakup yalnızca bir çocuk kayıp etmişti. Ancak ben, babamın ve ailemin başlarının yanımda kesildiklerini gördüm.[18]
Ağlamaya Teşvik
Ayrılan kişi ya da ölen kimse için ağlamak; bir tür bireysel ve toplumsal geleneği yerine getirmek olarak hesaplanmaktadır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz (saa) şöyle buyurmaktadır:
Kendisine ağlayanı olmayan ölü, saygı duyulmaktan da uzaktır.[19]
İbni Hişam şöyle nakletmektedir:
Abdulmuttalip ölüm döşeğine düşünce ve öleceğini anlayınca altı kız çocuğunu yanına çağırdı. Onlara şöyle dedi: Benim için ağlayın. Ölmeden önce sizin sesinizi duymak istiyorum. Kızları, ağlamaya başlayarak her biri onun için şiirler söylediler.[20]
1- Hz. Hamza İçin Ağlamak
Evet, Peygamber Efendimiz (saa) Uhut savaşında amcası Hamza’nın bedenini kanlar içinde cansız görünce insanî acıma duygularından dolayı ağlamaya başlamıştır.[21] Peygamberimiz (saa) Medine’ye girince “Beni Eşhel” ve Beni Zafer” kabilelerinin evlerinden ağlama seslerinin yükseldiğini görür. Peygamberimiz (saa) de Hamza’nın ağlayanı olmamasından dolayı rahatsız olarak ağlamaya başlar ve sonra şöyle buyurur:
Bu gün yalnızca Hamza’nın ağlayanı yoktur.[22]
2- Cafer Bin Tayyar İçin Ağlamak
Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz (saa), Caferi Tayyar olarak meşhur olan Cafer Bin Ebi Talip’in hicretin sekizinci yılında Cemadiyel Evvel ayında, Rumlarla yapılan Mute savaşında şehit olduğunu duyunca onun evine gitmiştir.[23] Caferi Tayyar’ın acılı eşi Esma Binti Umeys’e başsağlığı dilemiştir. Oradan çıktıktan sonra Fatma’nın (sa) evine gitmiştir. Onun (sa) da ağladığını görünce şöyle buyurmuştur:
Ağlayanlar, Cafer gibi bir kimse için ağlamalıdırlar.[24]
Ağlanılmaya Layık Olmak
Musa’nın (as) kavminden isyan etmeyi tercih eden bir grup, ilahi hidayet ışığı altında imana ve barışa adım atmamışlardır. Evet, geçici bir süre için maddesel yaşam içinde refaha ulaşmışlardır. Ancak sapıklıklarından ve isyanlarından dolayı; bağlarını, bahçelerini, ekinlerini, güzel evlerini ve saraylarını geride bırakmışlardır. Musa’nın (as) bedduası nedeniyle denizde boğulmuşlardır. Kur-anı kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
فَما بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّماءُ وَ الْأَرْضُ وَ ما كانُوا مُنْظَرينَ.[25]
Onlara gök ve yer ağlamadı. Bekletilenler de olmadılar.
Sonuç olarak bu grup, manevi makamlarını ve değerlerini yitirmişlerdi. Bundan dolayı onların ölümünden sonra gök ve yer ağlamamıştır. Bir tefsirin görüşüne göre ise; gök halkı ve yer halkı onlar için ağlamamıştır. Çünkü kişiler, layık olanlar için ağlarlar. Dolayısıyla onlar için hiçbir kimsenin ağlamaması, bir tür liyakatsizlik ve hakarettir. Zaten onlar da bu nedenle eleştirilmişlerdir.
Bu bağlamda, başkalarının ağlamasına layık olmak için yapılması gerekenlere kısaca değinmemizin nedeni şudur; İnsan kendisini, insanlara hizmet etmeye ve hayır yapmaya adayacak bir şekilde yetiştirmelidir. Bu anlamda, onun yokluğu ister istemez başkaları için endişe verici ve ağlama nedeni olacaktır.
İmam Bakır (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Müminlerin Emiri Ali (sa) ölmeden kısa bir süre önce Hasan’ı, Hüseyin’i, Muhammet Hanefiye’yi ve öteki küçük çocuklarını yanına topladı. Onlara vasiyet etti. Sonra şöyle buyurdu: Çocuklarım! İnsanlara, onlardan ayrıldığınız zaman sizi görmek isteyecekleri ve öldüğünüz zaman sizin için ağlayacakları bir şekilde davranın.[26]
Kalp İnceliği ve Gözyaşı
Yukarıda da değindiğimiz gibi; yürek parçalayan olaylar karşısında değişmeyen ve gözyaşı dökmeyen bir kimse hakikatlerden ve güzelliklerden de lezzet alamaz. Hak arzusuyla gözyaşı dökmedikçe yüce bir ruha sahip olamaz.
Hz. Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Gözlerin ağlaması ve kalplerin korkması, yüce Allah’ın rahmetinden dolayıdır.[27]
Aynı şekilde gözyaşı dökmemek ve Allah korkusundan dolayı ağlamamak da, katı kalplilik ve mutsuzluk olarak tanıtılmıştır.
Peygamber Efendimiz (saa) şöyle buyurmaktadır:
Katı kalplilik ve gözyaşı dökmemek, mutsuzluğun alametlerindendir.[28]
[1] Arked Leokram, Be Men Begu Çera? 3/69
[2]Yusuf: 16
[3] İrşad-ul Kulub: 129
[4] Bihar-ul Envar: 14/320
[5] İrşad-ul Kulub: 128–129
[6] İrşad-ul Kulub: 128–129
[7] Maide: 83
[8] Bihar-ul Envar: 21/24
[9] Bihar-ul Envar: 22/151, Uyun-i Ahbar: 2/11
[10] Sahih-i Buhar-i: 1/148, Bihar-ul Envar: 82/90
[11] Tevbe: 92
[12] Masat-ul Hüseyin: 121, Vesail-uş Şia: 10/393
[13] İrşad-ul Kulub: 126, Bihar-ul Envar: 12/264 ve 311
[14] Bihar-ul Envar: 12/114
[15] Yusuf: 84-85
[16] Bihar-ul Envar: 46/109
[17] Mekarim-ul Ahlak: 317, Bihar-ul Envar: 90/336
[18] Mekarim-ul Ahlak: 316, Bihar-ul Envar: 12/264, Bihar-ul Envar: 46/110
[19] Masat-ul Hüseyin: 118
[20] Siret-un Nebeviye: 1/178–179
[21] İstiab: 1/275
[22] İstiab: 1/275
[23] Tarih-i Peygamber-i İslam: 532
[24] Bihar-ul Envar: 22/276, Usd-ul Ğabe: 2/289, İstiab: 1/221
[25] Duhan: 29
[26] Bihar-ul Envar: 42/247, Bihar-ul Envar: 71/167, Nehc-ul Belağa: Hikmet 9 (Feyz)
[27] Bihar-ul Envar: 90/330-336
[28] Bihar-ul Envar: 90/330-336
MAHMUT ACAR
İnsan niçin ağlamaktadır? Genellikle yanağın üzerine gözyaşlarının dökülmesiyle gerçekleşen bu durum, neden kaynaklanmaktadır?
Psikologlar, bu konu hakkında şimdiye kadar net bir görüş açıklayamamışlardır. Yalnızca şöyle söylemektedirler: Duygularımızı sözcüklerle anlatamadığımız ya da anlatmak istemediğimiz zaman iç dünyamızda bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu durum, gözyaşlarımızın kendi kendine akmasına neden olmaktadır.[1]
Ancak deneylerden de elde edilen şey şudur: Ağlama ya da gülme yardımıyla etki altında kalınan hususu açıklamak, insan yapısının doğal belirtilerindendir. Nitekim bir kimse ağlamaz ya da gülmez ise, onun ruhsal durumunu, dengesiz ya da hasta olarak adlandırmak mümkündür. Bu bağlamda, hem ağlayan ve hem de gülen insanlar (üzüntülerini ve sıkıntılarını bu şekilde üzerlerinden atarak), yaşam içinde veya iş sahnesinde, beden ve ruh sağlığı açısından daha hareketli ve daha neşeli olmaktadırlar.
Bilimsel yönü olan ağlamanın ve gözyaşı dökmenin etkilerini, kesinlikle kendi yerinde incelemek gerekmektedir. Biz bu makalede; ağlama eyleminin verdiği mesajları, manevisel ödülleri, din önderlerinin bu konudaki davranışlarını, matem tutarak ağlamaya teşvik etmelerini, matemin adabı ve matemin felsefesi konularını incelemeye çalışacağız.
Ağlamanın Çeşitleri
Gözyaşlarının açıkladığı ağlama çeşitlerinin mesajlarını, dini ve edebi kaynaklardan yararlanarak aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür.
1- Çaresizlikten Dolayı Ağlamak
Bazı kişilerin ağlamaları çaresizlikten dolayıdır. Böyle kişiler; bilgisizlikten, saflıktan, kararsızlıktan ötürü ağlamaktadırlar. Bazen de bir kişinin zulüm etmesi ya da kötü bir olaydan dolayı zillet çukuruna düşmektedirler. Bu bağlamda kendilerini tehlikenin içinde görünce, varlıklarını ve çıkarlarını koruyabilmek için çareyi ağlamada aramaktadırlar.
2- Yalandan Dolayı Ağlamak
Hz. Yakup’un (sa) oğulları oyun ve eğlence bahanesiyle Hz. Yusuf’u (sa) çöle götürdükleri zaman, haset etmelerinden dolayı onu kuyuya atmışlardı. Babalarının yanına döndükleri zaman ise, onu kandırmak için yalandan ağlayarak kanlı gömleğini göstermişlerdi.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
وَ جاؤُ أَباهُمْ عِشاءً يَبْكُونَ.[2]
Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.
Ancak onların ağlamaları, yalandan ağlama türünden idi.
3- Pişmanlıktan Dolayı Ağlamak
İmam Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Kim, işlediği günahtan dolayı ağlarsa bağışlanır.[3]
İmam Sadık (sa.) Masum babalarından (sa), Meryem’in oğlu İsa’nın (as) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Günahlarından dolayı ağlayan kişinin hali ne kadar güzeldir.[4]
4- Sevinçten Dolayı Ağlamak
Sevinç gözyaşları, insan ruhunun ve duygularının güzelliğini yansıtan göstergelerden biridir. Örnek olarak; yıllarca aradıktan sonra yavrusuna kavuşan anne ve uzunca bir ayrılıktan sonra sevgilisine kavuşan âşık… gibi.
İmam Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Kim cennet arzusuyla ağlarsa, Allah onu oraya yerleştirir. Kıyamet gününün büyük korkusuna karşı, güven içinde olacağını yazar.[5]
İmam Ali (sa), kendilerinin haklılığı konusunda ağlayan müminleri övmektedir.[6]
Kur-anı kerim, işte bu tür müminlerin öyküsünü şöyle açıklamaktadır:
وَ إِذا سَمِعُوا ما أُنْزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرى أَعْيُنَهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنا آمَنَّا فَاكْتُبْنا مَعَ الشَّاهِدينَ.[7]
Rasul’e indirilen şeyi dinledikleri zaman, hak ile ilgili tanıdıkları şeylerden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki; “Rabbimiz! İman ettik, bizi şahitlerle birlikte yaz.”
Cafer Bin Ebi Talip Habeşistan’dan Medine’ye geri döndüğü zaman Peygamber Efendimiz (saa) onu karşılamaya gitmişti.
Onu görünce sevinçten ağladı.[8]
5- Acıma Duygusundan Dolayı Ağlamak
İnsanın göğüs kafesinde bulundurduğu şey taş değil, kalptir. Duygulu olaylar, yetim bir çocuğun gözyaşları, çok ağır bir hasta, fakir zavallı yaşlı bir adam ya da bunlara benzer olaylar karşısında yer alan bir kalp ise etkilenerek ağlar.
Peygamber Efendimiz (saa) hicretin sekizinci yılında oğlu İbrahim’i kayıp etti. Onu, Baki mezarlığında toprağa verdi. Peygamberimiz (saa) kaybettiği yavrusu için, gözyaşları mübarek sakalını ıslatacak kadar şiddetli bir şekilde ağlamıştır. Sahabe Peygamberimize (saa) şöyle dedi:
Ey Allah Rasulü! Sen, başkalarına ağlamayı yasaklıyordun. Şimdi de kendin mi ağlıyorsun?
Peygamberimiz (saa) şöyle buyurdu:
Bu, öfke ve hoşnutsuzluk ağlaması değildir. Bu, rahmet ve acıma ağlamasıdır. Kim acımaz ve rahmet etmez ise, ona da acınmaz ve rahmet edilmez.[9]
Başka bir rivayette de şöyle nakledilmiştir:
Peygamberimiz (saa), kucağında son anlarını yaşayan çocuğa (İbrahim) şöyle buyurdu:
Oğlum! Senin için çok üzülüyoruz. Gözler ağlıyor. Kalp yanıyor. Ancak biz, Allah’ın razı olmadığı bir şeyi söylemeyiz.[10]
6- Üzüntüden Dolayı Ağlamak
Üzüntü ve kederden dolayı ağlamak da, insan doğasında bulunan ağlama türlerinden biridir. Kur-anı kerim, Peygamber Efendimizin (saa) mali yetersizlikten dolayı savaş cephesine göndermediği mücahit müminlerin öyküsünü şöyle açıklamaktadır:
وَلا عَلَى الَّذينَ إِذا ما أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لا أَجِدُ ما أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَ أَعْيُنُهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَناً أَلاَّ يَجِدُوا ما يُنْفِقُونَ.[11]
Kendilerini bindirmen için sana geldikleri ve “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak geri dönen kimselerin aleyhine de (yol yoktur).
7- Ayrılıktan Dolayı Ağlamak
Gözyaşı dökmenin bir başka türü de; dosttan ayrı olunduğu, sevgi duyulan şeyden uzak bulunulduğu veya âşık olunan kimseyi görmekten yoksun kalındığı için gerçekleşen ayrılık ağlamasıdır.
Bu tür ağlama çeşidi için, İmam Hüseyin (sa) ve Kerbela şehitlerine yapılan matemlerde ve okunan mersiyelerde birçok ölçütler bulunmaktadır. Çünkü imam Hüseyin’e (sa) hitap ederek şöyle söylemekteyiz:
Keşke seninle birlikte olsaydım. (Sana yardım etseydim, savaşsaydım, şehit olsaydım.) Sonra büyük mutluluğa ben de ulaşsaydım.[12]
Ağlama ve Matem Tutmanın Tarihçesi
Sevilen kimseyi kayıp etmek ya da ondan ayrılmaktan dolayı ağlamak ve matem tutmak, insanlık tarihinin başlangıcına dayanmaktadır. Ancak İmam Sadık’ın (sa) açıklamasına göre en çok ağlayan beş kişi şunlardır:
Hz. Âdem (as), Hz. Yakup (as), Hz. Yusuf (as), Hz. Fatıma (sa), Hz. Zeynel Abidin (as).[13]
1- Hz. İbrahim (as), eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i kupkuru susuz bir yer olan Mekke’de bıraktığı ve onlardan ayrılacağı zaman çok ağlamıştı.[14]
2- İmam Sadık’ın (sa) açıklamasına göre; Hz. Yakup (as) oğlu Yusuf’tan ayrı kaldığı için gözleri kör oluncaya kadar ağlamıştı. Nitekim Kur-anı kerim de bu konuya şöyle değinmiştir.
