top of page
BEN KİMİM?
BEN KİBEMİM

İSTANBUL’LU NERGİS HATUN KİMDİR?
NERGİS HATUN’DAN NELER ÖĞRENDİM?
Nergis hatun hakkında baba tarafından Doğu Rum İmparatorunun torunu yani Yeuşa (Yuşa)’nın kızı olduğu ve anne tarafından ise Hz. İsa peygamberin vasilerinden olan Şem’un’un torunlarından olduğu dışında çok fazla tarihi bilgiye sahip değiliz. Biz onu ilk olarak Bağdat’ta bir esir pazarında İmam Hasan Askeri’nin yakın dostlarından olan Beşir b. Süleyman’ın satın alması sonucu kendisinden bahsetmesiyle tanıyoruz. Rivayet şöyledir:
Beşir b. Süleyman Nehhas diyor ki: ‘Ben Ebu Eyyüb Ensari’nin evlatlarından, İmam Hadi ve İmam Askeri’nin (a.s) dostlarından ve Samerra’da onların komşusu idim. Samerra’da olduğum zamanlardan bir gece vakti kapım çaldı. Hz. Hadi’nin (a.s) elçisi Kafur gelmişti ve beni İmam’ın (a.s) huzuruna çağırıyordu. O Hazretin (a.s) huzuruna vardım. İmam (a.s) buyurdu: ‘Ey Beşir! Sen Ensarın evlatlarındansın ve Ehlibeyt’in (a.s) velayeti hep ailenizde olmuştur. Siz Ehlibeyt’in (a.s) itimat ettiği bir ailesiniz. Bu gün sana öyle bir fazilet vereceğim ki bize yakınlıkta diğer Şialara önceliğin olacak. Sana bir sır vereceğim ve bir kenizi alman için seni göndereceğim. Sonra, Rumca bir mektup yazdı ve üzerini kendi hatemi ile mühürledi. İçinde iki yüz yirmi dinar olan sarı bir mendili çıkardı ve buyurdu: ‘Bunu al ve Bağdat’a git. Filan gün Fırat nehrinin kenarında dur. Esirler kervanının gelmesini, Abbasi hükümetinin görevlilerinin, alıcılar ve Irak’lı gençlerin orada toplanmalarını bekle. Gün boyu, Köle satıcısı Ömer b. Yezid’i gözlemle. Yanında şöyle özelliklere sahip, üzerinde iki ipek kumaştan elbise bulunan bir kenizi satmak isteyecektir. Bu keniz yüzünü açmak istemeyecek, alıcılara dokunmayacak ve onların sözünü dinlemeyecektir. Sen sabırla bekle. Satıcı o kenize tokat atınca, keniz Rumca diyecektir: ‘Yazıklar olsun örtüme dokunana.’ Alıcılardan birisi seslenecek: ‘Bunun iffeti benim dikkatimi çekti ve üç yüz dinar ödemeye hazırım.’ Keniz Arapça diyecek: ‘Hz. Süleyman’ın elbisesini giysen ve hükümetine sahip olsan sana karşı bir rağbetim olmayacaktır. Malını boşuna harcama.’ Satıcı diyecek: ‘Çare nedir? Seni satmam lazım.’ Keniz diyecektir: ‘Acele etme, öyle bir alıcı gelecektir ki onun diyanetine ve emanetine itimat edeceğim.’ O anda kalk ve Ömer b. Yezit’in yanına git ve de: ‘Büyük şahsiyetlerden birisinin kendi büyüklüğünü, keramet, vefa ve cömertliğini Rumca yazmış olduğu bir mektup yanımda var. Mektubu kenize ver ve kendi sahibinin ahlakı üzerine düşünmesine izin ver. Eğer ona istekli olur ve razı olursa ben o büyük şahsiyetin vekiliyim ve bu kenizi onun için satın alacağım.’ Beşir b. Süleyman diyor: ‘İmam Hadi’nin buyruklarını tamamıyla yerine getirdim ve keniz o mektuba baktığında ağladı ve Ömer b. Yezid’e dedi: ‘Beni bu mektubun sahibine sat. Satmazsan yemin olsun ki kendimi öldüreceğim.’ Kenizin fiyatı üzerine sohbet ettik ve İmam Hadi’nin (a.s) vermiş olduğu miktarın aynısıyla anlaştık. Kenizi Bağdat’ta ki evime getirdim. Eve geldikten sonra İmam Hadi’nin (a.s) mektubunu cebinden çıkardı ve öpüp koklamaya başladı. Şaşkınlıktan ona sordum: ‘Tanımadığın birsinin mektubunu mu öpüyorsun?’ Dedi: ‘Ey yolda kalmış ve Enbiya’nın makamına bilgisi az olan şahsiyet. Beni iyice dinle. Ben Rum padişahının oğlu Yeşua’nın kızı Melike’yim. Annem Hz. İsa’nın vekili Şemun’un evlatlarındandır. Sana şaşıracağın bir olayı anlatayım. Atam, Rum padişahı beni on üç yaşımda kardeşinin oğlu ile evlendirmek istedi. Görkemli bir kutlama toplantısı yaptı. Bu toplantıya Havarilerin çocuklarından ve keşişlerden oluşan üç yüz kişi çağırmıştı. Ayrı yeten davetliler içinde ileri gelenlerden yedi yüz şahsiyet, ordu, hükümet ve kabile büyüklerinden dört bin kişi vardı. Kırk basamak üzerine altın ve gümüşle süslenmiş bir taht bıraktı. Kardeşinin oğlu bu tahtın üzerine çıktı, haçlar asıldı, keşişler duaya başladılar ve İncilleri açtılar. Aniden haçlar yere döküldüler, sütunlar misafirlerin üzerine doğru çöktüler ve tahta çıkan kimse baygın bir şekilde yere düştü. Keşişlerin yüzünden renk kaçtı ve büyükleri padişaha dedi: ‘Bizi bu uğursuz şahsiyetleri görmekten muaf tut.’ Padişah keşişlere dedi: ‘Sütunları düzeltin, haçları asın ve bu baygının kardeşini getirin ve torunumu onunla evlendireyim. Bu şekilde uğursuzluğu da defetmiş oluruz.’ Yeniden eğlence meclisini başlattılar. Birincinin başına gelenlerin aynısı ikincinin de başına gelince insanlar orayı terk ettiler. Dedem Rum padişahının morali bozuldu ve saraya çekildi. Ben o gece rüyamda Hz. İsa, Şemun ve havarilerden bir grubun dedem Rum padişahının sarayında toplandıklarını gördüm. Dedemin taht koyduğu yerde şimdi de yüksek bir minber vardı. Hz. Muhammed (s.a.a) gençler ve evlatlarının kaç tanesiyle içeriye geldiler. Hz. İsa, onu karşıladı ve kucakladı. Hz. Muhammed (s.a.a) ona buyurdu: ‘Ey Ruhullah! Ben senin vasin, Şemun’un kızı Melike’yi bu oğlum için istemeye geldim. (Elini uzattı ve bu mektubun sahibi Ebu Muhammed’e işaret etti.) Hz. İsa, Şemun’a baktı ve büyüklük seni bulmuştur, Hz. Muhammed’le akraba ol. Şemun’da kabul etti. Sonra, Hz. Muhammed (s.a.a) minbere çıktı ve hutbe okudu ve beni oğlu ile evlendirdi. Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) evlatları ve havariler şahit idiler. Rüyadan uyandım ve kimseye anlatmamaya karar verdim. Çünkü bu rüyamı dedeme anlatsam beni öldürebilirdi. Kimseye söylemedim ve kalbimde taşıdım. Kalbim Ebu Muhammed’in aşkıyla dolup taştı. Zamanla yemek ve içmekten kesildim, zayıfladım ve hastalandım. Dedem Rum şehirlerinden getirmedik doktor bırakmadı ama hiç birisi derdime çare olamadılar. Ümitsiz kaldı ve bana dedi: ‘Ey gözümün nuru, yapmamı istediğin bir şey var mı? Dedim: ‘Dedeciğim, bütün kapılar üzerime kapandı. Eğer Müslüman esirlerden eziyet ve zincirleri azaltacak olursan, onları özgür bıraksan, Hz. İsa’nın (a.s) hoşnut olmasını ve bana şifa vermesini ümit ediyorum.’ Dedem de bunu yapınca bende biraz yemek yiyerek durumumun iyileştiği izlenimi verdim. Dedem çok sevindi ve esirlere ikramı artırdı. Dört gece sonra, Hz. Fatima (s.a) ve Hz. Meryem’i (s.a) rüyamda gördüm ki Cennet hizmetçilerinden bin kişi ile beni ziyarete geldiler. Hz. Meryem (s.a) bana dedi: ‘Bu Hz. Fatima (s.a), Ebu Muhammed’in (a.s) annesidir.’ Ben ona sarıldım ve Ebu Muhammed’in neden beni görmeye gelmediğini sordum. Hz. Fatima (s.a) buyurdu: ‘Sen daha Müslüman olmadın. Müslüman olmadığın sürece görmeye gelmeyecektir. Allah’ın, Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in rızasını istiyorsan ve Ebu Muhammed’in seni görmesini istiyorsan söyle: ‘Eşhedu en la ilahe illallah. Ve Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah.’ Bu cümleleri söyledim ve Hz. Fatima (s.a) beni kucakladı ve Müslüman olduğum için tebrik etti ve sonra buyurdu: ‘Şimdi Ebu Muhammed’i bekle ki senin yanına göndereceğim.’ Uykudan uyandım ve Ebu Muhammed’i görme arzusuyla tutuştum. Ertesi gece uyuduğumda Ebu Muhammed (a.s) rüyamda beni görmeye geldi. Ona şikâyette bulunduğumda buyurdu: ‘Benim senin yanına gelmememin tek sebebi Müslüman olmaman idi. Şimdi Müslüman oldun ve artık her gece seni ziyarete geleceğim. Allah gerçek hayatta bizi buluşturuncaya kadar. O geceden beridir her gece beni ziyarete gelmektedir. Beşir diyor, ona sordum, nasıl esirlerin içerisine karıştın? Dedi: ‘Bir gece Ebu Muhammed bana dedi: ‘Deden filan gün Müslümanlarla savaşmak için bir ordu gönderecek ve kendisi de onlarla birlikte hareket edecek. Sen hizmetçilerin elbiselerinden giyin ve tanınmadan filan yoldan hareket et. Bende öyle yaptım. İslam ordusu askerleri bize denk geldi ve bu şekilde esir oldum. Senden başka kimse benim Rum Padişahının torunu olduğumu bilmiyor. Elinde esir düştüğüm asker adımı sorunca ismimi gizledim ve Nergis olduğunu dedim. O da ‘bu keniz ismidir’ dedi. Dedim: ‘Sen Romalısın ve Arapça konuşuyorsun.’ Dedi: ‘Dedem, benim eğitimime önem veriyordu ve Arapça bilen bir kadını bana öğretmen olarak görevlendirmişti. Bana Arapça öğretti.’ Beşir diyor: ‘Ben görevimi yerine getirdim ve Samerra’ya geldim ve İmam Hadi’nin (a.s) huzuruna vardım.
Nergis hatunun hayat hikâyesi kısaca böyledir. Sizce Nergis hatunu o muhteşem şatafatın, görkemin ve imkânlarla dolu hayatın içinden bu zorlu serüvene iterek, köle pazarına düşüren ve bu da yetmezmiş gibi imamın evinde tecrit ve gözetim altında sıkıntıyla dolu bir yaşantının içine getiren şey neydi acaba? Oysaki o, bu yolculuğa çıkmadan önce bütün kızların yerinde olmak için can attığı Prenses Melike idi.
Görünen o ki, Nergis hatun içinde yaşadığı göz boyayan o şaşalı hayattan hiç de memnun değil. Kendisini o hayatın içinde hep yabancı hissediyor. O, babası tarafındaki bu lüks ve görkemin yerine, annesi tarafından kendisine ulaşan Hz. İsa’nın öğretileriyle meşgul olmaktan daha çok huzur buluyor.
Emin olun Nergis hatunu Allah’ın son hüccetine anne olmak gibi büyük bir makama ulaştıran ve o rüyaları görmesine sebep olan en önemli özelliği, kendisinden, nefsinden ve içinde bulunduğu ortamdan memnun olmaması, razı olmamasıdır. Eğer o kendi nefsinden razı olsa yaşadığı kadar maneviyatın kendisine yeteceğini düşünse asla bu muhteşem olaylar ve kerametler başına gelmeyecek.
Nergis hatunu ne zaman okusam aklıma Musab bir Umeyr geliyor. Onunda ilginç bir hikayesi var. Ona da bir başka yazımızda değinelim inşallah.
Nergis Hatun gördüğü rüya ile kendisine hidayet kapılarının açıldığını anlamış ve bu uğurda sahip olduğu her şeyden hatta canından bile vazgeçmeyi göze alarak Allah’ın seçtiği özel bir insana eş ve son Hüccete de anne olma şerefine nail olmuştur.
Bu dünyada hiçbir şeyin tesadüf olmadığını ve insanların tercihleri doğrultusunda yaşadığını bu değerli hanımefendinin yaşantısı bize bir kez daha ispat etmektedir. İnsan ne yönde yaşamak ve ilerlemek istiyorsa Yüce Allah insana o yönde kapılar açıp seçenekler sunuyor.
Yine bu hanımefendinin hayatından alacağımız derslerden biri de tercihlerimizi tekrar gözden geçirmemiz ve bu tercihlerde kimleri kendimize kılavuz edinmemiz konusunda onun izlediği rotayı izlememizin gerekliliğidir. Nergis hatun tercihlerini yüce yaratıcının isteği ve rızasına uygun seçmiş ve yine Rahman’ın insanlığa hidayet edici olarak gönderdiği seçkin kullarını kılavuz olarak seçmiştir.
Unutmamak gerekir ki doğru kılavuz doğru istikamet, doğru istikamet ise kurtuluş demektir.
Peki, bizim kılavuzlarımız kim? Hayatımızı kimler yönlendiriyor? Kimleri kendimize örnek alıyoruz? Tercihlerimiz hangi yönde?
Acaba bizlerin hayatını Yüce Allah’ın Nisa Suresi’nin 59. Ayetinde her zamanda kendisine itaat edilmesini farz kıldığı hüccetler mi yönlendiriyor? Acaba bizim örneğimiz, rol modelimiz yine Yüce Allah’ın Ahzap Suresi’nin 21. Ayetinde işaret ettiği Resulü ve O’ndan sonra O’nun yolunu devam ettiren Ehlibeyti midir? Yoksa bizi yönlendirenler, bize kılavuzluk edenler bu liyakata sahip olmayanlar mıdır?
Sahi senin kılavuzun kim? Müdürün mü, anne-baban, komşun, sosyal medyada takip ettiklerin, arkadaşların, öğretmenin, televizyon kanallarında izlediğin bazı programlardaki saçma sapan insanlar… Kimin hayatını kendine örnek alıyor ve onun kılavuzluğuyla ahiret hayatına hazırlık yapıyorsun?
Oysa yüce Allah seni (tüm insanları ve cinleri) yalnızca kendisine ibadet etmen için yaratmadı mı? (Zariyat/51)
Nergis hatun hakkında baba tarafından Doğu Rum İmparatorunun torunu yani Yeuşa (Yuşa)’nın kızı olduğu ve anne tarafından ise Hz. İsa peygamberin vasilerinden olan Şem’un’un torunlarından olduğu dışında çok fazla tarihi bilgiye sahip değiliz. Biz onu ilk olarak Bağdat’ta bir esir pazarında İmam Hasan Askeri’nin yakın dostlarından olan Beşir b. Süleyman’ın satın alması sonucu kendisinden bahsetmesiyle tanıyoruz. Rivayet şöyledir:
Beşir b. Süleyman Nehhas diyor ki: ‘Ben Ebu Eyyüb Ensari’nin evlatlarından, İmam Hadi ve İmam Askeri’nin (a.s) dostlarından ve Samerra’da onların komşusu idim. Samerra’da olduğum zamanlardan bir gece vakti kapım çaldı. Hz. Hadi’nin (a.s) elçisi Kafur gelmişti ve beni İmam’ın (a.s) huzuruna çağırıyordu. O Hazretin (a.s) huzuruna vardım. İmam (a.s) buyurdu: ‘Ey Beşir! Sen Ensarın evlatlarındansın ve Ehlibeyt’in (a.s) velayeti hep ailenizde olmuştur. Siz Ehlibeyt’in (a.s) itimat ettiği bir ailesiniz. Bu gün sana öyle bir fazilet vereceğim ki bize yakınlıkta diğer Şialara önceliğin olacak. Sana bir sır vereceğim ve bir kenizi alman için seni göndereceğim. Sonra, Rumca bir mektup yazdı ve üzerini kendi hatemi ile mühürledi. İçinde iki yüz yirmi dinar olan sarı bir mendili çıkardı ve buyurdu: ‘Bunu al ve Bağdat’a git. Filan gün Fırat nehrinin kenarında dur. Esirler kervanının gelmesini, Abbasi hükümetinin görevlilerinin, alıcılar ve Irak’lı gençlerin orada toplanmalarını bekle. Gün boyu, Köle satıcısı Ömer b. Yezid’i gözlemle. Yanında şöyle özelliklere sahip, üzerinde iki ipek kumaştan elbise bulunan bir kenizi satmak isteyecektir. Bu keniz yüzünü açmak istemeyecek, alıcılara dokunmayacak ve onların sözünü dinlemeyecektir. Sen sabırla bekle. Satıcı o kenize tokat atınca, keniz Rumca diyecektir: ‘Yazıklar olsun örtüme dokunana.’ Alıcılardan birisi seslenecek: ‘Bunun iffeti benim dikkatimi çekti ve üç yüz dinar ödemeye hazırım.’ Keniz Arapça diyecek: ‘Hz. Süleyman’ın elbisesini giysen ve hükümetine sahip olsan sana karşı bir rağbetim olmayacaktır. Malını boşuna harcama.’ Satıcı diyecek: ‘Çare nedir? Seni satmam lazım.’ Keniz diyecektir: ‘Acele etme, öyle bir alıcı gelecektir ki onun diyanetine ve emanetine itimat edeceğim.’ O anda kalk ve Ömer b. Yezit’in yanına git ve de: ‘Büyük şahsiyetlerden birisinin kendi büyüklüğünü, keramet, vefa ve cömertliğini Rumca yazmış olduğu bir mektup yanımda var. Mektubu kenize ver ve kendi sahibinin ahlakı üzerine düşünmesine izin ver. Eğer ona istekli olur ve razı olursa ben o büyük şahsiyetin vekiliyim ve bu kenizi onun için satın alacağım.’ Beşir b. Süleyman diyor: ‘İmam Hadi’nin buyruklarını tamamıyla yerine getirdim ve keniz o mektuba baktığında ağladı ve Ömer b. Yezid’e dedi: ‘Beni bu mektubun sahibine sat. Satmazsan yemin olsun ki kendimi öldüreceğim.’ Kenizin fiyatı üzerine sohbet ettik ve İmam Hadi’nin (a.s) vermiş olduğu miktarın aynısıyla anlaştık. Kenizi Bağdat’ta ki evime getirdim. Eve geldikten sonra İmam Hadi’nin (a.s) mektubunu cebinden çıkardı ve öpüp koklamaya başladı. Şaşkınlıktan ona sordum: ‘Tanımadığın birsinin mektubunu mu öpüyorsun?’ Dedi: ‘Ey yolda kalmış ve Enbiya’nın makamına bilgisi az olan şahsiyet. Beni iyice dinle. Ben Rum padişahının oğlu Yeşua’nın kızı Melike’yim. Annem Hz. İsa’nın vekili Şemun’un evlatlarındandır. Sana şaşıracağın bir olayı anlatayım. Atam, Rum padişahı beni on üç yaşımda kardeşinin oğlu ile evlendirmek istedi. Görkemli bir kutlama toplantısı yaptı. Bu toplantıya Havarilerin çocuklarından ve keşişlerden oluşan üç yüz kişi çağırmıştı. Ayrı yeten davetliler içinde ileri gelenlerden yedi yüz şahsiyet, ordu, hükümet ve kabile büyüklerinden dört bin kişi vardı. Kırk basamak üzerine altın ve gümüşle süslenmiş bir taht bıraktı. Kardeşinin oğlu bu tahtın üzerine çıktı, haçlar asıldı, keşişler duaya başladılar ve İncilleri açtılar. Aniden haçlar yere döküldüler, sütunlar misafirlerin üzerine doğru çöktüler ve tahta çıkan kimse baygın bir şekilde yere düştü. Keşişlerin yüzünden renk kaçtı ve büyükleri padişaha dedi: ‘Bizi bu uğursuz şahsiyetleri görmekten muaf tut.’ Padişah keşişlere dedi: ‘Sütunları düzeltin, haçları asın ve bu baygının kardeşini getirin ve torunumu onunla evlendireyim. Bu şekilde uğursuzluğu da defetmiş oluruz.’ Yeniden eğlence meclisini başlattılar. Birincinin başına gelenlerin aynısı ikincinin de başına gelince insanlar orayı terk ettiler. Dedem Rum padişahının morali bozuldu ve saraya çekildi. Ben o gece rüyamda Hz. İsa, Şemun ve havarilerden bir grubun dedem Rum padişahının sarayında toplandıklarını gördüm. Dedemin taht koyduğu yerde şimdi de yüksek bir minber vardı. Hz. Muhammed (s.a.a) gençler ve evlatlarının kaç tanesiyle içeriye geldiler. Hz. İsa, onu karşıladı ve kucakladı. Hz. Muhammed (s.a.a) ona buyurdu: ‘Ey Ruhullah! Ben senin vasin, Şemun’un kızı Melike’yi bu oğlum için istemeye geldim. (Elini uzattı ve bu mektubun sahibi Ebu Muhammed’e işaret etti.) Hz. İsa, Şemun’a baktı ve büyüklük seni bulmuştur, Hz. Muhammed’le akraba ol. Şemun’da kabul etti. Sonra, Hz. Muhammed (s.a.a) minbere çıktı ve hutbe okudu ve beni oğlu ile evlendirdi. Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) evlatları ve havariler şahit idiler. Rüyadan uyandım ve kimseye anlatmamaya karar verdim. Çünkü bu rüyamı dedeme anlatsam beni öldürebilirdi. Kimseye söylemedim ve kalbimde taşıdım. Kalbim Ebu Muhammed’in aşkıyla dolup taştı. Zamanla yemek ve içmekten kesildim, zayıfladım ve hastalandım. Dedem Rum şehirlerinden getirmedik doktor bırakmadı ama hiç birisi derdime çare olamadılar. Ümitsiz kaldı ve bana dedi: ‘Ey gözümün nuru, yapmamı istediğin bir şey var mı? Dedim: ‘Dedeciğim, bütün kapılar üzerime kapandı. Eğer Müslüman esirlerden eziyet ve zincirleri azaltacak olursan, onları özgür bıraksan, Hz. İsa’nın (a.s) hoşnut olmasını ve bana şifa vermesini ümit ediyorum.’ Dedem de bunu yapınca bende biraz yemek yiyerek durumumun iyileştiği izlenimi verdim. Dedem çok sevindi ve esirlere ikramı artırdı. Dört gece sonra, Hz. Fatima (s.a) ve Hz. Meryem’i (s.a) rüyamda gördüm ki Cennet hizmetçilerinden bin kişi ile beni ziyarete geldiler. Hz. Meryem (s.a) bana dedi: ‘Bu Hz. Fatima (s.a), Ebu Muhammed’in (a.s) annesidir.’ Ben ona sarıldım ve Ebu Muhammed’in neden beni görmeye gelmediğini sordum. Hz. Fatima (s.a) buyurdu: ‘Sen daha Müslüman olmadın. Müslüman olmadığın sürece görmeye gelmeyecektir. Allah’ın, Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in rızasını istiyorsan ve Ebu Muhammed’in seni görmesini istiyorsan söyle: ‘Eşhedu en la ilahe illallah. Ve Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah.’ Bu cümleleri söyledim ve Hz. Fatima (s.a) beni kucakladı ve Müslüman olduğum için tebrik etti ve sonra buyurdu: ‘Şimdi Ebu Muhammed’i bekle ki senin yanına göndereceğim.’ Uykudan uyandım ve Ebu Muhammed’i görme arzusuyla tutuştum. Ertesi gece uyuduğumda Ebu Muhammed (a.s) rüyamda beni görmeye geldi. Ona şikâyette bulunduğumda buyurdu: ‘Benim senin yanına gelmememin tek sebebi Müslüman olmaman idi. Şimdi Müslüman oldun ve artık her gece seni ziyarete geleceğim. Allah gerçek hayatta bizi buluşturuncaya kadar. O geceden beridir her gece beni ziyarete gelmektedir. Beşir diyor, ona sordum, nasıl esirlerin içerisine karıştın? Dedi: ‘Bir gece Ebu Muhammed bana dedi: ‘Deden filan gün Müslümanlarla savaşmak için bir ordu gönderecek ve kendisi de onlarla birlikte hareket edecek. Sen hizmetçilerin elbiselerinden giyin ve tanınmadan filan yoldan hareket et. Bende öyle yaptım. İslam ordusu askerleri bize denk geldi ve bu şekilde esir oldum. Senden başka kimse benim Rum Padişahının torunu olduğumu bilmiyor. Elinde esir düştüğüm asker adımı sorunca ismimi gizledim ve Nergis olduğunu dedim. O da ‘bu keniz ismidir’ dedi. Dedim: ‘Sen Romalısın ve Arapça konuşuyorsun.’ Dedi: ‘Dedem, benim eğitimime önem veriyordu ve Arapça bilen bir kadını bana öğretmen olarak görevlendirmişti. Bana Arapça öğretti.’ Beşir diyor: ‘Ben görevimi yerine getirdim ve Samerra’ya geldim ve İmam Hadi’nin (a.s) huzuruna vardım.
Nergis hatunun hayat hikâyesi kısaca böyledir. Sizce Nergis hatunu o muhteşem şatafatın, görkemin ve imkânlarla dolu hayatın içinden bu zorlu serüvene iterek, köle pazarına düşüren ve bu da yetmezmiş gibi imamın evinde tecrit ve gözetim altında sıkıntıyla dolu bir yaşantının içine getiren şey neydi acaba? Oysaki o, bu yolculuğa çıkmadan önce bütün kızların yerinde olmak için can attığı Prenses Melike idi.
Görünen o ki, Nergis hatun içinde yaşadığı göz boyayan o şaşalı hayattan hiç de memnun değil. Kendisini o hayatın içinde hep yabancı hissediyor. O, babası tarafındaki bu lüks ve görkemin yerine, annesi tarafından kendisine ulaşan Hz. İsa’nın öğretileriyle meşgul olmaktan daha çok huzur buluyor.
Emin olun Nergis hatunu Allah’ın son hüccetine anne olmak gibi büyük bir makama ulaştıran ve o rüyaları görmesine sebep olan en önemli özelliği, kendisinden, nefsinden ve içinde bulunduğu ortamdan memnun olmaması, razı olmamasıdır. Eğer o kendi nefsinden razı olsa yaşadığı kadar maneviyatın kendisine yeteceğini düşünse asla bu muhteşem olaylar ve kerametler başına gelmeyecek.
Nergis hatunu ne zaman okusam aklıma Musab bir Umeyr geliyor. Onunda ilginç bir hikayesi var. Ona da bir başka yazımızda değinelim inşallah.
Nergis Hatun gördüğü rüya ile kendisine hidayet kapılarının açıldığını anlamış ve bu uğurda sahip olduğu her şeyden hatta canından bile vazgeçmeyi göze alarak Allah’ın seçtiği özel bir insana eş ve son Hüccete de anne olma şerefine nail olmuştur.
Bu dünyada hiçbir şeyin tesadüf olmadığını ve insanların tercihleri doğrultusunda yaşadığını bu değerli hanımefendinin yaşantısı bize bir kez daha ispat etmektedir. İnsan ne yönde yaşamak ve ilerlemek istiyorsa Yüce Allah insana o yönde kapılar açıp seçenekler sunuyor.
Yine bu hanımefendinin hayatından alacağımız derslerden biri de tercihlerimizi tekrar gözden geçirmemiz ve bu tercihlerde kimleri kendimize kılavuz edinmemiz konusunda onun izlediği rotayı izlememizin gerekliliğidir. Nergis hatun tercihlerini yüce yaratıcının isteği ve rızasına uygun seçmiş ve yine Rahman’ın insanlığa hidayet edici olarak gönderdiği seçkin kullarını kılavuz olarak seçmiştir.
Unutmamak gerekir ki doğru kılavuz doğru istikamet, doğru istikamet ise kurtuluş demektir.
Peki, bizim kılavuzlarımız kim? Hayatımızı kimler yönlendiriyor? Kimleri kendimize örnek alıyoruz? Tercihlerimiz hangi yönde?
Acaba bizlerin hayatını Yüce Allah’ın Nisa Suresi’nin 59. Ayetinde her zamanda kendisine itaat edilmesini farz kıldığı hüccetler mi yönlendiriyor? Acaba bizim örneğimiz, rol modelimiz yine Yüce Allah’ın Ahzap Suresi’nin 21. Ayetinde işaret ettiği Resulü ve O’ndan sonra O’nun yolunu devam ettiren Ehlibeyti midir? Yoksa bizi yönlendirenler, bize kılavuzluk edenler bu liyakata sahip olmayanlar mıdır?
Sahi senin kılavuzun kim? Müdürün mü, anne-baban, komşun, sosyal medyada takip ettiklerin, arkadaşların, öğretmenin, televizyon kanallarında izlediğin bazı programlardaki saçma sapan insanlar… Kimin hayatını kendine örnek alıyor ve onun kılavuzluğuyla ahiret hayatına hazırlık yapıyorsun?
Oysa yüce Allah seni (tüm insanları ve cinleri) yalnızca kendisine ibadet etmen için yaratmadı mı? (Zariyat/51)

BEN KİMİM?
Hz. Muhammed(saa)’in ilk eşiyim. Hayatım boyunca elimden gelen tüm fırsatlarla Resulullah’a yardım ettim. Bunları yaparken eşim olduğundan çok, imanımın gereği olarak peygamberime yardım etmem gerektiğinin farkındaydım. O çok zor günler geçirdi ve omuzlarında çok büyük sorumluluklar vardı. Tek hedefi “Rabb’imizin rızası” idi. Aynı hedefe doğru bizim de yürümemiz gerektiğine göre, onun gibi bir kul ve hem de yoluna destek olmalıydım. İyi ki böyle yapmışım. Hem Rabb’im benden razı oldu, hem de peygamberim. Bu dünyaya çok büyük emanetler bıraktım. En başta kızım Fatıma, ellerimle yetiştirdiğim Ali, arkasından gelen On imam. Ve son olarak imam Mehdi(as). O emanetlere sımsıkı sarılın. Sakın Resulullah ve benim emeklerimizi boşa çıkarmayın.
Bilin bakalım, ben Kimim?
Bilin bakalım, ben Kimim?

NAMAZ ŞEHİDİ
Aşura günü Kerbela’da kendimi düşman oklarına siper ettim ve bu şekilde İmam Hüseyin(as) ve Müslümanları namaz esnasında korudum. Korurken 18 yerden oklandım ve oracıkta şehid oldum. Bu nedenle bana “Namaz Şehidi” derler. Çok mutluyum. Çünkü hem namaz, hem de imam’ım bana şahit oldu. Artık Rabb’imin huzuruna gönül rahatlığıyla gidebilirim. Bilin bakalım, ben kimim?

BEN KİMİM?
Fırat nehri kenarında şehid oldum. Kerbela’da susuz kalanlara su getirmek için Fırat nehrine gittim. Günlerdir hepimiz susuzduk. Düşman bize su vermiyordu. İmam Hüseyin’im ve çocuklar susuz iken Fırat kenarına gitmeme rağmen su içmedim. Onlara su götürmek istediğimde ise kollarımı kopardılar. Ve şehid oldum. Annem Ümmül Benin’dir. İmam Hüseyin(as)’in kardeşiyim. İmam Hüseyin(as), ben şehid olduğumda; “ İşte şimdi belim büküldü…” demişti.
Bilin bakalım ben kimim?
Bilin bakalım ben kimim?

HZ. ALİ (A)’NİN DOSTLARI VE DÜŞMANLARI
Ali’nin (a.) Dostları
Ali’nin (a.) Dostlarının Özellikleri
Ali’nin (a) dostları, himmetli imam’da görmüş oldukları manevi olgunluk, yüce özellikler ve hakikatlerden dolayı ona âşık olmuşlardı. Ona dostluk uğruna bütün zorlukları canlarına karşılık satın alıyorlardı. Ve bunu, kendileri için iftihar olarak görüyorlardı. Şimdi bunun nedenlerinden bazılarına değinilecektir:
A-Adaletçilik
İnsanlar arasındaki eşitlik ilkesine uyma ve kişilerin haklarına saldırıyı önleme konusundaki Ali’nin (a.) uygulamış olduğu yöntem, bütün halkı şaşırtarak, onları kendine bağlamıştı. Şimdi onlardan iki örneğe işaret edeceğiz:
1-Sude
Sude (Ammar Bin Eseki Hemdani’nin kızı), fesahat ve belagat konusunda benzeri olmayan kadınlardandı. O, bir gün Busri Bin Ertat’ı şikâyet etmek için Şama Muaviye’nin yanına gitmişti. Muaviye ona şöyle sordu: Sen, sıffın savaşında Ali’nin askerlerini ve Hemdan kabilesini bize karşı tahrik eden, Ali hakkında övücü şiirler söyleyen ve bize de hakaret eden kadın değil misin?
Sude dedi ki: Evet.
Sonra ikisi arasında bir söyleşi gerçekleşti. Sonunda Sude şöyle dedi: Senin hâkimin bize zulüm etmektedir. Erkeklerimizi öldürmektedir. Mallarımızı yağmalamaktadır… Bizim yapımız kanunlara ve hükümete uymaktır. Yoksa elimizde olan imkânlarla kendimizi koruyabiliriz. Bu sorumluluğu ondan geri al. Yoksa bizim ne yapacağımızı sen daha iyi bilirsin.
Muaviye şöyle dedi: Kabilenle beni korkutmaya mı çalışıyorsun? Ben, seni asi büyük bir deveye bağlayarak, ne isterse yapması için Busri’nin yanına göndereceğim.
Sude, bu sözleri işittikten sonra gözleri yere bakar bir halde, hüzünlü bir kalp ile ağlayarak şu şiiri okumaya başladı:
Allah’ın selamı, kabri kendisini çepeçevre saran pak bedene olsun. Onun defni ile adalet de gömülmüş oldu.
O her zaman hak ile idi. Hakkı hiçbir şey ile değiştirmez idi. O her zaman hak ve iman ile oturup kalkardı.
Muaviye dedi ki: O da kimdir?
Sude şöyle cevap verdi: O, Ali Bin Ebi Taliptir.
Muaviye dedi ki: Ali, senin yanında bu ölçüde değerli olmak için ne yapmıştır?
Sude şöyle cevap verdi: Bölgemize zekât toplamak için gönderdiği kişiyi şikâyet etmek için Ali’nin (a.) yanına gitmiştim.[1] Namaz kılıyor idi. Namazı bitirdikten sonra beni görünce hemen ayağa kalktı. Şefkatli ve merhametli bir şekilde şöyle buyurdu: Bir işin mi var? Ben olayı anlattım. Ali (a.) konuyu öğrenince ağladı ve şöyle dedi: Allah’ım şahit ol ki, ben onu insanlara zulüm etmesi ya da senin hakkını terk etmesi için görevlendirmedim. Sonra cebinden bir parça deri çıkardı ve ona şöyle bir mektup yazdı: Mektubum size ulaşınca zekât olarak elinizde olan şeyleri, göndereceğim kişi gelinceye ve onları sizden alıncaya kadar muhafaza ediniz. Böylece onu görevinden azletmiş oldu.
Muaviye, böyle bir adalet karşısında şaşırarak Sude’ye insaflı davranılması emrini verdi.
Sude şöyle dedi: Bu uygulama bütün kabilemi de kapsayacak mı?
Muaviye dedi ki: Başkalarının işinden sana ne?
Sude şöyle dedi: Eğer adalet başkalarını da içine almazsa bu da bir tür zulüm demektir.
Muaviye sinirlenerek şöyle dedi: Anlaşılan; Ali’nin, siz Hemdan kabilesini övmesi cesaretinize cesaret katmış.
Sonra şunları ekledi: “Onun ve kavminin ihtiyaçları giderilsin.”diye yazınız.[2]
2-Reşit Hicri
Ali’nin (a.) özel dostlarından idi. Başkalarının öğrenmeye yeteneği olmadığı ilimleri Ali’den (a.) öğrenmişti. Ve Ali (a.) ona çok güveniyordu.
Ali (a.), Reşit’i kendisine yapılacak zulümler konusunda uyararak şöyle buyurmuştur:
Ey Reşit! Zina zade ümeyye oğulları seni tutukladıkları, ellerini, ayaklarını ve dilini kestikleri zaman nasıl sabır edeceksin?
Reşit şöyle dedi: Bu işin sonunda cennet var mı?
Ali (a.) cevap olarak şöyle buyurdu: Sen dünyada da Ahirette de benimle birlikte olacaksın.
Ali’nin (a.) hükümeti döneminde Kufe’de, bir gün Ali (a.) ile Reşit hurma bahçeliklerine giderek bir ağacın gölgesine oturdular. Bahçe sahibi ağaçtan hurma toplayarak Ali’ye (a.) ikram etti. Ali (a.) ve Reşit hurmayı yediler. Reşit şöyle dedi: Ey Hasan’ın babası! Bu hurma ne kadar tatlıdır! İmam Ali (a.) cevap olarak şöyle buyurdu: Çok yakında seni bu ağaca asacaklar.
Reşit, ondan sonra bazen o ağacın gölgesinde durarak ibadet ederdi.[3]
İmam Ali’nin (a.) şahadetinden sonra, Ziyad Kufe’ye hâkim olunca Reşit’i tutuklamaları için birkaç adam gönderdi. Tutuklanması uzun zaman aldı. Tutukladıktan sonra Ziyad’ın yanına getirdiler. Ziyad, onun insanlara, Ümeyye oğullarının üstün olduklarını ve Ali’den uzak olduğunu, aynı zamanda bundan sonra Ümeyye oğullarına karşı muhalefet etmeyeceğini de açıklamasını istedi.
Reşit şöyle dedi: Ey Ziyad! Mevlam Ali’(a.), Allah Resulü’nün amcaoğlu, peygamberin (s.a.a.) üzüntüsünü gidiren kişi, Hz. Zehra’nın eşi ve insanlara karşı adaletle davranan komutandan mı uzak olacağımın beklentisi içindesin?
Ziyad, Ali’nin (a.) dostluğu ve korunması konusunda Reşit’in gevşeklik göstermediğini anlayınca şöyle sordu: Dostun Ali, nasıl öldürüleceğin konusunda sana bir şey söyledi mi?
Reşit şöyle dedi: O (a.) ellerimi ve ayaklarımı keseceğini, ağaca asacağını söyledi.
Ziyad dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, Ali’nin söylediği sözün aksine çıkacak bir iş yapacağım. Sonra onu özgür bırakmalarını emretti.
Reşit toplantıdan dışarı çıkmıştı. Ancak Ziyad tekrar onun tutuklanmasını emretti. Onu getirdikleri zaman Ziyad şöyle dedi: Dostun Ali’nin senin hakkında söylediği şeyden başka bir çarem yok. Eğer sen yaşarsan yolunu sürdüreceksin. Sonra onun ellerini ve ayaklarını kesmelerini emretti.
Bu olayı gören Reşit’in kızı soğukkanlı bir şekilde babasının yanına yaklaştı. Babasının başını öptü. Babasının parçalanmış bedenini topladı. Onları da öptü. Sonra onları babasının bedenine ulamaya çalıştı. Babasına “Acı hissediyor musun?”diye sordu.
Reşit şöyle dedi: Kızım! Toplumun arasında eziyet görmekten dolayı hissettiğim acı dışında hiçbir acı hissetmiyorum.
Sonra insanlar onun bedeninin etrafını çevirdiler. O, Ümeyye oğullarının gelecekteki cinayetleri ve fesatları hakkında bilgiler anlattı. Olayı Ziyad’a haber verdiler. Ziyad, onu Ali’nin (a.) söylediği ağaca asmalarını emretti.[4]
B-Hakçılık
Ali’nin (a.) dostları, Ali’nin (a.) mektebini takip etmenin tek kurtuluş yolu olduğunu bildiklerinden dolayı, ona (a.) büyük bir ilgi gösteriyorlar ve onu savunuyorlardı. Şimdi bu dostlardan ikisine işaret edeceğiz:
1-Ammar Yasir
Ammar, İslam dininin sağlam adımlılarından idi. İslam’ın başlangıcında o, babası ve annesi ağır işkencelere sabır etmişler, ancak annesi ve babası şehit olmuşlardı.[5]
Peygamber efendimiz (s.a.a.) Ammar’a şöyle buyurmuştur:
Benden sonra fitneler ve imtihanlar ortaya çıkacaktır. Sen, Ali ve onunla olan grubu takip et. Çünkü o, hak iledir. Hak da onunladır. Ey Ammar! Sen, Ali ile birlikte nakisin ve kasitin’e [6] karşı savaşacaksın. Seni zalim olanlar şehit edecektir.
Ammar şöyle dedi: Bu iş Allah ve Rasulünün hoşnutluğu doğrultusunda mıdır?
Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle buyurdu:
Evet, bu işten Allah ve Rasulü hoşnuttur.
Sonra peygamber efendimiz (s.a.a.) şöyle buyurdu: Senin bu dünyadaki son rızkın bir miktar süttür.
Yıllar sonra sıffın savaşı gerçekleşti. Bir gün Ammar, Ali’ye (a.) şöyle dedi: Ey Allah Rasulünün kardeşi! Bana savaşmam için izin verecek misin? Ali (a.) şöyle buyurdu: Allah seni esirgesin, sabırlı ol.
Bir saat sonra, Ammar isteğini yineledi. Ancak aynı cevabı aldı. Ammar, üçüncü defa isteğini dile getirdi. Bu kez Ali (a.) Ammar’ın sözünden dolayı ağladı. Ammar şöyle dedi: Ey Müminlerin Emiri! Bugün peygamberimizin (s.a.a.) bana söz verdiği gün müdür? Ali (a.) bineğinden aşağı indi. Ammar’a sarıldı. Onunla vedalaşarak şöyle dedi:
Yüce Allah, kendi tarafından ve Rasulü tarafından sana en güzel ödülleri versin. Çünkü sen, kardeşlerimin en iyisiydin.
Sonra yine ağladı. Ammar da ağlamaya başladı ve savaş meydanına çıkmaya hazırlandı. Gece, Ali (a.) ölülerin arasında dolaşırken Ammar’ın cesedini gördü. Başını dizinin üzerine alarak ağlar bir halde şöyle söylemeye başladı:
Ey beni özgür bırakmayan ölüm! Benim peşime de gel.
Bütün dostlarımı elimden aldın. Sen, dostlarımı çok iyi tanıyorsun.
Sanki onları sana tanıtan bir kılavuzun var gibi.[7]
Ammar’ın şahadeti, Muaviyenin ordusu içinde büyük bir sarsıntı meydana getirmişti. Çünkü onlar da peygamberimizin (s.a.a.) Ammar’a “Seni zalim bir kavim öldürecektir.”şeklinde buyurduğunu duymuşlardı. Ancak Muaviye ve Amr Bin As, bir hile düşünerek şöyle söylediler: Ammar’ı öldüren kişi onu savaşa getiren kişidir. Böylece aptal ve budala kişileri belli bir noktaya kadar sakinleştirmeyi başarabildiler. [8]
Muaviye ve Amr Bin As’ın hilesine cevap olarak şöyle söylenmiştir: Eğer bu mantık doğru kabul edilirse “Hz. Hamza ve Caferi Tayyarı da öldüren peygamberimizdir.”şeklinde söylemek gerekir. Çünkü onları savaşa gönderen peygamberimiz (s.a.a.) idi.[9]
2-Kanber
Kanber, Mevlası Ali’ye (a.) çok ilgi duyuyordu. İmam Sadık (a.) şöyle buyurmuştur:
Ali’nin (a.), Kanber adında kendisini çok seven bir kölesi vardı. Ali (a.) ne zaman dışarı çıksa, o da çıkardı. Ve kılıcıyla onun arkasından hareket ederdi.[10]
Kanber, Ali’nin (a.) mektebini ve yolunu, yolların en güzeli olarak bildiği için her zaman onu savunurdu.
Bir gün Haccac şöyle dedi: Bu gün Ebu Turab’ın (Ali) dostlarından birini pençemle yakalamak, kanını dökmek ve böylece Allah’a yakınlaşmak istiyorum. Ona şöyle denildi: Ali ile başkalarından daha fazla birlikte olan Kanber idi.
Haccac, onu getirmelerini emretti. Onu getirdikleri zaman Haccac şöyle sordu: Sen Kanber misinin? Kanber dedi ki: Evet… Sonra Haccac şöyle dedi: Ali’nin dininden uzak olduğunu söylüyor musun? Kanber dedi ki: Eğer Ali’nin (a.) dininden uzak olduğumu söylersem kabul edebileceğim ondan daha iyi bir din gösterecek misin?
Haccac’ın, Kanber’in mantığı karşısında verebileceği hiçbir cevabı yoktu. Zalimliğine güvenerek şöyle dedi: Seni öldüreceğim. Seni nasıl öldürmemi istersin? Kanber şöyle dedi: Benim öldürülmemin niteliği seninle ilgilidir. Haccac şöyle dedi: Niçin? Kanber dedi ki: Çünkü sen beni nasıl öldürürsen ben de seni Ahirette aynı şekilde öldüreceğim. Müminlerin Emiri Ali (a.), senin zalimce başımı keseceğini bildirdi.
Haccac onun başını kesmelerini emretti.[11]
C-Allah Sevgisi
Ali’nin (a.) dostları; Allah ve Rasulü için, aynı zamanda Ali’nin yüce Allah katında olan makamından dolayı, Ali’yi çok seviyorlardı. Ali’nin (a.) düşmanlarıyla karşılaştıkları zaman da bu konuyu açıkça söylüyorlardı.
Muhammet Bin Huzeyfe
O, Ali’nin (a.) samimi dostlarından ve aynı zamanda iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran destekçilerindendi. Ali (a.) onun ve onun adaşları hakkında şöyle buyurmuştur:
Kuşkusuz Muhammetler; Allah’a karşı günah işlemekten sakındıran kişilerdir.
Sonra Ali (a.), Muhammet Bin Huzeyfe’yi de onlardan biri olarak tanıttı.
O, Muaviye’nin dayısının oğlu idi. Ali’nin (a.) şahadetinden sonra Muaviye onu zindana attırdı. Bir süre sonra Muaviye yakınlarına şöyle dedi: Muhammet Bin Huzeyfe’nin yanına bir kişi gönderin ve ona şöyle söyleyin: Sapık davranışlarından vazgeç. Ali’ye kötü sözler söyle… Sonra onu yanına getirmelerini emretti.
Muhammet’in gelmesinden sonra, onunla Muaviye arasında uzun bir söyleşi gerçekleşti. Muaviye şöyle dedi: Ali insanları Osman’ı öldürmeleri için tahrik etmiştir. Biz de Osman’ın kanını yerde koymamak için onunla savaştık. Muhammet şöyle cevap verdi: Ortağı olmayan Allah’a yemin ederim ki, sen ve senin gibi kişiler dışında hiçbir kimse insanları Osman’ı öldürmeleri için tahrik etmemiş ve Osman’ın öldürülmesine ortak olmamıştır. Osman senin gibi kişilere sorumluluk verdi. Muhacir ve Ensar grubu ondan sizin azledilmenizi isteyince, o da hemen kabul etti… Sonra ona ne yaptığınızı sen daha iyi bilirsin!
Sonra şöyle devam etti: Sen cahiliyet döneminden bu güne kadar hiç değişmemişsin. İslam seni değiştirmemiştir. Onun alameti de bana Ali’nin (a.) dostu olduğum için eziyet etmendir. Oruç tutanlar, ibadet edenler, Ensar ve muhacir, Ali (a.) ile birlikte idiler. Bunun karşısında münafıkların çocukları ve serbest bırakılanlar da seninle birlikte idiler… Allah’a yemin ederim ki, Ali ile birlikte olmayı Allah ve Rasulü için çok seviyorum. Sana da Allah ve Rasulü için düşman olacağım.
Bu sözler karşısında çok sinirlenen Muaviye haykırarak şöyle dedi: Eski sapıklığına devam ettiğini görüyor musun?
Sonra yine onu zindana atmaları için emir verdi. Muhammet Bin Huzeyfe uzunca bir zaman zindanda kaldı ve aynı yerde de şehit oldu.[12]
Ali’nin (a.) Düşmanları
Ali (a.) yüce insansal mükemmelliklerden dolayı ve aynı zamanda peygamberimizin (s.a.a.) zamanında İslam düşmanlarının bir kısmının öldürülmesine neden olan cesaret ve kahramanlıklarından dolayı kine boğulmuş birçok düşmanı vardı. Bu düşmanlar çeşitli nedenlerden dolayı İmam Ali’ye (a.) karşı düşmanlık besliyorlardı. Bazıları eski kinleri, mal veya makam ya da haset etmelerinden dolayı; bazıları da cahillik, bilmezlik, yüzeysel bakışlılık ve içsel özel duygularından dolayı İmam Ali’ye (a.) düşmanlık ediyorlardı.
Ali’nin (a.) düşmanları genel olarak üç gruba ayrılmıştır: Ve bunlar Nakisin, Kasitin ve Marikin olarak isimlendirilmiştir.[13]
1-Nakisin
Nakisin’in anlamı; anlaşma bozanlar demektir. Bunlar başlangıçta Ali’ye (a.) biat etmişler idi. Ancak kısa bir zaman sonra Ali’ye (a.) düşmanlıklarını ilan etmişlerdir. Onlar, insanları Osman’ın öldürülmesi için tahrik etmelerine karşın; yine de Osman haksız yere öldürüldü diye muhalefete kalkışanlardır. Ancak, onların muhalefet etmelerinin esas nedeni makam ve mevki idi.
Halkın Ali’ye (a.) biat etmesinden sonra Talha ve Zübeyr, imamın yanına gelerek şöyle söylediler: Biz sana yönetim konusunda ortak olmak için biat ettik. İmam Ali (a.) onların şartlarını tekzip ederek şöyle buyurdu: Siz bana güçsüzlük anımda yardım etmek için biat ettiniz.[14]
Zübeyr, İmam Ali’nin (a.) ırak valiliğini kendisine vereceğini sanıyordu. Talha da Yemen yönetiminin kendisine verileceğini düşünüyordu.[15]
Başka bir yerde de şöyle nakledilmiştir: İkisi, imam Ali’nin (a.) yanına gelerek şöyle söylediler: Hilafet sizin elinize geçtiğe göre bizi Basra ve Kufe valiliğine atayın. İmam (a.) şöyle buyurmuştur: Ben bu konu üzerinde düşünürken yüce Allah’ın size verdiği şeye razı olun. Sonra şöyle buyurdu: Biliniz ki, ben dinine ve eminliğine güvendiğim, aynı zamanda ruhlarının özünü tanıdığım kişileri hükümete atayacağım.[16]
Onlar, imamın sözlerini duyunca umutsuzluğa kapıldılar. Dolayısıyla, konunun içeriğini değiştirerek şöyle söylediler: Öyleyse ömre yapmamız için Medine’den çıkmamıza izin ver. İmam şöyle buyurdu: Ömre adıyla başka bir hedef izleyeceksiniz.
Onlar, kötü bir niyetlerinin olmadığına yemin ettiler ve yeniden imama biat ettiler.
Onlar gittikten sonra, imam toplantıda olan kişilere şöyle buyurdu: Onların bir fitne içinde öldürüleceklerini görüyorum.[17]
Talha, Zübeyr ve Aişe makam sevgisi ve hasetçilikten dolayı Ali’ye (a.) karşı Cemel savaşını gerçekleştirdiler. Bu savaşta Müslümanlardan yaklaşık on bin kişi öldürüldü. Talha ve Zübeyr de bu savaşta öldürülmüşlerdir.[18]
2-Kasitin
Kasitin’in anlamı; zalimler demektir. Dünyaya bağlılık, makam sevgisi, kalplerinde olan haset ve kinden dolayı Ali’ye (a.) karşı düşmanlık etmişlerdir. Bunlar, dünya sevdalısı cahil halkı kandırmak için bütün hilelerden yararlanan kişilerdi. Bu zalim grup, İslam dünyası için telafi edilemez zararlara neden olan sıffın savaşını gerçekleştirmişlerdir.
Adı geçen savaşta, Şamlılardan kırk beş bin kişi başka bir nakle göre de doksan bin kişi öldürülmüştür. Ali’nin (a.) askerlerinden ise yirmi beş bin kişi şehit olmuştur.[19]
Şimdi bu noktada Kasitin grubunun önderlerine ve yapmış oldukları cinayetlere kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Muaviye Bin Ebi Süfyan
Muaviye, Ebu Süfyan ve Hint’in oğludur. Ebu Süfyan, peygamberimize (s.a.a.) karşı kâfirlerin yapmış olduğu savaşların komutanıydı. Hint ise, Uhut savaşında Hz. Hamza’nın göğsünü parçalayan ve ciğerini yemeye çalışan kadındı. Muaviye, Ali’ye (a.) karşı başlangıçta düşmanlık gütmeye başlamıştı. Çünkü kardeşi “Hanzala” ve dayısı “Velit” Bedir savaşında Ali’nin (a.) eli ile öldürülmüşlerdi. Aynı şekilde Muaviyenin amcaoğullarının birçoğu da bu savaşta Ali’nin (a.) kılıcıyla helak olmuşlardı.
Muaviye’nin Dindarlığı
Muaviye’nin İslam dinine inancı yoktu. İslam dinini, makamını ve yöneticiliğini koruyabilmek için araç olarak kullanıyordu. Muğire Bin Şube’nin oğlu şöyle nakletmektedir: Babam, Muaviyenin aklını ve siyasetini çok öven bir kişiydi. Ancak bir gece eve çok üzgün bir halde dönmüştü. Dedim ki: Baba! Niçin üzgünsün? Şöyle dedi: Oğlum! İnsanların en rezilinin yanından geliyorum. Dedim ki: Niçin, ne oldu ki? Şöyle dedi: Bu gece Muaviye ile birlikte yalnızdım. Ona dedim ki: Haşim oğullarına iyilik etmen çok güzel olur. Çünkü onların artık sana muhalefet edecek güçleri kalmamıştır.
Muaviye şöyle dedi: Hiçbir zaman! Hiçbir zaman! Sonra üç halife hakkında konuşmaya başladı ve şöyle dedi. Onlar geldiler. Bir takım işler yaptılar ve gittiler. Onlardan hiçbir eser kalmamıştır. Ancak, her gün beş defa minarelerden yüksek bir sesle “Eşhedu Enne Muhammeden Rasulullah- Ben şahadet ederim ki, Muhammet Allah’ın Rasulüdür.” söylenmektedir. Ey Muğire! Bu isim yaşadıkça hangi iş kalıcıdır? Allah’a yemin ederim ki, bu ismi yok etmekten başka çarem yoktur.[20]
Muaviye, Osman’ın kanının intikamı almayı bahane ederek Ali’ye (a.) karşı savaştı. Böylece Müslümanların arasında ayrılık çıkararak muhacirden ve ensardan birçoğunun örneğin; Ammar Bin Yasir ve Züşşahadeteyn gibi kişilerin şehit olmalarına neden olmuştur.
Amr Bin As
O, Ali’nin (a.) hak üzere olduğunu ve onu izlemenin kurtuluşa neden olacağını çok iyi bilen dünya sevdalılarından idi. Ancak dünya ilgisi, makam sevgisi ve yöneticilik aşkı onu Muaviye tarafına sürükledi. Onun, Muaviyenin hükümetini korumada ve devam etmesinde çok önemli bir rolü bulunmaktaydı. Ali’ye (a.) düşmanlık konusunda bütün hilelerini kullanmıştır. O hilesiyle, sıffın savaşında Ali’nin (a.) galibiyetinin önünü alan kişidir.
Muaviye ona bir mektup yazarak Osman’ı öldürenlerden intikam almaya davet etti. Amr Bin As bu konuda Abdullah ve Muhammet adlı iki oğlu ile bir görüşme yaptı. Abdullah, Muaviye ile işbirliği yapmamasını önerdi. Ancak Muhammet şöyle dedi: Muaviye ile işbirliği yap. Amr Bin As ise şöyle dedi: Ey Abdullah! Senin önerin dinim için çok hayırlıdır. Muhammet’in önerisi ise dünyam için hayırlıdır. Ben bu konu üzerinde düşüneceğim.
O, sonuçta dünyayı seçerek Muaviye ile işbirliği yapmayı kabul etti. Muaviye ona şöyle dedi: Onunla savaşmam için; Allah’a karşı isyan eden, Müslümanlar arasında ayrılık çıkaran ve halife Osman’ı öldüren adama karşı bana yardım et. Amr Bin As dedi ki: Kimi kastediyorsun? Muaviye şöyle dedi: Ali’yi… Amr Bin As dedi ki: Siz ikiniz birbirinize benzememektesiniz. O, senden önce hicret etmiştir. İslam’a girme ve onun yolunda savaşmakta senden öndedir. Dinsel bilgileri senden çoktur. Sonra şöyle dedi: Eğer seninle işbirliği yaparsam ödülüm ne olacaktır? Muaviye şöyle dedi: Ne istersen… Amr, Mısır valiliğini istedi.
Başka bir yerde de şöyle nakledilmiştir:
Muaviye, Amr’a şöyle dedi: İnsanlar sana eziyet edecekler. Falan kişi dünya için şöyle böyle yapmıştır diyecekler. Amr dedi ki: Bu sözleri bir kenara bırak. Sonra Muaviye şöyle sürdürdü: Eğer istersem, sana hile yapabilirim.(Yani, sana söz veririm ancak sözümde durmayabilirim.) Amr dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, hiçbir kimse bana hile yapamaz. Çünkü ben herkesten daha uyanığım. Muaviye şöyle dedi: Yanıma yaklaş, gizli bir şey söylemek istiyorum. Amr onun yanına yaklaştı. Muaviye onun kulağını ısırarak şöyle dedi: Benim hilem işte budur. Gizli konuşmam için burada senden ve benden başka hiçbir kimse yoktur.[21]
İbni Ebil Hadid’in hocası Ebul Kasım Belhi, Amr Bin As hakkında şöyle söylemektedir:
O her zaman inkâr halinde idi. Muaviye de bu bakımdan ona benzemekte idi.[22]
Busr Bin Ertat
O, Ali’ye (a.) karşı düşmanlık ve ümeyye oğulları hükümetinin güçlenmesi konusunda bütün olanaklarını kullanan kişilerden idi. O günahsız insanları, yaşlıları ve çocukları öldürerek Ali’nin (a.) dostlarının ve müslümanların kalbinde korku yaratıyordu.
Busr, Ali’nin fedakâr ve samimi dostlarından olan Hemdan kabilesinin kadınlarını esir alarak çarşıda satan kişidir. Onlar, İslami bir memlekette esir olan ilk gruptur.[23]
O, Yemen’e yapılan saldırıda Ali’nin (a.) dostlarından birçoğunu katleden kişidir. Onun korkusundan dolayı kaçak olan Ali’nin (a.) valisi Abdullah Bin Abbas’ın iki çocuğunu yakalayınca, onları öldürmeye karar vermişti. Ancak, Kunane kabilesinden bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi: Bu iki çocuğu niçin öldürmek istiyorsun? Onların hiçbir günahı yoktur. Eğer onları öldürmek istiyorsan, onlarla birlikte beni de öldür.
Busr, önce o adamı sonra da iki çocuğu öldürmeleri için emir verdi.
Bu olay son derece üzücü ve korkunç bir olaydı. Nitekim Kunane kabilesinden bir kadının ayağa kalkarak üzgün bir halde şöyle konuşmasına da neden olmuştu: O adamı öldürdün. Peki, bu iki çocuğu niçin öldürdün? Ne cahiliyette ne de islamda hiçbir kimse çocuğu öldürmez! Sonra şöyle devam etti: Ey Busr! Çocukları ve yaşlıları öldürerek, akrabalık bağlarını keserek hükümetini güçlendirmek isteyen bir vali çok kötü bir hâkimdir.[24]
Tarihçiler şöyle yazmışlardır: Busr, Müslümanlardan yaklaşık otuz bin kişiyi öldürmüştür. Buna ilave olarak bir grubu da yanmaları için ateşin içine atmıştır.[25]
Busr, sıffın savaşında Muaviyenin ordu komutanlarından biriydi. Muaviye, Ali (a.) ile savaşması için onu tahrik etmişti. Busr da kabul ederek Ali’ye (a.) karşı savaşmak için meydana çıktı.
Ali (a.), Busr’u yere yatırdı. Ancak kurtulmak için Amr Bin As’ın yaptığı gibi avret yerini açınca, Ali (a.) de onu bıraktı. Böylece helak olmaktan bir süre için kurtulmuş oldu.[26]
Ziyad Bin Ebih
Ziyad, hicri kırk beş yılında Muaviye tarafından Basra valiliğine atandı. Hicri elli bir yılında da Muğire Bin Şube’nin ölümünden sonra Kufe valiliğine atandı. Ziyad, Ali’nin (a.) hükümeti zamanında görev yapan memurlardan olmasına karşın; Ali’nin (a.) şahadetinden sonra Muaviyenin hilesiyle birlikte makam sevgisi ve kötü doğası, Muaviye’ye katılmasına neden oldu.
Muaviye, Ali’nin (a.) hayatı döneminde de Ziyad’ı kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Bu bağlamda Ali (a.) Ziyad’a bir mektup yazarak Muaviyenin hilelerine karşı uyarmıştır. Bu mektubun bir kısmı şu içeriktedir:
Muaviye, aklını çelmek için sana mektup yazmıştır. Ondan uzak dur. Çünkü o, gaflet anında saldırmak ve aklını çelmek için insanın sağından, solundan, önünden ve arkasından gelen şeytan gibidir.[27]
Ziyad, Ali’ye (a.) ve onun dostlarına oranla düşmanlık, zulüm, sitem ve cinayet konusunda benzersiz idi.
İbni Ebil Hadid, onun hakkında şöyle söylemiştir:
Allah hayırları Ziyad’dan uzaklaştırsın. Çünkü Ali’nin (a.) kendisine yapmış olduğu eğitimi, terbiyeyi ve iyilikleri çiğneyerek hatırlatılmaya ihtiyaç olmayan amellere mürtekip olmuştur. O Ali’nin (a.) dostlarına karşı son derece kötü işler yapmıştır. Ali’ye (a.) kötü sözler söyleme konusunda elinden gelen gayreti göstermiştir. Muaviye, bundan daha azına da razı idi. Ancak o, kötü doğası nedeniyle bu kötü işleri gerçekleştirmiştir. Sonra oğlu Abdullah gelerek babasının kötü işlerini imam Hüseyin’i (a.) şehit ederek tamamlamıştır.[28]
Bir Örnek Hatırlatılması
Ziyad, Kufe hâkimi olunca Ali’nin (a.) dostlarından olan Said Bin Sarh’ı takip ettirmeye başladı. O da korktuğu için imam Hasan’a (a.) sığındı. Ziyad, Said’in kardeşini, çocuğunu ve karısını tutuklayarak zindana attı. Malını yağmalayarak evini yıkıp harabeye çevirdi.
İmam Hasan (a.), Ziyad’a bir mektup yazarak Said’e zulüm etmemeleri konusunda tavsiyede bulundu. Ziyad, imam’a (a.) hakaret dolu bir mektup gönderdi. Mektubun bir kısmında şöyle yazmaktaydı: Eğer onu bağışlarsam, senin hayırlı bir insan olmandan dolayı değildir. Ancak eğer onu öldürürsem, yalnızca babanı sevmiş olmasından dolayıdır.
İmam Hasan (a.), Muaviye’ye bir mektup yazarak Ziyad’ın mektubuyla birlikte ona gönderdi. Muaviye, Ziyad’a şöyle yazdı: Onun (Said) mallarını geri ver. Evini yap. Ve ona itiraz etme. Muaviye, aynı zamanda imam Hasan’a (a.) hakaret dolu bir mektup yazmasından dolayı da serzenişte bulunmuştur.[29]
3-Marikin
Mariki’nin anlamı: dinden çıkanlar anlamına gelmektedir. Bunlar, Hz. Ali’ye (a.) düşmanlık eden ve Nehrevan savaşını gerçekleştiren hariciler idi.
Yazar: Abdurrahman Ensari Şirazi
Çevirmen: Mahmut ACAR
[1] Gönderilen kişi zekât koyunu seçimi konusunda zekât veren kişilerle görüş ayrılığına düşmüştü. O zekât olarak koyunların iyisini almak istiyordu.
[2] Ali (a.) Hemdan kabilesi hakkında şöyle buyurmuştur: Eğer cennetin kapıcısı olsaydım, Hemdan kabilesine sağlıcakla cennete girin derdim. Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.401–404
[3] Bir önceki kaynak: S.368–380
[4] Musuatul Mustafa ve İtret: C.3,S.302–303
[5] Babası Yasir ve annesi Sümeyye, Mekke’de kâfirlerin işkencesi altında şehit olmuşlardır.
[6] Nakisin; Anlaşma bozanlara denir. Murat olunan kişiler, Cemel savaşına neden olanlardır.
Kasitin; Zalimlere denir. Murat olunan kişiler, Sıffın savaşına neden olanlardır.
[7] Sefine tul Bihar: C.6,S.509–510
[8] Musuatul Mustafa ve İtret: Ali Murtaza, C.3,S.242
[9] Bir önceki kaynak
[10] Sefine tul Bihar: C.7,S.368
[11] Sefine tul Bihar: C.4,S.368
[12] Rical Koşi: S.70 ve Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.379–380
[13] Peygamber efendimiz (s.a.a.) Ali’ye (a.) şöyle buyurmuştur: Sen Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşacaksın… Müstedrekul Vesail: C.3,S.156
[14] Nehcul Belağa: Hutbei 8
[15] Furuği Velayet: Ayetullah Cafer Subhani, S.396,S.156
[16] Bir önceki kaynak: S.396–397
[17] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.1,S.232
[18] Furuği Velayet: S.452
[19] Bir önceki kaynak: S.684
[20] Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.148–149 ve Murucuz Zeheb: C.3,S.454
[21] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.2,S.64–65
[22] Bir önceki kaynak
[23] El-İstiab Fi Marifetil İshab: C.1,S.160–161
[24] Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.191–193
[25] Bir önceki kaynak.
[26] El-İstiab Fi Marifetil İshab: C.1,S.164–165
[27] Nehcul Belağa: Feyzul İslam, Namei 44
[28] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.15,S.139, Zeyli Namei 21
[29] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.16,S.194-195
Ali’nin (a.) Dostlarının Özellikleri
Ali’nin (a) dostları, himmetli imam’da görmüş oldukları manevi olgunluk, yüce özellikler ve hakikatlerden dolayı ona âşık olmuşlardı. Ona dostluk uğruna bütün zorlukları canlarına karşılık satın alıyorlardı. Ve bunu, kendileri için iftihar olarak görüyorlardı. Şimdi bunun nedenlerinden bazılarına değinilecektir:
A-Adaletçilik
İnsanlar arasındaki eşitlik ilkesine uyma ve kişilerin haklarına saldırıyı önleme konusundaki Ali’nin (a.) uygulamış olduğu yöntem, bütün halkı şaşırtarak, onları kendine bağlamıştı. Şimdi onlardan iki örneğe işaret edeceğiz:
1-Sude
Sude (Ammar Bin Eseki Hemdani’nin kızı), fesahat ve belagat konusunda benzeri olmayan kadınlardandı. O, bir gün Busri Bin Ertat’ı şikâyet etmek için Şama Muaviye’nin yanına gitmişti. Muaviye ona şöyle sordu: Sen, sıffın savaşında Ali’nin askerlerini ve Hemdan kabilesini bize karşı tahrik eden, Ali hakkında övücü şiirler söyleyen ve bize de hakaret eden kadın değil misin?
Sude dedi ki: Evet.
Sonra ikisi arasında bir söyleşi gerçekleşti. Sonunda Sude şöyle dedi: Senin hâkimin bize zulüm etmektedir. Erkeklerimizi öldürmektedir. Mallarımızı yağmalamaktadır… Bizim yapımız kanunlara ve hükümete uymaktır. Yoksa elimizde olan imkânlarla kendimizi koruyabiliriz. Bu sorumluluğu ondan geri al. Yoksa bizim ne yapacağımızı sen daha iyi bilirsin.
Muaviye şöyle dedi: Kabilenle beni korkutmaya mı çalışıyorsun? Ben, seni asi büyük bir deveye bağlayarak, ne isterse yapması için Busri’nin yanına göndereceğim.
Sude, bu sözleri işittikten sonra gözleri yere bakar bir halde, hüzünlü bir kalp ile ağlayarak şu şiiri okumaya başladı:
Allah’ın selamı, kabri kendisini çepeçevre saran pak bedene olsun. Onun defni ile adalet de gömülmüş oldu.
O her zaman hak ile idi. Hakkı hiçbir şey ile değiştirmez idi. O her zaman hak ve iman ile oturup kalkardı.
Muaviye dedi ki: O da kimdir?
Sude şöyle cevap verdi: O, Ali Bin Ebi Taliptir.
Muaviye dedi ki: Ali, senin yanında bu ölçüde değerli olmak için ne yapmıştır?
Sude şöyle cevap verdi: Bölgemize zekât toplamak için gönderdiği kişiyi şikâyet etmek için Ali’nin (a.) yanına gitmiştim.[1] Namaz kılıyor idi. Namazı bitirdikten sonra beni görünce hemen ayağa kalktı. Şefkatli ve merhametli bir şekilde şöyle buyurdu: Bir işin mi var? Ben olayı anlattım. Ali (a.) konuyu öğrenince ağladı ve şöyle dedi: Allah’ım şahit ol ki, ben onu insanlara zulüm etmesi ya da senin hakkını terk etmesi için görevlendirmedim. Sonra cebinden bir parça deri çıkardı ve ona şöyle bir mektup yazdı: Mektubum size ulaşınca zekât olarak elinizde olan şeyleri, göndereceğim kişi gelinceye ve onları sizden alıncaya kadar muhafaza ediniz. Böylece onu görevinden azletmiş oldu.
Muaviye, böyle bir adalet karşısında şaşırarak Sude’ye insaflı davranılması emrini verdi.
Sude şöyle dedi: Bu uygulama bütün kabilemi de kapsayacak mı?
Muaviye dedi ki: Başkalarının işinden sana ne?
Sude şöyle dedi: Eğer adalet başkalarını da içine almazsa bu da bir tür zulüm demektir.
Muaviye sinirlenerek şöyle dedi: Anlaşılan; Ali’nin, siz Hemdan kabilesini övmesi cesaretinize cesaret katmış.
Sonra şunları ekledi: “Onun ve kavminin ihtiyaçları giderilsin.”diye yazınız.[2]
2-Reşit Hicri
Ali’nin (a.) özel dostlarından idi. Başkalarının öğrenmeye yeteneği olmadığı ilimleri Ali’den (a.) öğrenmişti. Ve Ali (a.) ona çok güveniyordu.
Ali (a.), Reşit’i kendisine yapılacak zulümler konusunda uyararak şöyle buyurmuştur:
Ey Reşit! Zina zade ümeyye oğulları seni tutukladıkları, ellerini, ayaklarını ve dilini kestikleri zaman nasıl sabır edeceksin?
Reşit şöyle dedi: Bu işin sonunda cennet var mı?
Ali (a.) cevap olarak şöyle buyurdu: Sen dünyada da Ahirette de benimle birlikte olacaksın.
Ali’nin (a.) hükümeti döneminde Kufe’de, bir gün Ali (a.) ile Reşit hurma bahçeliklerine giderek bir ağacın gölgesine oturdular. Bahçe sahibi ağaçtan hurma toplayarak Ali’ye (a.) ikram etti. Ali (a.) ve Reşit hurmayı yediler. Reşit şöyle dedi: Ey Hasan’ın babası! Bu hurma ne kadar tatlıdır! İmam Ali (a.) cevap olarak şöyle buyurdu: Çok yakında seni bu ağaca asacaklar.
Reşit, ondan sonra bazen o ağacın gölgesinde durarak ibadet ederdi.[3]
İmam Ali’nin (a.) şahadetinden sonra, Ziyad Kufe’ye hâkim olunca Reşit’i tutuklamaları için birkaç adam gönderdi. Tutuklanması uzun zaman aldı. Tutukladıktan sonra Ziyad’ın yanına getirdiler. Ziyad, onun insanlara, Ümeyye oğullarının üstün olduklarını ve Ali’den uzak olduğunu, aynı zamanda bundan sonra Ümeyye oğullarına karşı muhalefet etmeyeceğini de açıklamasını istedi.
Reşit şöyle dedi: Ey Ziyad! Mevlam Ali’(a.), Allah Resulü’nün amcaoğlu, peygamberin (s.a.a.) üzüntüsünü gidiren kişi, Hz. Zehra’nın eşi ve insanlara karşı adaletle davranan komutandan mı uzak olacağımın beklentisi içindesin?
Ziyad, Ali’nin (a.) dostluğu ve korunması konusunda Reşit’in gevşeklik göstermediğini anlayınca şöyle sordu: Dostun Ali, nasıl öldürüleceğin konusunda sana bir şey söyledi mi?
Reşit şöyle dedi: O (a.) ellerimi ve ayaklarımı keseceğini, ağaca asacağını söyledi.
Ziyad dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, Ali’nin söylediği sözün aksine çıkacak bir iş yapacağım. Sonra onu özgür bırakmalarını emretti.
Reşit toplantıdan dışarı çıkmıştı. Ancak Ziyad tekrar onun tutuklanmasını emretti. Onu getirdikleri zaman Ziyad şöyle dedi: Dostun Ali’nin senin hakkında söylediği şeyden başka bir çarem yok. Eğer sen yaşarsan yolunu sürdüreceksin. Sonra onun ellerini ve ayaklarını kesmelerini emretti.
Bu olayı gören Reşit’in kızı soğukkanlı bir şekilde babasının yanına yaklaştı. Babasının başını öptü. Babasının parçalanmış bedenini topladı. Onları da öptü. Sonra onları babasının bedenine ulamaya çalıştı. Babasına “Acı hissediyor musun?”diye sordu.