وَ تَوَلَّى عَنْهُمْ وَ قالَ يا أَسَفى عَلى يُوسُفَ وَ ابْيَضَّتْ عَيْناهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظيمٌ قالُوا تَاللَّهِ تَفْتَؤُا تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضاً أَوْ تَكُونَ مِنَ الْهالِكينَ.[15]
Yüzünü onlardan çevirdi “Ey Yusuf üzerindeki tasam” dedi ve üzüntüden gözleri ağardı. O çok yutkunurdu. Dediler ki: “Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hastalanacaksın yahut helak olanlardan olacaksın.”
3- Hz. Yakup’un (as) oğlu Yusuf (as), Mısır kralının eşinin komplosundan dolayı iki yol ağzında kalmıştı. Ya çok çirkin bir iş yapacaktı ya da genç yaşta zindana atılacaktı. Yusuf (as) zindana atılmayı tercih etti.[16] Yusuf (as) zindanda babasından ayrı olduğu için çok ağlıyordu. İmam Sadık (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Onun ağlamalarından dolayı öteki mahkûmlar rahatsız oldular. Ona, kendilerinin iki vakitten birinde dinlenebilmeleri için yalnızca gece yahut gündüz ağlamasını önerdiler. Yusuf da bu öneriyi kabul ederek uyguladı.[17]
4-Yahya (as), Allah korkusundan ve ilahi dergâha yakın olma arzusundan dolayı çok ağlayan bir peygamber idi.
5- Dördüncü İmamımız Zeynel Abidin (sa) de çok ağlayan kişilerden idi. O, İmam Hüseyin’in (sa), çocuklarının ve vefalı dostlarının başlarına gelen korkunç Kerbela faciasından sonra, uzun süreli ve dokunaklı bir şekilde ağlamaya başlamıştı.
İmam Sadık (sa) şöyle buyurmaktadır:
Ali Bin Hüseyin (İmam Zeynel Abidin) (sa) yirmi yıl ağlamıştır. Kendisi için hazırlanan her yemek başında (yemeği görür görmez) kesinlikle ağlardı.
Nihayet bir gün İmam Zeynel Abidin’in (sa) kölesi ona şöyle dedi:
Ey Allah Rasulü’nün oğlu! Canım size feda olsun. Böyle devam ederseniz hastalanıp öleceğinizden korkuyorum.
İmam Zeynel Abidin (sa) şöyle buyurdu:
Ben, bu ağır üzüntümü ve kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Benim bildiğim şeyi siz bilmiyorsunuz. Ben, Fatıma’nın (sa) çocuklarının öldürüldüğü yeri hatırlayınca üzüntüden ölecekmiş gibi oluyorum. Sonra gözlerimden yaşlar boşalmaya başlıyor… (Çok ağlayan) Yakup yalnızca bir çocuk kayıp etmişti. Ancak ben, babamın ve ailemin başlarının yanımda kesildiklerini gördüm.[18]
Ağlamaya Teşvik
Ayrılan kişi ya da ölen kimse için ağlamak; bir tür bireysel ve toplumsal geleneği yerine getirmek olarak hesaplanmaktadır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz (saa) şöyle buyurmaktadır:
Kendisine ağlayanı olmayan ölü, saygı duyulmaktan da uzaktır.[19]
İbni Hişam şöyle nakletmektedir:
Abdulmuttalip ölüm döşeğine düşünce ve öleceğini anlayınca altı kız çocuğunu yanına çağırdı. Onlara şöyle dedi: Benim için ağlayın. Ölmeden önce sizin sesinizi duymak istiyorum. Kızları, ağlamaya başlayarak her biri onun için şiirler söylediler.[20]
1- Hz. Hamza İçin Ağlamak
Evet, Peygamber Efendimiz (saa) Uhut savaşında amcası Hamza’nın bedenini kanlar içinde cansız görünce insanî acıma duygularından dolayı ağlamaya başlamıştır.[21] Peygamberimiz (saa) Medine’ye girince “Beni Eşhel” ve Beni Zafer” kabilelerinin evlerinden ağlama seslerinin yükseldiğini görür. Peygamberimiz (saa) de Hamza’nın ağlayanı olmamasından dolayı rahatsız olarak ağlamaya başlar ve sonra şöyle buyurur:
Bu gün yalnızca Hamza’nın ağlayanı yoktur.[22]
2- Cafer Bin Tayyar İçin Ağlamak
Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz (saa), Caferi Tayyar olarak meşhur olan Cafer Bin Ebi Talip’in hicretin sekizinci yılında Cemadiyel Evvel ayında, Rumlarla yapılan Mute savaşında şehit olduğunu duyunca onun evine gitmiştir.[23] Caferi Tayyar’ın acılı eşi Esma Binti Umeys’e başsağlığı dilemiştir. Oradan çıktıktan sonra Fatma’nın (sa) evine gitmiştir. Onun (sa) da ağladığını görünce şöyle buyurmuştur:
Ağlayanlar, Cafer gibi bir kimse için ağlamalıdırlar.[24]
Ağlanılmaya Layık Olmak
Musa’nın (as) kavminden isyan etmeyi tercih eden bir grup, ilahi hidayet ışığı altında imana ve barışa adım atmamışlardır. Evet, geçici bir süre için maddesel yaşam içinde refaha ulaşmışlardır. Ancak sapıklıklarından ve isyanlarından dolayı; bağlarını, bahçelerini, ekinlerini, güzel evlerini ve saraylarını geride bırakmışlardır. Musa’nın (as) bedduası nedeniyle denizde boğulmuşlardır. Kur-anı kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
فَما بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّماءُ وَ الْأَرْضُ وَ ما كانُوا مُنْظَرينَ.[25]
Onlara gök ve yer ağlamadı. Bekletilenler de olmadılar.
Sonuç olarak bu grup, manevi makamlarını ve değerlerini yitirmişlerdi. Bundan dolayı onların ölümünden sonra gök ve yer ağlamamıştır. Bir tefsirin görüşüne göre ise; gök halkı ve yer halkı onlar için ağlamamıştır. Çünkü kişiler, layık olanlar için ağlarlar. Dolayısıyla onlar için hiçbir kimsenin ağlamaması, bir tür liyakatsizlik ve hakarettir. Zaten onlar da bu nedenle eleştirilmişlerdir.
Bu bağlamda, başkalarının ağlamasına layık olmak için yapılması gerekenlere kısaca değinmemizin nedeni şudur; İnsan kendisini, insanlara hizmet etmeye ve hayır yapmaya adayacak bir şekilde yetiştirmelidir. Bu anlamda, onun yokluğu ister istemez başkaları için endişe verici ve ağlama nedeni olacaktır.
İmam Bakır (sa) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Müminlerin Emiri Ali (sa) ölmeden kısa bir süre önce Hasan’ı, Hüseyin’i, Muhammet Hanefiye’yi ve öteki küçük çocuklarını yanına topladı. Onlara vasiyet etti. Sonra şöyle buyurdu: Çocuklarım! İnsanlara, onlardan ayrıldığınız zaman sizi görmek isteyecekleri ve öldüğünüz zaman sizin için ağlayacakları bir şekilde davranın.[26]
Kalp İnceliği ve Gözyaşı
Yukarıda da değindiğimiz gibi; yürek parçalayan olaylar karşısında değişmeyen ve gözyaşı dökmeyen bir kimse hakikatlerden ve güzelliklerden de lezzet alamaz. Hak arzusuyla gözyaşı dökmedikçe yüce bir ruha sahip olamaz.
Hz. Ali (sa) şöyle buyurmaktadır:
Gözlerin ağlaması ve kalplerin korkması, yüce Allah’ın rahmetinden dolayıdır.[27]
Aynı şekilde gözyaşı dökmemek ve Allah korkusundan dolayı ağlamamak da, katı kalplilik ve mutsuzluk olarak tanıtılmıştır.
Peygamber Efendimiz (saa) şöyle buyurmaktadır:
Katı kalplilik ve gözyaşı dökmemek, mutsuzluğun alametlerindendir.[28]
[1] Arked Leokram, Be Men Begu Çera? 3/69
[2]Yusuf: 16
[3] İrşad-ul Kulub: 129
[4] Bihar-ul Envar: 14/320
[5] İrşad-ul Kulub: 128–129
[6] İrşad-ul Kulub: 128–129
[7] Maide: 83
[8] Bihar-ul Envar: 21/24
[9] Bihar-ul Envar: 22/151, Uyun-i Ahbar: 2/11
[10] Sahih-i Buhar-i: 1/148, Bihar-ul Envar: 82/90
[11] Tevbe: 92
[12] Masat-ul Hüseyin: 121, Vesail-uş Şia: 10/393
[13] İrşad-ul Kulub: 126, Bihar-ul Envar: 12/264 ve 311
[14] Bihar-ul Envar: 12/114
[15] Yusuf: 84-85
[16] Bihar-ul Envar: 46/109
[17] Mekarim-ul Ahlak: 317, Bihar-ul Envar: 90/336
[18] Mekarim-ul Ahlak: 316, Bihar-ul Envar: 12/264, Bihar-ul Envar: 46/110
[19] Masat-ul Hüseyin: 118
[20] Siret-un Nebeviye: 1/178–179
[21] İstiab: 1/275
[22] İstiab: 1/275
[23] Tarih-i Peygamber-i İslam: 532
[24] Bihar-ul Envar: 22/276, Usd-ul Ğabe: 2/289, İstiab: 1/221
[25] Duhan: 29
[26] Bihar-ul Envar: 42/247, Bihar-ul Envar: 71/167, Nehc-ul Belağa: Hikmet 9 (Feyz)
[27] Bihar-ul Envar: 90/330-336
[28] Bihar-ul Envar: 90/330-336
MAHMUT ACAR

ALLAH’IN VELAYETLİĞİ (VELAYETULLAH) NEDİR?
ALLAH’IN VELAYETLİĞİ (VELAYETULLAH) NEDİR?
Velayet Arapça bir kelime olup “Ve-le-ye” kelimesinden türemiştir. “Veliyy” kelimesi Arapçada, bir şeyin başka bir şeyin peşi sıra, arada fasıla olmayacak şekilde gelmesinde denir.
Bu kelime birçok türevleriyle değişik manalarda kullanılmaktadır. “Sevgi ve muhabbet” “yardım ve destek” “tabi olmak ve uyumak” “önderlik, koruyuculuk, yöneticilik etmek” gibi manalarda kullanılmaktadır. Bu manaların ortak bir paydası iki şey arasındaki “manevi yakınlığı” içermesidir. Bizim kast ettiğimiz son anlamdır.
Ayetullah Cevadi Amuli, velayetin kısımlarını; Tekvin-i Velayet, Teşride Velayet ve Teşri-i Velayet olarak beyan ediyor.
Velayetin çeşidi ve ne manaya geldiği, üzerinde velayet sahibi olunanın çeşitliliğine göre değişiklik arz eder.
TEKVİN-İ VELAYET:
Varlık âlemindeki yaratılanlar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaya denir. İnsanın batıni güçleri üzerindeki velayeti gibi. Her insanın, vehim ve hayal gibi tefekkür gücü, şehvet ve gazap gibi tahriki güçleri üzerinde velayeti vardır. Salim azalarının üzerinde velayeti vardır; görmeye emrederse göz itaat eder, duymaya emrederse kulak emre uyar, bir şeyi kaldırmaya emrederse el yerine getirir.
Velayet-i Tekvinin dönüşü, sebep-sonuç kanununadır. Bu tür velayet sadece nedensellik kanununun olduğu yerde gerçekleşir. Bu kanun gereği illet(sebep) velayet sahibidir, malul(sonuç) ise korunan, yönetilen, üzerinde velayet hakkı olunandır. Her malul, korunan ve yönetilen de, illetinin velayeti ve tasarrufu altındadır.
Bundan dolayı Velayet-i Tekvini de (sebep-sonuç barındırdığından dolayı) karşı gelme, velayetten kaçma imkânsızdır.
İnsan nefsi, bir şeyin resminin zihinde oluşmasını irade ederse, irade eder etmez, o resmin zihinde geçekleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Varlık âleminde Tekvini Velayet sadece bütün varlıkları yaratan Allah’a aittir.
“İşte orada velayet, hak olan Allah’a aittir.” (Kehf, 44)
“Yoksa onlar, Allah’ı bırakıp da başka veliler mi edindiler? Gerçek veli yalnız Allah’tır.” (Şura, 9)
TEKVİNİ VELAYETİN DELİLLERİ
1- Allah’ın mutlak ilmi
2- Allah’ın mutlak kudreti
3- Allah’ın mutlak Malikiyeti
TEŞRİDE VELAYET
Kanun koyma ve ahkâmı yasama yetkisine denir. Birisinin kanun ve ahkâmın ilke ve maddelerini belirleme ve yasama yetkisi olmasına denir. Teşride velayet sadece Allah’a aittir.
Kuran bu anlamdaki velayetini birçok ayetlerde beyan etmiştir.
“Hâkimiyet yalnız Allah’ındır.” (Yusuf, 67)
TEŞRİ-İ VELAYET
İlahi kanunlara tabi olma kanun ve yasaların beyan ve tefsir ettiği sınırlar içerisindeki velayete denir. Teşri-i Velayet iki kısımdır.
a) Mahcurlar (kısıtlılar) üzerindeki velayet( çocuklar, mustazaflar gibi. Onlar üzerindeki velayettir.)
b) Akıl sahibi üzerinde velayet
“Allah ve peygamberi bir işe hükmettiği zaman…” (Ahzab, 36)
Velayetullah -> Velayet-ur Resul -> Velayet-ul İmam-> Velayet-ul Fakih
Meşruiyet yukarıdan aşağıya doğrudur.
Makbuliyet aşağıdan yukarıya doğrudur.
Makbuliyet meşru olduğunu göstermez.
VELAYET VE VEKÂLET
İnsanın yaptığı işler ya kendiişleri olup onları vazifesi olduğu için yerine getirir veya başkasının işleridir ki bu işi ya o kişiden taraf vekâleten yapar veya o kişi üzerinde sahip olduğu velayetten dolayı yapar.
Vekâlet:
Bir insanın başkasının işini ondan izin alarak üstlenip yerine getirme yetkisine denir. Örneğin; avukatın müvekkilinin bir işini veya davasını üstlenip yapması gibi.