Reşit şöyle dedi: Kızım! Toplumun arasında eziyet görmekten dolayı hissettiğim acı dışında hiçbir acı hissetmiyorum.
Sonra insanlar onun bedeninin etrafını çevirdiler. O, Ümeyye oğullarının gelecekteki cinayetleri ve fesatları hakkında bilgiler anlattı. Olayı Ziyad’a haber verdiler. Ziyad, onu Ali’nin (a.) söylediği ağaca asmalarını emretti.[4]
B-Hakçılık
Ali’nin (a.) dostları, Ali’nin (a.) mektebini takip etmenin tek kurtuluş yolu olduğunu bildiklerinden dolayı, ona (a.) büyük bir ilgi gösteriyorlar ve onu savunuyorlardı. Şimdi bu dostlardan ikisine işaret edeceğiz:
1-Ammar Yasir
Ammar, İslam dininin sağlam adımlılarından idi. İslam’ın başlangıcında o, babası ve annesi ağır işkencelere sabır etmişler, ancak annesi ve babası şehit olmuşlardı.[5]
Peygamber efendimiz (s.a.a.) Ammar’a şöyle buyurmuştur:
Benden sonra fitneler ve imtihanlar ortaya çıkacaktır. Sen, Ali ve onunla olan grubu takip et. Çünkü o, hak iledir. Hak da onunladır. Ey Ammar! Sen, Ali ile birlikte nakisin ve kasitin’e [6] karşı savaşacaksın. Seni zalim olanlar şehit edecektir.
Ammar şöyle dedi: Bu iş Allah ve Rasulünün hoşnutluğu doğrultusunda mıdır?
Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle buyurdu:
Evet, bu işten Allah ve Rasulü hoşnuttur.
Sonra peygamber efendimiz (s.a.a.) şöyle buyurdu: Senin bu dünyadaki son rızkın bir miktar süttür.
Yıllar sonra sıffın savaşı gerçekleşti. Bir gün Ammar, Ali’ye (a.) şöyle dedi: Ey Allah Rasulünün kardeşi! Bana savaşmam için izin verecek misin? Ali (a.) şöyle buyurdu: Allah seni esirgesin, sabırlı ol.
Bir saat sonra, Ammar isteğini yineledi. Ancak aynı cevabı aldı. Ammar, üçüncü defa isteğini dile getirdi. Bu kez Ali (a.) Ammar’ın sözünden dolayı ağladı. Ammar şöyle dedi: Ey Müminlerin Emiri! Bugün peygamberimizin (s.a.a.) bana söz verdiği gün müdür? Ali (a.) bineğinden aşağı indi. Ammar’a sarıldı. Onunla vedalaşarak şöyle dedi:
Yüce Allah, kendi tarafından ve Rasulü tarafından sana en güzel ödülleri versin. Çünkü sen, kardeşlerimin en iyisiydin.
Sonra yine ağladı. Ammar da ağlamaya başladı ve savaş meydanına çıkmaya hazırlandı. Gece, Ali (a.) ölülerin arasında dolaşırken Ammar’ın cesedini gördü. Başını dizinin üzerine alarak ağlar bir halde şöyle söylemeye başladı:
Ey beni özgür bırakmayan ölüm! Benim peşime de gel.
Bütün dostlarımı elimden aldın. Sen, dostlarımı çok iyi tanıyorsun.
Sanki onları sana tanıtan bir kılavuzun var gibi.[7]
Ammar’ın şahadeti, Muaviyenin ordusu içinde büyük bir sarsıntı meydana getirmişti. Çünkü onlar da peygamberimizin (s.a.a.) Ammar’a “Seni zalim bir kavim öldürecektir.”şeklinde buyurduğunu duymuşlardı. Ancak Muaviye ve Amr Bin As, bir hile düşünerek şöyle söylediler: Ammar’ı öldüren kişi onu savaşa getiren kişidir. Böylece aptal ve budala kişileri belli bir noktaya kadar sakinleştirmeyi başarabildiler. [8]
Muaviye ve Amr Bin As’ın hilesine cevap olarak şöyle söylenmiştir: Eğer bu mantık doğru kabul edilirse “Hz. Hamza ve Caferi Tayyarı da öldüren peygamberimizdir.”şeklinde söylemek gerekir. Çünkü onları savaşa gönderen peygamberimiz (s.a.a.) idi.[9]
2-Kanber
Kanber, Mevlası Ali’ye (a.) çok ilgi duyuyordu. İmam Sadık (a.) şöyle buyurmuştur:
Ali’nin (a.), Kanber adında kendisini çok seven bir kölesi vardı. Ali (a.) ne zaman dışarı çıksa, o da çıkardı. Ve kılıcıyla onun arkasından hareket ederdi.[10]
Kanber, Ali’nin (a.) mektebini ve yolunu, yolların en güzeli olarak bildiği için her zaman onu savunurdu.
Bir gün Haccac şöyle dedi: Bu gün Ebu Turab’ın (Ali) dostlarından birini pençemle yakalamak, kanını dökmek ve böylece Allah’a yakınlaşmak istiyorum. Ona şöyle denildi: Ali ile başkalarından daha fazla birlikte olan Kanber idi.
Haccac, onu getirmelerini emretti. Onu getirdikleri zaman Haccac şöyle sordu: Sen Kanber misinin? Kanber dedi ki: Evet… Sonra Haccac şöyle dedi: Ali’nin dininden uzak olduğunu söylüyor musun? Kanber dedi ki: Eğer Ali’nin (a.) dininden uzak olduğumu söylersem kabul edebileceğim ondan daha iyi bir din gösterecek misin?
Haccac’ın, Kanber’in mantığı karşısında verebileceği hiçbir cevabı yoktu. Zalimliğine güvenerek şöyle dedi: Seni öldüreceğim. Seni nasıl öldürmemi istersin? Kanber şöyle dedi: Benim öldürülmemin niteliği seninle ilgilidir. Haccac şöyle dedi: Niçin? Kanber dedi ki: Çünkü sen beni nasıl öldürürsen ben de seni Ahirette aynı şekilde öldüreceğim. Müminlerin Emiri Ali (a.), senin zalimce başımı keseceğini bildirdi.
Haccac onun başını kesmelerini emretti.[11]
C-Allah Sevgisi
Ali’nin (a.) dostları; Allah ve Rasulü için, aynı zamanda Ali’nin yüce Allah katında olan makamından dolayı, Ali’yi çok seviyorlardı. Ali’nin (a.) düşmanlarıyla karşılaştıkları zaman da bu konuyu açıkça söylüyorlardı.
Muhammet Bin Huzeyfe
O, Ali’nin (a.) samimi dostlarından ve aynı zamanda iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran destekçilerindendi. Ali (a.) onun ve onun adaşları hakkında şöyle buyurmuştur:
Kuşkusuz Muhammetler; Allah’a karşı günah işlemekten sakındıran kişilerdir.
Sonra Ali (a.), Muhammet Bin Huzeyfe’yi de onlardan biri olarak tanıttı.
O, Muaviye’nin dayısının oğlu idi. Ali’nin (a.) şahadetinden sonra Muaviye onu zindana attırdı. Bir süre sonra Muaviye yakınlarına şöyle dedi: Muhammet Bin Huzeyfe’nin yanına bir kişi gönderin ve ona şöyle söyleyin: Sapık davranışlarından vazgeç. Ali’ye kötü sözler söyle… Sonra onu yanına getirmelerini emretti.
Muhammet’in gelmesinden sonra, onunla Muaviye arasında uzun bir söyleşi gerçekleşti. Muaviye şöyle dedi: Ali insanları Osman’ı öldürmeleri için tahrik etmiştir. Biz de Osman’ın kanını yerde koymamak için onunla savaştık. Muhammet şöyle cevap verdi: Ortağı olmayan Allah’a yemin ederim ki, sen ve senin gibi kişiler dışında hiçbir kimse insanları Osman’ı öldürmeleri için tahrik etmemiş ve Osman’ın öldürülmesine ortak olmamıştır. Osman senin gibi kişilere sorumluluk verdi. Muhacir ve Ensar grubu ondan sizin azledilmenizi isteyince, o da hemen kabul etti… Sonra ona ne yaptığınızı sen daha iyi bilirsin!
Sonra şöyle devam etti: Sen cahiliyet döneminden bu güne kadar hiç değişmemişsin. İslam seni değiştirmemiştir. Onun alameti de bana Ali’nin (a.) dostu olduğum için eziyet etmendir. Oruç tutanlar, ibadet edenler, Ensar ve muhacir, Ali (a.) ile birlikte idiler. Bunun karşısında münafıkların çocukları ve serbest bırakılanlar da seninle birlikte idiler… Allah’a yemin ederim ki, Ali ile birlikte olmayı Allah ve Rasulü için çok seviyorum. Sana da Allah ve Rasulü için düşman olacağım.
Bu sözler karşısında çok sinirlenen Muaviye haykırarak şöyle dedi: Eski sapıklığına devam ettiğini görüyor musun?
Sonra yine onu zindana atmaları için emir verdi. Muhammet Bin Huzeyfe uzunca bir zaman zindanda kaldı ve aynı yerde de şehit oldu.[12]
Ali’nin (a.) Düşmanları
Ali (a.) yüce insansal mükemmelliklerden dolayı ve aynı zamanda peygamberimizin (s.a.a.) zamanında İslam düşmanlarının bir kısmının öldürülmesine neden olan cesaret ve kahramanlıklarından dolayı kine boğulmuş birçok düşmanı vardı. Bu düşmanlar çeşitli nedenlerden dolayı İmam Ali’ye (a.) karşı düşmanlık besliyorlardı. Bazıları eski kinleri, mal veya makam ya da haset etmelerinden dolayı; bazıları da cahillik, bilmezlik, yüzeysel bakışlılık ve içsel özel duygularından dolayı İmam Ali’ye (a.) düşmanlık ediyorlardı.
Ali’nin (a.) düşmanları genel olarak üç gruba ayrılmıştır: Ve bunlar Nakisin, Kasitin ve Marikin olarak isimlendirilmiştir.[13]
1-Nakisin
Nakisin’in anlamı; anlaşma bozanlar demektir. Bunlar başlangıçta Ali’ye (a.) biat etmişler idi. Ancak kısa bir zaman sonra Ali’ye (a.) düşmanlıklarını ilan etmişlerdir. Onlar, insanları Osman’ın öldürülmesi için tahrik etmelerine karşın; yine de Osman haksız yere öldürüldü diye muhalefete kalkışanlardır. Ancak, onların muhalefet etmelerinin esas nedeni makam ve mevki idi.
Halkın Ali’ye (a.) biat etmesinden sonra Talha ve Zübeyr, imamın yanına gelerek şöyle söylediler: Biz sana yönetim konusunda ortak olmak için biat ettik. İmam Ali (a.) onların şartlarını tekzip ederek şöyle buyurdu: Siz bana güçsüzlük anımda yardım etmek için biat ettiniz.[14]
Zübeyr, İmam Ali’nin (a.) ırak valiliğini kendisine vereceğini sanıyordu. Talha da Yemen yönetiminin kendisine verileceğini düşünüyordu.[15]
Başka bir yerde de şöyle nakledilmiştir: İkisi, imam Ali’nin (a.) yanına gelerek şöyle söylediler: Hilafet sizin elinize geçtiğe göre bizi Basra ve Kufe valiliğine atayın. İmam (a.) şöyle buyurmuştur: Ben bu konu üzerinde düşünürken yüce Allah’ın size verdiği şeye razı olun. Sonra şöyle buyurdu: Biliniz ki, ben dinine ve eminliğine güvendiğim, aynı zamanda ruhlarının özünü tanıdığım kişileri hükümete atayacağım.[16]
Onlar, imamın sözlerini duyunca umutsuzluğa kapıldılar. Dolayısıyla, konunun içeriğini değiştirerek şöyle söylediler: Öyleyse ömre yapmamız için Medine’den çıkmamıza izin ver. İmam şöyle buyurdu: Ömre adıyla başka bir hedef izleyeceksiniz.
Onlar, kötü bir niyetlerinin olmadığına yemin ettiler ve yeniden imama biat ettiler.
Onlar gittikten sonra, imam toplantıda olan kişilere şöyle buyurdu: Onların bir fitne içinde öldürüleceklerini görüyorum.[17]
Talha, Zübeyr ve Aişe makam sevgisi ve hasetçilikten dolayı Ali’ye (a.) karşı Cemel savaşını gerçekleştirdiler. Bu savaşta Müslümanlardan yaklaşık on bin kişi öldürüldü. Talha ve Zübeyr de bu savaşta öldürülmüşlerdir.[18]
2-Kasitin
Kasitin’in anlamı; zalimler demektir. Dünyaya bağlılık, makam sevgisi, kalplerinde olan haset ve kinden dolayı Ali’ye (a.) karşı düşmanlık etmişlerdir. Bunlar, dünya sevdalısı cahil halkı kandırmak için bütün hilelerden yararlanan kişilerdi. Bu zalim grup, İslam dünyası için telafi edilemez zararlara neden olan sıffın savaşını gerçekleştirmişlerdir.
Adı geçen savaşta, Şamlılardan kırk beş bin kişi başka bir nakle göre de doksan bin kişi öldürülmüştür. Ali’nin (a.) askerlerinden ise yirmi beş bin kişi şehit olmuştur.[19]
Şimdi bu noktada Kasitin grubunun önderlerine ve yapmış oldukları cinayetlere kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Muaviye Bin Ebi Süfyan
Muaviye, Ebu Süfyan ve Hint’in oğludur. Ebu Süfyan, peygamberimize (s.a.a.) karşı kâfirlerin yapmış olduğu savaşların komutanıydı. Hint ise, Uhut savaşında Hz. Hamza’nın göğsünü parçalayan ve ciğerini yemeye çalışan kadındı. Muaviye, Ali’ye (a.) karşı başlangıçta düşmanlık gütmeye başlamıştı. Çünkü kardeşi “Hanzala” ve dayısı “Velit” Bedir savaşında Ali’nin (a.) eli ile öldürülmüşlerdi. Aynı şekilde Muaviyenin amcaoğullarının birçoğu da bu savaşta Ali’nin (a.) kılıcıyla helak olmuşlardı.
Muaviye’nin Dindarlığı
Muaviye’nin İslam dinine inancı yoktu. İslam dinini, makamını ve yöneticiliğini koruyabilmek için araç olarak kullanıyordu. Muğire Bin Şube’nin oğlu şöyle nakletmektedir: Babam, Muaviyenin aklını ve siyasetini çok öven bir kişiydi. Ancak bir gece eve çok üzgün bir halde dönmüştü. Dedim ki: Baba! Niçin üzgünsün? Şöyle dedi: Oğlum! İnsanların en rezilinin yanından geliyorum. Dedim ki: Niçin, ne oldu ki? Şöyle dedi: Bu gece Muaviye ile birlikte yalnızdım. Ona dedim ki: Haşim oğullarına iyilik etmen çok güzel olur. Çünkü onların artık sana muhalefet edecek güçleri kalmamıştır.
Muaviye şöyle dedi: Hiçbir zaman! Hiçbir zaman! Sonra üç halife hakkında konuşmaya başladı ve şöyle dedi. Onlar geldiler. Bir takım işler yaptılar ve gittiler. Onlardan hiçbir eser kalmamıştır. Ancak, her gün beş defa minarelerden yüksek bir sesle “Eşhedu Enne Muhammeden Rasulullah- Ben şahadet ederim ki, Muhammet Allah’ın Rasulüdür.” söylenmektedir. Ey Muğire! Bu isim yaşadıkça hangi iş kalıcıdır? Allah’a yemin ederim ki, bu ismi yok etmekten başka çarem yoktur.[20]
Muaviye, Osman’ın kanının intikamı almayı bahane ederek Ali’ye (a.) karşı savaştı. Böylece Müslümanların arasında ayrılık çıkararak muhacirden ve ensardan birçoğunun örneğin; Ammar Bin Yasir ve Züşşahadeteyn gibi kişilerin şehit olmalarına neden olmuştur.
Amr Bin As
O, Ali’nin (a.) hak üzere olduğunu ve onu izlemenin kurtuluşa neden olacağını çok iyi bilen dünya sevdalılarından idi. Ancak dünya ilgisi, makam sevgisi ve yöneticilik aşkı onu Muaviye tarafına sürükledi. Onun, Muaviyenin hükümetini korumada ve devam etmesinde çok önemli bir rolü bulunmaktaydı. Ali’ye (a.) düşmanlık konusunda bütün hilelerini kullanmıştır. O hilesiyle, sıffın savaşında Ali’nin (a.) galibiyetinin önünü alan kişidir.
Muaviye ona bir mektup yazarak Osman’ı öldürenlerden intikam almaya davet etti. Amr Bin As bu konuda Abdullah ve Muhammet adlı iki oğlu ile bir görüşme yaptı. Abdullah, Muaviye ile işbirliği yapmamasını önerdi. Ancak Muhammet şöyle dedi: Muaviye ile işbirliği yap. Amr Bin As ise şöyle dedi: Ey Abdullah! Senin önerin dinim için çok hayırlıdır. Muhammet’in önerisi ise dünyam için hayırlıdır. Ben bu konu üzerinde düşüneceğim.
O, sonuçta dünyayı seçerek Muaviye ile işbirliği yapmayı kabul etti. Muaviye ona şöyle dedi: Onunla savaşmam için; Allah’a karşı isyan eden, Müslümanlar arasında ayrılık çıkaran ve halife Osman’ı öldüren adama karşı bana yardım et. Amr Bin As dedi ki: Kimi kastediyorsun? Muaviye şöyle dedi: Ali’yi… Amr Bin As dedi ki: Siz ikiniz birbirinize benzememektesiniz. O, senden önce hicret etmiştir. İslam’a girme ve onun yolunda savaşmakta senden öndedir. Dinsel bilgileri senden çoktur. Sonra şöyle dedi: Eğer seninle işbirliği yaparsam ödülüm ne olacaktır? Muaviye şöyle dedi: Ne istersen… Amr, Mısır valiliğini istedi.
Başka bir yerde de şöyle nakledilmiştir:
Muaviye, Amr’a şöyle dedi: İnsanlar sana eziyet edecekler. Falan kişi dünya için şöyle böyle yapmıştır diyecekler. Amr dedi ki: Bu sözleri bir kenara bırak. Sonra Muaviye şöyle sürdürdü: Eğer istersem, sana hile yapabilirim.(Yani, sana söz veririm ancak sözümde durmayabilirim.) Amr dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, hiçbir kimse bana hile yapamaz. Çünkü ben herkesten daha uyanığım. Muaviye şöyle dedi: Yanıma yaklaş, gizli bir şey söylemek istiyorum. Amr onun yanına yaklaştı. Muaviye onun kulağını ısırarak şöyle dedi: Benim hilem işte budur. Gizli konuşmam için burada senden ve benden başka hiçbir kimse yoktur.[21]
İbni Ebil Hadid’in hocası Ebul Kasım Belhi, Amr Bin As hakkında şöyle söylemektedir:
O her zaman inkâr halinde idi. Muaviye de bu bakımdan ona benzemekte idi.[22]
Busr Bin Ertat
O, Ali’ye (a.) karşı düşmanlık ve ümeyye oğulları hükümetinin güçlenmesi konusunda bütün olanaklarını kullanan kişilerden idi. O günahsız insanları, yaşlıları ve çocukları öldürerek Ali’nin (a.) dostlarının ve müslümanların kalbinde korku yaratıyordu.
Busr, Ali’nin fedakâr ve samimi dostlarından olan Hemdan kabilesinin kadınlarını esir alarak çarşıda satan kişidir. Onlar, İslami bir memlekette esir olan ilk gruptur.[23]
O, Yemen’e yapılan saldırıda Ali’nin (a.) dostlarından birçoğunu katleden kişidir. Onun korkusundan dolayı kaçak olan Ali’nin (a.) valisi Abdullah Bin Abbas’ın iki çocuğunu yakalayınca, onları öldürmeye karar vermişti. Ancak, Kunane kabilesinden bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi: Bu iki çocuğu niçin öldürmek istiyorsun? Onların hiçbir günahı yoktur. Eğer onları öldürmek istiyorsan, onlarla birlikte beni de öldür.
Busr, önce o adamı sonra da iki çocuğu öldürmeleri için emir verdi.
Bu olay son derece üzücü ve korkunç bir olaydı. Nitekim Kunane kabilesinden bir kadının ayağa kalkarak üzgün bir halde şöyle konuşmasına da neden olmuştu: O adamı öldürdün. Peki, bu iki çocuğu niçin öldürdün? Ne cahiliyette ne de islamda hiçbir kimse çocuğu öldürmez! Sonra şöyle devam etti: Ey Busr! Çocukları ve yaşlıları öldürerek, akrabalık bağlarını keserek hükümetini güçlendirmek isteyen bir vali çok kötü bir hâkimdir.[24]
Tarihçiler şöyle yazmışlardır: Busr, Müslümanlardan yaklaşık otuz bin kişiyi öldürmüştür. Buna ilave olarak bir grubu da yanmaları için ateşin içine atmıştır.[25]
Busr, sıffın savaşında Muaviyenin ordu komutanlarından biriydi. Muaviye, Ali (a.) ile savaşması için onu tahrik etmişti. Busr da kabul ederek Ali’ye (a.) karşı savaşmak için meydana çıktı.
Ali (a.), Busr’u yere yatırdı. Ancak kurtulmak için Amr Bin As’ın yaptığı gibi avret yerini açınca, Ali (a.) de onu bıraktı. Böylece helak olmaktan bir süre için kurtulmuş oldu.[26]
Ziyad Bin Ebih
Ziyad, hicri kırk beş yılında Muaviye tarafından Basra valiliğine atandı. Hicri elli bir yılında da Muğire Bin Şube’nin ölümünden sonra Kufe valiliğine atandı. Ziyad, Ali’nin (a.) hükümeti zamanında görev yapan memurlardan olmasına karşın; Ali’nin (a.) şahadetinden sonra Muaviyenin hilesiyle birlikte makam sevgisi ve kötü doğası, Muaviye’ye katılmasına neden oldu.
Muaviye, Ali’nin (a.) hayatı döneminde de Ziyad’ı kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Bu bağlamda Ali (a.) Ziyad’a bir mektup yazarak Muaviyenin hilelerine karşı uyarmıştır. Bu mektubun bir kısmı şu içeriktedir:
Muaviye, aklını çelmek için sana mektup yazmıştır. Ondan uzak dur. Çünkü o, gaflet anında saldırmak ve aklını çelmek için insanın sağından, solundan, önünden ve arkasından gelen şeytan gibidir.[27]
Ziyad, Ali’ye (a.) ve onun dostlarına oranla düşmanlık, zulüm, sitem ve cinayet konusunda benzersiz idi.
İbni Ebil Hadid, onun hakkında şöyle söylemiştir:
Allah hayırları Ziyad’dan uzaklaştırsın. Çünkü Ali’nin (a.) kendisine yapmış olduğu eğitimi, terbiyeyi ve iyilikleri çiğneyerek hatırlatılmaya ihtiyaç olmayan amellere mürtekip olmuştur. O Ali’nin (a.) dostlarına karşı son derece kötü işler yapmıştır. Ali’ye (a.) kötü sözler söyleme konusunda elinden gelen gayreti göstermiştir. Muaviye, bundan daha azına da razı idi. Ancak o, kötü doğası nedeniyle bu kötü işleri gerçekleştirmiştir. Sonra oğlu Abdullah gelerek babasının kötü işlerini imam Hüseyin’i (a.) şehit ederek tamamlamıştır.[28]
Bir Örnek Hatırlatılması
Ziyad, Kufe hâkimi olunca Ali’nin (a.) dostlarından olan Said Bin Sarh’ı takip ettirmeye başladı. O da korktuğu için imam Hasan’a (a.) sığındı. Ziyad, Said’in kardeşini, çocuğunu ve karısını tutuklayarak zindana attı. Malını yağmalayarak evini yıkıp harabeye çevirdi.
İmam Hasan (a.), Ziyad’a bir mektup yazarak Said’e zulüm etmemeleri konusunda tavsiyede bulundu. Ziyad, imam’a (a.) hakaret dolu bir mektup gönderdi. Mektubun bir kısmında şöyle yazmaktaydı: Eğer onu bağışlarsam, senin hayırlı bir insan olmandan dolayı değildir. Ancak eğer onu öldürürsem, yalnızca babanı sevmiş olmasından dolayıdır.
İmam Hasan (a.), Muaviye’ye bir mektup yazarak Ziyad’ın mektubuyla birlikte ona gönderdi. Muaviye, Ziyad’a şöyle yazdı: Onun (Said) mallarını geri ver. Evini yap. Ve ona itiraz etme. Muaviye, aynı zamanda imam Hasan’a (a.) hakaret dolu bir mektup yazmasından dolayı da serzenişte bulunmuştur.[29]
3-Marikin
Mariki’nin anlamı: dinden çıkanlar anlamına gelmektedir. Bunlar, Hz. Ali’ye (a.) düşmanlık eden ve Nehrevan savaşını gerçekleştiren hariciler idi.
Yazar: Abdurrahman Ensari Şirazi
Çevirmen: Mahmut ACAR
[1] Gönderilen kişi zekât koyunu seçimi konusunda zekât veren kişilerle görüş ayrılığına düşmüştü. O zekât olarak koyunların iyisini almak istiyordu.
[2] Ali (a.) Hemdan kabilesi hakkında şöyle buyurmuştur: Eğer cennetin kapıcısı olsaydım, Hemdan kabilesine sağlıcakla cennete girin derdim. Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.401–404
[3] Bir önceki kaynak: S.368–380
[4] Musuatul Mustafa ve İtret: C.3,S.302–303
[5] Babası Yasir ve annesi Sümeyye, Mekke’de kâfirlerin işkencesi altında şehit olmuşlardır.
[6] Nakisin; Anlaşma bozanlara denir. Murat olunan kişiler, Cemel savaşına neden olanlardır.
Kasitin; Zalimlere denir. Murat olunan kişiler, Sıffın savaşına neden olanlardır.
[7] Sefine tul Bihar: C.6,S.509–510
[8] Musuatul Mustafa ve İtret: Ali Murtaza, C.3,S.242
[9] Bir önceki kaynak
[10] Sefine tul Bihar: C.7,S.368
[11] Sefine tul Bihar: C.4,S.368
[12] Rical Koşi: S.70 ve Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.379–380
[13] Peygamber efendimiz (s.a.a.) Ali’ye (a.) şöyle buyurmuştur: Sen Nakisin, Kasitin ve Marikin ile savaşacaksın… Müstedrekul Vesail: C.3,S.156
[14] Nehcul Belağa: Hutbei 8
[15] Furuği Velayet: Ayetullah Cafer Subhani, S.396,S.156
[16] Bir önceki kaynak: S.396–397
[17] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.1,S.232
[18] Furuği Velayet: S.452
[19] Bir önceki kaynak: S.684
[20] Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.148–149 ve Murucuz Zeheb: C.3,S.454
[21] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.2,S.64–65
[22] Bir önceki kaynak
[23] El-İstiab Fi Marifetil İshab: C.1,S.160–161
[24] Hayatul İmam Hasan Bin Ali (a.): C.2,S.191–193
[25] Bir önceki kaynak.
[26] El-İstiab Fi Marifetil İshab: C.1,S.164–165
[27] Nehcul Belağa: Feyzul İslam, Namei 44
[28] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.15,S.139, Zeyli Namei 21
[29] Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, C.16,S.194-195

HZ. FATIMA (AS)’YI TANIYOR MUYUZ?
HZ. FATIMA (AS)
Hamilelik günleri tamamlandı, doğum zamanı iyice yaklaştı. Hatice karnındaki bebekle arkadaşlık kuruyor ve onun doğacak olmasından dolayı derin bir sevinç yaşıyordu. Doğum vakti gelince, böyle durumlarda kadınların yapacakları işleri yapmak üzere gelmeleri için Kureyş kadınlarına ve Haşimoğulları kadınlarına haber gönderdi. Kadınlar ona şu haberi ilettiler: “Bize isyan ettin. Sözümüzü dinlemedin. Ebu Talib’in yetimi, hiçbir malı olmayan bir yoksulla, Muhammed’le evlendin. Biz gelmeyeceğiz ve yükünü hafifletmek için hiçbir şey yapmayacağız.” Hatice buna çok üzüldü. O, bu şekilde derin üzüntüler içindeyken, dört tane uzun boylu kadın yanına geldi. Haşimoğulları kadınlarına benziyorlardı. Hatice, onlardan korktu. Onlardan biri şöyle dedi: “Ey Hatice! Üzülme. Biz Rabbin tarafından sana gönderilmiş elçileriz. Biz senin kardeşleriniz. Ben, Sara, bu da Mezahim kızı Asiye’dir. O senin cennetteki arkadaşındır. Bu da İmran kızı Meryem’dir. Bu ise, Musa b. İmran’ın (a.s) kız kardeşi Gülsüm’dür. Senin doğum esnasında çekeceğin zorlukları hafifletmek için Allah bizi sana gönderdi.” Böylece biri Hatice’nin sağında, biri solunda, biri önünde, biri de arkasında oturdu. Derken temiz ve pak olarak Fatıma (a.s) doğdu.
Dediler ki: “Ey Hatice! Temiz, pak, arı ve uğurlu olarak al onu. Ona ve soyuna bereket verilmiştir.” Hatice sevinçli ve güler yüzle çocuğunu aldı. Göğsünü verdi. Derhal sütü kaynamaya başladı.
Hatice’nin bir çocuğu dünyaya geldiğinde onu süt anneye verirdi. Fatıma (a.s) doğduğunda ise Hatice’den başka kimse onu emzirmedi.
Ebu Basir, İmam Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed’den (a.s) şöyle rivayet eder: “Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) doğumunun (milâdının) kırk beşinci senesinin cemaziyelahir ayının yirminci gününde dünyaya geldi. Mekke’de sekiz yıl, Medine’de ise on yıl kaldı. Babasının ölümünden yetmiş beş gün sonra, hicretin on birinci senesinin cemaziyelahir ayının üçüncü gününe denk gelen salı günü vefat etti.”
Hz. Fatıma’nın (a.s) doğduğu ortamı incelediğimiz zaman, -o sırada- Arap Yarımadası’nın son derece tehlikeli hadiselere, mücadelelere sahne olduğunu, kritik bir dönemden geçtiğini görürüz. Bu kritik ortamda Hz. Peygamber’in (s.a.a) sunduğu davet, toplumu bir yol ayrımına getirmişti.
Doğası gereği Yarımada, ekonomik açıdan yoksuldu. Sadece Yemen ve Şam bölgeleriyle yapılan ticarete dayanan zayıf bir ekonomik hareket söz konusuydu.
Sosyal açıdan, küfür esaslı dinlerin, çürümüş, kokuşmuş geleneklerin, kabileci ırkçılığın hâkim olduğu bir yapı arz ediyordu. Bir kabilenin başka bir kabileye karşı gerçekleştirdiği saldırılar, savaşlar eksik olmuyordu. Çoğu zaman bunların makul bir sebebi de olmazdı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olgusu, toplumsal geri kalmışlığın en acımasız göstergesiydi.
İşte böyle bir ortamda Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak gönderildi. O sırada kırk yaşındaydı. Tek başına evrensel inkârın, puta tapıcılığın ve müşrikliğin karşısına dikildi. Çok girift problemi ve tehlikeli zorluğu aştı. İlk başlarda davetini gizli sundu. Daveti düşmanlardan korumak için böyle bir önlem almak zorundaydı. Sonra, daveti açıkça ilân etmesine ve batılın saflarında gedikler açmasına ilişkin ilâhî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Resul (s.a.a) davetini ilân etti. İnsanları İslâm’a çağırdı. Günden güne Müslümanların sayısı artmaya başladı.
İslâm düşmanları, yeni akımın oluşturduğu tehlikeyi sezmekte gecikmediler. Her kabile, mensuplarından olup İslâm dinine giren zayıf kimselere eziyetler etmeye başladılar. Onları bir yere hapsediyor, çeşitli işkence yöntemlerine maruz bırakıyor, açlığa terk ediyor, kızgın kumların üzerine yatırıyorlardı. Vücutlarını ateşle dağlıyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden döndürme amacına yönelikti. Resulullah (s.a.a), ashabının bu ağır baskılara maruz kaldığını görünce onlara şöyle dedi: “Allah, bu durumunuzdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar Habeşistan’a gitseniz daha iyi olur.” Müslümanlar Resulullah’ın emrine icabet ettiler. Yurtlarını ve mallarını geride bırakarak yola koyuldular. Dinden döndürme amaçlı baskılara uğramamak ve dinlerini Allah’ın himayesinde korumak için. Kureyşliler, Hz. Resul’ün (s.a.a) ashabının kendilerine direndiklerini, eziyetlerine katlandıklarını ve İslâm’ın gün geçtikçe önem kazandığını, kabileler arasında hızla yayıldığını, dolayısıyla İslâmî hareketi önleme hususunda başarısız olduklarını görünce, aralarında, Hz. Peygamber’i bir suikast sonucu öldürmek için plân hazırladılar. Ebu Talib, bu plânı fark edince, vadisine çekildi. Haşimoğulları ve Abdulmuttalib oğulları da Hz. Peygamber’i (s.a.a) korumak amacıyla vadide toplandılar. Peygamber’in (s.a.a) amcası Hamza sabaha kadar kapısında nöbet tutuyordu. Kureyşliler vadiye çekilenlere karşı şiddetli bir ekonomik boykot uyguladı. Onlara bir şey satmamak ve onlardan bir şey satın almamak hususunda bir sözleşme hazırlayıp imzaladılar. Var güçlerini kullanarak iki ya da üç yıl boyunca bu boykotu sürdürdüler. Müslümanlara ancak gizlice bir şeyler ulaşıyordu. Haşimoğulları için açlık had safhaya ulaşmıştı. Bazen açlıktan ağlayan çocukların feryadı yükseliyordu.
Bu zor ve acılı şartlarda Hz. Zehra (a.s), emzirme döneminin bir dönemini Ebu Talib vadisinde geçirdi. Sonra sütten kesildi. Vadinin kızgın kumlarının üzerinde yürümeye başladı. Aç çocukların iniltileri, yokluktan yükselen feryatları arasında konuşmayı öğrendi. Yokluk ve yoksulluk zamanında yemeye başladı. Gecenin bir yarısında uyandığı zaman, nöbetçilerin, büyük bir dikkatle babasının etrafında döndüklerini, gece karanlığında düşman saldırısından korumaya çalıştıklarını görürdü. Hz. Zehra (a.s) yaklaşık olarak üç yıl boyunca bu zindanda yaşadı. Onu dış dünyaya bağlayan bir bağ yoktu. Bu durum beş yaşına girinceye kadar böyle devam etti.
Zor ve ağır abluka yılları geçiyordu. Resulullah (s.a.a) ve beraberindekiler, artık boykot ve ablukadan çıkıyorlardı. Allah onlara zafer ve üstünlük yazmıştı. Hatice de ablukadan çıkıyordu. Yıllar onu ağırlaştırmış, boykot ve yoksulluğun yükü onu takatsiz bırakmıştı. Cihadın aydınlığıyla parlayan ömrünü sabır ve kararlılıkla geçirmişti. Bir kadın açısından eşsiz ve ideal bir hayat yaşamıştı. Artık Hatice’nin eceli yaklaşmıştı. Allah onu katına almayı dilemişti. Ve Haşimoğulları’nın ablukadan çıkmaya başladıkları bu yılda Hatice vefat ediyordu. Bisetin onuncu yılıydı.
Aynı yıl, Peygamber’in (s.a.a) amcası, İslâm davetinin koruyucusu, İslâm’ın yardımcısı Ebu Talib de öldü. Bu iki ölüm, Resulullah’ı (s.a.a) çok üzdü. Derin bir hüzün ve keder hissediyordu. Ayrılık ve yalnızlık duyguları içindeydi. O, bir sevgiliyi, bir yardımcıyı, bir dert ortağını; eşi, sevgilisi ve yardımcısı Hatice’yi yitirmişti. Bunun yanında koruyucusu ve savunucusu olan amcasını yitirmişti. Bu yüzden bu yıla “Hüzün Yılı” adını verdi.
Bu yıl musibete uğrayan sadece Resulullah (s.a.a) değildi. Anne şefkatine ve sevgisine henüz doymamış küçük Fatıma’nın payına da, acıların bir kısmı düşmüştü. Musibeti yaşayanlardan biri de oydu. Bu hüzünlü yılda, bela dört koldan onu sarmıştı. Yetimlik tertemiz hayatının üzerine çökerken, yüreğinin derinliklerinde hüznün kavurucu elemini hissediyordu.
Baba, Hz. Peygamber (s.a.a) de hüznün Fatıma’nın yüreği üzerindeki ağırlığının farkındaydı. Yanaklarından aşağıya doğru göz yaşlarının süzüldüğünü görüyordu. Merhametli kalbini paramparça ediyordu bu manzara. Allah Resulü (s.a.a), Fatıma’yı (a.s) kucaklıyor, onu, sevgisi ve şefkatiyle sarıyordu. Annesinin ölümüyle yitirdiğini düşündüğü sevgi, koruma ve şefkat duygularını, babalık sevgisi, şefkati ve koruyuculuğuyla dolduruyordu.
Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı seviyordu. Fatıma da onu. Resulullah (s.a.a) derin bir şefkat duygusuyla Fatıma’ya düşkündü, Fatıma da ona. Fatıma’dan daha çok sevdiği veya Fatıma’dan daha çok kalbine yakın olan bir başka insan yoktu. Fatıma’yı seviyordu ve Fatıma’ya karşı beslediği bu ilgiyi gerekli gördüğü her defasında vurguluyordu. Onun işgal ettiği makama ve ümmeti içindeki konumuna işaret ediyordu. O, Fatıma’yla doğrudan bağlantısı bulunan büyük bir olaya, önemli bir olguya hazırlıyordu ümmetini. Bu büyük olayın, Fatıma’dan sonra, zürriyetiyle ilgisi vardı. Neticede tüm İslâm ümmetini ilgilendiren bir olaydı. Peygamberimiz (s.a.a) bunu vurguluyordu ki, Müslümanlar Fatıma’nın, Fatıma’nın soyundan gelen imamların değerini, makamını bilsinler, Fatıma’nın hakkını eksiksiz versinler, onun saygınlığını korusunlar. Sonra, bu tertemiz sülâleyi hakkıyla gözetip korusunlar. Bakınız Hz. Resul (s.a.a), Fatıma’yı nasıl tanıtıyor Müslümanlara: “Fatıma benden bir parçadır. Onu öfkelendiren, beni öfkelendirmiş olur.”
Fatıma (a.s) büyüyor, gençlik çağına giriyordu. Onunla beraber babasının sevgisi de gençleşiyordu. Fatıma’ya düşkünlüğü her geçen gün biraz daha artıyordu. Fatıma da bu sevgiye karşılık veriyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber’in (s.a.a) kalbi, Fatıma’ya yönelik sevgi ve şefkat duygularıyla doluydu. Ona “babasının annesı” diyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) bu tavrı, çocuklarının kişiliğinin oluşmasında aktif rol oynayan, hayatlarını ve hayat biçimlerini yönlendiren babalık misyonunun etkili örneklerinden biridir. Peygamber’in (s.a.a) bu tavrı, İslâm dininde kızların gözetilmesine, onlara özen gösterilmesine ve saygın konumlarının belirlenmesine ilişkin prensiplerin ideal bir pratik örneğini oluşturmaktadır.
Yüce Allah, Fatıma’nın, davetin Mekke sürecinin bir dönemine tanıklık olmasını diledi. Babasının (s.a.a) geçtiği ağır imtihanı görmesini istedi. O, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yapılan eziyetleri, ona uygulanan baskıları görüyordu. Mekke atmosferinin, peygamberliğin doğduğu eve, hidayet, iman ve erdem evine düşman olduğunu görüyordu. Babasının ve imanda herkese göre öncelikli olan İslâm davetçisi bir grup müminin destansı bir mücadele ve kahramanca bir direnç gösterdiklerini gözlemliyordu. Bu cihat ağırlıklı atmosferin onun kişiliğinin, nefsinin üzerinde derin etkileri oluyordu. Kişiliğinin oluşmasına yardımcı oluyordu. Onu hayata ve zorluklara katlanmaya hazırlıyordu. Fatıma, henüz çocukluk çağını doldurmamışken bütün bunları yaşamıştı.
Annesinin ölümünden sonra babasıyla (s.a.a) beraber en ağır sıkıntıları yaşadı. Babası, onun dert ortağıydı, arkadaşı ve seveniydi. Hayatın yükünü, acılarını ve baskılarını hafifletiyordu. Peygamberimiz (s.a.a) amcası, davetin hamisi ve Resulullah’ın savunucusu Ebu Talib’i yitirdikten sonra baskılar daha da artmıştı. Kureyşliler, Ebu Talib hayattayken Hz. Peygamber’e (s.a.a) saldırmaya, eziyet etmeye cesaret edemiyorlardı. Ama ona bir zarar vermek için her zaman tetikte bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Ebu Talib’in vefatından sonra, onun bu koruyuculuğuna şu sözleriyle işaret etmişti: “Ebu Talib ölünceye kadar, Kureyşliler benim karşımda zayıf ve korkak bir konumdaydılar.”
Resul-i Ekrem (s.a.a), daveti uğruna, ilkeleri ve risaleti yolunda, hiçbir peygamberin çekmediği zorluğa, meşakkate katlandı. Kureyş’in beyinsiz ayak takımından birisi, bir avuç toprak alarak Resulullah’ın (s.a.a) yüzüne ve başına serpti. Resulullah (s.a.a) bu eziyete tahammül etti. Sabrederek, Allah’tan bu sabrının ecrini umarak evine döndü. Yüzü, başı toprak içindeydi. Evine doğru yol alıyorken, Fatıma (a.s) onun bu hâlini, Kureyş’in ona reva gördüğü bu eziyeti gördü. Kureyş’in kibrinin ve gururunun devam ettiğini ibretle seyretti. İçinde yakıcı bir acı hissetti. Beyinsizlerin bu cüretini, cahiliye tağutlarından cesaret alan bu aldanmışların küstahlığı, büyüklük taslayan ceberutların Hz. Resul’e (s.a.a) karşı takındıkları bu korkunç ve iğrenç tavrı ona ağır geliyordu. Bir yandan da babasını karşılıyor, yüzünden gözünden toprakları siliyor, su getirerek mübarek başını ve yüzünü yıkıyordu.
Bu acılı sahne onun ruhu üzerinde derin etkiler bıraktı. Babası, rehber Resul’ün (s.a.a) maruz kaldığı bu durumdan ötürü ağır bir hüzün ve acı yüreğinin üzerine çökmüştü. Ağlıyordu, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve doğru yola, hidayete iletmek isteyen bu adama karşı, cahiliye tağutlarının küstahlığı karşısında onulmaz acılar içinde kıvranıyordu. Fatıma’nın bu hâli, babasını (s.a.a) da etkiliyordu. Kavurucu bir elemin o körpecik yüreğini yaktığını hissediyordu. Bu yüzden, bu acılarını hafifletmeye, onu direnmeye, sabretmeye teşvik ediyordu. Mübarek ellerini uzatıyor, başının üzerine koyuyor, şefkatle, sevgiyle okşuyordu. Bir yandan da şunları söylüyordu: “Ağlama kızım; Allah babanı koruyacaktır. O, dininin ve risaletinin düşmanlarına karşı onun yardımcısıdır.”
Hz. Peygamber (s.a.a) bu cihada ilişkin eğitici sözleriyle kızına yüksek bir cihat ruhu aşılamaya, kalbini sabır ve zafere güven duygusuyla doldurmaya çalışıyordu.
Bu dramatik, bu etkileyici sahneler bununla bitmedi. Kureyş’in, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yaptığı eziyetler, onu, hak davasını, hidayet ve özgürlük çağrısını küçümsemesi bu kadarıyla kalmadı. Bilâkis sapıklığına devam etti, inatçılığını ısrarla sürdürdü, gittikçe daha derin bir büyüklük kompleksine kapıldı. Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle rivayet edilir: “Hz. Peygamber’in (s.a.a)a) Kureyşlilere beddua ettiğini bir tek gün gördüm. Peygamberimiz (s.a.a) o gün namaz kılıyordu. Bir grup Kureyşli de orada oturuyorlardı. Yeni doğum yapmış bir devenin cenin zarı da oraya atılmıştı. Dediler ki: ‘Kim bu zarı alıp onun sırtına koyacak?’ İçlerinden biri kalktı -Ukbe b. Ebu Muayt- ve zarı alıp Peygamber’in (s.a.a) sırtının üzerine koydu. Peygamberimiz (s.a.a) öylece secdede kaldı. Sonra Fatıma (a.s) gelip bu zarı sırtının üzerinden attı. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: Allah’ım! Kureyş’in ileri gelenlerini sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Utbe b. Rabia’yı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Şeybe b. Rabia’yı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ebu Cehil b. Hişam’ı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ukbe b. Ebu Muayt’ı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ubey b. Halef ve Ümeyye b. Halef’i sana şikâyet ediyorum.”
Peygamber (s.a.a) bisetin on üçüncü senesinde, canını ve davasını korumak amacıyla Mekke’den Yesrib’e (Medine’ye) hicret etti. Hicret edeceği gece, Ali b. Ebu Talib’ten (a.s) müşrikleri yanıltmak ve oyalamak maksadıyla yatağında gecelemesini istedi. Bu arada ona diğer bazı tavsiyelerde de bulundu. Bu tavsiyelerden biri şudur: Hz. Peygamber (s.a.a) güvenli bir yere ulaşınca, ona birini gönderecek ve o da Hz. Peygamber’in (s.a.a) ailesini, Fatıma’ları ve diğer bazı kadınları alıp Peygamber’in (s.a.a) yanına gelecekti. Hz. Peygamber de bulunan bütün emanetleri sahiplerine iade edecek ve onun borçlarını ödeyecekti.
Hz. Peygamber (s.a.a), Yesrib’e birkaç mil uzaklıktaki Kuba’ya varip oraya yerleşince, Ebu Vakid el-Leysî aracılığıyla Ali’ye (a.s) bir yazı göndererek, emanetleri sahiplerine verdikten sonra Fatıma’ları alıp yanına gelmesini istedi. Emirü’l-Müminin (a.s) derhal harekete geçti, hemen yolculuk için lazım olan binekler satın aldı. Yolculuk ve Mekke’den hicret etme hazırlıklarına başladı. Bu arada kendisiyle beraber olan diğer bazı zayıf müminlere de, karanlık iyice çöküp bütün vadileri kaplayınca yanlarına taşınması zor ağır şeyler almadan gizlice sıvışıp Mekke yakınlarındaki Zîtuva vadisine gelmelerini söyledi.
Ali (a.s) bütün emanetleri sahiplerine ulaştırdı. Sonra Kâbe’de yüksek sesle şöyle dedi: “Ey insanlar! Emanetini almayan biri kaldı mı? Vasiyeti olan biri var mı? Resulullah’ın (s.a.a) kendisine bir hususta söz verdiği kimse var mı?” Kimseden ses çıkmayınca ve kimse kendisine müracaat etmeyince, Mekke’den ayrılıp Resulullah’a (s.a.a) katıldı.
Hz. Ali gün ağarınca Fatıma’larla birlikte (Resulullah’ın kızı Fatıma, Annesi Fatıma bint-i Esed el-Haşimiyye, Fatıma bint-i Zübeyr b. Abdulmuttalib ve Fatıma bint-i Hamza b. Abdulmuttalib) yola çıktı. Onların arkasından Peygamber’in (s.a.a) bakıcısı ve hizmetçisi Burke Ümmü Eymen ve oğlu Eymen (Resulullah’ın azatlısı) de yola çıktılar. Kafileyle birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.a) gönderdiği elçi Ebu Vakid el-Leysî de geri döndü. Ebu Vakid binekleri sert bir şekilde sürmeye başladı. İmam Ali (a.s) ona dedi ki: “Ey Ebu Vakid! Kadınlara acı, onlar zayıftırlar.” Dedi ki: “Peşimize düşenlerin bizi yakalamalarından korkuyorum.” Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Sabredip bekle rahatla . Böyle yapmana gerek yok. Çünkü Resulullah (s.a.a) bana şöyle dedi: Ey Ali! Şu andan itibaren sana hoşlanmadığın bir şey yapamazlar.” Sonra Ali (a.s) develeri daha yumuşak bir şekilde sürmeye başladı. Bir yandan da şu beyitleri söylüyordu:
“Allah var sadece. Öyleyse zannını yok et
Önemsediğin şeylerde, insanların Rabbi sana yeter.”
Hz. Ali (a.s) yola devam etti. “Dacnan” denilen yere vardıklarında, peşlerine düşenler onları yakaladılar. Bunlar, Kureyş’in en cesur atlılarından yedi kişiydiler. Yüzlerini kapatmışlardı. Sekizincileri ise Haris b. Ümeyye’nin azatlısı Cenah adlı biriydi. Cenah cesur ve atılgan biriydi. Atlıları gördükten sonra İmam Ali (a.s) Eymen’e ve Ebu Vakid’e dönüp şöyle dedi: “Develeri yatırın ve ayaklarını bağlayın.” Kendisi de öne çıkarak kadınların inmelerine yardımcı oldu. Atlılar iyice yaklaştılar. Ali kılıcını çekerek onları karşıladı. Ona doğru hareket ederek şöyle dediler: “Kadınları alarak kurtulacağını mı sandın? Dön! Seni babası ölesice seni.” Ali (a.s), “Peki, dönmezsem?” diye karşılık verdi. Dediler ki: Ya zorla götürürüz ya da kelleni götürürüz.”
Atlılar kadınlara ve binek hayvanlarına doğru yaklaştılar. Amaçları kadınları korkutmak ve bu hayvanları ürkütmekti. Ali (a.s) öne geçip onlara engel oldu. Cenah kılıcını çekerek Ali’ye karşı hamle yaptı. Ali (a.s) onun darbesinden yara almadan kurtulmayı başardı. Bu sefer Ali (a.s) ona hamle yaptı, boynunun yukarısından bir kılıç indirdi. Kılıç atın eğerine kadar adamı ikiye biçti. Ali kılıcıyla onları korkuttu. Bunun üzerine şöyle dediler: “Ey Ebu Talib’in oğlu! Bizden vazgeç.” Dedi ki: “Ben amcamın oğlu Resulullah’ın (s.a.a) yanına gidiyorum. Etini doğrayıp kanını dökmem kimin hoşuna gidiyorsa, peşimden gelsin.” Atlılar eli boş ve hezimete uğramış bir şekilde geri döndüler.
Sonra arkadaşları Eymen ve Ebu Vakid’e döndü ve onlara, “Bineklerinizi çözün.” dedi. Sonra kafileyi muzaffer bir şekilde “Dacnan” denilen yere götürüp orada konakladı. Orada bir gün bir gece kaldı. Arkalarından gelen zayıf Müslümanlar da onlara yetiştiler. Gecelerini Allah’ı zikrederek geçirdiler. Ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarak Allah’ı anıyorlardı. Şafak atıncaya kadar bu şekilde devam ettiler. İmam Ali (a.s) onlara sabah namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Nihayet Medine yakınlarında “Kuba” denilen yere vardılar. Orada kendilerini bekleyen Resulullah’a (s.a.a) katıldılar.
Daha onlar yetişmeden, onlarla ilgili vahiy geldi Resulullah’a (s.a.a). Allah Kur’ân’da onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.”
Hz. Peygamber (s.a.a) on beş gün boyunca, Kuba’da bu kafilenin gelmesini bekledi. Bu süre içinde Kuba mescidi kuruldu ve bu mescid hakkında apaçık ayetler nazil oldu. “Daha ilk günden takva temeli üzerinde kurulan mescid, içinde kıyam etmene daha lâyıktır.” Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) Müslümanları orada namaz kılmaya teşvik etmiş, onun ihya edilmesini istemiş ve orada namaz kılanlara büyük ecirler verileceğinden söz etmiştir.
Sonradan gelen kafilenin de dinlenmesinden sonra, Hz. Peygamber (s.a.a) beraberindeki arkadaşlarının ve ailesinin eşliğinde Yesrib’e doğru yola çıktı. Müslüman kitleler onu şiirler, maniler, hoş geldin sedalarıyla karşıladılar. Yesrib’in ileri gelenleri, Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri onu karşıladılar ve gelişinden duydukları memnuniyeti belirttiler. Bütün malî ve askerî imkânları onun emrine verdiler. Yesrib’in bir mahallesinden geçerken, o mahallenin ileri gelenleri, mahallelerine konuk olsun diye devesinin yularını tutup kendisini konuk etmeye ve korumaya hazır olduklarını belirtirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayır duada bulunur ve şöyle derdi: “Deveyi serbest bırakın, istediği gibi yoluna devam etsin. Çünkü bir emre göre hareket ediyor.”
Sonra deve, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin evinin yakınlarında geniş bir araziye çöktü. Resulullah (s.a.a) oraya indi. Hz. Fatıma (a.s) da diğer Fatıma’larla birlikte orada bineklerin sırtlarından indiler. Fatıma’lar Ümmü Halid’in evine konuk oldular. Hz. Fatıma (a.s) yedi ay boyunca babasıyla beraber kaldı. Nihayet mescidin ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evinin yapımı tamamlandı. Peygamber’in mütevazı evi, bazısı taştan örülmüş birkaç odadan meydana geliyordu. Diğer bazı odalar ise, hurma çubuğundan yapılmıştı. Odaların yüksekliğine gelince, Resulullah’ın (s.a.a) torunu İmam Hasan’dan (a.s) gelen bir rivayette şöyle deniyor: “Ben buluğ çağına ermiş bir delikanlı iken, Resulullah’ın (s.a.a) evlerine girerdim. Elim tavana yetişirdi.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) evi için hazırladığı eşyalar ise, son derece basit, sert ve mütevazıydılar. Hurma lifiyle birbirine bağlanmış tahtalardan yapılmış bir sedir yaptı kendisi için. Hz. Fatıma da hicret yurdunda babasının evine yerleşti. İslâm yurdundaki bu basit ve mütevazı evde kalmaya devam etti. Babasının gözetiminden, sevgisinden ve korumasından sonuna kadar yararlandı. Bu öyle bir gözetim, öyle bir sevgi ve öyle bir korumaydı ki, ondan başka hiçbir kadın ve hiçbir insan böylesini yaşamamıştır.
Fatıma bint-i Muhammed (s.a.a) Mekke’den hicret ederek bu mütevazı eve yerleşti. Uğruna canlarını feda etmeye hazır ensarın ve de onlarla birlikte muhacirlerin arasında babasını görmek için… Artık Evs ve Hazreç kabilelerinden Müslüman olan kardeşlerinin arasında yaşadıkları için kendilerini güvende hissediyorlardı. Hz. Peygamber’le (s.a.a) birlikte İslâm’a davete vermişlerdi kendilerini. Daha iyi yarınlar için plânlar yapıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) muhacirlerle, Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik uygulamasını başlatmıştı. Ki muhacirler yabancılık çekmesinler, kendilerini aynı amaç etrafında birleştiren kardeşlik duygularıyla kenetlensinler. Onların ortak paydaları, tek ve ortaksız ilâh olarak Allah’a iman etmekti. Ali’yi ise kendine ayırdı. Muhacir ve ensardan oluşan kalabalık bir grubun içinde Ali’nin elinden tuttu ve şöyle dedi: “Bu benim kardeşimdir, benden sonraki vasim ve vârisimdir.” Ali’nin (a.s) eriştiği Peygamber’e (s.a.a) kardeş olma bahtiyarlığının üzerinden uzun bir zaman geçmeden, bu sefer Peygamber’in (s.a.a) dünürü, en sevdiği, kalbinde ve ruhunda en aziz bildiği kızlarından birinin kocası oldu.
Resulullah efendimiz (s.a.a) Medine’ye yerleştikten kısa bir süre sonra “Sevde” ile evlendi. Hz. Hatice’den (r.a) sonra evlendiği ilk kadındı. Sonra “Ümmü Seleme bint-i Ebu Ümeyye” ile evlendi ve kızı Fatıma’nın (a.s) işlerinin idaresini ona havale etti.
Ümmü Seleme şöyle der: “Resulullah (s.a.a) benimle evlendi ve kızı Fatıma’nın (a.s) işlerinin idaresini bana havale etti. Fatıma’yı seviyordum ve ona birçok konuda rehberlik ediyordum. Fakat, Allah’a yemin ederim ki, Fatıma benden daha edepli ve her şeyi benden daha iyi biliyordu.”
Daha çocuk denilecek bir yaşta iken, fikrî olgunluğu ve aklî isabetliliğiyle belirginleşmişti. Allah ona olgun bir akıl, aydın bir zihin, keskin bir zeka ve bir güzellik vermişti ki, nuranî parlaklığı her tarafı aydınlatıyordu. Doğuştan ne çok yeteneğe, ne büyük erdemlere sahip kılınmıştı. (Allah’ın selâmı üzerine olsun.) O bu meziyetleriyle, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kontrolünde günden güne büyüyor, gelişiyordu. Nihayet kadınlık yaşına gelmişti.
Hicretin üzerinden iki sene geçmişti ki, Müslümanlar Medine’de kalıcı bir egemenlik kurduklarını fark etmeye başladılar. O günlerde, Kureyş’in ileri gelenlerinden fazilet sahibi, İslâm’da önceliği bulunan, şeref ve mal sahibi birçok kişi Fatıma’yı Hz. Peygamber’den istemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.a) de onları kırmadan hoşlukla reddediyor ve onu istemeye gelen herkese, “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum.” diyordu. Onlardan mübarek yüzünü çevirirdi. Bu yüzden her biri, Peygamber’in (s.a.a) kendisine kızdığını sanırdı.
Resulullah (s.a.a) onu Ali için tutuyordu ve Ali’nin onu kendisinden istemesini arzu ediyordu.
Bureyde’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Ebubekir, Fatıma’yı istedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: ‘O henüz küçüktür. Ben onun hakkında ilâhî takdiri bekliyorum.’ Ebubekir Ömer’le karşılaştı, olayı anlattı. Ömer, ‘Seni reddetmiştir.’ dedi. Sonra Ömer gidip istedi. Peygamberimiz (s.a.a) onu da reddetti.” İmam Ali (a.s), Hz. Fatıma’yı (a.s) istemeyi düşünüyordu. Ancak hem kendisinin, hem de İslâm toplumunun o sırada yaşadığı yoksulluk, geçim sıkıntısı onu bu isteğini pratikte gerçekleştirmekten alıkoyuyordu. Bu yüzden evlilik fikrini erteliyor, bir aile kurma arzusunu bir süre için unutmaya çalışıyordu. Bu toplumsal durumdu. Fakat kişisel olarak Ali (a.s), yirmi bir yaşını geride bırakmıştı. Fatıma ile evlenmenin de tam zamanıydı. Çünkü Ali’den başka Fatıma’ya denk bir erkek ve Fatıma’dan başka Ali’ye denk bir kadın yoktu. Bunlar, bir tekrarı artık dokunmayacak eşsiz bir kumaştan idiler.
Günlerden bir gün, İmam (a.s) işlerini tamamladı, sulama işinde kullandığı devesini çözdü ve evine doğru yola koyuldu. Deveyi evde bağladıktan sonra, Resulullah’ın (s.a.a) evine doğru yürüdü. Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ümmü Seleme’nin evinde bulunuyordu. İmam daha yolda iken, gökten bir melek Peygamberimize (s.a.a) şu ilâhî emri getirdi: “Nuru nur ile, yani Fatıma’yı Ali ile evlendir.”
Ali (a.s) kapıyı çaldı. Ümmü Seleme, “Kim o?” dedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: “Kalk, ey Ümmü Seleme! Ona kapıyı aç ve içeri girmesini iste. Çünkü bu, Allah ve Resulü’nün sevdiği, kendisi de Allah ve Resulü’nü seven bir adamdır.”Ümmü Seleme dedi ki: “Anam-babam sana kurban olsun, görmediğin hâlde hakkında bu övücü sözleri söylediğin adam kimdir?” Buyurdu ki: “Yavaş ol, ey Ümmü Seleme! Bu adam, ahmak ve sefih birisi değildir. O, benim kardeşim, amcamın oğlu ve yeryüzünde en çok sevdiğim kimsedir.” Ümmü Seleme der ki: “Bunun üzerine yerimden fırladım, az kalsın üzerime bağladığım peştamala takılıp düşecektim. Kapıyı açtım. Karşımda Ali b. Ebu Talib’i görmeyeyim mi?!” Ali, Resulullah’ın (s.a.a) yanına girdi ve şöyle dedi: “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun, ey Resulallah!” Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: “Ve selâm senin de üzerine olsun, ey Ebu’l-Hasan! Otur.”
Ali (a.s) Hz. Peygamber’in (s.a.a) tam karşısına oturdu. Sürekli olarak yere bakıyordu. Bir şey istemeye gelmiş de utandığından söyleyemiyormuş gibi duruyordu. Resulullah’tan (s.a.a) utandığı için başını yerden kaldırmıyordu. Hz. Peygamber(s.a.a) Ali’nin içinden geçenleri biliyormuş gibi, ona sordu: “Ey Ebu’l-Hasan! Bir ihtiyacın için gelmişsin gibi geliyor bana. İhtiyacın neyse söyle, içinden ne geliyorsa açıkla. Çünkü senin ne ihtiyacın varsa, benim tarafımdan karşılanacaktır.” Ali (a.s) şöyle dedi: “Anam-babam sana kurban olsun. Ben daha bir çocukken, beni, amcan Ebu Talip’ten ve Fatıma bint-i Esed’den aldın. Yediğinin aynısını bana da yedirdin, beni kendi edebinle edeplendirdin. İyilik ve şefkat bakımından, benim için Ebu Talip’ten ve Fatıma bint-i Esed’den daha iyiydin. Allah senin aracılığınla ve senin elinle beni doğru yola iletti. Allah’a yemin ederim ki, sen ya Resulallah, dünya ve ahiret hazinem ve zahiremsin. Allah’ın benim pazumu seninle güçlendirmesinin yanında, bir evimin, kendisiyle huzur bulacağım bir eşimin olmasını istedim. Sana kızını istemek için geldim. Kızın Fatıma’yı senden istiyorum. Beni Fatıma’yla evlendirir misin, ya Resulallah?” Resulallah’ın (s.a.a) yüzü sevinçten ve memnuniyetten parladı. Fatıma’nın yanına gitti ve şöyle dedi: “Ali seni istiyor. Sen onu tanıyorsun.” Fatıma sustu. Peygamberimiz (s.a.a), “Allahu Ekber! Susması kabul etmesi anlamına gelir.” dedi. Dışarı çıktı ve Fatıma’yı Ali ile evlendirdi.”
Ümmü Seleme der ki: Resulullah’ın (s.a.a) yüzünün sevinçten ve memnuniyetten parladığını gördüm. Sonra Ali’nin (a.s) yüzüne bakıp gülümsedi ve şöyle dedi: “Ey Ali! karşılığında seni evlendireceğim bir şeyin var mı?” Ali (a.s) şöyle dedi: “Anam-babam sana feda olsun. Allah’a yemin ederim ki, benimle ilgili hiçbir şey sana gizli değildir. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de sulama işinde kullandığım bir devem var. Bunların dışında hiçbir şeyim yok.” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Ey Ali! Kılıcına ihtiyacın var; onunla Allah yolunda cihat edersin, onunla Allah düşmanlarıyla savaşırsın. Deveni de hurmalarını sulamak ve ailene su taşımak için kullanırsın, yolculuklarında yükünü onunla taşırsın. Ama zırhın karşılığında seni evlendiriyorum. Onu almayı kabul ediyorum.”
“Ey Ebu’l-Hasan! Sana bir müjde vereyim mi?” Ali (a.s) şu cevabı verdiğini söyler: “Evet, anam-babam sana feda olsun. Bana müjdeyi ver. Çünkü uğurlu bir seciyeye, bereketli bir karaktere ve işlerinde hikmete sahipsin. Allah’ın salat ve selâmı üzerine olsun.”
Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Ben seni yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeden önce, Allah gökte seni onunla evlendirdi. Sen bana gelmeden önce, gökten bir melek şuracıkta bana geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Mahlukatı içinde seni seçerek elçi olarak gönderdi. Sonra ikinci kez yeryüzüne nazar etti. Orada senin için bir kardeş, bir vezir, bir arkadaş ve bir damat seçti. Kızın Fatıma’yı (a.s) onunla evlendirdi. Gökteki melekler bu olayı kutladılar. Ey Muhammed! Allah bana, Ali’yi yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeni söylememi ve onları, tertemiz, seçkin, arınmış, hayırlı, dünyada ve ahirette erdem sahibi iki oğulla müjdelemeni emretti.’ Ey Ali! Allah’a yemin ederim, daha melek göğe yükselmemişti ki, sen kapıyı çaldın.”
Enes anlatıyor: Resulullah’ın (s.a.a) yanında oturduğum bir sırada, vahiy geldiği sıralardaki baygınlık hâli gerçekleşti. Kendine gelince şöyle dedi: “Ey Enes! Cebrail’in, Arş’ın sahibinden bana ne getirdiğini biliyor musun?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir. Anam-babam sana feda olsun. Cebrail ne getirdi?” Buyurdu ki: “Allah bana Fatıma’yı Ali ile evlendirmemi emretti. Git, muhacirleri ve ensarı bana çağır.” Gidip muhacirleri ve ensarı çağırdım. Herkes oturduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle dedi: “Nimetlerinden dolayı hamdedilen, kudretinden dolayı ibadet edilen, saltanatından dolayı itaat edilen, katındaki nimetlerden dolayı arzu edilen, azabından dolayı sakınılan, yerinde ve göğünde emirleri yürürlükte olan, mahlukatı kudretiyle yaratan, hükümleriyle onları birbirinden ayrı ve farklı kılan, diniyle onları aziz yapan, peygamberi Muhammed’le onlara lütufta bulunan Allah’a hamdolsun. Hiç şüphesiz Allah, evlilik yoluyla gerçekleşen akrabalığı nesebin devamının vesilesi ve akrabalığın bir çeşidi kılmıştır. Allah’ın emri kazâsına uygun gerçekleşir, kazâsı ise kaderine dayanır. Her takdirin de bir süresi vardır. Ve her süre de yazılmıştır: ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.’ Haberiniz olsun! Allah bana Fatıma’yı Ali ile evlendirmemi emretti. Eğer Ali buna razı olursa, benim onu dört yüz mıskal gümüş karşılığında Fatıma ile evlendirdiğime şahit olun.”
Ali orada yoktu. Resulullah (s.a.a) onu bir iş için bir yere göndermişti. Sonra Resulullah (s.a.a) içinde taze hurma bulunan bir tabak getirmelerini emretti. Tabağı önümüze koydu, “Yiyin.” dedi. Biz taze hurmaları yerken Ali (a.s) çıkageldi. Resulullah (s.a.a) ona bakıp gülümsedi, sonra şöyle dedi:
“Ey Ali! Allah bana, Fatıma’yı seninle evlendirmemi emretti. Onu, eğer kabul edersen, dört yüz mıskal gümüş karşılığında seninle evlendirdim.” Ali şöyle dedi: “Razıyım, ya Resulallah!” Sonra Ali bir kenara çekilip Allah için şükür secdesine kapandı. Ardından şöyle dedi: “Beni, mahlukatın en hayırlısı Resulullah Muhammed’e sevdiren Allah’a hamdolsun.” Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurdu: “Allah ikinize bereket versin. Sizi bereketli kılsın ve size mutluluk versin. Sizden çok sayıda tertemiz nesiller meydana getirsin.”
Ali, zırhını Osman’a sattıktan sonra mihri alıp getirdi. Mihir dört yüz hecerî siyah dirhemden ibaretti. Resulullah (s.a.a) dirhemleri aldı, yeni ev için eşya alsınlar diye parayı ashabından ve kendi eşlerinden bazılarına teslim etti. Fatıma’nın çeyizi şundan ibaretti:
) Yedi dirhem değerinde bir gömlek. ) Dört dirhem değerinde bir baş örtüsü. ) Hayber malı siyah bir kadife. ) Üzeri kaytan türü iplerle örtülüp bağlanmış bir divan. ) Mısır keteninden mamul, birinin içi lifle, öbürünün ise yünle doldurulmuş iki döşek. ) İçleri izhirden (bir çeşit kokulu bitkiden) doldurulmuş Taif derisinden dört yastık. ) Yünden yapılmış bir örtü. ) Hecer yapımı bir hasır. ) Bir el değirmeni. ) Deriden yapılmış bir su kabı. ) İçinde elbise yıkanılan bakır bir leğen. ) Bir süt kasesi. ) Küçük su kovası. ) Sızdırmasın diye içi ziftlenmiş leğen. ) Yeşil bir testi. ) Kiremitten iki bardak. ) Bir meşin minder. ) Katrani aba. ) Su kovası…
Çeyizi düzmekle görevlendirilen sahabeler şöyle demişlerdir: Bu eşyaların tümünü taşıdık, Resulullah’ın (s.a.a) önüne koyduk. Resulullah (s.a.a) çeyize bakınca ağladı ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Sonra başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: “Allah’ım! Kaplarının büyük kısmı çanak çömlekten ibaret olan bu topluluğa bereket ver.”
Ali (a.s) evini donattı. Evin tabanına yumuşak kum döktü. Bu arada yıkanmış elbise asmak için bir duvardan ötekine uzanan bir tahta koydu. Yere de koç derisi serdi ve hurma lifinden yapılmış yastıklar bıraktı.
Güneş batmaya yüz tutunca, Resulullah (s.a.a), “Ey Ümmü Seleme! Bana Fatıma’yı çağır.” dedi. Ümmü Seleme gidip Fatıma’yı getirdi. Etekleri yerde sürünüyordu. Resulullah’tan utandığı için yüzünden şapır şapır ter dökülüyordu. Bir ara ayağı takılıp tökezledi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Allah seni dünya ve ahirette tökezlemekten korusun.” Fatıma, Resulullah’ın (s.a.a) önüne gelince, Resulullah yüzündeki perdeyi kaldırdı ve Ali yüzünü gördü.
Hz. Peygamber (s.a.a), Abdulmuttalib’in kızlarına ve muhacir ve ensar kadınlarına, Fatıma’ya arkadaşlık etmelerini, sevinmelerini, eğlendirici maniler söylemelerini, tekbir getirip hamdetmelerini ve Allah’ın hoşnut olmayacağı herhangi birşey söylememelerini emretti. Cabir der ki: Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı devesine ya da kırçıl katırına bindirdi. Selman bineğin dizginlerini tutarak yola koyuldu. Etrafında yetmiş bin huri vardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Hamza, Akil, Cafer ve Haşimoğulları’nın diğer erkekleri de kılıçlarını çekerek arkasında yürüyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) eşleri ise Fatıma’nın önünde mâni söylüyorlardı.
Kadınlar, her mâninin ilk beytini tekrarlıyor, sonra tekbir getiriyorlardı. Böylece eve girdiler. Sonra Resulullah (s.a.a) Ali’nin yanına giderek onu çağırdı, ardından Fatıma’yı çağırdı. Fatıma’nın elinden tutup Ali’nin elinin üstüne koydu ve şöyle buyurdu: “Allah, bu evliliği Resulullah’ın kızına mübarek kılsın. Ey Ali! Ne güzel eştir Fatıma! Ve ey Fatıma! Ne güzel eştir Ali!”
Sonra şöyle buyurdu: “Ey Ali! Şu Fatıma, Allah’ın ve Resulullah’ın senin yanındaki emanetidir. Allah’ın ve benim emanetimi koru.”
Ardından şöyle dua etti: “Allah’ım! Onların birliğini koru. Kalplerini kaynaştır. Onları ve zürriyetlerini nimetler cennetinin vârislerinden kıl. Onlara temiz, güzel ve mübarek bir zürriyet ver. Onları, senin emrinle insanları sana ibadet etmeye ileten ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar kıl.” Sonra şöyle buyurdu: “Evinize gidin ve ben size gelinceye kadar bir şey yapmayın.”
Ali der ki: Fatıma’nın ellerinden tuttum ve onu evin avlusunun bir kenarına oturttum. Ben de onun yanına oturdum. Benden utandığı için başını önüne eğip yere bakıyordu. Ben de ondan utandığım için hep yere bakıyordum.
Çok geçmeden Resulullah (s.a.a) geldi, elinde bir çıra vardı. Çırayı evin bir köşesine koydu. Sonra bana dedi ki: “Ey Ali! Şu bardağı al, şu tulumdan biraz su çıkar.” Dediğini yaptım ve suyu ona getirdim… İçine birkaç kez mübarek ağzının suyundan karıştırdı. Sonra bardağı bana verdi ve “İç.” dedi. İçtim, ardından bardağı Resulullah’a (s.a.a) verdim. Bardağı Fatıma aldı. Resulullah (s.a.a) dedi ki: “İç, ey sevgili kızım!” Fatıma ondan üç yudum içti. Sonra bardağı Peygamber’e (s.a.a) verdi. Suyun geri kalanını aldı, benim ve Fatıma’nın göğsüne serpti. Ardından şöyle buyurdu: “Allah, en çok sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ey Ehl-i Beyt!” Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle dedi: “Ey Rabbim! Sen gönderdiğin her peygambere bir zürriyet bahşettin. Allah’ım! Benim, yol gösterici zürriyetimi Ali ve Fatıma’dan kıl.” Sonra Resulullah (s.a.a) onların yanından ayrıldı. Kapının pervazından tutarak şöyle dedi: “Allah sizi ve neslinizi pak kılmıştır. Sizinle barış yapana ben de barış yaparım. Sizinle savaşana ben de savaş açarım. Sizi Allah’a emanet ediyorum ve sizi O’na bırakıyorum.” Kapıyı kapattı ve kadınlara da çıkmalarını emretti.
Ali (a.s) der ki: “Resulullah (s.a.a) Dördüncü günün sabahı yanımıza geldi…” Peygamberimiz (s.a.a) o sabah eve girince, Ali’den dışarı çıkmasını istedi. Fatıma ile yalnız kaldı ve dedi ki: “Nasılsın kızım? Kocanı nasıl buldun?”
Dedi ki: “Babacığım! O çok iyi bir kocadır. Ancak Kureyş’ten bazı kadınlar yanıma geldiler ve ‘Resulullah (s.a.a) seni, malı olmayan fakir biriyle evlendirdi.’ dediler.” Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: “Kızım! Ne baban, ne de kocan fakirdir. Bana yeryüzünün hazineleri sunuldu; ama ben, Rabbimin yanındaki nimetleri tercih ettim. Allah’a yemin ederim ki, ey kızım! O kadınlar sana doğru öğüt vermemişler. Ben seni, herkesten önce Müslümanlığı kabul eden, en bilgili ve en ağırbaşlı biriyle evlendirdim.”