Velayet:
Bir kimsenin birinin veya toplumun işlerini onlar üzerinde söz sahibi olduğundan dolayı yapma yetkisine denir. Babanın çocukları üzerindeki yetki ve velayeti gibi.
Velayet ve Vekâlet arasındaki farklar:
İnsan bir işi üç şekilde yapar;
1- Kendi işini “asaleten”
2- Başkasının işini “vekâleten”
3- Başkasının işini “velayeten”
1- İnsan, başkasının vekili olarak onun işini yaparsa, o işin aslı hakkında karar verme yetkisi vekâlet verendedir. İşi yapanın (vekilin) işi yapma alanını ve sınırını vekâlet veren belirler; yani vekilin yetkisi müvekkilin verdiği vekâlet miktarıncadır.
Ama başkasının işini yapan fail onun üzerinde sahip olduğu velayet esasına göre onun maslahatı için yaparsa, karar verme ve teşhis etme yetkisi işi yapandadır. O, Allah’ın kendisine verdiği velayet sınırları esasına göre yapar.
2- Velayette karar verme yetkisi velinin elinde olduğuna göre ve vekâlette ve vekâlette teşhis ve karar verme müvekkilin elinde olduğuna göre, belli bir iş hakkında hem vekâletin hem de velayetin olması mümkün değildir. Yani bir şahsın belli bir işte, biri tarafından hem vekil olması, hem de o şahsın velisi olması imkânsızdır. Ya vekildir ya veli.
3- Asıl temel ilke; insanların birbirleri arasındaki bağda birinin başka birisi üzerinde asaleten velayeti yoktur. Masum olan veya olmayanın başkası üzerinde velayetinin olması vasıta ile veya vasıtasız Allah tarafından belirlenmesine bağlıdır. Allah tarafından beşeri toplum üzerine evliya (velayet sahibi) olarak seçilen masum imamlar şartlara sahip insanları, kendi taraflarından insanlara veli, önder olarak tayin edebilirler. Bu durumda imamlar tarafından mensup edilenler, İslam toplumu üzerindeki velayetlerini almış sayılırlar, ama masum imam aracılığıyla. Bundan dolayı bu mensup olanlar imamlara nispeten vekildirler ama topluma nispetle velidirler.
4- Aşikârdır ki, vekâlet yalnızca müvekkilin yetkisinde/ihtiyarında olan işlerde geçerlidir. Dolayısıyla hiç kimse kendisi ve başkalarıyla arasında şerik/ortak işlerde ortaklarının izni olmadan üçüncü bir şahsa tam vekâlet veremez.
5- Velayeti tayin etmek ve birini nasb etmek, vekâlet gibi insanın kendisi tarafından yapılamaz. Yani akil-baliğ olan birisi kendi ihtiyar ve iradesini başkasına bırakamaz; “Ben kendi üzerimdeki hâkimiyet hakkımı sana bırakıyor, seni üzerimde tam yetki sahibi yapıyorum, kendimden bütün ihtiyar ve iradeyi selb ediyorum.” diyemez. Öyleyse bir insan sadece vekâlet alanında vekil tayin edebilir, veli tayin etme alanında vekâlet veremez. Velayette sadece itaat ve teslimiyet vardır.
6- Vekâlette akid ve anlaşma müvekkile bağlıdır; müvekkilin ölmesiyle vekâlet ortadan kalkar ve vekil azledilmiş sayılır. Çünkü böyle bir durumda artık işini yapmak için bir vekili olacak bir şahıs ortada yoktur. Ama velayette böyle değildir; velayet ortadan kalkmaz; velayet verenin/bu makama mensup olanın ölümüyle mensup olan velinin “muvalla aleyh” (üzerinde velayet bulunanlar) üzerindeki velayeti ortadan kalkmaz. Velayet verme yetkisi olan bir diğeri onu geçersiz kılmadığı müddetçe velayeti devam eder.
7- Vekâlette, vekil, başkaları tarafından vekil olmadan önce onlar üzerinde onları kendisini vekil seçmeye zorlayacak bir şey yapma hakkına sahip değildir, çünkü onlar bu şahsı vekil seçip seçmemekte özgürdürler. Ama velayette, velinin, halk onun velayetini kabul etmeden önce Allah tarafından kendisine verilmiş ve diğerlerinin üzerindeki velayeti kabul etme sorumluluğunu üstlenmesi gereken velayet hakkı vardır.
VELAYETULLAH
Velayet, mutlak olarak Allah’a aittir. Bütün varlıklar üzerinde mutlak velayete müstakil olarak yalnız Allah sahiptir. Buna “Velayetullah” denir.
Kuran ayetleri “Velayetullah”ı şöyle beyan etmektedir:
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Enam, 57)
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
“İşte bu makamda Velayet hak olan Allah’ındır…” (Kehf, 44)
Allah’ın velayeti mutlak, müstakil, sınırsız ve hiçbir şeye muhtaç olmadan sahip olduğu velayettir.
ALLAH’IN VARLIK ÂLEMİNDE MUTLAK HÂKİMİYETİ
Şüphesiz bütün insanları ve varlıkları yaratan Allah-u Teâlâ, onların ilerlemesi, hidayeti, terbiyesi için de bir eğitim ve öğretim programı öngörmüştür. Yaratmış olduğu bütün varlıklar üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip yaradan, insanların geçmişini, geleceğini, yaşantısının her alanını en iyi bilir, onun zarar ve faydasına olan şeylerden haberdardır. Varlık âleminde hâkimiyet hakkına sahip olmak, “Halikiyet” ve “Rububiyet” sıfatlarına sahip olmayı gerektirir. “Halik” yani “yaradan” demektir. Yaradan yarattıklarını bir düzen ve nizam ile yaratmıştır ve bu yaratılışın muhakkak bir hedefi vardır, varlıkların bu hedefe ulaşabilmeleri için neye ihtiyaçları olduğunu ve tekâmülleri için nasıl bir eğitimden geçmeleri gerektiğini yalnızca varlık âleminin mutlak hâkimi olan Allah bilmektedir. Dolayısıyla “Halik” ve “Rab” olan Allah, varlık âleminin mutlak ve tek hâkimidir.
İnsanlar bilim ve teknoloji alanında ne kadar ilerlerse ilerlesinler varlık âleminin yaratılış hikmetini, dış dünyasının hakikatini, dünya ve ahiret maslahatını idrak etmekten acizdirler.
İnsan, yaratanın karşısında boyun eğmeli ve kendisi hakkında öngördüğü hüküm ve kanunlara uymalıdır. Kuran-ı Kerim, Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve tek velayet sahibi olduğunu şöyle beyan eder:
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
“İşte bu makamda Velayet hak olan Allah’ındır…” (Kehf, 44)
“… Artık hüküm sahibi yüce ve büyük Allah’tır.” (Mümin, 12)
Yukarıda zikir edilen ayeti celileler hem tekvin makamında, hem de teşrii makamında Allah’ın şerikinin olmadığını, hiçbir kulun diğerine asaleten hüküm sürme, yasa koyma, canında, malında tasarruf hakkı olmadığını belirtiyor. Hatta peygamberler ve Allah’ın varisleri de bu hükümden müstesna değillerdir. Hem velayetin, hem de hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğu anlaşılmaktadır.
YASAMA, KANUN KOYMA
Yasama alanındaki yetkinin Allah’ta olduğunu beyan eden onlarca ayet vardır. Velayetin, mutlak ve bizatihi Allah’a ait olduğunu beyan eden ayetler Allah’ın yasamadaki yetkisini belirtmektedir. Tevhid-i Rububiyete, kanun koyucunun sadece Allah olduğuna iman edilmesi gerekmektedir. Müşrik ve putperestlerle yaşanan sorun/ihtilaf da “Rububiyet” konusundaydı, “Halkiyet/yaratıcılık” değil. Müşrikler Allah’ın “Halik/yaratıcı” olduğunu kabul ediyorlardı, ama “Rabb/Kanun koyucu” olduğunu kabul etmiyorlardı. Kuran’ın “Rabb” kelimesi üzerinde özellikle durmasının sebebi de buradan kaynaklanıyor. Allah’ın kanun koyuculuğu, tekvin âlemindeki velayetinin yanı sıra teşrii âlemdeki velayetini de kapsamaktadır.
Günümüzde de beşeri sistemlerle ilahi sistem arasında Allah’ın yaratıcılığı, rahmaniyeti, razikiyeti gibi sıfatlarında sorun yoktur, sorun sadece yaratıcının “rububiyetinde” dir. Rububiyet, tevhidi ef’alinin kısımlarından olup kanun koyma, yasama işlerini de kapsamaktadır. Yasamanın sadece Allah’a ait olduğunu anlatan ayetlerin yanı sıra, Allah’tan başkasının kanun koyamayacağını belirten ayetler de konunun önemini beyan eder.
Yasamanın Allah’a Ait Olduğunu Beyan Eden Ayetler
“Dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahy ettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size din (kanun) olarak belirledi, dini yaşatın ve onda ihtilafa düşmeyin.” (Şura, 13)
“İnsanlar bir tek ümmet (topluluk) idi. Sonra Allah müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberleri gönderdi ve insanlar arasında ayrılığa düştükleri şeylerde yargıda bulunması için onlarla beraber hak üzere kitap indirdi.” (Bakara, 213)
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Yusuf, 67)
Kendilerinde Kanun Koyma Yetkisi Görenleri Kınayan Ayetler
“De ki: Allah’ın sizin için indirdiği ve sizin bir delil olmadan bir kısmını helal ve bir kısmını da haram kıldığınız rızık hakkında ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi yoksa Allah’a yalan mı isnat ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
“Allah’ın indirdiği ile hüküm etmeyenler, işte onlar gerçekte kâfirdirler.” (Maide, 44)
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine din olarak belirleyen ortakları mı var?” (Şura, 21)
Devletin görevlerini ve yapması gereken işlerini beyan eden kanun ve yasalar, Kuran’da kamuya yönelik toplumsal hükümler kalıbında açıklanmıştır ve siyaset dilinde “ahkam ayetleri” diye beyan edilir. Bazı âlimler ahkam ayetlerinin sayısının en az 150 ve en fazla 500 olduğunu söyler. İmam Humeyni, Kuran’ın üçte birinin kamu alanını ilgilendiren hükümleri/ahkâmı içerdiğini beyan etmektedir.
YÜRÜTME/İCRA
Yürütmede ise “kim hâkim olmalıdır” sorununu çözmek de yine Allah’ın yetkisindedir.
Hz. İbrahim’i imam/önder/lider/devlet adamı makamına seçerken buyuruyor: “… Benim ahdim zalimlere ulaşmaz…” (Bakara, 124)
İmamet/önderlik Allah’ın “ahdidir” yani buyuruyor ki: “Önderi ben seçerim, toplumun liderini ben tayin ederim.”
Diğer taraftan toplumun önderliği olan Risalet makamında da kendisinin yetkisinde olduğunu, bu şahısları sadece Allah’ın belirleyeceğini buyuruyor: “Allah Risaletini nereye koyacağını bilir.” (Enam, 124)
Dolayısıyla İslam’da hâkimiyet hakkı ilahi izinle olmalıdır; Allah-u Teâlâ bu hâkimiyeti öncelikle peygamberlerine veriyor, çünkü hâkimiyet öncelikle “ismet” sahibi olanındır, bu mümkün olmadığı zamanda “adalet” sahibi olanındır. Masumun olduğu dönemde önderlik/liderlik için “ismet” gereklidir, masumun olmadığı dönemde ise “adalet” şarttır.
Dini devlet sisteminde asıl ve temel noktalardan birisi de, Allah’ın yetkisinde olan işler ile insanların yetkisinde olan işlerin birbirinden ayrıştırılmasıdır. İlahi ahkâma dayalı siyasi otoritenin yapısını, kriterlerini, hedefini ve bu makama oturacak olan şahsın hangi sıfatlara sahip olacağını belirlemek Allah’ın yetkisindedir. İnsanların kendilerini idare edecek sistemi belirleme hakkını kendilerinde görmeleri, ilahi yetkiyi kendilerinde görmelerine sebep olur ki bu da bir tür şirktir. Çünkü bu Tevhid-i Ef’ali’nin bir kısmı olan “Rububiyeti” reddetmektedir. Batılı düşünürler ile İslami düşünürler arasındaki farklardan birisi de Allah’ın Rububiyeti hususundadır. Her ikisi de “Allah’ın Halikiyetini” (yaratıcılığını) kabul etmelerine rağmen, batılılar “Allah’ın Rububiyetini” reddederler.
Toplumun önderini seçmenin insanların yetkisinde olduğunu istişare/şura ayetlerinde dayandırarak ispatlamaya çalışanlar da yanılıyorlar. İstişare ayetinde dikkat etmedikleri ince bir nokta vardır; “kulların yetkisinde olan işler” kendilerine ait işler olup Allah o işlerde kendilerini muhayyar (özgür ve seçici) bırakmıştır.
“Allah’ın merhameti ile onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılırlardı. O halde onları affet, onlar için bağışlanma dile ve işlerde onlara danış. Ancak karar verdiğinde (kararını uygula) Allah’a tevekkül et…” (Ali İmran, 159)
“Onlar Rabb’lerinin davetini kabul ederler, namazı hakkıyla kılarlar, işleri arasında dayanışmaya dayalıdır…” (Şura, 38)
Her iki ayette de Allah-u Teâlâ Peygamberi insanların yetkisinde olan işlerde istişare etmeye, danışmaya emrediyor. İnsanların da kendi yetkilerinde olan işlerini istişare/şura ile yapmaları gerektiğini beyan ediyor. Bu ayetlerden, toplumun liderini seçmede istişareye başvurması gerektiği hükmünü çıkarmak, doğru değildir.
ALINTIDIR
Velayet Arapça bir kelime olup “Ve-le-ye” kelimesinden türemiştir. “Veliyy” kelimesi Arapçada, bir şeyin başka bir şeyin peşi sıra, arada fasıla olmayacak şekilde gelmesinde denir.
Bu kelime birçok türevleriyle değişik manalarda kullanılmaktadır. “Sevgi ve muhabbet” “yardım ve destek” “tabi olmak ve uyumak” “önderlik, koruyuculuk, yöneticilik etmek” gibi manalarda kullanılmaktadır. Bu manaların ortak bir paydası iki şey arasındaki “manevi yakınlığı” içermesidir. Bizim kast ettiğimiz son anlamdır.
Ayetullah Cevadi Amuli, velayetin kısımlarını; Tekvin-i Velayet, Teşride Velayet ve Teşri-i Velayet olarak beyan ediyor.
Velayetin çeşidi ve ne manaya geldiği, üzerinde velayet sahibi olunanın çeşitliliğine göre değişiklik arz eder.