“Kızım! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Yeryüzü halkından iki adam seçti. Biri baban, biri de kocan… Kızım! Çok iyi adamdır kocan. Onun emrine isyan etme.”
Sonra Resulullah (s.a.a) Ali’ye seslendi: “Ey Ali!” “Buyur ya Resulallah!” dedi. Buyurdu ki: “Evine gir, karına karşı nazik ol. Ona yumuşak davran. Çünkü Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten şey beni de incitir. Onu sevindiren şey beni de sevindirir. Sizi Allah’a emanet ediyorum. Sizi O’na bırakıyorum.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) hicretin ikinci senesinin zilhicce ayının başında Fatıma’yı (a.s) Ali (a.s) ile evlendirdiği de rivayet edilmiştir.
İmam Ali (a.s) ile Fatıma’nın (a.s) Harise b. Nu’man’ın evinde ne kadar kaldıkları kesin olarak bilinmiyor. Fakat Resulullah’ın (s.a.a), mescidine bitişik bir yerde ona bir ev yaptığını ve eşleri için yaptığı odalarda olduğu gibi bu evin bir kapısının mescide açılmasını sağladığını biliyoruz. Hz. Fatıma (a.s) Allah’ın evine bitişik ve Resulullah’ın (s.a.a) evine komşu bu yeni eve taşındı.
Resulullah efendimiz (s.a.a) bu nebevî fidanı yalnız bırakacak, gözetmeyecek, bağrına basmayacak ve direktifleriyle yönlendirmeyecek değildi. Karı-koca Resulullah’ın (s.a.a) gölgesinde, onun yanı başında yaşamlarını sürdürdüler. Fatıma (a.s) kocasının himayesinde göz aydınlığını ve ruh mutluluğunu yaşıyordu. Sadelik ondan hiçbir zaman ayrılmaz, hayatın kaba ve haşin yanları eksik olmazdı. O ideal bir eşti. Müslümanların kahramanı Ali’nin (a.s) eşi. Resulullah’ın (s.a.a) veziri, ilk danışmanı, zafer ve cihat sancağının taşıyıcısı. Bu yüzden Hz. Fatıma’nın (a.s) bu ağır sorumluluk düzeyinde olması bir zorunluluktu. Annesi Hatice Resulullah’ın cihadına, sabrına katıldığı, hayatın acımasızlıklarına ve risaletin meşakkatli davetine katlandığı gibi, o da Ali’nin cihadına, sabrına katılmalı, hayatın acımasızlıklarına katlanmalı ve risaleti tebliğ ederken davetin zorluklarına sabretmeliydi.
Fatıma (a.s), Allah’ın kendisine biçtiği rolü hakkıyla yerine getirdi. O, risalete uygun yaşayan salih Müslümanın, örnek Müslüman kadının bir timsaliydi.
İçinde masum, tertimiz kılınmış, günah işlemekten ve hata etmekten uzak tutulmuş, her türlü ahlâkî erdemle nitelenmiş ve her türlü insanî değerle bezenmiş bir karı-kocanın yaşadığı tek ev, Ali ve Fatıma’nın eviydi.
Ali (a.s) İslâm’da kâmil, ideal erkeğin örneği, Fatıma da İslâm’da kâmil ve ideal kadının örneğiydi. Her ikisi Resul-i Ekrem’in (s.a.a) gölgesinde büyümüş, serpilmiş, onun ilminden ve diğer erdemlerinden beslenmişlerdi. Duyarlı kulakları ta çocukluktan itibaren Kur’ân-ı Kerim’e aşinaydı. Resulullah’ın (s.a.a) Kur’ân’ı gece-gündüz ve her zaman okuduğunu görüyor, dinliyorlardı. Böylece gaybin kaynaklarına dokunacak kadar yakın oluyor, İslâmî bilgi ve irfanı asıl kaynağından, tatlı membaından alıyorlardı. İslâm’ı Resulullah’ın (s.a.a) şahsında hareket eden canlı bir varlık olarak görüyorlardı. Böyleyken, onların oluşturduğu aile, ideal Müslüman aile olmaz mıydı?
Ali ve Fatıma’nın evi, saflığın, ihlâsın, sevginin ve merhametin en göz kamaştırıcı örneklerinin yaşandığı bir mekândı. Ali ve Fatıma, tam bir uyum ve şefkatle evin idaresi ve ev işlerinin yerine getirilmesi hususunda yardımlaşıyorlardı. Resulullah efendimiz (s.a.a) evin iç idaresini gerçekleştirmeyi ve ev içi işleri görmeyi Fatıma’ya, dış idaresini gerçekleştirmeyi ve ev dışı işleri görmeyi de Ali’ye tevdi etmişti. (Kapının beri tarafı Fatıma’ya, öte tarafı Ali’ye aitti.)
Fatıma (a.s) şöyle der: “Resulullah’ın (s.a.a) beni erkeklere özgü görevleri üstlenmekten muaf tutmasından dolayı ne kadar sevindiğimi ancak Allah bilir.”
Ali (a.s) devamla şöyle der: “Hz. Peygamber (s.a.a), onun bir ihtiyacı için geldiğini anlamıştı. Ertesi sabah Resulullah (s.a.a) evimize geldi. Bizler üzerimize bir yorgan çekmiş uzanıyorduk. ‘es-Selâmu aleykum.’ dedi. ‘Ve aleyke’s-selâm ya Resulallah, içeri gir!’ dedim. Yanımıza oturur oturmaz dedi ki: Ey Fatıma! Dün ne ihtiyacın vardı ki Muhammed’e gelmiştin?” Ali der ki: “Fatıma’nın cevap vermeden Peygamber’in (s.a.a) kalkıp gitmesinden korktum.” Ali (a.s) Fatıma’nın ihtiyacını anlattı. Dedim ki: “Ya Resulallah! Onun neye ihtiyacının olduğunu ben sana anlatırım. Tulum ile su taşımaktan göğsünde izi çıktı. El değirmeniyle un öğütmekten elleri nasır bağladı. Ev süpürmekten üstü başı toz-duman içinde kaldı. Tencerenin dibindeki ateşi tutuşturmaktan elbiseleri ise-dumana bulandı. Ben de ona dedim ki: Babana gitsen, ondan bir hizmetçi istesen ve bu işleri yapmaktan dolayı yıpranmanı önlese olmaz mı?” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Size, hizmetçiden daha iyi olan bir şeyi haber vereyim mi? Uyumak üzere olduğunuz zaman otuz üç kere ‘subhanallah’, otuz üç kere ‘elhamdülillah’ ve otuz dört kere ‘Allahu ekber’ deyin.”
Bir gün Resulullah (s.a.a), Ali’nin (a.s) evine gider. Onun ve Fatıma’nın el değirmeniyle buğday öğüttüklerini görür. “Hanginiz yoruldunuz?” der. Ali, “Fatıma yoruldu, ya Resulallah!” der. Peygamberimiz (s.a.a): “Kalk kızım.” der. Fatıma kalkar ve Peygamberimiz (s.a.a) onun yerine oturur. Ali ile birlikte buğdayı öğütürler.
Cabir el-Ensarî’nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma’yı üzerinde deve derisinden bir giysi olduğu hâlde, bir yandan elleriyle buğday öğütürken, bir yandan da çocuğunu emzirirken gördü. Resulullah’ın (s.a.a) gözleri doldu. Dedi ki: “Kızım! Dünya acılarına karşılık ahiret mutluluğuna kavuşmak için acele et.” Fatıma (a.s) dedi ki: “Ya Resulallah! Nimetlerinden dolayı Allah’a hamdolsun. O’nun lütuf ve bağışlarından dolayı şükürler olsun O’na.” Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: “İleride Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.”
Enes anlatıyor: Bilal sabah namazına geç kaldı. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: “Niçin geç kaldın?” Dedi ki: “Fatıma’ya uğradım. Buğday öğütüyordu, çocuğu da ağlıyordu.” Dedim ki: “İstersen ben senin yerine buğday öğüteyim, sen de çocuğu sustur. İstersen ben çocukla ilgileneyim, sen de buğday öğüt.” Bana, “Ben sana göre, oğluma daha şefkatli davranırım.” dedi.
Bu yüzden geç kaldım. Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Sen ona acıdın, Allah da sana merhamet etsin.”
Esma bint-i Umeys, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’dan rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bize geldi, “Nerede oğullarım?” dedi. Hasan ve Hüseyin’i kastediyordu. Fatıma dedi ki: “Yanımızda tadılacak hiçbir yiyecek olmadığı hâlde sabahladık. Ali de, ‘Onları falana götürüyorum.’ dedi.” Resulullah (s.a.a) onların bulunduğu tarafa yöneldi. Onların bir su başında oynadıklarını gördü. Önlerinde de artmış biraz hurma vardı. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: “Ey Ali! Sıcaklık iyice bastırmadan oğullarımı götürsen olmaz mı?” Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Bu gece evimizde yiyecek hiçbir şey olmadan sabahladık. Biraz otursanız, ben de Fatıma için bir miktar hurma toplasam olmaz mı?” Ali bir miktar hurma topladıktan sonra, onları eteğine koyarak eve döndü.”
İmran b. Husayn’in şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber’in (s.a.a) yanında oturuyordum. Bir ara Fatıma çıkageldi ve Peygamber’in (s.a.a) önünde durdu. Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma’nın (a.s) yüzüne baktı. Yüzünün rengi sararmıştı. Açlığın şiddetinden yüzünde kan kalmamıştı. Dedi ki: “Yaklaş Fatıma!” Fatıma yaklaştı. Bir kere daha, “Yaklaş Fatıma!” dedi. Fatıma, tam önüne gelinceye kadar yaklaştı. Peygamberimiz (s.a.a) ellerini göğsündeki gerdanlık yerinin üzerine koydu, parmaklarının arası açıktı. Dedi ki: “Allah’ım! Ey açları doyuran! Ey düşmüşleri kaldıran! Muhammed kızı Fatıma’yı aç bırakma.”
Hz. Zehra’nın (a.s) hayatına irdeleyici bir gözle baktığımız zaman, onun zorluklarla iç içe geçen hayatının, çok mala ve geniş hayat imkânlarına -özellikle Benî Nadır ve Hayber fetihlerinden ve Fedek arazisine sahip olmasından sonra- kavuştuktan sonra da değişmediğini görürüz. Gelirinin yüksek meblağlarda olmasına rağmen Fatıma’nın hayatı değişmeden devam etmiştir. Rivayet edilir ki, Fedek’in yıllık geliri yirmi dört bin, bir diğer rivayete göre yetmiş bin dinar tutuyordu.
Çünkü Fatıma (a.s), bu gelirlerle evler yapmıyor, saraylar, köşkler kurmuyordu. İpek ve atlas elbiseler giymiyor, göz alıcı mücevherler takıp takıştırmıyordu. Bilâkis bu gelirin tümünü yoksullara, miskinlere dağıtıyor, Allah’a davet ve İslâm’ı yayma uğruna harcıyordu… Kocası Ali (a.s) de öyleydi. O da sulak bir yerden yüz pınar çıkararak bunları hacılara vakfetmişti. Ali’nin mallarının bir yıllık sadakasının miktarı kırk bin dinardı. Ali’nin verdiği bu sadakalar, büyük bir topluma yeterdi, demesek bile, bütün Haşimoğulları’na yeterdi. Özellikle, hizmet edecek bir cariye satın almak için otuz dirhemin yettiğini, o dönemde bir dirhemle birçok ihtiyacın karşılanabildiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu meblağın büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar.
Hz. Zehra (a.s), Resulullah’tan (s.a.a) sonra, bu ümmetin istisnasız en büyük şahsiyetinin evinde yaşadı. Tek amacı İslâm sancağını taşımak ve onu savunmak olan adamın…
Siyasal koşulların son derece hassas ve gayet tehlikeli olduğu bir dönemdi. İslâm orduları daima teyakkuz hâlindeydi. Her yıl kanlı savaşlara tutuşmak durumundaydı ve Ali (a.s) de bu savaşların çoğuna katılıyordu.
Hz. Zehra (a.s), bu müşterek hanede gerekli atmosferi, sıcaklığı ve istenen şefkati fazlasıyla oluşturuyordu. O, bu hâliyle Ali’nin (a.s) cihadına da ortak bulunmuş oluyordu. Çünkü bir hadiste de vurguladığı gibi, “Kadının cihadı iyi bir eş olmasıdır.”
Hz. Zehra (a.s), eşini yüreklendiriyor, cesaretini ve fedakârlığını övüyordu. Gelmekte olan çatışmalar öncesinde onu güçlendiriyordu, kalbini teskin ediyor, acılarını dindiriyor, yorgunluğunu gideriyordu. İmam Ali (a.s) şöyle der:“Fatıma’ya bakardım. Ona baktığım anda bütün kederler ve hüzünler bir anda beni terk ederdi.”
Fatıma (a.s), eş olmanın kendisine yüklediği görevleri eksiksiz yerine getirmeye büyük bir özen gösterirdi. Eşinin izni olmadan bir gün dahi evinden çıkmadı. Bir gün olsun ona kızmadı, evinde yalan söylemedi, ona ihanet etmedi, hiçbir emrine karşı çıkmadı. Hz. Ali (a.s) de ona aynı hürmeti gösterir, sevgisini eksik etmezdi. Ali (a.s), Fatıma’nın (a.s) yüksek makamını ve derecesini bilirdi. Bir keresinde şöyle demişti: “Allah’a yemin ederim ki, Allah onu katına alıncaya kadar, onu hiç kızdırmadım, üzmedim. O da beni hiçbir zaman kızdırmadı, hiçbir emrime karşı çıkmadı.”
İmam Ali (a.s), ömrünün son demlerinde kendisine tavsiyelerde bulunmak isteyen Fatıma’ya hatırlatır. Fatıma şöyle der: “Ey amcamın oğlu! Benden yalan bir söz işittin mi? Bir ihanetimi gördün mü? Benimle beraber olduğun günden beri bir kere olsun sana karşı çıktığıma şahit oldun mu?” Ali (a.s) şu karşılığı verir: “Allah’a sığınırım. Sen, Allah’ı en iyi bilenlerden birisin. En çok iyilik eden, en fazla O’ndan korkan ve en çok O’ndan sakınansın. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) vefatıyla başıma gelen musibeti yeniden yaşattın bana. Senin vefatın, benim seni yitirmem, büyük bir musibettir benim için. Biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.”
Ebu Said el-Hudrî’den rivayet edilir: Bir gün Ali b. Ebu Talib (a.s) acıkmış bir hâlde sabahladı. Dedi ki: “Ey Fatıma! Bana verebileceğin bir yiyecek var mı?” “Hayır.” dedi, “Babama peygamberliği, sana vasiliği bahşeden Allah’a yemin ederim ki, benimle bu sabaha hiçbir yiyecek çıkmadı ve iki günden beri yediğimiz hiçbir şey yoktur. Sadece bir yiyecek vardı. Onu da, kendime ve Hasan ile Hüseyin’e tercih ederek sana vermiştim.” Ali (a.s) dedi ki: “Ey Fatıma! Bana söyleseydin ya, sizin için yiyecek bulmaya çıksaydım?” Dedi ki: “Ey Ebu’l-Hasan! Sana, güç yetiremeyeceğin bir şeyi yüklemek hususunda Allah’tan utanırım.”
Annelik, Hz. Zehra’nın (a.s) omuzlarındaki görevlerin en hassası ve en ağırı idi. Beş çocuk dünyaya getirmişti. Hasan, Hüseyin, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve bir de düşük yaptığı Muhsin.
Yüce Allah, Resulullah’ın (s.a.a) soyunun, zürriyetinin Fatıma (a.s) kanalıyla devam etmesini takdir etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.a) da bunu şöyle haber vermiştir: “Allah, her peygamberin soyunun kendi sulbünden devam etmesini sağlamış, benim soyumu ise Ali b. Ebu Talib’in sulbünden devam etmesini dilemiştir.”
Vahyin ve nübüvvetin eğitiminden geçmiş Hz. Zehra (a.s), İslâm eğitim metodunu, terbiye yöntemini çok iyi biliyordu. Bunu, Hz. Hasan’ın (a.s) şahsında gerçekleştirdiği örnek terbiyede gözlemleyebiliriz. Onu, Müslümanların önderliği sorumluluğunu üstlenecek, risalet tarihinin en zor zamanlarında kederini yutkunacak, İslâm dinini ve mümin toplumu korumak için Muaviye ile, içinde derin acılar hissetmesine rağmen anlaşma imzalayabilecek sağlam karakterli biri olarak yetiştirmişti. Hz. Zehra’nın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen İmam Hasan (a.s), bu tavrıyla dünyaya şu mesajı vermişti: İslâm barış dinidir. Düşmanlarına, iç meseleleri; dine darbe vurmak, dini zayıflatmak için kullanma fırsatını vermez… O bu davranışıyla Muaviye’nin tüm kozlarını boşa çıkarmıştı. Plânını geçersiz kılmış, cahiliyeyi yeniden canlandırma amaçlı komploların başına geçirmişti. Bir süre sonra dahi olsa, onun sapıklığını bütün dünyaya göstermişti. Muaviye’nin Müslümanlara oynamak istediği oyunu bozmuştu.
Zehra (a.s), Hüseyin (a.s) gibi birini yetiştirmişti. Hüseyin ki, canını, bütün ailesini ve en sevdiği arkadaşlarını Allah yolunda zulümle ve zalimlerle vuruşma uğruna feda etti. O, kanıyla, henüz yeşeren İslâm ağacını sulamıştı.
Zehra (a.s), Zeyneb ve Ümmü Gülsüm gibi zirve kadınları yetiştirmişti. Onlara, fedakârlık, serdengeçtilik ve zalimler karşısında direniş derslerini vermişti. Zalime, onun gücüne karşı eğilmesinler, boyun eğmesinler diye. Görkemli bir cesaret ve açıklıkla Ümeyyeoğulları zorbalarına karşı hakkı haykırsınlar diye… Dine ve resuller efendisinin ümmetine karşı kurulan tuzakları ortaya çıkarsınlar diye…
Hz. Fatıma (a.s), bu zor cihat döneminin bütün koşullarını ve bütün boyutlarını bizzat yaşadı. Eşinin ve babasının himayesinde bu adımları birer birer geçti. Her şeyi ruhuyla ve duygularıyla yaşıyordu. Evinde sürdürdüğü cihadıyla, babasının yanında yer almasıyla, babasının çektiği zorlukları ve sıkıntıları paylaşarak yaşıyordu. Babasının cihadına, sabrına ve direncine tanık olmuştu. Uhud’da yaralandığını, dişinin kırıldığını, bu esnada münafıkların onu yalnız bıraktığını görmüştü. Babasının amcası, Allah’ın arslanı Hamza’nın ve bir grup seçkin müminin şehit düşmelerine tanık olmuştu.
Tarih bize, Fatıma’nın (a.s), birçok yerde, babasının savaşına, sabrına ve cihadına, ruhuyla ve duygularıyla katıldığını anlatır.
Rivayet edilir ki, Resulullah efendimiz (s.a.a), bir gazveden geri dönmüştü. İlk iş olarak mescide girdi, orada iki rekât namaz kıldı. Sonra her zaman olduğu gibi, eşlerinin evlerinden önce Fatıma’nın evine gitti. Onu ziyaret etmek ve görüp sevinmek için. Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) yüzünde yorgunluk ve bitkinlik belirtilerini görünce üzüldü ve ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.a) sordu: “Niçin ağlıyorsun ey Fatıma?” Şöyle cevap verdi: “Renginin solduğunu gördüğüm için.” Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Fatıma! Yüce Allah babanı öyle bir dinle göndermiştir ki, yeryüzünde kerpiç ya da kıl çadırdan bir tek ev kalmayacaktır ki, bu din sayesinde azizlik ve onurluluk ya da rezillik ve alçaklık o eve girmesin. Karanlığın çöktüğü her yere ulaşacaktır.”
Fatıma’nın (a.s), büyük komutan ve son resul babasına (s.a.a) yönelik katkıları sadece bu duygusallıktan ibaret değildi. O, babasını kendisine tercih eder, onu her bakımdan önemser, onun sıkıntılarına ve zorluklarına ortak olurdu. Fatıma (a.s) Medine çevresinde hendek kazıldığı gün oraya gelmiş ve ashabıyla birlikte, Medine’yi ve İslâm’ı korumak maksadıyla toz toprak içinde çalışan babasını (s.a.a) görmüştü. Fatıma’nın elinde bir parça ekmek vardı. Ekmeği babasına (s.a.a) verdi. Peygamberimiz (s.a.a), “Bu nedir Fatıma?” dedi. Dedi ki: “Oğullarım için pişirdiğim ekmeğin bir parçasını sana getirdim.” Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: “Kızım! Biliyor musun, üç günden beri babanın ağzına girecek ilk yemektir bu!”
Müslüman kadının cihadını yansıtan bu göz kamaştırıcı tabloyu Fatıma (a.s), Resulullah’ın (s.a.a) gölgesinde çiziyordu. Fatıma (a.s), sahip olduğu her şeyle, Resulullah’ın (s.a.a) cihadına katılarak İslâm’ın temellerinin sağlamlaşması için çaba sarf ediyordu. Aynı meydanda ve aynı hendekte (mevzide) babasıyla, kocasıyla ve oğullarıyla omuz omuza mücadele veriyordu. Bu şekilde o, tarih sayfalarına, Müslüman ümmetin gelecek nesillerine pratik bir ders işliyordu. Malayanilikten, anlamsızlıktan ve gayesizlikten uzak tevhit inancının şekillendirdiği iman hayatını öğretiyordu.
Kadınların efendisi, büyük bir mutluluk yaşıyordu. Çünkü Arap Yarımadası’nın önemli bir kısmının İslâm’ın egemenliği altına girdiğini, babasının risaletini benimsediğini görüyordu. Kureyş bile, onca inatçılığına, kibrine karşın, liderlerinden birini, İslâm’ın başkenti Yesrib’e, Hz. Peygamber’in (s.a.a) hicretin altıncı senesinde umre yapmaya giderken imzalanan Hudeybiye Antlaşması’yla sağlanan ateşkesin süresini uzatmak amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere göndermişti.
Kureyş, daha önce imzalanan antlaşmayı ihlâl ettikten sonra, liderlerinden Ebu Süfyan’ı elçi olarak göndermişti. Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’e (s.a.a) Kureyş’in talebini iletmiş, ama olumlu bir cevap almamıştı. Bunun üzerine, bir grup Müslümandan eman ve himaye talebinde bulunmuş, ama kimse bu isteğini kabul etmemişti. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşi olan kızı Ramle (Ümmü Habibe) dahi ona olumlu bir karşılık vermemişti. Sonunda Resulullah’ın yanında kendisine aracı olmaları için Ali ve Fatıma’nın yanına gitmişti. Ali, Fatıma ve oğulları Hasan ve Hüseyin de bu isteğini geri çevirmişlerdi. Hiçbir Müslümanın bu konuda kendisine yardımcı olmayacağını anlayınca, ümitsizlik içinde, korkarak, yenilmiş, başarısızlığı ve hezimeti ruhunun derinliklerinde hissederek geri dönmüştü.
Hz. Zehra (a.s), babasının, Ebu Süfyan’a karşı takındığı tavırdan, onun Mekke’yi fethedeceğini anlamıştı. Derken günler yaklaştı ve Resulullah (s.a.a), on bin Müslümanla birlikte harekete geçti. Bayrağı, amcasının oğlu ve vasisi Ali b. Ebu Talib’e (a.s) vermişti. Hz. Zehra (a.s) da, orduyla beraber sefere çıkan kadınlar arasındaydı. Zehra (a.s), Allah’ın bahşettiği zaferin mutluluğunu içinde hissederek babasının (s.a.a) yanı başında duruyordu. Putların, babasının ayakları altında olduğunu görüyordu. Kureyşlilerin ona sığındıklarına, ona, “Kerim kardeşin oğlu kerim bir kardeş.” dediklerine tanık oluyordu. Babası da Kureyşlilere, “Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” diyordu.
Babası ve eşiyle beraber, çocukluk günlerini geçirdiği, ailesinin ve sevenlerinin anayurdu Mekke’yi arkasında bırakarak ensarın şehrine, Yesrib’e döndü. Bu yolculuktan sonra iki yıl daha yaşadı. Bunlar, hayatının en mutlu yıllarıydı. İslâm, Arap Yarımadası’nın her tarafına yayılmış ve artık bölgenin en çok mensubu bulunan büyük dini hâline gelmişti.
O günler, acısıyla tatlısıyla geride kaldı. Hicretin onuncu senesinde Hz. Peygamber (s.a.a) bütün Müslümanları hac ibadetini eda etmeye çağırdı. Müslümanlarla birlikte veda haccını yaptı. Müslümanlara haccın hükümlerini ve menasikini (hac zamanı yerine getirilen ibadetleri) öğretti. Dönüş yolunda kafile Gadir-i Hum denilen yerde durdu. Hz. Peygamber (s.a.a) deve mahfesinden oluşturulan bir minberin üzerine çıktı. Bir iki giriş cümlesinden sonra yüksek sesle şöyle dedi: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım! Ona dost olana sen de dost ol. Ona düşman olana sen de düşman ol.” Böylece Ali’yi kendisinden sonraki halife olarak tayin etti. Sonra Müslümanlara Ali’ye biat etmelerini ve “müminlerin emiri” olarak selâmlamalarını emretti. Derken herkes memleketine, Peygamberimiz (s.a.a) de Medine’ye döndü.
Hicretin on birinci senesinde, safer ayının son günlerinde Hz. Peygamber (s.a.a), büyük acılar hissettiği bir hastalıktan şikâyet etmeye başladı. Roma devletine karşı bir sefer düzenleme kararındaydı. Bir ordu hazırlamış ve henüz genç bir delikanlı olan Usame b. Zeyd’i bu ordunun komutanlığına getirmişti. Bütün muhacir ve ensara bu orduya katılmalarını emretti. Onları sefere çıkmaya, her vesileyle teşvik ediyordu. Bazılarını özellikle ismen zikrediyordu. Muhaliflerin ve karşıtların Medine’den uzaklaşmalarını, İmam Ali’nin (a.s) hilâfetine karşı olanların, problem çıkarma fırsatını bulmamalarını amaçlıyordu.
Resulullah efendimizden (s.a.a) sonra, İslâm tarihinde, kıvılcımları her tarafa yayılan ve büyük bir sarsıntı meydana getiren en zor ve en ağır olayların başında, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından hemen sonraki gelişmeler gelir.
İslâm toplumunda böyle acı bir mücadelenin meydana gelmiş olması, büyük bir kesimin, İslâm inanç sistemini bütün boyutlarıyla ve bütün sınırlarıyla kavrayıp özümsemediğinin somut bir kanıtıydı. Bu kavganın bir sonucu olarak İslâmî deneyimde sapmalar baş gösterdi. Bunun, Müslümanlar üzerindeki kötü ve olumsuz etkileri günümüze kadar devam etmektedir.
Resulullah’ın (s.a.a) vefatını izleyen dönem, birbiriyle çelişen ve ani gelişen birtakım olaylara sahne oldu. Hz. Fatıma’nın hayatını sağlıklı bir şekilde inceleyebilmemiz için, bu dönemde meydana gelen olaylara dair genel bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekir. O günkü toplumun sosyal yapısını, etkin güç merkezlerini, bu güçler arasındaki etkileşim ve iletişimi, bu gelişmelerin genelde Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’i, özelde Hz. Fatıma üzerindeki etkilerini, özellikle zulüm ve saldırıları kavramamız böyle bir durum değerlendirmesi yapmamıza bağlıdır. İlk karşımıza çıkansa, Sakife toplantısıdır. Çünkü bu toplantı, sonraki tüm gelişmelere ilişkin temel bir rol oynamış, kendisinden sonraki süreçlerin şekillenmesine neden olmuştur.
İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i, Haşimoğulları ve onların yakın dostları, Hz. Peygamber’in (s.a.a) cenaze işleriyle ilgileniyor, defin işlemleri için hazırlık yapıyorlardı. Toplumun liderliğini ele geçirmeye, iktidara gelmeye dair niyetler taşıyan birtakım odaklar, onların bu meşguliyetlerini fırsat bilerek, gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirdiler. Hz. Peygamber’in (s.a.a) dile getirdiği ilâhî emir ve yasakları dikkate almadan hem de.
Ortada iki tavır vardı. Biri Ömer b. Hattab’ın tavrıydı. Peygamber’in (s.a.a) evini sarmış, yüreklerini hüzün kaplamış Müslümanların arasında bağırıyordu: “Peygamber ölmedi.” diye. Peygamber’in (s.a.a) öldüğünü söyleyenleri tehdit edip duruyordu. Bu kuşku uyandırıcı davranışını Ebubekir Medine dışından gelinceye kadar sürdürdü.
İkinci tavır ise, ensardan bir topluluğun Benî Sâide Sakifesi’nde Hazreçli Sa’d b. Ubade başkanlığında toplanmış olmalarıydı.
Bütün tarihçiler ve hadisçiler, Ömer’in bu tavrının, Ebubekir’in gelip insanlara “Muhammed ancak bir peygamberdir…” ayetini okuyunca sona erdiği hususunda görüş birliği içindedirler. Ebubekir gelince, Ömer’in panik hâli sona eriyor ve ikisi birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.a) evinden çıkıyorlar. Onu (s.a.a), ölümünden dolayı musibetli olan ailesiyle baş başa bırakıyorlar.
Karinelerden ve olayların akışından anladığımız kadarıyla Ebubekir ve Ömer, gerekli tedbirleri almak için önceden belirledikleri bir yere gitmişlerdi. Yine olayların akışından anlaşılıyor ki, başta Sa’d b. Ubade olmak üzere ensar, Ali’den başkasının hilâfet iddiasında bulunacağını hesaba katmamışlardı. Nitekim Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat de hiç kimsenin Ali’nin (a.s) halifeliğine karşı çıkmayacağı yönündeydi. Fakat çok geçmeden ensar, muhacirlerin ileri gelenlerinin hilâfeti Ali’ye vermemek, iktidarı ele geçirmek, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ali’nin halifeliği ile ilgili sözlerini görmezlikten gelmek niyetinde olduklarını, onların bu Kureyş ittifakıyla eski cahiliyeyi ve kabile taassubunu yeniden canlandırmak niyetinde olduklarını anladılar. Halbuki ensar, İslâm davasına ve bu davanın tebliğcisine canlarını ve mallarını feda etmişlerdi ki, şimdi Peygamber’den (s.a.a) sonra hilâfet makamına oturmak isteyen muhacirlerden hiçbiri böyle bir fedakârlıkta bulunmamıştı.
Ensar bunu anladıktan sonra, içlerinde bir grup Sa’d b. Ubade liderliğinde, hilâfet meselesini ele almak üzere Benî Sâide Sakifesi’nde toplandı. İçlerinden bazıları, hilâfet için Sa’d b. Ubade’nin ismini ortaya attı. Sa’d’dan hoşlanmayan ve onun aleyhine faaliyet gösteren ensardan bazı kimseler aracılığıyla bu haber muhacirlere ulaştırılınca, derhal bulundukları yerden ayrıldılar ve Benî Sâide Sakifesi’ne gittiler. Ensar adına konuşmak üzere biri ayağa kalktı ve ensarı, tavırlarını ve İslâm uğruna gerçekleştirdikleri fedakârlıkları saydı. Muhacirlere de onları görmezlikten gelmemelerini ve iktidarda onlara bir pay vermelerini önerdi. Ondan sonra Ebubekir konuştu. Kureyş’in faziletinden ve üstünlüğünden bahsetti. İnsanlara Arapların İslâm öncesi tavırlarını hatırlattı. Bu sözleriyle, soy-sopla övünmeye ilişkin eski gelenekleri canlandırır gibiydi.
İkdu’l-Ferid adlı eserde yer alan rivayette Ebubekir’in şöyle dediği belirtiliyor: “Biz muhacirler, insanlar içinde ilkönce Müslüman olmuş kimseleriz. En üstün soy bizimdir. Yurdumuz da tam ortadadır. İnsanlar içinde seçkin yüzlere sahip bizleriz. Akrabalık bakımından da Resulullah’a (s.a.a) en yakın olanlar da biziz…” Devamla şöyle dedi: “Araplar, Kureyş’in bu oymağından başkasına boyun eğmez. Allah’ın verdiği lütuflar hususunda kardeşleriniz olan muhacirlerle yarışmayın. Sizin için halife olarak şu iki adamdan birine razı oldum…” Bunu söylerken Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı işaret etti.
Ebubekir Kureyş’ten, üstünlüklerinden ve muhacirlerden ve faziletlerinden söz ederken, altın bir fırsat buldu. Beşir b. Sa’d el-Hazrecî, evin bir köşesinde yüksek sesle bağırıyordu. Bu adam amcasının oğlu Sa’d b. Ubade’yi çekemiyordu. Şöyle diyordu: “Ey insanlar! Biliyorsunuz ki, Muhammed Kureyş’tendir. Onun kavmi herkesten daha çok ona yakındır, onun yerine geçmeye lâyıktır. Allah’a yemin ederim ki, bu işle ilgili olarak onlarla çekiştiğimi hiçbir zaman göremeyeceksiniz.”
İnsanlar arasında böyle bir üslûpla ortaya çıkıp konuşmasından dolayı Habbab b. Münzir el-Hazrecî onu eleştirdi. Bunun bozgunculuk, nifak eseri bir konuşma olduğunu, amcasının oğlunu kıskandığı için böyle konuştuğunu belirtti. Dedi ki: “Peygamber’den (s.a.a) sonra, amcasının oğlunun yönetime geçmesi, Beşir b. Sa’d’a ağır geldi, amcasının oğlunu kıskandığı, çekemediği için. Ama, bir hak sahibinin hakkını almasına karşı çıkmak istemeyen biri gibi meydana atılıyor.” Ardından şunları söyledi: “Böyle yapmaya ne ihtiyacın vardı ey Beşir?! Amcanın oğlu Sa’d b. Ubade’nin emirliğine karşı çıkmanın sebebi neydi?”
Tartışmalar burada son bulmadı. Bu arada, Evs kabilesinin reislerinden biri olan Useyd b. Hudayr ayağa kalktı. İnsanların içlerindeki cahiliye kinlerini, düşmanlıklarını yeniden kışkırttı. Eski yaraları kaşıdı. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ayrılıkları, kinleri ve düşmanlıkları hatırlattı. İslâm’ın söndürdüğü bu ateşi yeniden alevlendirmeye çalıştı. Evslilere hitap ederek şunları söyledi: “Ey Evsoğulları! Allah’a yemin ederim ki, eğer bir kere Sa’d’ı başınıza emir olarak tayin ederseniz, kıyamete kadar Hazreçliler bundan dolayı sizden üstün olacaklardır. Bu hususta ebediyen size bir pay vermezler.”
Bu bölünmeyi sağlayan Beşir B. Sa’d’ın sözlerini fırsat bildi Ebubekir. Ardından Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutarak şöyle seslendi: “Ey insanlar! Bu Ömer, bu da Ebu Ubeyde. Bunlardan istediğinize biat edin.” Habbab b. Münzir, önceden hazırlanmış bu üçlü plânı fark ettikten sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! Elinize sahip çıkın ve bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Yoksa sizin bu işteki payınızı alıp götürürler.” Bu sözler karşısında Ömer b. Hattab öfkelendi ve büyük bir kızgınlıkla şunları söyledi: “Muhammed’in iktidarı ve emirliği hususunda bizimle çekişecek olan kimmiş? Biz onun yakınları ve aşiretiyiz. Allah’a yemin ederim ki, sapıklığa dalmış, günahla hemhal olmuş ya da helâkete düşmek üzere olan birinden başkası böyle bir cüreti gösteremez.”
Habbab b. Münzir, Ömer’in bu meydan okuyuşunu ve sert üslûbunu duyunca ensara döndü ve şöyle dedi: “Eğer bunlar istediğinizi kabul etmezlerse, onları bu memleketten çıkarın. Çünkü Allah’a yemin ederim ki, siz bu işte onlardan daha çok hak sahibisiniz. Bu dini kabul edenler, sizin kılıçlarınız sayesinde kabul ettiler…” Bunları söyledikten sonra kılıcını çekti ve şöyle dedi: “Ben onun kaşınma kütüğüyüm ve sığınağıyım. Allah’a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu köksüz bir dala çeviririz…” Bu sözler karşısında Ömer büyük bir öfkeye kapıldı. İki taraf arasında büyük bir kavganın çıkması an meselesiydi. Ebu Ubeyde b. Cerrah bir fitne çıkmaması izin araya girdi. Gayet yumuşak ve sakin bir sesle şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! İlk yardım eden ve koruyan sizsiniz, değiştiren ve dönüştürenlerin ilki olmayın.” Rica eder bir üslûpla, nazik bir dille konuşmaya başladı. Çok geçmeden öfkeleri dindi. Ensar da kendi aralarında bölünmüşlerdi.
Ömer, bu diyalogdan sonra Ebubekir’e yöneldi ve dedi ki: “Uzat elini ey Ebubekir! Allah’ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni uzak tutamaz.” Onun ardından Ebu Ubeyde b. Cerrah ayağa kalktı ve ona dedi ki: “Sen muhacirlerin en faziletlisisin, mağaradaki iki kişinin ikincisisin. Resulullah olmadığı zaman onun yerine namaz kılan kimsesin.” Bunun üzerine Ebubekir ellerini uzattı, onlar da biat ettiler. Onların ardından Beşir b. Sa’d ve Hazreç kabilesinden bazı kimseler kalkıp ona biat ettiler. Useyd b. Hudayr da Evs kabilesinden bazı kimselerle birlikte biat etti. Ebubekir’i kutlayarak Benî Sâide Sakifesi’nden çıktılar. Önlerine çıkan herkesten biat aldılar. Buna karşı çıkanları da Ömer kırbacıyla dövüyordu. Ebubekir’in yanındaki kalabalık gittikçe artıyordu, bu da başkalarının da biat etmeleri için bir tür baskı aracı olarak kullanılıyordu. Böylece Ebubekir’e, birçokları için sürpriz olacak bir şekilde biat alınmış oldu.
Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman, Ali’yi iktidardan uzak tutma plânının o anda spontane gelişmiş bir eylem olmadığını anlıyoruz. Birçok olay da bunun tanığıdır. Buna karşılık, Sa’d b. Ubade liderliğinde ensarın düzenlediği toplantı ise, tamamen kendiliğinden gelişmiş bir olaydı. Önceden bunun için bir hazırlık yapılmamıştı. Görüş ayrılıklarına düşmeleri ve birbirlerine karşıt fikirler savunmaları da bunun göstergesidir. Yine anlıyoruz ki, Ebubekir, Ömer b. Hattab ve İbn Cerrah Kureyş partisinin liderleriydiler. Bu partinin amacı, iktidarı ele geçirmek ve Ali’yi iktidardan uzak tutmaktı. Ensara karşı kullandıkları argümanlar ise ikiyi geçmiyordu: Birincisi: Muhacirler ilkönce Müslüman olan kimselerdir. İkincisi: Onlar insanlar içinde Resulullah’a en yakın olan kimselerdirler, onun birinci dereceden akrabalarıdırlar.
Aslında Kureyş partisinin bu liderleri ortaya attıkları bu kanıtla, bizzat kendileriyle çelişmiş oluyorlardı. Çünkü hilâfet, iddia ettikleri gibi, ilkönce Müslüman olmakla ve Peygamber’e akraba olmakla elde edilen bir makam idiyse, bu sadece Ali’nin hakkı olabilirdi. Çünkü insanlar içinde ilkönce Müslüman olan, ilkönce iman getiren ve Muhammed b. Abdullah’ın risaletini ilkönce tasdik eden oydu. Bu hususta bütün Müslümanlar görüş birliği içindedirler. Ayrıca Ali, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’de muhacirler ve ensar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik uygulaması uyarınca da Peygamber’in kardeşidir. Soy olarak da Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğludur. Peygamber’in (s.a.a) kalben onu herkesten çok sevdiği, herkesten çok kendisine yakın hissettiği biri olduğu hususunda da kimsenin kuşkusu yoktur.
Ebubekir, ensara karşı Peygamber’e yakınlığı, ilkönce Müslüman oluşu argüman olarak kullanırken, bu arada hilâfete Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı önerirken, onların ensardan önce Müslüman olduklarını, Peygamber’e akrabalık bakımından daha yakın olduklarını gerekçe gösterirken kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Çünkü bunları söylediği sırada, daha üç ay önce Gadir-i Hum’da binlerce kişinin biat ettiği Ali b. Ebu Talib’i görmezlikten geliyordu. Ali ise, bütün Müslümanlardan daha önce Müslüman olmuştu. Soy olarak da Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğluydu, onun din kardeşiydi. Bütün tarihçiler ve muhaddisler bu hususta görüş birliği içindedirler. Onun yiğit çıkışları ve fedakârlığı ve cihadıyla İslâm’ın mesajı istikrar buldu, şirke karşı üstünlük sağladı, putperestliği ve Kureyş’i yenilgiye uğrattı. Ama Kureyş, şu anda, Ali’nin (a.s) şahsında ve çizgisinde Muhammed’e (s.a.a) yeniden savaş başlatmış görünüyordu.
Bunun bir kanıtı da, Ebubekir, hilâfet için Ömer b. Hattab’ı veya Ebu Ubeyde’yi önerirken, Ömer’in duraksamadan verdiği şu cevaptır: “Sen yaşıyorken bu mu olacak? Resulullah’ın (s.a.a) seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz!”
Ömer’in bu cevabı, önceden Ebubekir’in halifeliği esasına dayalı olarak hazırlanan bir plânın varlığını ortaya koymaktadır. Bu arada Ömer b. Hattab kamuoyunu yanıltmak ve zihinlerini karıştırmak için de Resulullah’ın onu bu makama oturttuğunu söylüyor. “Resulullah’ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz.” diyerek kafaları karıştırıyor. Oysa Resulullah’ın (s.a.a) hayatını inceleyen önde gelen tarihçilerin hiçbiri, Peygamber’in hadislerini ezberleyen ve onu sonraki kuşaklara ileten hadisçilerden ve güvenilir ravilerden hiç kimse, Peygamber’in (s.a.a) uzaktan da olsa, Ömer ve adamlarının ele geçirmek için uğraş verdikleri bu makamla ilgili olarak Ebubekir lehine bir işarette bulunduğunu söylememiştir. Bilâkis, Peygamberimizin (s.a.a) onunla ilgili tavrı, bu söylenenlerin tam tersi istikametteydi. Resulullah (s.a.a) Ebubekir’e herhangi bir vaatte bulunmamıştı, onu başkalarından ayrıcalıklı kılacak hiçbir makama getirmemişti. Onu bir müfrezenin başında devriye görevine gönderdiği zaman -Selasil gazvesinde olduğu gibi- veya ona ordu sancağını teslim ettiği zaman -Hayber Savaşı’nda olduğu gibi- başarısız ve hezimete uğramış olarak geri dönerdi. Peygamberimiz (s.a.a) hayatının sonlarında, ecelinin yaklaştığını anladığı zaman da onu ve Ömer’i herhangi bir Müslüman asker olarak, yaşı yirmiyi henüz bulmamış genç Usame’nin ordusu ile beraber Medine’nin dışına göndermek istemişti.
Ebu Ubeyde’nin ensar ile konuşurken işaret ettiği, Ebubekir’in, Peygamberimizin (s.a.a) hastalığının son demlerinde insanlara namaz kıldırması olayına gelince, Peygamberimizden (s.a.a) başkasının da zaman zaman insanlara namaz kıldırması, bu gün de, o gün de yaygın bir uygulamaydı; büyük küçük, fazilet sahibi olan, olmayan herkesin kıldırması mümkündü. Ebubekir’in de insanlara namaz kıldırdığı doğru olsa bile, o, sırf bundan dolayı diğer insanlara karşı bir üstünlük kazanamaz. Namaz kıldırmak sırf peygamberlere, velilere ve ermişlere özgü bir özellik değildir. Nitekim Ebubekir’i namaz kıldırmaya çağıran da kızı Aişe idi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.a) hasta yatağındaydı ve yatağından çıkacak durumda değildi. Peygamberimiz (s.a.a) durumu anlayınca Ali’nin ve Abbas’ın desteğiyle ayağa kalktı ve Ebubekir’i mihrabından uzaklaştırdı. Hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, acılar içinde insanlara namaz kıldırdı.
Aklın ve mantığın kabul etmediği nokta, bu olayı, Ebubekir’in halifeliği hak etmesini sağlayan bir üstünlük alâmeti olarak değerlendirmeleridir. Öte yandan yine muhaddisler, hicret gecesi, Uhud günü, Hendek Savaşı, Hudeybiye Barışı, Hayber Savaşı, Huneyn Cengi, Tebuk Seferi ve Gadir-i Hum günü Peygamberimizin (s.a.a) Ali’ye karşı nasıl bir tavır içinde olduğunu da kabul ediyorlar. Onu gerek Mekke’de, gerekse Medine’de kendisinin kardeşi olarak ilân ettiğini de itiraf ediyorlar. Ama bu Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddisleri, bütün bunları, Peygamberimizin (s.a.a) Ali’yi (a.s) kendisinden sonraki halife olarak seçip tayin ettiğinin işareti olarak algılamıyorlar. Hatta bunları, Peygamberimizin (s.a.a) onu seçtiğinin dolaylı birer iması mesabesinde dahi görmüyorlar. Buna karşılık Ebubekir’in Müslümanlara iki rekat namaz kıldırmasını, Peygamberimizin (s.a.a) onu kendisinden sonra ümmetin liderliğine hazırladığının ve bu liderliğin tüm salahiyet ve yetkilerini ona verdiğinin açık bir kanıtı olarak değerlendiriyorlar.
Ensarın Sakife’de toplanmasının, Kureyş’in iktidarı ele geçirmek üzere ortaya koyduğu plâna karşı bir hareket niteliğinde olduğunun kanıtlarından biri Zübeyr b. Bekkar’dan rivayet edilen şu sözlerdir:
“Grup Ebubekir’e biat edince, onu Mescid’e doğru getirdiler. Etrafında tezahürat yapıyorlardı. Günün sonuna doğru, ensardan bir grup ve muhacirlerden bir grup bir yerde toplandılar. Birbirlerinin ardından konuya dair söz aldılar. Abdurrahman b. Avf şunları söyledi: Ey ensar topluluğu! Gerçi siz erdemli, yardım eden ve önceliği bulunan kimselersiniz; ama aranızda Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebu Ubeyde gibi birisi yoktur.”
“Bunun üzerine Zeyd b. Erkam şunları söyledi: Ey Abdurrahman! Biz, senin adını zikrettiğin kimselerin faziletini inkâr etmiyoruz. Ama bizden de ensarın efendisi Sa’d b. Ubade vardır. Allah, Resul’üne (s.a.a) O’nun selâmını iletmesini, kendisinden Kur’ân öğrenilmesini emrettiği Ubey b. Kâ’b, kıyamet günü âlimlerin başında gelecek olan Muaz b. Cebel, Resulullah’ın (s.a.a), onun şahitliğini iki adamın şahitliğine denk saydığı Huzeyme b. Sabit gibi isimler vardır. Yine biliyoruz ki, Kureyş’te, ismini zikrettiğin kimseler arasında öyle birisi vardır ki, şayet halifeliğe talip olsa hiç kimse buna itiraz etmeyecektir. O da Ali b. Ebu Talip’tir.”
Tarih-i Taberî’de belirtildiğine göre, Ebubekir, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab’tan birinin halife seçilmesini önerdiği zaman, bu ikisi Ebubekir lehine halifelik adaylığından çekildiler. Buna ensarın tepkisi şöyle oldu: “Biz Ali b. Ebu Talib’ten başkasına biat etmeyiz.”
Bu iki rivayet açıkça ortaya koyuyor ki, şayet muhacirlerin halife adayı Ali b. Ebu Talib olsaydı, ensar buna itiraz etmeyecekti. Bu da gösteriyor ki, ensarın Sakife’de Ebubekir’e karşı sergilediği tavır, Kureyş’in, iktidarı ele geçirmek ve halifeliğin meşru sahibini bu hakkından uzak tutmak için kurduğu plânı reddetme anlamına geliyordu.
Üstad Tevfik Ebu İlm “Ehlu’l-Beyt” adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapıyor: “Sa’d b. Ubade’nin; muhacirlerin, halifeliği asıl sahibine vermemeyi plânladıklarını anladıktan sonra onu kendisi için istemeye başlamış olması uzak bir ihtimal değildir.”
Her neyse. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin (s.a.a) Ali’ye (a.s) karşı tavırları, çeşitli münasebetlerle, onunla ilgili olarak yaptığı açıklamaları, Müslümanların kahir ekseriyetinin nazarında, Ali’yi (a.s) halifeliğe tayin edilmiş biri konumunda göstermektedir. Hatta bizzat Ali (a.s) bile bu görevin kendisinden başkasına verilebileceğine ihtimal vermiyordu.
İbn Ebi’l-Hadid’in Nehcu’l-Belâğa Şerhi’nde deniliyor ki: “Ali (a.s), halifeliğin kendisinin hakkı olduğundan kuşku duymuyordu ve herhangi bir insanın bu hususta kendisiyle mücadele edeceğini aklına dahi getirmiyordu.”
Adı geçen yazar devamla şunları söylüyor:
“Nitekim Abbas ona şöyle demişti: ‘Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar, ‘Peygamber’in (s.a.a) amcası, Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğluna biat etti.’ diyecekler. Böylece iki kişi dahi senin halifeliğine itiraz etmez.’ Ali (a.s) Abbas’a şu cevabı vermişti: ‘Ey Amca! Benden başkası, halifeliği ister mi?!’ Abbas şu cevabı vermişti: ‘Göreceksin.’ Ali (a.s), ‘Ben, bu işin kapalı kapılar ardında bana tevdi edilmesini istemem.’ diye cevap vermişti.”
Doğal olarak o ve beraberindekiler, Ebubekir’in bir damadın gerdeğe gönderilişi gibi insanlar tarafından alayişle mescide doğru götürüldüğünü duydukları zaman, gördükleri bu manzara karşısında, bu büyük olay nedeniyle dehşete kapıldılar. Peygamber’in (s.a.a) naşı hâlâ ailesinin ve eşlerinin arasında olduğu yerde yatıyordu. Peygamber’in (s.a.a) kefenlenip cenaze merasiminin tamamlanıp kabre konulmasını bekliyorlardı. Ali (a.s), Ebubekir’in, kendisine muhalefet eden ensara karşı, Peygamber’in (s.a.a) akrabası oluşunu ve ilkönce Müslüman olmasını kanıt ve gerekçe olarak ileri sürdüğünü duyduğunda, onun da Ebubekir ve taraftarlarına aynı kanıtla karşı çıkması kaçınılmazdı. Kuşkusuz Ali (a.s), onların ensara karşı ileri sürdükleri bu kanıtın doğruluğunu ve önemini de kabul etmiyordu. Ayrıca o, tartışma kabul etmez onlarca kanıt da ortaya koyabilirdi. Ama bunun için mantık kurallarına uyan, savundukları görüşlerin kesin kanıtlara dayanmasının gerekliliğine inanan kimselerin bulunması gerekirdi. Buna rağmen Ali (a.s), onların ensara karşı kullandıkları ve ensarı bu sayede saf dışı bıraktıkları kanıtın aynısını onlara karşı kullandı. Resulullah’ın (s.a.a) kendisi hakkındaki övücü sözleri, görkemli geçmişi, cihadı ve Peygamber’in (s.a.a) kardeşi oluşunu ileri sürdü. O, hakkını sonuna kadar savundu. Hemen yanı başında da dünya kadınlarının efendisi eşi vardı. Kendisine bahşedilmiş hakları ve kocasının halifelik hakkını savunuyordu.
Birçok ravi, Ebu Süfyan’ın hararetli bir Ali (a.s) taraftarı olduğu görüşündedir. Etrafına tehditler savuruyor, birtakım vaatlerde bulunuyor ve şöyle diyordu: “Allah’a yemin ederim ki, onlara karşı bu vadiyi suvariler ve piyadelerle doldururum.” Ali (a.s), Ebu Süfyan’ın bu davranışının, Müslümanları birbirine düşürme amacına yönelik olduğunu bilmiyor değildi. O, fitne ateşini yakmak istiyordu ki, kendisi gibi şirki ve nifakı içlerinde gizleyen kimselere gün doğsun. Bir kargaşa ortamında, amaçlarına ulaşabilsinler. İslâm’a karşı besledikleri düşmanca niyetlerini rahatlıkla tatbik edebilsinler. Ebu Süfyan ki, bu dine ve bu dinin hamilerine karşı yirmi yıl savaşmıştı. Kaldı ki onun ve insan ciğerini yiyen karısı Hind’in Mekke’nin fethedildiği gün Müslüman oluşları da, Müslümanların o güne kadar tanık oldukları en zor bir teslimiyetin, Müslüman oluşun örneğiydi. Çünkü bu, elinden bütün imkânları ve gereçleri alınmış bir mağlubun Müslüman oluşuydu. O da sonunda diğer Müslümanlarla birlikte İslâm’a girmek zorunda kalmıştı. Ama içinde, fırsatını buldukça kendini dışa vuran onulmaz acılar ve kinler saklayarak.
Taberî’nin, ayrıca İbn Esir’in el-Kâmil adlı eserde rivayet ettiklerine göre, Emirü’l-Müminin (a.s), Ebu Süfyan b. Harb’ı itti ve ona şu karşılığı verdi: “Allah’a yemin ederim ki, senin tek amacın fitne çıkarmaktır. Sen, Allah’a yemin ederim ki, İslâm için yeterince kötülük temenni ettin. Senin yardımına ihtiyacımız yoktur.”
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bize göre, bu ayette hitap Hz. Peygamber’e (s.a.a) yöneliktir. Burada yüce Allah, Peygamberi’ne, akrabalara haklarını vermesini emrediyor. Peki kimlerdir bu akrabalar? Nedir bunların hakları? Müfessirler, bu ayette sözü edilen akrabalardan maksadın, Hz. Peygamber’in (s.a.a) akrabaları olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bunlar da, (üzerlerine selâm olsun) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir. Dolayısıyla, ayetteki hitabın anlamı şudur: Akrabalarına haklarını ver.
Suyuti’nin ed-Dürrü’l-Mensûr adlı eserinde Ebu Said el-Hudri’nin şöyle dediği belirtiliyor: “Akrabaya hakkını ver… ayeti nazil olunca, Hz. Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı çağırdı ve ona Fedek’i verdi.”
İbn Hacer el-Askalanî es-Savaiku’l-Muhrika adlı eserinde şöyle der: “Ömer dedi ki: Size bu meseleyi anlatacağım. Bu ganimet hususunda Allah, bazı şeyleri sadece Peygamberi’ne (s.a.a) özgü kılmıştır ve bundan, onun dışında hiç kimseye herhangi bir pay vermemiştir. Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın, onlardan Peygamber’ine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar…’ Dolayısıyla şu Fedek arazisi de sadece Peygamber’e (s.a.a) özgüdür.”
Tarihî rivayetlerden Fedek’in Fatıma’nın elinde olduğu anlaşılıyor. Bu araziler üzerinde tasarruf hakkı ona aitti. Yine İmam Ali’nin (a.s) Basra’ya vali olarak tayin ettiği Osman b. Hüneyf’e gönderdiği mektuptan da anlaşılacağı üzere o dönemde Fedek Âl-i Resul’ün elindeydi.
“Evet, Fedek bizim elimizdeydi. Göğün gölgelediği şeylerin içinde sadece bu kadarı bize aitti. Ama bazıları onun bizde olmasını kıskandılar, bazıları da öfkelendiler. Fakat Allah ne güzel hakemdir!…”
Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Ebubekir halifelik makamına oturur oturmaz Fedek’i Fatıma’dan (a.s) aldı. Bunun anlamı şudur: Fedek, Resulullah (s.a.a) zamanından beri Fatıma’nın elinde ve onun tasarrufu altındaydı ve Ebubekir onu Fatıma’dan aldı.
Allâme Meclisî’nin rivayetinde şöyle deniyor:
“Resulullah (s.a.a) Fedek bölgesini ele geçirdikten sonra Medine’ye girince, Fatıma’nın (a.s) yanına gitti ve şöyle dedi: ‘Ey Kızım! Allah babana Fedek’i ganimet olarak verdi, bu araziyi ona özgü kıldı. Başka hiçbir Müslüman için değil, sadece ona bu arazi üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisini verdi. Dolayısıyla bu arazi ile ilgili olarak dilediğimi yapabilirim. Annen Hatice’nin babanın üzerinde mehir borcu vardı. Bu mehir karşılığında Fedek’i sana veriyorum. Sana ve senden sonra da senin çocuklarına bağışlıyorum bu araziyi.’ Peygamberimiz (s.a.a) bu sözleri söyledikten sonra bir deri parçasının getirilmesini, ardından da Ali b. Ebu Talib’in çağırılmasını istedi. Ali’ye dedi ki: ‘Yaz. Fedek Resulullah’ın Fatıma’ya bağışıdır.’ Buna Ali b. Ebu Talib, Resulullah’ın azatlısı ve Ümmü Eymen şahittir.”
Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir iktidara geçtikten on gün sonra, bütün iktidarın dizginlerini iyice eline geçirdi. Sonra Fedek’e birini göndererek Resulullah’ın kızı Fatıma’nın vekilini oradan çıkardı.
Rivayet edilir ki, Fatıma Ebubekir’e şu haberi gönderir: “Sen mi Resulullah’ın (s.a.a) vârisisin, yoksa ailesi mi?” Ebubekir, “Elbette ailesi.” diye cevap verir. Fatıma şöyle der: “Öyleyse Resulullah’ın (s.a.a) payına ne oldu?” Ebubekir şu karşılığı verir: “Ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: ‘Allah, Peygamber’ine bir tadımlık tattırmıştır…’ Sonra Allah Peygamber’in ruhunu kabzetti. Onun mirasını da ondan sonra onun yerine geçen kimseye vermiş oldu. Ondan sonra göreve ben geldim. Ben de Fedek’i Müslümanlara geri veriyorum.”
Aişe’den şöyle rivayet edilir: “Fatıma Ebubekir’e haber göndererek Resulullah’ın (s.a.a) mirasından payına düşenleri istedi. Fatıma o sırada Medine’de, Fedek’te ve Hayber humusundan Resulullah’ın payına düşen kısımları istiyordu. Ebubekir şu karşılığı verdi: Resulullah (s.a.a): ‘Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geride kalan mal sadakadır… Âl-i Muhammed bu maldan sadece yiyebilir.’ buyurmuştur. Allah’a yemin ederim ki, ben Resulullah’ın (s.a.a) sadakalarının durumunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Resulullah (s.a.a) zamanında nasıl idiyse, bundan sonra da öyle olacaktır. Bunlar üzerinde Resulullah’ın yaptığı tasarrufun aynısını yapacağım. Böylece Ebubekir Peygamber’in (s.a.a) mirasından Fatıma’ya bir pay vermeyi kabul etmedi.”
İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
“Ali, Fatıma’ya (a.s) dedi ki: ‘Git ve baban Resulullah’tan (s.a.a) sona kalan mirasını iste.’ Bunun üzerine Fatıma, Ebubekir’in yanına geldi ve şöyle dedi: ‘Niçin, babam Resulullah’ın (s.a.a) mirasını bana vermiyorsun? Neden benim vekilimi Fedek arazisinden çıkardın? Orayı Resulullah’ın (s.a.a), Allah’ın emriyle bana verdiğini bilmiyor musun?’ Ebubekir şöyle dedi: ‘Allah dilerse, hiç şüphesiz sen haktan başka bir şey söylemezsin. Ama bunun için şahitler getirmen gerekiyor.’ Bunun üzerine Ümmü Eymen geldi ve Ebubekir’e şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Resulullah’ın söylediği bir sözü senin karşına kanıt olarak sunmadıkça şahitlik etmeyeceğim. Allah adına seni yemine veriyorum, Resulullah (s.a.a),‘Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.’ dediğini bilmiyor musun?’ Ebubekir, ‘Evet, biliyorum.’ dedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen şöyle dedi: ‘Ben şahitlik ediyorum ki yüce Allah, Akrabalara hakkını ver… ayetiyle Resul’üne tavsiyede bulundu, o da Allah’ın bu emri doğrultusunda Fatıma’ya Fedek’i verdi.’ Sonra Ali (a.s) geldi, o da aynı şekilde şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Ebubekir, Fedek’in Fatıma’ya ait olduğunu belirten bir yazı yazarak ona verdi. Bu sırada Ömer içeri girdi ve ‘Bu yazı nedir?’ diye sordu. Ebubekir, ‘Fatıma, Fedek’in kendisine ait olduğunu iddia etti, Ümmü Eymen ve Ali de onun lehine tanıklıkta bulundular. Ben de ona bu yazıyı verdim.’ dedi. Ömer yazıyı Fatıma’dan aldı, içine tükürerek parçaladı. Fatıma ağlayarak dışarı çıktı.”
Rivayet edilir ki: “İmam Ali (a.s) mescitte bulunan Ebubekir’in yanına geldi ve dedi ki: ‘Ey Ebubekir! Niçin Fatıma’ya Resulullah’tan (s.a.a) kalan mirasını vermiyorsun? Fatıma, Resulullah (s.a.a) yaşarken bu araziye sahip olmuştu.’Ebubekir ona şu karşılığı verdi: ‘Burası Müslümanlara kalan bir ganimettir. Resulullah’ın (s.a.a) burayı kendisine verdiğine dair şahit getirmesi gerekir. Aksi takdirde buranın üzerinde bir hak iddia edemez.’ Bunun üzerine Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Sen, bizim hakkımızda, Müslümanlar için verdiğin hükümden farklı bir hüküm mü veriyorsun?’ ‘Hayır.’ dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Müslümanların elinde sahip oldukları bir şey varsa, ben gelip bu şey üzerinde hak iddia etsem, kimden belge istersin?’ ‘Senden isterim.’ dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şu karşılığı verdi: ‘Öyleyse, şu anda elinde bulunan, üstelik Resulullah’ın (s.a.a) zamanından, onun ölümünden sonraya kadar sahip olduğu bir arazi ile ilgili olarak ne diye Fatıma’dan belge istiyorsun? Niçin Fatıma’nın elinde bulunan bu arazi üzerinde hak iddia eden Müslümanlardan, tıpkı benden istediğin gibi, belge ve şahit istemiyorsun?…’ Ebubekir bir şey söylemeden öylece susup kaldı.”
“Bunu gören Ömer şöyle dedi: ‘Ey Ali! Bizimle konuşmaya son ver. Çünkü senin sunacağın kanıtlara karşı koyabilecek güçte değiliz. Ya adil şahitler getirirsin, ya da orası Müslümanlara kalmış ganimettir; Fatıma’nın da, senin de orada herhangi bir hakkınız yoktur.’ İmam Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Allah’ın kitabını okuyor musun?’ ‘Evet.’ dedi. ‘Peki bana, ‘Allah ancak siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister.’ayetinin kimin hakkında indiğini söyler misin? Bizim hakkımızda mı, yoksa başkalarının hakkında mı inmiştir?’ dedi. ‘Tabi ki, sizin hakkınızda inmiştir.’ dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Peki, bazı kimseler, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’nın hayâsızca bir davranışta bulunduğuna dair şahitlik etseler, Fatıma’ya ne yaparsın?’ ‘Diğer kadınlara uyguladığım gibi, ona da had cezasını uygularım.’ dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: ‘O zaman, Allah katında kâfirlerden olursun.’ ‘Niçin?’ dedi. ‘Çünkü, Allah’ın, onun tertemiz olduğuna ilişkin tanıklığını reddetmiş, şahitlerin onun aleyhindeki şahitliklerini dikkate almış oluyorsun. Tıpkı Allah’ın hükmünü ve Peygamber’in (s.a.a) Fedek’i Fatıma’ya ait kılan hükmünü reddedip, onun Müslümanlara kalmış bir ganimet olduğunu iddia ettiğin gibi. Oysa Resulullah (s.a.a), ‘Belge getirmek, iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir.’ buyurmuştur.’ buyurdu. Bunun üzerine ortalık dalgalanmaya başladı ve bazıları bazılarının görüşünü reddeder biçimde bir kaynaşma meydana geldi. Sonunda dediler ki: Allah’a andolsun, Ali doğru söylüyor.”
İktidar grubu Fatıma’ya Fedek’i vermemeyi kararlaştırdıklarında ve Fatıma (a.s) da bundan haberdar olduğunda, mescide giderek zulme uğradığını ilân etmeyi, insanlara bu hususta önemli bir konuşma yapmayı kararlaştırdı. Fatıma’nın aldığı bu karara dair haber bir anda bütün Medine’ye yayıldı. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ciğerparesi, gülü, babasının mescidinde insanlara konuşmak istiyordu. Haber Medine’nin her tarafında yankılandı. İnsanlar bu önemli konuşmayı dinlemek için mescidi hıncahınç doldurdular.
Abdullah b. Hasan, atalarından (hepsine selâm olsun), bu konuşmanın bir kısmını bize rivayet etmiştir. Diyor ki: Ebubekir ve Ömer, Fedek’i Fatıma’ya (a.s) vermeme hususunda karar alınca, Fatıma’nın bundan haberi oldu. Derhal başörtüsünü başına bağladı, cilbabını (çarşafını) giyindi, hizmetçilerinden ve akrabalarının kadınlarından oluşan bir grupla birlikte harekete geçti. Yürürken, etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti. Resulullah’ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı yürüyüşü. Nihayet Ebubekir’in yanına geldi. Ebubekir muhacir ve ensardan ve başkalarından oluşan bir grupla oturuyordu. Fatıma (a.s) ile diğer insanlar arasına bir perde asıldıktan sonra, (Resulullah’ın mezarı başında) oturdu ve öyle derin bir ah çekti ki, oradakiler de heyecanlanıp ağlamaya başladılar. Ağlama seslerinden mescit âdeta kaynıyordu. Bir süre bekledi. Dinleyicilerin sesleri dindikten sonra, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Allah’a hamd ve sena edip Resul’üne (s.a.a) salât ederek sözlerine başladı. İnsanlar tekrar ağlamaya başladılar. İnsanlar susunca yeniden konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
“Hamdolsun Allah’a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O’na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O’na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının bölünemez sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamdetmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır.”
“Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah’tan başka ilah yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O’nu görmesi yasaktır ve dillerin O’nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır.”
“Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlukatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti). Sonra ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı, kullarını intikamından uzaklaştırmak için, onları toplayıp cennetine sevk etmek için.”
“Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O’nun elçisidir. Onu elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti; henüz mahlukatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken… Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O’nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O’nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak için gönderdi, hükmünü yürürlüğe koymaya karar verdiği için, takdir ettiği rahmetini etkin kılmayı dilediği için. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah’ı inkâr ettiklerini gördü.”
“Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlukatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı.”
“Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur / bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah’ın civarına yerleşmiştir. Allah’ın peygamberi, vahyinin emini, mahlukatın içinde en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed’e salât olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun.”
Sonra orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:
“Siz, ey Allah’ın kulları! O’nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah’ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O’ndan gelen hakkın lideri (Kur’ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah’ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur’ân’ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah’ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah’ın aydınlık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır.”
“Allah sizin için imanı, şirkten arınmanın; namazı büyük günahlardan temizlenmenin; zekâtı, nefsi temizlemenin ve rızkı genişletmenin; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmanın; haccı, dini ayakta tutmanın; adaleti, kalpleri uzlaştırmanın aracı kıldı. Bize (Ehl-i Beyt’e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm’ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı. Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı, eksik tartıp ölçmenin neden olduğu kötülükleri ortadan kaldırmak için farz kıldı. İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı. Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır.”
“O hâlde Allah’tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün.”
“Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah’a itaat edin. Çünkü ancak alim kulları Allah’tan korkar.”
Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Biliniz ki, ben Fatıma’yım ve babam da Muhammed’dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum. ‘Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.’ Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir. O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rabbinin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar. Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şakşakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız. Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i Kitab’ın azgınlarına tutsak düştükten sonra Allah sizi Muhammed’le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali’yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürmedikçe onlardan vazgeçmezdi. O, Allah’ın zatı için var gücünü harcar, Allah’ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah’a (s.a.a) yakını, Allah’ın velilerinin önderidir. Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında kınayanların kınamasından korkmazdı. Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız.”
“Allah, Peygamber’inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular. Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber’in na’şını kabre koymamıştık. ‘Fitne çıkmasından korkuyoruz.’ diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız. Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır.”
“Heyhat! Ne oldu size? Allah’ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Halbuki Allah’ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Zalimler için bu ne fena bir değişmedir! Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”
“Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber’in (s.a.a) sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama, sütü de içip bitirdiniz.Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!”
“Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu! Allah’ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız? Çünkü Allah’ın kitabında, ‘Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu.’ deniliyor. Zekeriyya Peygamber’in (a.s) oğlu Yahya’dan söz edilirken de şöyle deniyor: ‘Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub’un soyuna mirasçı olsun.’ Ve yine şöyle buyurmuştur: ‘Allah’ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.’ Yine buyurmuştur ki: ‘Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.’ Yine buyurmuştur ki: Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.”
“Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti? Yoksa, her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur’ân’ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali’den) daha mı iyi bileceksiniz?”
“Fedek’i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır. Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.”
Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi: “Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm’ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: ‘Kişinin saygınlığı çocuklarında devam eder.’ Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz. Yoksa ‘Muhammed öldü’ mü diyorsunuz? Evet onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı. Bu, Allah’a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah’ın kitabı bunu duyurmuştu. Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi: Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir.”
Ah Kıyleoğulları, ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz? İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki, biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu. Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?”
“Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilkönce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır”
“Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz. Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır.”
Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim. Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin deşarj olması, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler. Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah’ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah’ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. (Bilin ki,) yaptıklarınız Allah’ın gözünün önündedir. ‘Zalimler yakında hangi inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz.”
Bu konuşmadan sonra Ebubekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki: “Ey Resulullah’ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz. O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah’ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz.”
“Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: ‘Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.’ Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günahkârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır. Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın). Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?”
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Suphanallah! Babam Allah’ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilâkis Kur’ân’ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi. Yoksa siz, ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah’ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: ‘Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak… Yine diyor ki: ‘Süleyman Davud’a mirasçı oldu. Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah’tan yardım ister. ”
Ebubekir dedi ki: “Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah’ın (s.a.a) kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler.”
Bu, Ebubekir’in, Müslümanların duygularını bastırma ve Fatıma’ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti.
Bunun ardından Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi: “Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur’ân’ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?! Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah’a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün… O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır.
Sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:
“Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!
Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer
Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi
Kavmin bozuldu, sen gittin gideli
Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var
Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar
İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar
Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.
Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce
Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince
Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce
İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar
Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle
Sen gittin hayır gizlendi perdelerle
Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!
Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar.”
Hz. Zehra (a.s) hakkı en açık bir şekilde ortaya koyduğu konuşmasına son verdi. Halifeden açıklama istedi ve onun plânlarını apaçık kanıtlarla ve sağlam ve parlak belgelerle çürütüp utanç verici bir duruma soktu. İslâm’ın istediği gerçek halifenin erdemlerini, olması gereken kemalatını açıkladı. Bunun üzerine ortam gerginleşti. Genel kanaat Fatıma’nın (a.s) lehine değişti. Ebubekir ise köşeye sıkışmıştı, kendini çıkmaz bir sokakta görüyordu.
İbn Ebi’l-Hadid der ki:
Bir gün Bağdat’taki Batı Medresesi’nin müderrisi olan İbnu’l-Farukî’ye sordum: “Fatıma doğru mu söylüyordu?” “Evet.” dedi. “Peki, doğru söylediği hâlde, Ebubekir niçin ona Fedek arazisini vermedi?” dedim. Güldü, sonra çok hoş bir cevap verdi: “Eğer o gün Fedek’i sırf Fatıma’nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik makamını isteyecekti ve Ebubekir’i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp karşı durmak mümkün olmazdı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti. Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı.”
Meclis bir anda karıştı, gürültüden kimse kimseyi duymuyordu. İnsanlar ağlar hâlde dağılmaya başladılar. Herkesin dilinde Hz. Zehra’nın (a.s) konuşması vardı. Neticede Ebubekir tehditler savurmaya ve göz korkutmaya başladı.
Rivayet edilir ki: Ebubekir, Zehra’nın (a.s) konuşmasının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi görünce, Ömer’e şöyle dedi: “Ellerin bağlansın! Beni bıraksan olmaz mı? Belki böylece rüzgar diner ve yırtık da kapanmış olur! Böylesi bizim için daha isabetli değil mi?” Ömer şu karşılığı verdi: “Eğer ona taviz verirsen, bu otoritenin zayıflaması ve emirlerinin ciddiye alınmaması sonucunu doğurur. Ben sadece sana acıyorum.” Ebubekir dedi ki: “Yazıklar olsun sana! Muhammed’in kızını ne yapacağız? Bütün insanlar onun ne istediğini ve bizim nasıl ona kalleşlik yaptığımızı biliyorlar?” Dedi ki: “Bu suyun kabarması gibi bir şeydir. Biraz sonra çekilir, eski mecrasına döner, hiç olmamış gibi olur.” Bunun üzerine Ebubekir elini Ömer’in omzuna vurdu ve şöyle dedi: “Nice sıkıntıları giderdin ey Ömer!” Sonra insanları cemaat namazına çağırdı. Herkes toplandı. Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi:
“Ey insanlar! Şu her dedikoduya inanmak da nedir? Bu gibi arzular Resulullah (s.a.a) döneminde var mıydı? Bir şey duyan varsa söylesin. Bir şeye tanık olan varsa konuşsun. Ama şıracının şahidi bozacı gibi bir durum var ortada. O, şahidi kuyruğu olan bir tilkiye benzemer. O ki, her fitneyi beslemekte ve şöyle demektedir: ‘Yaşlandıktan sonra bir daha onu (fitneyi) gençleştirin!’ Zayıflardan yardım istiyorlar. Kadınların arkasına sığınıyorlar. Tıpkı Ümmü Tıha gibi, onun için ailesinin en sevimlisi azgınlıktır (fuhuştur). Haberiniz olsun! Eğer ben istersem konuşurum. Eğer konuşursam, açık seçik söylerim. Ama, bana karışılmadığı sürece de susarım.”