TEKVİN-İ VELAYET:
Varlık âlemindeki yaratılanlar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaya denir. İnsanın batıni güçleri üzerindeki velayeti gibi. Her insanın, vehim ve hayal gibi tefekkür gücü, şehvet ve gazap gibi tahriki güçleri üzerinde velayeti vardır. Salim azalarının üzerinde velayeti vardır; görmeye emrederse göz itaat eder, duymaya emrederse kulak emre uyar, bir şeyi kaldırmaya emrederse el yerine getirir.
Velayet-i Tekvinin dönüşü, sebep-sonuç kanununadır. Bu tür velayet sadece nedensellik kanununun olduğu yerde gerçekleşir. Bu kanun gereği illet(sebep) velayet sahibidir, malul(sonuç) ise korunan, yönetilen, üzerinde velayet hakkı olunandır. Her malul, korunan ve yönetilen de, illetinin velayeti ve tasarrufu altındadır.
Bundan dolayı Velayet-i Tekvini de (sebep-sonuç barındırdığından dolayı) karşı gelme, velayetten kaçma imkânsızdır.
İnsan nefsi, bir şeyin resminin zihinde oluşmasını irade ederse, irade eder etmez, o resmin zihinde geçekleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Varlık âleminde Tekvini Velayet sadece bütün varlıkları yaratan Allah’a aittir.
“İşte orada velayet, hak olan Allah’a aittir.” (Kehf, 44)
“Yoksa onlar, Allah’ı bırakıp da başka veliler mi edindiler? Gerçek veli yalnız Allah’tır.” (Şura, 9)
TEKVİNİ VELAYETİN DELİLLERİ
1- Allah’ın mutlak ilmi
2- Allah’ın mutlak kudreti
3- Allah’ın mutlak Malikiyeti
TEŞRİDE VELAYET
Kanun koyma ve ahkâmı yasama yetkisine denir. Birisinin kanun ve ahkâmın ilke ve maddelerini belirleme ve yasama yetkisi olmasına denir. Teşride velayet sadece Allah’a aittir.
Kuran bu anlamdaki velayetini birçok ayetlerde beyan etmiştir.
“Hâkimiyet yalnız Allah’ındır.” (Yusuf, 67)
TEŞRİ-İ VELAYET
İlahi kanunlara tabi olma kanun ve yasaların beyan ve tefsir ettiği sınırlar içerisindeki velayete denir. Teşri-i Velayet iki kısımdır.
a) Mahcurlar (kısıtlılar) üzerindeki velayet( çocuklar, mustazaflar gibi. Onlar üzerindeki velayettir.)
b) Akıl sahibi üzerinde velayet
“Allah ve peygamberi bir işe hükmettiği zaman…” (Ahzab, 36)
Velayetullah -> Velayet-ur Resul -> Velayet-ul İmam-> Velayet-ul Fakih
Meşruiyet yukarıdan aşağıya doğrudur.
Makbuliyet aşağıdan yukarıya doğrudur.
Makbuliyet meşru olduğunu göstermez.
VELAYET VE VEKÂLET
İnsanın yaptığı işler ya kendiişleri olup onları vazifesi olduğu için yerine getirir veya başkasının işleridir ki bu işi ya o kişiden taraf vekâleten yapar veya o kişi üzerinde sahip olduğu velayetten dolayı yapar.
Vekâlet:
Bir insanın başkasının işini ondan izin alarak üstlenip yerine getirme yetkisine denir. Örneğin; avukatın müvekkilinin bir işini veya davasını üstlenip yapması gibi.
Velayet:
Bir kimsenin birinin veya toplumun işlerini onlar üzerinde söz sahibi olduğundan dolayı yapma yetkisine denir. Babanın çocukları üzerindeki yetki ve velayeti gibi.
Velayet ve Vekâlet arasındaki farklar:
İnsan bir işi üç şekilde yapar;
1- Kendi işini “asaleten”
2- Başkasının işini “vekâleten”
3- Başkasının işini “velayeten”
1- İnsan, başkasının vekili olarak onun işini yaparsa, o işin aslı hakkında karar verme yetkisi vekâlet verendedir. İşi yapanın (vekilin) işi yapma alanını ve sınırını vekâlet veren belirler; yani vekilin yetkisi müvekkilin verdiği vekâlet miktarıncadır.
Ama başkasının işini yapan fail onun üzerinde sahip olduğu velayet esasına göre onun maslahatı için yaparsa, karar verme ve teşhis etme yetkisi işi yapandadır. O, Allah’ın kendisine verdiği velayet sınırları esasına göre yapar.
2- Velayette karar verme yetkisi velinin elinde olduğuna göre ve vekâlette ve vekâlette teşhis ve karar verme müvekkilin elinde olduğuna göre, belli bir iş hakkında hem vekâletin hem de velayetin olması mümkün değildir. Yani bir şahsın belli bir işte, biri tarafından hem vekil olması, hem de o şahsın velisi olması imkânsızdır. Ya vekildir ya veli.
3- Asıl temel ilke; insanların birbirleri arasındaki bağda birinin başka birisi üzerinde asaleten velayeti yoktur. Masum olan veya olmayanın başkası üzerinde velayetinin olması vasıta ile veya vasıtasız Allah tarafından belirlenmesine bağlıdır. Allah tarafından beşeri toplum üzerine evliya (velayet sahibi) olarak seçilen masum imamlar şartlara sahip insanları, kendi taraflarından insanlara veli, önder olarak tayin edebilirler. Bu durumda imamlar tarafından mensup edilenler, İslam toplumu üzerindeki velayetlerini almış sayılırlar, ama masum imam aracılığıyla. Bundan dolayı bu mensup olanlar imamlara nispeten vekildirler ama topluma nispetle velidirler.
4- Aşikârdır ki, vekâlet yalnızca müvekkilin yetkisinde/ihtiyarında olan işlerde geçerlidir. Dolayısıyla hiç kimse kendisi ve başkalarıyla arasında şerik/ortak işlerde ortaklarının izni olmadan üçüncü bir şahsa tam vekâlet veremez.
5- Velayeti tayin etmek ve birini nasb etmek, vekâlet gibi insanın kendisi tarafından yapılamaz. Yani akil-baliğ olan birisi kendi ihtiyar ve iradesini başkasına bırakamaz; “Ben kendi üzerimdeki hâkimiyet hakkımı sana bırakıyor, seni üzerimde tam yetki sahibi yapıyorum, kendimden bütün ihtiyar ve iradeyi selb ediyorum.” diyemez. Öyleyse bir insan sadece vekâlet alanında vekil tayin edebilir, veli tayin etme alanında vekâlet veremez. Velayette sadece itaat ve teslimiyet vardır.
6- Vekâlette akid ve anlaşma müvekkile bağlıdır; müvekkilin ölmesiyle vekâlet ortadan kalkar ve vekil azledilmiş sayılır. Çünkü böyle bir durumda artık işini yapmak için bir vekili olacak bir şahıs ortada yoktur. Ama velayette böyle değildir; velayet ortadan kalkmaz; velayet verenin/bu makama mensup olanın ölümüyle mensup olan velinin “muvalla aleyh” (üzerinde velayet bulunanlar) üzerindeki velayeti ortadan kalkmaz. Velayet verme yetkisi olan bir diğeri onu geçersiz kılmadığı müddetçe velayeti devam eder.
7- Vekâlette, vekil, başkaları tarafından vekil olmadan önce onlar üzerinde onları kendisini vekil seçmeye zorlayacak bir şey yapma hakkına sahip değildir, çünkü onlar bu şahsı vekil seçip seçmemekte özgürdürler. Ama velayette, velinin, halk onun velayetini kabul etmeden önce Allah tarafından kendisine verilmiş ve diğerlerinin üzerindeki velayeti kabul etme sorumluluğunu üstlenmesi gereken velayet hakkı vardır.
VELAYETULLAH
Velayet, mutlak olarak Allah’a aittir. Bütün varlıklar üzerinde mutlak velayete müstakil olarak yalnız Allah sahiptir. Buna “Velayetullah” denir.
Kuran ayetleri “Velayetullah”ı şöyle beyan etmektedir:
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Enam, 57)
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
“İşte bu makamda Velayet hak olan Allah’ındır…” (Kehf, 44)
Allah’ın velayeti mutlak, müstakil, sınırsız ve hiçbir şeye muhtaç olmadan sahip olduğu velayettir.
ALLAH’IN VARLIK ÂLEMİNDE MUTLAK HÂKİMİYETİ
Şüphesiz bütün insanları ve varlıkları yaratan Allah-u Teâlâ, onların ilerlemesi, hidayeti, terbiyesi için de bir eğitim ve öğretim programı öngörmüştür. Yaratmış olduğu bütün varlıklar üzerinde mutlak tasarruf hakkına sahip yaradan, insanların geçmişini, geleceğini, yaşantısının her alanını en iyi bilir, onun zarar ve faydasına olan şeylerden haberdardır. Varlık âleminde hâkimiyet hakkına sahip olmak, “Halikiyet” ve “Rububiyet” sıfatlarına sahip olmayı gerektirir. “Halik” yani “yaradan” demektir. Yaradan yarattıklarını bir düzen ve nizam ile yaratmıştır ve bu yaratılışın muhakkak bir hedefi vardır, varlıkların bu hedefe ulaşabilmeleri için neye ihtiyaçları olduğunu ve tekâmülleri için nasıl bir eğitimden geçmeleri gerektiğini yalnızca varlık âleminin mutlak hâkimi olan Allah bilmektedir. Dolayısıyla “Halik” ve “Rab” olan Allah, varlık âleminin mutlak ve tek hâkimidir.
İnsanlar bilim ve teknoloji alanında ne kadar ilerlerse ilerlesinler varlık âleminin yaratılış hikmetini, dış dünyasının hakikatini, dünya ve ahiret maslahatını idrak etmekten acizdirler.
İnsan, yaratanın karşısında boyun eğmeli ve kendisi hakkında öngördüğü hüküm ve kanunlara uymalıdır. Kuran-ı Kerim, Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve tek velayet sahibi olduğunu şöyle beyan eder:
“(Müşrikler) Allah’tan başkasını mı kendilerine veli seçtiler, Velayet sahibi yalnız Allah’tır…” (Şura, 9)
“… Ondan(Allah’tan) başka onlar için bir veli yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf, 26)
“İşte bu makamda Velayet hak olan Allah’ındır…” (Kehf, 44)
“… Artık hüküm sahibi yüce ve büyük Allah’tır.” (Mümin, 12)
Yukarıda zikir edilen ayeti celileler hem tekvin makamında, hem de teşrii makamında Allah’ın şerikinin olmadığını, hiçbir kulun diğerine asaleten hüküm sürme, yasa koyma, canında, malında tasarruf hakkı olmadığını belirtiyor. Hatta peygamberler ve Allah’ın varisleri de bu hükümden müstesna değillerdir. Hem velayetin, hem de hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğu anlaşılmaktadır.
YASAMA, KANUN KOYMA
Yasama alanındaki yetkinin Allah’ta olduğunu beyan eden onlarca ayet vardır. Velayetin, mutlak ve bizatihi Allah’a ait olduğunu beyan eden ayetler Allah’ın yasamadaki yetkisini belirtmektedir. Tevhid-i Rububiyete, kanun koyucunun sadece Allah olduğuna iman edilmesi gerekmektedir. Müşrik ve putperestlerle yaşanan sorun/ihtilaf da “Rububiyet” konusundaydı, “Halkiyet/yaratıcılık” değil. Müşrikler Allah’ın “Halik/yaratıcı” olduğunu kabul ediyorlardı, ama “Rabb/Kanun koyucu” olduğunu kabul etmiyorlardı. Kuran’ın “Rabb” kelimesi üzerinde özellikle durmasının sebebi de buradan kaynaklanıyor. Allah’ın kanun koyuculuğu, tekvin âlemindeki velayetinin yanı sıra teşrii âlemdeki velayetini de kapsamaktadır.
Günümüzde de beşeri sistemlerle ilahi sistem arasında Allah’ın yaratıcılığı, rahmaniyeti, razikiyeti gibi sıfatlarında sorun yoktur, sorun sadece yaratıcının “rububiyetinde” dir. Rububiyet, tevhidi ef’alinin kısımlarından olup kanun koyma, yasama işlerini de kapsamaktadır. Yasamanın sadece Allah’a ait olduğunu anlatan ayetlerin yanı sıra, Allah’tan başkasının kanun koyamayacağını belirten ayetler de konunun önemini beyan eder.
Yasamanın Allah’a Ait Olduğunu Beyan Eden Ayetler
“Dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahy ettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size din (kanun) olarak belirledi, dini yaşatın ve onda ihtilafa düşmeyin.” (Şura, 13)
“İnsanlar bir tek ümmet (topluluk) idi. Sonra Allah müjdeleyici ve korkutucu olarak peygamberleri gönderdi ve insanlar arasında ayrılığa düştükleri şeylerde yargıda bulunması için onlarla beraber hak üzere kitap indirdi.” (Bakara, 213)
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır…” (Yusuf, 67)
Kendilerinde Kanun Koyma Yetkisi Görenleri Kınayan Ayetler
“De ki: Allah’ın sizin için indirdiği ve sizin bir delil olmadan bir kısmını helal ve bir kısmını da haram kıldığınız rızık hakkında ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi yoksa Allah’a yalan mı isnat ediyorsunuz?” (Yunus, 59)
“Allah’ın indirdiği ile hüküm etmeyenler, işte onlar gerçekte kâfirdirler.” (Maide, 44)
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine din olarak belirleyen ortakları mı var?” (Şura, 21)
Devletin görevlerini ve yapması gereken işlerini beyan eden kanun ve yasalar, Kuran’da kamuya yönelik toplumsal hükümler kalıbında açıklanmıştır ve siyaset dilinde “ahkam ayetleri” diye beyan edilir. Bazı âlimler ahkam ayetlerinin sayısının en az 150 ve en fazla 500 olduğunu söyler. İmam Humeyni, Kuran’ın üçte birinin kamu alanını ilgilendiren hükümleri/ahkâmı içerdiğini beyan etmektedir.
YÜRÜTME/İCRA
Yürütmede ise “kim hâkim olmalıdır” sorununu çözmek de yine Allah’ın yetkisindedir.
Hz. İbrahim’i imam/önder/lider/devlet adamı makamına seçerken buyuruyor: “… Benim ahdim zalimlere ulaşmaz…” (Bakara, 124)
İmamet/önderlik Allah’ın “ahdidir” yani buyuruyor ki: “Önderi ben seçerim, toplumun liderini ben tayin ederim.”