Sonra ensara döndü ve şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! Sizden bazı beyinsizlerin sözlerini duydum. Herkesten daha çok siz Resulullah (s.a.a) dönemindeki gibi davranmaya lâyıksınız. Çünkü Resulullah (s.a.a) size geldi ve siz de onu barındırdınız, ona yardım ettiniz. Haberiniz olsun! Ben, içimizde bunu hak etmeyenlere elimi ve dilimi uzatacak değilim.” Ardından minberden indi.
İbn Ebi’l-Hadid şöyle der: Bu konuşmayı Nakib Ebu Yahya Cafer b. Ebî Yahya b. Ebî Zeyd el-Basrî’ye okudum ve dedim ki: “Burada kimi ima ediyor?” Dedi ki: “İma etmiyor, açıkça işaret ediyor.” Dedim ki: “Eğer açıkça işaret etseydi, sana sormazdım.” Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: “Ali b. Ebu Talib’i ima ediyor.” Dedim ki: “Peki, ensar ne söylüyordu ki, böyle bir konuşma yapma gereğini duydu?” Dedi ki: “Ali’nin sözlerini söylüyorlardı. Bu yüzden, işin aleyhlerine bozulmasından korktu ve bir daha bu sözleri tekrarlamalarını yasakladı.”
Hz. Zehra, topluluğa yaptığı konuşmayı tamamladıktan sonra, Resulullah’ın (s.a.a) kabrinin başında ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki göz yaşlarından kabir ıslandı. Sonra evine çekildi. Emirü’l-Müminin (a.s), onun dönmesini, çıkagelmesini bekliyordu. Zehra (a.s) eve gelince Emirü’l-Müminin’e (a.s) şunları söyledi:
“Ey Ebu Talib’in oğlu! (Ana rahmindeki) cenin gibi dizlerini kucaklamışsın, töhmetliler gibi çömelip kalmışsın. Sen ki savaş meydanlarında, savaş erlerini alt ederdin, şimdi ne oldu da kanatları yolunmuş bir kuş sana ihanet etti. Şu Ebu Kuhafe’nin oğlu, babamın bağışını, oğullarımın rızkını benden zorla alıyor. Açıkça bana karşı çıktı, onu benimle konuşurken inatçı ve sert bir hasım olarak gördüm. Ensar, bana yardımını esirgedi, muhacirler ise akrabalık bağını benim hakkımda gözetmediler. Toplum, bana reva görülen muameleye göz yumdu; ne beni savundular, ne de haksızlıklara engel oldular. Öfkeli olarak çıkmıştım evden, gururu kırılmış ve zelil olarak geri döndüm. Yoksa sen, keskinliğini yitirdiğin gün, boyun mu eğdin? Kurtları avlardın, şimdi topraklara mı yatıyorsun? Konuşmaktan geri durmadın ve batıla hiçbir zaman destek olmadın. Artık benim bir seçeneğim yok. Keşke aşağılanmadan önce, zillete düşürülmeden ölseydim! Sen beni desteklesen de, desteklemesen de, yardımcım Allah’tır. Ah çekerim, her gün doğumunda. Dayanağım öldü. Güçsüz hâle düştüm. Şikâyetim babamadır. Derdimi Rabbime iletiyorum. Allah’ım! Senin gücünden ve kudretinden daha şiddetlisi, senin azabın ve tepelemenden daha keskini yoktur.”
Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle dedi:
“Senin ah çekmen gerekmez. Asıl ah çekmesi gereken, sana hınç duyandır. Ey seçilmişin kızı! Ve ey peygamberliğin bakiyesi! Heyecanına hâkim ol, sakin ol biraz! Ben dinimde gevşekliğe düşmediğim gibi, yapabilirliğim hususunda da yanılgıya düşmüş değilim. Eğer istediğin yiyecekse, senin rızkın garanti edilmiştir. Sana kefil olan da güvenilirdir. Senin için hazırlanan, senden alınandan daha hayırlıdır. Öyleyse sadece Allah ile yetin.”
Bunun üzerine Fatıma (a.s), “Allah bana yeter!” dedi ve sustu.
Hz. Fatıma (a.s), yaptığı bu konuşmayla yetinmedi. Tam tersine, cihadını sürdürdü. Bu aşamadan sonra, Ebubekir’le konuşmama yolunu seçti ve herkesin önünde, “Allah’a yemin ederim ki, yaşadığım sürece seninle bir tek kelime konuşmayacağım.” dedi.
Fatıma (a.s) sıradan bir insan değildi. Bu yüzden, halifeyle ilişkilerini kesmesi, etkilenmeyecek, önemsenmeyecek, üzerinde durmaya değmeyen bir davranış olarak algılanamazdı. Fatıma (a.s), Peygamber’in (s.a.a) en aziz evlâdı ve sevgilisiydi. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ona gösterdiği özen, ona karşı beslediği sevgi kimseye gizli değildi. O, Peygamber’in (s.a.a) hakkında, “Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitmiş olur.” dediği Fatıma’ydı.
Haber yavaş yavaş yayılmaya başladı: Peygamber’in (s.a.a) kızı Fatıma, Ebubekir’e kızgındır ve onunla konuşmuyor!… Bu haberi Medine’nin içinde ve dışında uzak yakın herkes duydu. Birbirlerine sormaya başladı insanlar. Gün be gün halifeye duydukları kin ve nefret artıyordu. Halife, birkaç kere ilişkileri normale döndürmek ve Hz. Zehra (a.s) ile barışmak için girişimde bulunduysa da, o, cihadını sürdürdü ve mazlum bir şehit olarak Rabbinin huzuruna çıkıncaya kadar direnişini kararlılıkla devam ettirdi.
İmam Ali ve Zehra’nın (a.s) İslâm hilâfetini, sapıklık mecrasından çıkarıp yeniden normal çizgisine yerleştirmek için başlattıkları doğrultma hareketi, çeşitli görünümlere ve değişik yöntemlere göre gelişiyordu. Hz. Zehra (a.s), açık siyasal cepheye önderlik ediyordu. İmam Ali’nin (a.s) hilâfet hakkını talep etmede değişik üsluplara baş vuruyordu. Bunlardan biri de Fedek arazisini istemekti. Hatta Fedek arazisini talep ederken de değişik yöntemlere baş vurduğu oluyordu.
İmam Ali (a.s), Ebubekir’e biat etmeyi reddetti ve egemen düzene karşı olduğunu ilân etti. Bununla dünyaya şunu ilân etmiş oluyordu: Resulullah’tan (s.a.a) sonra ilk İslâm’ı seçen bu adamın karşı çıktığı mevcut hilâfet rejimi, Resulullah’ın (s.a.a) gerçek hilâfetini temsil etmiyor. Nitekim Fatıma (a.s) da aynı şeyi yaptı. O da bu muhalefetiyle dünyaya şu mesajı veriyordu: Peygamberlerinin (s.a.a) kızı, onlara öfkelidir; bu rejime boyun eğmiyordur. Şu hâlde egemen düzen, meşruiyetten yoksundur.
Öte yandan İmam Ali (a.s), şer’î hakkı gasp edenlere karşı pasif bir cihat başlattı. Muhacir ve ensarın seçkinlerinden bir grup da İmam’ın (a.s) yanında yer aldılar. Bunlar Hz. Peygamber’in (s.a.a) faziletlerine işaret ettiği kimselerdi. Ki aynı zamanda olayların gerçek yüzünü de idrak edebilecek basirete sahiptiler: Abbas b. Abdulmuttalib, Ammar b. Yasir, Ebuzer el-Gıfarî, Selman-ı Farisî, Mikdad b. Esved, Huzeyme Zu’ş-Şehadeteyn, Ubade b. Samit, Huzeyfe b. Yeman, Sehl b. Hüneyf, Osman b. Hüneyf, Ebu Eyyub el-Ensarî… gibi. Estirilen terör havası ve gürültüler bunları etkisi altına alamamıştı ve bu yiğitler istikametlerini bozmamışlardı. Hilâfeti ele geçiren grubun, başta Ömer b. Hattab’ın tehditleri bunları korkutmamıştı.
Ebubekir’e biat etmeye karşı çıkan sahabelerden bazıları, Ebubekir’le tartıştılar. Mescitte ve başka yerlerde aralarında sert konuşmalar oldu. İktidarın tehditlerine aldırmıyorlardı. Oysa birçok insan bu tehditlerden sonra sinmiş, duygularını bastırmış, konjonktüre uyarak bir kenarda pısmışlardı. Daha sonra bazıları, akılları başlarına gelince hatalarını anlamış, alelacele verdikleri karardan, düşünmeden Ebubekir’e biat etmekten pişman olmuşlardı. İktidar grubunun Ehl-i Beyt’e karşı açık bir düşmanlık sergilemeleri, onların akıllarını başlarına getirmişti.
Medine çevresinde yaşayan, Esed, Fezare, Benî Hanife… gibi bazı mümin aşiretler vardı. Bunlar, Gadir günü (Gadir-i Hum) biatine tanık olan aşiretlerdi. O gün Resulullah (s.a.a), kendisinden sonraki müminlerin emiri olarak Ali (a.s) adına biat almıştı. Bunlar aradan çok zaman geçmeden, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefat edip yüce dostun katına çıktığını, Ebubekir’e biat edildiğini ve Ebubekir’in hilâfet makamına kurulduğunu duydular. Bu olay karşısında dehşete kapıldılar. Ebubekir’e biat etmeyi topluca reddettiler. Gayri meşru bildikleri yeni yönetime zekât vermeyi kabul etmediler. Ortalığın pustan, dumandan kurtulmasına kadar bekleme kararı aldılar. Bu aşiretler İslâm’a bağlılıklarını sürdürüyor, namaz kılıyor ve bütün İslâmî şiarları uyguluyorlardı.
Fakat iktidar grubu, mevcut yönetim açısından büyük bir tehlike arz eden bu gibi tutumlara bir sınır koymanın uygun olacağını düşündü. İmam Ali’nin (a.s) ve eşinin muhalefeti sürdükçe de bu gibi tutumlar devam edecekti. İmam Ali (a.s) ve eşi Fatıma (a.s), İslâm devleti (!) için bir iç tehlike olarak görülüyordu. Bu aşamada Ebubekir ve yardımcıları, kendilerini ve yönetimlerini saran büyük tehlikeyi fark ettiler. Bu muhalif akımı durdurmayacak olurlarsa, muhalefet dalgası gittikçe büyüyecek ve iktidarlarını yerle bir edecekti. Muhalefetin başı Ali b. Ebu Talib’i (a.s) Ebubekir’e biat etmeye zorlamaktan başka çare yoktu.
Bazı tarihçiler şöyle anlatıyor: Ömer b. Hattab, Ebubekir’e gelip şöyle dedi: “Sana biat etmekten kaçınan bu adamdan neden biat almıyorsun? Be adam! Ali sana biat etmedikçe hiçbir şey yapamazsın! Çağır, gelip sana biat etsin.” Bunun üzerine Ebubekir, Kunfuz’u, Emirü’l-Müminin’e (a.s) gönderdi, “Resulullah’ın (s.a.a) halifesinin çağrısına uy.” dedi. Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Ne çabuk Resulullah adına yalan söylemeye başladınız?” Kunfuz geri döndü ve Ali’nin (a.s) sözlerini Ebubekir’e iletti. Ebubekir uzun süre ağladı. Ömer bir kez daha söyledi: “Bu adamın, sana biat etmesini geciktirme. Ebubekir Kunfuz’a şöyle dedi: “Ona bir kez daha git ve ‘Resulullah’ın (s.a.a) halifesi, kendisine biat etmen için seni çağırıyor.’ de.” Kunfuz, Ali’nin yanına geldi ve kendisine söylenenleri tekrarladı. Ali (a.s) sesini yükselterek şöyle dedi: “Subhanallah! Bu adam, kendisine ait olmayan bir yetki iddiasında bulunuyor.” Kunfuz bir kez daha geri döndü ve Ali’nin sözlerini aktardı. Ebubekir uzun uzun ağladı. Ömer, “Kalk.” dedi, “O adama gidiyoruz.” Ebubekir, Ömer, Osman, Halid b. Velid, Muğire b. Şu’be, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim kalkıp Ali’nin (a.s) evine gittiler.
Fatıma (a.s), izni olmadan hiç kimsenin evine girmeyeceğini sanıyordu. Fatıma’nın (a.s) evinin kapısına gelince, kapıyı çaldılar. Fatıma (a.s) onların seslerini duyunca yüksek sesle şunları söyledi: “Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra, İbn Hattab’dan ve Ebu Kuhafe’nin oğlundan neler çektik! Sizin gibi, çok kötü davranışlar sergileyen bir kavmi hatırlamıyorum. Siz değil misiniz ki, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini elimizde bırakarak, halifelik işini aranızda halledenler? Bu konuda bize danışmadınız ve bizim hiçbir hakkımızı vermediniz.”
Kapıdakiler Fatıma’nın (a.s) bu sözlerini duyunca ağlayarak geri çekildiler. Kalpleri parçalanacak, ciğerleri yırtılacak gibi oldu. Ama Ömer yanında birkaç kişiyle orada kaldı. Ömer, odun isteyerek avazı çıktığı kadar bağırdı: “Ömer’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya çıkarsınız ya da evi içindekilerle birlikte ateşe veririm.” Orada bulunanlardan bazıları, “Ey Eba Hafs! İçinde Fatıma var!” dediler. “Evet.” dedi, “İçinde Fatıma olsa da…”
Hz. Fatıma (a.s) kapının arkasında durdu ve kapı önünde bekleyenlere seslendi:
“Yazıklar olsun sana Ömer! Allah’a ve Resulü’ne karşı bu cür’et nereden geliyor? Yoksa sen Allah Resulü’nün neslini dünyadan kesmeyi, zürriyetini yok etmeyi ve Allah’ın nurunu söndürmeyi mi istiyorsun? Ama unutma, Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Ömer kapıyı tekmelemeye başladı. Fatıma (a.s), hicaba riayet etmek maksadıyla kapı ile duvar arasına saklandı. Evin içine girdiler. Bu sırada kapı ile duvar arasına sıkışan Fatıma (a.s) karnındaki bebeğini düşürdü.
Hep birlikte, yatağında oturan Emirü’l-Müminin Ali’nin üzerine çullandılar. Elbiselerinden tutarak yaka paça sürükleyip Sakife’ye götürmeye başladılar. Fatıma (a.s), kocasını götürmelerine engel olmaya çalıştı ve şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, amcamın oğlunu zulmederek sürüklemenize izin vermeyeceğim. Yazıklar olsun size! Biz Ehl-i Beyt’le ilgili olarak ne çabuk Allah’a ve Resulü’ne ihanet ettiniz? Oysa Resulullah (s.a.a) bize tâbi olmanızı, bizi sevmenizi ve bize sarılmanızı tavsiye etmişti.”
Ömer, Kunfuza, “Buna vur.” dedi. Kunfuz, Fatıma’ya bir kırbaç vurdu. Kırbaç bir pazubant gibi Fatıma’nın bütün vücudunu sardı.
İmam’ı (a.s) evden çıkararak Ebubekir’in meclisinin kurulduğu Sakife’ye kadar sürüklediler. Onlar onu yaka paça çekiştirip götürürken İmam (a.s) sağa sola bakıyor ve şöyle sesleniyordu: “Ah Hamza! Bugün bir Hamza’m yok benim. Ah Cafer! Bugün bir Cafer’im yok benim.” Onu sürüklerlerken kardeşinin ve amcasının oğlunun (Resulullah’ın) mezarının yanından geçmişlerdi. Şöyle seslendi: “Ey anamın oğlu! Bu toplum, beni zayıf düşürdü. Neredeyse beni öldürecekler.”
Adiy b. Hatem’in şöyle dediği rivayet edilir:
“Allah’a yemin ederim ki, hayatımda Ali b. Ebu Talib’e acıdığım kadar hiç kimseye acımadım. Elbisesinden tutup yerde süründürerek Ebubekir’e götürmüş ve ‘Biat et!’ diyorlardı. Ali, ‘Ya biat etmesem ne olacak?’ diyor, Ömer de, ‘Allah’a yemin ederim ki, o zaman senin boynunu vururum.’ cevabını veriyordu. Ali, ‘O takdirde, Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kulunu ve Resulullah’ın kardeşini öldürmüş olursunuz.’ diyor, Ömer, ‘Allah’ın kulunu evet, ama Resulullah’ın kardeşini değil.’ diye cevap veriyordu. Ali de bütün bunlara şu karşılığı veriyordu: ‘Siz, Resulullah’ın, beni kardeşi olarak ilân ettiğini inkâr mı ediyorsunuz?’ İmam (a.s) ile iktidar grubu arasında sert konuşmalar oluyordu.”
“Tam bu sırada Fatıma efendimiz (a.s) yetişti. Oğulları Hasan ve Hüseyin’in (a.s) elinden tutmuştu. Haşimî kadınlarından tek kişi kalmamış, hepsi Fatıma ile birlikte evlerinden çıkıp gelmişlerdi. Dışarısı kaynıyordu. Bir velveledir gidiyordu. Fatıma (a.s) şunları söyledi: Bırakın amcamın oğlunu! Bırakın kocamı! Allah’a yemin ederim ki, başımı açar, babamın gömleğini başıma sarar ve size beddua ederim. Bilirsiniz, Salih Peygamber’in devesi, Allah katında benden daha değerli değildir. Onun yavrusu da Allah katında benim oğullarımdan daha değerli değildir.”
Ayyâşî’nin aktardığı bir rivayette Hz. Fatıma’nın (a.s) şöyle dediği belirtiliyor: “Ey Ebubekir! Beni dul, evlâtlarımı da yetim mi bırakmak istiyorsun? Allah’a yemin ederim ki, eğer onu bırakmazsanız, saçlarımı açar, bağrımı yırtar, babamın kabrinin başına gidip Rabbime seslenirim.” Bunları dedikten sonra Hasan ve Hüseyin’in elinden tutarak Resulullah’ın (s.a.a) kabrine doğru yürüdü. Bunun üzerine sağdan-soldan insanlar Ebubekir’e seslenmeye başladılar: “Ne yapmak istiyorsun? Bu ümmetin başına azap inmesini mi istiyorsun?”
Fatıma (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) tertemiz kabrinin başına doğru gitti. Aslında orada olup bitenleri gören, fakat cismanî olarak gaip olan babasından yardım istedi: “Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra İbn Hattab ve Ebu Kuhafe’nin oğlu bize neler yaptılar!” Fatıma’nın (a.s) bu sözleri, bütün kalplarin hüzün olmasına ve bütün gözlerin yaş dökmesine neden oldu.
Hz. Fatıma (a.s), babasından (s.a.a) bütün bunları duymuş olmasına rağmen, hayatında böyle bir günü yaşayacağını, böyle bir felâketle karşılaşacağını beklemiyordu elbette. Evet, babası bunları ona haber vermişti; ama duymak başka bir şey, bizzat görüp yaşamak başka bir şeydir. Bir felâketi duymanın etkisiyle onu bizzat görmenin etkisi aynı değildir. Evet, babasından, gelişmelerin aleyhlerine döneceğini, vefatından sonra, kendilerine yönelik kin ve nefretlerin açığa çıkacağını duymuştu; ama şimdi o, olacağını önceden haber aldığı bu olayları bizzat yaşıyordu. Topluluk, evine saldırmış, zorla kocasını evden çıkarmışlardı. O ev ki, Resulullah (s.a.a) Fatıma’dan izin almadan içine girmezdi.
Hz. Zehra, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Zeyneb’in babasının yanına gelmek üzere hazırlanışını, devesinin hevdecinde Mekke’den ayrılışını, Hebbar b. Esved’in peşine düşüp deveyi mızrakla dürtüp ürkütmesini, hevdecte bulunan Zeyneb’in bu olayın etkisiyle Medine’ye dönerken karnındaki yavrusunu düşürmesini ve Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’nin fethedildiği gün Hebbar b. Esved’in kanını helal saymasını düşünüyordu.
Acaba Resulullah (s.a.a), topluluğun, sevgili Zehra’sının (a.s) evinin dokunulmazlığına riayet etmediğini, ona saygı göstermediğini görseydi, ne yapardı? Ciğerparesinin hiçbir saygınlığının kalmadığını, topluluğun iyice küstahlaşıp onu dövdüklerini, korkuttuklarını, bunun da çocuğunu düşürmesine, sonra hastalanıp ölmesine sebep olduğunu görseydi, ne derdi?
İktidar grubu ile Zehra’nın (a.s) yüzleşmesi, Zehra’nın (a.s) evinde, kısa bir süre içinde ve sınırlı bir mekânda gerçekleşmişti; fakat onun (a.s) sesi, nesilden nesile, dilden dile günümüze kadar geldi. Resulullah’ın (s.a.a) bu dünyadan ayrılmasının üzerinden daha birkaç gün geçmemişken, Âl-i Muhammed’e (s.a.a) reva görülen zulüm, onlara karşı sergilenen düşmanlığın acısı, insanın tüylerini diken diken ediyor.
Artık önünde başka çare ve yol kalmayınca, haykırarak, herkesin gözü önünde, Allah ve Resulü’nden yardım isteyerek saldırganlara beddua etmeye başladı. Hiç kuşkusuz Zehra’nın (a.s) bu tavrı, hakkı arayan herkes için açık ve net bir muhalefet örneğiydi. Ki hilâfet makamı sahih çizgisinden sapmış ve meşru sahiplerinden alınmıştır. Fatıma’nın (a.s), hilâfet hakkını asıl sahibine, yani İmam Ali’ye (a.s) iade etme uğruna oynadığı rol son derece önemlidir. En azından İslâmî deneyimin gerçek mecrasına girmesi bağlamında, ümmetin uyanması, ümmetin bireylerinin bilinçlenmesi ve hilâfeti gasp edenlerin rezil olması noktasında büyük bir misyon üstlenmişti ve bunda da son derece başarılı olmuştu. Ayrıca, risalet sahibinin dünyadan ayrılışının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen, hilâfeti gasp edenlerin, bu işe ehil olmadıklarına, Müslümanların liderliği sorumluluğunu taşıma yeterliliğine sahip olmadıklarına vurgu yapmıştı. İşte bu hususun belirginleşmesinde, ümmetin dikkatinin bu noktaya çekilmesinde Fatıma’nın (a.s) muhalefeti yol gösterici bir rol oynamıştır.
Mahmud b. Lebid’den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) vefat ettikten sonra, Fatıma (a.s), sürekli olarak şehitlerin mezarlarını ziyaret eder, Hamza’nın mezarının başında uzun süre ağlayarak beklerdi. Bir gün Hamza’nın mezarını ziyaret etmeye geldiğimde Fatıma’yı (a.s) orada gördüm, ağlıyordu. Sakinleşinceye kadar bekledim. Sonra yanına geldim ve selâm verdim. Dedim ki: “Ey dünya kadınlarının efendisi! Allah’a yemin ederim ki, senin döktüğün göz yaşları yüzünden kalbimin damarları kopacak oldu.” Dedi ki: “Ey Ebu Ömer! Ağlamak benim hakkım. Ben ağlamayayım da kimler ağlasın?! Ben ki babaların en hayırlısını yitirdim! Ah! Resulullah’ın özlemi!” Sonra şu beyitleri okudu:
“Biri ölünce, yavaş yavaş unutulur, ondan az söz edilir
Babam ise, öldüğünden beri daha çok anılır oldu.”
Dedim ki: “Ey Efendim! Sana bir soru sormak istiyorum, içimdeki huzursuzluğu, kararsızlığı dindirmiş olursun.” “Sor.” dedi. Dedim ki: “Resulullah (s.a.a) vefatından önce, Ali’nin (a.s) imameti hakkında açık bir şey söyledi mi?” Dedi ki: “Hayret! Gadir-i Hum’u unuttunuz mu?” Dedim ki: “Evet, Gadir-i Hum olayı doğrudur. Ama, Resulullah’ın (s.a.a) bir sır olarak bıraktığı bilgiyi istiyorum.” Dedi ki: “Yüce Allah şahittir ki, Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Ali, benden sonra size bırakacağım en hayırlı haleftir. O, benden sonraki imam ve halifedir. Şu iki torunum ve Hüseyin’in soyundan gelecek yedi kişi hayır ve iyilik imamlarıdırlar. Eğer onlara tâbi olursanız, onların hidayet üzere olduklarını ve sizi hidayete götürdüklerini görürsünüz. Ama onlara karşı gelirseniz, kıyamete kadar aranızda ihtilâf eksik olmaz.”
Dedim ki: “Efendim! Peki Ali, niçin hakkını istemedi de bir köşede bekledi?” Dedi ki: “Ey Ebu Ömer! Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: İmam -veya Ali- Kâbe gibidir; ona gidilir, kendisi gitmez.” Sonra şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, eğer hakkı ehline verseler, Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine tâbi olsalar, Allah’ın dini ile ilgili olarak aralarında ihtilâf olan iki kişi bulunmaz. Bu dinin öncülüğünü, kuşaklar birbirlerinden alıp sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu, Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen dokuzuncu imam ve Kaim’imiz kıyam edinceye kadar böyle devam eder. Ama ne yazık ki, Allah’ın arkaya attığını, insanlar öne çıkardılar, Allah’ın öne çıkardığını da arkaya attılar. Derken gönderilmişi inkâr ettiler, onunla birlikte sünnetini de mezara koyup gömdüler. Heva ve heveslerinin telkinlerine uymayı tercih ettiler. Kendi görüşlerini esas aldılar. Elleri kuruyasıcalar! Allah’ın şu sözünü hiç mi duymadılar?: ‘Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur.’ Kuşkusuz bu ayeti duymuşlardır; fakat onların durumu, yüce Allah’ın şu ayette buyurduğu gibidir: ‘Gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler kör olur.’ Heyhat! Bütün dünyayı kaplayacak şekilde umutlarını yaydılar ve ecellerini unuttular. Yıkılasıcalar, boşa gitti amelleri. Allah’ım! Sıkıntı ve zorluktan sonraki nimetlerin doğurduğu rehavetten sana sığınırım.”
Talha’nın kızı Aişe’ye cevap verirken de şunları söylüyordu:
“Bana, kuşları yolan, yürüyenlerin ayaklarını parçalayan, etkileri semaya kadar yükselen ve bir felâket olarak haberi tüm yeryüzüne yayılan şeyi mi soruyorsun? Teym kabilesinin silip süpürücüsü (Ebubekir’e işaret ediyor. Çünkü Ebubekir’in babasının adı Ebu Kuhafe’dir ve Kuhafe de, silip süpürmek anlamına gelen K.H.F kökünden türemiştir) ve Adiy kabilesinin azgını (Ömer’e işaret ediyor), Ebu’l-Hasan’a (Ali) zulmetmek için yarış hâlindeydiler. Açıktan açığa ona karşı çıkmaktan kaçarak gizlice plânlar kurdular. Onun açık hakkını dürüp gizlediler. Dinin nuru sönünce, emin peygamber vefat edince, hemen dile geldiler. İçlerindekini dışarı vurdular. Derhal Fedek’e el koydular. Ama nice melikin mülkü yıkılıp gitmiştir. O, yüce Rabbin vefalı zürriyete bir bağışıydı. Resul’ün soyu ve benim neslim olan çocukların rızkıydı o. Burası Allah’ın bilgisi ve emin peygamberinin veya Cebrail’in tanıklığıyla bize verilmişti. Eğer yiyeceğimi elimden aldılarsa, bir parça lokmaya engel oldularsa, ben bunun hesabını haşre bırakıyorum. Andolsun, onu yiyenler, cehennemin kaynaması içinde kızgın bir alev olarak karşılarında bulacaklardır.”
Hz. Fatıma (a.s) babasından sonra, ancak birkaç ay hayatta kaldı. Bu süreyi de ağlamakla, matemle, inlemekle geçirdi. Öyle ki sürekli ağlayanlardan kabul edilmiştir, bir kez olsun güldüğü görülmemiştir.
Ağlaması için sebep ve gerekçe çoktu. En önemlisi, Müslümanların dosdoğru yoldan sapmaları, ihtilâf ve ayrılığa yol açan korkunç vadilere girmeleri, dolayısıyla İslâm ümmetinin yavaş yavaş çöküşe doğru sürüklenmesiydi.
Fatıma (a.s) ki, babasının zamanında İslâm’ın yayılma sürecini yaşamış, değerli olan her şeyini bu uğurda feda etmişti, İslâm’ın zaferini ve adalet prensibinin bütün dünyaya hakim olmasını bekleme hakkına sahipti. Ama hilâfetin gasp edilmesi ve onu izleyen olaylar bütün ümitlerini boşa çıkardı. Kalbini büyük bir hüzün kaplamıştı. Tertemiz ruhu sıkılıyordu. Babası Peygamber-i Ekrem’in vefatından dolayı duyduğu ağır hüzne, daha ağır bir hüzün yükü daha eklenmişti.
Bir gün Ümmü Seleme, Fatıma’nın (a.s) yanına gitti ve dedi ki: “Bu geceyi nasıl geçirdin ey Resulullah’ın kızı?” Dedi ki: “Hüzün ve keder içinde sabahladım. Bir yanda Nebi’nin (s.a.a) vefatı, bir yanda Vasi’nin (a.s) uğradığı zulüm… Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kitabında indirdiğine ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetinde tevil ettiğine aykırı bir şekilde imameti elinden alınan kimsenin mahremiyeti çiğnenmiş oldu. Ama bunun sebebini biliyorum. Bu, Bedr’in kininin ve Uhud’un kalıntılarının açığa vurmasıdır.”
Ali’nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Peygamber’i (s.a.a) yıkadığım zaman üzerinde gömleği vardı. Fatıma, ‘Bana gömleği göster.’ diyordu. Fatıma gömleği koklayınca bayıldı. Bunu gördüğümde gömleği sakladım.”
Rivayet edilir ki: “Peygamber efendimiz (s.a.a) vefat edince Bilal artık ezan okumak istemedi. ‘Resulullah’tan (s.a.a) sonra kimseye ezan okumam.’ diyordu. Bir gün Fatıma (a.s), ‘Babamın müezzini Bilal’in sesini özledim.’ dedi. Bilal bunu duyunca ezan okumaya başladı. ‘Allahu ekber… Allahu ekber…’ deyince, Fatıma (a.s) babasını (s.a.a) hatırladı ve göz yaşlarına hâkim olamadı. Bilal, ‘Eşhedu enne Muhammeden Resulullah…’ deyince, Fatıma hıçkırıklara boğuldu, yere yığılıp bayıldı. İnsanlar Bilal’e, ‘Dur ey Bilal! Resulullah’ın (s.a.a) kızı ruhunu teslim etti.’ dediler. Fatıma’nın (a.s) öldüğünü sanmışlardı. Bunun üzerine Bilal ezanı yarıda kesti, tamamlamadı. Fatıma (a.s) ayılınca, ezana devam etmesini istedi; fakat Bilal yapamadı ve şöyle dedi: ‘Ey dünya kadınlarının efendisi! Benim ezan okuduğumu duyduğunda başına bir şey gelmesinden korkuyorum.’ Bunun üzerine Fatıma (a.s), Bilal’den bir daha ezan okumasını istemedi.”
“Fatıma (a.s), gece gündüz ağlamayı, inlemeyi sürdürdü. Göz yaşları durmadan akıyordu. Sonunda komşuları bu acıya dayanamadılar. Medine’nin ileri gelenleri toplanıp Emirü’l-Müminin’e (a.s) gittiler ve dediler ki: Ey Ebu’l-Hasan! Fatıma gece gündüz ağlıyor. Hiçbirimiz gece yatağında rahat uyuyamıyor, gündüz huzur bulup da kendini işine veremiyor. Rızkımızı temin etmek için çalışamıyoruz. Ona söylesen, ya gece ağlasın ya da gündüz ağlasın.”
“Bunun üzerine Emirü’l-Müminin (a.s) Fatıma’nın (a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı, Medine’nin yaşlıları bana gelip sana, ya gece ya da gündüz baban için ağlamanı istememi önerdiler.’ Fatıma (a.s) şu karşılığı verdi: ‘Ey Ebu’l-Hasan! Onların arasında çok kalmayacağım. Çok geçmeden onlardan ayrılıp gideceğim.’ Sonunda Emirü’l-Müminin (a.s) Bakî mezarlığının arkasında Medine’nin dışında bir ev yapmak zorunda kaldı. Bu eve de ‘Beytu’l-Ahzan’ (Hüzünler Evi) adını verdi. Sabah olunca Fatıma (a.s), Hasan ve Hüseyin’i (a.s) önüne katarak Bakî mezarlığına gidip ağlıyordu. Akşam olunca Emirü’l-Müminin (a.s) yanına gidiyor, evine kadar ona eşlik ediyordu.”
Enes’in şöyle dediği rivayet edilir: “Peygamber’i (s.a.a) kabre koyup geri döndükten sonra Fatıma’nın (a.s) yanına geldim. ‘Resulullah’ın (s.a.a) yüzüne toprak örtmeye gönlünüz nasıl razı oldu?’ dedi ve ağladı.”
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Fatıma (a.s) büyük bir üzüntü çekiyordu. Bunun sonucunda sağlığı bozuldu. Bundan sonra sadece bir kere gülümsedi, o da ölüm döşeğindeki Esma bint-i Umeys’e baktığı sırada oldu. Kadın ölüm giysilerini giyindikten sonra kendisi için ölümünden önce hazırlanan giysiler içindeki naaşına baktı ve ‘Üzerimi örtün, Allah sizin günahlarınızı örtsün.’ dedi.”
Fatıma efendimizin (a.s) hastalandığı haberi bütün Medine’ye yayıldı. Herkes, Fatıma’nın (a.s) hasta olduğunu duydu. Hz. Fatıma (a.s) vücudunun herhangi bir yerindeki ağrıdan şikâyet etmiyordu. Yalnızca evine saldırı düzenlendiği gün, kapı ile duvar arasında sıkışması sonucu kırılan kaburgasından acı duyuyordu ve karnındaki bebeğini düşürmesi sonucu acılar içindeydi. Bir de yüzüne vurulan tokatın acısını içinden hissediyordu.
Bütün bunlar sağlığının bozulmasına, artık günlük işlerini göremez hâle gelmesine neden olmuştu. Şefkatli eşi işlerini görüyordu. Esma bint-i Umeys de ona yardım ediyordu. Medineli kadınlar onu ziyaret etmeye geldiler. Fatıma (a.s) -ileride sunacağımız- konuşmasını yaptı. Kadınlar Fatıma’nın söylediklerini kocalarına aktardılar. Bunun üzerine kocaları gelip ondan özür dilediler. Ama Fatıma (a.s) onların özürlerini kabul etmedi ve onlara şöyle dedi: “Benden uzak durun. Suç işledikten sonra özür dilemenin bir faydası yok. Kusur işlendikten sonra söylenecek söz yoktur.”
Hz. Fatıma’nın (a.s) iktidar grubundan tiksindiği; susarak ve tepkisiz kalarak iktidar grubuna destek olanlara, Âl-i Resul hakkında inen bütün nasları unutan, Zehra (a.s), kocası ve çocuklarıyla ilgili olarak Resulullah’ın (s.a.a) dudaklarından döküldüğünü duydukları bütün hadislere sırt çeviren kimselere öfke duyduğu haberi her tarafa yayılmıştı. İnsanlarda sonunda bir duyarlılık meydana geldi. Âl-i Resul’ün meşru liderliğini tanımayan, hakkı önemsemeyen, kaba-kuvvet ve kılıçtan başka mantık tanımayan iktidar grubunu desteklemekle hata ettiklerini anladılar.
Muhacir ve ensar kadınlarının Fatıma efendimizi (a.s) ziyaret etmelerinin gerçek nedeninin, onları böyle bir harekete iten asıl etkenin ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Acaba erkeklerin etkisiyle mi böyle bir karar almışlardı? Şayet böyle bir ihtimal varsa, bu erkekleri, eşlerini Fatıma’nın (a.s) evine göndermeye sevk eden neydi? Yoksa kadınlar arasında kendiliğinden bir duyarlılık belirdi de hata ettiklerinin, hatta Peygamber’in (s.a.a) kızını yalnız bıraktıklarının farkına mı vardılar ve böylece bu bilinç bütün kadınlar arasında yayıldı da Fatıma’yı (a.s) ziyaret etmek, gönlünü almak, cihanın kadınlarının efendisinin başına gelen üzüntü verici olaylar karşısında vicdanlarını rahatlatmak mı istediler? Siyasî sebeplerden dolayı böyle bir harekete kalkışmış olmasınlar mı? Havayı yumuşatmak, Resulullah’ın (s.a.a) kızı ile o günkü iktidar grubu arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak için gelmiş olabilirler mi? Özellikle Hz. Fatıma’nın (a.s) yalnızlığı seçmiş olması, toplumdan uzaklaşması, bütün bu davranışlar üzerinde etkili olmuştur. Daha doğrusu, halkın bilinçlenmesinin başta gelen sebeplerinden biriydi bu. Bir de Emirü’l-Müminin (a.s), Fatıma’yı (a.s) bir deveye bindirerek ensarın evlerini dolaşmış, onlardan yardım istemiş, onları uyarmıştı; ancak onlardan yardım görmemişti, ensarın kendisini yalnız bırakmasıyla karşılaşmıştı.
Bütün bu ihtimallerin yanında, hasta yatağında bulunan Fatıma’yı (a.s) ziyarete gelen kadınların sayısını da bilmiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Gelenler az değildi, önemli sayılacak kadar bir kalabalık toplanmıştı.
Süveyd b. Gufle şöyle der: Hz. Fatıma (a.s) sonunda vefat ettiği hastalığa yakalanınca, muhacir ve ensar kadınları ziyaret maksadıyla toplanıp yanına geldiler. Dediler ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı! Hastalığın nasıl oldu? Hasta olarak nasıl sabahladın?” Hz. Fatıma (a.s) Allah’a hamd ettikten ve babasına (s.a.a) salât ve selâm gönderdikten sonra şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, dünyanızdan tiksinerek, kocalarınıza öfke duyarak sabahladım. Onları denedikten sonra tutup attım. Onları sınadıktan sonra onlara buğzettim. Ne çirkin bir şeydir kılıçların kırılması, ciddiyetten sonra oyun, hasımların elinde birer oyuncağa dönüşmek, mızrakların kırılması, görüşlerin karmaşık ve çelişkili bir görüntü arz etmesi!”
“Nefislerinin önceden hazırladığı şey ne kötüdür! Bu yüzden Allah onlara gazap etti ve onlar ebediyen azaba uğrayacaklardır.”
“Hiç kuşkusuz, Allah’a andolsun ki onun (hilâfetin, Fedek’i veya Ehl-i Beyt’in haklarını gasp etmenin) günahını onların boynuna geçirdim. Ağırlığını onlara yükledim. Sonuçlarını onların üzerlerine serptim. Zalimler topluluğunun burunları kopsun, boğazları dert görsün! Kahrolsunlar!”
“Yuh olsun onlara! Nasıl da bunu; risalet dağlarından, nübüvvet ve yol göstericilik temellerinden, emin vahyin indiği topluluktan, din ve dünya işlerinin bilge yol göstericilerinden uzaklaştırdılar. Haberiniz olsun! İşte apaçık hüsran budur. Neden Ebu’l-Hasan’dan öç hoşlanmadılar? Allah’a yemin ederim ki, sırf kılıcının kötülere karşı çekilmesinden, ölüme aldırış etmeden inkârcıların üzerine gitmesinden, karşı konulmaz darbeler indirmesinden, savaşta düşmanı tepeleyen hücumları gerçekleştirmesinden, Allah için savaşırken hiçbir gaileyi hesaba katmamasından dolayı ondan hoşlanmadılar.”
“Allah’a yemin ederim ki, eğer Resulullah’ın (s.a.a) ona yüklediği sorumluluğu ona vermezlerse, Resulullah’ın bıraktığı yoldan yüz çevirirlerse dahi, Ali (a.s) o yolu sevecek, izleyecek ve onları kolaylıkla yola getirecektir. O yol ki, izleyicisini yumuşak bir şekilde, yaralamadan, izleyicisini yormadan, hırpalamadan ve dosdoğru bir şekilde maksadına eriştirir. Sonunda onları besleyici, susuzluğu giderici bir tatlı su kaynağına ulaştıracaktı. Bir kaynak ki, ala bildiğine geniş ve iki yakasına kadar su ile doludur. Bu suyun iki tarafı çer çöple kirlenip kokuşmaz. İçtiklerinde karınları şişmez. Gizli, açık onlara öğüt verecekti. Ki bu su, çevrelerinde bir girdap gibi dönüyordu; ama onlar bundan gereği gibi yararlanamıyorlardı. Ali, dünyadan herhangi bir pay almamıştı, sadece bir yudum su almıştı, çok susamış bir kimsenin aldığı küçük bir yudum. Eğer Resulullah’ın kendilerine yüklediği sorumluluğu hatırlasalardı, dünyadan uzaklaşan ile dünyanın peşinden gideni, doğru söyleyen ile yalan söyleyeni, birbirinden ayırırlardı. O zaman göklerin ve yerin bereketleri üzerlerine yağardı. Ama Allah, kendi elleriyle işleyip kazandıkları amellerinden dolayı onları sorgulayıp hesaba çekecektir.”
“Gel ve dinle! Sen yaşadıkça, zaman, daha sana neler gösterecektir! Eğer şaşırıyorsan, mutlaka bir hadisedir seni şaşırtan. Ah! Keşke bilseydim, hangi dayanağa dayandılar, kime güvenip yaslandılar, hangi kulpa sarıldılar, hangi zürriyete koşup etrafında toplandılar ? Gerçek ve adil imamın dışında seçilenler ne kötü dost, ne kötü yarendirler! Zalimlerin tercihi ne kötüdür! ”
“Başların yerine kuyrukları, olgun kimsenin yerine düşkün kimseyi tercih ettiler. Güzel bir şey yaptıklarını sanan topluluğun burunları sürtülecektir. Haberiniz olsun, asıl bozguncular kendileridir, ama bunun farkında değildirler.”
” Yuh olsun onlara! Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?”
“Ömrüm hakkı için, onların bu davranışları bir gelişmeye gebedir ki, sonuç vermesi çok yakındır. Sonra taze kan dolusu kadehi, acı bir zehiri (sabır) içeceksiniz. İşte o zaman batıl ehli olanlar hüsrana uğrayacaklardır. Ve sonradan gelenler, öncekilerin başlattıkları uygulamaların akıbetini bileceklerdir.”
“O zaman dünyanızda huzur içinde mutlu olun(!). kalplerinizi fitnelerin inmesine hazırlayın. Keskin bir kılıcın tepenizde sallanacağını birbirinize müjdeleyin. Zalim ve azgın bir egemenliği, her tarafı kaplayan bir kargaşayı ve zalimlerin istibdadını sevinçle karşılayın(!). Bu zalim iktidar tarafından, elinize geçen ganimetin bir küçük lokma kadar olmasına, ekinlerinizin onlar tarafından biçilmesine hazır olun. Yazık size, çok yazık! Artık hidayeti bulmanız ne mümkün; değil mi ki kaybolup gitmiş, sizden uzaklaşmıştır. Siz hidayetten hoşlanmadığınız hâlde, sizi zorla mı ona ileteceğiz?”
Süveyd b. Gufle der ki: “Kadınlar Fatıma’nın (a.s) sözlerini gidip kocalarına tekrarladılar. Bunun üzerine muhacir ve ensarın ileri gelenlerinden bir grup Fatıma’ya (a.s) gelerek ondan özür dilediler ve şöyle dediler: ‘Ey efendimiz! Ebu’l-Hasan (Ali) bunu önceden bize söyleseydi, önceden işi karara bağlasaydık, anlaşmayı sağlamlaştırsaydık, bizim ondan başkasına yönelmemiz mümkün değildi.’ Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi:
“Gidin! Sizinle bir işim yok. Suçu işledikten sonra mazeretin bir anlamı, bu kusurdan sonra da size söyleyeceğim bir sözüm yoktur.”
Kadın erkek bütün sahabeler peş peşe Fatıma’yı (a.s) ziyaret ettiler; Ebubekir ve Ömer hariç. Bunlar Fatıma’yı ziyaret etmiyorlardı. Çünkü Fatıma (a.s), onlarla ilişkilerini kesmiş, onları reddetmiş ve kendisini ziyaret etmelerine izin vermemişti. Hastalığı iyice ağırlaşıp artık ölmek üzereyken, onu ziyaret etmek zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü Mustafa’nın (s.a.a) ciğerparesinin herkesin gözü önünde kendilerine kızgın olarak bu dünyadan ayrılmasını istemiyorlardı. Aksi takdirde bu, kıyamete kadar Halife’nin ve iktidar grubunun alnına sürülmüş bir kara leke olarak kalırdı. Bu yüzden Fatıma’yı (a.s) memnun etmek suretiyle hatalarını örtmek istediler. O zaman her şey bitecekti ve yaptıklarının kötülüğü zaman içinde unutulup gidecekti.
Rivayete göre Ömer, Ebubekir’e şöyle dedi: “Haydi, gel beraber Fatıma’ya (a.s) gidelim. Çünkü onu kızdırdık.” Beraber Fatıma’nın (a.s) evine gittiler. Girmek için izin istediler. Fatıma onlara izin vermedi. Bunun üzerine Ali’ye (a.s) gittiler, onunla konuştular. Hz. Ali, onları Fatıma’nın (a.s) yanına götürdü. Fatıma’nın yanında oturdukları zaman, Fatıma yüzünü duvara doğru çevirdi. Fatıma’ya selâm verdiler. Fakat Fatıma onların selâmını almadı. Ebubekir konuşmaya başladı: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) sevgili kızı! Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) akrabalarını kendi akrabalarımdan daha çok seviyorum. Seni de Aişe’den daha çok seviyorum. Senin babanın öldüğü gün, ölmeyi ve ondan sonra hayatta kalmamış olmayı çok isterdim. Sence ben; seni, senin faziletini ve şerefini bildiğim hâlde, sana ait olan bir hakkı ve Resulullah’tan (s.a.a) sana kalan mirası sana vermeyecek biri miyim? Ne var ki ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız mal, sadaka olarak dağıtılır.”
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Şimdi ben size Resulullah’ın (s.a.a) bir hadisini zikretsem ve siz de bu hadisi duymuşsanız, gereğini yapacak mısınız?” “Evet.” dediler. Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Sizi Allah adına yemine veriyorum; Resulullah’ın (s.a.a), ‘Fatıma’nın rızası benim rızamdır, Fatıma’nın öfkesi benim öfkemdir. Kim benim kızım Fatıma’yı severse, beni sevmiş olur. Kim Fatıma’yı razı ederse beni razı etmiş olur. Kim Fatıma’yı öfkelendirirse beni öfkelendirmiş olur.’ dediğini duymadınız mı?” “Evet, bunu Resulullah’tan (s.a.a) duyduk.” dediler.
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Şu hâlde ben, Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, siz ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni memnun etmediniz. Eğer Peygamber’le (s.a.a) karşılaşırsam, mutlaka sizi ona şikâyet ederim.”Ebubekir şöyle dedi: “Ben, Resulullah’ın ve senin öfkenden Allah’a sığınırım, ey Fatıma!” Sonra Ebubekir ağlamaya başladı. Öyle ağladı ki, kahrolacaktı az kalsın. Fatıma (a.s) sözlerini şöyle sürdürdü: “Allah’a yemin ederim ki, kıldığım her namazda ikinize beddua edeceğim.” Ebubekir ağlayarak evden çıktı. İnsanlar Ebubekir’in başına toplandılar. Onlara şöyle dedi: “Herkes eşine sarılarak, ailesinin yanında mutlu bir şekilde gecelerken, beni içinde bulunduğum durumla baş başa bıraktınız. Allah’a yemin ederim ki, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur. Biatinizi benden geri alın.”
Hz. Fatıma Efendimiz (a.s), can verdiği gün bütünüyle yatağa düşmüştü. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Tamamen iskeletten ibaret bir kemik yığınıydı. Babasını rüyasında görmüş, ona şöyle demişti: “Kızım! Bana gel. Seni çok özledim.”Ardından şöyle demişti: “Bu akşam yanıma geleceksin!…”
Uykusundan uyandı, ahiret yolculuğunun hazırlıklarına başladı. Doğru sözlü ve söyledikleri doğrulanan ve “Beni rüyada gören gerçekten görmüştür.” diyen babasından yolculuğa çıkacağını duymuştu. Şu hâlde haberin doğruluğundan kuşkulanmaya, tereddüt etmeye gerek yoktu.
Gözlerini açtı. Bütün gücünü topladı. Ölüm öncesi son silkiniş sürecini yaşıyordu belki de. Gerekli hazırlıkları yapmak için ayağa kalktı. Hayatının bu son saatçiklerini ganimet bildi. Hz. Zehra (a.s) duvara tutunarak evin su bulunan tarafına doğru yürüdü. Titrek elleriyle çocuklarının elbiselerini yıkadı. Sonra çocuklarını çağırdı, başlarını yıkadı. Bu sırada İmam Ali (a.s) eve girdi. Sevgili eşinin hasta yatağından kalktığını, ev işlerini yapmaya başladığını gördü.
İmam (a.s), ona bakınca yüreği sızladı. Fatıma (a.s), sağlıklı zamanlarında bile kendisini yoran ağır işlere bu hâldeyken yeniden koşmuş olduğuna yüreği dayanamadı. Sağlığı bozulduğu hâlde, bu ağır işleri yapmaya kalkmasının sebebini sormasında şaşılacak bir şey yoktu elbette. Fatıma (a.s) da büyük bir açıklıkla, bu günün, hayatının son günü olduğunu, çocuklarının başlarını ve elbiselerini yıkamak için kalktığını söyledi. Çünkü bu günden sonra anneleri olmayacak, yetim kalacaklar. İmam (a.s), bu haberin kaynağını sordu, Fatıma (a.s) gördüğü rüyayı anlattı. Fatıma (a.s) bizzat kendisi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kendi ölüm haberini eşine vermiş oluyordu.
Hayatının bu son demlerinde, uzun süredir, yerine getirilmesini istediği vasiyetini eşine iletmesinin zamanı gelmişti artık.
Ali’ye (a.s) şunları söyledi: “Ey amcamın oğlu! Kuşkusuz, ölüm haberim bana verilmiştir. Durumumun nasıl olacağını bilmesem de, birkaç saat sonra babama kavuşacağım. İçimde sakladığım bazı şeyleri sana vasiyet edeceğim.” Ali (a.s) ona şu karşılığı verdi: “İstediğin şeyi bana vasiyet et, ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı!” Ali (a.s) Fatıma’nın baş ucuna oturdu, evde bulunan diğer kimseleri dışarı çıkardı. Sonra Fatıma (a.s) konuşmaya başladı: “Ey amcamın oğlu! Seninle beraber olduğum günden beri, sana hiç yalan söylemedim ve ihanet etmedim, benimle yaşadığın sürece sana karşı gelmedim.” Ali (a.s) şöyle dedi: “Allah’a sığınırım. Sen, Allah’ı en iyi bilen, iyilik ve takva sahibi, cömert, Allah’tan çok korkan birisin. Allah’a yemin ederim ki, bana karşı gelmişsin diye seni kınayacağım bir davranışın olmamıştır. Senin ayrılığın ve seni yitirmem bana ağır geliyor. Ancak bundan kaçınmamız mümkün değildir. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ı (s.a.a) kaybetmekle yaşadığım musibetimi yeniledin. Senin ölümün ve seni yitirmem büyük bir musibettir. ‘Biz Allah’tan geldik ve ona döneceğiz.’ Ne feci, ne elem verici, ne yaralayıcı ve ne hüzün verici bir musibettir bu! Bu musibet karşısında hiçbir teselli beni teskin etmez, hiçbir taziye unutturmaz bu acıyı. Bir yıkımdır ki geride hiçbir şey bırakmıyor.”
Sonra birlikte uzun süre ağladılar. İmam, Fatıma’nın başını göğsüne koydu ve şunları söyledi: “Bana istediğini vasiyet et. Bana emrettiğin her şeyi yaptığımı göreceksin. Senin emrini, senin işlerini kendi işlerime tercih edeceğim.” Bunun üzerine Fatıma (a.s) şunları söyledi: “Bana karşı sergilediğin bu davranışından dolayı Allah seni hayırla ödüllendirsin. Ey amcamın oğlu! Öncelikle sana şunu tavsiye ediyorum: Benden sonra evlen… Çünkü erkekler kadınsız edemezler.” Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Bana haksızlık eden şu adamlara cenazemi göstermemeni vasiyet ediyorum. Onlar benim ve Resulullah’ın (s.a.a) düşmanlarıdır. Onların ve onlara tâbi olanların cenaze namazımı kılmalarına izin verme. Cenazemi, gözler uykuya daldığı, herkesin uyuduğu geceleyin defnet.”
Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Ey amcamın oğlu! Başımda ağladıktan sonra, beni yıka, vücudumu açma. Çünkü ben temiz ve temizlenmişim. Üzerime, babam Resulullah’ın (s.a.a) üzerine döktüğünüz kafurdan kalanını dök. Namazımı kıl, sonra akrabalarımdan diğerleri peş peşe gelip kılsınlar. Beni gündüz değil, geceleyin; açıkça değil, kimse görmeden gizlice defnet. Kabrimin izlerini yok et, belli olmasın. Bana zulmeden hiç kimseye cenazemi gösterme. Ey amcamın oğlu! Benden sonra evlenmeden edemeyeceğini biliyorum. Eğer bir kadınla evlenirsen, bir gün ve geceyi ona, bir gün ve geceyi de çocuklarıma ayır. Ey Ebu’l-Hasan! Oğullarımın yüzüne bağırma. Kanadı kırık kimsesiz yetimler gibi görmesinler kendilerini. Çünkü onlar dün dedelerini yitirdiler, bugün annelerini yitirecekler.”
İbn Abbas, Fatıma’nın (a.s) yazılı bir vasiyetini rivayet etmiştir ve bu rivayette şöyle deniyor:
“Bu, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’nın vasiyetidir. O bu vasiyette bulunurken Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna, kıyamet gününün gelmesinde şüphe bulunmadığına ve Allah’ın kabirlerde bulunan herkesi dirilteceğine şahitlik etmektedir. Ey Ali! Ben, Muhammed’in kızı Fatıma’yım. Allah beni seninle evlendirdi ki, dünya ve ahirette senin olayım. Sen başkalarından daha çok bana yakınsın. Naaşımın üzerine kafur dök, beni yıka ve geceleyin beni kefenle. Namazımı kıl ve cenazemi geceleyin defnet. Hiç kimse bilmesin. Seni Allah’a emanet ediyorum ve çocuklarıma selâm söyle kıyamete kadar.”
Esma bint-i Umeys’ten rivayet edilir ki, Fatımatü’z-Zehra (a.s) Esma’ya şöyle dedi: “Ben ölen kadınların görüntüsünden hiç hoşlanmıyorum. Üzerine bir giysi atıyorlar ve bu giysi onun bütün vücudunu gören herkese gösteriyor.” Esma, “Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı! Habeşistan’da iken gördüğüm bir şeyi sana göstereyim.” dedi ve yaprakları soyulmuş yaş hurma çubuklarının getirilmesini istedi. Sonra getirilen bu çubukları düzeltti ve bunların üzerine bir örtü serdi. Fatıma (a.s) dedi ki: “Ne güzel bir şey bu. Bunun içindeki ölünün kadın mı, erkek mi olduğu belli olmaz.” İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “İslâm’da ilk tabut uygulaması, Fatıma’nın (a.s) na’şının bir tabuta konulmasıyla başlamıştır. Fatıma (a.s) sonunda vefat ettiği hastalığa yakalanınca, Esma’ya şöyle dedi: ‘Ben iyice zayıfladım. Vücudumda et kalmadı. Ben öldüğümde vücudumu gizleyecek bir şey yapamaz mısın?’ Esma dedi ki: ‘Ben Habeşistan’da iken onların bir şey yaptıklarını görmüştüm, sana da ona benzer bir şey yapayım mı? Eğer beğenirsem, senin için bir tane yaparım.’ Fatıma (a.s), ‘Evet.’ dedi. Bunun üzerine Esma bir divan istedi. Getirilen divanı ters çevirdi. Sonra hurma çubuklarının getirilmesini istedi. Bu divanı, dik tuttuğu çubukların üzerine bağladı, sonra üzerine bir örtü serdi. Esma dedi ki: ‘Onların böyle yaptıklarını görmüştüm.’ Fatıma (a.s) şöyle dedi: Bana da aynısını yap. Beni ört ki Allah da seni ateşten korusun.”
Hz. Fatımatü’z-Zehra (a.s) evin ortasına serili yatağına döndü ve yüzünü kıbleye çevirerek yatağa uzandı.
Söylendiğine göre, Fatıma (a.s) kızları Zeyneb ve Ümmü Gülsüm’ü Haşimoğulları’ndan bir kadının evine gönderir ki, annelerinin ölümünü görmesinler. O, bunları, kızlarına duyduğu şefkatin, merhametin gereği olarak yapıyordu ki, ölüm musibetinin o ağır etkisinden korunsunlar.
İmam Ali, Hasan ve Hüseyin (hepsine selâm olsun) o sırada evin dışındaydılar. Belki de o sırada zorunlu olarak ve belli bir maksada binaen dışarı çıkmışlardı.
Esma’dan rivayet edilir ki, Fatımatü’z-Zehra (a.s) son nefesini vermek üzereyken Esma’ya şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) vefat ederken Cebrail cennetten kafur getirmişti. Resulullah bu kafuru üç kısma ayırdı; bir kısmını kendisi için, bir kısmını Ali için ve bir kısmını da benim için. Kafur kırk dirhemdi.” Sonra şöyle dedi: “Ey Esma! Babamın falan yerde bulunan kafurunun geri kalanını getir ve başımın ucuna koy.” Esma kafuru getirip başının ucuna koydu. Sonra, namaz kılmak için abdest alırken Esma’ya şöyle dedi: “Sürdüğüm kokuyu getir. Namaz kılarken giydiğim elbiselerimi getir.” Sonra abdest aldı. Örtüyü üzerine serdi ve şöyle dedi: “Biraz bekle, sonra beni çağır. Cevap verdiysem bir şey yok demektir. Ama cevap vermediysem, bil ki babamın yanına gitmişim. O zaman hemen Ali’yi çağır.”
Artık ölüm anı iyice yaklaşınca, perde kalktı ve Fatıma Efendimiz (a.s) keskin bir bakış yöneltti ve şöyle dedi: “Cebrail’e selâm olsun. Resulullah’a selâm olsun. Allah’ım, Resul’ünün yanına al. Allah’ım, hoşnutluğuna, katına, yurduna, esenlik yurduna al…” Sonra şöyle dedi: “Şu gök halkının kervanıdır. Şu, Cebrail; şu da Resulullah’tır (s.a.a); bana sesleniyor: Kızım! Gel! Burada seni karşılayacak şey senin için daha hayırlıdır.” Gözlerini açtı ve şöyle dedi: “Ve aleyke’s-selâm, ey ruhları kabzeden! Acele et, bana acı verme.” Ve ardından şöyle dedi: “Gelişim sana olsun Rabbim, ateşe değil.” Göz kapakları yumuldu, elleri yana düştü, ayakları boylu boyunca uzanıverdi.
Esma seslendi, cevap vermedi. Yüzündeki örtüyü kaldırdı. Fatıma (a.s), hayattan ayrılmıştı. Üzerine kapandı, bir yandan öpüyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Fatıma! Baban Resulullah’ın (s.a.a) yanına gittiğin zaman Esma bint-i Umeys’ten selâm söyle.”
Hasan ve Hüseyin eve geldiklerinde annelerinin üzerinin örtülmüş olduğunu gördüler. Dediler ki: “Ey Esma! Annemiz bu saatte niçin uyuyor?” Esma dedi ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğulları! Anneniz uyumuyor; o, bu dünyadan ayrıldı.”
Hasan annesinin üzerine kapandı. Bir yandan öperken, bir yandan da şöyle dedi: “Anneciğim! Ruhum bedenimden ayrılmadan bir kez daha benimle konuş!” Hüseyin, annesinin ayaklarını öpüyor ve şöyle diyordu: “Ben oğlun Hüseyin! Kalbim çatlayıp ölmeden önce konuş benimle!”
Esma, Hasan ve Hüseyin’e dedi ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğulları! Gidin babanıza annenizin öldüğünü haber verin.” Hasan ve Hüseyin mescidin yakınlarına kadar geldiler. Artık kendilerini tutamayıp yüksek sesle ağlamaya başladılar. Bu sırada bazı sahabeler yanlarına gelip, neden ağladıklarını sordular. “Annemiz Fatıma öldü.” dediler. Bunu duyan İmam Ali (a.s) yüzü koyun yere kapandı: “Kim bana teselli verecek, ey Muhammed’in kızı!”
Hz. Ali’nin (a.s) evinden ağlama sesleri yükseldi. Medine, erkeklerin ve kadınların ağlama sesleriyle çınlıyordu. İnsanlar, Resulullah’ın (s.a.a) vefat ettiği günkü gibi bir dehşet anını yaşıyorlardı. Haşimoğulları’nın kadınları Fatıma’nın (a.s) evinde toplandılar, feryat ettiler, ağladılar. İnsanlar akın akın Ali’yi (a.s) ziyarete geldiler. Ali (a.s) oturmuş, Hasan ve Hüseyin (a.s) dizinin dibinde için için ağlıyorlardı. Ümmü Gülsüm dışarı çıktı. Şöyle diyordu: “Babacığım! Ya Resulallah! İşte şimdi seni, bir daha buluşmamak üzere gerçekten seni kaybettik.”
Halk toplanmış, hıçkırıklarla ağlaşıyorlardı. Cenazenin evden çıkarılmasını ve namazını kılmayı bekliyorlardı. Ebuzer dışarı çıktı, “Dağılın. Resulullah’ın (s.a.a) kızının cenazesinin evden çıkarılması akşam geç vakitlere ertelendi.” dedi. Ebubekir ve Ömer gelip Ali’ye (a.s) baş sağlığı dilediler ve şöyle dediler: “Ey Ebu’l-Hasan! Resulullah’ın (s.a.a) kızının cenaze namazını bize haber vermeden kılma.” Bunun üzerine toplanan halk dağıldı. Cenaze merasiminin ertesi sabah yapılacağını sanıyorlardı. (Rivayete göre Hz. Fatıma (a.s) ikindi namazından sonra veya gecenin ilk saatlerinde vefat etti.)
Fakat İmam Ali (a.s), Fatıma’nın (a.s) cenazesini o gece yıkadı, kefenledi. Esma da ona yardım ediyordu. Sonra, “Hasan! Hüseyin! Zeyneb! Ümmü Gülsüm! Gelin, son kez annenizi ziyaret edin. Çünkü bu, ayrılma anıdır ve buluşma cennette olacaktır…” Bir süre geçtikten sonra İmam Ali onları annelerinin cenazesinden uzaklaştırdı.
Ardından cenaze namazını kıldı ve ellerini göğe kaldırarak şöyle seslendi: “Allah’ım! Bu, Peygamber’inin (s.a.a) kızı Fatıma’dır. Onu karanlıklardan nura çıkardın. Böylece o her tarafı aydınlattı.
Bütün sesler kesilip gözler uykuya dalınca, gecenin bir yarısında Emirü’l-Müminin (a.s), Abbas, Fadl b. Abbas ve bir dördüncü şahıs bu narin cenazeyi alıp götürüyorlardı. Hasan, Hüseyin, Akil, Selman, Ebuzer, Mikdad, Büreyde ve Ammar da cenazeye eşlik ediyorlardı.
Ali (a.s) kabre indi. Resulullah’ın (s.a.a) ciğerparesini aldı ve lahdine yanı üstü yerleştirdi. Şöyle dedi: “Ey toprak! Emanetimi sana emanet ediyorum. Bu, Resulullah’ın (s.a.a) kızıdır. Bismillahirrahmanirrahim. Bismillah ve billah ve alâ millet-i Resulillah Muhammedi’bn-i Abdillah. (Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın adı, Allah’ın yardımı ve Allah’ın elçisi Muhammed b. Abdullah’ın dini üzere.) Ey Sıddıka (dosdoğru kadın)! Seni, sana benden daha evlâ/yakın olana teslim ediyorum. Allah’ın senin için razı olduklarına ben de senin için razıyım.” Sonra şu ayeti okudu: “Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Sonra kabirden çıktı. Oradakiler Nebevî incinin üzerini toprakla örtmeye başladılar. İmam Ali (a.s) de mezarın belli olmaması için toprağı iyice yaydı, dümdüz yaptı.
Defin töreni acele bir şekilde tamamlandı. Halkın görüp mezarlığa akın etmesinden korkuyorlardı. İmam (a.s) mezarın toprağından elini silkelerken, Resulullah’ın (s.a.a) ciğerparesini yitirmekten dolayı büyük bir üzüntüye kapıldı. Sevgi pınarı eşiydi o. Birlikte saflık, temizlik, fedakârlık ve başkalarını kendilerine tercih etme gibi erdemlerin hâkim olduğu mutlu bir hayat yaşamışlardı. Fatıma (a.s) onun uğruna ne korkular ve ne zorluklar çekmişti. Göz yaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Sonra yüzünü Resulullah’ın (s.a.a) kabrine çevirdi ve şöyle dedi:
“Benden sana selâm olsun ya Resulallah! Kızından, sevgilinden, gözünün aydınlığından, ziyaretçinden, hemen yanı başındaki yerde yatıp bizden ayrılan, Allah’ın çok çabuk bizden koparıp sana kavuşturduğu ciğerparenden sana selâm olsun. Ya Resulallah! Seçkin kızından dolayı sabrım azaldı, âlemin kadınlarının efendisinin ayrılığı karşısında tahammülüm kalmadı. Fakat senin ayrılığında (zorluklara karşı sabretmedeki senin) sünnetine uymamdır beni teselli eden. Son nefesini göğsümde verirken gözlerini ben kendi ellerimle kapattım ve seni kabrine ben yerleştirdim ve bütün işlerini ben üstlendim.”
“Evet, Allah’ın kitabında benim için bu zorlukları kabullenmenin en güzel ifadesi vardır: ‘Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.’ Artık emanet iade edildi ve rehine (bedenin tutsağı olan ruh) geri alındı. Zehra’yı kaptırdım. Onun ayrılığından sonra yer ve gök ne çirkindir, nasıl da toz duman gibi görünür, ya Resulallah!”
“Hüznüme gelince, sonsuzdur; gecelerimi ise uykusuz geçirmekteyim. Allah, senin şu anda bulunduğun yurda beni de almadıkça bu hüzün yüreğimi terk edecek değildir. Derin bir yara gibi yakıcı bir hüzündür bu. Daima diri ve kavurucu bir kederdir. Allah ne çabuk bizi birbirimizden ayırdı! Şikâyetim Allah’adır. Ümmetinin nasıl üzerime çullandığını kızın sana anlatacaktır. Nasıl onun haklarını çiğnediklerini de. Ona sor, durumu ondan öğren. Göğsünde ne birikmiş öfkeler vardı ki, bunları dışarı atacak bir yol bulamıyordu. O söyleyecek ve hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah da hükmedecektir. Selâm ikinize olsun ya Resulallah! Bu bir veda edenin selâmıdır, bıkkınlık ve sorumluluktan kaçanın selâmı değil. Eğer dönüp gidiyorsam, bunun sebebi usanmışlığım değildir. Şayet burada bekliyorsam, bunun sebebi de Allah’ın sabredenlere vaat ettiği ödülden ümidimi kesmem değildir. Sabır daha güvenli ve daha güzeldir çünkü.”
“İstilacıların bize baskın çıkmaları olmasaydı, kabrinin başını mesken edinir, oradan ayrılmazdım. Orada yalnızlığa çekilir ve beklerdim. Oğlunu yitirmiş bir anne gibi, musibetin büyüklüğüne oturur ağlardım. Allah’ın yardımı ve gözetimi altında kızın gizlice defnedildi. Zorbalıkla hakları çiğnendi onun. Herkesin gözü önünde ona kalan mirasa el konuldu. Senin hatırını dinleyen olmadı. Kimse seni aklına bile getirmedi. Allah’adır şikâyetimiz -ya Resulallah-! Sendedir tesellilerin en güzeli -ya Resulallah-! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun (Fatıma’nın) ve senin üzerine olsun.”
Sabah olunca insanlar, Hz. Zehra’nın (a.s) cenaze merasimine katılmak üzere Ali’nin (a.s) evine doğru akın ettiler. Bu sırada Resulullah’ın (s.a.a) sevgili kızının geceleyin, kimseye haber verilmeden gizlice defnedildiğini duydular.
İmam Ali (a.s) Bakî mezarlığında yedi veya daha fazla mezarın üzerindeki toprağı düzeltmiş, Fatıma’nın mezarını böylece gizlemişti. Bakî o günden günümüze kadar Medinelilerin defnedile geldiği bir mezarlıktır. Bu yüzden insanlar hemen Bakî mezarlığına yöneldiler. Fatıma’nın mezarını aradılar. Ancak mezarı bulamıyorlardı. Âlemin kadınlarının efendisinin gerçek mezarının hangisi olduğunu belirleyemediler. Bir gürültüdür gidiyordu. Birbirlerini kınamaya başladılar. Şöyle diyorlardı: “Peygamber’inizden (s.a.a) yadigâr olarak size kızı kalmıştı. O, ölünce de yanı başında olmadınız, namazını kılmadınız, üstelik mezarının da nerede olduğunu bilmiyorsunuz.” Bazıları şöyle dediler: “Müslüman kadınları çağırın şu toprağı dümdüz edilmiş mezarları açsınlar. Böylece Fatıma’nın (a.s) na’şını çıkarıp namazını kılarız.”
Rivayet edilir ki, Ebubekir ve Ömer halk ile beraber Fatıma’nın namazını kılmak için geldiklerinde, Mikdad çıkıp şöyle dedi: “Fatıma’yı dün gece defnettik.” Bunun üzerine Ömer Ebubekir’e dönerek, “Sana bunu yapacaklarını söylemedim mi?” dedi. Abbas şöyle dedi: “Fatıma, ikinizin kendisine cenaze namazı kılmamanızı vasiyet etmişti.” Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “-Ey Haşimoğulları!- Bize karşı beslediğiniz kadim kıskançlığınızı hiçbir zaman terk etmeyeceksiniz. Bu, içinizdeki kinin bir göstergesidir ki, hiçbir zaman yok olmayacaktır. Allah’a yemin ederim ki, onun kabrini açıp cenazesini çıkaracağım ve namazını kılacağım.
Topluluğun, Fatıma’nın (a.s) mezarını açmaya çalıştığı haberi İmam Ali’ye (a.s) ulaştı. Bunun üzerine savaşlarda giydiği sarı kaftanını giydi. Zülfikâr’ı alarak yola çıktı. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Şah damarı öfkesinin şiddetinden kabarmış, çatlayacak gibi olmuştu. Bakî mezarlığına doğru gitti.
Ali’nin Bakî mezarlığına geldiği haberi oradakilere ulaştı. Biri seslendi: “Gördüğünüz gibi bu, Ali b. Ebu Talib’tir geliyor. Allah’a and içiyor ki, eğer şu mezarlardan birinin taşı yerinden oynatılırsa, bu işe ön ayak olanların boyunlarını kılıcıyla vuracak.” Bunun üzerine bir adam şöyle dedi: “Ne oluyor sana ey Ebu’l-Hasan! Allah’a yemin ederim ki, onun kabrini açacağız ve na’şını çıkararak namazını kılacağız.” Hz. Ali (a.s) adamın yakasından tuttu, silkeledi, sonra tutup yere fırlattı ve dedi ki: “Bana bak, kara kadının oğlu! Ben hilâfet hakkımdan vazgeçtim, çünkü insanların dinden dönmelerinden korktum. Ama Fatıma’nın kabrine gelince, Ali’nin canını elinde tutana andolsun ki, eğer sen ve arkadaşların ondan bir şey atarsanız, şu toprağı sizin kanlarınızla sulayacağım.”
Ebubekir atıldı ve “Ey Ebu’l-Hasan! Resulullah ve Fatıma hakkı için onu bırak. Senin istemediğin bir şeyi yapmayacağız.” dedi. Bunun üzerine İmam Ali (a.s) adamı bıraktı ve insanlar da dağılıp gittiler.
HİDAYET ÖNDERLERİ/ HZ. FATIMA - 3. CİLTTEN ÖZETTİR.
Hamilelik günleri tamamlandı, doğum zamanı iyice yaklaştı. Hatice karnındaki bebekle arkadaşlık kuruyor ve onun doğacak olmasından dolayı derin bir sevinç yaşıyordu. Doğum vakti gelince, böyle durumlarda kadınların yapacakları işleri yapmak üzere gelmeleri için Kureyş kadınlarına ve Haşimoğulları kadınlarına haber gönderdi. Kadınlar ona şu haberi ilettiler: “Bize isyan ettin. Sözümüzü dinlemedin. Ebu Talib’in yetimi, hiçbir malı olmayan bir yoksulla, Muhammed’le evlendin. Biz gelmeyeceğiz ve yükünü hafifletmek için hiçbir şey yapmayacağız.” Hatice buna çok üzüldü. O, bu şekilde derin üzüntüler içindeyken, dört tane uzun boylu kadın yanına geldi. Haşimoğulları kadınlarına benziyorlardı. Hatice, onlardan korktu. Onlardan biri şöyle dedi: “Ey Hatice! Üzülme. Biz Rabbin tarafından sana gönderilmiş elçileriz. Biz senin kardeşleriniz. Ben, Sara, bu da Mezahim kızı Asiye’dir. O senin cennetteki arkadaşındır. Bu da İmran kızı Meryem’dir. Bu ise, Musa b. İmran’ın (a.s) kız kardeşi Gülsüm’dür. Senin doğum esnasında çekeceğin zorlukları hafifletmek için Allah bizi sana gönderdi.” Böylece biri Hatice’nin sağında, biri solunda, biri önünde, biri de arkasında oturdu. Derken temiz ve pak olarak Fatıma (a.s) doğdu.
Dediler ki: “Ey Hatice! Temiz, pak, arı ve uğurlu olarak al onu. Ona ve soyuna bereket verilmiştir.” Hatice sevinçli ve güler yüzle çocuğunu aldı. Göğsünü verdi. Derhal sütü kaynamaya başladı.
Hatice’nin bir çocuğu dünyaya geldiğinde onu süt anneye verirdi. Fatıma (a.s) doğduğunda ise Hatice’den başka kimse onu emzirmedi.
Ebu Basir, İmam Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed’den (a.s) şöyle rivayet eder: “Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) doğumunun (milâdının) kırk beşinci senesinin cemaziyelahir ayının yirminci gününde dünyaya geldi. Mekke’de sekiz yıl, Medine’de ise on yıl kaldı. Babasının ölümünden yetmiş beş gün sonra, hicretin on birinci senesinin cemaziyelahir ayının üçüncü gününe denk gelen salı günü vefat etti.”
Hz. Fatıma’nın (a.s) doğduğu ortamı incelediğimiz zaman, -o sırada- Arap Yarımadası’nın son derece tehlikeli hadiselere, mücadelelere sahne olduğunu, kritik bir dönemden geçtiğini görürüz. Bu kritik ortamda Hz. Peygamber’in (s.a.a) sunduğu davet, toplumu bir yol ayrımına getirmişti.
Doğası gereği Yarımada, ekonomik açıdan yoksuldu. Sadece Yemen ve Şam bölgeleriyle yapılan ticarete dayanan zayıf bir ekonomik hareket söz konusuydu.
Sosyal açıdan, küfür esaslı dinlerin, çürümüş, kokuşmuş geleneklerin, kabileci ırkçılığın hâkim olduğu bir yapı arz ediyordu. Bir kabilenin başka bir kabileye karşı gerçekleştirdiği saldırılar, savaşlar eksik olmuyordu. Çoğu zaman bunların makul bir sebebi de olmazdı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olgusu, toplumsal geri kalmışlığın en acımasız göstergesiydi.
İşte böyle bir ortamda Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak gönderildi. O sırada kırk yaşındaydı. Tek başına evrensel inkârın, puta tapıcılığın ve müşrikliğin karşısına dikildi. Çok girift problemi ve tehlikeli zorluğu aştı. İlk başlarda davetini gizli sundu. Daveti düşmanlardan korumak için böyle bir önlem almak zorundaydı. Sonra, daveti açıkça ilân etmesine ve batılın saflarında gedikler açmasına ilişkin ilâhî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Resul (s.a.a) davetini ilân etti. İnsanları İslâm’a çağırdı. Günden güne Müslümanların sayısı artmaya başladı.
İslâm düşmanları, yeni akımın oluşturduğu tehlikeyi sezmekte gecikmediler. Her kabile, mensuplarından olup İslâm dinine giren zayıf kimselere eziyetler etmeye başladılar. Onları bir yere hapsediyor, çeşitli işkence yöntemlerine maruz bırakıyor, açlığa terk ediyor, kızgın kumların üzerine yatırıyorlardı. Vücutlarını ateşle dağlıyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden döndürme amacına yönelikti. Resulullah (s.a.a), ashabının bu ağır baskılara maruz kaldığını görünce onlara şöyle dedi: “Allah, bu durumunuzdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar Habeşistan’a gitseniz daha iyi olur.” Müslümanlar Resulullah’ın emrine icabet ettiler. Yurtlarını ve mallarını geride bırakarak yola koyuldular. Dinden döndürme amaçlı baskılara uğramamak ve dinlerini Allah’ın himayesinde korumak için. Kureyşliler, Hz. Resul’ün (s.a.a) ashabının kendilerine direndiklerini, eziyetlerine katlandıklarını ve İslâm’ın gün geçtikçe önem kazandığını, kabileler arasında hızla yayıldığını, dolayısıyla İslâmî hareketi önleme hususunda başarısız olduklarını görünce, aralarında, Hz. Peygamber’i bir suikast sonucu öldürmek için plân hazırladılar. Ebu Talib, bu plânı fark edince, vadisine çekildi. Haşimoğulları ve Abdulmuttalib oğulları da Hz. Peygamber’i (s.a.a) korumak amacıyla vadide toplandılar. Peygamber’in (s.a.a) amcası Hamza sabaha kadar kapısında nöbet tutuyordu. Kureyşliler vadiye çekilenlere karşı şiddetli bir ekonomik boykot uyguladı. Onlara bir şey satmamak ve onlardan bir şey satın almamak hususunda bir sözleşme hazırlayıp imzaladılar. Var güçlerini kullanarak iki ya da üç yıl boyunca bu boykotu sürdürdüler. Müslümanlara ancak gizlice bir şeyler ulaşıyordu. Haşimoğulları için açlık had safhaya ulaşmıştı. Bazen açlıktan ağlayan çocukların feryadı yükseliyordu.
Bu zor ve acılı şartlarda Hz. Zehra (a.s), emzirme döneminin bir dönemini Ebu Talib vadisinde geçirdi. Sonra sütten kesildi. Vadinin kızgın kumlarının üzerinde yürümeye başladı. Aç çocukların iniltileri, yokluktan yükselen feryatları arasında konuşmayı öğrendi. Yokluk ve yoksulluk zamanında yemeye başladı. Gecenin bir yarısında uyandığı zaman, nöbetçilerin, büyük bir dikkatle babasının etrafında döndüklerini, gece karanlığında düşman saldırısından korumaya çalıştıklarını görürdü. Hz. Zehra (a.s) yaklaşık olarak üç yıl boyunca bu zindanda yaşadı. Onu dış dünyaya bağlayan bir bağ yoktu. Bu durum beş yaşına girinceye kadar böyle devam etti.
Zor ve ağır abluka yılları geçiyordu. Resulullah (s.a.a) ve beraberindekiler, artık boykot ve ablukadan çıkıyorlardı. Allah onlara zafer ve üstünlük yazmıştı. Hatice de ablukadan çıkıyordu. Yıllar onu ağırlaştırmış, boykot ve yoksulluğun yükü onu takatsiz bırakmıştı. Cihadın aydınlığıyla parlayan ömrünü sabır ve kararlılıkla geçirmişti. Bir kadın açısından eşsiz ve ideal bir hayat yaşamıştı. Artık Hatice’nin eceli yaklaşmıştı. Allah onu katına almayı dilemişti. Ve Haşimoğulları’nın ablukadan çıkmaya başladıkları bu yılda Hatice vefat ediyordu. Bisetin onuncu yılıydı.
Aynı yıl, Peygamber’in (s.a.a) amcası, İslâm davetinin koruyucusu, İslâm’ın yardımcısı Ebu Talib de öldü. Bu iki ölüm, Resulullah’ı (s.a.a) çok üzdü. Derin bir hüzün ve keder hissediyordu. Ayrılık ve yalnızlık duyguları içindeydi. O, bir sevgiliyi, bir yardımcıyı, bir dert ortağını; eşi, sevgilisi ve yardımcısı Hatice’yi yitirmişti. Bunun yanında koruyucusu ve savunucusu olan amcasını yitirmişti. Bu yüzden bu yıla “Hüzün Yılı” adını verdi.
Bu yıl musibete uğrayan sadece Resulullah (s.a.a) değildi. Anne şefkatine ve sevgisine henüz doymamış küçük Fatıma’nın payına da, acıların bir kısmı düşmüştü. Musibeti yaşayanlardan biri de oydu. Bu hüzünlü yılda, bela dört koldan onu sarmıştı. Yetimlik tertemiz hayatının üzerine çökerken, yüreğinin derinliklerinde hüznün kavurucu elemini hissediyordu.
Baba, Hz. Peygamber (s.a.a) de hüznün Fatıma’nın yüreği üzerindeki ağırlığının farkındaydı. Yanaklarından aşağıya doğru göz yaşlarının süzüldüğünü görüyordu. Merhametli kalbini paramparça ediyordu bu manzara. Allah Resulü (s.a.a), Fatıma’yı (a.s) kucaklıyor, onu, sevgisi ve şefkatiyle sarıyordu. Annesinin ölümüyle yitirdiğini düşündüğü sevgi, koruma ve şefkat duygularını, babalık sevgisi, şefkati ve koruyuculuğuyla dolduruyordu.
Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı seviyordu. Fatıma da onu. Resulullah (s.a.a) derin bir şefkat duygusuyla Fatıma’ya düşkündü, Fatıma da ona. Fatıma’dan daha çok sevdiği veya Fatıma’dan daha çok kalbine yakın olan bir başka insan yoktu. Fatıma’yı seviyordu ve Fatıma’ya karşı beslediği bu ilgiyi gerekli gördüğü her defasında vurguluyordu. Onun işgal ettiği makama ve ümmeti içindeki konumuna işaret ediyordu. O, Fatıma’yla doğrudan bağlantısı bulunan büyük bir olaya, önemli bir olguya hazırlıyordu ümmetini. Bu büyük olayın, Fatıma’dan sonra, zürriyetiyle ilgisi vardı. Neticede tüm İslâm ümmetini ilgilendiren bir olaydı. Peygamberimiz (s.a.a) bunu vurguluyordu ki, Müslümanlar Fatıma’nın, Fatıma’nın soyundan gelen imamların değerini, makamını bilsinler, Fatıma’nın hakkını eksiksiz versinler, onun saygınlığını korusunlar. Sonra, bu tertemiz sülâleyi hakkıyla gözetip korusunlar. Bakınız Hz. Resul (s.a.a), Fatıma’yı nasıl tanıtıyor Müslümanlara: “Fatıma benden bir parçadır. Onu öfkelendiren, beni öfkelendirmiş olur.”
Fatıma (a.s) büyüyor, gençlik çağına giriyordu. Onunla beraber babasının sevgisi de gençleşiyordu. Fatıma’ya düşkünlüğü her geçen gün biraz daha artıyordu. Fatıma da bu sevgiye karşılık veriyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber’in (s.a.a) kalbi, Fatıma’ya yönelik sevgi ve şefkat duygularıyla doluydu. Ona “babasının annesı” diyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) bu tavrı, çocuklarının kişiliğinin oluşmasında aktif rol oynayan, hayatlarını ve hayat biçimlerini yönlendiren babalık misyonunun etkili örneklerinden biridir. Peygamber’in (s.a.a) bu tavrı, İslâm dininde kızların gözetilmesine, onlara özen gösterilmesine ve saygın konumlarının belirlenmesine ilişkin prensiplerin ideal bir pratik örneğini oluşturmaktadır.
Yüce Allah, Fatıma’nın, davetin Mekke sürecinin bir dönemine tanıklık olmasını diledi. Babasının (s.a.a) geçtiği ağır imtihanı görmesini istedi. O, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yapılan eziyetleri, ona uygulanan baskıları görüyordu. Mekke atmosferinin, peygamberliğin doğduğu eve, hidayet, iman ve erdem evine düşman olduğunu görüyordu. Babasının ve imanda herkese göre öncelikli olan İslâm davetçisi bir grup müminin destansı bir mücadele ve kahramanca bir direnç gösterdiklerini gözlemliyordu. Bu cihat ağırlıklı atmosferin onun kişiliğinin, nefsinin üzerinde derin etkileri oluyordu. Kişiliğinin oluşmasına yardımcı oluyordu. Onu hayata ve zorluklara katlanmaya hazırlıyordu. Fatıma, henüz çocukluk çağını doldurmamışken bütün bunları yaşamıştı.
Annesinin ölümünden sonra babasıyla (s.a.a) beraber en ağır sıkıntıları yaşadı. Babası, onun dert ortağıydı, arkadaşı ve seveniydi. Hayatın yükünü, acılarını ve baskılarını hafifletiyordu. Peygamberimiz (s.a.a) amcası, davetin hamisi ve Resulullah’ın savunucusu Ebu Talib’i yitirdikten sonra baskılar daha da artmıştı. Kureyşliler, Ebu Talib hayattayken Hz. Peygamber’e (s.a.a) saldırmaya, eziyet etmeye cesaret edemiyorlardı. Ama ona bir zarar vermek için her zaman tetikte bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Ebu Talib’in vefatından sonra, onun bu koruyuculuğuna şu sözleriyle işaret etmişti: “Ebu Talib ölünceye kadar, Kureyşliler benim karşımda zayıf ve korkak bir konumdaydılar.”
Resul-i Ekrem (s.a.a), daveti uğruna, ilkeleri ve risaleti yolunda, hiçbir peygamberin çekmediği zorluğa, meşakkate katlandı. Kureyş’in beyinsiz ayak takımından birisi, bir avuç toprak alarak Resulullah’ın (s.a.a) yüzüne ve başına serpti. Resulullah (s.a.a) bu eziyete tahammül etti. Sabrederek, Allah’tan bu sabrının ecrini umarak evine döndü. Yüzü, başı toprak içindeydi. Evine doğru yol alıyorken, Fatıma (a.s) onun bu hâlini, Kureyş’in ona reva gördüğü bu eziyeti gördü. Kureyş’in kibrinin ve gururunun devam ettiğini ibretle seyretti. İçinde yakıcı bir acı hissetti. Beyinsizlerin bu cüretini, cahiliye tağutlarından cesaret alan bu aldanmışların küstahlığı, büyüklük taslayan ceberutların Hz. Resul’e (s.a.a) karşı takındıkları bu korkunç ve iğrenç tavrı ona ağır geliyordu. Bir yandan da babasını karşılıyor, yüzünden gözünden toprakları siliyor, su getirerek mübarek başını ve yüzünü yıkıyordu.
Bu acılı sahne onun ruhu üzerinde derin etkiler bıraktı. Babası, rehber Resul’ün (s.a.a) maruz kaldığı bu durumdan ötürü ağır bir hüzün ve acı yüreğinin üzerine çökmüştü. Ağlıyordu, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve doğru yola, hidayete iletmek isteyen bu adama karşı, cahiliye tağutlarının küstahlığı karşısında onulmaz acılar içinde kıvranıyordu. Fatıma’nın bu hâli, babasını (s.a.a) da etkiliyordu. Kavurucu bir elemin o körpecik yüreğini yaktığını hissediyordu. Bu yüzden, bu acılarını hafifletmeye, onu direnmeye, sabretmeye teşvik ediyordu. Mübarek ellerini uzatıyor, başının üzerine koyuyor, şefkatle, sevgiyle okşuyordu. Bir yandan da şunları söylüyordu: “Ağlama kızım; Allah babanı koruyacaktır. O, dininin ve risaletinin düşmanlarına karşı onun yardımcısıdır.”
Hz. Peygamber (s.a.a) bu cihada ilişkin eğitici sözleriyle kızına yüksek bir cihat ruhu aşılamaya, kalbini sabır ve zafere güven duygusuyla doldurmaya çalışıyordu.
Bu dramatik, bu etkileyici sahneler bununla bitmedi. Kureyş’in, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yaptığı eziyetler, onu, hak davasını, hidayet ve özgürlük çağrısını küçümsemesi bu kadarıyla kalmadı. Bilâkis sapıklığına devam etti, inatçılığını ısrarla sürdürdü, gittikçe daha derin bir büyüklük kompleksine kapıldı. Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle rivayet edilir: “Hz. Peygamber’in (s.a.a)a) Kureyşlilere beddua ettiğini bir tek gün gördüm. Peygamberimiz (s.a.a) o gün namaz kılıyordu. Bir grup Kureyşli de orada oturuyorlardı. Yeni doğum yapmış bir devenin cenin zarı da oraya atılmıştı. Dediler ki: ‘Kim bu zarı alıp onun sırtına koyacak?’ İçlerinden biri kalktı -Ukbe b. Ebu Muayt- ve zarı alıp Peygamber’in (s.a.a) sırtının üzerine koydu. Peygamberimiz (s.a.a) öylece secdede kaldı. Sonra Fatıma (a.s) gelip bu zarı sırtının üzerinden attı. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: Allah’ım! Kureyş’in ileri gelenlerini sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Utbe b. Rabia’yı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Şeybe b. Rabia’yı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ebu Cehil b. Hişam’ı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ukbe b. Ebu Muayt’ı sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Ubey b. Halef ve Ümeyye b. Halef’i sana şikâyet ediyorum.”
Peygamber (s.a.a) bisetin on üçüncü senesinde, canını ve davasını korumak amacıyla Mekke’den Yesrib’e (Medine’ye) hicret etti. Hicret edeceği gece, Ali b. Ebu Talib’ten (a.s) müşrikleri yanıltmak ve oyalamak maksadıyla yatağında gecelemesini istedi. Bu arada ona diğer bazı tavsiyelerde de bulundu. Bu tavsiyelerden biri şudur: Hz. Peygamber (s.a.a) güvenli bir yere ulaşınca, ona birini gönderecek ve o da Hz. Peygamber’in (s.a.a) ailesini, Fatıma’ları ve diğer bazı kadınları alıp Peygamber’in (s.a.a) yanına gelecekti. Hz. Peygamber de bulunan bütün emanetleri sahiplerine iade edecek ve onun borçlarını ödeyecekti.
Hz. Peygamber (s.a.a), Yesrib’e birkaç mil uzaklıktaki Kuba’ya varip oraya yerleşince, Ebu Vakid el-Leysî aracılığıyla Ali’ye (a.s) bir yazı göndererek, emanetleri sahiplerine verdikten sonra Fatıma’ları alıp yanına gelmesini istedi. Emirü’l-Müminin (a.s) derhal harekete geçti, hemen yolculuk için lazım olan binekler satın aldı. Yolculuk ve Mekke’den hicret etme hazırlıklarına başladı. Bu arada kendisiyle beraber olan diğer bazı zayıf müminlere de, karanlık iyice çöküp bütün vadileri kaplayınca yanlarına taşınması zor ağır şeyler almadan gizlice sıvışıp Mekke yakınlarındaki Zîtuva vadisine gelmelerini söyledi.
Ali (a.s) bütün emanetleri sahiplerine ulaştırdı. Sonra Kâbe’de yüksek sesle şöyle dedi: “Ey insanlar! Emanetini almayan biri kaldı mı? Vasiyeti olan biri var mı? Resulullah’ın (s.a.a) kendisine bir hususta söz verdiği kimse var mı?” Kimseden ses çıkmayınca ve kimse kendisine müracaat etmeyince, Mekke’den ayrılıp Resulullah’a (s.a.a) katıldı.
Hz. Ali gün ağarınca Fatıma’larla birlikte (Resulullah’ın kızı Fatıma, Annesi Fatıma bint-i Esed el-Haşimiyye, Fatıma bint-i Zübeyr b. Abdulmuttalib ve Fatıma bint-i Hamza b. Abdulmuttalib) yola çıktı. Onların arkasından Peygamber’in (s.a.a) bakıcısı ve hizmetçisi Burke Ümmü Eymen ve oğlu Eymen (Resulullah’ın azatlısı) de yola çıktılar. Kafileyle birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.a) gönderdiği elçi Ebu Vakid el-Leysî de geri döndü. Ebu Vakid binekleri sert bir şekilde sürmeye başladı. İmam Ali (a.s) ona dedi ki: “Ey Ebu Vakid! Kadınlara acı, onlar zayıftırlar.” Dedi ki: “Peşimize düşenlerin bizi yakalamalarından korkuyorum.” Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Sabredip bekle rahatla . Böyle yapmana gerek yok. Çünkü Resulullah (s.a.a) bana şöyle dedi: Ey Ali! Şu andan itibaren sana hoşlanmadığın bir şey yapamazlar.” Sonra Ali (a.s) develeri daha yumuşak bir şekilde sürmeye başladı. Bir yandan da şu beyitleri söylüyordu:
“Allah var sadece. Öyleyse zannını yok et
Önemsediğin şeylerde, insanların Rabbi sana yeter.”
Hz. Ali (a.s) yola devam etti. “Dacnan” denilen yere vardıklarında, peşlerine düşenler onları yakaladılar. Bunlar, Kureyş’in en cesur atlılarından yedi kişiydiler. Yüzlerini kapatmışlardı. Sekizincileri ise Haris b. Ümeyye’nin azatlısı Cenah adlı biriydi. Cenah cesur ve atılgan biriydi. Atlıları gördükten sonra İmam Ali (a.s) Eymen’e ve Ebu Vakid’e dönüp şöyle dedi: “Develeri yatırın ve ayaklarını bağlayın.” Kendisi de öne çıkarak kadınların inmelerine yardımcı oldu. Atlılar iyice yaklaştılar. Ali kılıcını çekerek onları karşıladı. Ona doğru hareket ederek şöyle dediler: “Kadınları alarak kurtulacağını mı sandın? Dön! Seni babası ölesice seni.” Ali (a.s), “Peki, dönmezsem?” diye karşılık verdi. Dediler ki: Ya zorla götürürüz ya da kelleni götürürüz.”
Atlılar kadınlara ve binek hayvanlarına doğru yaklaştılar. Amaçları kadınları korkutmak ve bu hayvanları ürkütmekti. Ali (a.s) öne geçip onlara engel oldu. Cenah kılıcını çekerek Ali’ye karşı hamle yaptı. Ali (a.s) onun darbesinden yara almadan kurtulmayı başardı. Bu sefer Ali (a.s) ona hamle yaptı, boynunun yukarısından bir kılıç indirdi. Kılıç atın eğerine kadar adamı ikiye biçti. Ali kılıcıyla onları korkuttu. Bunun üzerine şöyle dediler: “Ey Ebu Talib’in oğlu! Bizden vazgeç.” Dedi ki: “Ben amcamın oğlu Resulullah’ın (s.a.a) yanına gidiyorum. Etini doğrayıp kanını dökmem kimin hoşuna gidiyorsa, peşimden gelsin.” Atlılar eli boş ve hezimete uğramış bir şekilde geri döndüler.
Sonra arkadaşları Eymen ve Ebu Vakid’e döndü ve onlara, “Bineklerinizi çözün.” dedi. Sonra kafileyi muzaffer bir şekilde “Dacnan” denilen yere götürüp orada konakladı. Orada bir gün bir gece kaldı. Arkalarından gelen zayıf Müslümanlar da onlara yetiştiler. Gecelerini Allah’ı zikrederek geçirdiler. Ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarak Allah’ı anıyorlardı. Şafak atıncaya kadar bu şekilde devam ettiler. İmam Ali (a.s) onlara sabah namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Nihayet Medine yakınlarında “Kuba” denilen yere vardılar. Orada kendilerini bekleyen Resulullah’a (s.a.a) katıldılar.
Daha onlar yetişmeden, onlarla ilgili vahiy geldi Resulullah’a (s.a.a). Allah Kur’ân’da onlar hakkında şöyle buyuruyor: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.”
Hz. Peygamber (s.a.a) on beş gün boyunca, Kuba’da bu kafilenin gelmesini bekledi. Bu süre içinde Kuba mescidi kuruldu ve bu mescid hakkında apaçık ayetler nazil oldu. “Daha ilk günden takva temeli üzerinde kurulan mescid, içinde kıyam etmene daha lâyıktır.” Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) Müslümanları orada namaz kılmaya teşvik etmiş, onun ihya edilmesini istemiş ve orada namaz kılanlara büyük ecirler verileceğinden söz etmiştir.
Sonradan gelen kafilenin de dinlenmesinden sonra, Hz. Peygamber (s.a.a) beraberindeki arkadaşlarının ve ailesinin eşliğinde Yesrib’e doğru yola çıktı. Müslüman kitleler onu şiirler, maniler, hoş geldin sedalarıyla karşıladılar. Yesrib’in ileri gelenleri, Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri onu karşıladılar ve gelişinden duydukları memnuniyeti belirttiler. Bütün malî ve askerî imkânları onun emrine verdiler. Yesrib’in bir mahallesinden geçerken, o mahallenin ileri gelenleri, mahallelerine konuk olsun diye devesinin yularını tutup kendisini konuk etmeye ve korumaya hazır olduklarını belirtirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayır duada bulunur ve şöyle derdi: “Deveyi serbest bırakın, istediği gibi yoluna devam etsin. Çünkü bir emre göre hareket ediyor.”
Sonra deve, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin evinin yakınlarında geniş bir araziye çöktü. Resulullah (s.a.a) oraya indi. Hz. Fatıma (a.s) da diğer Fatıma’larla birlikte orada bineklerin sırtlarından indiler. Fatıma’lar Ümmü Halid’in evine konuk oldular. Hz. Fatıma (a.s) yedi ay boyunca babasıyla beraber kaldı. Nihayet mescidin ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evinin yapımı tamamlandı. Peygamber’in mütevazı evi, bazısı taştan örülmüş birkaç odadan meydana geliyordu. Diğer bazı odalar ise, hurma çubuğundan yapılmıştı. Odaların yüksekliğine gelince, Resulullah’ın (s.a.a) torunu İmam Hasan’dan (a.s) gelen bir rivayette şöyle deniyor: “Ben buluğ çağına ermiş bir delikanlı iken, Resulullah’ın (s.a.a) evlerine girerdim. Elim tavana yetişirdi.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) evi için hazırladığı eşyalar ise, son derece basit, sert ve mütevazıydılar. Hurma lifiyle birbirine bağlanmış tahtalardan yapılmış bir sedir yaptı kendisi için. Hz. Fatıma da hicret yurdunda babasının evine yerleşti. İslâm yurdundaki bu basit ve mütevazı evde kalmaya devam etti. Babasının gözetiminden, sevgisinden ve korumasından sonuna kadar yararlandı. Bu öyle bir gözetim, öyle bir sevgi ve öyle bir korumaydı ki, ondan başka hiçbir kadın ve hiçbir insan böylesini yaşamamıştır.
Fatıma bint-i Muhammed (s.a.a) Mekke’den hicret ederek bu mütevazı eve yerleşti. Uğruna canlarını feda etmeye hazır ensarın ve de onlarla birlikte muhacirlerin arasında babasını görmek için… Artık Evs ve Hazreç kabilelerinden Müslüman olan kardeşlerinin arasında yaşadıkları için kendilerini güvende hissediyorlardı. Hz. Peygamber’le (s.a.a) birlikte İslâm’a davete vermişlerdi kendilerini. Daha iyi yarınlar için plânlar yapıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) muhacirlerle, Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik uygulamasını başlatmıştı. Ki muhacirler yabancılık çekmesinler, kendilerini aynı amaç etrafında birleştiren kardeşlik duygularıyla kenetlensinler. Onların ortak paydaları, tek ve ortaksız ilâh olarak Allah’a iman etmekti. Ali’yi ise kendine ayırdı. Muhacir ve ensardan oluşan kalabalık bir grubun içinde Ali’nin elinden tuttu ve şöyle dedi: “Bu benim kardeşimdir, benden sonraki vasim ve vârisimdir.” Ali’nin (a.s) eriştiği Peygamber’e (s.a.a) kardeş olma bahtiyarlığının üzerinden uzun bir zaman geçmeden, bu sefer Peygamber’in (s.a.a) dünürü, en sevdiği, kalbinde ve ruhunda en aziz bildiği kızlarından birinin kocası oldu.
Resulullah efendimiz (s.a.a) Medine’ye yerleştikten kısa bir süre sonra “Sevde” ile evlendi. Hz. Hatice’den (r.a) sonra evlendiği ilk kadındı. Sonra “Ümmü Seleme bint-i Ebu Ümeyye” ile evlendi ve kızı Fatıma’nın (a.s) işlerinin idaresini ona havale etti.
Ümmü Seleme şöyle der: “Resulullah (s.a.a) benimle evlendi ve kızı Fatıma’nın (a.s) işlerinin idaresini bana havale etti. Fatıma’yı seviyordum ve ona birçok konuda rehberlik ediyordum. Fakat, Allah’a yemin ederim ki, Fatıma benden daha edepli ve her şeyi benden daha iyi biliyordu.”
Daha çocuk denilecek bir yaşta iken, fikrî olgunluğu ve aklî isabetliliğiyle belirginleşmişti. Allah ona olgun bir akıl, aydın bir zihin, keskin bir zeka ve bir güzellik vermişti ki, nuranî parlaklığı her tarafı aydınlatıyordu. Doğuştan ne çok yeteneğe, ne büyük erdemlere sahip kılınmıştı. (Allah’ın selâmı üzerine olsun.) O bu meziyetleriyle, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kontrolünde günden güne büyüyor, gelişiyordu. Nihayet kadınlık yaşına gelmişti.
Hicretin üzerinden iki sene geçmişti ki, Müslümanlar Medine’de kalıcı bir egemenlik kurduklarını fark etmeye başladılar. O günlerde, Kureyş’in ileri gelenlerinden fazilet sahibi, İslâm’da önceliği bulunan, şeref ve mal sahibi birçok kişi Fatıma’yı Hz. Peygamber’den istemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.a) de onları kırmadan hoşlukla reddediyor ve onu istemeye gelen herkese, “Onun hakkında Allah’ın emrini bekliyorum.” diyordu. Onlardan mübarek yüzünü çevirirdi. Bu yüzden her biri, Peygamber’in (s.a.a) kendisine kızdığını sanırdı.
Resulullah (s.a.a) onu Ali için tutuyordu ve Ali’nin onu kendisinden istemesini arzu ediyordu.
Bureyde’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Ebubekir, Fatıma’yı istedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: ‘O henüz küçüktür. Ben onun hakkında ilâhî takdiri bekliyorum.’ Ebubekir Ömer’le karşılaştı, olayı anlattı. Ömer, ‘Seni reddetmiştir.’ dedi. Sonra Ömer gidip istedi. Peygamberimiz (s.a.a) onu da reddetti.” İmam Ali (a.s), Hz. Fatıma’yı (a.s) istemeyi düşünüyordu. Ancak hem kendisinin, hem de İslâm toplumunun o sırada yaşadığı yoksulluk, geçim sıkıntısı onu bu isteğini pratikte gerçekleştirmekten alıkoyuyordu. Bu yüzden evlilik fikrini erteliyor, bir aile kurma arzusunu bir süre için unutmaya çalışıyordu. Bu toplumsal durumdu. Fakat kişisel olarak Ali (a.s), yirmi bir yaşını geride bırakmıştı. Fatıma ile evlenmenin de tam zamanıydı. Çünkü Ali’den başka Fatıma’ya denk bir erkek ve Fatıma’dan başka Ali’ye denk bir kadın yoktu. Bunlar, bir tekrarı artık dokunmayacak eşsiz bir kumaştan idiler.
Günlerden bir gün, İmam (a.s) işlerini tamamladı, sulama işinde kullandığı devesini çözdü ve evine doğru yola koyuldu. Deveyi evde bağladıktan sonra, Resulullah’ın (s.a.a) evine doğru yürüdü. Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ümmü Seleme’nin evinde bulunuyordu. İmam daha yolda iken, gökten bir melek Peygamberimize (s.a.a) şu ilâhî emri getirdi: “Nuru nur ile, yani Fatıma’yı Ali ile evlendir.”
Ali (a.s) kapıyı çaldı. Ümmü Seleme, “Kim o?” dedi. Resulullah (s.a.a) dedi ki: “Kalk, ey Ümmü Seleme! Ona kapıyı aç ve içeri girmesini iste. Çünkü bu, Allah ve Resulü’nün sevdiği, kendisi de Allah ve Resulü’nü seven bir adamdır.”Ümmü Seleme dedi ki: “Anam-babam sana kurban olsun, görmediğin hâlde hakkında bu övücü sözleri söylediğin adam kimdir?” Buyurdu ki: “Yavaş ol, ey Ümmü Seleme! Bu adam, ahmak ve sefih birisi değildir. O, benim kardeşim, amcamın oğlu ve yeryüzünde en çok sevdiğim kimsedir.” Ümmü Seleme der ki: “Bunun üzerine yerimden fırladım, az kalsın üzerime bağladığım peştamala takılıp düşecektim. Kapıyı açtım. Karşımda Ali b. Ebu Talib’i görmeyeyim mi?!” Ali, Resulullah’ın (s.a.a) yanına girdi ve şöyle dedi: “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun, ey Resulallah!” Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: “Ve selâm senin de üzerine olsun, ey Ebu’l-Hasan! Otur.”
Ali (a.s) Hz. Peygamber’in (s.a.a) tam karşısına oturdu. Sürekli olarak yere bakıyordu. Bir şey istemeye gelmiş de utandığından söyleyemiyormuş gibi duruyordu. Resulullah’tan (s.a.a) utandığı için başını yerden kaldırmıyordu. Hz. Peygamber(s.a.a) Ali’nin içinden geçenleri biliyormuş gibi, ona sordu: “Ey Ebu’l-Hasan! Bir ihtiyacın için gelmişsin gibi geliyor bana. İhtiyacın neyse söyle, içinden ne geliyorsa açıkla. Çünkü senin ne ihtiyacın varsa, benim tarafımdan karşılanacaktır.” Ali (a.s) şöyle dedi: “Anam-babam sana kurban olsun. Ben daha bir çocukken, beni, amcan Ebu Talip’ten ve Fatıma bint-i Esed’den aldın. Yediğinin aynısını bana da yedirdin, beni kendi edebinle edeplendirdin. İyilik ve şefkat bakımından, benim için Ebu Talip’ten ve Fatıma bint-i Esed’den daha iyiydin. Allah senin aracılığınla ve senin elinle beni doğru yola iletti. Allah’a yemin ederim ki, sen ya Resulallah, dünya ve ahiret hazinem ve zahiremsin. Allah’ın benim pazumu seninle güçlendirmesinin yanında, bir evimin, kendisiyle huzur bulacağım bir eşimin olmasını istedim. Sana kızını istemek için geldim. Kızın Fatıma’yı senden istiyorum. Beni Fatıma’yla evlendirir misin, ya Resulallah?” Resulallah’ın (s.a.a) yüzü sevinçten ve memnuniyetten parladı. Fatıma’nın yanına gitti ve şöyle dedi: “Ali seni istiyor. Sen onu tanıyorsun.” Fatıma sustu. Peygamberimiz (s.a.a), “Allahu Ekber! Susması kabul etmesi anlamına gelir.” dedi. Dışarı çıktı ve Fatıma’yı Ali ile evlendirdi.”
Ümmü Seleme der ki: Resulullah’ın (s.a.a) yüzünün sevinçten ve memnuniyetten parladığını gördüm. Sonra Ali’nin (a.s) yüzüne bakıp gülümsedi ve şöyle dedi: “Ey Ali! karşılığında seni evlendireceğim bir şeyin var mı?” Ali (a.s) şöyle dedi: “Anam-babam sana feda olsun. Allah’a yemin ederim ki, benimle ilgili hiçbir şey sana gizli değildir. Bir kılıcım, bir zırhım, bir de sulama işinde kullandığım bir devem var. Bunların dışında hiçbir şeyim yok.” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Ey Ali! Kılıcına ihtiyacın var; onunla Allah yolunda cihat edersin, onunla Allah düşmanlarıyla savaşırsın. Deveni de hurmalarını sulamak ve ailene su taşımak için kullanırsın, yolculuklarında yükünü onunla taşırsın. Ama zırhın karşılığında seni evlendiriyorum. Onu almayı kabul ediyorum.”
“Ey Ebu’l-Hasan! Sana bir müjde vereyim mi?” Ali (a.s) şu cevabı verdiğini söyler: “Evet, anam-babam sana feda olsun. Bana müjdeyi ver. Çünkü uğurlu bir seciyeye, bereketli bir karaktere ve işlerinde hikmete sahipsin. Allah’ın salat ve selâmı üzerine olsun.”
Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Ben seni yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeden önce, Allah gökte seni onunla evlendirdi. Sen bana gelmeden önce, gökten bir melek şuracıkta bana geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Mahlukatı içinde seni seçerek elçi olarak gönderdi. Sonra ikinci kez yeryüzüne nazar etti. Orada senin için bir kardeş, bir vezir, bir arkadaş ve bir damat seçti. Kızın Fatıma’yı (a.s) onunla evlendirdi. Gökteki melekler bu olayı kutladılar. Ey Muhammed! Allah bana, Ali’yi yeryüzünde Fatıma ile evlendirmeni söylememi ve onları, tertemiz, seçkin, arınmış, hayırlı, dünyada ve ahirette erdem sahibi iki oğulla müjdelemeni emretti.’ Ey Ali! Allah’a yemin ederim, daha melek göğe yükselmemişti ki, sen kapıyı çaldın.”
Enes anlatıyor: Resulullah’ın (s.a.a) yanında oturduğum bir sırada, vahiy geldiği sıralardaki baygınlık hâli gerçekleşti. Kendine gelince şöyle dedi: “Ey Enes! Cebrail’in, Arş’ın sahibinden bana ne getirdiğini biliyor musun?” Dedim ki: “Allah ve Resulü daha iyi bilir. Anam-babam sana feda olsun. Cebrail ne getirdi?” Buyurdu ki: “Allah bana Fatıma’yı Ali ile evlendirmemi emretti. Git, muhacirleri ve ensarı bana çağır.” Gidip muhacirleri ve ensarı çağırdım. Herkes oturduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle dedi: “Nimetlerinden dolayı hamdedilen, kudretinden dolayı ibadet edilen, saltanatından dolayı itaat edilen, katındaki nimetlerden dolayı arzu edilen, azabından dolayı sakınılan, yerinde ve göğünde emirleri yürürlükte olan, mahlukatı kudretiyle yaratan, hükümleriyle onları birbirinden ayrı ve farklı kılan, diniyle onları aziz yapan, peygamberi Muhammed’le onlara lütufta bulunan Allah’a hamdolsun. Hiç şüphesiz Allah, evlilik yoluyla gerçekleşen akrabalığı nesebin devamının vesilesi ve akrabalığın bir çeşidi kılmıştır. Allah’ın emri kazâsına uygun gerçekleşir, kazâsı ise kaderine dayanır. Her takdirin de bir süresi vardır. Ve her süre de yazılmıştır: ‘Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.’ Haberiniz olsun! Allah bana Fatıma’yı Ali ile evlendirmemi emretti. Eğer Ali buna razı olursa, benim onu dört yüz mıskal gümüş karşılığında Fatıma ile evlendirdiğime şahit olun.”
Ali orada yoktu. Resulullah (s.a.a) onu bir iş için bir yere göndermişti. Sonra Resulullah (s.a.a) içinde taze hurma bulunan bir tabak getirmelerini emretti. Tabağı önümüze koydu, “Yiyin.” dedi. Biz taze hurmaları yerken Ali (a.s) çıkageldi. Resulullah (s.a.a) ona bakıp gülümsedi, sonra şöyle dedi:
“Ey Ali! Allah bana, Fatıma’yı seninle evlendirmemi emretti. Onu, eğer kabul edersen, dört yüz mıskal gümüş karşılığında seninle evlendirdim.” Ali şöyle dedi: “Razıyım, ya Resulallah!” Sonra Ali bir kenara çekilip Allah için şükür secdesine kapandı. Ardından şöyle dedi: “Beni, mahlukatın en hayırlısı Resulullah Muhammed’e sevdiren Allah’a hamdolsun.” Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurdu: “Allah ikinize bereket versin. Sizi bereketli kılsın ve size mutluluk versin. Sizden çok sayıda tertemiz nesiller meydana getirsin.”
Ali, zırhını Osman’a sattıktan sonra mihri alıp getirdi. Mihir dört yüz hecerî siyah dirhemden ibaretti. Resulullah (s.a.a) dirhemleri aldı, yeni ev için eşya alsınlar diye parayı ashabından ve kendi eşlerinden bazılarına teslim etti. Fatıma’nın çeyizi şundan ibaretti:
) Yedi dirhem değerinde bir gömlek. ) Dört dirhem değerinde bir baş örtüsü. ) Hayber malı siyah bir kadife. ) Üzeri kaytan türü iplerle örtülüp bağlanmış bir divan. ) Mısır keteninden mamul, birinin içi lifle, öbürünün ise yünle doldurulmuş iki döşek. ) İçleri izhirden (bir çeşit kokulu bitkiden) doldurulmuş Taif derisinden dört yastık. ) Yünden yapılmış bir örtü. ) Hecer yapımı bir hasır. ) Bir el değirmeni. ) Deriden yapılmış bir su kabı. ) İçinde elbise yıkanılan bakır bir leğen. ) Bir süt kasesi. ) Küçük su kovası. ) Sızdırmasın diye içi ziftlenmiş leğen. ) Yeşil bir testi. ) Kiremitten iki bardak. ) Bir meşin minder. ) Katrani aba. ) Su kovası…
Çeyizi düzmekle görevlendirilen sahabeler şöyle demişlerdir: Bu eşyaların tümünü taşıdık, Resulullah’ın (s.a.a) önüne koyduk. Resulullah (s.a.a) çeyize bakınca ağladı ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Sonra başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: “Allah’ım! Kaplarının büyük kısmı çanak çömlekten ibaret olan bu topluluğa bereket ver.”
Ali (a.s) evini donattı. Evin tabanına yumuşak kum döktü. Bu arada yıkanmış elbise asmak için bir duvardan ötekine uzanan bir tahta koydu. Yere de koç derisi serdi ve hurma lifinden yapılmış yastıklar bıraktı.
Güneş batmaya yüz tutunca, Resulullah (s.a.a), “Ey Ümmü Seleme! Bana Fatıma’yı çağır.” dedi. Ümmü Seleme gidip Fatıma’yı getirdi. Etekleri yerde sürünüyordu. Resulullah’tan utandığı için yüzünden şapır şapır ter dökülüyordu. Bir ara ayağı takılıp tökezledi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Allah seni dünya ve ahirette tökezlemekten korusun.” Fatıma, Resulullah’ın (s.a.a) önüne gelince, Resulullah yüzündeki perdeyi kaldırdı ve Ali yüzünü gördü.
Hz. Peygamber (s.a.a), Abdulmuttalib’in kızlarına ve muhacir ve ensar kadınlarına, Fatıma’ya arkadaşlık etmelerini, sevinmelerini, eğlendirici maniler söylemelerini, tekbir getirip hamdetmelerini ve Allah’ın hoşnut olmayacağı herhangi birşey söylememelerini emretti. Cabir der ki: Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı devesine ya da kırçıl katırına bindirdi. Selman bineğin dizginlerini tutarak yola koyuldu. Etrafında yetmiş bin huri vardı. Hz. Peygamber (s.a.a), Hamza, Akil, Cafer ve Haşimoğulları’nın diğer erkekleri de kılıçlarını çekerek arkasında yürüyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) eşleri ise Fatıma’nın önünde mâni söylüyorlardı.
Kadınlar, her mâninin ilk beytini tekrarlıyor, sonra tekbir getiriyorlardı. Böylece eve girdiler. Sonra Resulullah (s.a.a) Ali’nin yanına giderek onu çağırdı, ardından Fatıma’yı çağırdı. Fatıma’nın elinden tutup Ali’nin elinin üstüne koydu ve şöyle buyurdu: “Allah, bu evliliği Resulullah’ın kızına mübarek kılsın. Ey Ali! Ne güzel eştir Fatıma! Ve ey Fatıma! Ne güzel eştir Ali!”
Sonra şöyle buyurdu: “Ey Ali! Şu Fatıma, Allah’ın ve Resulullah’ın senin yanındaki emanetidir. Allah’ın ve benim emanetimi koru.”
Ardından şöyle dua etti: “Allah’ım! Onların birliğini koru. Kalplerini kaynaştır. Onları ve zürriyetlerini nimetler cennetinin vârislerinden kıl. Onlara temiz, güzel ve mübarek bir zürriyet ver. Onları, senin emrinle insanları sana ibadet etmeye ileten ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar kıl.” Sonra şöyle buyurdu: “Evinize gidin ve ben size gelinceye kadar bir şey yapmayın.”
Ali der ki: Fatıma’nın ellerinden tuttum ve onu evin avlusunun bir kenarına oturttum. Ben de onun yanına oturdum. Benden utandığı için başını önüne eğip yere bakıyordu. Ben de ondan utandığım için hep yere bakıyordum.
Çok geçmeden Resulullah (s.a.a) geldi, elinde bir çıra vardı. Çırayı evin bir köşesine koydu. Sonra bana dedi ki: “Ey Ali! Şu bardağı al, şu tulumdan biraz su çıkar.” Dediğini yaptım ve suyu ona getirdim… İçine birkaç kez mübarek ağzının suyundan karıştırdı. Sonra bardağı bana verdi ve “İç.” dedi. İçtim, ardından bardağı Resulullah’a (s.a.a) verdim. Bardağı Fatıma aldı. Resulullah (s.a.a) dedi ki: “İç, ey sevgili kızım!” Fatıma ondan üç yudum içti. Sonra bardağı Peygamber’e (s.a.a) verdi. Suyun geri kalanını aldı, benim ve Fatıma’nın göğsüne serpti. Ardından şöyle buyurdu: “Allah, en çok sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister ey Ehl-i Beyt!” Sonra ellerini kaldırdı ve şöyle dedi: “Ey Rabbim! Sen gönderdiğin her peygambere bir zürriyet bahşettin. Allah’ım! Benim, yol gösterici zürriyetimi Ali ve Fatıma’dan kıl.” Sonra Resulullah (s.a.a) onların yanından ayrıldı. Kapının pervazından tutarak şöyle dedi: “Allah sizi ve neslinizi pak kılmıştır. Sizinle barış yapana ben de barış yaparım. Sizinle savaşana ben de savaş açarım. Sizi Allah’a emanet ediyorum ve sizi O’na bırakıyorum.” Kapıyı kapattı ve kadınlara da çıkmalarını emretti.
Ali (a.s) der ki: “Resulullah (s.a.a) Dördüncü günün sabahı yanımıza geldi…” Peygamberimiz (s.a.a) o sabah eve girince, Ali’den dışarı çıkmasını istedi. Fatıma ile yalnız kaldı ve dedi ki: “Nasılsın kızım? Kocanı nasıl buldun?”
Dedi ki: “Babacığım! O çok iyi bir kocadır. Ancak Kureyş’ten bazı kadınlar yanıma geldiler ve ‘Resulullah (s.a.a) seni, malı olmayan fakir biriyle evlendirdi.’ dediler.” Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: “Kızım! Ne baban, ne de kocan fakirdir. Bana yeryüzünün hazineleri sunuldu; ama ben, Rabbimin yanındaki nimetleri tercih ettim. Allah’a yemin ederim ki, ey kızım! O kadınlar sana doğru öğüt vermemişler. Ben seni, herkesten önce Müslümanlığı kabul eden, en bilgili ve en ağırbaşlı biriyle evlendirdim.”
“Kızım! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Yeryüzü halkından iki adam seçti. Biri baban, biri de kocan… Kızım! Çok iyi adamdır kocan. Onun emrine isyan etme.”
Sonra Resulullah (s.a.a) Ali’ye seslendi: “Ey Ali!” “Buyur ya Resulallah!” dedi. Buyurdu ki: “Evine gir, karına karşı nazik ol. Ona yumuşak davran. Çünkü Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten şey beni de incitir. Onu sevindiren şey beni de sevindirir. Sizi Allah’a emanet ediyorum. Sizi O’na bırakıyorum.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) hicretin ikinci senesinin zilhicce ayının başında Fatıma’yı (a.s) Ali (a.s) ile evlendirdiği de rivayet edilmiştir.
İmam Ali (a.s) ile Fatıma’nın (a.s) Harise b. Nu’man’ın evinde ne kadar kaldıkları kesin olarak bilinmiyor. Fakat Resulullah’ın (s.a.a), mescidine bitişik bir yerde ona bir ev yaptığını ve eşleri için yaptığı odalarda olduğu gibi bu evin bir kapısının mescide açılmasını sağladığını biliyoruz. Hz. Fatıma (a.s) Allah’ın evine bitişik ve Resulullah’ın (s.a.a) evine komşu bu yeni eve taşındı.
Resulullah efendimiz (s.a.a) bu nebevî fidanı yalnız bırakacak, gözetmeyecek, bağrına basmayacak ve direktifleriyle yönlendirmeyecek değildi. Karı-koca Resulullah’ın (s.a.a) gölgesinde, onun yanı başında yaşamlarını sürdürdüler. Fatıma (a.s) kocasının himayesinde göz aydınlığını ve ruh mutluluğunu yaşıyordu. Sadelik ondan hiçbir zaman ayrılmaz, hayatın kaba ve haşin yanları eksik olmazdı. O ideal bir eşti. Müslümanların kahramanı Ali’nin (a.s) eşi. Resulullah’ın (s.a.a) veziri, ilk danışmanı, zafer ve cihat sancağının taşıyıcısı. Bu yüzden Hz. Fatıma’nın (a.s) bu ağır sorumluluk düzeyinde olması bir zorunluluktu. Annesi Hatice Resulullah’ın cihadına, sabrına katıldığı, hayatın acımasızlıklarına ve risaletin meşakkatli davetine katlandığı gibi, o da Ali’nin cihadına, sabrına katılmalı, hayatın acımasızlıklarına katlanmalı ve risaleti tebliğ ederken davetin zorluklarına sabretmeliydi.
Fatıma (a.s), Allah’ın kendisine biçtiği rolü hakkıyla yerine getirdi. O, risalete uygun yaşayan salih Müslümanın, örnek Müslüman kadının bir timsaliydi.
İçinde masum, tertimiz kılınmış, günah işlemekten ve hata etmekten uzak tutulmuş, her türlü ahlâkî erdemle nitelenmiş ve her türlü insanî değerle bezenmiş bir karı-kocanın yaşadığı tek ev, Ali ve Fatıma’nın eviydi.
Ali (a.s) İslâm’da kâmil, ideal erkeğin örneği, Fatıma da İslâm’da kâmil ve ideal kadının örneğiydi. Her ikisi Resul-i Ekrem’in (s.a.a) gölgesinde büyümüş, serpilmiş, onun ilminden ve diğer erdemlerinden beslenmişlerdi. Duyarlı kulakları ta çocukluktan itibaren Kur’ân-ı Kerim’e aşinaydı. Resulullah’ın (s.a.a) Kur’ân’ı gece-gündüz ve her zaman okuduğunu görüyor, dinliyorlardı. Böylece gaybin kaynaklarına dokunacak kadar yakın oluyor, İslâmî bilgi ve irfanı asıl kaynağından, tatlı membaından alıyorlardı. İslâm’ı Resulullah’ın (s.a.a) şahsında hareket eden canlı bir varlık olarak görüyorlardı. Böyleyken, onların oluşturduğu aile, ideal Müslüman aile olmaz mıydı?
Ali ve Fatıma’nın evi, saflığın, ihlâsın, sevginin ve merhametin en göz kamaştırıcı örneklerinin yaşandığı bir mekândı. Ali ve Fatıma, tam bir uyum ve şefkatle evin idaresi ve ev işlerinin yerine getirilmesi hususunda yardımlaşıyorlardı. Resulullah efendimiz (s.a.a) evin iç idaresini gerçekleştirmeyi ve ev içi işleri görmeyi Fatıma’ya, dış idaresini gerçekleştirmeyi ve ev dışı işleri görmeyi de Ali’ye tevdi etmişti. (Kapının beri tarafı Fatıma’ya, öte tarafı Ali’ye aitti.)
Fatıma (a.s) şöyle der: “Resulullah’ın (s.a.a) beni erkeklere özgü görevleri üstlenmekten muaf tutmasından dolayı ne kadar sevindiğimi ancak Allah bilir.”
Ali (a.s) devamla şöyle der: “Hz. Peygamber (s.a.a), onun bir ihtiyacı için geldiğini anlamıştı. Ertesi sabah Resulullah (s.a.a) evimize geldi. Bizler üzerimize bir yorgan çekmiş uzanıyorduk. ‘es-Selâmu aleykum.’ dedi. ‘Ve aleyke’s-selâm ya Resulallah, içeri gir!’ dedim. Yanımıza oturur oturmaz dedi ki: Ey Fatıma! Dün ne ihtiyacın vardı ki Muhammed’e gelmiştin?” Ali der ki: “Fatıma’nın cevap vermeden Peygamber’in (s.a.a) kalkıp gitmesinden korktum.” Ali (a.s) Fatıma’nın ihtiyacını anlattı. Dedim ki: “Ya Resulallah! Onun neye ihtiyacının olduğunu ben sana anlatırım. Tulum ile su taşımaktan göğsünde izi çıktı. El değirmeniyle un öğütmekten elleri nasır bağladı. Ev süpürmekten üstü başı toz-duman içinde kaldı. Tencerenin dibindeki ateşi tutuşturmaktan elbiseleri ise-dumana bulandı. Ben de ona dedim ki: Babana gitsen, ondan bir hizmetçi istesen ve bu işleri yapmaktan dolayı yıpranmanı önlese olmaz mı?” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Size, hizmetçiden daha iyi olan bir şeyi haber vereyim mi? Uyumak üzere olduğunuz zaman otuz üç kere ‘subhanallah’, otuz üç kere ‘elhamdülillah’ ve otuz dört kere ‘Allahu ekber’ deyin.”
Bir gün Resulullah (s.a.a), Ali’nin (a.s) evine gider. Onun ve Fatıma’nın el değirmeniyle buğday öğüttüklerini görür. “Hanginiz yoruldunuz?” der. Ali, “Fatıma yoruldu, ya Resulallah!” der. Peygamberimiz (s.a.a): “Kalk kızım.” der. Fatıma kalkar ve Peygamberimiz (s.a.a) onun yerine oturur. Ali ile birlikte buğdayı öğütürler.
Cabir el-Ensarî’nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma’yı üzerinde deve derisinden bir giysi olduğu hâlde, bir yandan elleriyle buğday öğütürken, bir yandan da çocuğunu emzirirken gördü. Resulullah’ın (s.a.a) gözleri doldu. Dedi ki: “Kızım! Dünya acılarına karşılık ahiret mutluluğuna kavuşmak için acele et.” Fatıma (a.s) dedi ki: “Ya Resulallah! Nimetlerinden dolayı Allah’a hamdolsun. O’nun lütuf ve bağışlarından dolayı şükürler olsun O’na.” Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: “İleride Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.”
Enes anlatıyor: Bilal sabah namazına geç kaldı. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: “Niçin geç kaldın?” Dedi ki: “Fatıma’ya uğradım. Buğday öğütüyordu, çocuğu da ağlıyordu.” Dedim ki: “İstersen ben senin yerine buğday öğüteyim, sen de çocuğu sustur. İstersen ben çocukla ilgileneyim, sen de buğday öğüt.” Bana, “Ben sana göre, oğluma daha şefkatli davranırım.” dedi.
Bu yüzden geç kaldım. Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: “Sen ona acıdın, Allah da sana merhamet etsin.”
Esma bint-i Umeys, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’dan rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bize geldi, “Nerede oğullarım?” dedi. Hasan ve Hüseyin’i kastediyordu. Fatıma dedi ki: “Yanımızda tadılacak hiçbir yiyecek olmadığı hâlde sabahladık. Ali de, ‘Onları falana götürüyorum.’ dedi.” Resulullah (s.a.a) onların bulunduğu tarafa yöneldi. Onların bir su başında oynadıklarını gördü. Önlerinde de artmış biraz hurma vardı. Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: “Ey Ali! Sıcaklık iyice bastırmadan oğullarımı götürsen olmaz mı?” Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Bu gece evimizde yiyecek hiçbir şey olmadan sabahladık. Biraz otursanız, ben de Fatıma için bir miktar hurma toplasam olmaz mı?” Ali bir miktar hurma topladıktan sonra, onları eteğine koyarak eve döndü.”
İmran b. Husayn’in şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber’in (s.a.a) yanında oturuyordum. Bir ara Fatıma çıkageldi ve Peygamber’in (s.a.a) önünde durdu. Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma’nın (a.s) yüzüne baktı. Yüzünün rengi sararmıştı. Açlığın şiddetinden yüzünde kan kalmamıştı. Dedi ki: “Yaklaş Fatıma!” Fatıma yaklaştı. Bir kere daha, “Yaklaş Fatıma!” dedi. Fatıma, tam önüne gelinceye kadar yaklaştı. Peygamberimiz (s.a.a) ellerini göğsündeki gerdanlık yerinin üzerine koydu, parmaklarının arası açıktı. Dedi ki: “Allah’ım! Ey açları doyuran! Ey düşmüşleri kaldıran! Muhammed kızı Fatıma’yı aç bırakma.”
Hz. Zehra’nın (a.s) hayatına irdeleyici bir gözle baktığımız zaman, onun zorluklarla iç içe geçen hayatının, çok mala ve geniş hayat imkânlarına -özellikle Benî Nadır ve Hayber fetihlerinden ve Fedek arazisine sahip olmasından sonra- kavuştuktan sonra da değişmediğini görürüz. Gelirinin yüksek meblağlarda olmasına rağmen Fatıma’nın hayatı değişmeden devam etmiştir. Rivayet edilir ki, Fedek’in yıllık geliri yirmi dört bin, bir diğer rivayete göre yetmiş bin dinar tutuyordu.
Çünkü Fatıma (a.s), bu gelirlerle evler yapmıyor, saraylar, köşkler kurmuyordu. İpek ve atlas elbiseler giymiyor, göz alıcı mücevherler takıp takıştırmıyordu. Bilâkis bu gelirin tümünü yoksullara, miskinlere dağıtıyor, Allah’a davet ve İslâm’ı yayma uğruna harcıyordu… Kocası Ali (a.s) de öyleydi. O da sulak bir yerden yüz pınar çıkararak bunları hacılara vakfetmişti. Ali’nin mallarının bir yıllık sadakasının miktarı kırk bin dinardı. Ali’nin verdiği bu sadakalar, büyük bir topluma yeterdi, demesek bile, bütün Haşimoğulları’na yeterdi. Özellikle, hizmet edecek bir cariye satın almak için otuz dirhemin yettiğini, o dönemde bir dirhemle birçok ihtiyacın karşılanabildiğini göz önünde bulundurduğumuz zaman bu meblağın büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar.
Hz. Zehra (a.s), Resulullah’tan (s.a.a) sonra, bu ümmetin istisnasız en büyük şahsiyetinin evinde yaşadı. Tek amacı İslâm sancağını taşımak ve onu savunmak olan adamın…
Siyasal koşulların son derece hassas ve gayet tehlikeli olduğu bir dönemdi. İslâm orduları daima teyakkuz hâlindeydi. Her yıl kanlı savaşlara tutuşmak durumundaydı ve Ali (a.s) de bu savaşların çoğuna katılıyordu.
Hz. Zehra (a.s), bu müşterek hanede gerekli atmosferi, sıcaklığı ve istenen şefkati fazlasıyla oluşturuyordu. O, bu hâliyle Ali’nin (a.s) cihadına da ortak bulunmuş oluyordu. Çünkü bir hadiste de vurguladığı gibi, “Kadının cihadı iyi bir eş olmasıdır.”
Hz. Zehra (a.s), eşini yüreklendiriyor, cesaretini ve fedakârlığını övüyordu. Gelmekte olan çatışmalar öncesinde onu güçlendiriyordu, kalbini teskin ediyor, acılarını dindiriyor, yorgunluğunu gideriyordu. İmam Ali (a.s) şöyle der:“Fatıma’ya bakardım. Ona baktığım anda bütün kederler ve hüzünler bir anda beni terk ederdi.”
Fatıma (a.s), eş olmanın kendisine yüklediği görevleri eksiksiz yerine getirmeye büyük bir özen gösterirdi. Eşinin izni olmadan bir gün dahi evinden çıkmadı. Bir gün olsun ona kızmadı, evinde yalan söylemedi, ona ihanet etmedi, hiçbir emrine karşı çıkmadı. Hz. Ali (a.s) de ona aynı hürmeti gösterir, sevgisini eksik etmezdi. Ali (a.s), Fatıma’nın (a.s) yüksek makamını ve derecesini bilirdi. Bir keresinde şöyle demişti: “Allah’a yemin ederim ki, Allah onu katına alıncaya kadar, onu hiç kızdırmadım, üzmedim. O da beni hiçbir zaman kızdırmadı, hiçbir emrime karşı çıkmadı.”
İmam Ali (a.s), ömrünün son demlerinde kendisine tavsiyelerde bulunmak isteyen Fatıma’ya hatırlatır. Fatıma şöyle der: “Ey amcamın oğlu! Benden yalan bir söz işittin mi? Bir ihanetimi gördün mü? Benimle beraber olduğun günden beri bir kere olsun sana karşı çıktığıma şahit oldun mu?” Ali (a.s) şu karşılığı verir: “Allah’a sığınırım. Sen, Allah’ı en iyi bilenlerden birisin. En çok iyilik eden, en fazla O’ndan korkan ve en çok O’ndan sakınansın. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) vefatıyla başıma gelen musibeti yeniden yaşattın bana. Senin vefatın, benim seni yitirmem, büyük bir musibettir benim için. Biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.”
Ebu Said el-Hudrî’den rivayet edilir: Bir gün Ali b. Ebu Talib (a.s) acıkmış bir hâlde sabahladı. Dedi ki: “Ey Fatıma! Bana verebileceğin bir yiyecek var mı?” “Hayır.” dedi, “Babama peygamberliği, sana vasiliği bahşeden Allah’a yemin ederim ki, benimle bu sabaha hiçbir yiyecek çıkmadı ve iki günden beri yediğimiz hiçbir şey yoktur. Sadece bir yiyecek vardı. Onu da, kendime ve Hasan ile Hüseyin’e tercih ederek sana vermiştim.” Ali (a.s) dedi ki: “Ey Fatıma! Bana söyleseydin ya, sizin için yiyecek bulmaya çıksaydım?” Dedi ki: “Ey Ebu’l-Hasan! Sana, güç yetiremeyeceğin bir şeyi yüklemek hususunda Allah’tan utanırım.”
Annelik, Hz. Zehra’nın (a.s) omuzlarındaki görevlerin en hassası ve en ağırı idi. Beş çocuk dünyaya getirmişti. Hasan, Hüseyin, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve bir de düşük yaptığı Muhsin.
Yüce Allah, Resulullah’ın (s.a.a) soyunun, zürriyetinin Fatıma (a.s) kanalıyla devam etmesini takdir etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.a) da bunu şöyle haber vermiştir: “Allah, her peygamberin soyunun kendi sulbünden devam etmesini sağlamış, benim soyumu ise Ali b. Ebu Talib’in sulbünden devam etmesini dilemiştir.”
Vahyin ve nübüvvetin eğitiminden geçmiş Hz. Zehra (a.s), İslâm eğitim metodunu, terbiye yöntemini çok iyi biliyordu. Bunu, Hz. Hasan’ın (a.s) şahsında gerçekleştirdiği örnek terbiyede gözlemleyebiliriz. Onu, Müslümanların önderliği sorumluluğunu üstlenecek, risalet tarihinin en zor zamanlarında kederini yutkunacak, İslâm dinini ve mümin toplumu korumak için Muaviye ile, içinde derin acılar hissetmesine rağmen anlaşma imzalayabilecek sağlam karakterli biri olarak yetiştirmişti. Hz. Zehra’nın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen İmam Hasan (a.s), bu tavrıyla dünyaya şu mesajı vermişti: İslâm barış dinidir. Düşmanlarına, iç meseleleri; dine darbe vurmak, dini zayıflatmak için kullanma fırsatını vermez… O bu davranışıyla Muaviye’nin tüm kozlarını boşa çıkarmıştı. Plânını geçersiz kılmış, cahiliyeyi yeniden canlandırma amaçlı komploların başına geçirmişti. Bir süre sonra dahi olsa, onun sapıklığını bütün dünyaya göstermişti. Muaviye’nin Müslümanlara oynamak istediği oyunu bozmuştu.
Zehra (a.s), Hüseyin (a.s) gibi birini yetiştirmişti. Hüseyin ki, canını, bütün ailesini ve en sevdiği arkadaşlarını Allah yolunda zulümle ve zalimlerle vuruşma uğruna feda etti. O, kanıyla, henüz yeşeren İslâm ağacını sulamıştı.
Zehra (a.s), Zeyneb ve Ümmü Gülsüm gibi zirve kadınları yetiştirmişti. Onlara, fedakârlık, serdengeçtilik ve zalimler karşısında direniş derslerini vermişti. Zalime, onun gücüne karşı eğilmesinler, boyun eğmesinler diye. Görkemli bir cesaret ve açıklıkla Ümeyyeoğulları zorbalarına karşı hakkı haykırsınlar diye… Dine ve resuller efendisinin ümmetine karşı kurulan tuzakları ortaya çıkarsınlar diye…
Hz. Fatıma (a.s), bu zor cihat döneminin bütün koşullarını ve bütün boyutlarını bizzat yaşadı. Eşinin ve babasının himayesinde bu adımları birer birer geçti. Her şeyi ruhuyla ve duygularıyla yaşıyordu. Evinde sürdürdüğü cihadıyla, babasının yanında yer almasıyla, babasının çektiği zorlukları ve sıkıntıları paylaşarak yaşıyordu. Babasının cihadına, sabrına ve direncine tanık olmuştu. Uhud’da yaralandığını, dişinin kırıldığını, bu esnada münafıkların onu yalnız bıraktığını görmüştü. Babasının amcası, Allah’ın arslanı Hamza’nın ve bir grup seçkin müminin şehit düşmelerine tanık olmuştu.
Tarih bize, Fatıma’nın (a.s), birçok yerde, babasının savaşına, sabrına ve cihadına, ruhuyla ve duygularıyla katıldığını anlatır.
Rivayet edilir ki, Resulullah efendimiz (s.a.a), bir gazveden geri dönmüştü. İlk iş olarak mescide girdi, orada iki rekât namaz kıldı. Sonra her zaman olduğu gibi, eşlerinin evlerinden önce Fatıma’nın evine gitti. Onu ziyaret etmek ve görüp sevinmek için. Fatıma (a.s), Peygamberimizin (s.a.a) yüzünde yorgunluk ve bitkinlik belirtilerini görünce üzüldü ve ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.a) sordu: “Niçin ağlıyorsun ey Fatıma?” Şöyle cevap verdi: “Renginin solduğunu gördüğüm için.” Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Fatıma! Yüce Allah babanı öyle bir dinle göndermiştir ki, yeryüzünde kerpiç ya da kıl çadırdan bir tek ev kalmayacaktır ki, bu din sayesinde azizlik ve onurluluk ya da rezillik ve alçaklık o eve girmesin. Karanlığın çöktüğü her yere ulaşacaktır.”
Fatıma’nın (a.s), büyük komutan ve son resul babasına (s.a.a) yönelik katkıları sadece bu duygusallıktan ibaret değildi. O, babasını kendisine tercih eder, onu her bakımdan önemser, onun sıkıntılarına ve zorluklarına ortak olurdu. Fatıma (a.s) Medine çevresinde hendek kazıldığı gün oraya gelmiş ve ashabıyla birlikte, Medine’yi ve İslâm’ı korumak maksadıyla toz toprak içinde çalışan babasını (s.a.a) görmüştü. Fatıma’nın elinde bir parça ekmek vardı. Ekmeği babasına (s.a.a) verdi. Peygamberimiz (s.a.a), “Bu nedir Fatıma?” dedi. Dedi ki: “Oğullarım için pişirdiğim ekmeğin bir parçasını sana getirdim.” Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: “Kızım! Biliyor musun, üç günden beri babanın ağzına girecek ilk yemektir bu!”
Müslüman kadının cihadını yansıtan bu göz kamaştırıcı tabloyu Fatıma (a.s), Resulullah’ın (s.a.a) gölgesinde çiziyordu. Fatıma (a.s), sahip olduğu her şeyle, Resulullah’ın (s.a.a) cihadına katılarak İslâm’ın temellerinin sağlamlaşması için çaba sarf ediyordu. Aynı meydanda ve aynı hendekte (mevzide) babasıyla, kocasıyla ve oğullarıyla omuz omuza mücadele veriyordu. Bu şekilde o, tarih sayfalarına, Müslüman ümmetin gelecek nesillerine pratik bir ders işliyordu. Malayanilikten, anlamsızlıktan ve gayesizlikten uzak tevhit inancının şekillendirdiği iman hayatını öğretiyordu.
Kadınların efendisi, büyük bir mutluluk yaşıyordu. Çünkü Arap Yarımadası’nın önemli bir kısmının İslâm’ın egemenliği altına girdiğini, babasının risaletini benimsediğini görüyordu. Kureyş bile, onca inatçılığına, kibrine karşın, liderlerinden birini, İslâm’ın başkenti Yesrib’e, Hz. Peygamber’in (s.a.a) hicretin altıncı senesinde umre yapmaya giderken imzalanan Hudeybiye Antlaşması’yla sağlanan ateşkesin süresini uzatmak amacıyla görüşmelerde bulunmak üzere göndermişti.
Kureyş, daha önce imzalanan antlaşmayı ihlâl ettikten sonra, liderlerinden Ebu Süfyan’ı elçi olarak göndermişti. Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’e (s.a.a) Kureyş’in talebini iletmiş, ama olumlu bir cevap almamıştı. Bunun üzerine, bir grup Müslümandan eman ve himaye talebinde bulunmuş, ama kimse bu isteğini kabul etmemişti. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşi olan kızı Ramle (Ümmü Habibe) dahi ona olumlu bir karşılık vermemişti. Sonunda Resulullah’ın yanında kendisine aracı olmaları için Ali ve Fatıma’nın yanına gitmişti. Ali, Fatıma ve oğulları Hasan ve Hüseyin de bu isteğini geri çevirmişlerdi. Hiçbir Müslümanın bu konuda kendisine yardımcı olmayacağını anlayınca, ümitsizlik içinde, korkarak, yenilmiş, başarısızlığı ve hezimeti ruhunun derinliklerinde hissederek geri dönmüştü.
Hz. Zehra (a.s), babasının, Ebu Süfyan’a karşı takındığı tavırdan, onun Mekke’yi fethedeceğini anlamıştı. Derken günler yaklaştı ve Resulullah (s.a.a), on bin Müslümanla birlikte harekete geçti. Bayrağı, amcasının oğlu ve vasisi Ali b. Ebu Talib’e (a.s) vermişti. Hz. Zehra (a.s) da, orduyla beraber sefere çıkan kadınlar arasındaydı. Zehra (a.s), Allah’ın bahşettiği zaferin mutluluğunu içinde hissederek babasının (s.a.a) yanı başında duruyordu. Putların, babasının ayakları altında olduğunu görüyordu. Kureyşlilerin ona sığındıklarına, ona, “Kerim kardeşin oğlu kerim bir kardeş.” dediklerine tanık oluyordu. Babası da Kureyşlilere, “Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” diyordu.
Babası ve eşiyle beraber, çocukluk günlerini geçirdiği, ailesinin ve sevenlerinin anayurdu Mekke’yi arkasında bırakarak ensarın şehrine, Yesrib’e döndü. Bu yolculuktan sonra iki yıl daha yaşadı. Bunlar, hayatının en mutlu yıllarıydı. İslâm, Arap Yarımadası’nın her tarafına yayılmış ve artık bölgenin en çok mensubu bulunan büyük dini hâline gelmişti.
O günler, acısıyla tatlısıyla geride kaldı. Hicretin onuncu senesinde Hz. Peygamber (s.a.a) bütün Müslümanları hac ibadetini eda etmeye çağırdı. Müslümanlarla birlikte veda haccını yaptı. Müslümanlara haccın hükümlerini ve menasikini (hac zamanı yerine getirilen ibadetleri) öğretti. Dönüş yolunda kafile Gadir-i Hum denilen yerde durdu. Hz. Peygamber (s.a.a) deve mahfesinden oluşturulan bir minberin üzerine çıktı. Bir iki giriş cümlesinden sonra yüksek sesle şöyle dedi: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım! Ona dost olana sen de dost ol. Ona düşman olana sen de düşman ol.” Böylece Ali’yi kendisinden sonraki halife olarak tayin etti. Sonra Müslümanlara Ali’ye biat etmelerini ve “müminlerin emiri” olarak selâmlamalarını emretti. Derken herkes memleketine, Peygamberimiz (s.a.a) de Medine’ye döndü.
Hicretin on birinci senesinde, safer ayının son günlerinde Hz. Peygamber (s.a.a), büyük acılar hissettiği bir hastalıktan şikâyet etmeye başladı. Roma devletine karşı bir sefer düzenleme kararındaydı. Bir ordu hazırlamış ve henüz genç bir delikanlı olan Usame b. Zeyd’i bu ordunun komutanlığına getirmişti. Bütün muhacir ve ensara bu orduya katılmalarını emretti. Onları sefere çıkmaya, her vesileyle teşvik ediyordu. Bazılarını özellikle ismen zikrediyordu. Muhaliflerin ve karşıtların Medine’den uzaklaşmalarını, İmam Ali’nin (a.s) hilâfetine karşı olanların, problem çıkarma fırsatını bulmamalarını amaçlıyordu.
Resulullah efendimizden (s.a.a) sonra, İslâm tarihinde, kıvılcımları her tarafa yayılan ve büyük bir sarsıntı meydana getiren en zor ve en ağır olayların başında, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından hemen sonraki gelişmeler gelir.
İslâm toplumunda böyle acı bir mücadelenin meydana gelmiş olması, büyük bir kesimin, İslâm inanç sistemini bütün boyutlarıyla ve bütün sınırlarıyla kavrayıp özümsemediğinin somut bir kanıtıydı. Bu kavganın bir sonucu olarak İslâmî deneyimde sapmalar baş gösterdi. Bunun, Müslümanlar üzerindeki kötü ve olumsuz etkileri günümüze kadar devam etmektedir.
Resulullah’ın (s.a.a) vefatını izleyen dönem, birbiriyle çelişen ve ani gelişen birtakım olaylara sahne oldu. Hz. Fatıma’nın hayatını sağlıklı bir şekilde inceleyebilmemiz için, bu dönemde meydana gelen olaylara dair genel bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekir. O günkü toplumun sosyal yapısını, etkin güç merkezlerini, bu güçler arasındaki etkileşim ve iletişimi, bu gelişmelerin genelde Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’i, özelde Hz. Fatıma üzerindeki etkilerini, özellikle zulüm ve saldırıları kavramamız böyle bir durum değerlendirmesi yapmamıza bağlıdır. İlk karşımıza çıkansa, Sakife toplantısıdır. Çünkü bu toplantı, sonraki tüm gelişmelere ilişkin temel bir rol oynamış, kendisinden sonraki süreçlerin şekillenmesine neden olmuştur.
İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i, Haşimoğulları ve onların yakın dostları, Hz. Peygamber’in (s.a.a) cenaze işleriyle ilgileniyor, defin işlemleri için hazırlık yapıyorlardı. Toplumun liderliğini ele geçirmeye, iktidara gelmeye dair niyetler taşıyan birtakım odaklar, onların bu meşguliyetlerini fırsat bilerek, gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirdiler. Hz. Peygamber’in (s.a.a) dile getirdiği ilâhî emir ve yasakları dikkate almadan hem de.
Ortada iki tavır vardı. Biri Ömer b. Hattab’ın tavrıydı. Peygamber’in (s.a.a) evini sarmış, yüreklerini hüzün kaplamış Müslümanların arasında bağırıyordu: “Peygamber ölmedi.” diye. Peygamber’in (s.a.a) öldüğünü söyleyenleri tehdit edip duruyordu. Bu kuşku uyandırıcı davranışını Ebubekir Medine dışından gelinceye kadar sürdürdü.
İkinci tavır ise, ensardan bir topluluğun Benî Sâide Sakifesi’nde Hazreçli Sa’d b. Ubade başkanlığında toplanmış olmalarıydı.