Diğer taraftan toplumun önderliği olan Risalet makamında da kendisinin yetkisinde olduğunu, bu şahısları sadece Allah’ın belirleyeceğini buyuruyor: “Allah Risaletini nereye koyacağını bilir.” (Enam, 124)
Dolayısıyla İslam’da hâkimiyet hakkı ilahi izinle olmalıdır; Allah-u Teâlâ bu hâkimiyeti öncelikle peygamberlerine veriyor, çünkü hâkimiyet öncelikle “ismet” sahibi olanındır, bu mümkün olmadığı zamanda “adalet” sahibi olanındır. Masumun olduğu dönemde önderlik/liderlik için “ismet” gereklidir, masumun olmadığı dönemde ise “adalet” şarttır.
Dini devlet sisteminde asıl ve temel noktalardan birisi de, Allah’ın yetkisinde olan işler ile insanların yetkisinde olan işlerin birbirinden ayrıştırılmasıdır. İlahi ahkâma dayalı siyasi otoritenin yapısını, kriterlerini, hedefini ve bu makama oturacak olan şahsın hangi sıfatlara sahip olacağını belirlemek Allah’ın yetkisindedir. İnsanların kendilerini idare edecek sistemi belirleme hakkını kendilerinde görmeleri, ilahi yetkiyi kendilerinde görmelerine sebep olur ki bu da bir tür şirktir. Çünkü bu Tevhid-i Ef’ali’nin bir kısmı olan “Rububiyeti” reddetmektedir. Batılı düşünürler ile İslami düşünürler arasındaki farklardan birisi de Allah’ın Rububiyeti hususundadır. Her ikisi de “Allah’ın Halikiyetini” (yaratıcılığını) kabul etmelerine rağmen, batılılar “Allah’ın Rububiyetini” reddederler.
Toplumun önderini seçmenin insanların yetkisinde olduğunu istişare/şura ayetlerinde dayandırarak ispatlamaya çalışanlar da yanılıyorlar. İstişare ayetinde dikkat etmedikleri ince bir nokta vardır; “kulların yetkisinde olan işler” kendilerine ait işler olup Allah o işlerde kendilerini muhayyar (özgür ve seçici) bırakmıştır.
“Allah’ın merhameti ile onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılırlardı. O halde onları affet, onlar için bağışlanma dile ve işlerde onlara danış. Ancak karar verdiğinde (kararını uygula) Allah’a tevekkül et…” (Ali İmran, 159)
“Onlar Rabb’lerinin davetini kabul ederler, namazı hakkıyla kılarlar, işleri arasında dayanışmaya dayalıdır…” (Şura, 38)
Her iki ayette de Allah-u Teâlâ Peygamberi insanların yetkisinde olan işlerde istişare etmeye, danışmaya emrediyor. İnsanların da kendi yetkilerinde olan işlerini istişare/şura ile yapmaları gerektiğini beyan ediyor. Bu ayetlerden, toplumun liderini seçmede istişareye başvurması gerektiği hükmünü çıkarmak, doğru değildir.
ALINTIDIR

DÜNYA VE AHİRET’İN ÇOCUKLARI
DÜNYA VE AHİRET’İN ÇOCUKLARI
“Yalancı dünya” derler ya, gerçekte dünya insanı aldatmamaktadır. İnsan kendini aldatmaktadır.
İnsanı Allah’tan alıkoyan her şey dünyadır ve dünya da kalacaktır. Mal, çocuk, makam, eğitim, kitap yazma ve benzeri her şey insanı Allah’tan alıkoyuyorsa bu insanın kendi aldatmasıdır. Şeytanın velayetliğinde hareket ettiğinden tüm bu seçenekler onu oyalar. İnsanların kendisine ilgi göstermesinden lezzet alır ve kendisinden yüz çevirmesinden rahatsız olur. insanların sözünü dinlemesinden hoşlanır, adının anılmayacak olursa morali bozulur. Bu kimse sözlerinin insanların kalbinde yer etmesinden çok daha önce kendisinin diğerlerinin kalbinde yer etmesini istemektedir. İşte bu dünyanın bizzat kendisidir.
Oysaki ne dünyanın rahatlığının devamı vardır, ne de dünyadaki sıkıntı dalgaları dineceğe benzemektedir. Huzuru devamsız, sıkıntı ve meşakkatleri bitmez, belalarının sonu gelmez. Dünya aldatma ve aldanma alemidir.
Hz. Ali(as) “Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir?” ayet-i şerifesini tilavet buyurduktan sonra şöyle söylemiştir: “İnsan bazen Allah hakkında aldanmakta, Allah’ın ihsanına ve merhametine aldanarak günahlar hususunda küstahlaşmaktadır. Ama hiç şüphesiz günahın acı etkileri dayanılmaz boyutlardadır. Hak üzere söylüyorum ki dünya seni kandırmamış, aksine sen kendi kendini kandırmışsın.”
Serap uzaktan su gibi görünen bir şey olup, aldatıcı olan o değildir. Yol ehli olmayan yabancı insan, seraba kanmaktadır. Yanılgıyı bir büyüme ve gelişme zannetmektedir.
Dünyanın çirkin ve güzel olan iki çehresi vardır ve dünya her iki çehresini de açık bir şekilde göstermektedir. Dünyanın başlangıcı, sonu, zahiri, batını, inişi, çıkışı, doruk noktası ve en düşük noktası vardır. Dünya bunlardan hiç birini insandan gizlememiştir. Aksine perdesiz bir şekilde gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla dünya aldatıcı değildir. Aldatan kimse, batılı hak şeklinde gösteren veya doruk noktasını gösterdiği halde düşük noktaları, acıları ve tatsızlıkları gizleyen kimsedir. Ama eğer bir kimsenin iki boyutu varsa ve her ikisini de gösteriyorsa, artık bu kimse aldatıcı değildir.
Eğer bir kimse bir miktar suyu süt ile karıştırır ve süt olarak başkalarına verecek olursa bu aldatmadır. Yoksa süt ve suyu karıştırdığını söyleyen aldatan değildir, öyle görmek isteyen kendini aldatandır.
Dünya sadece bir iş aracıdır ve insan bu aleti düşmanın eline verdiğinden ve kendisini kör kıldığından dolayı gafildir. Düşman da onun körlüğünden istifade etmektedir ve onu kandırmaktadır.
Müminlerin emiri Hz. Ali (as) şöyle buyurmuştur. “ Dünya öğütlerden ve nasihatlerden perdesini çekip almıştır. Dünya eğer bağları, bostanları, sarayları gösteriyorsa, şüphesiz hastaneleri, ölümleri, mezarlıkları da göstermektedir. Eğer gençliği, dolgunluğu, sağlığı ve mutluluğu gösteriyorsa, hiç şüphesiz sıskalığı, yaşlılığı ve endişeyi de göstermektedir. Hem sevinç ve mutluluk nişanelerini göstermektedir hem de hüzün ve keder nişanelerini. Dünya sana bir yığın öğüt vermiş, seni adalet ve insafa davet etmiştir.”
Dünya bir vaade bulunmakta ve bu vaadiyle amel etmektedir. Tehlike çanını çalarak kırk yaşının, lezzetlerinin sonu olduğunu bildirmektedir. Eğer güzel gelecek varsa da şüphesiz bu güzellikler ve lezzetler geçmiş dönemdekilere benzemektedir. Dünya aynı zamanda yaş ilerledikçe bütün ilahi nimetlerin kendisinden alınacağına dair de tehditte bulunmaktadır ve insana bu nimetlerin alındığını birçok defa açık bir şekilde göstermektedir. Bütün güzelliklerin güçsüzlüğe, bütün hatırlamaların unutkanlığa, bütün şehvetlerin çöküşe ve inzivaya sürüklendiğini bizzat göstermektedir. Dolayısıyla dünya asla sözünden geri dönmemektedir. Dünya sana isabet eden bir bela veya gücünün eksileceği hususunda verdiği vaatlerinde, sana yalan atarak kandırmayıp vefalı ve dürüst davranmıştır.
Dünyanın öğüt verici birçok olayları sizin yanınızda söz konusu edilince, sen onu itham etmektesin. Bazı kimseler ise hatırlattığı zaman sizde onu yalanlamaktasınız. Sana nice ibret ve nasihat verenleri itham ettin ve doğru söyleyenleri yalanladın.
Dünyayı tanımak için diğer sayfaları da çevir. Sana o sayfaları da göstermektedir. Eğer mezarlıklara bir uğrayacak olursan, bir zamanlar yeryüzünde yaşamış olan zalimlerin başkalarına bıraktıkları köşklerine, saraylarına bir göz atacak olursan, ne onların kalıcı olduğunu, ne de bunların tutulacak şeyler olduğunu anlarsın. O zaman hiç şüphesiz dünyanın var olan her şeyini açık bir şekilde sana gösteren bir dost olduğunu kavrayacaksın. “ dünyayı ıpıssız harabelerden ve bomboş kalmış diyarlardan tanımak isteseydin, onların sana üzülmeni istemeyen merhametli bir dost gibi çok güzel öğütler ve dersler verdiğini görürdün.”
Dünya madalyonun iki tarafını göstermektedir. İnsanın aldanmamasını ve doğru yola girmesini istemektedir. Dünyanın her iki boyutunu bilen ve dünyanın sadece bir yol olduğunu bilen doğru olanı yapmıştır. “Dünya kendini bir yurt edinmeyene ne güzel yurttur!”
Maddeci ve kör olan bir insan, sonunda insanın da bir ağaç gibi kuruduğunu ve ölümle yok olduğunu sanmaktadır. Ama ilahi pencereden bakan insan ise şöyle düşünür. İnsan beden kafesinde esir bulunmaktadır. Sonunda bu kafesi bırakıp başka bir aleme uçacaktır. Dolayısıyla ölmek, dünya ve beden kafesinden kurtulmak demektir. Dünya sadece bir yoldur, hedef değildir. Hedef için dünya bir yol ve azık toplama yeridir. Dünya vatan edinmeyene ne güzel bir yerdir. Bir kimse dünyayı yol, kendisini de yolcu kabul ederse harekete geçer. Ama eğer dünyayı vatan zannederse ahireti için azık toplamaz. Dünyada mal, mülk, makam düşkünü olur. oysa yarın saadetten nasiplenecek olanlar, bugün dünyadan kaçan kimselerdir.
Saadet ehli olan kimseler, Allah’tan gayrisinin kalplerine girmesine ve kendilerine egemen olmasına izin vermezler. Bu kimseler dünyaya bağlanmamışlardır. Sadece bir yol düzeyinde dünyayı bayındır kılmaya koyulmuşlardır. Kalınacak yer olarak canlarını feda etmeye koyulmamışlardır.
Eğer doğru bir şekilde bakacak olursak, hiç şüphesiz göreceğiz ki insanın bizzat kendisi aldanma ve kanma etkenidir. Şeytan bile bu aldatmanın uzak bir faili sayılmaktadır. Şeytani vesveseler, hevesine düşkün olan nefis vesilesiyle insanı harekete geçirmektedir. Dolayısıyla böyle bir insan, dünyanın üzücü boyutlarını görememektedir.
Hz. Ali (as) şöyle buyurmuştur. “ Dünya ibretle bakanı basiret sahibi yapar, hasretle bakanı ise kör eder.”
Hz. Ali (as) daha sonra şöyle buyurmuştur. “ Dünya ve ahiretin her birinin bir takım çocukları vardır. O halde sizler dünyanın çocukları olmayınız. Şüphesiz her çocuk sonunda kıyamet günü annesine katılacaktır.”
Sonra da şu meşhur cümlesini söyler. “ Şüphesiz dünya hareket, çaba, amel ve tekâmül yeridir. Ahiret ise hesap ve sonuçların alındığı bir âlemdir.”
“Yalancı dünya” derler ya, gerçekte dünya insanı aldatmamaktadır. İnsan kendini aldatmaktadır.
İnsanı Allah’tan alıkoyan her şey dünyadır ve dünya da kalacaktır. Mal, çocuk, makam, eğitim, kitap yazma ve benzeri her şey insanı Allah’tan alıkoyuyorsa bu insanın kendi aldatmasıdır. Şeytanın velayetliğinde hareket ettiğinden tüm bu seçenekler onu oyalar. İnsanların kendisine ilgi göstermesinden lezzet alır ve kendisinden yüz çevirmesinden rahatsız olur. insanların sözünü dinlemesinden hoşlanır, adının anılmayacak olursa morali bozulur. Bu kimse sözlerinin insanların kalbinde yer etmesinden çok daha önce kendisinin diğerlerinin kalbinde yer etmesini istemektedir. İşte bu dünyanın bizzat kendisidir.
Oysaki ne dünyanın rahatlığının devamı vardır, ne de dünyadaki sıkıntı dalgaları dineceğe benzemektedir. Huzuru devamsız, sıkıntı ve meşakkatleri bitmez, belalarının sonu gelmez. Dünya aldatma ve aldanma alemidir.
Hz. Ali(as) “Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir?” ayet-i şerifesini tilavet buyurduktan sonra şöyle söylemiştir: “İnsan bazen Allah hakkında aldanmakta, Allah’ın ihsanına ve merhametine aldanarak günahlar hususunda küstahlaşmaktadır. Ama hiç şüphesiz günahın acı etkileri dayanılmaz boyutlardadır. Hak üzere söylüyorum ki dünya seni kandırmamış, aksine sen kendi kendini kandırmışsın.”
Serap uzaktan su gibi görünen bir şey olup, aldatıcı olan o değildir. Yol ehli olmayan yabancı insan, seraba kanmaktadır. Yanılgıyı bir büyüme ve gelişme zannetmektedir.
Dünyanın çirkin ve güzel olan iki çehresi vardır ve dünya her iki çehresini de açık bir şekilde göstermektedir. Dünyanın başlangıcı, sonu, zahiri, batını, inişi, çıkışı, doruk noktası ve en düşük noktası vardır. Dünya bunlardan hiç birini insandan gizlememiştir. Aksine perdesiz bir şekilde gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla dünya aldatıcı değildir. Aldatan kimse, batılı hak şeklinde gösteren veya doruk noktasını gösterdiği halde düşük noktaları, acıları ve tatsızlıkları gizleyen kimsedir. Ama eğer bir kimsenin iki boyutu varsa ve her ikisini de gösteriyorsa, artık bu kimse aldatıcı değildir.
Eğer bir kimse bir miktar suyu süt ile karıştırır ve süt olarak başkalarına verecek olursa bu aldatmadır. Yoksa süt ve suyu karıştırdığını söyleyen aldatan değildir, öyle görmek isteyen kendini aldatandır.
Dünya sadece bir iş aracıdır ve insan bu aleti düşmanın eline verdiğinden ve kendisini kör kıldığından dolayı gafildir. Düşman da onun körlüğünden istifade etmektedir ve onu kandırmaktadır.