Bütün tarihçiler ve hadisçiler, Ömer’in bu tavrının, Ebubekir’in gelip insanlara “Muhammed ancak bir peygamberdir…” ayetini okuyunca sona erdiği hususunda görüş birliği içindedirler. Ebubekir gelince, Ömer’in panik hâli sona eriyor ve ikisi birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.a) evinden çıkıyorlar. Onu (s.a.a), ölümünden dolayı musibetli olan ailesiyle baş başa bırakıyorlar.
Karinelerden ve olayların akışından anladığımız kadarıyla Ebubekir ve Ömer, gerekli tedbirleri almak için önceden belirledikleri bir yere gitmişlerdi. Yine olayların akışından anlaşılıyor ki, başta Sa’d b. Ubade olmak üzere ensar, Ali’den başkasının hilâfet iddiasında bulunacağını hesaba katmamışlardı. Nitekim Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat de hiç kimsenin Ali’nin (a.s) halifeliğine karşı çıkmayacağı yönündeydi. Fakat çok geçmeden ensar, muhacirlerin ileri gelenlerinin hilâfeti Ali’ye vermemek, iktidarı ele geçirmek, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ali’nin halifeliği ile ilgili sözlerini görmezlikten gelmek niyetinde olduklarını, onların bu Kureyş ittifakıyla eski cahiliyeyi ve kabile taassubunu yeniden canlandırmak niyetinde olduklarını anladılar. Halbuki ensar, İslâm davasına ve bu davanın tebliğcisine canlarını ve mallarını feda etmişlerdi ki, şimdi Peygamber’den (s.a.a) sonra hilâfet makamına oturmak isteyen muhacirlerden hiçbiri böyle bir fedakârlıkta bulunmamıştı.
Ensar bunu anladıktan sonra, içlerinde bir grup Sa’d b. Ubade liderliğinde, hilâfet meselesini ele almak üzere Benî Sâide Sakifesi’nde toplandı. İçlerinden bazıları, hilâfet için Sa’d b. Ubade’nin ismini ortaya attı. Sa’d’dan hoşlanmayan ve onun aleyhine faaliyet gösteren ensardan bazı kimseler aracılığıyla bu haber muhacirlere ulaştırılınca, derhal bulundukları yerden ayrıldılar ve Benî Sâide Sakifesi’ne gittiler. Ensar adına konuşmak üzere biri ayağa kalktı ve ensarı, tavırlarını ve İslâm uğruna gerçekleştirdikleri fedakârlıkları saydı. Muhacirlere de onları görmezlikten gelmemelerini ve iktidarda onlara bir pay vermelerini önerdi. Ondan sonra Ebubekir konuştu. Kureyş’in faziletinden ve üstünlüğünden bahsetti. İnsanlara Arapların İslâm öncesi tavırlarını hatırlattı. Bu sözleriyle, soy-sopla övünmeye ilişkin eski gelenekleri canlandırır gibiydi.
İkdu’l-Ferid adlı eserde yer alan rivayette Ebubekir’in şöyle dediği belirtiliyor: “Biz muhacirler, insanlar içinde ilkönce Müslüman olmuş kimseleriz. En üstün soy bizimdir. Yurdumuz da tam ortadadır. İnsanlar içinde seçkin yüzlere sahip bizleriz. Akrabalık bakımından da Resulullah’a (s.a.a) en yakın olanlar da biziz…” Devamla şöyle dedi: “Araplar, Kureyş’in bu oymağından başkasına boyun eğmez. Allah’ın verdiği lütuflar hususunda kardeşleriniz olan muhacirlerle yarışmayın. Sizin için halife olarak şu iki adamdan birine razı oldum…” Bunu söylerken Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı işaret etti.
Ebubekir Kureyş’ten, üstünlüklerinden ve muhacirlerden ve faziletlerinden söz ederken, altın bir fırsat buldu. Beşir b. Sa’d el-Hazrecî, evin bir köşesinde yüksek sesle bağırıyordu. Bu adam amcasının oğlu Sa’d b. Ubade’yi çekemiyordu. Şöyle diyordu: “Ey insanlar! Biliyorsunuz ki, Muhammed Kureyş’tendir. Onun kavmi herkesten daha çok ona yakındır, onun yerine geçmeye lâyıktır. Allah’a yemin ederim ki, bu işle ilgili olarak onlarla çekiştiğimi hiçbir zaman göremeyeceksiniz.”
İnsanlar arasında böyle bir üslûpla ortaya çıkıp konuşmasından dolayı Habbab b. Münzir el-Hazrecî onu eleştirdi. Bunun bozgunculuk, nifak eseri bir konuşma olduğunu, amcasının oğlunu kıskandığı için böyle konuştuğunu belirtti. Dedi ki: “Peygamber’den (s.a.a) sonra, amcasının oğlunun yönetime geçmesi, Beşir b. Sa’d’a ağır geldi, amcasının oğlunu kıskandığı, çekemediği için. Ama, bir hak sahibinin hakkını almasına karşı çıkmak istemeyen biri gibi meydana atılıyor.” Ardından şunları söyledi: “Böyle yapmaya ne ihtiyacın vardı ey Beşir?! Amcanın oğlu Sa’d b. Ubade’nin emirliğine karşı çıkmanın sebebi neydi?”
Tartışmalar burada son bulmadı. Bu arada, Evs kabilesinin reislerinden biri olan Useyd b. Hudayr ayağa kalktı. İnsanların içlerindeki cahiliye kinlerini, düşmanlıklarını yeniden kışkırttı. Eski yaraları kaşıdı. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ayrılıkları, kinleri ve düşmanlıkları hatırlattı. İslâm’ın söndürdüğü bu ateşi yeniden alevlendirmeye çalıştı. Evslilere hitap ederek şunları söyledi: “Ey Evsoğulları! Allah’a yemin ederim ki, eğer bir kere Sa’d’ı başınıza emir olarak tayin ederseniz, kıyamete kadar Hazreçliler bundan dolayı sizden üstün olacaklardır. Bu hususta ebediyen size bir pay vermezler.”
Bu bölünmeyi sağlayan Beşir B. Sa’d’ın sözlerini fırsat bildi Ebubekir. Ardından Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutarak şöyle seslendi: “Ey insanlar! Bu Ömer, bu da Ebu Ubeyde. Bunlardan istediğinize biat edin.” Habbab b. Münzir, önceden hazırlanmış bu üçlü plânı fark ettikten sonra ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! Elinize sahip çıkın ve bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin. Yoksa sizin bu işteki payınızı alıp götürürler.” Bu sözler karşısında Ömer b. Hattab öfkelendi ve büyük bir kızgınlıkla şunları söyledi: “Muhammed’in iktidarı ve emirliği hususunda bizimle çekişecek olan kimmiş? Biz onun yakınları ve aşiretiyiz. Allah’a yemin ederim ki, sapıklığa dalmış, günahla hemhal olmuş ya da helâkete düşmek üzere olan birinden başkası böyle bir cüreti gösteremez.”
Habbab b. Münzir, Ömer’in bu meydan okuyuşunu ve sert üslûbunu duyunca ensara döndü ve şöyle dedi: “Eğer bunlar istediğinizi kabul etmezlerse, onları bu memleketten çıkarın. Çünkü Allah’a yemin ederim ki, siz bu işte onlardan daha çok hak sahibisiniz. Bu dini kabul edenler, sizin kılıçlarınız sayesinde kabul ettiler…” Bunları söyledikten sonra kılıcını çekti ve şöyle dedi: “Ben onun kaşınma kütüğüyüm ve sığınağıyım. Allah’a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu köksüz bir dala çeviririz…” Bu sözler karşısında Ömer büyük bir öfkeye kapıldı. İki taraf arasında büyük bir kavganın çıkması an meselesiydi. Ebu Ubeyde b. Cerrah bir fitne çıkmaması izin araya girdi. Gayet yumuşak ve sakin bir sesle şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! İlk yardım eden ve koruyan sizsiniz, değiştiren ve dönüştürenlerin ilki olmayın.” Rica eder bir üslûpla, nazik bir dille konuşmaya başladı. Çok geçmeden öfkeleri dindi. Ensar da kendi aralarında bölünmüşlerdi.
Ömer, bu diyalogdan sonra Ebubekir’e yöneldi ve dedi ki: “Uzat elini ey Ebubekir! Allah’ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni uzak tutamaz.” Onun ardından Ebu Ubeyde b. Cerrah ayağa kalktı ve ona dedi ki: “Sen muhacirlerin en faziletlisisin, mağaradaki iki kişinin ikincisisin. Resulullah olmadığı zaman onun yerine namaz kılan kimsesin.” Bunun üzerine Ebubekir ellerini uzattı, onlar da biat ettiler. Onların ardından Beşir b. Sa’d ve Hazreç kabilesinden bazı kimseler kalkıp ona biat ettiler. Useyd b. Hudayr da Evs kabilesinden bazı kimselerle birlikte biat etti. Ebubekir’i kutlayarak Benî Sâide Sakifesi’nden çıktılar. Önlerine çıkan herkesten biat aldılar. Buna karşı çıkanları da Ömer kırbacıyla dövüyordu. Ebubekir’in yanındaki kalabalık gittikçe artıyordu, bu da başkalarının da biat etmeleri için bir tür baskı aracı olarak kullanılıyordu. Böylece Ebubekir’e, birçokları için sürpriz olacak bir şekilde biat alınmış oldu.
Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman, Ali’yi iktidardan uzak tutma plânının o anda spontane gelişmiş bir eylem olmadığını anlıyoruz. Birçok olay da bunun tanığıdır. Buna karşılık, Sa’d b. Ubade liderliğinde ensarın düzenlediği toplantı ise, tamamen kendiliğinden gelişmiş bir olaydı. Önceden bunun için bir hazırlık yapılmamıştı. Görüş ayrılıklarına düşmeleri ve birbirlerine karşıt fikirler savunmaları da bunun göstergesidir. Yine anlıyoruz ki, Ebubekir, Ömer b. Hattab ve İbn Cerrah Kureyş partisinin liderleriydiler. Bu partinin amacı, iktidarı ele geçirmek ve Ali’yi iktidardan uzak tutmaktı. Ensara karşı kullandıkları argümanlar ise ikiyi geçmiyordu: Birincisi: Muhacirler ilkönce Müslüman olan kimselerdir. İkincisi: Onlar insanlar içinde Resulullah’a en yakın olan kimselerdirler, onun birinci dereceden akrabalarıdırlar.
Aslında Kureyş partisinin bu liderleri ortaya attıkları bu kanıtla, bizzat kendileriyle çelişmiş oluyorlardı. Çünkü hilâfet, iddia ettikleri gibi, ilkönce Müslüman olmakla ve Peygamber’e akraba olmakla elde edilen bir makam idiyse, bu sadece Ali’nin hakkı olabilirdi. Çünkü insanlar içinde ilkönce Müslüman olan, ilkönce iman getiren ve Muhammed b. Abdullah’ın risaletini ilkönce tasdik eden oydu. Bu hususta bütün Müslümanlar görüş birliği içindedirler. Ayrıca Ali, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’de muhacirler ve ensar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik uygulaması uyarınca da Peygamber’in kardeşidir. Soy olarak da Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğludur. Peygamber’in (s.a.a) kalben onu herkesten çok sevdiği, herkesten çok kendisine yakın hissettiği biri olduğu hususunda da kimsenin kuşkusu yoktur.
Ebubekir, ensara karşı Peygamber’e yakınlığı, ilkönce Müslüman oluşu argüman olarak kullanırken, bu arada hilâfete Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı önerirken, onların ensardan önce Müslüman olduklarını, Peygamber’e akrabalık bakımından daha yakın olduklarını gerekçe gösterirken kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Çünkü bunları söylediği sırada, daha üç ay önce Gadir-i Hum’da binlerce kişinin biat ettiği Ali b. Ebu Talib’i görmezlikten geliyordu. Ali ise, bütün Müslümanlardan daha önce Müslüman olmuştu. Soy olarak da Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğluydu, onun din kardeşiydi. Bütün tarihçiler ve muhaddisler bu hususta görüş birliği içindedirler. Onun yiğit çıkışları ve fedakârlığı ve cihadıyla İslâm’ın mesajı istikrar buldu, şirke karşı üstünlük sağladı, putperestliği ve Kureyş’i yenilgiye uğrattı. Ama Kureyş, şu anda, Ali’nin (a.s) şahsında ve çizgisinde Muhammed’e (s.a.a) yeniden savaş başlatmış görünüyordu.
Bunun bir kanıtı da, Ebubekir, hilâfet için Ömer b. Hattab’ı veya Ebu Ubeyde’yi önerirken, Ömer’in duraksamadan verdiği şu cevaptır: “Sen yaşıyorken bu mu olacak? Resulullah’ın (s.a.a) seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz!”
Ömer’in bu cevabı, önceden Ebubekir’in halifeliği esasına dayalı olarak hazırlanan bir plânın varlığını ortaya koymaktadır. Bu arada Ömer b. Hattab kamuoyunu yanıltmak ve zihinlerini karıştırmak için de Resulullah’ın onu bu makama oturttuğunu söylüyor. “Resulullah’ın seni oturttuğu bu makamdan hiç kimse seni alıkoyamaz.” diyerek kafaları karıştırıyor. Oysa Resulullah’ın (s.a.a) hayatını inceleyen önde gelen tarihçilerin hiçbiri, Peygamber’in hadislerini ezberleyen ve onu sonraki kuşaklara ileten hadisçilerden ve güvenilir ravilerden hiç kimse, Peygamber’in (s.a.a) uzaktan da olsa, Ömer ve adamlarının ele geçirmek için uğraş verdikleri bu makamla ilgili olarak Ebubekir lehine bir işarette bulunduğunu söylememiştir. Bilâkis, Peygamberimizin (s.a.a) onunla ilgili tavrı, bu söylenenlerin tam tersi istikametteydi. Resulullah (s.a.a) Ebubekir’e herhangi bir vaatte bulunmamıştı, onu başkalarından ayrıcalıklı kılacak hiçbir makama getirmemişti. Onu bir müfrezenin başında devriye görevine gönderdiği zaman -Selasil gazvesinde olduğu gibi- veya ona ordu sancağını teslim ettiği zaman -Hayber Savaşı’nda olduğu gibi- başarısız ve hezimete uğramış olarak geri dönerdi. Peygamberimiz (s.a.a) hayatının sonlarında, ecelinin yaklaştığını anladığı zaman da onu ve Ömer’i herhangi bir Müslüman asker olarak, yaşı yirmiyi henüz bulmamış genç Usame’nin ordusu ile beraber Medine’nin dışına göndermek istemişti.
Ebu Ubeyde’nin ensar ile konuşurken işaret ettiği, Ebubekir’in, Peygamberimizin (s.a.a) hastalığının son demlerinde insanlara namaz kıldırması olayına gelince, Peygamberimizden (s.a.a) başkasının da zaman zaman insanlara namaz kıldırması, bu gün de, o gün de yaygın bir uygulamaydı; büyük küçük, fazilet sahibi olan, olmayan herkesin kıldırması mümkündü. Ebubekir’in de insanlara namaz kıldırdığı doğru olsa bile, o, sırf bundan dolayı diğer insanlara karşı bir üstünlük kazanamaz. Namaz kıldırmak sırf peygamberlere, velilere ve ermişlere özgü bir özellik değildir. Nitekim Ebubekir’i namaz kıldırmaya çağıran da kızı Aişe idi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.a) hasta yatağındaydı ve yatağından çıkacak durumda değildi. Peygamberimiz (s.a.a) durumu anlayınca Ali’nin ve Abbas’ın desteğiyle ayağa kalktı ve Ebubekir’i mihrabından uzaklaştırdı. Hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, acılar içinde insanlara namaz kıldırdı.
Aklın ve mantığın kabul etmediği nokta, bu olayı, Ebubekir’in halifeliği hak etmesini sağlayan bir üstünlük alâmeti olarak değerlendirmeleridir. Öte yandan yine muhaddisler, hicret gecesi, Uhud günü, Hendek Savaşı, Hudeybiye Barışı, Hayber Savaşı, Huneyn Cengi, Tebuk Seferi ve Gadir-i Hum günü Peygamberimizin (s.a.a) Ali’ye karşı nasıl bir tavır içinde olduğunu da kabul ediyorlar. Onu gerek Mekke’de, gerekse Medine’de kendisinin kardeşi olarak ilân ettiğini de itiraf ediyorlar. Ama bu Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddisleri, bütün bunları, Peygamberimizin (s.a.a) Ali’yi (a.s) kendisinden sonraki halife olarak seçip tayin ettiğinin işareti olarak algılamıyorlar. Hatta bunları, Peygamberimizin (s.a.a) onu seçtiğinin dolaylı birer iması mesabesinde dahi görmüyorlar. Buna karşılık Ebubekir’in Müslümanlara iki rekat namaz kıldırmasını, Peygamberimizin (s.a.a) onu kendisinden sonra ümmetin liderliğine hazırladığının ve bu liderliğin tüm salahiyet ve yetkilerini ona verdiğinin açık bir kanıtı olarak değerlendiriyorlar.
Ensarın Sakife’de toplanmasının, Kureyş’in iktidarı ele geçirmek üzere ortaya koyduğu plâna karşı bir hareket niteliğinde olduğunun kanıtlarından biri Zübeyr b. Bekkar’dan rivayet edilen şu sözlerdir:
“Grup Ebubekir’e biat edince, onu Mescid’e doğru getirdiler. Etrafında tezahürat yapıyorlardı. Günün sonuna doğru, ensardan bir grup ve muhacirlerden bir grup bir yerde toplandılar. Birbirlerinin ardından konuya dair söz aldılar. Abdurrahman b. Avf şunları söyledi: Ey ensar topluluğu! Gerçi siz erdemli, yardım eden ve önceliği bulunan kimselersiniz; ama aranızda Ebubekir, Ömer, Ali ve Ebu Ubeyde gibi birisi yoktur.”
“Bunun üzerine Zeyd b. Erkam şunları söyledi: Ey Abdurrahman! Biz, senin adını zikrettiğin kimselerin faziletini inkâr etmiyoruz. Ama bizden de ensarın efendisi Sa’d b. Ubade vardır. Allah, Resul’üne (s.a.a) O’nun selâmını iletmesini, kendisinden Kur’ân öğrenilmesini emrettiği Ubey b. Kâ’b, kıyamet günü âlimlerin başında gelecek olan Muaz b. Cebel, Resulullah’ın (s.a.a), onun şahitliğini iki adamın şahitliğine denk saydığı Huzeyme b. Sabit gibi isimler vardır. Yine biliyoruz ki, Kureyş’te, ismini zikrettiğin kimseler arasında öyle birisi vardır ki, şayet halifeliğe talip olsa hiç kimse buna itiraz etmeyecektir. O da Ali b. Ebu Talip’tir.”
Tarih-i Taberî’de belirtildiğine göre, Ebubekir, Ebu Ubeyde ve Ömer b. Hattab’tan birinin halife seçilmesini önerdiği zaman, bu ikisi Ebubekir lehine halifelik adaylığından çekildiler. Buna ensarın tepkisi şöyle oldu: “Biz Ali b. Ebu Talib’ten başkasına biat etmeyiz.”
Bu iki rivayet açıkça ortaya koyuyor ki, şayet muhacirlerin halife adayı Ali b. Ebu Talib olsaydı, ensar buna itiraz etmeyecekti. Bu da gösteriyor ki, ensarın Sakife’de Ebubekir’e karşı sergilediği tavır, Kureyş’in, iktidarı ele geçirmek ve halifeliğin meşru sahibini bu hakkından uzak tutmak için kurduğu plânı reddetme anlamına geliyordu.
Üstad Tevfik Ebu İlm “Ehlu’l-Beyt” adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapıyor: “Sa’d b. Ubade’nin; muhacirlerin, halifeliği asıl sahibine vermemeyi plânladıklarını anladıktan sonra onu kendisi için istemeye başlamış olması uzak bir ihtimal değildir.”
Her neyse. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin (s.a.a) Ali’ye (a.s) karşı tavırları, çeşitli münasebetlerle, onunla ilgili olarak yaptığı açıklamaları, Müslümanların kahir ekseriyetinin nazarında, Ali’yi (a.s) halifeliğe tayin edilmiş biri konumunda göstermektedir. Hatta bizzat Ali (a.s) bile bu görevin kendisinden başkasına verilebileceğine ihtimal vermiyordu.
İbn Ebi’l-Hadid’in Nehcu’l-Belâğa Şerhi’nde deniliyor ki: “Ali (a.s), halifeliğin kendisinin hakkı olduğundan kuşku duymuyordu ve herhangi bir insanın bu hususta kendisiyle mücadele edeceğini aklına dahi getirmiyordu.”
Adı geçen yazar devamla şunları söylüyor:
“Nitekim Abbas ona şöyle demişti: ‘Uzat elini sana biat edeyim. İnsanlar, ‘Peygamber’in (s.a.a) amcası, Peygamber’in (s.a.a) amcasının oğluna biat etti.’ diyecekler. Böylece iki kişi dahi senin halifeliğine itiraz etmez.’ Ali (a.s) Abbas’a şu cevabı vermişti: ‘Ey Amca! Benden başkası, halifeliği ister mi?!’ Abbas şu cevabı vermişti: ‘Göreceksin.’ Ali (a.s), ‘Ben, bu işin kapalı kapılar ardında bana tevdi edilmesini istemem.’ diye cevap vermişti.”
Doğal olarak o ve beraberindekiler, Ebubekir’in bir damadın gerdeğe gönderilişi gibi insanlar tarafından alayişle mescide doğru götürüldüğünü duydukları zaman, gördükleri bu manzara karşısında, bu büyük olay nedeniyle dehşete kapıldılar. Peygamber’in (s.a.a) naşı hâlâ ailesinin ve eşlerinin arasında olduğu yerde yatıyordu. Peygamber’in (s.a.a) kefenlenip cenaze merasiminin tamamlanıp kabre konulmasını bekliyorlardı. Ali (a.s), Ebubekir’in, kendisine muhalefet eden ensara karşı, Peygamber’in (s.a.a) akrabası oluşunu ve ilkönce Müslüman olmasını kanıt ve gerekçe olarak ileri sürdüğünü duyduğunda, onun da Ebubekir ve taraftarlarına aynı kanıtla karşı çıkması kaçınılmazdı. Kuşkusuz Ali (a.s), onların ensara karşı ileri sürdükleri bu kanıtın doğruluğunu ve önemini de kabul etmiyordu. Ayrıca o, tartışma kabul etmez onlarca kanıt da ortaya koyabilirdi. Ama bunun için mantık kurallarına uyan, savundukları görüşlerin kesin kanıtlara dayanmasının gerekliliğine inanan kimselerin bulunması gerekirdi. Buna rağmen Ali (a.s), onların ensara karşı kullandıkları ve ensarı bu sayede saf dışı bıraktıkları kanıtın aynısını onlara karşı kullandı. Resulullah’ın (s.a.a) kendisi hakkındaki övücü sözleri, görkemli geçmişi, cihadı ve Peygamber’in (s.a.a) kardeşi oluşunu ileri sürdü. O, hakkını sonuna kadar savundu. Hemen yanı başında da dünya kadınlarının efendisi eşi vardı. Kendisine bahşedilmiş hakları ve kocasının halifelik hakkını savunuyordu.
Birçok ravi, Ebu Süfyan’ın hararetli bir Ali (a.s) taraftarı olduğu görüşündedir. Etrafına tehditler savuruyor, birtakım vaatlerde bulunuyor ve şöyle diyordu: “Allah’a yemin ederim ki, onlara karşı bu vadiyi suvariler ve piyadelerle doldururum.” Ali (a.s), Ebu Süfyan’ın bu davranışının, Müslümanları birbirine düşürme amacına yönelik olduğunu bilmiyor değildi. O, fitne ateşini yakmak istiyordu ki, kendisi gibi şirki ve nifakı içlerinde gizleyen kimselere gün doğsun. Bir kargaşa ortamında, amaçlarına ulaşabilsinler. İslâm’a karşı besledikleri düşmanca niyetlerini rahatlıkla tatbik edebilsinler. Ebu Süfyan ki, bu dine ve bu dinin hamilerine karşı yirmi yıl savaşmıştı. Kaldı ki onun ve insan ciğerini yiyen karısı Hind’in Mekke’nin fethedildiği gün Müslüman oluşları da, Müslümanların o güne kadar tanık oldukları en zor bir teslimiyetin, Müslüman oluşun örneğiydi. Çünkü bu, elinden bütün imkânları ve gereçleri alınmış bir mağlubun Müslüman oluşuydu. O da sonunda diğer Müslümanlarla birlikte İslâm’a girmek zorunda kalmıştı. Ama içinde, fırsatını buldukça kendini dışa vuran onulmaz acılar ve kinler saklayarak.
Taberî’nin, ayrıca İbn Esir’in el-Kâmil adlı eserde rivayet ettiklerine göre, Emirü’l-Müminin (a.s), Ebu Süfyan b. Harb’ı itti ve ona şu karşılığı verdi: “Allah’a yemin ederim ki, senin tek amacın fitne çıkarmaktır. Sen, Allah’a yemin ederim ki, İslâm için yeterince kötülük temenni ettin. Senin yardımına ihtiyacımız yoktur.”
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “O hâlde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bize göre, bu ayette hitap Hz. Peygamber’e (s.a.a) yöneliktir. Burada yüce Allah, Peygamberi’ne, akrabalara haklarını vermesini emrediyor. Peki kimlerdir bu akrabalar? Nedir bunların hakları? Müfessirler, bu ayette sözü edilen akrabalardan maksadın, Hz. Peygamber’in (s.a.a) akrabaları olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bunlar da, (üzerlerine selâm olsun) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir. Dolayısıyla, ayetteki hitabın anlamı şudur: Akrabalarına haklarını ver.
Suyuti’nin ed-Dürrü’l-Mensûr adlı eserinde Ebu Said el-Hudri’nin şöyle dediği belirtiliyor: “Akrabaya hakkını ver… ayeti nazil olunca, Hz. Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı çağırdı ve ona Fedek’i verdi.”
İbn Hacer el-Askalanî es-Savaiku’l-Muhrika adlı eserinde şöyle der: “Ömer dedi ki: Size bu meseleyi anlatacağım. Bu ganimet hususunda Allah, bazı şeyleri sadece Peygamberi’ne (s.a.a) özgü kılmıştır ve bundan, onun dışında hiç kimseye herhangi bir pay vermemiştir. Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın, onlardan Peygamber’ine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, Peygamber’ini dilediği kimselere karşı üstün kılar…’ Dolayısıyla şu Fedek arazisi de sadece Peygamber’e (s.a.a) özgüdür.”
Tarihî rivayetlerden Fedek’in Fatıma’nın elinde olduğu anlaşılıyor. Bu araziler üzerinde tasarruf hakkı ona aitti. Yine İmam Ali’nin (a.s) Basra’ya vali olarak tayin ettiği Osman b. Hüneyf’e gönderdiği mektuptan da anlaşılacağı üzere o dönemde Fedek Âl-i Resul’ün elindeydi.
“Evet, Fedek bizim elimizdeydi. Göğün gölgelediği şeylerin içinde sadece bu kadarı bize aitti. Ama bazıları onun bizde olmasını kıskandılar, bazıları da öfkelendiler. Fakat Allah ne güzel hakemdir!…”
Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Ebubekir halifelik makamına oturur oturmaz Fedek’i Fatıma’dan (a.s) aldı. Bunun anlamı şudur: Fedek, Resulullah (s.a.a) zamanından beri Fatıma’nın elinde ve onun tasarrufu altındaydı ve Ebubekir onu Fatıma’dan aldı.
Allâme Meclisî’nin rivayetinde şöyle deniyor:
“Resulullah (s.a.a) Fedek bölgesini ele geçirdikten sonra Medine’ye girince, Fatıma’nın (a.s) yanına gitti ve şöyle dedi: ‘Ey Kızım! Allah babana Fedek’i ganimet olarak verdi, bu araziyi ona özgü kıldı. Başka hiçbir Müslüman için değil, sadece ona bu arazi üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisini verdi. Dolayısıyla bu arazi ile ilgili olarak dilediğimi yapabilirim. Annen Hatice’nin babanın üzerinde mehir borcu vardı. Bu mehir karşılığında Fedek’i sana veriyorum. Sana ve senden sonra da senin çocuklarına bağışlıyorum bu araziyi.’ Peygamberimiz (s.a.a) bu sözleri söyledikten sonra bir deri parçasının getirilmesini, ardından da Ali b. Ebu Talib’in çağırılmasını istedi. Ali’ye dedi ki: ‘Yaz. Fedek Resulullah’ın Fatıma’ya bağışıdır.’ Buna Ali b. Ebu Talib, Resulullah’ın azatlısı ve Ümmü Eymen şahittir.”
Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir iktidara geçtikten on gün sonra, bütün iktidarın dizginlerini iyice eline geçirdi. Sonra Fedek’e birini göndererek Resulullah’ın kızı Fatıma’nın vekilini oradan çıkardı.
Rivayet edilir ki, Fatıma Ebubekir’e şu haberi gönderir: “Sen mi Resulullah’ın (s.a.a) vârisisin, yoksa ailesi mi?” Ebubekir, “Elbette ailesi.” diye cevap verir. Fatıma şöyle der: “Öyleyse Resulullah’ın (s.a.a) payına ne oldu?” Ebubekir şu karşılığı verir: “Ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: ‘Allah, Peygamber’ine bir tadımlık tattırmıştır…’ Sonra Allah Peygamber’in ruhunu kabzetti. Onun mirasını da ondan sonra onun yerine geçen kimseye vermiş oldu. Ondan sonra göreve ben geldim. Ben de Fedek’i Müslümanlara geri veriyorum.”
Aişe’den şöyle rivayet edilir: “Fatıma Ebubekir’e haber göndererek Resulullah’ın (s.a.a) mirasından payına düşenleri istedi. Fatıma o sırada Medine’de, Fedek’te ve Hayber humusundan Resulullah’ın payına düşen kısımları istiyordu. Ebubekir şu karşılığı verdi: Resulullah (s.a.a): ‘Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geride kalan mal sadakadır… Âl-i Muhammed bu maldan sadece yiyebilir.’ buyurmuştur. Allah’a yemin ederim ki, ben Resulullah’ın (s.a.a) sadakalarının durumunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Resulullah (s.a.a) zamanında nasıl idiyse, bundan sonra da öyle olacaktır. Bunlar üzerinde Resulullah’ın yaptığı tasarrufun aynısını yapacağım. Böylece Ebubekir Peygamber’in (s.a.a) mirasından Fatıma’ya bir pay vermeyi kabul etmedi.”
İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
“Ali, Fatıma’ya (a.s) dedi ki: ‘Git ve baban Resulullah’tan (s.a.a) sona kalan mirasını iste.’ Bunun üzerine Fatıma, Ebubekir’in yanına geldi ve şöyle dedi: ‘Niçin, babam Resulullah’ın (s.a.a) mirasını bana vermiyorsun? Neden benim vekilimi Fedek arazisinden çıkardın? Orayı Resulullah’ın (s.a.a), Allah’ın emriyle bana verdiğini bilmiyor musun?’ Ebubekir şöyle dedi: ‘Allah dilerse, hiç şüphesiz sen haktan başka bir şey söylemezsin. Ama bunun için şahitler getirmen gerekiyor.’ Bunun üzerine Ümmü Eymen geldi ve Ebubekir’e şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Resulullah’ın söylediği bir sözü senin karşına kanıt olarak sunmadıkça şahitlik etmeyeceğim. Allah adına seni yemine veriyorum, Resulullah (s.a.a),‘Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.’ dediğini bilmiyor musun?’ Ebubekir, ‘Evet, biliyorum.’ dedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen şöyle dedi: ‘Ben şahitlik ediyorum ki yüce Allah, Akrabalara hakkını ver… ayetiyle Resul’üne tavsiyede bulundu, o da Allah’ın bu emri doğrultusunda Fatıma’ya Fedek’i verdi.’ Sonra Ali (a.s) geldi, o da aynı şekilde şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Ebubekir, Fedek’in Fatıma’ya ait olduğunu belirten bir yazı yazarak ona verdi. Bu sırada Ömer içeri girdi ve ‘Bu yazı nedir?’ diye sordu. Ebubekir, ‘Fatıma, Fedek’in kendisine ait olduğunu iddia etti, Ümmü Eymen ve Ali de onun lehine tanıklıkta bulundular. Ben de ona bu yazıyı verdim.’ dedi. Ömer yazıyı Fatıma’dan aldı, içine tükürerek parçaladı. Fatıma ağlayarak dışarı çıktı.”
Rivayet edilir ki: “İmam Ali (a.s) mescitte bulunan Ebubekir’in yanına geldi ve dedi ki: ‘Ey Ebubekir! Niçin Fatıma’ya Resulullah’tan (s.a.a) kalan mirasını vermiyorsun? Fatıma, Resulullah (s.a.a) yaşarken bu araziye sahip olmuştu.’Ebubekir ona şu karşılığı verdi: ‘Burası Müslümanlara kalan bir ganimettir. Resulullah’ın (s.a.a) burayı kendisine verdiğine dair şahit getirmesi gerekir. Aksi takdirde buranın üzerinde bir hak iddia edemez.’ Bunun üzerine Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Sen, bizim hakkımızda, Müslümanlar için verdiğin hükümden farklı bir hüküm mü veriyorsun?’ ‘Hayır.’ dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Müslümanların elinde sahip oldukları bir şey varsa, ben gelip bu şey üzerinde hak iddia etsem, kimden belge istersin?’ ‘Senden isterim.’ dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şu karşılığı verdi: ‘Öyleyse, şu anda elinde bulunan, üstelik Resulullah’ın (s.a.a) zamanından, onun ölümünden sonraya kadar sahip olduğu bir arazi ile ilgili olarak ne diye Fatıma’dan belge istiyorsun? Niçin Fatıma’nın elinde bulunan bu arazi üzerinde hak iddia eden Müslümanlardan, tıpkı benden istediğin gibi, belge ve şahit istemiyorsun?…’ Ebubekir bir şey söylemeden öylece susup kaldı.”
“Bunu gören Ömer şöyle dedi: ‘Ey Ali! Bizimle konuşmaya son ver. Çünkü senin sunacağın kanıtlara karşı koyabilecek güçte değiliz. Ya adil şahitler getirirsin, ya da orası Müslümanlara kalmış ganimettir; Fatıma’nın da, senin de orada herhangi bir hakkınız yoktur.’ İmam Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Ey Ebubekir! Allah’ın kitabını okuyor musun?’ ‘Evet.’ dedi. ‘Peki bana, ‘Allah ancak siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister.’ayetinin kimin hakkında indiğini söyler misin? Bizim hakkımızda mı, yoksa başkalarının hakkında mı inmiştir?’ dedi. ‘Tabi ki, sizin hakkınızda inmiştir.’ dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: ‘Peki, bazı kimseler, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’nın hayâsızca bir davranışta bulunduğuna dair şahitlik etseler, Fatıma’ya ne yaparsın?’ ‘Diğer kadınlara uyguladığım gibi, ona da had cezasını uygularım.’ dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: ‘O zaman, Allah katında kâfirlerden olursun.’ ‘Niçin?’ dedi. ‘Çünkü, Allah’ın, onun tertemiz olduğuna ilişkin tanıklığını reddetmiş, şahitlerin onun aleyhindeki şahitliklerini dikkate almış oluyorsun. Tıpkı Allah’ın hükmünü ve Peygamber’in (s.a.a) Fedek’i Fatıma’ya ait kılan hükmünü reddedip, onun Müslümanlara kalmış bir ganimet olduğunu iddia ettiğin gibi. Oysa Resulullah (s.a.a), ‘Belge getirmek, iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir.’ buyurmuştur.’ buyurdu. Bunun üzerine ortalık dalgalanmaya başladı ve bazıları bazılarının görüşünü reddeder biçimde bir kaynaşma meydana geldi. Sonunda dediler ki: Allah’a andolsun, Ali doğru söylüyor.”
İktidar grubu Fatıma’ya Fedek’i vermemeyi kararlaştırdıklarında ve Fatıma (a.s) da bundan haberdar olduğunda, mescide giderek zulme uğradığını ilân etmeyi, insanlara bu hususta önemli bir konuşma yapmayı kararlaştırdı. Fatıma’nın aldığı bu karara dair haber bir anda bütün Medine’ye yayıldı. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ciğerparesi, gülü, babasının mescidinde insanlara konuşmak istiyordu. Haber Medine’nin her tarafında yankılandı. İnsanlar bu önemli konuşmayı dinlemek için mescidi hıncahınç doldurdular.
Abdullah b. Hasan, atalarından (hepsine selâm olsun), bu konuşmanın bir kısmını bize rivayet etmiştir. Diyor ki: Ebubekir ve Ömer, Fedek’i Fatıma’ya (a.s) vermeme hususunda karar alınca, Fatıma’nın bundan haberi oldu. Derhal başörtüsünü başına bağladı, cilbabını (çarşafını) giyindi, hizmetçilerinden ve akrabalarının kadınlarından oluşan bir grupla birlikte harekete geçti. Yürürken, etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti. Resulullah’ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı yürüyüşü. Nihayet Ebubekir’in yanına geldi. Ebubekir muhacir ve ensardan ve başkalarından oluşan bir grupla oturuyordu. Fatıma (a.s) ile diğer insanlar arasına bir perde asıldıktan sonra, (Resulullah’ın mezarı başında) oturdu ve öyle derin bir ah çekti ki, oradakiler de heyecanlanıp ağlamaya başladılar. Ağlama seslerinden mescit âdeta kaynıyordu. Bir süre bekledi. Dinleyicilerin sesleri dindikten sonra, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Allah’a hamd ve sena edip Resul’üne (s.a.a) salât ederek sözlerine başladı. İnsanlar tekrar ağlamaya başladılar. İnsanlar susunca yeniden konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
“Hamdolsun Allah’a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O’na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O’na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının bölünemez sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamdetmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır.”
“Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah’tan başka ilah yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O’nu görmesi yasaktır ve dillerin O’nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır.”
“Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlukatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti). Sonra ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı, kullarını intikamından uzaklaştırmak için, onları toplayıp cennetine sevk etmek için.”
“Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O’nun elçisidir. Onu elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti; henüz mahlukatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken… Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O’nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O’nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak için gönderdi, hükmünü yürürlüğe koymaya karar verdiği için, takdir ettiği rahmetini etkin kılmayı dilediği için. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah’ı inkâr ettiklerini gördü.”
“Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlukatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı.”
“Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur / bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah’ın civarına yerleşmiştir. Allah’ın peygamberi, vahyinin emini, mahlukatın içinde en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed’e salât olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun.”
Sonra orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:
“Siz, ey Allah’ın kulları! O’nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah’ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah’ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O’ndan gelen hakkın lideri (Kur’ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah’ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur’ân’ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah’ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah’ın aydınlık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır.”
“Allah sizin için imanı, şirkten arınmanın; namazı büyük günahlardan temizlenmenin; zekâtı, nefsi temizlemenin ve rızkı genişletmenin; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmanın; haccı, dini ayakta tutmanın; adaleti, kalpleri uzlaştırmanın aracı kıldı. Bize (Ehl-i Beyt’e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm’ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı. Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı, eksik tartıp ölçmenin neden olduğu kötülükleri ortadan kaldırmak için farz kıldı. İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı. Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır.”
“O hâlde Allah’tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün.”
“Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah’a itaat edin. Çünkü ancak alim kulları Allah’tan korkar.”
Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Biliniz ki, ben Fatıma’yım ve babam da Muhammed’dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum. ‘Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.’ Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir. O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rabbinin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar. Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şakşakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız. Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i Kitab’ın azgınlarına tutsak düştükten sonra Allah sizi Muhammed’le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali’yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürmedikçe onlardan vazgeçmezdi. O, Allah’ın zatı için var gücünü harcar, Allah’ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah’a (s.a.a) yakını, Allah’ın velilerinin önderidir. Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında kınayanların kınamasından korkmazdı. Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız.”
“Allah, Peygamber’inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular. Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber’in na’şını kabre koymamıştık. ‘Fitne çıkmasından korkuyoruz.’ diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız. Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır.”
“Heyhat! Ne oldu size? Allah’ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Halbuki Allah’ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Zalimler için bu ne fena bir değişmedir! Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”
“Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber’in (s.a.a) sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama, sütü de içip bitirdiniz.Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!”
“Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu! Allah’ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız? Çünkü Allah’ın kitabında, ‘Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu.’ deniliyor. Zekeriyya Peygamber’in (a.s) oğlu Yahya’dan söz edilirken de şöyle deniyor: ‘Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub’un soyuna mirasçı olsun.’ Ve yine şöyle buyurmuştur: ‘Allah’ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.’ Yine buyurmuştur ki: ‘Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.’ Yine buyurmuştur ki: Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.”
“Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti? Yoksa, her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur’ân’ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali’den) daha mı iyi bileceksiniz?”
“Fedek’i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır. Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.”
Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi: “Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm’ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: ‘Kişinin saygınlığı çocuklarında devam eder.’ Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz. Yoksa ‘Muhammed öldü’ mü diyorsunuz? Evet onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı. Bu, Allah’a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah’ın kitabı bunu duyurmuştu. Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi: Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir.”
Ah Kıyleoğulları, ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz? İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki, biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu. Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?”
“Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilkönce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır”
“Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz. Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır.”
Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim. Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin deşarj olması, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler. Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah’ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah’ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. (Bilin ki,) yaptıklarınız Allah’ın gözünün önündedir. ‘Zalimler yakında hangi inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz.”
Bu konuşmadan sonra Ebubekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki: “Ey Resulullah’ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz. O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah’ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz.”
“Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: ‘Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.’ Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günahkârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır. Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın). Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?”
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Suphanallah! Babam Allah’ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilâkis Kur’ân’ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi. Yoksa siz, ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah’ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: ‘Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak… Yine diyor ki: ‘Süleyman Davud’a mirasçı oldu. Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah’tan yardım ister. ”
Ebubekir dedi ki: “Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah’ın (s.a.a) kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler.”
Bu, Ebubekir’in, Müslümanların duygularını bastırma ve Fatıma’ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah’ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti.
Bunun ardından Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi: “Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur’ân’ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?! Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah’a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün… O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır.
Sonra Hz. Peygamber’in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:
“Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!
Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer
Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi
Kavmin bozuldu, sen gittin gideli
Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var
Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar
İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar
Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.
Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce
Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince
Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce
İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar
Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle
Sen gittin hayır gizlendi perdelerle
Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!
Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar.”
Hz. Zehra (a.s) hakkı en açık bir şekilde ortaya koyduğu konuşmasına son verdi. Halifeden açıklama istedi ve onun plânlarını apaçık kanıtlarla ve sağlam ve parlak belgelerle çürütüp utanç verici bir duruma soktu. İslâm’ın istediği gerçek halifenin erdemlerini, olması gereken kemalatını açıkladı. Bunun üzerine ortam gerginleşti. Genel kanaat Fatıma’nın (a.s) lehine değişti. Ebubekir ise köşeye sıkışmıştı, kendini çıkmaz bir sokakta görüyordu.
İbn Ebi’l-Hadid der ki:
Bir gün Bağdat’taki Batı Medresesi’nin müderrisi olan İbnu’l-Farukî’ye sordum: “Fatıma doğru mu söylüyordu?” “Evet.” dedi. “Peki, doğru söylediği hâlde, Ebubekir niçin ona Fedek arazisini vermedi?” dedim. Güldü, sonra çok hoş bir cevap verdi: “Eğer o gün Fedek’i sırf Fatıma’nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik makamını isteyecekti ve Ebubekir’i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp karşı durmak mümkün olmazdı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti. Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı.”
Meclis bir anda karıştı, gürültüden kimse kimseyi duymuyordu. İnsanlar ağlar hâlde dağılmaya başladılar. Herkesin dilinde Hz. Zehra’nın (a.s) konuşması vardı. Neticede Ebubekir tehditler savurmaya ve göz korkutmaya başladı.
Rivayet edilir ki: Ebubekir, Zehra’nın (a.s) konuşmasının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi görünce, Ömer’e şöyle dedi: “Ellerin bağlansın! Beni bıraksan olmaz mı? Belki böylece rüzgar diner ve yırtık da kapanmış olur! Böylesi bizim için daha isabetli değil mi?” Ömer şu karşılığı verdi: “Eğer ona taviz verirsen, bu otoritenin zayıflaması ve emirlerinin ciddiye alınmaması sonucunu doğurur. Ben sadece sana acıyorum.” Ebubekir dedi ki: “Yazıklar olsun sana! Muhammed’in kızını ne yapacağız? Bütün insanlar onun ne istediğini ve bizim nasıl ona kalleşlik yaptığımızı biliyorlar?” Dedi ki: “Bu suyun kabarması gibi bir şeydir. Biraz sonra çekilir, eski mecrasına döner, hiç olmamış gibi olur.” Bunun üzerine Ebubekir elini Ömer’in omzuna vurdu ve şöyle dedi: “Nice sıkıntıları giderdin ey Ömer!” Sonra insanları cemaat namazına çağırdı. Herkes toplandı. Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi:
“Ey insanlar! Şu her dedikoduya inanmak da nedir? Bu gibi arzular Resulullah (s.a.a) döneminde var mıydı? Bir şey duyan varsa söylesin. Bir şeye tanık olan varsa konuşsun. Ama şıracının şahidi bozacı gibi bir durum var ortada. O, şahidi kuyruğu olan bir tilkiye benzemer. O ki, her fitneyi beslemekte ve şöyle demektedir: ‘Yaşlandıktan sonra bir daha onu (fitneyi) gençleştirin!’ Zayıflardan yardım istiyorlar. Kadınların arkasına sığınıyorlar. Tıpkı Ümmü Tıha gibi, onun için ailesinin en sevimlisi azgınlıktır (fuhuştur). Haberiniz olsun! Eğer ben istersem konuşurum. Eğer konuşursam, açık seçik söylerim. Ama, bana karışılmadığı sürece de susarım.”
Sonra ensara döndü ve şöyle dedi: “Ey ensar topluluğu! Sizden bazı beyinsizlerin sözlerini duydum. Herkesten daha çok siz Resulullah (s.a.a) dönemindeki gibi davranmaya lâyıksınız. Çünkü Resulullah (s.a.a) size geldi ve siz de onu barındırdınız, ona yardım ettiniz. Haberiniz olsun! Ben, içimizde bunu hak etmeyenlere elimi ve dilimi uzatacak değilim.” Ardından minberden indi.
İbn Ebi’l-Hadid şöyle der: Bu konuşmayı Nakib Ebu Yahya Cafer b. Ebî Yahya b. Ebî Zeyd el-Basrî’ye okudum ve dedim ki: “Burada kimi ima ediyor?” Dedi ki: “İma etmiyor, açıkça işaret ediyor.” Dedim ki: “Eğer açıkça işaret etseydi, sana sormazdım.” Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: “Ali b. Ebu Talib’i ima ediyor.” Dedim ki: “Peki, ensar ne söylüyordu ki, böyle bir konuşma yapma gereğini duydu?” Dedi ki: “Ali’nin sözlerini söylüyorlardı. Bu yüzden, işin aleyhlerine bozulmasından korktu ve bir daha bu sözleri tekrarlamalarını yasakladı.”
Hz. Zehra, topluluğa yaptığı konuşmayı tamamladıktan sonra, Resulullah’ın (s.a.a) kabrinin başında ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki göz yaşlarından kabir ıslandı. Sonra evine çekildi. Emirü’l-Müminin (a.s), onun dönmesini, çıkagelmesini bekliyordu. Zehra (a.s) eve gelince Emirü’l-Müminin’e (a.s) şunları söyledi:
“Ey Ebu Talib’in oğlu! (Ana rahmindeki) cenin gibi dizlerini kucaklamışsın, töhmetliler gibi çömelip kalmışsın. Sen ki savaş meydanlarında, savaş erlerini alt ederdin, şimdi ne oldu da kanatları yolunmuş bir kuş sana ihanet etti. Şu Ebu Kuhafe’nin oğlu, babamın bağışını, oğullarımın rızkını benden zorla alıyor. Açıkça bana karşı çıktı, onu benimle konuşurken inatçı ve sert bir hasım olarak gördüm. Ensar, bana yardımını esirgedi, muhacirler ise akrabalık bağını benim hakkımda gözetmediler. Toplum, bana reva görülen muameleye göz yumdu; ne beni savundular, ne de haksızlıklara engel oldular. Öfkeli olarak çıkmıştım evden, gururu kırılmış ve zelil olarak geri döndüm. Yoksa sen, keskinliğini yitirdiğin gün, boyun mu eğdin? Kurtları avlardın, şimdi topraklara mı yatıyorsun? Konuşmaktan geri durmadın ve batıla hiçbir zaman destek olmadın. Artık benim bir seçeneğim yok. Keşke aşağılanmadan önce, zillete düşürülmeden ölseydim! Sen beni desteklesen de, desteklemesen de, yardımcım Allah’tır. Ah çekerim, her gün doğumunda. Dayanağım öldü. Güçsüz hâle düştüm. Şikâyetim babamadır. Derdimi Rabbime iletiyorum. Allah’ım! Senin gücünden ve kudretinden daha şiddetlisi, senin azabın ve tepelemenden daha keskini yoktur.”
Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle dedi:
“Senin ah çekmen gerekmez. Asıl ah çekmesi gereken, sana hınç duyandır. Ey seçilmişin kızı! Ve ey peygamberliğin bakiyesi! Heyecanına hâkim ol, sakin ol biraz! Ben dinimde gevşekliğe düşmediğim gibi, yapabilirliğim hususunda da yanılgıya düşmüş değilim. Eğer istediğin yiyecekse, senin rızkın garanti edilmiştir. Sana kefil olan da güvenilirdir. Senin için hazırlanan, senden alınandan daha hayırlıdır. Öyleyse sadece Allah ile yetin.”
Bunun üzerine Fatıma (a.s), “Allah bana yeter!” dedi ve sustu.
Hz. Fatıma (a.s), yaptığı bu konuşmayla yetinmedi. Tam tersine, cihadını sürdürdü. Bu aşamadan sonra, Ebubekir’le konuşmama yolunu seçti ve herkesin önünde, “Allah’a yemin ederim ki, yaşadığım sürece seninle bir tek kelime konuşmayacağım.” dedi.
Fatıma (a.s) sıradan bir insan değildi. Bu yüzden, halifeyle ilişkilerini kesmesi, etkilenmeyecek, önemsenmeyecek, üzerinde durmaya değmeyen bir davranış olarak algılanamazdı. Fatıma (a.s), Peygamber’in (s.a.a) en aziz evlâdı ve sevgilisiydi. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ona gösterdiği özen, ona karşı beslediği sevgi kimseye gizli değildi. O, Peygamber’in (s.a.a) hakkında, “Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitmiş olur.” dediği Fatıma’ydı.
Haber yavaş yavaş yayılmaya başladı: Peygamber’in (s.a.a) kızı Fatıma, Ebubekir’e kızgındır ve onunla konuşmuyor!… Bu haberi Medine’nin içinde ve dışında uzak yakın herkes duydu. Birbirlerine sormaya başladı insanlar. Gün be gün halifeye duydukları kin ve nefret artıyordu. Halife, birkaç kere ilişkileri normale döndürmek ve Hz. Zehra (a.s) ile barışmak için girişimde bulunduysa da, o, cihadını sürdürdü ve mazlum bir şehit olarak Rabbinin huzuruna çıkıncaya kadar direnişini kararlılıkla devam ettirdi.
İmam Ali ve Zehra’nın (a.s) İslâm hilâfetini, sapıklık mecrasından çıkarıp yeniden normal çizgisine yerleştirmek için başlattıkları doğrultma hareketi, çeşitli görünümlere ve değişik yöntemlere göre gelişiyordu. Hz. Zehra (a.s), açık siyasal cepheye önderlik ediyordu. İmam Ali’nin (a.s) hilâfet hakkını talep etmede değişik üsluplara baş vuruyordu. Bunlardan biri de Fedek arazisini istemekti. Hatta Fedek arazisini talep ederken de değişik yöntemlere baş vurduğu oluyordu.
İmam Ali (a.s), Ebubekir’e biat etmeyi reddetti ve egemen düzene karşı olduğunu ilân etti. Bununla dünyaya şunu ilân etmiş oluyordu: Resulullah’tan (s.a.a) sonra ilk İslâm’ı seçen bu adamın karşı çıktığı mevcut hilâfet rejimi, Resulullah’ın (s.a.a) gerçek hilâfetini temsil etmiyor. Nitekim Fatıma (a.s) da aynı şeyi yaptı. O da bu muhalefetiyle dünyaya şu mesajı veriyordu: Peygamberlerinin (s.a.a) kızı, onlara öfkelidir; bu rejime boyun eğmiyordur. Şu hâlde egemen düzen, meşruiyetten yoksundur.
Öte yandan İmam Ali (a.s), şer’î hakkı gasp edenlere karşı pasif bir cihat başlattı. Muhacir ve ensarın seçkinlerinden bir grup da İmam’ın (a.s) yanında yer aldılar. Bunlar Hz. Peygamber’in (s.a.a) faziletlerine işaret ettiği kimselerdi. Ki aynı zamanda olayların gerçek yüzünü de idrak edebilecek basirete sahiptiler: Abbas b. Abdulmuttalib, Ammar b. Yasir, Ebuzer el-Gıfarî, Selman-ı Farisî, Mikdad b. Esved, Huzeyme Zu’ş-Şehadeteyn, Ubade b. Samit, Huzeyfe b. Yeman, Sehl b. Hüneyf, Osman b. Hüneyf, Ebu Eyyub el-Ensarî… gibi. Estirilen terör havası ve gürültüler bunları etkisi altına alamamıştı ve bu yiğitler istikametlerini bozmamışlardı. Hilâfeti ele geçiren grubun, başta Ömer b. Hattab’ın tehditleri bunları korkutmamıştı.
Ebubekir’e biat etmeye karşı çıkan sahabelerden bazıları, Ebubekir’le tartıştılar. Mescitte ve başka yerlerde aralarında sert konuşmalar oldu. İktidarın tehditlerine aldırmıyorlardı. Oysa birçok insan bu tehditlerden sonra sinmiş, duygularını bastırmış, konjonktüre uyarak bir kenarda pısmışlardı. Daha sonra bazıları, akılları başlarına gelince hatalarını anlamış, alelacele verdikleri karardan, düşünmeden Ebubekir’e biat etmekten pişman olmuşlardı. İktidar grubunun Ehl-i Beyt’e karşı açık bir düşmanlık sergilemeleri, onların akıllarını başlarına getirmişti.
Medine çevresinde yaşayan, Esed, Fezare, Benî Hanife… gibi bazı mümin aşiretler vardı. Bunlar, Gadir günü (Gadir-i Hum) biatine tanık olan aşiretlerdi. O gün Resulullah (s.a.a), kendisinden sonraki müminlerin emiri olarak Ali (a.s) adına biat almıştı. Bunlar aradan çok zaman geçmeden, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefat edip yüce dostun katına çıktığını, Ebubekir’e biat edildiğini ve Ebubekir’in hilâfet makamına kurulduğunu duydular. Bu olay karşısında dehşete kapıldılar. Ebubekir’e biat etmeyi topluca reddettiler. Gayri meşru bildikleri yeni yönetime zekât vermeyi kabul etmediler. Ortalığın pustan, dumandan kurtulmasına kadar bekleme kararı aldılar. Bu aşiretler İslâm’a bağlılıklarını sürdürüyor, namaz kılıyor ve bütün İslâmî şiarları uyguluyorlardı.
Fakat iktidar grubu, mevcut yönetim açısından büyük bir tehlike arz eden bu gibi tutumlara bir sınır koymanın uygun olacağını düşündü. İmam Ali’nin (a.s) ve eşinin muhalefeti sürdükçe de bu gibi tutumlar devam edecekti. İmam Ali (a.s) ve eşi Fatıma (a.s), İslâm devleti (!) için bir iç tehlike olarak görülüyordu. Bu aşamada Ebubekir ve yardımcıları, kendilerini ve yönetimlerini saran büyük tehlikeyi fark ettiler. Bu muhalif akımı durdurmayacak olurlarsa, muhalefet dalgası gittikçe büyüyecek ve iktidarlarını yerle bir edecekti. Muhalefetin başı Ali b. Ebu Talib’i (a.s) Ebubekir’e biat etmeye zorlamaktan başka çare yoktu.
Bazı tarihçiler şöyle anlatıyor: Ömer b. Hattab, Ebubekir’e gelip şöyle dedi: “Sana biat etmekten kaçınan bu adamdan neden biat almıyorsun? Be adam! Ali sana biat etmedikçe hiçbir şey yapamazsın! Çağır, gelip sana biat etsin.” Bunun üzerine Ebubekir, Kunfuz’u, Emirü’l-Müminin’e (a.s) gönderdi, “Resulullah’ın (s.a.a) halifesinin çağrısına uy.” dedi. Ali (a.s) şu karşılığı verdi: “Ne çabuk Resulullah adına yalan söylemeye başladınız?” Kunfuz geri döndü ve Ali’nin (a.s) sözlerini Ebubekir’e iletti. Ebubekir uzun süre ağladı. Ömer bir kez daha söyledi: “Bu adamın, sana biat etmesini geciktirme. Ebubekir Kunfuz’a şöyle dedi: “Ona bir kez daha git ve ‘Resulullah’ın (s.a.a) halifesi, kendisine biat etmen için seni çağırıyor.’ de.” Kunfuz, Ali’nin yanına geldi ve kendisine söylenenleri tekrarladı. Ali (a.s) sesini yükselterek şöyle dedi: “Subhanallah! Bu adam, kendisine ait olmayan bir yetki iddiasında bulunuyor.” Kunfuz bir kez daha geri döndü ve Ali’nin sözlerini aktardı. Ebubekir uzun uzun ağladı. Ömer, “Kalk.” dedi, “O adama gidiyoruz.” Ebubekir, Ömer, Osman, Halid b. Velid, Muğire b. Şu’be, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim kalkıp Ali’nin (a.s) evine gittiler.
Fatıma (a.s), izni olmadan hiç kimsenin evine girmeyeceğini sanıyordu. Fatıma’nın (a.s) evinin kapısına gelince, kapıyı çaldılar. Fatıma (a.s) onların seslerini duyunca yüksek sesle şunları söyledi: “Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra, İbn Hattab’dan ve Ebu Kuhafe’nin oğlundan neler çektik! Sizin gibi, çok kötü davranışlar sergileyen bir kavmi hatırlamıyorum. Siz değil misiniz ki, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini elimizde bırakarak, halifelik işini aranızda halledenler? Bu konuda bize danışmadınız ve bizim hiçbir hakkımızı vermediniz.”
Kapıdakiler Fatıma’nın (a.s) bu sözlerini duyunca ağlayarak geri çekildiler. Kalpleri parçalanacak, ciğerleri yırtılacak gibi oldu. Ama Ömer yanında birkaç kişiyle orada kaldı. Ömer, odun isteyerek avazı çıktığı kadar bağırdı: “Ömer’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya çıkarsınız ya da evi içindekilerle birlikte ateşe veririm.” Orada bulunanlardan bazıları, “Ey Eba Hafs! İçinde Fatıma var!” dediler. “Evet.” dedi, “İçinde Fatıma olsa da…”
Hz. Fatıma (a.s) kapının arkasında durdu ve kapı önünde bekleyenlere seslendi:
“Yazıklar olsun sana Ömer! Allah’a ve Resulü’ne karşı bu cür’et nereden geliyor? Yoksa sen Allah Resulü’nün neslini dünyadan kesmeyi, zürriyetini yok etmeyi ve Allah’ın nurunu söndürmeyi mi istiyorsun? Ama unutma, Allah nurunu tamamlayacaktır.”
Ömer kapıyı tekmelemeye başladı. Fatıma (a.s), hicaba riayet etmek maksadıyla kapı ile duvar arasına saklandı. Evin içine girdiler. Bu sırada kapı ile duvar arasına sıkışan Fatıma (a.s) karnındaki bebeğini düşürdü.
Hep birlikte, yatağında oturan Emirü’l-Müminin Ali’nin üzerine çullandılar. Elbiselerinden tutarak yaka paça sürükleyip Sakife’ye götürmeye başladılar. Fatıma (a.s), kocasını götürmelerine engel olmaya çalıştı ve şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, amcamın oğlunu zulmederek sürüklemenize izin vermeyeceğim. Yazıklar olsun size! Biz Ehl-i Beyt’le ilgili olarak ne çabuk Allah’a ve Resulü’ne ihanet ettiniz? Oysa Resulullah (s.a.a) bize tâbi olmanızı, bizi sevmenizi ve bize sarılmanızı tavsiye etmişti.”
Ömer, Kunfuza, “Buna vur.” dedi. Kunfuz, Fatıma’ya bir kırbaç vurdu. Kırbaç bir pazubant gibi Fatıma’nın bütün vücudunu sardı.
İmam’ı (a.s) evden çıkararak Ebubekir’in meclisinin kurulduğu Sakife’ye kadar sürüklediler. Onlar onu yaka paça çekiştirip götürürken İmam (a.s) sağa sola bakıyor ve şöyle sesleniyordu: “Ah Hamza! Bugün bir Hamza’m yok benim. Ah Cafer! Bugün bir Cafer’im yok benim.” Onu sürüklerlerken kardeşinin ve amcasının oğlunun (Resulullah’ın) mezarının yanından geçmişlerdi. Şöyle seslendi: “Ey anamın oğlu! Bu toplum, beni zayıf düşürdü. Neredeyse beni öldürecekler.”
Adiy b. Hatem’in şöyle dediği rivayet edilir:
“Allah’a yemin ederim ki, hayatımda Ali b. Ebu Talib’e acıdığım kadar hiç kimseye acımadım. Elbisesinden tutup yerde süründürerek Ebubekir’e götürmüş ve ‘Biat et!’ diyorlardı. Ali, ‘Ya biat etmesem ne olacak?’ diyor, Ömer de, ‘Allah’a yemin ederim ki, o zaman senin boynunu vururum.’ cevabını veriyordu. Ali, ‘O takdirde, Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kulunu ve Resulullah’ın kardeşini öldürmüş olursunuz.’ diyor, Ömer, ‘Allah’ın kulunu evet, ama Resulullah’ın kardeşini değil.’ diye cevap veriyordu. Ali de bütün bunlara şu karşılığı veriyordu: ‘Siz, Resulullah’ın, beni kardeşi olarak ilân ettiğini inkâr mı ediyorsunuz?’ İmam (a.s) ile iktidar grubu arasında sert konuşmalar oluyordu.”
“Tam bu sırada Fatıma efendimiz (a.s) yetişti. Oğulları Hasan ve Hüseyin’in (a.s) elinden tutmuştu. Haşimî kadınlarından tek kişi kalmamış, hepsi Fatıma ile birlikte evlerinden çıkıp gelmişlerdi. Dışarısı kaynıyordu. Bir velveledir gidiyordu. Fatıma (a.s) şunları söyledi: Bırakın amcamın oğlunu! Bırakın kocamı! Allah’a yemin ederim ki, başımı açar, babamın gömleğini başıma sarar ve size beddua ederim. Bilirsiniz, Salih Peygamber’in devesi, Allah katında benden daha değerli değildir. Onun yavrusu da Allah katında benim oğullarımdan daha değerli değildir.”
Ayyâşî’nin aktardığı bir rivayette Hz. Fatıma’nın (a.s) şöyle dediği belirtiliyor: “Ey Ebubekir! Beni dul, evlâtlarımı da yetim mi bırakmak istiyorsun? Allah’a yemin ederim ki, eğer onu bırakmazsanız, saçlarımı açar, bağrımı yırtar, babamın kabrinin başına gidip Rabbime seslenirim.” Bunları dedikten sonra Hasan ve Hüseyin’in elinden tutarak Resulullah’ın (s.a.a) kabrine doğru yürüdü. Bunun üzerine sağdan-soldan insanlar Ebubekir’e seslenmeye başladılar: “Ne yapmak istiyorsun? Bu ümmetin başına azap inmesini mi istiyorsun?”
Fatıma (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) tertemiz kabrinin başına doğru gitti. Aslında orada olup bitenleri gören, fakat cismanî olarak gaip olan babasından yardım istedi: “Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra İbn Hattab ve Ebu Kuhafe’nin oğlu bize neler yaptılar!” Fatıma’nın (a.s) bu sözleri, bütün kalplarin hüzün olmasına ve bütün gözlerin yaş dökmesine neden oldu.
Hz. Fatıma (a.s), babasından (s.a.a) bütün bunları duymuş olmasına rağmen, hayatında böyle bir günü yaşayacağını, böyle bir felâketle karşılaşacağını beklemiyordu elbette. Evet, babası bunları ona haber vermişti; ama duymak başka bir şey, bizzat görüp yaşamak başka bir şeydir. Bir felâketi duymanın etkisiyle onu bizzat görmenin etkisi aynı değildir. Evet, babasından, gelişmelerin aleyhlerine döneceğini, vefatından sonra, kendilerine yönelik kin ve nefretlerin açığa çıkacağını duymuştu; ama şimdi o, olacağını önceden haber aldığı bu olayları bizzat yaşıyordu. Topluluk, evine saldırmış, zorla kocasını evden çıkarmışlardı. O ev ki, Resulullah (s.a.a) Fatıma’dan izin almadan içine girmezdi.
Hz. Zehra, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Zeyneb’in babasının yanına gelmek üzere hazırlanışını, devesinin hevdecinde Mekke’den ayrılışını, Hebbar b. Esved’in peşine düşüp deveyi mızrakla dürtüp ürkütmesini, hevdecte bulunan Zeyneb’in bu olayın etkisiyle Medine’ye dönerken karnındaki yavrusunu düşürmesini ve Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’nin fethedildiği gün Hebbar b. Esved’in kanını helal saymasını düşünüyordu.
Acaba Resulullah (s.a.a), topluluğun, sevgili Zehra’sının (a.s) evinin dokunulmazlığına riayet etmediğini, ona saygı göstermediğini görseydi, ne yapardı? Ciğerparesinin hiçbir saygınlığının kalmadığını, topluluğun iyice küstahlaşıp onu dövdüklerini, korkuttuklarını, bunun da çocuğunu düşürmesine, sonra hastalanıp ölmesine sebep olduğunu görseydi, ne derdi?
İktidar grubu ile Zehra’nın (a.s) yüzleşmesi, Zehra’nın (a.s) evinde, kısa bir süre içinde ve sınırlı bir mekânda gerçekleşmişti; fakat onun (a.s) sesi, nesilden nesile, dilden dile günümüze kadar geldi. Resulullah’ın (s.a.a) bu dünyadan ayrılmasının üzerinden daha birkaç gün geçmemişken, Âl-i Muhammed’e (s.a.a) reva görülen zulüm, onlara karşı sergilenen düşmanlığın acısı, insanın tüylerini diken diken ediyor.
Artık önünde başka çare ve yol kalmayınca, haykırarak, herkesin gözü önünde, Allah ve Resulü’nden yardım isteyerek saldırganlara beddua etmeye başladı. Hiç kuşkusuz Zehra’nın (a.s) bu tavrı, hakkı arayan herkes için açık ve net bir muhalefet örneğiydi. Ki hilâfet makamı sahih çizgisinden sapmış ve meşru sahiplerinden alınmıştır. Fatıma’nın (a.s), hilâfet hakkını asıl sahibine, yani İmam Ali’ye (a.s) iade etme uğruna oynadığı rol son derece önemlidir. En azından İslâmî deneyimin gerçek mecrasına girmesi bağlamında, ümmetin uyanması, ümmetin bireylerinin bilinçlenmesi ve hilâfeti gasp edenlerin rezil olması noktasında büyük bir misyon üstlenmişti ve bunda da son derece başarılı olmuştu. Ayrıca, risalet sahibinin dünyadan ayrılışının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen, hilâfeti gasp edenlerin, bu işe ehil olmadıklarına, Müslümanların liderliği sorumluluğunu taşıma yeterliliğine sahip olmadıklarına vurgu yapmıştı. İşte bu hususun belirginleşmesinde, ümmetin dikkatinin bu noktaya çekilmesinde Fatıma’nın (a.s) muhalefeti yol gösterici bir rol oynamıştır.
Mahmud b. Lebid’den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) vefat ettikten sonra, Fatıma (a.s), sürekli olarak şehitlerin mezarlarını ziyaret eder, Hamza’nın mezarının başında uzun süre ağlayarak beklerdi. Bir gün Hamza’nın mezarını ziyaret etmeye geldiğimde Fatıma’yı (a.s) orada gördüm, ağlıyordu. Sakinleşinceye kadar bekledim. Sonra yanına geldim ve selâm verdim. Dedim ki: “Ey dünya kadınlarının efendisi! Allah’a yemin ederim ki, senin döktüğün göz yaşları yüzünden kalbimin damarları kopacak oldu.” Dedi ki: “Ey Ebu Ömer! Ağlamak benim hakkım. Ben ağlamayayım da kimler ağlasın?! Ben ki babaların en hayırlısını yitirdim! Ah! Resulullah’ın özlemi!” Sonra şu beyitleri okudu:
“Biri ölünce, yavaş yavaş unutulur, ondan az söz edilir
Babam ise, öldüğünden beri daha çok anılır oldu.”
Dedim ki: “Ey Efendim! Sana bir soru sormak istiyorum, içimdeki huzursuzluğu, kararsızlığı dindirmiş olursun.” “Sor.” dedi. Dedim ki: “Resulullah (s.a.a) vefatından önce, Ali’nin (a.s) imameti hakkında açık bir şey söyledi mi?” Dedi ki: “Hayret! Gadir-i Hum’u unuttunuz mu?” Dedim ki: “Evet, Gadir-i Hum olayı doğrudur. Ama, Resulullah’ın (s.a.a) bir sır olarak bıraktığı bilgiyi istiyorum.” Dedi ki: “Yüce Allah şahittir ki, Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Ali, benden sonra size bırakacağım en hayırlı haleftir. O, benden sonraki imam ve halifedir. Şu iki torunum ve Hüseyin’in soyundan gelecek yedi kişi hayır ve iyilik imamlarıdırlar. Eğer onlara tâbi olursanız, onların hidayet üzere olduklarını ve sizi hidayete götürdüklerini görürsünüz. Ama onlara karşı gelirseniz, kıyamete kadar aranızda ihtilâf eksik olmaz.”
Dedim ki: “Efendim! Peki Ali, niçin hakkını istemedi de bir köşede bekledi?” Dedi ki: “Ey Ebu Ömer! Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: İmam -veya Ali- Kâbe gibidir; ona gidilir, kendisi gitmez.” Sonra şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, eğer hakkı ehline verseler, Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine tâbi olsalar, Allah’ın dini ile ilgili olarak aralarında ihtilâf olan iki kişi bulunmaz. Bu dinin öncülüğünü, kuşaklar birbirlerinden alıp sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu, Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen dokuzuncu imam ve Kaim’imiz kıyam edinceye kadar böyle devam eder. Ama ne yazık ki, Allah’ın arkaya attığını, insanlar öne çıkardılar, Allah’ın öne çıkardığını da arkaya attılar. Derken gönderilmişi inkâr ettiler, onunla birlikte sünnetini de mezara koyup gömdüler. Heva ve heveslerinin telkinlerine uymayı tercih ettiler. Kendi görüşlerini esas aldılar. Elleri kuruyasıcalar! Allah’ın şu sözünü hiç mi duymadılar?: ‘Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur.’ Kuşkusuz bu ayeti duymuşlardır; fakat onların durumu, yüce Allah’ın şu ayette buyurduğu gibidir: ‘Gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler kör olur.’ Heyhat! Bütün dünyayı kaplayacak şekilde umutlarını yaydılar ve ecellerini unuttular. Yıkılasıcalar, boşa gitti amelleri. Allah’ım! Sıkıntı ve zorluktan sonraki nimetlerin doğurduğu rehavetten sana sığınırım.”
Talha’nın kızı Aişe’ye cevap verirken de şunları söylüyordu:
“Bana, kuşları yolan, yürüyenlerin ayaklarını parçalayan, etkileri semaya kadar yükselen ve bir felâket olarak haberi tüm yeryüzüne yayılan şeyi mi soruyorsun? Teym kabilesinin silip süpürücüsü (Ebubekir’e işaret ediyor. Çünkü Ebubekir’in babasının adı Ebu Kuhafe’dir ve Kuhafe de, silip süpürmek anlamına gelen K.H.F kökünden türemiştir) ve Adiy kabilesinin azgını (Ömer’e işaret ediyor), Ebu’l-Hasan’a (Ali) zulmetmek için yarış hâlindeydiler. Açıktan açığa ona karşı çıkmaktan kaçarak gizlice plânlar kurdular. Onun açık hakkını dürüp gizlediler. Dinin nuru sönünce, emin peygamber vefat edince, hemen dile geldiler. İçlerindekini dışarı vurdular. Derhal Fedek’e el koydular. Ama nice melikin mülkü yıkılıp gitmiştir. O, yüce Rabbin vefalı zürriyete bir bağışıydı. Resul’ün soyu ve benim neslim olan çocukların rızkıydı o. Burası Allah’ın bilgisi ve emin peygamberinin veya Cebrail’in tanıklığıyla bize verilmişti. Eğer yiyeceğimi elimden aldılarsa, bir parça lokmaya engel oldularsa, ben bunun hesabını haşre bırakıyorum. Andolsun, onu yiyenler, cehennemin kaynaması içinde kızgın bir alev olarak karşılarında bulacaklardır.”
Hz. Fatıma (a.s) babasından sonra, ancak birkaç ay hayatta kaldı. Bu süreyi de ağlamakla, matemle, inlemekle geçirdi. Öyle ki sürekli ağlayanlardan kabul edilmiştir, bir kez olsun güldüğü görülmemiştir.
Ağlaması için sebep ve gerekçe çoktu. En önemlisi, Müslümanların dosdoğru yoldan sapmaları, ihtilâf ve ayrılığa yol açan korkunç vadilere girmeleri, dolayısıyla İslâm ümmetinin yavaş yavaş çöküşe doğru sürüklenmesiydi.
Fatıma (a.s) ki, babasının zamanında İslâm’ın yayılma sürecini yaşamış, değerli olan her şeyini bu uğurda feda etmişti, İslâm’ın zaferini ve adalet prensibinin bütün dünyaya hakim olmasını bekleme hakkına sahipti. Ama hilâfetin gasp edilmesi ve onu izleyen olaylar bütün ümitlerini boşa çıkardı. Kalbini büyük bir hüzün kaplamıştı. Tertemiz ruhu sıkılıyordu. Babası Peygamber-i Ekrem’in vefatından dolayı duyduğu ağır hüzne, daha ağır bir hüzün yükü daha eklenmişti.
Bir gün Ümmü Seleme, Fatıma’nın (a.s) yanına gitti ve dedi ki: “Bu geceyi nasıl geçirdin ey Resulullah’ın kızı?” Dedi ki: “Hüzün ve keder içinde sabahladım. Bir yanda Nebi’nin (s.a.a) vefatı, bir yanda Vasi’nin (a.s) uğradığı zulüm… Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kitabında indirdiğine ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetinde tevil ettiğine aykırı bir şekilde imameti elinden alınan kimsenin mahremiyeti çiğnenmiş oldu. Ama bunun sebebini biliyorum. Bu, Bedr’in kininin ve Uhud’un kalıntılarının açığa vurmasıdır.”
Ali’nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “Peygamber’i (s.a.a) yıkadığım zaman üzerinde gömleği vardı. Fatıma, ‘Bana gömleği göster.’ diyordu. Fatıma gömleği koklayınca bayıldı. Bunu gördüğümde gömleği sakladım.”
Rivayet edilir ki: “Peygamber efendimiz (s.a.a) vefat edince Bilal artık ezan okumak istemedi. ‘Resulullah’tan (s.a.a) sonra kimseye ezan okumam.’ diyordu. Bir gün Fatıma (a.s), ‘Babamın müezzini Bilal’in sesini özledim.’ dedi. Bilal bunu duyunca ezan okumaya başladı. ‘Allahu ekber… Allahu ekber…’ deyince, Fatıma (a.s) babasını (s.a.a) hatırladı ve göz yaşlarına hâkim olamadı. Bilal, ‘Eşhedu enne Muhammeden Resulullah…’ deyince, Fatıma hıçkırıklara boğuldu, yere yığılıp bayıldı. İnsanlar Bilal’e, ‘Dur ey Bilal! Resulullah’ın (s.a.a) kızı ruhunu teslim etti.’ dediler. Fatıma’nın (a.s) öldüğünü sanmışlardı. Bunun üzerine Bilal ezanı yarıda kesti, tamamlamadı. Fatıma (a.s) ayılınca, ezana devam etmesini istedi; fakat Bilal yapamadı ve şöyle dedi: ‘Ey dünya kadınlarının efendisi! Benim ezan okuduğumu duyduğunda başına bir şey gelmesinden korkuyorum.’ Bunun üzerine Fatıma (a.s), Bilal’den bir daha ezan okumasını istemedi.”
“Fatıma (a.s), gece gündüz ağlamayı, inlemeyi sürdürdü. Göz yaşları durmadan akıyordu. Sonunda komşuları bu acıya dayanamadılar. Medine’nin ileri gelenleri toplanıp Emirü’l-Müminin’e (a.s) gittiler ve dediler ki: Ey Ebu’l-Hasan! Fatıma gece gündüz ağlıyor. Hiçbirimiz gece yatağında rahat uyuyamıyor, gündüz huzur bulup da kendini işine veremiyor. Rızkımızı temin etmek için çalışamıyoruz. Ona söylesen, ya gece ağlasın ya da gündüz ağlasın.”
“Bunun üzerine Emirü’l-Müminin (a.s) Fatıma’nın (a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı, Medine’nin yaşlıları bana gelip sana, ya gece ya da gündüz baban için ağlamanı istememi önerdiler.’ Fatıma (a.s) şu karşılığı verdi: ‘Ey Ebu’l-Hasan! Onların arasında çok kalmayacağım. Çok geçmeden onlardan ayrılıp gideceğim.’ Sonunda Emirü’l-Müminin (a.s) Bakî mezarlığının arkasında Medine’nin dışında bir ev yapmak zorunda kaldı. Bu eve de ‘Beytu’l-Ahzan’ (Hüzünler Evi) adını verdi. Sabah olunca Fatıma (a.s), Hasan ve Hüseyin’i (a.s) önüne katarak Bakî mezarlığına gidip ağlıyordu. Akşam olunca Emirü’l-Müminin (a.s) yanına gidiyor, evine kadar ona eşlik ediyordu.”
Enes’in şöyle dediği rivayet edilir: “Peygamber’i (s.a.a) kabre koyup geri döndükten sonra Fatıma’nın (a.s) yanına geldim. ‘Resulullah’ın (s.a.a) yüzüne toprak örtmeye gönlünüz nasıl razı oldu?’ dedi ve ağladı.”
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Fatıma (a.s) büyük bir üzüntü çekiyordu. Bunun sonucunda sağlığı bozuldu. Bundan sonra sadece bir kere gülümsedi, o da ölüm döşeğindeki Esma bint-i Umeys’e baktığı sırada oldu. Kadın ölüm giysilerini giyindikten sonra kendisi için ölümünden önce hazırlanan giysiler içindeki naaşına baktı ve ‘Üzerimi örtün, Allah sizin günahlarınızı örtsün.’ dedi.”
Fatıma efendimizin (a.s) hastalandığı haberi bütün Medine’ye yayıldı. Herkes, Fatıma’nın (a.s) hasta olduğunu duydu. Hz. Fatıma (a.s) vücudunun herhangi bir yerindeki ağrıdan şikâyet etmiyordu. Yalnızca evine saldırı düzenlendiği gün, kapı ile duvar arasında sıkışması sonucu kırılan kaburgasından acı duyuyordu ve karnındaki bebeğini düşürmesi sonucu acılar içindeydi. Bir de yüzüne vurulan tokatın acısını içinden hissediyordu.
Bütün bunlar sağlığının bozulmasına, artık günlük işlerini göremez hâle gelmesine neden olmuştu. Şefkatli eşi işlerini görüyordu. Esma bint-i Umeys de ona yardım ediyordu. Medineli kadınlar onu ziyaret etmeye geldiler. Fatıma (a.s) -ileride sunacağımız- konuşmasını yaptı. Kadınlar Fatıma’nın söylediklerini kocalarına aktardılar. Bunun üzerine kocaları gelip ondan özür dilediler. Ama Fatıma (a.s) onların özürlerini kabul etmedi ve onlara şöyle dedi: “Benden uzak durun. Suç işledikten sonra özür dilemenin bir faydası yok. Kusur işlendikten sonra söylenecek söz yoktur.”
Hz. Fatıma’nın (a.s) iktidar grubundan tiksindiği; susarak ve tepkisiz kalarak iktidar grubuna destek olanlara, Âl-i Resul hakkında inen bütün nasları unutan, Zehra (a.s), kocası ve çocuklarıyla ilgili olarak Resulullah’ın (s.a.a) dudaklarından döküldüğünü duydukları bütün hadislere sırt çeviren kimselere öfke duyduğu haberi her tarafa yayılmıştı. İnsanlarda sonunda bir duyarlılık meydana geldi. Âl-i Resul’ün meşru liderliğini tanımayan, hakkı önemsemeyen, kaba-kuvvet ve kılıçtan başka mantık tanımayan iktidar grubunu desteklemekle hata ettiklerini anladılar.
Muhacir ve ensar kadınlarının Fatıma efendimizi (a.s) ziyaret etmelerinin gerçek nedeninin, onları böyle bir harekete iten asıl etkenin ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Acaba erkeklerin etkisiyle mi böyle bir karar almışlardı? Şayet böyle bir ihtimal varsa, bu erkekleri, eşlerini Fatıma’nın (a.s) evine göndermeye sevk eden neydi? Yoksa kadınlar arasında kendiliğinden bir duyarlılık belirdi de hata ettiklerinin, hatta Peygamber’in (s.a.a) kızını yalnız bıraktıklarının farkına mı vardılar ve böylece bu bilinç bütün kadınlar arasında yayıldı da Fatıma’yı (a.s) ziyaret etmek, gönlünü almak, cihanın kadınlarının efendisinin başına gelen üzüntü verici olaylar karşısında vicdanlarını rahatlatmak mı istediler? Siyasî sebeplerden dolayı böyle bir harekete kalkışmış olmasınlar mı? Havayı yumuşatmak, Resulullah’ın (s.a.a) kızı ile o günkü iktidar grubu arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak için gelmiş olabilirler mi? Özellikle Hz. Fatıma’nın (a.s) yalnızlığı seçmiş olması, toplumdan uzaklaşması, bütün bu davranışlar üzerinde etkili olmuştur. Daha doğrusu, halkın bilinçlenmesinin başta gelen sebeplerinden biriydi bu. Bir de Emirü’l-Müminin (a.s), Fatıma’yı (a.s) bir deveye bindirerek ensarın evlerini dolaşmış, onlardan yardım istemiş, onları uyarmıştı; ancak onlardan yardım görmemişti, ensarın kendisini yalnız bırakmasıyla karşılaşmıştı.
Bütün bu ihtimallerin yanında, hasta yatağında bulunan Fatıma’yı (a.s) ziyarete gelen kadınların sayısını da bilmiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Gelenler az değildi, önemli sayılacak kadar bir kalabalık toplanmıştı.
Süveyd b. Gufle şöyle der: Hz. Fatıma (a.s) sonunda vefat ettiği hastalığa yakalanınca, muhacir ve ensar kadınları ziyaret maksadıyla toplanıp yanına geldiler. Dediler ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı! Hastalığın nasıl oldu? Hasta olarak nasıl sabahladın?” Hz. Fatıma (a.s) Allah’a hamd ettikten ve babasına (s.a.a) salât ve selâm gönderdikten sonra şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, dünyanızdan tiksinerek, kocalarınıza öfke duyarak sabahladım. Onları denedikten sonra tutup attım. Onları sınadıktan sonra onlara buğzettim. Ne çirkin bir şeydir kılıçların kırılması, ciddiyetten sonra oyun, hasımların elinde birer oyuncağa dönüşmek, mızrakların kırılması, görüşlerin karmaşık ve çelişkili bir görüntü arz etmesi!”
“Nefislerinin önceden hazırladığı şey ne kötüdür! Bu yüzden Allah onlara gazap etti ve onlar ebediyen azaba uğrayacaklardır.”
“Hiç kuşkusuz, Allah’a andolsun ki onun (hilâfetin, Fedek’i veya Ehl-i Beyt’in haklarını gasp etmenin) günahını onların boynuna geçirdim. Ağırlığını onlara yükledim. Sonuçlarını onların üzerlerine serptim. Zalimler topluluğunun burunları kopsun, boğazları dert görsün! Kahrolsunlar!”
“Yuh olsun onlara! Nasıl da bunu; risalet dağlarından, nübüvvet ve yol göstericilik temellerinden, emin vahyin indiği topluluktan, din ve dünya işlerinin bilge yol göstericilerinden uzaklaştırdılar. Haberiniz olsun! İşte apaçık hüsran budur. Neden Ebu’l-Hasan’dan öç hoşlanmadılar? Allah’a yemin ederim ki, sırf kılıcının kötülere karşı çekilmesinden, ölüme aldırış etmeden inkârcıların üzerine gitmesinden, karşı konulmaz darbeler indirmesinden, savaşta düşmanı tepeleyen hücumları gerçekleştirmesinden, Allah için savaşırken hiçbir gaileyi hesaba katmamasından dolayı ondan hoşlanmadılar.”
“Allah’a yemin ederim ki, eğer Resulullah’ın (s.a.a) ona yüklediği sorumluluğu ona vermezlerse, Resulullah’ın bıraktığı yoldan yüz çevirirlerse dahi, Ali (a.s) o yolu sevecek, izleyecek ve onları kolaylıkla yola getirecektir. O yol ki, izleyicisini yumuşak bir şekilde, yaralamadan, izleyicisini yormadan, hırpalamadan ve dosdoğru bir şekilde maksadına eriştirir. Sonunda onları besleyici, susuzluğu giderici bir tatlı su kaynağına ulaştıracaktı. Bir kaynak ki, ala bildiğine geniş ve iki yakasına kadar su ile doludur. Bu suyun iki tarafı çer çöple kirlenip kokuşmaz. İçtiklerinde karınları şişmez. Gizli, açık onlara öğüt verecekti. Ki bu su, çevrelerinde bir girdap gibi dönüyordu; ama onlar bundan gereği gibi yararlanamıyorlardı. Ali, dünyadan herhangi bir pay almamıştı, sadece bir yudum su almıştı, çok susamış bir kimsenin aldığı küçük bir yudum. Eğer Resulullah’ın kendilerine yüklediği sorumluluğu hatırlasalardı, dünyadan uzaklaşan ile dünyanın peşinden gideni, doğru söyleyen ile yalan söyleyeni, birbirinden ayırırlardı. O zaman göklerin ve yerin bereketleri üzerlerine yağardı. Ama Allah, kendi elleriyle işleyip kazandıkları amellerinden dolayı onları sorgulayıp hesaba çekecektir.”
“Gel ve dinle! Sen yaşadıkça, zaman, daha sana neler gösterecektir! Eğer şaşırıyorsan, mutlaka bir hadisedir seni şaşırtan. Ah! Keşke bilseydim, hangi dayanağa dayandılar, kime güvenip yaslandılar, hangi kulpa sarıldılar, hangi zürriyete koşup etrafında toplandılar ? Gerçek ve adil imamın dışında seçilenler ne kötü dost, ne kötü yarendirler! Zalimlerin tercihi ne kötüdür! ”
“Başların yerine kuyrukları, olgun kimsenin yerine düşkün kimseyi tercih ettiler. Güzel bir şey yaptıklarını sanan topluluğun burunları sürtülecektir. Haberiniz olsun, asıl bozguncular kendileridir, ama bunun farkında değildirler.”
” Yuh olsun onlara! Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?”
“Ömrüm hakkı için, onların bu davranışları bir gelişmeye gebedir ki, sonuç vermesi çok yakındır. Sonra taze kan dolusu kadehi, acı bir zehiri (sabır) içeceksiniz. İşte o zaman batıl ehli olanlar hüsrana uğrayacaklardır. Ve sonradan gelenler, öncekilerin başlattıkları uygulamaların akıbetini bileceklerdir.”
“O zaman dünyanızda huzur içinde mutlu olun(!). kalplerinizi fitnelerin inmesine hazırlayın. Keskin bir kılıcın tepenizde sallanacağını birbirinize müjdeleyin. Zalim ve azgın bir egemenliği, her tarafı kaplayan bir kargaşayı ve zalimlerin istibdadını sevinçle karşılayın(!). Bu zalim iktidar tarafından, elinize geçen ganimetin bir küçük lokma kadar olmasına, ekinlerinizin onlar tarafından biçilmesine hazır olun. Yazık size, çok yazık! Artık hidayeti bulmanız ne mümkün; değil mi ki kaybolup gitmiş, sizden uzaklaşmıştır. Siz hidayetten hoşlanmadığınız hâlde, sizi zorla mı ona ileteceğiz?”
Süveyd b. Gufle der ki: “Kadınlar Fatıma’nın (a.s) sözlerini gidip kocalarına tekrarladılar. Bunun üzerine muhacir ve ensarın ileri gelenlerinden bir grup Fatıma’ya (a.s) gelerek ondan özür dilediler ve şöyle dediler: ‘Ey efendimiz! Ebu’l-Hasan (Ali) bunu önceden bize söyleseydi, önceden işi karara bağlasaydık, anlaşmayı sağlamlaştırsaydık, bizim ondan başkasına yönelmemiz mümkün değildi.’ Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi:
“Gidin! Sizinle bir işim yok. Suçu işledikten sonra mazeretin bir anlamı, bu kusurdan sonra da size söyleyeceğim bir sözüm yoktur.”
Kadın erkek bütün sahabeler peş peşe Fatıma’yı (a.s) ziyaret ettiler; Ebubekir ve Ömer hariç. Bunlar Fatıma’yı ziyaret etmiyorlardı. Çünkü Fatıma (a.s), onlarla ilişkilerini kesmiş, onları reddetmiş ve kendisini ziyaret etmelerine izin vermemişti. Hastalığı iyice ağırlaşıp artık ölmek üzereyken, onu ziyaret etmek zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü Mustafa’nın (s.a.a) ciğerparesinin herkesin gözü önünde kendilerine kızgın olarak bu dünyadan ayrılmasını istemiyorlardı. Aksi takdirde bu, kıyamete kadar Halife’nin ve iktidar grubunun alnına sürülmüş bir kara leke olarak kalırdı. Bu yüzden Fatıma’yı (a.s) memnun etmek suretiyle hatalarını örtmek istediler. O zaman her şey bitecekti ve yaptıklarının kötülüğü zaman içinde unutulup gidecekti.
Rivayete göre Ömer, Ebubekir’e şöyle dedi: “Haydi, gel beraber Fatıma’ya (a.s) gidelim. Çünkü onu kızdırdık.” Beraber Fatıma’nın (a.s) evine gittiler. Girmek için izin istediler. Fatıma onlara izin vermedi. Bunun üzerine Ali’ye (a.s) gittiler, onunla konuştular. Hz. Ali, onları Fatıma’nın (a.s) yanına götürdü. Fatıma’nın yanında oturdukları zaman, Fatıma yüzünü duvara doğru çevirdi. Fatıma’ya selâm verdiler. Fakat Fatıma onların selâmını almadı. Ebubekir konuşmaya başladı: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) sevgili kızı! Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ın (s.a.a) akrabalarını kendi akrabalarımdan daha çok seviyorum. Seni de Aişe’den daha çok seviyorum. Senin babanın öldüğü gün, ölmeyi ve ondan sonra hayatta kalmamış olmayı çok isterdim. Sence ben; seni, senin faziletini ve şerefini bildiğim hâlde, sana ait olan bir hakkı ve Resulullah’tan (s.a.a) sana kalan mirası sana vermeyecek biri miyim? Ne var ki ben Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız mal, sadaka olarak dağıtılır.”
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Şimdi ben size Resulullah’ın (s.a.a) bir hadisini zikretsem ve siz de bu hadisi duymuşsanız, gereğini yapacak mısınız?” “Evet.” dediler. Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Sizi Allah adına yemine veriyorum; Resulullah’ın (s.a.a), ‘Fatıma’nın rızası benim rızamdır, Fatıma’nın öfkesi benim öfkemdir. Kim benim kızım Fatıma’yı severse, beni sevmiş olur. Kim Fatıma’yı razı ederse beni razı etmiş olur. Kim Fatıma’yı öfkelendirirse beni öfkelendirmiş olur.’ dediğini duymadınız mı?” “Evet, bunu Resulullah’tan (s.a.a) duyduk.” dediler.
Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: “Şu hâlde ben, Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, siz ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni memnun etmediniz. Eğer Peygamber’le (s.a.a) karşılaşırsam, mutlaka sizi ona şikâyet ederim.”Ebubekir şöyle dedi: “Ben, Resulullah’ın ve senin öfkenden Allah’a sığınırım, ey Fatıma!” Sonra Ebubekir ağlamaya başladı. Öyle ağladı ki, kahrolacaktı az kalsın. Fatıma (a.s) sözlerini şöyle sürdürdü: “Allah’a yemin ederim ki, kıldığım her namazda ikinize beddua edeceğim.” Ebubekir ağlayarak evden çıktı. İnsanlar Ebubekir’in başına toplandılar. Onlara şöyle dedi: “Herkes eşine sarılarak, ailesinin yanında mutlu bir şekilde gecelerken, beni içinde bulunduğum durumla baş başa bıraktınız. Allah’a yemin ederim ki, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur. Biatinizi benden geri alın.”
Hz. Fatıma Efendimiz (a.s), can verdiği gün bütünüyle yatağa düşmüştü. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Tamamen iskeletten ibaret bir kemik yığınıydı. Babasını rüyasında görmüş, ona şöyle demişti: “Kızım! Bana gel. Seni çok özledim.”Ardından şöyle demişti: “Bu akşam yanıma geleceksin!…”
Uykusundan uyandı, ahiret yolculuğunun hazırlıklarına başladı. Doğru sözlü ve söyledikleri doğrulanan ve “Beni rüyada gören gerçekten görmüştür.” diyen babasından yolculuğa çıkacağını duymuştu. Şu hâlde haberin doğruluğundan kuşkulanmaya, tereddüt etmeye gerek yoktu.
Gözlerini açtı. Bütün gücünü topladı. Ölüm öncesi son silkiniş sürecini yaşıyordu belki de. Gerekli hazırlıkları yapmak için ayağa kalktı. Hayatının bu son saatçiklerini ganimet bildi. Hz. Zehra (a.s) duvara tutunarak evin su bulunan tarafına doğru yürüdü. Titrek elleriyle çocuklarının elbiselerini yıkadı. Sonra çocuklarını çağırdı, başlarını yıkadı. Bu sırada İmam Ali (a.s) eve girdi. Sevgili eşinin hasta yatağından kalktığını, ev işlerini yapmaya başladığını gördü.
İmam (a.s), ona bakınca yüreği sızladı. Fatıma (a.s), sağlıklı zamanlarında bile kendisini yoran ağır işlere bu hâldeyken yeniden koşmuş olduğuna yüreği dayanamadı. Sağlığı bozulduğu hâlde, bu ağır işleri yapmaya kalkmasının sebebini sormasında şaşılacak bir şey yoktu elbette. Fatıma (a.s) da büyük bir açıklıkla, bu günün, hayatının son günü olduğunu, çocuklarının başlarını ve elbiselerini yıkamak için kalktığını söyledi. Çünkü bu günden sonra anneleri olmayacak, yetim kalacaklar. İmam (a.s), bu haberin kaynağını sordu, Fatıma (a.s) gördüğü rüyayı anlattı. Fatıma (a.s) bizzat kendisi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kendi ölüm haberini eşine vermiş oluyordu.
Hayatının bu son demlerinde, uzun süredir, yerine getirilmesini istediği vasiyetini eşine iletmesinin zamanı gelmişti artık.
Ali’ye (a.s) şunları söyledi: “Ey amcamın oğlu! Kuşkusuz, ölüm haberim bana verilmiştir. Durumumun nasıl olacağını bilmesem de, birkaç saat sonra babama kavuşacağım. İçimde sakladığım bazı şeyleri sana vasiyet edeceğim.” Ali (a.s) ona şu karşılığı verdi: “İstediğin şeyi bana vasiyet et, ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı!” Ali (a.s) Fatıma’nın baş ucuna oturdu, evde bulunan diğer kimseleri dışarı çıkardı. Sonra Fatıma (a.s) konuşmaya başladı: “Ey amcamın oğlu! Seninle beraber olduğum günden beri, sana hiç yalan söylemedim ve ihanet etmedim, benimle yaşadığın sürece sana karşı gelmedim.” Ali (a.s) şöyle dedi: “Allah’a sığınırım. Sen, Allah’ı en iyi bilen, iyilik ve takva sahibi, cömert, Allah’tan çok korkan birisin. Allah’a yemin ederim ki, bana karşı gelmişsin diye seni kınayacağım bir davranışın olmamıştır. Senin ayrılığın ve seni yitirmem bana ağır geliyor. Ancak bundan kaçınmamız mümkün değildir. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’ı (s.a.a) kaybetmekle yaşadığım musibetimi yeniledin. Senin ölümün ve seni yitirmem büyük bir musibettir. ‘Biz Allah’tan geldik ve ona döneceğiz.’ Ne feci, ne elem verici, ne yaralayıcı ve ne hüzün verici bir musibettir bu! Bu musibet karşısında hiçbir teselli beni teskin etmez, hiçbir taziye unutturmaz bu acıyı. Bir yıkımdır ki geride hiçbir şey bırakmıyor.”
Sonra birlikte uzun süre ağladılar. İmam, Fatıma’nın başını göğsüne koydu ve şunları söyledi: “Bana istediğini vasiyet et. Bana emrettiğin her şeyi yaptığımı göreceksin. Senin emrini, senin işlerini kendi işlerime tercih edeceğim.” Bunun üzerine Fatıma (a.s) şunları söyledi: “Bana karşı sergilediğin bu davranışından dolayı Allah seni hayırla ödüllendirsin. Ey amcamın oğlu! Öncelikle sana şunu tavsiye ediyorum: Benden sonra evlen… Çünkü erkekler kadınsız edemezler.” Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Bana haksızlık eden şu adamlara cenazemi göstermemeni vasiyet ediyorum. Onlar benim ve Resulullah’ın (s.a.a) düşmanlarıdır. Onların ve onlara tâbi olanların cenaze namazımı kılmalarına izin verme. Cenazemi, gözler uykuya daldığı, herkesin uyuduğu geceleyin defnet.”
Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Ey amcamın oğlu! Başımda ağladıktan sonra, beni yıka, vücudumu açma. Çünkü ben temiz ve temizlenmişim. Üzerime, babam Resulullah’ın (s.a.a) üzerine döktüğünüz kafurdan kalanını dök. Namazımı kıl, sonra akrabalarımdan diğerleri peş peşe gelip kılsınlar. Beni gündüz değil, geceleyin; açıkça değil, kimse görmeden gizlice defnet. Kabrimin izlerini yok et, belli olmasın. Bana zulmeden hiç kimseye cenazemi gösterme. Ey amcamın oğlu! Benden sonra evlenmeden edemeyeceğini biliyorum. Eğer bir kadınla evlenirsen, bir gün ve geceyi ona, bir gün ve geceyi de çocuklarıma ayır. Ey Ebu’l-Hasan! Oğullarımın yüzüne bağırma. Kanadı kırık kimsesiz yetimler gibi görmesinler kendilerini. Çünkü onlar dün dedelerini yitirdiler, bugün annelerini yitirecekler.”
İbn Abbas, Fatıma’nın (a.s) yazılı bir vasiyetini rivayet etmiştir ve bu rivayette şöyle deniyor:
“Bu, Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’nın vasiyetidir. O bu vasiyette bulunurken Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna, kıyamet gününün gelmesinde şüphe bulunmadığına ve Allah’ın kabirlerde bulunan herkesi dirilteceğine şahitlik etmektedir. Ey Ali! Ben, Muhammed’in kızı Fatıma’yım. Allah beni seninle evlendirdi ki, dünya ve ahirette senin olayım. Sen başkalarından daha çok bana yakınsın. Naaşımın üzerine kafur dök, beni yıka ve geceleyin beni kefenle. Namazımı kıl ve cenazemi geceleyin defnet. Hiç kimse bilmesin. Seni Allah’a emanet ediyorum ve çocuklarıma selâm söyle kıyamete kadar.”
Esma bint-i Umeys’ten rivayet edilir ki, Fatımatü’z-Zehra (a.s) Esma’ya şöyle dedi: “Ben ölen kadınların görüntüsünden hiç hoşlanmıyorum. Üzerine bir giysi atıyorlar ve bu giysi onun bütün vücudunu gören herkese gösteriyor.” Esma, “Ey Resulullah’ın (s.a.a) kızı! Habeşistan’da iken gördüğüm bir şeyi sana göstereyim.” dedi ve yaprakları soyulmuş yaş hurma çubuklarının getirilmesini istedi. Sonra getirilen bu çubukları düzeltti ve bunların üzerine bir örtü serdi. Fatıma (a.s) dedi ki: “Ne güzel bir şey bu. Bunun içindeki ölünün kadın mı, erkek mi olduğu belli olmaz.” İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: “İslâm’da ilk tabut uygulaması, Fatıma’nın (a.s) na’şının bir tabuta konulmasıyla başlamıştır. Fatıma (a.s) sonunda vefat ettiği hastalığa yakalanınca, Esma’ya şöyle dedi: ‘Ben iyice zayıfladım. Vücudumda et kalmadı. Ben öldüğümde vücudumu gizleyecek bir şey yapamaz mısın?’ Esma dedi ki: ‘Ben Habeşistan’da iken onların bir şey yaptıklarını görmüştüm, sana da ona benzer bir şey yapayım mı? Eğer beğenirsem, senin için bir tane yaparım.’ Fatıma (a.s), ‘Evet.’ dedi. Bunun üzerine Esma bir divan istedi. Getirilen divanı ters çevirdi. Sonra hurma çubuklarının getirilmesini istedi. Bu divanı, dik tuttuğu çubukların üzerine bağladı, sonra üzerine bir örtü serdi. Esma dedi ki: ‘Onların böyle yaptıklarını görmüştüm.’ Fatıma (a.s) şöyle dedi: Bana da aynısını yap. Beni ört ki Allah da seni ateşten korusun.”
Hz. Fatımatü’z-Zehra (a.s) evin ortasına serili yatağına döndü ve yüzünü kıbleye çevirerek yatağa uzandı.
Söylendiğine göre, Fatıma (a.s) kızları Zeyneb ve Ümmü Gülsüm’ü Haşimoğulları’ndan bir kadının evine gönderir ki, annelerinin ölümünü görmesinler. O, bunları, kızlarına duyduğu şefkatin, merhametin gereği olarak yapıyordu ki, ölüm musibetinin o ağır etkisinden korunsunlar.
İmam Ali, Hasan ve Hüseyin (hepsine selâm olsun) o sırada evin dışındaydılar. Belki de o sırada zorunlu olarak ve belli bir maksada binaen dışarı çıkmışlardı.
Esma’dan rivayet edilir ki, Fatımatü’z-Zehra (a.s) son nefesini vermek üzereyken Esma’ya şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) vefat ederken Cebrail cennetten kafur getirmişti. Resulullah bu kafuru üç kısma ayırdı; bir kısmını kendisi için, bir kısmını Ali için ve bir kısmını da benim için. Kafur kırk dirhemdi.” Sonra şöyle dedi: “Ey Esma! Babamın falan yerde bulunan kafurunun geri kalanını getir ve başımın ucuna koy.” Esma kafuru getirip başının ucuna koydu. Sonra, namaz kılmak için abdest alırken Esma’ya şöyle dedi: “Sürdüğüm kokuyu getir. Namaz kılarken giydiğim elbiselerimi getir.” Sonra abdest aldı. Örtüyü üzerine serdi ve şöyle dedi: “Biraz bekle, sonra beni çağır. Cevap verdiysem bir şey yok demektir. Ama cevap vermediysem, bil ki babamın yanına gitmişim. O zaman hemen Ali’yi çağır.”
Artık ölüm anı iyice yaklaşınca, perde kalktı ve Fatıma Efendimiz (a.s) keskin bir bakış yöneltti ve şöyle dedi: “Cebrail’e selâm olsun. Resulullah’a selâm olsun. Allah’ım, Resul’ünün yanına al. Allah’ım, hoşnutluğuna, katına, yurduna, esenlik yurduna al…” Sonra şöyle dedi: “Şu gök halkının kervanıdır. Şu, Cebrail; şu da Resulullah’tır (s.a.a); bana sesleniyor: Kızım! Gel! Burada seni karşılayacak şey senin için daha hayırlıdır.” Gözlerini açtı ve şöyle dedi: “Ve aleyke’s-selâm, ey ruhları kabzeden! Acele et, bana acı verme.” Ve ardından şöyle dedi: “Gelişim sana olsun Rabbim, ateşe değil.” Göz kapakları yumuldu, elleri yana düştü, ayakları boylu boyunca uzanıverdi.
Esma seslendi, cevap vermedi. Yüzündeki örtüyü kaldırdı. Fatıma (a.s), hayattan ayrılmıştı. Üzerine kapandı, bir yandan öpüyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Fatıma! Baban Resulullah’ın (s.a.a) yanına gittiğin zaman Esma bint-i Umeys’ten selâm söyle.”
Hasan ve Hüseyin eve geldiklerinde annelerinin üzerinin örtülmüş olduğunu gördüler. Dediler ki: “Ey Esma! Annemiz bu saatte niçin uyuyor?” Esma dedi ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğulları! Anneniz uyumuyor; o, bu dünyadan ayrıldı.”
Hasan annesinin üzerine kapandı. Bir yandan öperken, bir yandan da şöyle dedi: “Anneciğim! Ruhum bedenimden ayrılmadan bir kez daha benimle konuş!” Hüseyin, annesinin ayaklarını öpüyor ve şöyle diyordu: “Ben oğlun Hüseyin! Kalbim çatlayıp ölmeden önce konuş benimle!”
Esma, Hasan ve Hüseyin’e dedi ki: “Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğulları! Gidin babanıza annenizin öldüğünü haber verin.” Hasan ve Hüseyin mescidin yakınlarına kadar geldiler. Artık kendilerini tutamayıp yüksek sesle ağlamaya başladılar. Bu sırada bazı sahabeler yanlarına gelip, neden ağladıklarını sordular. “Annemiz Fatıma öldü.” dediler. Bunu duyan İmam Ali (a.s) yüzü koyun yere kapandı: “Kim bana teselli verecek, ey Muhammed’in kızı!”
Hz. Ali’nin (a.s) evinden ağlama sesleri yükseldi. Medine, erkeklerin ve kadınların ağlama sesleriyle çınlıyordu. İnsanlar, Resulullah’ın (s.a.a) vefat ettiği günkü gibi bir dehşet anını yaşıyorlardı. Haşimoğulları’nın kadınları Fatıma’nın (a.s) evinde toplandılar, feryat ettiler, ağladılar. İnsanlar akın akın Ali’yi (a.s) ziyarete geldiler. Ali (a.s) oturmuş, Hasan ve Hüseyin (a.s) dizinin dibinde için için ağlıyorlardı. Ümmü Gülsüm dışarı çıktı. Şöyle diyordu: “Babacığım! Ya Resulallah! İşte şimdi seni, bir daha buluşmamak üzere gerçekten seni kaybettik.”
Halk toplanmış, hıçkırıklarla ağlaşıyorlardı. Cenazenin evden çıkarılmasını ve namazını kılmayı bekliyorlardı. Ebuzer dışarı çıktı, “Dağılın. Resulullah’ın (s.a.a) kızının cenazesinin evden çıkarılması akşam geç vakitlere ertelendi.” dedi. Ebubekir ve Ömer gelip Ali’ye (a.s) baş sağlığı dilediler ve şöyle dediler: “Ey Ebu’l-Hasan! Resulullah’ın (s.a.a) kızının cenaze namazını bize haber vermeden kılma.” Bunun üzerine toplanan halk dağıldı. Cenaze merasiminin ertesi sabah yapılacağını sanıyorlardı. (Rivayete göre Hz. Fatıma (a.s) ikindi namazından sonra veya gecenin ilk saatlerinde vefat etti.)
Fakat İmam Ali (a.s), Fatıma’nın (a.s) cenazesini o gece yıkadı, kefenledi. Esma da ona yardım ediyordu. Sonra, “Hasan! Hüseyin! Zeyneb! Ümmü Gülsüm! Gelin, son kez annenizi ziyaret edin. Çünkü bu, ayrılma anıdır ve buluşma cennette olacaktır…” Bir süre geçtikten sonra İmam Ali onları annelerinin cenazesinden uzaklaştırdı.
Ardından cenaze namazını kıldı ve ellerini göğe kaldırarak şöyle seslendi: “Allah’ım! Bu, Peygamber’inin (s.a.a) kızı Fatıma’dır. Onu karanlıklardan nura çıkardın. Böylece o her tarafı aydınlattı.
Bütün sesler kesilip gözler uykuya dalınca, gecenin bir yarısında Emirü’l-Müminin (a.s), Abbas, Fadl b. Abbas ve bir dördüncü şahıs bu narin cenazeyi alıp götürüyorlardı. Hasan, Hüseyin, Akil, Selman, Ebuzer, Mikdad, Büreyde ve Ammar da cenazeye eşlik ediyorlardı.
Ali (a.s) kabre indi. Resulullah’ın (s.a.a) ciğerparesini aldı ve lahdine yanı üstü yerleştirdi. Şöyle dedi: “Ey toprak! Emanetimi sana emanet ediyorum. Bu, Resulullah’ın (s.a.a) kızıdır. Bismillahirrahmanirrahim. Bismillah ve billah ve alâ millet-i Resulillah Muhammedi’bn-i Abdillah. (Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın adı, Allah’ın yardımı ve Allah’ın elçisi Muhammed b. Abdullah’ın dini üzere.) Ey Sıddıka (dosdoğru kadın)! Seni, sana benden daha evlâ/yakın olana teslim ediyorum. Allah’ın senin için razı olduklarına ben de senin için razıyım.” Sonra şu ayeti okudu: “Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Sonra kabirden çıktı. Oradakiler Nebevî incinin üzerini toprakla örtmeye başladılar. İmam Ali (a.s) de mezarın belli olmaması için toprağı iyice yaydı, dümdüz yaptı.
Defin töreni acele bir şekilde tamamlandı. Halkın görüp mezarlığa akın etmesinden korkuyorlardı. İmam (a.s) mezarın toprağından elini silkelerken, Resulullah’ın (s.a.a) ciğerparesini yitirmekten dolayı büyük bir üzüntüye kapıldı. Sevgi pınarı eşiydi o. Birlikte saflık, temizlik, fedakârlık ve başkalarını kendilerine tercih etme gibi erdemlerin hâkim olduğu mutlu bir hayat yaşamışlardı. Fatıma (a.s) onun uğruna ne korkular ve ne zorluklar çekmişti. Göz yaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Sonra yüzünü Resulullah’ın (s.a.a) kabrine çevirdi ve şöyle dedi:
“Benden sana selâm olsun ya Resulallah! Kızından, sevgilinden, gözünün aydınlığından, ziyaretçinden, hemen yanı başındaki yerde yatıp bizden ayrılan, Allah’ın çok çabuk bizden koparıp sana kavuşturduğu ciğerparenden sana selâm olsun. Ya Resulallah! Seçkin kızından dolayı sabrım azaldı, âlemin kadınlarının efendisinin ayrılığı karşısında tahammülüm kalmadı. Fakat senin ayrılığında (zorluklara karşı sabretmedeki senin) sünnetine uymamdır beni teselli eden. Son nefesini göğsümde verirken gözlerini ben kendi ellerimle kapattım ve seni kabrine ben yerleştirdim ve bütün işlerini ben üstlendim.”
“Evet, Allah’ın kitabında benim için bu zorlukları kabullenmenin en güzel ifadesi vardır: ‘Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.’ Artık emanet iade edildi ve rehine (bedenin tutsağı olan ruh) geri alındı. Zehra’yı kaptırdım. Onun ayrılığından sonra yer ve gök ne çirkindir, nasıl da toz duman gibi görünür, ya Resulallah!”
“Hüznüme gelince, sonsuzdur; gecelerimi ise uykusuz geçirmekteyim. Allah, senin şu anda bulunduğun yurda beni de almadıkça bu hüzün yüreğimi terk edecek değildir. Derin bir yara gibi yakıcı bir hüzündür bu. Daima diri ve kavurucu bir kederdir. Allah ne çabuk bizi birbirimizden ayırdı! Şikâyetim Allah’adır. Ümmetinin nasıl üzerime çullandığını kızın sana anlatacaktır. Nasıl onun haklarını çiğnediklerini de. Ona sor, durumu ondan öğren. Göğsünde ne birikmiş öfkeler vardı ki, bunları dışarı atacak bir yol bulamıyordu. O söyleyecek ve hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah da hükmedecektir. Selâm ikinize olsun ya Resulallah! Bu bir veda edenin selâmıdır, bıkkınlık ve sorumluluktan kaçanın selâmı değil. Eğer dönüp gidiyorsam, bunun sebebi usanmışlığım değildir. Şayet burada bekliyorsam, bunun sebebi de Allah’ın sabredenlere vaat ettiği ödülden ümidimi kesmem değildir. Sabır daha güvenli ve daha güzeldir çünkü.”
“İstilacıların bize baskın çıkmaları olmasaydı, kabrinin başını mesken edinir, oradan ayrılmazdım. Orada yalnızlığa çekilir ve beklerdim. Oğlunu yitirmiş bir anne gibi, musibetin büyüklüğüne oturur ağlardım. Allah’ın yardımı ve gözetimi altında kızın gizlice defnedildi. Zorbalıkla hakları çiğnendi onun. Herkesin gözü önünde ona kalan mirasa el konuldu. Senin hatırını dinleyen olmadı. Kimse seni aklına bile getirmedi. Allah’adır şikâyetimiz -ya Resulallah-! Sendedir tesellilerin en güzeli -ya Resulallah-! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun (Fatıma’nın) ve senin üzerine olsun.”
Sabah olunca insanlar, Hz. Zehra’nın (a.s) cenaze merasimine katılmak üzere Ali’nin (a.s) evine doğru akın ettiler. Bu sırada Resulullah’ın (s.a.a) sevgili kızının geceleyin, kimseye haber verilmeden gizlice defnedildiğini duydular.
İmam Ali (a.s) Bakî mezarlığında yedi veya daha fazla mezarın üzerindeki toprağı düzeltmiş, Fatıma’nın mezarını böylece gizlemişti. Bakî o günden günümüze kadar Medinelilerin defnedile geldiği bir mezarlıktır. Bu yüzden insanlar hemen Bakî mezarlığına yöneldiler. Fatıma’nın mezarını aradılar. Ancak mezarı bulamıyorlardı. Âlemin kadınlarının efendisinin gerçek mezarının hangisi olduğunu belirleyemediler. Bir gürültüdür gidiyordu. Birbirlerini kınamaya başladılar. Şöyle diyorlardı: “Peygamber’inizden (s.a.a) yadigâr olarak size kızı kalmıştı. O, ölünce de yanı başında olmadınız, namazını kılmadınız, üstelik mezarının da nerede olduğunu bilmiyorsunuz.” Bazıları şöyle dediler: “Müslüman kadınları çağırın şu toprağı dümdüz edilmiş mezarları açsınlar. Böylece Fatıma’nın (a.s) na’şını çıkarıp namazını kılarız.”
Rivayet edilir ki, Ebubekir ve Ömer halk ile beraber Fatıma’nın namazını kılmak için geldiklerinde, Mikdad çıkıp şöyle dedi: “Fatıma’yı dün gece defnettik.” Bunun üzerine Ömer Ebubekir’e dönerek, “Sana bunu yapacaklarını söylemedim mi?” dedi. Abbas şöyle dedi: “Fatıma, ikinizin kendisine cenaze namazı kılmamanızı vasiyet etmişti.” Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “-Ey Haşimoğulları!- Bize karşı beslediğiniz kadim kıskançlığınızı hiçbir zaman terk etmeyeceksiniz. Bu, içinizdeki kinin bir göstergesidir ki, hiçbir zaman yok olmayacaktır. Allah’a yemin ederim ki, onun kabrini açıp cenazesini çıkaracağım ve namazını kılacağım.
Topluluğun, Fatıma’nın (a.s) mezarını açmaya çalıştığı haberi İmam Ali’ye (a.s) ulaştı. Bunun üzerine savaşlarda giydiği sarı kaftanını giydi. Zülfikâr’ı alarak yola çıktı. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Şah damarı öfkesinin şiddetinden kabarmış, çatlayacak gibi olmuştu. Bakî mezarlığına doğru gitti.
Ali’nin Bakî mezarlığına geldiği haberi oradakilere ulaştı. Biri seslendi: “Gördüğünüz gibi bu, Ali b. Ebu Talib’tir geliyor. Allah’a and içiyor ki, eğer şu mezarlardan birinin taşı yerinden oynatılırsa, bu işe ön ayak olanların boyunlarını kılıcıyla vuracak.” Bunun üzerine bir adam şöyle dedi: “Ne oluyor sana ey Ebu’l-Hasan! Allah’a yemin ederim ki, onun kabrini açacağız ve na’şını çıkararak namazını kılacağız.” Hz. Ali (a.s) adamın yakasından tuttu, silkeledi, sonra tutup yere fırlattı ve dedi ki: “Bana bak, kara kadının oğlu! Ben hilâfet hakkımdan vazgeçtim, çünkü insanların dinden dönmelerinden korktum. Ama Fatıma’nın kabrine gelince, Ali’nin canını elinde tutana andolsun ki, eğer sen ve arkadaşların ondan bir şey atarsanız, şu toprağı sizin kanlarınızla sulayacağım.”
Ebubekir atıldı ve “Ey Ebu’l-Hasan! Resulullah ve Fatıma hakkı için onu bırak. Senin istemediğin bir şeyi yapmayacağız.” dedi. Bunun üzerine İmam Ali (a.s) adamı bıraktı ve insanlar da dağılıp gittiler.
HİDAYET ÖNDERLERİ/ HZ. FATIMA - 3. CİLTTEN ÖZETTİR.

CAN PARÇASI FATIMATU’Z-ZEHRA (AS) KİMDİ?
Birinci Bölüm: İbadet Meleği
1- Kalbinin İmanla Dolu Olması Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
“Allah-u Teala, kızım Fatıma’nın kalbini ve bütün organlarını, kıkırdağına kadar imanla doldurmuştur; işte bundan dolayı kendini Allah’ın itaatine atamıştır.”[1]
2- Zehra Lakabıyla Adlanmasının Sebebi Ravi diyor ki:
İmam Sadık (a.s)’a; “Neden Fatıma (a.s) “Zehra” lakabıyla adlandı?” diye sorduğumda şöyle buyurdular:
“Fatıma (a.s)’ın “Zehra” lakabıyla adlanmasının sebebi şudur ki; Fatıma (a.s)mihrapta ibadete durduğunda, yıldızların yeryüzü halkına nur saçtığı gibi onun nuru da gökyüzü ehline öyle saçıyordu.”[2]
3- Fatıma (a.s)’dan Daha Çok İbadet Eden Yoktu Hasan-ı Besri şöyle diyor:
“Bu ümmet arasında Hz. Fatıma (a.s)’dan daha abit (çok ibadet eden) biri yoktu. Namazda o kadar duruyordu ki, ayakları şişirdi.”[3]
4- Allah’tan Korkması İrşad’ul- Kulub’da şöyle nakledilmiştir:
“Hz. Fatıma (a.s), namazında Allah korkusundan ard arda nefes alıyordu (nefes alıp vermesi güçleşiyordu).”[4]
5- Müminleri kendisine Tercih Etmesi İmam Musa bin Cafer (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s) dua ettiğinde, mümin erkek ve kadınlara dua ederdi; ama kendisine dua etmezdi. ‘Ey Resulullah’ın kızı! Siz neden halk için dua ediyor da kendiniz için dua etmiyorsunuz?’ dediklerinde; “Önce komşu, sonra evin içi” buyuruyordu.”[5]
6- Kadir Gecesine Önem Vermesi Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“Fatıma (a.s) kadir gecesi, ev halkından hiç kimsenin yatmasına müsaade etmezdi; az yemek vermekle onların yatmamasını sağlıyor, kendisi de bu gecenin ihyası için hazırlanıyor ve buyuruyordu ki: “Mahrum, bu gecenin bereketlerinden mahrum kalan kimsedir.”[6]
7- Duanın İsticabet Vaktini Gözetmesi Hz. Fatıma (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben, Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duydum: “Cuma günü öyle bir saat vardır ki, kim onu gözetler de o anda Allah’tan hayır dilerse, Allah-u Teala istediği şeyi ona bağışlar…” O vakit, güneşin yarısının battığı andır.”
Hz. Fatıma (a.s) hizmetçisine şöylebuyuruyordu: “Git tepenin üzerine çık, güneşin yarısının battığını gördüğünde dua etmem için bana haber ver.”[7]
8- Cebrail’in Öğrettiği İki Rek’at Namaz İmam Sadık (a.s) buyurdular ki:
“Annem Fatıma (a.s)’ın sürekli kıldığı iki rekat namaz vardı; bu namazı Cebrail ona öğretmişti. İlk rekatta “Hamd” suresinden sonra yüz defa “Kadir” suresini, ikinci rekatta ise “Hamd” suresinden sonra yüz defa “İhlas” suresini okurdu.
Bu namazı kılıp selam verdikten sonra, Hz. Fatıma (a.s)’ın tesbihini (zikrini) de söyle.”[8]
9-Dünyadan Daha Değerli Zikir “Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s)’a, Resulullah (s.a.a)’in yanına gidip O’ndan bir hizmetçi istemesini emretti (önerdi). Bunun üzerine Hz. Fatıma (a.s) Resulullah (s.a.a)’in yanına giderek şöyle dedi:
“Ya Resulullah! El değirmeni beni zahmet ve meşakkate uğratmıştır.” Bu esnada ellerindeki değirmen izini Resulullah’a göstererek O’ndan kendisine bir hizmetçi vermesini istedi.
Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular:
“Ya Fatıma! -Hizmetçi yerine- dünya ve dünyadaki olan şeylerden daha hayırlı olan bir şeyi sana öğreteyim mi? Yatmaya gittiğinde otuz dört kez “Allah-u Ekber”, otuz üç kez “el-hamdu lillah”, otuz üç kez de “Subhanellah” söyle.”[9]
10- Topraktan Olan Tesbihi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma (a.s)’ın tesbihi, tekbirler (34) sayısınca düğümlenen bir yün ipinden ibretti. Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hamza şehit olana dek bu ipi elinde döndürerek tekbir ve tesbih diyordu. Hz. Hamza şehit olduktan sonra onun kabrinin toprağından bir tesbih yaptı. Artık ondan sonra tesbih yapmak halk arasında yaygınlaştı.”[10]
İkinci Bölüm: Nurun Sâyesinde
11- Hatice’nin Yadigârı
Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı, onun zahit, abide ve Hatice’den de bir yadigâr olduğundan dolayı çok severdi.”[11]
12- Edep Kaynağı Ümmü Seleme diyor ki:
“Ben Resulullah (s.a.a) ile evlendiğimde… kızı Fatıma’nın işlerini bana havale etti; ben de ona yol gösterip onu eğitmek ve ona yaşayış adabı öğretmek istiyordum. Allah’a and olsun ki, o yaşayış adabını ve bütün şeyleri benden daha iyi biliyordu.”[12]
13- Resulullah’a Benzemesi Ve Hazretin Ona Gösterdiği Hürmet Aişe diyor ki:
“Allah’ın kullarından, konuşma ve söz açısından Fatıma kadar Resulullah’a benzeyen bir kimse görmedim. Resulullah’ın yanına geldiğinde, Resulullah (s.a.a) onun elinden tutarak onu öpüyor, ona hoş geldin diyor ve onu kendi yerinde oturtuyordu. Peygamber (s.a.a) de Fatıma’nın yanına gittiğinde, Fatıma ayağa kalkarak Hazrete hoş geldiniz deyip elinden tutarak onu öpüyordu.”[13]
14- Resulullah’ın Yolunu Beklemesi Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) sefere gittiğinde, Resulullah’ın seferden dönme haberi Fatıma (a.s)’a ulaştığında, Fatıma (a.s) kapının önüne çıkarak Resulullah (s.a.a)’i bekliyordu. Resulullah’ı gördüğünde O’nu karşılamaya gidip yüzünden öpüyordu.”[14]
15- Resulullah’ı Savunması Ravi diyor ki:
“Kureyiş’in düşmanlığı, (Ebu Talib’in vefatından sonra) Resulullah’a karşı şiddetlendiğinde, Fatıma (a.s), müşriklerin ve Kureyş ahmaklarının hile ve eziyetleri karşısında Resulullah (s.a.a)’i savunuyordu. Bir gün… (müşriklerden Amr As ve Ukbe gibi birkaç kişi) ceninin rahimdeki eşi denen deriyi kaldırıp, Resulullah (s.a.a) Ka’be’nin kenarında secde ettiği halde iken O’nun başına bıraktılar. Bu durumu gören Fatıma (a.s) ağladığı halde gelerek onu babasının başından kaldırıp bir kenara attı.”[15]
16- Sırrı Koruması Aişe şöyle diyor ki:
“Fatıma, Resulullah’ın hastalandığı sırada onun ziyaretine geldi; onun yürüyüşü sanki Resulullah’ın yürüyüşüydü. Resulullah (s.a.a) onun kulağına gizlice bir söz söyledi, bunun üzerine Fatıma ağladı. Daha sonra yine Resulullah (s.a.a) onun kulağına gizlice bir şey söyledi, bu defasında güldü… Resulullah’ın ona ne dediğini sorduğumda; “Resulullah’ın sırrını açığa vurmam” dedi.[16]
Üçüncü Bölüm: Sade Yaşayışı ve Kocasına Karşı Davranışı
17- Mihriyesi İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın mihriyesi, çizgili eski bir çarşaf (veya elbise) ve ağır bir zırh idi; evinin sergisi ise yere serdiklerdi ve üzerinde yattıkları bir koç pustu idi.”[17]
18- Hz. Ali Açısından Hz. Fatıma Hz. Ali (a.s), bir konuşmasında buyurmuştur ki:
“…Allah’a and olsun ki, ben Fatıma’yı asla öfkelendirmedim ve Allah onun ruhunu alana dek asla onu -sevmediği- bir işe zorlamadım. O da asla beni öfkelendirmedi; hiçbir işte bana karşı çıkmadı. Ben ona baktığımda, bütün gam ve üzüntüler benden gideriliyordu.”[18]
19- Ev İşlerinde Yardımlaşmaları İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“-Ev işlerinde- Hz. Ali (a.s) su ve odun temin ediyordu; Fatıma (a.s) da buğdayı un yapıyor, hamur ediyor, ekmek pişiriyor ve yırtık elbiseleri yamıyordu.”[19]
20- İşlerin Bölünmesi İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“-Ev işlerinin taksiminde- Hz. Fatıma (a.s) ev içindeki olan işleri; (yani) hamur etmek, ekmek pişirmek ve evi süpürmek (gibi) işlerin sorumluluğunu üstlendi; Hz. Ali (a.s) da evin dışındaki; yani odun getirmek ve yemek (malzemeleri) temin etmek (gibi) işleri temin etmeyi üstlendi.”[20]
21- Marifet ve Fedakarlığı Bir gün Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s)’a; “Evde, bana verecek bir yemek var mı?” diye sordu. Fatıma (a.s) cevaben; “İki gündür ki -seni kendime, Hasan ve Hüseyin’e tercih ettiğim şeyden başka- evde herhangi bir yiyecek şey yoktur.” dedi. Hz. Ali (a.s); “Neden, bir şey temin etmek için bu durumu bana bildirmedin?” diye sorduğunda, Hz. Fatıma (a.s) cevaben; “Ya Ebe’l- Hasan! Temin edemeyeceğin bir şeyi sağlamakta zahmete düşmen hususunda Rabbimden utanıyorum.” dedi.
22- Sade Yaşayışı Hz. Fatıma (a.s) uzun bir konuşmasında şöyle buyurmuştur:
“…Ya Resulellah! Selman benim elbiseme şaşırıyor![21] Seni hak olarak gönderen Allah’a and olsun ki, beş yıldır ki, benim ve Ali’nin, gündüzleri üzerine develer için ot döktüğümüz, geceleyin de serip üzerinde yattığımız bir koç postundan başka bir şeyimiz yoktur; yastığımız da hurma lifiyle doludur.”[22]
Dördüncü Bölüm: Ev Hanımı
23- Kaynana ve Gelinin Yardımlaşmaları
Ravi diyor ki:
“Hz. Ali (a.s), annesi Esed kızı Fatıma’ya; “-Anneciğim!- Su getirmek gibi evin dış işlerinde sen Resulullah’ın kızı Fatıma’ya yardımcı ol; o da un öğütmek, hamur yapmak gibi evin iç işlerinde sana yardımcı olur.” buyurdular.” [23]
24- Evdeki Hizmeti Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“…Hz. Fatıma (a.s), kırbayla o kadar su taşıdı ki, kırbanın başı göğsünde iz bıraktı; o kadar el değirmeniyle un öğüttü ki, elleri kabardı; o kadar evi süpürdü ki, tozdan dolayı elbisesi bozardı; kazanın altında o kadar ateş yaktı ki, elbisesi karalaştı.”[24]
25- Tahammülü ve Şükrü Ravi diyor ki:
“Bir gün Resulullah (s.a.a.) Fatıma’yı, üzerine deve çulu atıp elleriyle hamur ettiğini ve aynı zamanda da çocuğuna süt verdiğini görünce gözleri dolarak şöyle buyurdular:
“Kızım! Ahiretin tatlılığı için dünyanın tatsızlığına tahammül et.”
Fatıma (a.s) da cevaben; “Ya Resulellah! Allah’ın lütuf ve nimetlerine karşı O’na hamd ve şükürler olsun.” dedi.[25]
26- Hizmetçilerine Karşı İnsafı Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) savaşların birinde -kızıl denizin sahilinde- bir grup insanları esir aldı… Medine’ye döndüğünde Fatıma (a.s)’ı çağırtıp esir cariyelerden birinin elini onun eline bırakarak; “Ya Fatıma! Bu cariye senindir; ama onuincitme; zira ben onun namaz kıldığını gördüm…” buyurdular.
Fatıma (a.s), Resulullah (s.a.a)’in o cariyeye olan teveccüh ve tavsiyesini görünce şöyle dedi: “Ya Resulullah! Bir gün ben çalışacağım, bir gün de o.” Resulullah (s.a.a), Fatıma (a.s)’ın bu sözünü duyunca gözleri yaşla doldu.”[26]
27- Adaletle Davranışı Salman-i Farisi diyor ki:
“Bir gün Fatıma (a.s) el değirmeninin önünde oturup onunla arpa öğütüyor ve değirmenin destesine ise elinin kanı akıyordu; Hüseyin de evin bir köşesinde ağlıyordu. Onun bu halini görünce; “Ey Resulullah’ın kızı! Elin yaralanmış, Fizze ise buradadır! (Neden ondan yardım almıyorsun?) dediğimde buyurdular ki:
“Resulullah (s.a.a), bir gün onun, bir gün de benim çalışmamı tavsiye etmiştir; işte dün onun çalışma sırasıydı!”[27]
28- Başörtüsü İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), cennet kadınlarının hanım efendisidir; onun başörtüsü bu kadardı (eliyle pazısına işaret etti)” [28]
Beşinci Bölüm: Örnek İnsan 29- Doğruluk ve Sadakati Aişe diyor ki:
“Fatıma’dan, babası hariç daha doğru konuşan ve daha sadakatli olan bir kimse görmedim.”[29]
30- Resulullah’a Benzerliği Aişe diyor ki:
“Vakar, Hal-hareket, davranış ve oturup kalkma açısından Fatıma kadar Resulullah’a daha çok benzeyen bir kimse görmedim.”[30]
31- Şehitlerin Mezarına Gitmesi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), her Cumartesi sabahı şehitlerin mezarına gidip orada Hz. Hamza’nın kabrinin başucunda durarak onun için Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyordu.”[31]
32- Şehid Eserini Koruması İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma (a.s), “Sürekli Hamza’nın kabrini ziyaret eder, onu onarır ve düzeltirdi; bir taşla da ona nişane koymuştu.”[32]
33- Cephe Arkasındaki Hizmetleri Vakidî şöyle diyor:
“Muhammed bin Muslime, Hz. Fatıma (a.s)’ın da içlerinde bulunduğu on dört kadınla birlikte yaralıları tedavi etmek için Medine’den çıkıp savaş cephesine (Uhud’a) gelmişlerdi. Onlar omuzlarında yemek ve su taşıyorlardı; yaralılara su verip onları tedavi ediyorlardı.”[33]
34- Meleklerin O’nunla Konuşması İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın “Muhaddese” lakabıyla adlanmasının sebebi şudur ki; melekler gökten inip İmran kızı Meryem’i çağırdıkları gibi onu çağırarak şöyle derlerdi:
‘Ey Fatıma! Allah Teala seni seçmiş, seni tertemiz kılmış ve seni bütün kadınlardan üstün kılmıştır. Ya Fatıma! Rabbine ibadet ve itaat et; O’na secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.’
O meleklerle konuşuyordu, melekler de onunla konuşuyorlardı.”[34]
Altıncı Bölüm: Hüznü Ve Dertleri 35- Hicran Derdi Rivayet etmişlerdir ki:
“Hz. Fatıma (a.s), babası Resulullah’tan sonra, sürekli olarak şiddetli baş ağrısından dolayı başı sarıklı, cismi zayıf, organları çökmüş, gözü yaşlı ve kalbi yanık idi; saatten saate baygınlık geçiriyordu.”[35]
36- Çok Ağlayanlardan Biri Olması İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Çok ağlayanlar beş kişidir: Adem, Yakub, Yusuf, Fatıma ve Ali bin Hüseyin (aleyhim’us- selam)…
Hz. Fatıma’ya gelince; Resulullah (s.a.a)’in ölümünden dolayı O’na o kadar ağladı ki, Medine halkı, onun ağlamasından rahatsız olduklarından dolayı; “Çok ağlamanla bizi rahatsız ediyorsun” demeye başladılar. Fatıma (a.s) onların bu sözlerinden dolayı Uhud şehitlerinin mezarlarına doğru gidip orada istediği kadar ağlayıp sonra evine dönüyordu.”[36]
37- Yüzünün Gülmemesi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın, Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra tebessüm etmesi ve yüzünün gülmesi görülmemiştir. Her hafta iki defa yani Pazartesi ve Perşembe günleri şehitlerin mezarlığına giderek (geçmişleri hatırlayıp); “Peygamber (s.a.a) burada durmuştu, müşrikler ise orada durmuşlardı.” diyordu.”[37]
38- Keder ve Hüznü İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a)’den sonra 75 gün yaşadı. Bu müddet içerisinde babasından ayrıldığından dolayı çok kederlenip mahzun oluyordu. Bundan dolayı Cebrail gelerek ona teselli veriyor ve babasının makam ve mevkisinden ve ondan sonra evlatları hakkındaki vuku bulacak hadiselerden haber veriyordu ona; Hz. Ali de onları yazıyordu.”[38]
39- Mazlumiyeti Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma, sürekli olarak mazlumdu, hakkından men edilmişti, mirasından uzaklaştırılmıştı, Resulullah (s.a.a)’in onun hakkındaki tavsiyesi gözetilmemişti, Peygamber ve yüce Allah’ın Fatıma’ya nispetle olan hakkı riayet edilmemişti. Allah Teala hakim ve zalimlerden intikam alıcı olarak yeter.”[39]
40- Ebedi Bir Öfke Ravi diyor ki:
“İmam Hasan-ı Mucteba (a.s)’ın torunlarından Abdullah bin Musa’nın yanına gelerek ondan Ebu Bekir ve Ömer hakkında soru sorduk. Cevaben şöyle dedi:
“Ceddim (dedem) Abdullah bin Hasan’ın verdiği cevabı size vereceğim. Ceddimden bu soru sorulduğunda cevaben şöyle dedi:
“Annemiz (Hz. Fatıma- a.s-) sıddika (doğru konuşan) birisi idi; mürsel Peygamberin de kızı idi. O bir grup kimselere gazaplı olduğu halde vefat etti; biz de onun (onlara karşı) gazap ve öfkesinden dolayı gazaplı ve öfkeliyiz.”[40]
[1]- Delail’ul- İmamet, s. 139, H. 47.
[2]- İlel’uş- Şerayi, c. 1, s. 215.
[3]- Menakıb, c. 3, s. 341.
[4]- İrşad’ul- Kulub, s. 105.
[5]- İlel’uş- Şerayi, c. 1, s. 216.
[6]- Deaim’ul- İslam, c. 1, s. 282.
[7]- Meani’l- Ahbar, s. 399.
[8]- Cemal’ul- Usbû’, s. 173.
[9]- Kenz’ul- Ummal, c. 2, s. 57.
[10]- Vesail’uş- Şia, c. 4, s. 1033.
[11]- Müstedrek-i Avalim, c. 1, s. 450.
[12]- Delail’ul- İmamet, s. 82.
[13]- Ikd’ul- Ferid, c. 3, s. 230.
[14]- Keşf’ul- Ğumme, c. 1, s. 145.
[15]- İhkak’ul- Hak, c. 25, s. 289; Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 6, s. 282.
[16]- Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c. 6, s. 282.
[17]- Kafî, c. 5, s. 378.
[18]- Keşf’ul- Ğumme, c. 1, s. 363.
[19]- Kafî, c. 8, s. 165.
[20]- Tefsir-i Ayyaşî, c. 1, s. 171. İşlerin taksimi, Esed kızı Fatıma’nın Hicri 4. Yılda vefatından sonra gerçekleşmiştir.
[21]- Nakledildiğine göre, o elbisenin on iki yamağı varmış!
[22]- Dürr’ul- Vakiye, s. 275.
[23]- Ensab’ul- Eşraf, c. 2, s. 37, h. 36.
[24]- İlel’uş- Şerayi, c. 2, s. 65.
[25]- Menakıb, c. 3, s. 342.
[26]- Maktel’ul- Hüseyin (a.s), s. 69.
[27]- Haraic ve Cerâih, s. 530.
[28]- Makarim’ul- Ahlak, s. 94.
[29]- Menakıb, c. 3, s. 341.
[30]- Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 466, h. 3898.
[31]- Tehzib, c. 1, s. 465.
[32]- Vefa’ul- Vafa, c. 3, s. 932.
[33] – Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 15, s. 36
[34] – İlel’uş- Şerayi, s. 216.
[35] – Menakıb, c. 3, s. 362.
[36] – Hısal, s. 272, h. 15.
[37] – Kafi, c. 6, s. 561.
[38] – Kafi, c. 1, s. 458.
[39]- Emali- yi Şeyh Tusi, s. 155.
[40]- Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 6, s. 49.
1- Kalbinin İmanla Dolu Olması Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
“Allah-u Teala, kızım Fatıma’nın kalbini ve bütün organlarını, kıkırdağına kadar imanla doldurmuştur; işte bundan dolayı kendini Allah’ın itaatine atamıştır.”[1]
2- Zehra Lakabıyla Adlanmasının Sebebi Ravi diyor ki:
İmam Sadık (a.s)’a; “Neden Fatıma (a.s) “Zehra” lakabıyla adlandı?” diye sorduğumda şöyle buyurdular:
“Fatıma (a.s)’ın “Zehra” lakabıyla adlanmasının sebebi şudur ki; Fatıma (a.s)mihrapta ibadete durduğunda, yıldızların yeryüzü halkına nur saçtığı gibi onun nuru da gökyüzü ehline öyle saçıyordu.”[2]
3- Fatıma (a.s)’dan Daha Çok İbadet Eden Yoktu Hasan-ı Besri şöyle diyor:
“Bu ümmet arasında Hz. Fatıma (a.s)’dan daha abit (çok ibadet eden) biri yoktu. Namazda o kadar duruyordu ki, ayakları şişirdi.”[3]
4- Allah’tan Korkması İrşad’ul- Kulub’da şöyle nakledilmiştir:
“Hz. Fatıma (a.s), namazında Allah korkusundan ard arda nefes alıyordu (nefes alıp vermesi güçleşiyordu).”[4]
5- Müminleri kendisine Tercih Etmesi İmam Musa bin Cafer (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s) dua ettiğinde, mümin erkek ve kadınlara dua ederdi; ama kendisine dua etmezdi. ‘Ey Resulullah’ın kızı! Siz neden halk için dua ediyor da kendiniz için dua etmiyorsunuz?’ dediklerinde; “Önce komşu, sonra evin içi” buyuruyordu.”[5]
6- Kadir Gecesine Önem Vermesi Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“Fatıma (a.s) kadir gecesi, ev halkından hiç kimsenin yatmasına müsaade etmezdi; az yemek vermekle onların yatmamasını sağlıyor, kendisi de bu gecenin ihyası için hazırlanıyor ve buyuruyordu ki: “Mahrum, bu gecenin bereketlerinden mahrum kalan kimsedir.”[6]
7- Duanın İsticabet Vaktini Gözetmesi Hz. Fatıma (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben, Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duydum: “Cuma günü öyle bir saat vardır ki, kim onu gözetler de o anda Allah’tan hayır dilerse, Allah-u Teala istediği şeyi ona bağışlar…” O vakit, güneşin yarısının battığı andır.”
Hz. Fatıma (a.s) hizmetçisine şöylebuyuruyordu: “Git tepenin üzerine çık, güneşin yarısının battığını gördüğünde dua etmem için bana haber ver.”[7]
8- Cebrail’in Öğrettiği İki Rek’at Namaz İmam Sadık (a.s) buyurdular ki:
“Annem Fatıma (a.s)’ın sürekli kıldığı iki rekat namaz vardı; bu namazı Cebrail ona öğretmişti. İlk rekatta “Hamd” suresinden sonra yüz defa “Kadir” suresini, ikinci rekatta ise “Hamd” suresinden sonra yüz defa “İhlas” suresini okurdu.
Bu namazı kılıp selam verdikten sonra, Hz. Fatıma (a.s)’ın tesbihini (zikrini) de söyle.”[8]
9-Dünyadan Daha Değerli Zikir “Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s)’a, Resulullah (s.a.a)’in yanına gidip O’ndan bir hizmetçi istemesini emretti (önerdi). Bunun üzerine Hz. Fatıma (a.s) Resulullah (s.a.a)’in yanına giderek şöyle dedi:
“Ya Resulullah! El değirmeni beni zahmet ve meşakkate uğratmıştır.” Bu esnada ellerindeki değirmen izini Resulullah’a göstererek O’ndan kendisine bir hizmetçi vermesini istedi.
Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular:
“Ya Fatıma! -Hizmetçi yerine- dünya ve dünyadaki olan şeylerden daha hayırlı olan bir şeyi sana öğreteyim mi? Yatmaya gittiğinde otuz dört kez “Allah-u Ekber”, otuz üç kez “el-hamdu lillah”, otuz üç kez de “Subhanellah” söyle.”[9]
10- Topraktan Olan Tesbihi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma (a.s)’ın tesbihi, tekbirler (34) sayısınca düğümlenen bir yün ipinden ibretti. Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hamza şehit olana dek bu ipi elinde döndürerek tekbir ve tesbih diyordu. Hz. Hamza şehit olduktan sonra onun kabrinin toprağından bir tesbih yaptı. Artık ondan sonra tesbih yapmak halk arasında yaygınlaştı.”[10]
İkinci Bölüm: Nurun Sâyesinde
11- Hatice’nin Yadigârı
Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) Fatıma’yı, onun zahit, abide ve Hatice’den de bir yadigâr olduğundan dolayı çok severdi.”[11]
12- Edep Kaynağı Ümmü Seleme diyor ki:
“Ben Resulullah (s.a.a) ile evlendiğimde… kızı Fatıma’nın işlerini bana havale etti; ben de ona yol gösterip onu eğitmek ve ona yaşayış adabı öğretmek istiyordum. Allah’a and olsun ki, o yaşayış adabını ve bütün şeyleri benden daha iyi biliyordu.”[12]
13- Resulullah’a Benzemesi Ve Hazretin Ona Gösterdiği Hürmet Aişe diyor ki:
“Allah’ın kullarından, konuşma ve söz açısından Fatıma kadar Resulullah’a benzeyen bir kimse görmedim. Resulullah’ın yanına geldiğinde, Resulullah (s.a.a) onun elinden tutarak onu öpüyor, ona hoş geldin diyor ve onu kendi yerinde oturtuyordu. Peygamber (s.a.a) de Fatıma’nın yanına gittiğinde, Fatıma ayağa kalkarak Hazrete hoş geldiniz deyip elinden tutarak onu öpüyordu.”[13]
14- Resulullah’ın Yolunu Beklemesi Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) sefere gittiğinde, Resulullah’ın seferden dönme haberi Fatıma (a.s)’a ulaştığında, Fatıma (a.s) kapının önüne çıkarak Resulullah (s.a.a)’i bekliyordu. Resulullah’ı gördüğünde O’nu karşılamaya gidip yüzünden öpüyordu.”[14]
15- Resulullah’ı Savunması Ravi diyor ki:
“Kureyiş’in düşmanlığı, (Ebu Talib’in vefatından sonra) Resulullah’a karşı şiddetlendiğinde, Fatıma (a.s), müşriklerin ve Kureyş ahmaklarının hile ve eziyetleri karşısında Resulullah (s.a.a)’i savunuyordu. Bir gün… (müşriklerden Amr As ve Ukbe gibi birkaç kişi) ceninin rahimdeki eşi denen deriyi kaldırıp, Resulullah (s.a.a) Ka’be’nin kenarında secde ettiği halde iken O’nun başına bıraktılar. Bu durumu gören Fatıma (a.s) ağladığı halde gelerek onu babasının başından kaldırıp bir kenara attı.”[15]
16- Sırrı Koruması Aişe şöyle diyor ki:
“Fatıma, Resulullah’ın hastalandığı sırada onun ziyaretine geldi; onun yürüyüşü sanki Resulullah’ın yürüyüşüydü. Resulullah (s.a.a) onun kulağına gizlice bir söz söyledi, bunun üzerine Fatıma ağladı. Daha sonra yine Resulullah (s.a.a) onun kulağına gizlice bir şey söyledi, bu defasında güldü… Resulullah’ın ona ne dediğini sorduğumda; “Resulullah’ın sırrını açığa vurmam” dedi.[16]
Üçüncü Bölüm: Sade Yaşayışı ve Kocasına Karşı Davranışı
17- Mihriyesi İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın mihriyesi, çizgili eski bir çarşaf (veya elbise) ve ağır bir zırh idi; evinin sergisi ise yere serdiklerdi ve üzerinde yattıkları bir koç pustu idi.”[17]
18- Hz. Ali Açısından Hz. Fatıma Hz. Ali (a.s), bir konuşmasında buyurmuştur ki:
“…Allah’a and olsun ki, ben Fatıma’yı asla öfkelendirmedim ve Allah onun ruhunu alana dek asla onu -sevmediği- bir işe zorlamadım. O da asla beni öfkelendirmedi; hiçbir işte bana karşı çıkmadı. Ben ona baktığımda, bütün gam ve üzüntüler benden gideriliyordu.”[18]
19- Ev İşlerinde Yardımlaşmaları İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“-Ev işlerinde- Hz. Ali (a.s) su ve odun temin ediyordu; Fatıma (a.s) da buğdayı un yapıyor, hamur ediyor, ekmek pişiriyor ve yırtık elbiseleri yamıyordu.”[19]
20- İşlerin Bölünmesi İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“-Ev işlerinin taksiminde- Hz. Fatıma (a.s) ev içindeki olan işleri; (yani) hamur etmek, ekmek pişirmek ve evi süpürmek (gibi) işlerin sorumluluğunu üstlendi; Hz. Ali (a.s) da evin dışındaki; yani odun getirmek ve yemek (malzemeleri) temin etmek (gibi) işleri temin etmeyi üstlendi.”[20]
21- Marifet ve Fedakarlığı Bir gün Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s)’a; “Evde, bana verecek bir yemek var mı?” diye sordu. Fatıma (a.s) cevaben; “İki gündür ki -seni kendime, Hasan ve Hüseyin’e tercih ettiğim şeyden başka- evde herhangi bir yiyecek şey yoktur.” dedi. Hz. Ali (a.s); “Neden, bir şey temin etmek için bu durumu bana bildirmedin?” diye sorduğunda, Hz. Fatıma (a.s) cevaben; “Ya Ebe’l- Hasan! Temin edemeyeceğin bir şeyi sağlamakta zahmete düşmen hususunda Rabbimden utanıyorum.” dedi.