Müminlerin emiri Hz. Ali (as) şöyle buyurmuştur. “ Dünya öğütlerden ve nasihatlerden perdesini çekip almıştır. Dünya eğer bağları, bostanları, sarayları gösteriyorsa, şüphesiz hastaneleri, ölümleri, mezarlıkları da göstermektedir. Eğer gençliği, dolgunluğu, sağlığı ve mutluluğu gösteriyorsa, hiç şüphesiz sıskalığı, yaşlılığı ve endişeyi de göstermektedir. Hem sevinç ve mutluluk nişanelerini göstermektedir hem de hüzün ve keder nişanelerini. Dünya sana bir yığın öğüt vermiş, seni adalet ve insafa davet etmiştir.”
Dünya bir vaade bulunmakta ve bu vaadiyle amel etmektedir. Tehlike çanını çalarak kırk yaşının, lezzetlerinin sonu olduğunu bildirmektedir. Eğer güzel gelecek varsa da şüphesiz bu güzellikler ve lezzetler geçmiş dönemdekilere benzemektedir. Dünya aynı zamanda yaş ilerledikçe bütün ilahi nimetlerin kendisinden alınacağına dair de tehditte bulunmaktadır ve insana bu nimetlerin alındığını birçok defa açık bir şekilde göstermektedir. Bütün güzelliklerin güçsüzlüğe, bütün hatırlamaların unutkanlığa, bütün şehvetlerin çöküşe ve inzivaya sürüklendiğini bizzat göstermektedir. Dolayısıyla dünya asla sözünden geri dönmemektedir. Dünya sana isabet eden bir bela veya gücünün eksileceği hususunda verdiği vaatlerinde, sana yalan atarak kandırmayıp vefalı ve dürüst davranmıştır.
Dünyanın öğüt verici birçok olayları sizin yanınızda söz konusu edilince, sen onu itham etmektesin. Bazı kimseler ise hatırlattığı zaman sizde onu yalanlamaktasınız. Sana nice ibret ve nasihat verenleri itham ettin ve doğru söyleyenleri yalanladın.
Dünyayı tanımak için diğer sayfaları da çevir. Sana o sayfaları da göstermektedir. Eğer mezarlıklara bir uğrayacak olursan, bir zamanlar yeryüzünde yaşamış olan zalimlerin başkalarına bıraktıkları köşklerine, saraylarına bir göz atacak olursan, ne onların kalıcı olduğunu, ne de bunların tutulacak şeyler olduğunu anlarsın. O zaman hiç şüphesiz dünyanın var olan her şeyini açık bir şekilde sana gösteren bir dost olduğunu kavrayacaksın. “ dünyayı ıpıssız harabelerden ve bomboş kalmış diyarlardan tanımak isteseydin, onların sana üzülmeni istemeyen merhametli bir dost gibi çok güzel öğütler ve dersler verdiğini görürdün.”
Dünya madalyonun iki tarafını göstermektedir. İnsanın aldanmamasını ve doğru yola girmesini istemektedir. Dünyanın her iki boyutunu bilen ve dünyanın sadece bir yol olduğunu bilen doğru olanı yapmıştır. “Dünya kendini bir yurt edinmeyene ne güzel yurttur!”
Maddeci ve kör olan bir insan, sonunda insanın da bir ağaç gibi kuruduğunu ve ölümle yok olduğunu sanmaktadır. Ama ilahi pencereden bakan insan ise şöyle düşünür. İnsan beden kafesinde esir bulunmaktadır. Sonunda bu kafesi bırakıp başka bir aleme uçacaktır. Dolayısıyla ölmek, dünya ve beden kafesinden kurtulmak demektir. Dünya sadece bir yoldur, hedef değildir. Hedef için dünya bir yol ve azık toplama yeridir. Dünya vatan edinmeyene ne güzel bir yerdir. Bir kimse dünyayı yol, kendisini de yolcu kabul ederse harekete geçer. Ama eğer dünyayı vatan zannederse ahireti için azık toplamaz. Dünyada mal, mülk, makam düşkünü olur. oysa yarın saadetten nasiplenecek olanlar, bugün dünyadan kaçan kimselerdir.
Saadet ehli olan kimseler, Allah’tan gayrisinin kalplerine girmesine ve kendilerine egemen olmasına izin vermezler. Bu kimseler dünyaya bağlanmamışlardır. Sadece bir yol düzeyinde dünyayı bayındır kılmaya koyulmuşlardır. Kalınacak yer olarak canlarını feda etmeye koyulmamışlardır.
Eğer doğru bir şekilde bakacak olursak, hiç şüphesiz göreceğiz ki insanın bizzat kendisi aldanma ve kanma etkenidir. Şeytan bile bu aldatmanın uzak bir faili sayılmaktadır. Şeytani vesveseler, hevesine düşkün olan nefis vesilesiyle insanı harekete geçirmektedir. Dolayısıyla böyle bir insan, dünyanın üzücü boyutlarını görememektedir.
Hz. Ali (as) şöyle buyurmuştur. “ Dünya ibretle bakanı basiret sahibi yapar, hasretle bakanı ise kör eder.”
Hz. Ali (as) daha sonra şöyle buyurmuştur. “ Dünya ve ahiretin her birinin bir takım çocukları vardır. O halde sizler dünyanın çocukları olmayınız. Şüphesiz her çocuk sonunda kıyamet günü annesine katılacaktır.”
Sonra da şu meşhur cümlesini söyler. “ Şüphesiz dünya hareket, çaba, amel ve tekâmül yeridir. Ahiret ise hesap ve sonuçların alındığı bir âlemdir.”

GERÇEK BAYRAMLARA…
ŞEYTANLARI TAŞLAYARAK, RAHMETİ VASİ VE MUHİT OLAN RABB’İMİZE SIĞINARAK, GERÇEK BAYRAMLARA KAVUŞMA DİLEĞİYLE….
ÜMMETİMİZİN ÜZERİNDE İSLAM RÜZGARLARININ ESMESİ, ADALETİN, HUZURUN VE SELAMETİN HEPİMİZİ KUŞATMASI ÜMİDİYLE DAHA NİCE BAYRAMLARA….
ÜMMETİMİZİN ÜZERİNDE İSLAM RÜZGARLARININ ESMESİ, ADALETİN, HUZURUN VE SELAMETİN HEPİMİZİ KUŞATMASI ÜMİDİYLE DAHA NİCE BAYRAMLARA….

KADR NE DEMEKTİR?
KADİR SÜRESİ
Rahman ve Rahîm Allah Adıyla
1- Şüphe yok ki indirdik Kur’ân’ı Kadir gecesi.
2- Ve ne bildirdi sana, nedir Kadir gecesi?
3- Bin aydan daha da hayırlıdır Kadir gecesi.
4- O gece melekler ve Rûh, takdîr edilen her iş için, Rablerinin izniyle inerler.
5- Esenliktir, o gece, gün ışığıncaya dek sürer.
1.“El-kadr” kelimesi “kanun, plan” demektir. Bu kelimeyi fiil kalıbında aldığımızda “Kanuna bağladı, planladı” demek olur. Kadir Gecesi’nde melekler ve Ruh, yani Cebrail yeryüzüne inerler ve her işi planlarlar, kanuna bağlarlar. Teşbihte hata olmayacağı kuralından hareket ederek şu örneği verebiliriz:
“Devletler gelecekte yapacakları işlerin kalkınma planını yaparlar. Yüce Allah, melekleri ve Cebrail’i yeryüzüne gönderiyor ve onlar bir sonraki Kadir Gecesi’ne kadar yeryüzünün ve kâinatın planlamasını yapıp kanunlaştırırlar, yani takdir ederler.”
2. “Kadr”, “değer” demektir. “Kadrini bilmek” derken, değerini bilmek ifade edilmektedir. Fakat bu kelimenin fiil kalıbını alınca “değerlendirdi” anlamına gelmektedir. Melekler ve Cebrail bir önceki Kadir Gecesi’nden bu geceye kadar geçen bir yıl içinde olanların değerlendirmesini yaparlar. Aynı zamanda Kadir Gecesi’nde bizim isteklerimizi değerlendirirler. Değerlendirip karara bağlarlar.
3. “Kadr”, “ölçü” anlamına gelmektedir: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer, 49) buyururken, ayetteki “kader” kelimesine “ölçü” anlamı verilmektedir. Yüce Allah, kâinatı, içindeki cisim ve varlıkları belli bir ölçüde yaratmıştır. Şimdi bu üç manadan hareketle Kur’an’ın bu gecede inmesinin bağlantısını kurabiliriz. Kur’an Allah’ın kanunudur, ahlaki değerleri getirmiştir, bir hayat ve davranış ölçüsüdür. Kur’an, insanlığa düşünce ve davranış ölçüleri getirmiştir. Bu bakımdan Kadir Gecesi ile Kur’an örtüşmektedir.
4. “Kadr”, “güç” anlamına gelmektedir. “Şüphesiz Allah her şeye güç yetirir” (Bakara, 109) buyururken kadr kelimesini kadîr kalıbında kullanmaktadır. Yüce Allah her şeyi Kadir Gecesi’nde planladığı ve kanuna bağlayıp yarattığı için gücünü tatbikata koymuştur.
5. “Kadr”, “mübarek, şeref, azamet” anlamına da gelmektedir. Onun için, Duhan 3’te Kadir Gecesi’ne “mübarek gece” denmiştir. Kur’an da insanlığa şeref vermek için gelmiştir. (Enbiyâ, 10; Zuhruf, 44).
6. “Kadr”, aynı zamanda “daraltmak, yani eksiltmek” anlamına da gelmektedir. (Fecr, 16).
Şimdi Kadir Gecesi’nin öneminin ne olduğu sorusunu cevaplandıracağız.
“Biz Kur’an’ı Kadir Gecesi’nde indirdik.”
Bu ayette geçen “enzelnâ”, yani “indirdik” fiili “öğrettik” anlamına gelmektedir. Bakara 97’de Cebrail’in Kur’an’ı Hz. Peygamber’in gönlüne indirdiği ifade edilmektedir. Bunun anlamı, Hz. Peygamber’e gönülden öğretildi, o da gönülden öğrendi, demektir.
İndirme fiilinin sonunda yer alan “hu” zamiri Kur’an’a gitmektedir. Onun için mealde doğrudan “Kur’an” kelimesine yer verdik. Kur’an’ı yüce Allah’ın indirmesi, yani öğretmesi, onu Hz. Peygamber’in yazmadığının delili olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, yüce Allah önce zamanı yarattı ve bu zaman içinde kâinatı ve onun içindeki varlıkları yarattı. Kadir Gecesi Kur’an’dan önce vardı, yani “Kur’an o gecede indirildiği” için Kadir Gecesi olmadı. Kadir Gecesi olduğu için Kur’an o gecede indirilmiştir.
ALİ EKBER
Rahman ve Rahîm Allah Adıyla
1- Şüphe yok ki indirdik Kur’ân’ı Kadir gecesi.
2- Ve ne bildirdi sana, nedir Kadir gecesi?
3- Bin aydan daha da hayırlıdır Kadir gecesi.
4- O gece melekler ve Rûh, takdîr edilen her iş için, Rablerinin izniyle inerler.
5- Esenliktir, o gece, gün ışığıncaya dek sürer.
1.“El-kadr” kelimesi “kanun, plan” demektir. Bu kelimeyi fiil kalıbında aldığımızda “Kanuna bağladı, planladı” demek olur. Kadir Gecesi’nde melekler ve Ruh, yani Cebrail yeryüzüne inerler ve her işi planlarlar, kanuna bağlarlar. Teşbihte hata olmayacağı kuralından hareket ederek şu örneği verebiliriz:
“Devletler gelecekte yapacakları işlerin kalkınma planını yaparlar. Yüce Allah, melekleri ve Cebrail’i yeryüzüne gönderiyor ve onlar bir sonraki Kadir Gecesi’ne kadar yeryüzünün ve kâinatın planlamasını yapıp kanunlaştırırlar, yani takdir ederler.”
2. “Kadr”, “değer” demektir. “Kadrini bilmek” derken, değerini bilmek ifade edilmektedir. Fakat bu kelimenin fiil kalıbını alınca “değerlendirdi” anlamına gelmektedir. Melekler ve Cebrail bir önceki Kadir Gecesi’nden bu geceye kadar geçen bir yıl içinde olanların değerlendirmesini yaparlar. Aynı zamanda Kadir Gecesi’nde bizim isteklerimizi değerlendirirler. Değerlendirip karara bağlarlar.
3. “Kadr”, “ölçü” anlamına gelmektedir: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer, 49) buyururken, ayetteki “kader” kelimesine “ölçü” anlamı verilmektedir. Yüce Allah, kâinatı, içindeki cisim ve varlıkları belli bir ölçüde yaratmıştır. Şimdi bu üç manadan hareketle Kur’an’ın bu gecede inmesinin bağlantısını kurabiliriz. Kur’an Allah’ın kanunudur, ahlaki değerleri getirmiştir, bir hayat ve davranış ölçüsüdür. Kur’an, insanlığa düşünce ve davranış ölçüleri getirmiştir. Bu bakımdan Kadir Gecesi ile Kur’an örtüşmektedir.
4. “Kadr”, “güç” anlamına gelmektedir. “Şüphesiz Allah her şeye güç yetirir” (Bakara, 109) buyururken kadr kelimesini kadîr kalıbında kullanmaktadır. Yüce Allah her şeyi Kadir Gecesi’nde planladığı ve kanuna bağlayıp yarattığı için gücünü tatbikata koymuştur.
5. “Kadr”, “mübarek, şeref, azamet” anlamına da gelmektedir. Onun için, Duhan 3’te Kadir Gecesi’ne “mübarek gece” denmiştir. Kur’an da insanlığa şeref vermek için gelmiştir. (Enbiyâ, 10; Zuhruf, 44).
6. “Kadr”, aynı zamanda “daraltmak, yani eksiltmek” anlamına da gelmektedir. (Fecr, 16).
Şimdi Kadir Gecesi’nin öneminin ne olduğu sorusunu cevaplandıracağız.
“Biz Kur’an’ı Kadir Gecesi’nde indirdik.”
Bu ayette geçen “enzelnâ”, yani “indirdik” fiili “öğrettik” anlamına gelmektedir. Bakara 97’de Cebrail’in Kur’an’ı Hz. Peygamber’in gönlüne indirdiği ifade edilmektedir. Bunun anlamı, Hz. Peygamber’e gönülden öğretildi, o da gönülden öğrendi, demektir.
İndirme fiilinin sonunda yer alan “hu” zamiri Kur’an’a gitmektedir. Onun için mealde doğrudan “Kur’an” kelimesine yer verdik. Kur’an’ı yüce Allah’ın indirmesi, yani öğretmesi, onu Hz. Peygamber’in yazmadığının delili olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, yüce Allah önce zamanı yarattı ve bu zaman içinde kâinatı ve onun içindeki varlıkları yarattı. Kadir Gecesi Kur’an’dan önce vardı, yani “Kur’an o gecede indirildiği” için Kadir Gecesi olmadı. Kadir Gecesi olduğu için Kur’an o gecede indirilmiştir.
ALİ EKBER

TEVBE – AFV – İSTİĞFAR
TEVBE
Tevbe kelimesi Arapça gramerinde te-ve-be harflerinden oluşmaktadır. Anlamı en güzel şekilde günahı terk etmektir. Bu özür dilemenin en etkili yoludur. Özür dileme üç şekilde olur.
1- Ben yapmadım.
2- Şundan dolayı yaptım.
3- Ben yaptım ama kötü ettim. Artık ondan vazgeçtim. İşte sonuncusuna Tevbe denir.
Şeriata göre Tevbe kötülüğünden dolayı günahı terk etmek, yaptığına pişman olmak, bir daha dönmeyeceğine kesin karar vermek ve düzeltilebilecek olan hareketlerini yaparak düzeltmektir. Bu dört şart bir araya geldiğinde tevbenin şartları tamamlanmış olur.
Tevbe yüce Allah’a yöneliştir.
Bakara süresi/ 54 “Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.”
Nur süresi/ 31 “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide süresi/ 74 “Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”
Tevvab; kendisine dönüş yapanlara fırsat verdiğinden yüce Allah’a bu isim verilir.
Furkan süresi/ 71 “ Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”
Rad süresi / 30 “(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabb’imdir. O’ndan başka tanrı yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.”
Bakara süresi/ 54 “Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.”
Tevbe yaptığı davranışın zararını düşünerek terk etmesi, gerçek mana da Allah rızası için o davranışı terk etmiyorsa bu Tevbe sayılmaz. Çünkü yaptığı davranışı günah olarak kabul etmediği için bu pişmanlık anlamına gelemez. Özür mahiyetinde düşünülemez. Bu yüzden Tevbe bir ibadet olark kabul edilmez. Tevbenin altında yatan düşünce rabbinin rızasını dilemektir. Hatalarının acı ve elemi kalbini rahatsız ettiği için terk edilir.
Hemen şimdi yapacağı Tevbe; o hataları terk etmektir. Burada kalp devreye girer.
Gelecekte ise bu yaptığı hataların telafisi için uğraşmaktır. İşte burada da ilim devreye girer. Bundan sonra ne yapması gerektiğini ilimle öğrenir.
Tevbe umudun belirtisidir. Umudunu yitirmeyenler tevbeye sarılırlar.
Tevbe kişinin kendi irade ve isteği ile olmalıdır. Zoraki Tevbe etmeler gerçekten Tevbe anlamına gelmez. Ayrıca iradesi kendisinde iken Tevbe etmek gerekir. Bu sürecin sonuna gelinmiş ise Tevbesi kabul olmaz.
Nisa süresi/ 18 “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”
AFV
Afv Arapça gramerinde a-fe- e harflerinden oluşmaktadır. Suç, kusur, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırılmamak, suç işleyeni kınamamak.
Allah’u Teâlâ kendisine ortak koşulması dışında kalan diğer suç ve günahları hesap gününde affedebilir. Bu kullarına olan merhametini gösterir. Günahlarından Tevbe eden kullarını affetmesi daha büyük bir ihtimal dâhilindedir.
Tahrim süresi/ 8 “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin” derler.”
Tevbeden sonra af dilemek gerekir.
Şura süresi / 40 “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”
Bakara süresi / 52 “. O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.”
Tevbe süresi / 66 “(Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.”
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de “ afv” tabiri fazlalık anlamında da kullanılmıştır.
Bakara süresi / 219 “… Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. “İhtiyaç fazlasını” de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.”
İSTİĞFAR
İstiğfar; Arapça gramerinde ğa-fe- re harflerinden oluşmaktadır. Bir şeye, onu kirden koruyacak elbise giydirmektir. Allah’tan olan, Allah’ın kulunu azaptan korumasıdır.
Al-i İmran süresi / 135 “ Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.”
İstiğfar; söz ve fiil ile af talep etmektir.
Nuh süresi/ 10 “ Dedim ki: Rabb’inizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.”
Miğfer; bu kelimeden türemiş olup, bu şeyi örtünmesi gereken şeyle örtünmesidir.
Mağfiret te bu anlamda kullanılır. Umulur ki Rabb’in günahları örtmesidir.
HZ. ALİ (AS) DEN KUMEYL’E TEVBE VE MAĞFİRET İLE İLGİLİ NASİHATİ
İmam’dan: “Ey Emi r-ü l Mü’min, bir kul günah isliyor, sonra da mağfiret diliyor; acaba mağfiret dilemenin haddi (gerçeği) nedir?” diye sordum.
İmam söyle buyurdular: Ey Ziyadoğlu (Kumeyl ), mağfiret dilemenin haddi tövbedir. “Yalnız bu mu?” dedim, “Hayır” buyurdular. “Öyleyse nasıldır?”dedim; buyurdular ki: “Kul bir günah işlediğinde tahrik ile esteğfirullah” diyor.
“Tahrik nedir?” diye sordum; buyurdular ki: “Dil ve dudakları hareket ettirmektir; ardından hakikatin gelmesini istiyor” dedi.
“Hakikat nedir?” diye sordum. “Kalple tasdik etmek ve mağfiret dilediği günahı tekrarlamamaya karar vermektir.” buyurdular.
Kumeyl : “Eğer böyle yaparsam mağfiret dileyenlerden sayılır mıyım?” diye sorunca İmam söyle buyurdu: “Hayır.”
Kumeyl : “Peki nasıl yapmalı?” dediğimde, buyurdular ki: “Çünkü sen henüz mağfiret dilemenin aslına ulaşmamışsın.”
Kumeyl : “Mağfiret dilemenin aslı nedir?” diye sordum, İmam buyurdular ki: “Mağfiret dilediği günahtan tövbeye dönmektir.
İşte bu ibadet edenlerin ilk derecesidir.
Bir de günahı terk edip, mağfiret dilemenin altı manası vardır:
1- Geçmişe pişmanlık duymak.
2-2- Ebedi olarak (günaha) dönmemeye karar vermek.
3- Kendi ile diğer yaratıklar arasında bulunan hakları eda etmek.
4- Her farz olan iste Allah’ın hakkını eda etmek.
5- Haramla oluşan etleri, deri kemiğe yapışacak derecede eritmek; sonra yerine (helalle oluşan) yeni et meydana getirmek.
6- Vücuda günahın tadını tattırdığın gibi, ona itaatin da meşakkat ve acısını tattırmak.”
Bakara süresi/285- 286 “ Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik.
Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır” dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.
Ey Rabb’imiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabb’imiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla.”
Tevbe kelimesi Arapça gramerinde te-ve-be harflerinden oluşmaktadır. Anlamı en güzel şekilde günahı terk etmektir. Bu özür dilemenin en etkili yoludur. Özür dileme üç şekilde olur.
1- Ben yapmadım.
2- Şundan dolayı yaptım.
3- Ben yaptım ama kötü ettim. Artık ondan vazgeçtim. İşte sonuncusuna Tevbe denir.
Şeriata göre Tevbe kötülüğünden dolayı günahı terk etmek, yaptığına pişman olmak, bir daha dönmeyeceğine kesin karar vermek ve düzeltilebilecek olan hareketlerini yaparak düzeltmektir. Bu dört şart bir araya geldiğinde tevbenin şartları tamamlanmış olur.
Tevbe yüce Allah’a yöneliştir.
Bakara süresi/ 54 “Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.”
Nur süresi/ 31 “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”
Maide süresi/ 74 “Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemeyecekler mi? Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”
Tevvab; kendisine dönüş yapanlara fırsat verdiğinden yüce Allah’a bu isim verilir.
Furkan süresi/ 71 “ Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”
Rad süresi / 30 “(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabb’imdir. O’ndan başka tanrı yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.”
Bakara süresi/ 54 “Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün. Öyle yapmanız Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabul eden ancak O’dur.”
Tevbe yaptığı davranışın zararını düşünerek terk etmesi, gerçek mana da Allah rızası için o davranışı terk etmiyorsa bu Tevbe sayılmaz. Çünkü yaptığı davranışı günah olarak kabul etmediği için bu pişmanlık anlamına gelemez. Özür mahiyetinde düşünülemez. Bu yüzden Tevbe bir ibadet olark kabul edilmez. Tevbenin altında yatan düşünce rabbinin rızasını dilemektir. Hatalarının acı ve elemi kalbini rahatsız ettiği için terk edilir.
Hemen şimdi yapacağı Tevbe; o hataları terk etmektir. Burada kalp devreye girer.
Gelecekte ise bu yaptığı hataların telafisi için uğraşmaktır. İşte burada da ilim devreye girer. Bundan sonra ne yapması gerektiğini ilimle öğrenir.
Tevbe umudun belirtisidir. Umudunu yitirmeyenler tevbeye sarılırlar.
Tevbe kişinin kendi irade ve isteği ile olmalıdır. Zoraki Tevbe etmeler gerçekten Tevbe anlamına gelmez. Ayrıca iradesi kendisinde iken Tevbe etmek gerekir. Bu sürecin sonuna gelinmiş ise Tevbesi kabul olmaz.
Nisa süresi/ 18 “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”
AFV
Afv Arapça gramerinde a-fe- e harflerinden oluşmaktadır. Suç, kusur, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırılmamak, suç işleyeni kınamamak.
Allah’u Teâlâ kendisine ortak koşulması dışında kalan diğer suç ve günahları hesap gününde affedebilir. Bu kullarına olan merhametini gösterir. Günahlarından Tevbe eden kullarını affetmesi daha büyük bir ihtimal dâhilindedir.
Tahrim süresi/ 8 “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin” derler.”
Tevbeden sonra af dilemek gerekir.
Şura süresi / 40 “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”
Bakara süresi / 52 “. O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.”
Tevbe süresi / 66 “(Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.”
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de “ afv” tabiri fazlalık anlamında da kullanılmıştır.
Bakara süresi / 219 “… Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. “İhtiyaç fazlasını” de. Allah size âyetleri böyle açıklar ki düşünesiniz.”
İSTİĞFAR
İstiğfar; Arapça gramerinde ğa-fe- re harflerinden oluşmaktadır. Bir şeye, onu kirden koruyacak elbise giydirmektir. Allah’tan olan, Allah’ın kulunu azaptan korumasıdır.
Al-i İmran süresi / 135 “ Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.”
İstiğfar; söz ve fiil ile af talep etmektir.
Nuh süresi/ 10 “ Dedim ki: Rabb’inizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.”
Miğfer; bu kelimeden türemiş olup, bu şeyi örtünmesi gereken şeyle örtünmesidir.
Mağfiret te bu anlamda kullanılır. Umulur ki Rabb’in günahları örtmesidir.
HZ. ALİ (AS) DEN KUMEYL’E TEVBE VE MAĞFİRET İLE İLGİLİ NASİHATİ
İmam’dan: “Ey Emi r-ü l Mü’min, bir kul günah isliyor, sonra da mağfiret diliyor; acaba mağfiret dilemenin haddi (gerçeği) nedir?” diye sordum.
İmam söyle buyurdular: Ey Ziyadoğlu (Kumeyl ), mağfiret dilemenin haddi tövbedir. “Yalnız bu mu?” dedim, “Hayır” buyurdular. “Öyleyse nasıldır?”dedim; buyurdular ki: “Kul bir günah işlediğinde tahrik ile esteğfirullah” diyor.
“Tahrik nedir?” diye sordum; buyurdular ki: “Dil ve dudakları hareket ettirmektir; ardından hakikatin gelmesini istiyor” dedi.
“Hakikat nedir?” diye sordum. “Kalple tasdik etmek ve mağfiret dilediği günahı tekrarlamamaya karar vermektir.” buyurdular.
Kumeyl : “Eğer böyle yaparsam mağfiret dileyenlerden sayılır mıyım?” diye sorunca İmam söyle buyurdu: “Hayır.”
Kumeyl : “Peki nasıl yapmalı?” dediğimde, buyurdular ki: “Çünkü sen henüz mağfiret dilemenin aslına ulaşmamışsın.”
Kumeyl : “Mağfiret dilemenin aslı nedir?” diye sordum, İmam buyurdular ki: “Mağfiret dilediği günahtan tövbeye dönmektir.
İşte bu ibadet edenlerin ilk derecesidir.
Bir de günahı terk edip, mağfiret dilemenin altı manası vardır:
1- Geçmişe pişmanlık duymak.
2-2- Ebedi olarak (günaha) dönmemeye karar vermek.
3- Kendi ile diğer yaratıklar arasında bulunan hakları eda etmek.
4- Her farz olan iste Allah’ın hakkını eda etmek.
5- Haramla oluşan etleri, deri kemiğe yapışacak derecede eritmek; sonra yerine (helalle oluşan) yeni et meydana getirmek.
6- Vücuda günahın tadını tattırdığın gibi, ona itaatin da meşakkat ve acısını tattırmak.”
Bakara süresi/285- 286 “ Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik.
Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır” dediler. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.
Ey Rabb’imiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabb’imiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla.”

ZULÜM VE NUR
KARANLIKLAR VE AYDINLIK
Arapça da zulüm kelimesi karanlık olarak geçer. Karanlık aydınlığın olmamasıdır. Cehalet, şirk ve fısk anlamlarında da kullanılır. Onların zıt anlamına da nur yani aydınlık denir. Yüce Allah karanlıkları ve aydınlığı imtihan gereği olarak her ikisini yaratmış ama tavsiyelerinde aydınlığın peşinden gidilmesini istemiştir. Aydınlık olarak kendi hidayetini yol olarak göstermiştir.
Bakara süresi/ 257: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.”
Enam süresi/ 122: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.”
Dil bilimcilere ve âlimlere göre zülüm; bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Bu da ya onu eksiltmek veya artırmak, ya da onu zamanından veya mekânından saptırmakla olur. Bu kelime az olsun, çok olsun haddi aşma anlamında da kullanılır. Bu yüzden günah işlemeye de zülüm denir. Zülüm her alanda olabilir.
İnsan yüce Rabb’ine karşı şirk işlediğinde zulme yani karanlıklara düşer.
Lokman süresi/ 13: “Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”
Zümer süresi/32: “Kim, Allah’a karşı yalan uyduran ve kendisine geldiğinde, doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalimdir? Cehennemde kafirler için kalacak bir yer mi yok!?”
Kısaca bir kul kendini yaratan Rabb’ini iyi tanımadığında, isim, sıfat ve fiillerini bilmediğinde, rıza ve sevgisini nerelerde araması gerektiğini anlamadığında, bildirdiklerine ve işaret ettiklerine itaat etmediğinde zulme düşmesi kaçınılmazdır. Ve böylece Rabbi’ni tanımamasından kaynaklanan bir bilinmezliğe, bir boşluğa, kapkara bir gecede kaybolmuşluğa düşer.
Kişi peygamber ve Ehl-i Beyt’ine de zülüm yapabilir. Peygamberlerin amacı yüce Allah’ın kulları için açtığı aydınlık yoluna davettir. Ama insanlar bu yola olan isyan ve asiliğini, Rabb’ine olan azgınlığını, O’nun model olarak seçtiği elçilere ve bu yolun vasilerine tepkiler olarak gösterirler. Bu tutum da onları karanlıklara iter. Çünkü aydınlık yolunu kendi elleriyle seçerler. Ve zulme düşerler.
Maide süresi/ 15: “Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.”
“Rablerinin izniyle İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma” ayet ifadesi, Risalet misyonunun ve ilahi kitabın amacını açıklamaya yöneliktir.
İfade sadece belli bir bölge ve topluluk ile sınırlı değildir. Zaten peygamberimizin (s.a.a) risaletinin genel olarak bütün insanlara yönelik olduğuna ilişkin ayetler açık ve anlaşılırdırlar: “Âlemlere uyarıcı olsun diye.” (Furkan, 1) “Kendisiyle size ve ulaştığı herkesi uyarmam için.” (Enam, 19) “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, Allah’ın elçisiyim.” (Araf, 158) Bu arada gerek Yahudileri ve genel olarak bütün ehli kitabı imana davet eden birçok ayetler vardır. Sonra peygamberimiz (s.a.a) fiilen onları iman etmeye davet etmiş, peygamberimizin soydaşlarından olmayan Abdullah b. Selam, Selman, Bilal ve Süheyb gibi birçok insan ona iman etmiştir. Bütün bunlar peygamberimizin risaletinin evrensel bir Risalet olduğunun kanıtlarıdır.
Kaldı ki, İbrahim suresinin sonunda: “İşte bu, kendisiyle uyarılsınlar… diye insanlara gönderilmiş bir bildiridir.” şeklinde bir ifade yer alıyor. Bu da gösteriyor ki, maksat, fiilen karanlıklardan aydınlığa çıkarılmış bulunan müminlerden daha genel olmak üzere bütün insanlaradır.
Peygambere olan zulümlerden onun ailesine de bir pay düşer. Çünkü insanlar peygambere iman etme gereğiyle neyi kabullendiklerini anlamayınca, peygambere yaptıkları haksızlıkları maalesef onun vasilerine de yaparlar. İşte Ehl-i Beyt’in tarih sürecinde yaşadıkları gözler önündedir. Peygamber vasilerine itaat etmeleri gerekirken onları ekonomik, siyasal, psikolojik, sosyolojik her yönden üzmüş, bununla da yetinmeyip onları ve onlara tabi olanları göz kırpmadan ortadan kaldırmışlardır. Onların amacı; Resulün dolayısıyla yüce Allah’ın aydınlık yoluna çağırmaktı. Asi olan insanların derdi ise; karanlıkları tercih etmekti. İşte aşağıda hatırlatılan ayet-i kerime peygamberin Ehl-i Beyt’ine işaret idi.
Nur süresi/ 35: “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak (kadar berrak) tır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
Resulullah(s.a.a) Ehl-i Beyt’ini öne sürerken inananlara aydınlık yolunu nasıl takip edeceklerini hatırlatıyordu. Ama burada da insanlar zulme düştüler. O nuru da söndürmek istediler.
İnsanlar Kur’an’a karşı da zulme düşebilirler. Aydınlık yolu karanlıklara çevirebilirler.
Şura süresi/52-53: “İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner.”
Maide süresi/ 15: “Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.”
Kişi diğer insanlara da zülüm yapabilir.
Şura süresi/ 42 “Ceza yolu ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.”
Yüce Rabb’inin ve Resulünün tavsiyelerini dinlemediği takdirde; kişi çevresindeki tüm insanlara, eşine, çocuğuna, akrabalarına, arkadaşlarına, dostlarına, halkına, insanlığa haksızlık yapması kaçınılmazdır. Her türlü hakları ihlal eder. Çünkü her şeyi yerinden oynatıyordur. Haddini aşar.
Hatta en büyük zulmü, kişi kendi nefsine de yapabilir. Çünkü kendince doğrular karanlıklardadır.
Nahl süresi/ 33: “(O kâfirler) kendilerine ancak meleklerin veya senin Rabb’inin helâk emrinin gelmesini bekliyorlar. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.”
Zaten doğruları karanlıklarda arayan, bir zülüm kozasının içerisinde kalmıştır. Hayatı tamamen kararmaya başlar. Koyu bir gece gibidir. Oysaki yüce Allah insanlara sabahı müjdeler. Bundan dolayı aydınlığı yakalamak isteyen, Rabb’inin yol göstermesinde aramalıdır.
Tüm bu anlatımlardan sonra şu sonuca varılmaktadır. Karanlıklar ve aydınlıktan maksat, sapıklık ve hidayettir. Kur’an’ın birçok yerinde hidayet aydınlık; sapıklık ise karanlık olarak nitelendirilmiştir. Bu arada dikkati çeken bir husus karanlıkların çoğul, buna karşılık aydınlığın tekil olarak kullanılmış olmasıdır. Çünkü hidayet haktandır, hak ise, tektir; cüzleri ile tasavvuru veya nesnel parçaları arasında değişiklik, farklılık ve çokluk olmaz. Bundan dolayı peygamberin her dediğinin ve gelen her ayetin temelinde tevhid vardır. Ve tüm insanları hep Muvahhid kimliğe davet eder.
Karanlık yani sapkınlık ise bundan tamamen farklıdır. Çünkü sapıklık hevaya uymanın bir ürünüdür. Heva ise farklılık gösterir, değişkendir, birbirini tutmaz. Hevalar arasında birlik ve ahenk olmaz. Boyutları ve tasavvuru ve nesnel karşılıkları arasında uyum ve örtüşme diye bir şey yoktur. Bu yüzden çok kişilik taşırlar. Tek kimlik taşımazlar. Zaten şirk buradan açığa çıkar.
Aydınlık yol için, Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (Enam, 153)
Karanlıklar içinde olan kimse için de yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabb’inden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer süresi/ 22)
Arapça da zulüm kelimesi karanlık olarak geçer. Karanlık aydınlığın olmamasıdır. Cehalet, şirk ve fısk anlamlarında da kullanılır. Onların zıt anlamına da nur yani aydınlık denir. Yüce Allah karanlıkları ve aydınlığı imtihan gereği olarak her ikisini yaratmış ama tavsiyelerinde aydınlığın peşinden gidilmesini istemiştir. Aydınlık olarak kendi hidayetini yol olarak göstermiştir.
Bakara süresi/ 257: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.”
Enam süresi/ 122: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.”
Dil bilimcilere ve âlimlere göre zülüm; bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Bu da ya onu eksiltmek veya artırmak, ya da onu zamanından veya mekânından saptırmakla olur. Bu kelime az olsun, çok olsun haddi aşma anlamında da kullanılır. Bu yüzden günah işlemeye de zülüm denir. Zülüm her alanda olabilir.
İnsan yüce Rabb’ine karşı şirk işlediğinde zulme yani karanlıklara düşer.
Lokman süresi/ 13: “Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”
Zümer süresi/32: “Kim, Allah’a karşı yalan uyduran ve kendisine geldiğinde, doğruyu (Kur’an’ı) yalanlayandan daha zalimdir? Cehennemde kafirler için kalacak bir yer mi yok!?”
Kısaca bir kul kendini yaratan Rabb’ini iyi tanımadığında, isim, sıfat ve fiillerini bilmediğinde, rıza ve sevgisini nerelerde araması gerektiğini anlamadığında, bildirdiklerine ve işaret ettiklerine itaat etmediğinde zulme düşmesi kaçınılmazdır. Ve böylece Rabbi’ni tanımamasından kaynaklanan bir bilinmezliğe, bir boşluğa, kapkara bir gecede kaybolmuşluğa düşer.
Kişi peygamber ve Ehl-i Beyt’ine de zülüm yapabilir. Peygamberlerin amacı yüce Allah’ın kulları için açtığı aydınlık yoluna davettir. Ama insanlar bu yola olan isyan ve asiliğini, Rabb’ine olan azgınlığını, O’nun model olarak seçtiği elçilere ve bu yolun vasilerine tepkiler olarak gösterirler. Bu tutum da onları karanlıklara iter. Çünkü aydınlık yolunu kendi elleriyle seçerler. Ve zulme düşerler.
Maide süresi/ 15: “Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.”
“Rablerinin izniyle İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma” ayet ifadesi, Risalet misyonunun ve ilahi kitabın amacını açıklamaya yöneliktir.
İfade sadece belli bir bölge ve topluluk ile sınırlı değildir. Zaten peygamberimizin (s.a.a) risaletinin genel olarak bütün insanlara yönelik olduğuna ilişkin ayetler açık ve anlaşılırdırlar: “Âlemlere uyarıcı olsun diye.” (Furkan, 1) “Kendisiyle size ve ulaştığı herkesi uyarmam için.” (Enam, 19) “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, Allah’ın elçisiyim.” (Araf, 158) Bu arada gerek Yahudileri ve genel olarak bütün ehli kitabı imana davet eden birçok ayetler vardır. Sonra peygamberimiz (s.a.a) fiilen onları iman etmeye davet etmiş, peygamberimizin soydaşlarından olmayan Abdullah b. Selam, Selman, Bilal ve Süheyb gibi birçok insan ona iman etmiştir. Bütün bunlar peygamberimizin risaletinin evrensel bir Risalet olduğunun kanıtlarıdır.
Kaldı ki, İbrahim suresinin sonunda: “İşte bu, kendisiyle uyarılsınlar… diye insanlara gönderilmiş bir bildiridir.” şeklinde bir ifade yer alıyor. Bu da gösteriyor ki, maksat, fiilen karanlıklardan aydınlığa çıkarılmış bulunan müminlerden daha genel olmak üzere bütün insanlaradır.
Peygambere olan zulümlerden onun ailesine de bir pay düşer. Çünkü insanlar peygambere iman etme gereğiyle neyi kabullendiklerini anlamayınca, peygambere yaptıkları haksızlıkları maalesef onun vasilerine de yaparlar. İşte Ehl-i Beyt’in tarih sürecinde yaşadıkları gözler önündedir. Peygamber vasilerine itaat etmeleri gerekirken onları ekonomik, siyasal, psikolojik, sosyolojik her yönden üzmüş, bununla da yetinmeyip onları ve onlara tabi olanları göz kırpmadan ortadan kaldırmışlardır. Onların amacı; Resulün dolayısıyla yüce Allah’ın aydınlık yoluna çağırmaktı. Asi olan insanların derdi ise; karanlıkları tercih etmekti. İşte aşağıda hatırlatılan ayet-i kerime peygamberin Ehl-i Beyt’ine işaret idi.
Nur süresi/ 35: “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile, neredeyse aydınlatacak (kadar berrak) tır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
Resulullah(s.a.a) Ehl-i Beyt’ini öne sürerken inananlara aydınlık yolunu nasıl takip edeceklerini hatırlatıyordu. Ama burada da insanlar zulme düştüler. O nuru da söndürmek istediler.
İnsanlar Kur’an’a karşı da zulme düşebilirler. Aydınlık yolu karanlıklara çevirebilirler.
Şura süresi/52-53: “İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner.”
Maide süresi/ 15: “Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.”
Kişi diğer insanlara da zülüm yapabilir.
Şura süresi/ 42 “Ceza yolu ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.”
Yüce Rabb’inin ve Resulünün tavsiyelerini dinlemediği takdirde; kişi çevresindeki tüm insanlara, eşine, çocuğuna, akrabalarına, arkadaşlarına, dostlarına, halkına, insanlığa haksızlık yapması kaçınılmazdır. Her türlü hakları ihlal eder. Çünkü her şeyi yerinden oynatıyordur. Haddini aşar.
Hatta en büyük zulmü, kişi kendi nefsine de yapabilir. Çünkü kendince doğrular karanlıklardadır.
Nahl süresi/ 33: “(O kâfirler) kendilerine ancak meleklerin veya senin Rabb’inin helâk emrinin gelmesini bekliyorlar. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.”
Zaten doğruları karanlıklarda arayan, bir zülüm kozasının içerisinde kalmıştır. Hayatı tamamen kararmaya başlar. Koyu bir gece gibidir. Oysaki yüce Allah insanlara sabahı müjdeler. Bundan dolayı aydınlığı yakalamak isteyen, Rabb’inin yol göstermesinde aramalıdır.
Tüm bu anlatımlardan sonra şu sonuca varılmaktadır. Karanlıklar ve aydınlıktan maksat, sapıklık ve hidayettir. Kur’an’ın birçok yerinde hidayet aydınlık; sapıklık ise karanlık olarak nitelendirilmiştir. Bu arada dikkati çeken bir husus karanlıkların çoğul, buna karşılık aydınlığın tekil olarak kullanılmış olmasıdır. Çünkü hidayet haktandır, hak ise, tektir; cüzleri ile tasavvuru veya nesnel parçaları arasında değişiklik, farklılık ve çokluk olmaz. Bundan dolayı peygamberin her dediğinin ve gelen her ayetin temelinde tevhid vardır. Ve tüm insanları hep Muvahhid kimliğe davet eder.
Karanlık yani sapkınlık ise bundan tamamen farklıdır. Çünkü sapıklık hevaya uymanın bir ürünüdür. Heva ise farklılık gösterir, değişkendir, birbirini tutmaz. Hevalar arasında birlik ve ahenk olmaz. Boyutları ve tasavvuru ve nesnel karşılıkları arasında uyum ve örtüşme diye bir şey yoktur. Bu yüzden çok kişilik taşırlar. Tek kimlik taşımazlar. Zaten şirk buradan açığa çıkar.
Aydınlık yol için, Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (Enam, 153)
Karanlıklar içinde olan kimse için de yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabb’inden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer süresi/ 22)

İHATA
Kelime kökü ha-ye-ta harflerinden oluşur. Bir yeri çevreleyen duvar anlamına gelir. Arapça duvara haitun denilir. Her ne kadar cisim anlamında algılansa da aslında bir sıfat olarak ta kullanılır.
Sınırlamak ve kuşatmak anlamına da gelir. Yüce Allah’ın ilim, kudret, hikmet, merhamet gibi sıfatların insanları kuşatması anlamında yüce Allah için “O, El- muhit’tir” denilir.
Al-i İmran süresi/ 120 “Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, ona sevinirler. Eğer siz sabırlı olur, Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Çünkü Allah onların işlediklerini kuşatmıştır.”
Hud süresi / 84 “Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber gönderdik. O şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”
Sınırlamak ve kuşatmak anlamına da gelir. Yüce Allah’ın ilim, kudret, hikmet, merhamet gibi sıfatların insanları kuşatması anlamında yüce Allah için “O, El- muhit’tir” denilir.
Al-i İmran süresi/ 120 “Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, ona sevinirler. Eğer siz sabırlı olur, Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Çünkü Allah onların işlediklerini kuşatmıştır.”
Hud süresi / 84 “Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber gönderdik. O şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”
bottom of page