22- Sade Yaşayışı Hz. Fatıma (a.s) uzun bir konuşmasında şöyle buyurmuştur:
“…Ya Resulellah! Selman benim elbiseme şaşırıyor![21] Seni hak olarak gönderen Allah’a and olsun ki, beş yıldır ki, benim ve Ali’nin, gündüzleri üzerine develer için ot döktüğümüz, geceleyin de serip üzerinde yattığımız bir koç postundan başka bir şeyimiz yoktur; yastığımız da hurma lifiyle doludur.”[22]
Dördüncü Bölüm: Ev Hanımı
23- Kaynana ve Gelinin Yardımlaşmaları
Ravi diyor ki:
“Hz. Ali (a.s), annesi Esed kızı Fatıma’ya; “-Anneciğim!- Su getirmek gibi evin dış işlerinde sen Resulullah’ın kızı Fatıma’ya yardımcı ol; o da un öğütmek, hamur yapmak gibi evin iç işlerinde sana yardımcı olur.” buyurdular.” [23]
24- Evdeki Hizmeti Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“…Hz. Fatıma (a.s), kırbayla o kadar su taşıdı ki, kırbanın başı göğsünde iz bıraktı; o kadar el değirmeniyle un öğüttü ki, elleri kabardı; o kadar evi süpürdü ki, tozdan dolayı elbisesi bozardı; kazanın altında o kadar ateş yaktı ki, elbisesi karalaştı.”[24]
25- Tahammülü ve Şükrü Ravi diyor ki:
“Bir gün Resulullah (s.a.a.) Fatıma’yı, üzerine deve çulu atıp elleriyle hamur ettiğini ve aynı zamanda da çocuğuna süt verdiğini görünce gözleri dolarak şöyle buyurdular:
“Kızım! Ahiretin tatlılığı için dünyanın tatsızlığına tahammül et.”
Fatıma (a.s) da cevaben; “Ya Resulellah! Allah’ın lütuf ve nimetlerine karşı O’na hamd ve şükürler olsun.” dedi.[25]
26- Hizmetçilerine Karşı İnsafı Ravi diyor ki:
“Resulullah (s.a.a) savaşların birinde -kızıl denizin sahilinde- bir grup insanları esir aldı… Medine’ye döndüğünde Fatıma (a.s)’ı çağırtıp esir cariyelerden birinin elini onun eline bırakarak; “Ya Fatıma! Bu cariye senindir; ama onuincitme; zira ben onun namaz kıldığını gördüm…” buyurdular.
Fatıma (a.s), Resulullah (s.a.a)’in o cariyeye olan teveccüh ve tavsiyesini görünce şöyle dedi: “Ya Resulullah! Bir gün ben çalışacağım, bir gün de o.” Resulullah (s.a.a), Fatıma (a.s)’ın bu sözünü duyunca gözleri yaşla doldu.”[26]
27- Adaletle Davranışı Salman-i Farisi diyor ki:
“Bir gün Fatıma (a.s) el değirmeninin önünde oturup onunla arpa öğütüyor ve değirmenin destesine ise elinin kanı akıyordu; Hüseyin de evin bir köşesinde ağlıyordu. Onun bu halini görünce; “Ey Resulullah’ın kızı! Elin yaralanmış, Fizze ise buradadır! (Neden ondan yardım almıyorsun?) dediğimde buyurdular ki:
“Resulullah (s.a.a), bir gün onun, bir gün de benim çalışmamı tavsiye etmiştir; işte dün onun çalışma sırasıydı!”[27]
28- Başörtüsü İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), cennet kadınlarının hanım efendisidir; onun başörtüsü bu kadardı (eliyle pazısına işaret etti)” [28]
Beşinci Bölüm: Örnek İnsan 29- Doğruluk ve Sadakati Aişe diyor ki:
“Fatıma’dan, babası hariç daha doğru konuşan ve daha sadakatli olan bir kimse görmedim.”[29]
30- Resulullah’a Benzerliği Aişe diyor ki:
“Vakar, Hal-hareket, davranış ve oturup kalkma açısından Fatıma kadar Resulullah’a daha çok benzeyen bir kimse görmedim.”[30]
31- Şehitlerin Mezarına Gitmesi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), her Cumartesi sabahı şehitlerin mezarına gidip orada Hz. Hamza’nın kabrinin başucunda durarak onun için Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyordu.”[31]
32- Şehid Eserini Koruması İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma (a.s), “Sürekli Hamza’nın kabrini ziyaret eder, onu onarır ve düzeltirdi; bir taşla da ona nişane koymuştu.”[32]
33- Cephe Arkasındaki Hizmetleri Vakidî şöyle diyor:
“Muhammed bin Muslime, Hz. Fatıma (a.s)’ın da içlerinde bulunduğu on dört kadınla birlikte yaralıları tedavi etmek için Medine’den çıkıp savaş cephesine (Uhud’a) gelmişlerdi. Onlar omuzlarında yemek ve su taşıyorlardı; yaralılara su verip onları tedavi ediyorlardı.”[33]
34- Meleklerin O’nunla Konuşması İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın “Muhaddese” lakabıyla adlanmasının sebebi şudur ki; melekler gökten inip İmran kızı Meryem’i çağırdıkları gibi onu çağırarak şöyle derlerdi:
‘Ey Fatıma! Allah Teala seni seçmiş, seni tertemiz kılmış ve seni bütün kadınlardan üstün kılmıştır. Ya Fatıma! Rabbine ibadet ve itaat et; O’na secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.’
O meleklerle konuşuyordu, melekler de onunla konuşuyorlardı.”[34]
Altıncı Bölüm: Hüznü Ve Dertleri 35- Hicran Derdi Rivayet etmişlerdir ki:
“Hz. Fatıma (a.s), babası Resulullah’tan sonra, sürekli olarak şiddetli baş ağrısından dolayı başı sarıklı, cismi zayıf, organları çökmüş, gözü yaşlı ve kalbi yanık idi; saatten saate baygınlık geçiriyordu.”[35]
36- Çok Ağlayanlardan Biri Olması İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Çok ağlayanlar beş kişidir: Adem, Yakub, Yusuf, Fatıma ve Ali bin Hüseyin (aleyhim’us- selam)…
Hz. Fatıma’ya gelince; Resulullah (s.a.a)’in ölümünden dolayı O’na o kadar ağladı ki, Medine halkı, onun ağlamasından rahatsız olduklarından dolayı; “Çok ağlamanla bizi rahatsız ediyorsun” demeye başladılar. Fatıma (a.s) onların bu sözlerinden dolayı Uhud şehitlerinin mezarlarına doğru gidip orada istediği kadar ağlayıp sonra evine dönüyordu.”[36]
37- Yüzünün Gülmemesi İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s)’ın, Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra tebessüm etmesi ve yüzünün gülmesi görülmemiştir. Her hafta iki defa yani Pazartesi ve Perşembe günleri şehitlerin mezarlığına giderek (geçmişleri hatırlayıp); “Peygamber (s.a.a) burada durmuştu, müşrikler ise orada durmuşlardı.” diyordu.”[37]
38- Keder ve Hüznü İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Hz. Fatıma (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a)’den sonra 75 gün yaşadı. Bu müddet içerisinde babasından ayrıldığından dolayı çok kederlenip mahzun oluyordu. Bundan dolayı Cebrail gelerek ona teselli veriyor ve babasının makam ve mevkisinden ve ondan sonra evlatları hakkındaki vuku bulacak hadiselerden haber veriyordu ona; Hz. Ali de onları yazıyordu.”[38]
39- Mazlumiyeti Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
“Resulullah (s.a.a)’in kızı Fatıma, sürekli olarak mazlumdu, hakkından men edilmişti, mirasından uzaklaştırılmıştı, Resulullah (s.a.a)’in onun hakkındaki tavsiyesi gözetilmemişti, Peygamber ve yüce Allah’ın Fatıma’ya nispetle olan hakkı riayet edilmemişti. Allah Teala hakim ve zalimlerden intikam alıcı olarak yeter.”[39]
40- Ebedi Bir Öfke Ravi diyor ki:
“İmam Hasan-ı Mucteba (a.s)’ın torunlarından Abdullah bin Musa’nın yanına gelerek ondan Ebu Bekir ve Ömer hakkında soru sorduk. Cevaben şöyle dedi:
“Ceddim (dedem) Abdullah bin Hasan’ın verdiği cevabı size vereceğim. Ceddimden bu soru sorulduğunda cevaben şöyle dedi:
“Annemiz (Hz. Fatıma- a.s-) sıddika (doğru konuşan) birisi idi; mürsel Peygamberin de kızı idi. O bir grup kimselere gazaplı olduğu halde vefat etti; biz de onun (onlara karşı) gazap ve öfkesinden dolayı gazaplı ve öfkeliyiz.”[40]
[1]- Delail’ul- İmamet, s. 139, H. 47.
[2]- İlel’uş- Şerayi, c. 1, s. 215.
[3]- Menakıb, c. 3, s. 341.
[4]- İrşad’ul- Kulub, s. 105.
[5]- İlel’uş- Şerayi, c. 1, s. 216.
[6]- Deaim’ul- İslam, c. 1, s. 282.
[7]- Meani’l- Ahbar, s. 399.
[8]- Cemal’ul- Usbû’, s. 173.
[9]- Kenz’ul- Ummal, c. 2, s. 57.
[10]- Vesail’uş- Şia, c. 4, s. 1033.
[11]- Müstedrek-i Avalim, c. 1, s. 450.
[12]- Delail’ul- İmamet, s. 82.
[13]- Ikd’ul- Ferid, c. 3, s. 230.
[14]- Keşf’ul- Ğumme, c. 1, s. 145.
[15]- İhkak’ul- Hak, c. 25, s. 289; Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 6, s. 282.
[16]- Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c. 6, s. 282.
[17]- Kafî, c. 5, s. 378.
[18]- Keşf’ul- Ğumme, c. 1, s. 363.
[19]- Kafî, c. 8, s. 165.
[20]- Tefsir-i Ayyaşî, c. 1, s. 171. İşlerin taksimi, Esed kızı Fatıma’nın Hicri 4. Yılda vefatından sonra gerçekleşmiştir.
[21]- Nakledildiğine göre, o elbisenin on iki yamağı varmış!
[22]- Dürr’ul- Vakiye, s. 275.
[23]- Ensab’ul- Eşraf, c. 2, s. 37, h. 36.
[24]- İlel’uş- Şerayi, c. 2, s. 65.
[25]- Menakıb, c. 3, s. 342.
[26]- Maktel’ul- Hüseyin (a.s), s. 69.
[27]- Haraic ve Cerâih, s. 530.
[28]- Makarim’ul- Ahlak, s. 94.
[29]- Menakıb, c. 3, s. 341.
[30]- Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 466, h. 3898.
[31]- Tehzib, c. 1, s. 465.
[32]- Vefa’ul- Vafa, c. 3, s. 932.
[33] – Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 15, s. 36
[34] – İlel’uş- Şerayi, s. 216.
[35] – Menakıb, c. 3, s. 362.
[36] – Hısal, s. 272, h. 15.
[37] – Kafi, c. 6, s. 561.
[38] – Kafi, c. 1, s. 458.
[39]- Emali- yi Şeyh Tusi, s. 155.
[40]- Şerh-i Nehc’ul- Belağa, c. 6, s. 49.

İMAM ZEYNELABİDİN (SECCAD) (AS)
Anılması Ananlar İçin Şeref Olan Allah‘ın Adıyla
Allah’ın salât ve selam Resullerin incisi Muhammed’e ve tertemiz Ehlibeytin üzerine olsun.
Hüznün rayihasına, adı secde kokan imama selam olsun.
Rahmeti bol olan Allah insanlığa şeref olarak 14 nur bahşetti. Öyle ki nurların ilki de Muhammed’dir. Sonu da O nurların hepsi Muhammed’den bir Muhammed’dir. Belalı Kerbela’ nın susuzluğunda şehadet ne de zordu,17 Beni Haşim güllerinin yasıyla boyanan Hüseyin’i görmek bunların hepsinden daha zordu. Bana yardım edecek kimse yok mudur nidasını duyup da çadırdan çıkamayacak kadar hasta olan,Zeynep’in feryatlarını duyup da kırbaçlara engel olamayan,susuzluktan çatlayan genizlerin sıcaklığında yüreği kavrulandır O Ali gibi bir Alidir O Alinin evladı Ali’dir O.
Göz yaşlarıyla zalimlerin tahtını çürüten İmam Seccad dır O Gerçekten de Kerbela şahidi imamın hayatına şahitlik etmek kolay değildir. Hele de maneviyatın ve duanın izlerinin silinmek üzere olduğu bu zamanda maneviyat abidesi bir insanın hayatına yakından bakmak…
Birinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatına Kısa Bir Bakış
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Kişiliğinden Yansımalar
● İmam Zeynelabidin’in Kişiliğinden Görünümler
Ehl-i Beyt İmamları (hepsine Allah’ın selâmı olsun) Peygamberimizin (s.a.a) Allah’ın emri ile kendinden sonra ümmetin önderliğini üstlenmek üzere tanıttığı en hayırlı kimselerdir.
● İmam Ali b. Hüseyin (a.s), Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) dördüncüsüdür. Dedesi; Emirü’l-Müminin, Resulullah’ın vasisi, ilk Müslüman, risaletine ilk inanan, sahih bir hadiste belirtildiği gibi, Resulullah’ın (s.a.a) yanında, Harun’un (a.s) Musa’nın (a.s) yanındaki derecesine eş bir dereceye sahip olan Ali b. Ebu Talib’dir.
Babaannesi; Resulullah’ın (s.a.a) kızı, ciğerparesi ve babasının nitelemesiyle cihan kadınlarının efendisi Hz. Fatıma Zehra’dır.
● Babası İmam Hüseyin (a.s) ise, cennet gençlerinin iki efendisinden biridir. Resulullah’ın (s.a.a) torunu ve gülüdür. Ki Resulullah (s.a.a) onun hakkında: “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim.”buyurmuştur. İslâm’ı ve Müslümanları savunurken Kerbelâ’da şehit düşmüştür.
● On İki İmam’dan (a.s) biridir. Buharî ve Müslim gibi kaynaklarda da belirtildiği gibi, Resulullah (s.a.a) onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Benden sonra on iki halife gelecektir ve hepsi de Kureyş’ten olacaktır.”
● İmam Ali b. Hüseyin (a.s), Hicret’ten sonra otuz sekiz senesinde doğmuştur. Bundan bir
veya iki yıl önce doğduğu da söylenmiştir.
● Yaklaşık olarak elli yedi yıl yaşamıştır. Ömrünün iki v
Bu İmam’ın (a.s) yaşadığı dönemde Müslümanların önünde iki büyük tehlike belirmişti:
Birinci Tehlike: Değişik kültürlerle karşı karşıya kalma tehlikesi.
İkinci tehlike, refah dalgasından kaynaklanıyordu. İnsanlar, dünya hayatının zevklerine dalmış, bu sınırlı hayatın süslerine aşırı derecede bağlanmışlardı. Buna bağlı olarak ahlâkî değerler çürüyor, yozlaşma baş gösteriyordu.
İmam Zeynelabidin (a.s), bu büyük tehlikeye karşı, dua temeline dayalı bir mücadele başlattı. İslâmî kişiliği yozlaştıran, onu derinden sarsan, Müslümanı misyonunu yerine getirmekten alıkoyan bu tehlikeye karşı dua silahını kuşanmıştı. Bu bakımdan “Sahife-i Seccadiye”, büyük sosyal bir hareketin en somut ifadesidir.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN kişiliğinden yansımalar
İMAM ZEYNELABİDİN’İN kişiliğinden yansımalar Müslümanlar, İmam Zeynelabidin’e (a.s) büyük saygı gösterme, onu tazim etme noktasında ittifak etmişlerdir. Bütün Müslümanlar onun faziletini ve üstünlüğünü kabul etmişlerdir
Çağdaşlarının Onunla İlgili Sözleri
İmam’ın (a.s) çağdaşı olan âlimler, fakihler ve tarihçiler onun şahsiyetinden edindikleri izlenimleri, yüceltme ve tazim etme ifadeleriyle dile getirmişlerdir. Bu hususta, onu samimiyetle sevenlerle, içlerinde ona karşı kin ve düşmanlık besleyenler arasında herhangi bir fark yoktur. Aşağıda onunla ilgili söylenen bazı sözleri sunuyoruz:
Haşimoğulları’ndan, Ali b. Hüseyin gibisini görmedim…
Ehl-i Beyt’ten, Ali b. Hüseyin’den daha üstün olan bir adama rastlamadım…
…Ondan daha fakih birini görmedim.
Haşimoğulları’ndan, Ali b. Hüseyin gibisini görmedim…
Ehl-i Beyt’ten, Ali b. Hüseyin’den daha üstün olan bir adama rastlamadım…
…Ondan daha fakih birini görmedim.
Peygamberlerin evladı içinde Ali b. Hüseyin (a.s) gibisi görülmemiştir.
Kıble ehlinden onun gibi birisiyle bugüne kadar oturmuş değilim.
Onların (Ehl-i Beyt’in) içinde Ali b. Hüseyin gibisini görmedim.
Ali b. Hüseyin gibi anlaması ve ezberi güçlü birini görmüş değilim.
Kıble ehlinden onun gibi birisiyle bugüne kadar oturmuş değilim.
Onların (Ehl-i Beyt’in) içinde Ali b. Hüseyin gibisini görmedim.
Ali b. Hüseyin gibi anlaması ve ezberi güçlü birini görmüş değilim.
Ali b. Hüseyin’i dinledim. Gördüğüm Haşimîlerin en faziletlisiydi.
Düşmanları, ona kin güden kimseler de İmam’ın (a.s) faziletlerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin Yezid b. Muaviye, Şamlıların İmam’la (a.s) konuşması için ısrar edince, ondan korktuğunu şu sözleriyle dile getirmiştir:
O, ilmi yutmuş bir ailedendir. O, beni ve Ebu Süfyan soyunu rezil etmeden kürsüden inmez…
Abdulmelik b. Mervan da İmam’ın (a.s) bir diğer düşmanıdır. İmam’a (a.s) şöyle diyor:
Kuşkusuz sen, hem ailene, hem de bütün çağdaşlarına karşı büyük bir üstünlüğe sahipsin. Sana öyle bir fazilet, ilim, dinî anlayış ve takva verilmiş ki, senden önce hiç kimseye verilmemiştir. Sadece senden önceki babalarında senin gibi birisine rastlamak mümkündür.
Âlimlerin ve Tarihçilerin Görüşleri
1- Yakubî şöyle der:
İnsanların en faziletlisi ve en çok ibadet edeniydi. Zeynelabidin olarak isimlendirilirdi. (Çok ibadet ettiği için) Alnı Nasırlı diye de isimlendirildi. Çünkü alnında secde izi vardı.
2- Hafız Ebu’l-Kasım Ali b. Hasan eş-Şafiî (İbn Asakir olarak bilinir), İmam’ın (a.s) hayatını anlatırken şöyle der:
Ali b. Hüseyin güvenilir, emin bir kimseydi. Çok hadis rivayet eden, üstün ve yüce bir şahsiyetti…
3- Zehebî şöyle der:
Hayret verici bir heybeti vardı. Allah’a yemin ederim ki, o heybetli görüntüye layıktı. O, büyük imamlığa layık biriydi. Bunu; şerefiyle, efendiliğiyle, ilmiyle, kendini Allah’a adamışlığıyla ve aklının mükemmelliğiyle hak ediyordu.
4- Hafız Ebu Nuaym şöyle der:
Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s), abidlerin süsü (Zeynülabidin), kendini ibadete verenlerin aydınlatıcı ışığıydı. Hakkını vererek ibadet eden bir abid ve içinde en ufak bir olumsuzluk taşımayan büyük bir kerem sahibiydi.
5- Safiyuddin şöyle der:
Zeynelabidin, büyük bir yol gösterici ve salihlik karakterine sahip bir şahsiyetti.
6- Nevevî şöyle der:
Âlimler, onun her konuda müthiş bir heybete sahip olduğu hususunda görüş birliği içindedirler.
7- İmaduddin İdris el-Kuraşî şöyle der:
İmam Ali b. Hüseyin Zeynelabidin, Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin, Hasan ve Hüseyin’den sonra en faziletlisi, en takvalısı, en zahidi ve en abidiydi. Salât ve selâm üzerlerine olsun.
8- Ünlü nesep bilgini İbn Anbe şöyle der:
Onun faziletleri sayılmayacak ve bir nitelikle kuşatılmayacak kadar çoktur.
9- Şeyh Müfid şöyle der:
Ali b. Hüseyin, babasından sonra ilim ve amel olarak insanların en üstünüydü. Ehl-i Sünnet âlimleri, ondan sayılmayacak kadar çok ilim rivayet etmişlerdir. Öğüt, dua, Kur’ân’ın fazileti, helal, haram, gazveler ve âlimler arasında meşhur olan tarihî günlerle ilgili çok sözü hıfzedilmiştir.
10- İbn Teymiyye şöyle der:
Ali b. Hüseyin’e gelince, o, tâbiînin büyüklerindendi, ilim ve din bakımından onların önderlerinden biriydi. Derin bir huşua sahipti. Gizlice sadaka vermek gibi, bilinen sayısız üstünlüğü vardı.
11- Şeyhanî el-Kadirî şöyle der:
Efendimiz Zeynelabidin Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib, cömertliği ve keremiyle ün salmıştı. İyilikleri ve cömertliğiyle adeta semada pervaz olmuştu. Çok değerliydi. Tahammülü ve göğsü genişti. Apaçık kerametleri vardı. Onun zamanında yaşayanların biz-zat gördüğü bu kerametler mütevatir rivayetlerle de kanıtlanmıştır.
12- Muhammed b. Talha el-Kuraşî eş-Şafiî şöyle der:
Zeynelabidin, zahitlerin önderi, muttakilerin seyidi, müminlerin imamıdır. Huyu, onun Resulullah’ın (s.a.a) sülalesinden geldiğinin somut tanığıdır. Karakteri, Allah’a yakın makamını ispat etmektedir. Alnındaki nasır, ne de çok namaz kıldığının, gecelerini namazla geçirdiğinin ispatıdır; dünya nimetlerinden yüz çevirdiğinin göstergesidir. Dünyadan el etek çektiğini haykırmaktadır. Takva esaslı ahlak süzülmektedir davranışlarından, bu alanda yükseldikçe yükselmektedir.
İlâhî desteğin göstergesi nurlara mazhar olmuş ve bu nurlarla yolunu takip etmiştir. İbadet virtleri onun-la bütünleşmiş, onun sohbetinden ayrılmaz olmuştur. Kulluk vazifeleri adeta onunla ittifak kurmuş gibi, ibadet giysisine bürünmüştür.
Geceleri, ahirete yolculuk etmek için bir binek olarak kullanır. Nefsin isteklerine cevap vermemesi bakımından bir yol göstericidir ki, insanlar onunla doğru yolda hareketlerini sürdürebiliyorlar. Nice gözle görülmüş kerametleri ve olağanüstülükleri vardır.
Bunlar mütevatir düzeyindeki rivayetlerle de kanıtlanmıştır. Bütün bunlar, onun ahiret sultanlarından biri olduğunun tanıklarıdır.
O, İmamlar’ın babasıdır. Künyesi Ebu’l-Hasan, lakabı, Zeynelabidin’dir. Resulullah (s.a.a) onu Seyyi-du’l-Abidin olarak isimlendirmiştir… O, Seccad (çok secde eden)’dir. Nasırlar Sahibi (Zu’z-Sefinat) diye de isimlendirilmiştir. Arınmış ve emin olarak bilinir. Bilindiği gibi es-Sefinat; devenin, dizleri gibi üzerine çöktüğü organlarında meydana gelen nasıra ve kabarıklığa verilen isimdir. İmam Zeynelabidin de uzun süre secde de kaldığı için secde organları nasır tutmuştu
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (a.s) KİŞİLİĞİNDEN görünümler
Hilmi
İmam (a.s) insanların en halîmi, en ağırbaşlısıydı; en çok öfkesini yutkunan biriydi. Tarihçiler onun hilminden bazı örnekler rivayet etmişlerdir:
Aşağılık adamın biri ona sövdü. İmam (a.s) yüzünü çevirdi ve onu duymazlıktan geldi. Aşağılık adam: “Sana söylüyorum.” dedi. İmam (a.s) da: “Ben de senden yüz çeviriyorum.” dedi ve ona misliyle karşılık vermeden onu terk e-dip gitti.
3- Hilminin, ağırbaşlılığının büyüklüğünün en güzel örneklerinden biri de şu olaydır: Bir adam ona iftira etti ve onu sövmede çok ileri gitti. İmam (a.s) ona dedi ki:
Eğer bizler senin dediğin gibiysek, Allah’tan bağışlanma diliyoruz. Yok, eğer senin dediğin gibi değilsek, Allah seni bağışlasın!…
Cömertliği
Bütün tarihçiler, onun, insanların en cömerdi, en eli açık olanı, fakirlere ve zayıflara karşı en çok iyi davrananı olduğu hususunda hemfikirdirler. Cömertliğinin göz kamaştırıcı eşsiz örneklerinden birçoğunu rivayet etmişlerdir. Bunlardan bazısını şöyle sıralayabiliriz:
Fakirlere Karşı Tavrı
1- Fakirlere İkramda bulunması: İmam Zeynelabidin (a.s) fakirlere ikramda bulunur, onların duygularını ve duygusal kişiliklerini gözetirdi, incitmemeye dikkat ederdi. Bir dilenciye bir şey verdiği zaman, onu öperdi ki adam dilenmenin ezikliğini ve muhtaçlığın zilletini hissetmesin. Bir dilenci ona geldiği zaman ona, hoş geldin, der ve şunu eklerdi:
Merhaba ey benim azığımı ahiret yurduna taşıyan adam!
Medine’de bir cuma günü sabah namazını Ali b. Hüseyin’le beraber kıldım. Namazı bitirince kalkıp evine gitti. Ben de onunla beraberdim. Sakine isminde bir cariyesi vardı, onu çağırdı ve dedi ki:“Bugün, benim kapımdan yemek yemeden hiçbir dilenci geçip gitmeyecektir. Çünkü bugün cumadır.”
Medine’de bir cuma günü sabah namazını Ali b. Hüseyin’le beraber kıldım. Namazı bitirince kalkıp evine gitti. Ben de onunla beraberdim. Sakine isminde bir cariyesi vardı, onu çağırdı ve dedi ki:“Bugün, benim kapımdan yemek yemeden hiçbir dilenci geçip gitmeyecektir. Çünkü bugün cumadır.”
Gizlice sadaka vermesi: İmam’ın (a.s) en sevdiği şey, gizlice sadaka vermekti. Kimsenin, sadaka verirken kendisini tanımasını istemiyordu. O, kendisiyle infakta bulunduğu yoksullar arasında Allah için sevme esasında bir bağ kurmak istiyordu. Yoksul kardeşleriyle arasındaki bağı İslâm ile güçlendiriyordu. Gizli sadaka vermeye teşvik ediyor ve şöyle diyordu:
Gizli sadaka vermek Rabbin gazabını söndürür.
Onuru ve İzzet-i Nefsi
İmam Ali b. Hüseyin Zeynelabidin’in (a.s) niteliklerinden biri de, onurluluğu ve izzet-i nefis sahibi oluşuydu. Bu nitelik ona, babası şehitlerin efendisi Hüseyin’den (a.s) miras kalmıştı. Ki Hüseyin (a.s), döneminin tağutlarına şöyle haykırmıştı:
Allah’a yemin ederim, zeliller gibi elimi size vermeyeceğim ve köleler gibi emirlerinizi onaylamayacağım.
Bu olgu, İmam Zeynelabidin’in (a.s) kişiliğinde şu sözlerde somutlaşmıştı:
Nefsimin zelil kılınmasına karşılık kızıl develerimin olmasını istemem.
İzzet-i nefis ile ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
Kim kendi değerini bilse, dünya onun gözünde önemsizleşir.
Zühdü
İmam (a.s), yaşadığı dönemde insanların en zahidi (dünyadan ve dünya nimetlerinden uzak duran) olarak ün salmıştı. Hatta Zührî’ye, “İnsanların en zahidi kimdir?” diye sorulduğunda, “Ali b. Hüseyin.” cevabını vermişti.
İmam (a.s), bir gün ağlayan bir dilenci gördü. Adamın durumuna üzüldü ve şöyle dedi:
Eğer bütün dünya şu adamın avucunda olsaydı ve düşüp kaybolsaydı, yine de bu şekilde ardından ağlamaya değmezdi.
Allah’a Yönelişi
Tarihçiler anlatıyor:
İmam (a.s), bir gün yolda yürürken, zengin bir a-damın kapısında oturmuş bir adam gördü. Hemen a-damın yanına gitti ve şöyle dedi: “Varlık içinde şımarmış bu zorba adamın kapısında niçin oturuyorsun?” Adam: “Yoksulluktan dolayı oturuyorum.” İmam ona dedi ki: “Kalk, sana onun kapısından daha hayırlı bir kapı, ondan daha hayırlı bir rab göstereyim…”
Adam onunla beraber kalkıp Resulullah’ın (s.a.a) mescidine gitti. İmam ona namazı, duayı ve Kur’ân okumayı öğretti. İhtiyaçlarını Allah’tan istemesini, O’nun sağlam kalesine sığınmasını tavsiye etti.
Ailesiyle İlişkileri
İmam Zeynelabidin (a.s), ailesine karşı insanların en şefkatlisi, en çok iyilik yapanı ve en merhametlisiydi. Kendini onlardan ayrı ve ayrıcalıklı tutmazdı.
Şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir pazara girsem, yanımda dirhemler olsa, bunlarla, uzun süreden beri et yemeyen ailem için et satın alsam, bu, bir köle azat etmekten daha sevimli gelir bana.
Ailesinin rızkını temin etmek için sabah erkenden evden çıkardı. İmam’a (a.s): “Nereye gidiyorsun?” diye sorulduğunda: “Sadaka vermeden önce, aileme sadaka vereceğim.” derdi.
Anne ve Babasıyla Münasebetleri
İmam (a.s), mürebbiyesinin, annesinin kendisine aktardığı bütün iyilikleri en güzel şekilde karşılamaya çalışırdı. Annesine yönelik iyiliği o düzeye varmıştı ki, annesiyle birlikte yemek yemezdi. Bu davranışını duyan insanlar onu kınayacak oldular ve ısrarla bunun sebebini sordular: “Sen, insanların en iyisi ve akrabalık bağlarını en çok gözetenisin. Niçin annenle birlikte yemek yemezsin?” Onlara öyle bir cevap verdi ki, dünyada bunun gibi edep ve kemal timsali olan bir söz daha duyulmamıştır:
Annemle birlikte yemek yersem, onun gözünün iliştiği bir lokmayı, elimin ondan önce almasından, dolayısıyla anneme asi olmaktan korkuyorum.
Oğullarıyla Münasebetleri
İmam Ali b. Hüseyin’in (a.s) oğullarıyla münasebetleri, yüksek İslâmî terbiye temelinde belirginleşmişti.
İmam (a.s), oğullarına bazı vasiyetlerde bulunmuştu ki, bu vasiyetler, hayat sürecinde davranışlarının şekillenmesinde etkin bir yöntem olsunlar:
1- Oğlum! Beş kişiye dikkat et, onlarla arkadaşlık etme, onlarla sohbet etme, onlarla yola çıkma.
Oğlu: “Bunlar kimlerdir?” diye sordu. Dedi ki:
Yalancıdan uzak dur. Çünkü yalancı serap gibidir, sana uzağı yakın, yakını da uzak gibi gösterir. Günah işleyenden uzak dur. Çünkü günahkâr, bir lokma veya bundan daha az bir değer karşılığında seni satar. Cimriden uzak dur. Çünkü cimri, senin en çok muhtaç olduğun bir anda malını vermeyerek seni yüzüstü bırakır. Bir de akrabalık bağlarını gözetmeyen kimse-den uzak dur. Çünkü ben, onun Allah’ın kitabında lanetlendiğini gördüm…
2- Oğlum! Felaketlere karşı sabırlı ol, insanların haklarına tecavüz etme; sana vereceği zarar, sana sağlayacağı yarardan büyük olan bir şeyi yapmaya seni çağıran kardeşine icabet etme…
3- Oğlum! Allah seni bana tercih etmemiştir, dolayısıyla sana benim hakkımda tavsiyede bulunmuştur. Ama beni sana tercih ettiği için beni senin hakkında (haklarınla ilgili) uyardı. Bil ki, oğulları için babaların en hayırlısı, sevgileri, onlar hakkında gevşek davranmaya neden olmayanlardır. Babalar için oğulların en hayırlısı da, vazifelerini onlara karşı yerine getirmeyerek, onlara karşı asi olmayan kimselerdir.
İkinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Doğumu
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatının Aşamaları
● İmam Zeynelabidin (a.s) Doğumdan İmamete
İmam Zeynelabidin’in Doğumu
İmam (a.s), yüksek terbiyenin bütün koşullarının içinde bulunduğu bir ortamda büyüdü. Bu denli yüksek bir terbiye ortamının başkası için oluştuğu görülmemiştir. Bu yüksek İslâmî terbiye ortamı, onun kişiliğinin şekillenmesi üzerinde eşsiz bir etkinlik göstermişti.
Hayatının daha ilk günlerinden itibaren dedesi Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s), onun yetişmesiyle ilgileniyor, onu gözetiyor ve ruhunun nurlarını ona yansıtıyordu. Ki bu nur, baştanbaşa tüm âlemi kaplıyordu. Torun hakikaten, dedesinin dosdoğru bir suretiydi, tıpkısıydı. Onu taklit ediyor, kişiliği ve ruhsal şekillenmesi itibariyle onu örnek alıyor, onu yansıtıyordu.
İmam (a.s), tertemiz amcası, cennet gençlerinin efendisi, Resulullah’ın gülü ve ilk torunu Hasan el-Mücteba’nın (a.s) da kucağında büyüdü. İmam (a.s), bu seneler boyunca, özgürlük savaşçılarının babası, şehitlerin efendisi İmam Hüseyin b. Ali’nin (a.s) gölgesinde yetişti. İmam Zeynelabidin (a.s) hicrî 36 tarihinde Basra’nın fethedildiği gün şaban ayının beşinde Medine’de dünyaya geldi. Henüz İmam Ali (a.s), başkenti Medine’den Kûfe’ye taşımamıştı. Medine’de hicrî 94 veya 95 tarihinde de vefat etti.
Annesi
Annesinin adı “Şehrbanu” veya “Şehrbanuye” yahut “Şah-zenan”dır. Son İran Kisrası Yezdicerd’in kızıdır. Bazıları, İmam’ın (a.s) annesinin, İmam’ı (a.s) doğurduktan sonra, loğusalık günlerinde vefat ettiğini, dolayısıyla ondan başka da çocuk doğurmadığını söylemişlerdir.
Künyeleri
İmam’ın (a.s) künyeleri; Ebu’l-Hasan, Ebu Muhammed, Ebu’l-Hüseyin ve Ebu Abdullah’tır.
Lakapları
Zeynü’l-Abidin (İbadet Edenlerin Süsü), Zu’s-Sefinat (Na-sırlar Sahibi), Seyyidu’l-Abidin (İbadet Edenlerin Efendisi), Kudve-tu’z-Zahidin (Zahitlerin Önderi), Seyyidu’l-Muttakin (Muttakilerin Efendisi), İmamu’l-Müminin (Müminlerin İmamı), el-Emin (Güvenilir), es-Seccad (Çok Secde Eden), ez-Zeki (Çok Temiz, Arınmış), Zeynu’s-Salihin (Salihlerin Süsü), Menaru’l-Kanitin (Gönülden Kulluk Edenlerin Işık Kaynağı), el-Adl (Çok Adil), İmamu’l-Ümmet (Ümmetin İmam’ı) ve el-Bekka (Çok Ağlayan). Bu lakaplar içinde es-Seccad ve Zeynü’l-Abidin (Zeynelabidin) ünlenmiştir.
Tarihçiler, bu mübarek lakapların bir kısmına ilişkin tarihsel gerekçeleri açıklayan rivayetler aktarmışlardır:
1- Değerli sahabî Cabir b. Abdullah el-Ensarî’nin şöyle dediği rivayet edilir:
Bir gün Resulullah’ın (s.a.a) yanında oturuyordum. Kucağında Hüseyin vardı ve onunla oynuyordu. Bu-yurdu ki:
“Ey Cabir! Onun bir oğlu dünyaya gelecek, adı Ali olacak. Kıyamet günü, bir münadi şöyle seslenecek: ‘Seyyidu’l-Abidin (İbadet Edenlerin Efendisi) kalksın!’ dediği zaman, onun oğlu kalkacak. Sonra onun Muhammed adında bir oğlu olacak. Onu gördüğün zaman, ey Cabir, benden ona selâm söyle!”
İmam Bâkır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
Babamın secde ettiği uzuvlarında kabartılar olurdu, secde yerleri nasır tutardı. Bunları senede iki kez koparırdı. Her seferinde beş nasırı keserdi. Bu yüzden babama Zu’s-Sefinat (Nasırlar Sahibi) denilirdi.
4- Yine İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) babasının çok secde etmesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilmiştir:
Allah’ın kendisine verdiği her nimete karşılık mutlaka secde ederdi. Allah’ın kendisinden uzaklaştırdığı her kötülüğe karşılık mutlaka secde ederdi. Farz namazlarından birini tamamlayınca mutlaka secde ederdi. Secde izi, secde ettiği organlarının tümünde görünürdü. Bu yüzden, Seccad (Çok Secde Eden) diye isimlendirildi.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (a.s) HAYATININ AŞAMALARI
Diğer Ehl-i Beyt İmamları gibi İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatı da birbirinden farklı özellikler arz eden iki belirgin aşamaya ayrılır:
1- İmamlık ve önderlik misyonunu fiilen üstlenme öncesindeki aşama.
2- Önderliği fiilen ele almaktan şahadete kadarki aşama.
İmam Zeynelabidin (a.s) hayatının ilk aşamasında dedesi İmam Emirü’l-Müminin’in (a.s), amcası İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) ve babası İmam Hüseyin Seyyidu’ş-Şüheda’nın (a.s) himayesinde büyüdü. Bu aşama, yirmi yıla aşkın bir süreyi kapsar.
İmam Zeynelabidin (a.s), hayatının ilk aşamasını büyük zorluklar içinde geçirdi. Bu aşamada dedesi, amcası ve babası ile birlikte zorluklara göğüs gererek hayatını sürdürdü. Böylece, ön hazırlıklarını Muaviye b. Ebu Süfyan’ın gerçekleştirdiği, fiilî uygulamasını ise alenen günah işleyen, İslâm topraklarında Allah’ın hükmünü ayaklar altına alan oğlu Yezid’in üstlendiği unutulmaz Aşura katliamında babasının, ailesinden seçkin insanların ve gözde ashabının şehit düşmesinden sonra imamlık ve önderlik sorumluluğunu üstlendi.
Mübarek hayatının ikinci aşaması ise, ömrünün otuz yıla aşkın bir dönemine tekabül etmiştir. Bu dönemde Yezid b. Muaviye’nin, Muaviye b. Yezid’in, Mervan b. Hakem’in ve Abdulmelik b. Mervan’ın tahta çıkışlarını gördü. Sonra Ve-lid b. Abdulmelik b. Mervan’ın emriyle kanlı Emevî eli ona karşı bir suikast gerçekleştirdi ve hicrî 94 veya 95 senesinde muharrem ayının yirmi beşinde şehit edildi. Böylece 57 senelik veya bundan biraz kısa bir ömrü sona erdi. İmamlık ve önderlik süresi, 34 sene sürmüştü.
Doğuştan imamete kadar İMAM ZEYNELABİDİN (a.s)
İmam Zeynelabidin’in (a.s) Kerbelâ faciası öncesindeki hayatı, yani doğumdan babasının (a.s) şehit edilmesine kadarki dönem, hicrî 36 veya 38′den hicrî 61 tarihine kadarki süreyi kapsar.İmam’ın (a.s), çocukluk ve gençliği Muaviye b. Ebu Süfyan’ın egemenliği dönemine rastlar.
Bu dönem öncelikle çalkantılı geçmesiyle belirginleşmişti. Sonra Irak’ta halkın yoğun baskılar altında tutulması izledi. Ardından Hicaz’da kriz çıktı. En önemlisi, Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünneti kaldırılarak bidatler etkin hâle getirildi. Hicrî 41 ile 60 arasındaki dönemin ayırıcı özelliği, Irak’ta Ehl-i Beyt’e (üzerlerine selâm olsun) tâbi olanlara karşı ağır baskıların ve ezme politikalarının uygulanmasıydı. Müslümanlar, ilk kuşak Müslümanların gör-düklerinden çok daha ağır eziyetler görüyorlardı. Çünkü yaklaşık yirmi yıl süren Muaviye’nin iktidarı döneminde Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin bilinçli bir şekilde hayattan silindiğini görüyorlardı.
Bidat almış başını gidiyor, hilafet yönetimi yerine krallık egemen olmuştu. Müslümanların yönetimi, öyle bir ailenin mensuplarının eline geçmişti ki, bunlar, İslâm’ı ve Müslümanları yeryüzünden silmek için ellerinden gelen tüm imkânları kullanmaktan geri durmuyorlardı. O kadar ki, Sakif-oğulları kabilesinden bir veled-i zina, bir içki satıcısının tanıklığıyla Muaviye’nin kardeşi oluvermişti.
Sözünde durmak ve verilen güvenceye bağlı kalmak bu diyardan uçup gitmişti. Kendisine her türlü güvence verildikten sonra Hucr b. Adiy öldürülmüştü. Muaviye’nin kurduğu bir plânla Eş’as b. Kays’ın kızı Cu’de, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) torunu olan kocası Hasan Mücteba’ya (a.s) zehir vermişti. Bütün bunların sonucu olarak, gerek Şam’da, gerekse Irak’ta İslâmî hükümetin tek bir görüntüsü dahi kalmamıştı. Şam ve Irak o dönemde iki önemli merkezi temsil ediyorlardı. Bütün bunların sonucu olarak, gerek Şam’da, gerekse Irak’ta İslâmî hükümetin tek bir görüntüsü dahi kalmamıştı. Şam ve Irak o dönemde iki önemli merkezi temsil ediyorlardı.
Muaviye’nin Ölümünden Sonra Irak’ta Siyasal Durum
Muaviye ölünce, Irak’ta kümelenmiş iki grup, bekledikleri fırsatın doğduğunu düşündü:
1- Dindarlar grubu: Bunlar Müslümanların çektikleri acıları yüreklerinde hissediyorlardı. Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin ortadan kaldırılmış olması, onları derin hüzünlere boğmuştu. Amaçları, krallık düzenini yıkmak ve en azından geçmiş halifeler devrinde olduğu gibi İslâmî bir hükümet kurmaktı.
2- Sapkın politikacılar grubu: Bunların bütün derdi iktidarı ele geçirmekti. Şam’ın Irak’a egemenliğine son vermek peşindeydiler.
Irak önemli hadiselerle çalkalanırken, Şam’da bambaşka bir hava hâkimdi.
Babası Muaviye öldüğünde Yezid, Havareyn köyünde bulunuyordu. Şam valisi Dahhak b. Kays’ın yardımıyla Şam’a gelip Müslümanların halifesi olduğunu ilan etti. Daha ilk günlerinde kendisine muhalefet etmelerinden korktuğu kişilerle ilgili endişelerini dışa vurmaya başladı. Halifeliğinin ilk günlerinde Medine valisine mektup yazarak kendisi adına Hüseyin b. Ali (a.s), Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’den biat almasını istedi. Hüseyin’in (a.s) Yezid’e biat etmeyeceği baştan belliydi. İbn Zübeyr kendisini halife ilan etmişti, ancak halk onu görmezlikten geliyordu. İbn Ömer’in ise bu konjonktürde bir rolü olamazdı; biat etmesi veya etmemesi Yezid’in halifeliğine bir zarar verecek değildi. Bundan dolayı Yezid, sadece Hüseyin b. Ali’den (a.s) korkuyordu. Onun tavrı bir an önce belli olsun istiyordu.
Zeynelabidin’in (a.s) İmamlığına Dair Nass
Resulullah (a.s), tertemiz Ehl-i Beyt’inden On İki İmam’ı açık bir şekilde bildirmiştir; isimlerini ve niteliklerini belirterek onlara işaret etmiştir. Öte yandan her İmam da, şehit edilmeden önce, değişik yerlerde ve çağının koşullarına uygun olarak kendisinden sonraki Masum İmam’ı nass ile göstermiştir. Bazen bu nass yazılır ve gizlice birine verilirdi.
İmam Hüseyin’in (a.s), oğlunun imamlığına dair ifade ettiği nass olarak Şeyh Tusî’nin İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) rivayet ettiği şu hadisi örnek gösterebiliriz:
Hüseyin (a.s), Irak’a hareket edince Peygamber’in (s.a.a) eşi Ümmü Seleme’ye bir vasiyet, bazı kitaplar ve başka şeyler emanet olarak bıraktı ve ona dedi ki: “Sana en büyük oğlum geldiği zaman verdiğim şeyleri ona ver.” Hüseyin (a.s) şehit edilince, Ali b. Hüseyin (a.s) Ümmü Seleme’nin yanına geldi, o da Hüseyin’in (a.s) kendisine bıraktığı bütün emanetleri ona verdi.
Aşura Günü İmam Zeynelabidin (a.s)
İmam Zeynelabidin (a.s), babası, Peygamber’in (s.a.a) torunu Hüseyin’in (a.s) tağutlara karşı verdiği savaşa katıldı. Ancak o; babası, ailesinden seçkin şahsiyetler ve arkadaşları ile birlikte şahadet şerbetini içemedi. Çünkü Allah, babasından sonra ümmetin önderliğini üstlensin, kendisi için hazırlanan rolü oynasın, dedesinin risaletini azgın sorumsuzların elinde oyuncak hâline gelmekten, batıl taraftarlarının saptırıcı çarpıtmalarından, İslâm’ın merkezine hâkim olan ve gün geçtikçe etkinliğini artıran bidatlerin yıkıcı etkilerinden muhafaza etsin diye onu korumuştu. Bu da onun Aşura vakasında hastalanmasıyla gerçekleşmişti.
Üçüncü Bölüm
● İmam Zeynelabidin (a.s) Kerbelâ’dan Medine’ye
● İmam Zeynelabidin (a.s) Medine’de
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Şehit Edilmesi
Aşura Trajedisinden Sonra İmam Zeynelabidin
Tarihçiler, olayı bizzat gören bir tanığın şu sözlerini aktarırlar:
Hicrî 61 senesinin muharrem ayında Kûfe’ye gitmiştim. O sırada Hüseyin b. Ali (a.s) ve kadınlar Kerbelâ’dan getiriliyordu. Çevrelerini askerler sarmıştı. İnsanlar onları görmek için evlerinden çıkmışlardı. Onları eğersiz, semersiz bir şekilde develere bindirilmiş hallerini görünce, Kufeli kadınlar ağlamaya ve göğüslerini dövmeye başladılar. Bu sırada hastalıktan bitkin düşmüş, boynunda demir bir halka, elleri boynuna kelepçelenmiş Ali b. Hüseyin’in (a.s) cılız bir sesle şöyle dediğini duydum: “Şu kadınlar ağlıyorsa, bizi kim öldürdü?”
İmam Seccad (a.s), İbn Ziyad’ın yanına götürülürken:
– Kimsin sen? dedi.
– Ben, Ali b. Hüseyin’im, dedi.
Dedi ki:
– Allah, Ali b. Hüseyin’i öldürmemiş miydi?
İmam Ali (a.s) dedi ki:
– Ali isminde bir kardeşim daha vardı, insanlar onu öldürdü.
Bunun üzerine İbn Ziyad:
– Aksine, Allah onu öldürdü, dedi.
Ali b. Hüseyin (a.s):
– Allah, öleceği zaman ölen kişinin canını alır, dedi.
Bu cevap karşısında İbn Ziyad öfkelendi ve:
– Bana cevap verme küstahlığında bulunabiliyorsun, dedi. Gördüğüm kadarıyla bana karşı çıkma duygusunu hâlâ içinde taşıyorsun! Götürün bunu ve boynunu vurun.
Halası Zeyneb, İmam’ın önüne atıldı ve şöyle dedi: “Ey İbn Ziyad! Bu kadar kanımızı döktüğün yetmez mi?
Sonra İmam’ın (a.s) boynuna sarıldı ve şöyle dedi: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, onu bırakmayacağım. Eğer onu öldürürsen, beni de onunla beraber öldürmen gerekir.”
Ali (a.s) halasına şöyle dedi: “Sus, halacığım! Bırak onunla ben konuşayım.”
Sonra İbn Ziyad’a döndü ve şöyle dedi:
Beni öldürmekle mi tehdit ediyorsun, ey İbn Zi-yad! Öldürülmenin bizim için gelenek olduğunu ve Allah katındaki onurumuzun da şahadet olduğunu bilmiyor musun?
Sonra İbn Ziyad, Ali b. Hüseyin (a.s) ve ailesinin büyük mescidin yanındaki bir eve götürülmelerini emretti. Sabah olunca İbn Ziyad, İmam Hüseyin’in (a.s) kesik başının getirilmesini istedi. Kesik baş, Kûfe’nin bütün sokaklarında ve kabileler arasında dolaştırıldı. Kesik başın Kûfe sokaklarında halk arasında dolaştırılma işi tamamlanınca, sarayın kapısına getirildi.
Sonra İbn Ziyad, Kerbelâ’da öldürülenlerin kesik başlarını Kûfe’de ağaçların başlarına dikerek teşhir etti. Daha önce Müslim b. Akil’in kesik başını Kûfe’de teşhir ettiği gibi.
İbn Ziyad, Yezid’e bir mektup yazarak Hüseyin’in (a.s) öldürüldüğünü ve ailesinin durumunu ona bildirdi.
Aynı şekilde Medine emîri Amr b. Sa’d b. As’a da -o da Emevî sülalesindendir. Hüseyin’in (a.s) öldürüldüğü haberini iletti.
İbn Ziyad’ın mektubu Şam’a ulaşınca, Yezid, Hüseyin’in (a.s) ve onunla beraber öldürülen diğer insanların kesik başlarının kendisine gönderilmesini emretti. Bunun üzerine İbn Ziyad, Hüseyin’in (a.s) eşlerine ve çocuklarına hazırlanmalarını emretti. Ali b. Hüseyin’in (a.s) de boynuna zincir vurulmasını istedi. Sonra onları Muceffer (Muhaffez) b. Sa’lebe el-Aizî ve Şimr b. Zilcevşen’le birlikte kesik başları taşıyan kafilenin ardından gönderdi. Develere bindirilmişlerdi. Onlar da kafileyi, tıpkı kâfir esirlerin götürüldükleri gibi götürdüler. Böylece kesik başları götüren kafileye yetiştiler. Şam’a ulaşıncaya kadar Ali b. Hüseyin (a.s) onlardan hiç kimseyle bir kelime dahi konuşmadı.
Ehl-i Beyt Esirleri Şam’da
Şam, Müslümanlar tarafından fethedildiği günden beri, Halid b. Velid ve Muaviye b. Ebu Süfyan gibi kişiler tarafından yönetilmişti. Şamlılar Hz. Peygamber’i (s.a.a) görmemişlerdi, onun hadislerini doğrudan ondan dinlememişlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ashabının hayat tarzına da onların yanında bizzat gözlemlemek suretiyle tanık olmuş değillerdi. Gerçi Hz. Peygamber’in (s.a.a) ashabından az sayıdaki bazı kimseler Şam’a yerleşmişlerdi, fakat onların halk üzerinde pek bir etkileri yoktu. Sonuç olarak Şamlılar, Muaviye b. Ebu Süfyan ve adamlarının hayat tarzının Müslümanların sünneti olduğunu düşünüyorlardı. Öte yandan Şam bölgesi uzun asırlar Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmıştı.
Bu yüzden aşağıdaki olaya benzer olayları tarih kitaplarında okuduğumuz zaman şaşırmıyoruz:
Hz. Muhammed’in (s.a.a) ailesinin esirleri Şam’a girdiği zaman yaşlı bir adam İmam Seccad’a (a.s) yaklaştı ve:
– Sizi mahveden ve emîrin sizi yenmesini sağlayan Allah’a hamdolsun, dedi.
İmam (a.s):
– Ey yaşlı adam! Sen Kur’ân’ı okudun mu? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Evet, okudum, dedi.
İmam (a.s):
– Peki: “De ki: Ben sizden akrabalarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum.” ayetini okudun mu? dedi.
Yaşlı adam:
– Evet, dedi.
İmam:
– Ey yaşlı adam! İşte Peygamber’in (s.a.a) o akrabaları biziz, dedi.
Sonra şöyle dedi:
– “ Akrabalara hakkını ver.” ayetini okudun mu?
– Evet, bu ayeti okudum, dedi.
Buyurdu ki:
– Ey Yaşlı adam! O akrabalar biziz. Peki: “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri Allah’ın, Resulü’nün ve akrabalarındır.” ayetini okudun mu?
– Evet, dedi.
İmam (a.s) dedi ki:
– O akrabalar, biziz.
Sonra tekrar sordu:
– Ey Yaşlı adam! “Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”ayetini okudun mu?
Yaşlı adam:
– Evet, dedi.
İmam (a.s) dedi ki:
– İşte yüce Allah’ın, özel olarak haklarında tathir ayetini indirdiği Ehl-i Beyt biziz.”
Yaşlı adam:
– Allah hakkı için, siz onlar mısınız? dedi.
İmam (a.s) buyurdu ki:
Allah’a andolsun ki, biz onlarız, bunda hiçbir kuşku yoktur. Dedemiz Resulullah’ın (s.a.a) hakkı için biz onlarız.
Yaşlı adam ağlamaya başladı. Sarığını çıkarıp yere attı ve ellerini göğe kaldırarak şöyle dedi.
– Allah’ım! Âl-i Muhammed’in (s.a.a) düşmanlarından teberri ederek sana yöneliyorum.
Tarihçiler anlatıyor:
Hüseyin (a.s) öldürülüp, Ali b. Hüseyin (a.s) de Kerbelâ’dan getirilince, İbrahim b. Talha b. Ubeydul-lah onu karşıladı ve “Ey Ali b. Hüseyin, kim galip geldi?” diye sordu. Devenin hörgücünde ve başını örtmüş vaziyetteydi. Ali b. Hüseyin (a.s) ona şöyle dedi: “Kimin galip geldiğini bilmek istiyorsan, namaz vakti girdiğinde ezan oku ve kamet getir.”
Ali b. Hüseyin’in (a.s) cevabı şu anlama geliyordu: Mücadele; ezan, Allah’ın ululanması ve Allah’ın birliğinin vurgulanması uğruna verilmişti. Haşimoğulları’nın iktidara gelmesi için değildi. İmam Hüseyin’in, ailesinden seçkin kimselerin ve arkadaşlarının şehit düşmesi, Muhammedî İslâm’ın, Emevî cahiliyesine ve onların safında yer alıp da iman ve İslâm’ın tadını almamış diğer sapıklara karşı bekasını ve kalcılığını sağlamıştı.
İmam (a.s) Yezid’in Meclisinde
Hz. Hüseyin’in (a.s) kesik başı, eşleri ve ailesinden geride kalanlar Yezid’in sarayına götürüldü. İple birbirlerine bağlanmışlardı. Zeynelabidin (a.s) de zincire vurulmuştu. Yezid’in önünde bu halde durdurulduklarında Yezid, Husayn b. Hamam el-Merrî’nin şu beytini okudu:
Birtakım adamların başlarını yararız ki üstündüler
Ve onlar asi ve zalim olmuşlardı.
Ve şu ayeti okudu:
Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder.
İmam Ali b. Hüseyin (a.s) ona şu ayetlerle cevap verdi:
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlere şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.
Tarihçiler, Hz. Hüseyin’in (a.s) kızı Fatıma’nın şöyle dediğini anlatıyorlar:
Yezid’in önünde oturduğumuz zaman, bize acıdı. Şamlılardan kızıl suratlı bir adam Yezid’in yanına geldi ve “Ey müminlerin emîri! Şu cariyeyi beni kastederek bana hediye et.” dedi. Bunu yapabileceklerini zannettim ve halam Zeyneb’in elbisesinden tuttum. O ise, böyle bir şeyin olmayacağını biliyordu.
Halam Şamlıya şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim, yalan söylüyorsun. Allah’a andolsun kınanacak bir teşebbüste bulundun. Bunu ne sen, ne de o yapabilir!”
Yezid kızdı ve şöyle dedi: “Asıl sen yalan söylüyorsun. Bu iş benim elimdedir. Eğer bu işi yapmak istesem yaparım.”
Halam şöyle dedi: “Asla! Allah’a yemin ederim ki, Allah sana böyle bir yetki vermemiştir. Ancak bizim dinimizden çıkıp başka bir dine girmen başka.”
Yezid öfkeden ne yapacağını bilemiyordu. Dedi ki: “Bana bu şekilde mi cevap veriyorsun? Dinden çıkan, senin baban ve kardeşindir.”
Zeyneb şöyle dedi: “Allah’ın dini, babamın dini ve kardeşimin diniyle, eğer Müslüman isen sen, deden ve baban doğru yolu buldunuz.
Yezid: “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı kadın!” dedi.
Zeyneb dedi ki: “Ey emîr! Haksız yere sövüyorsun ve saltanatını kullanarak baskı uyguluyorsun.”
Yezid bu söz karşısında utanır gibi oldu ve sustu.
Şamlı adam bir kez daha Yezid’e döndü ve “Şu cariyeyi bana hediye et.” dedi. Yezid ona: “Kaybol! Allah, sana ansızın ölümü hediye etsin.”
Yezid’in, İbn Ziyad’ın Kûfe’de sarf ettiği sözlerden daha az sert ve az kırıcı bir dil kullanması, İbn Ziyad’ın, efendisine bağlılığını gösterme gereğini duymasına, Yezid’in ise böyle bir şeye ihtiyacının olmamasına bağlanabilir. Belki de Yezid, Hüseyin’i (a.s) öldürmekle, Peygamber’in (s.a.a) ailesini esir almakla kendisine sert tepkilerin yöneldiğini anlamış ve bu yolla bu tepkileri yumuşatmak istemişti.
O günlerde Yezid, Şam hatibine minbere çıkmasını ve Hüseyin (a.s) ile babasını (a.s) kötülemesini emretti. Bu sırada mescitte bulunan İmam Zeynelabidin (a.s) ona şöyle haykırdı:
Yazıklar olsun sana, ey hatip! Yaratıcının gazabına karşılık yaratılmışın hoşnutluğunu satın aldın. Öyleyse cehennemde kurulacağın yere şimdiden hazırlan.
İmam (a.s), Yezid’e döndü ve şöyle dedi:
Şu ağaçların üzerine çıkmama izin verir misin? Bazı sözler söylemek istiyorum ki, bu sözler Allah’ın rızasını içerdiği gibi, şu oturanlar için de ecir ve sevap sebebi olur.
Orada bulunanlar, esir olduğu hâlde, bu hasta delikanlının hatibe ve Emîr’e karşı çıkmasına şaşırmışlardı, adeta donup kalmışlardı. Yezid, izin vermeye yanaşmadı. Oturanlar, delikanlıya izin vermesi için ısrar ettiler. Yezid’in, halkın isteğini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. İmam (a.s), minberin ağaç merdivenlerinin üzerine çıktı ve Allah’a hamdüsenadan sonra sözlerine şöyle başladı:
Ey İnsanlar! Bize altı haslet verildi ve yedi hususta herkesten üstün kılındık: Bize; ilim, ağırbaşlılık, hoşgörü, fesahat, cesaret ve müminlerin kalbinde sevgi verildi. Biz başkalarından üstün tutulduk; çünkü seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, es-Sıddık (Ali) bizdendir, et-Tayyar (Cafer) bizdendir. Allah’ın ve Resulü’nün aslanı (Ali) bizdendir. Dünya kadınlarının efendisi Fatıma Betül bizdendir. Şu ümmetin iki torunu ve cennet gençlerinin iki efendisi bizdendir.
Ailesine ilişkin bu tanıtıcı girişten sonra, erdemlerini açıklamaya başladı ve buyurdu ki:
Beni tanıyan tanır. Tanımayanlara ise, soyumu ve nesebimi tanıtayım.
Ben, Mekke’nin ve Mina’nın çocuğuyum. Ben Zem-zem’in ve Safa’nın çocuğuyum. Ben, eteğinin içinde zekâtı yoksullara taşıyanın çocuğuyum. Ben, örtü ve rida giyinenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, (ihram hâlinde) nalın giyen ve yalın ayak gezenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, tavaf edenlerin ve saiy yapanların en hayırlısının oğluyum. Ben, hac edenlerin ve telbiye getirenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, Burak sırtında göğe götürülenin oğluyum. Ben, Mescid-i Haram’dan bir gece vakti Mescid-i Aksa’ya yürütülenin oğluyum. Gece vakti yürüten münezzehtir.
Ben, Cebrail’in Sidretu’l-Münteha’ya götürdüğü peygamberin oğluyum. Ben, yaklaşan, ardından sarkan sonra iki yay gibi yakınlaşanın oğluyum. Ben, gökte meleklerle namaz kılanın oğluyum. Ben, celil olan Allah’ın vahyetmek istediğini vahyettiğinin oğluyum. Ben, Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) oğluyum. Ben, Ali el-Murteza’nın oğluyum. La ilâhe illallah deyinceye kadar insanların (kibirli) burunlarına vuranın oğluyum.
Ben, Resulullah’ın (s.a.a) tam önünde iki kılıçla vuruşan, iki mızrakla saldıran, iki kere hicret eden, iki defa biat eden, Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir süre dahi Allah’ı inkâr etmemiş olanın oğluyum.
Ben, müminlerin en salihinin, peygamberlerin vârisinin, dinsizleri kesenin, Müslümanların hamisinin, mücahitlerin nurunun, abidlerin süsünün, ağlayanların tacının, sabredenlerin en sabırlısının, Yâsîn ailesinin ve âlemlerin Rabbinin Elçisi’nin soyunun en çok kıyam edeninin oğluyum.
Ben, Cebrail tarafından desteklenmiş, Mikail tarafından yardım edilmiş; biatlerini bozan, günaha sapan ve dinden çıkanlara karşı savaşan, Nasıbî (söven) düş-manlarına karşı cihat eden, bütün Kureyş kabilesinden yeryüzünde yürüyenlerin en onurlusu, müminler içinde en önce icabet eden, Allah için çağrıya koşan, öncekilerin en ilki, azgınları ayrıştıran, müşriklerin kökünü kurutan, Allah’ın attığı oklardan biri, Allah’ın hikmetinin bahçesi olanın oğluyum…
İşte niteliklerini saydığım bu adam benim dedem, Ali b. Ebu Talib’dir.
Ben, Fatimetu’z-Zehra’nın oğluyum. Kadınların efendisinin oğluyum. Ben, tertemiz Betül’ün oğluyum. Ben, Resul’ün (s.a.a) ciğerparesinin oğluyum. Ben, kanlara boyanmışın oğluyum. Ben, Kerbelâ’da kurban e-dilmişin oğluyum. Ben, karanlıklarda cinlerin üzerine ağladığı, gökte kuşların yasını tuttuğu Hüseyin’in oğluyum.
İmam (a.s): “Ben… Ben…” dedikçe, insanlar hıçkırıklara boğuluyordu.
Yezid, bir kargaşanın çıkmasından, istenmeyen sonuçların doğmasından korktu.
İmam’ın konuşması, bir düşünce devrimi meydana getirmişti. Çünkü kendisini Şamlılara tanıtmış, şimdiye kadar bilmedikleri gerçeklerle ilgili olarak kuşatıcı bilgilere sahip olmalarını sağlamıştı.
İmam’ın (a.s) sözlerini kesmesi için, Yezid, müezzine e-zan okumasını işaret etti.
Müezzin: “Allahu Ekber” diye haykırınca, İmam ona döndü ve şöyle dedi:
Bir başkasıyla mukayese edilmeyecek, duyularla algılanamayacak kadar büyük olan birini ululadın. Allah’tan daha büyük hiçbir şey yoktur.
Müezzin: “Eşhedu en la ilâhe illallah” deyince, İmam (a.s) şöyle dedi:
Tüylerim, derim, etim, kanım, beynim ve kemiklerim buna şahitlik eder.
Müezzin: “Eşhedu enne Muhammeden Resulullah” deyince, İmam (a.s), Yezid’e döndü ve şöyle dedi:
Ey Yezid! Bu Muhammed senin deden midir, yoksa benim dedem mi? Eğer senin deden olduğunu iddia edersen, kuşkusuz yalan söylemiş olursun. Eğer benim dedem olduğunu söylersen, o zaman, şöyle sorarım: “Niçin onun Ehl-i Beyt’ini öldürdün?”
Yezid dona kaldı, cevap verecek mecal bulamadı kendinde. Çünkü yüce Peygamber (s.a.a), Seyyidu’l-Abidin’in dedesiydi. Yezid’in dedesi ise, Peygamber’in (s.a.a) baş düşmanı Ebu Süfyan’dı.
Şamlılar, büyük bir günahın içinde boğulduklarını iyice anladılar. Emevî yönetiminin sapmaları ve yoldan çıkmaları için yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüğünü ve bu sayede kendilerini yanılttığını kavradılar.
Şunu da anladılar: Kişisel kin ve dünya makamına düşkünlük, Yezid’in, İmam Hüseyin’e (a.s) karşı tüm bu zulüm sahnelerini sergilemesine sebep olmuştu.
Yezid’in makam uğruna tüm mukaddes değerleri görmezlikten geldiğinin en somut kanıtı, yönetime gelir gelmez Medine valisine yazdığı ve Hüseyin’den (a.s) biat almasını, değilse başını kesip Şam’a göndermesini emrettiği mektuptur.
Yezid’in yanlış hesapları bağlamında Ehl-i Beyt esirlerini önce Kûfe’ye götürüp teşhir etmesi, sonra bunları oradan Şam’a getirtmesi de sayılabilir.
Yezid, yaptığı suçun ne denli büyük ve tehlikeli olduğunu ancak, Hz. Peygamber’in (s.a.a) torununun öldürülmüş olmasına halkın büyük bir tepki gösterdiğine, her gün protestolar düzenlendiğine dair raporlar kendisine ulaştıktan sonra anlayabildi. Bu yüzden, suçu Mercane’nin oğluna (İbn Ziyad) yüklemeye çalıştı. Nitekim İmam Seccad’a (a.s) şöyle demişti:
Allah, Mercane’nin oğluna lanet etsin. Allah’a yemin ederim, eğer ben babanın yanında olsaydım, benden ne isteseydi verirdim ve elimden gelen bütün imkânları kullanarak ölümü ondan uzaklaştırmaya çalışırdım. Ancak Allah gördüğün şeyi takdir etti. Medine’den bana mektup yaz ve bütün ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlar.
İmam Seccad (a.s), Şam’da bulunduğu esnada Minhal b. Amr ile karşılaştı. Minhal sordu: “Ey Resulullah’ın oğlu! Nasıl akşamladın?” İmam (a.s), öfkeli bir şekilde göz ucuyla baktı ve şöyle dedi:
İsrailoğulları’nın, Firavun hanedanının egemenliği altındaki gibi akşamladık. Oğullarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyorlardı. Araplar, Arap olmayanlara karşı, Muhammed bizdendir, diye övünerek akşamladılar. Kureyş, diğer Arap kabilelerine karşı, Muhammed bizdendir, diye övünerek akşamladı. Biz, Muhammed’in Ehl-i Beyt’i ise, kimimiz öldürülmüş, kimimiz de sağa sola savrulmuş, sürgün edilmiş olarak akşamladık. Kuşkusuz biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.
Yezid, Resulullah’ın (s.a.a) emanetlerine, risalet hanesinin iffetli kadınlarına eşlik etmek ve onları Medine’ye geri götürmekle Nu’man b. Beşir’i görevlendirdi. Fitne çıkmaması ve ortalığın karışmaması için de gece yola çıkmalarını emretti.
İMAM ZEYNELABİDİN (a.s) MEDİNE’DE
Ehl-i Beyt’in (a.s) esirlerinin Kûfe’ye girmesiyle birlikte, İmam Hüseyin’in (a.s) öldürülmesine dönük tepkiler de uç vermeye başladı.
Yezid’e karşı en ufak bir itiraz gösteren kişilere karşı İbn Ziyad’ın uyguladığı baskı, sindirme ve terör yöntemlerine rağmen, egemen zulmü protesto eden sesler gün be gün daha gür çıkıyordu.
Örneğin bir gün İbn Ziyad minbere çıktı, Yezid ve partisini öven sözler sarf ettikten sonra Hüseyin (a.s) ve Resul-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’i hakkında kötü sözler söyledi.
Bunun üzerine Abdullah b. Afif el-Ezdî hemen ayağa kalktı ve şöyle tepki gösterdi:
Ey Allah’ın düşmanı! Hiç şüphesiz yalancı sensin, senin babandır, seni vali tayin edendir ve onun babasıdır. Ey Mercane’nin oğlu! Peygamberlerin evlatlarını öldürüyorsun, utanmadan da doğruların makamı olan minbere çıkıyorsun!
İbn Ziyad: “Onu bana getirin!” dedi. Muhafızlar yakaladılar onu. O da Ezd kabilesini yardıma çağırdı. Ezd kabilesinden yedi yüz kişi toplandı ve onu muhafızların elinden kurtardılar.
Akşam olunca İbn Ziyad birini gönderdi, onu evinden çıkarıp boynunu vurdu, sonra da cesedini asıp teşhir etti.
Bu karşı çıkış eylemi, İbn Ziyad’ın lehine sonuçlandıysa da, başka ayaklanmaların, başkaldırıların da başlangıcı oldu.
Şam’da da öfke ve rahatsızlık belirtileri baş gösterdi. Bu yüzden Yezid, Hüseyin’in (a.s) öldürülmesinin suçunu İbn Ziyad’a yıkma gereğini duydu. Fakat bu tepkilerin en şiddetlisi Hicaz’da gerçekleşti.
Abdullah b. Zübeyr, Yezid’in tahta çıktığı ilk günlerde Mekke’ye taşınmıştı. Orayı Şam yönetimine muhalefetin üssü hâline getirmişti. Kerbelâ faciasını, Yezid rejimini eleştirmek maksadıyla bir argüman olarak kullanmaya başladı. Bir konuşma yaptı.
Bu konuşmasında Iraklıları vefasızlıkla, sözlerinde durmamakla suçladı. Hüseyin b. Ali’den (a.s) övgüyle söz etti, onu takva ve ibadet ehli olarak nitelendirdi.
İmam Zeynelabidin (a.s) de Şam ve Irak’tan dönüşünün ardından Medine’de ahaliye bir konuşma yaptı.
Tarihçiler, İmam’ın (a.s) şehre girişinden önce halkı şehrin dışında topladığını ve onlara şu konuşmayı yaptığını anlatıyorlar:
Âlemlerin Rabbi, din gününün sahibi, bütün mahlûkatın yaratıcısı olan Allah’a hamdolsun. O, uzaktır; en yüce göklerde yükselmiştir. Yakındır; gizli konuşmaların tanığıdır.
Büyük olaylardan, zamanın facialarından, yakıcı musibetlerden, dehşet verici felaketlerden; büyük, yıkıcı, insanın canına tak eden, korkunç ve helak edici afetlerden dolayı O’na hamdediyoruz.
Ey topluluk! Hiç kuşkusuz yüce Allah O’na hamdolsun, bizi büyük musibetlerle sınadı. İslâm’ın duvarında açılan gedik bu yüzden çok büyüktür.
Evet, Ebu Abdullah Hüseyin (a.s) öldürüldü, kadınları ve çocukları esir alındı. Kesik başı mızrakların ucuna takılarak memleket memleket dolaştırıldı. İşte bu, benzeri olmayan bir musibettir.
Ey insanlar! İçinizde hangi erkek, onun ölümünden sonra sevinebilir? Ondan dolayı hangi yürek üzüntüden yanmaz? Hangi göz, yaşlarını tutar da sel gibi akıtmaz?
Onun öldürülmesinden dolayı yedi kat gök ağladı; denizler dalgalarıyla, gökler dayanaklarıyla, yer kuşe bucaklarıyla, ağaçlar dallarıyla, balıklar, denizlerin derinlikleri, mukarreb melekler ve bütün semavat ehli ağladı.
Ey insanlar! Onun öldürülmesinin acısıyla parçalanmayacak kalp var mıdır? Hangi yürek onun için yanmaz ki? İslâm’ın surunda açılan bu kapanmaz gediği, bu onmaz yarayı duymayan kulak kaldı mı?
Ey insanlar! Şehirlerden, diyarlardan kovulur, sağa sola savrulur, memleketlerden çıkarılır, uzaklaştırılır olduk. Sanki Türklerin ve Kabil’in çocuklarıymışız gibi! Hem de işlediğimiz bir suç, irtikâp ettiğimiz bir günah olmaksızın! İslâm’da yıkıcı bir gedik açmadığımız hâlde! Önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Bu, olsa olsa uydurulmuş bir düzendir.
Allah’a yemin ederim ki, eğer Peygamber (s.a.a) bizi sevmelerini, bize itaat etmelerini önerdiği gibi, bizi öldürmelerini önermiş olsaydı, bu yaptıklarından fazlasını yapmayacaklardı.
Hiç şüphesiz biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. Ne büyük ne acı bir felaket! Ne korkunç, ne yakıcı, ne dehşet verici, ne elemli ve ne müthiş bir musibet!
Başımıza gelenlerden ve bize yapılan kötülüklerden dolayı Allah’ın sevabını umuyoruz. Çünkü O, üstün iradelidir, öç alıcıdır.
İmam Zeynelabidin (a.s) kısa, ama etkili ve vurgulu bir değiniyle, Ehl-i Beyt’in (a.s) yaşadığı sürgünleri, perişanlığı, sağa sola savrulmuşluğu, gördükleri kötü muameleyi ve aşağılayıcı tavırları da tasvir etti. Onlar vahiy hanesinin, risalet madeninin fertleriydiler. İman ehlinin önderleri, hayır, rahmet ve hidayetin kapılarıydılar.
İmam Zeynelabidin (a.s), Ehl-i Beyt’in (a.s) mazlumiye-tini işlediği bu konuşmasında, Medinelilerin devrimci ruhlarını uyandırmayı amaçlamıştı. Emevî zorbalığına, Süfyanî azgınlığa kavrşı aydınlanmacı, inkılâpçı duyguları harekete geçirmeyi hedeflemişti.
Medine Ayaklanması
Medineliler için, Yezid’in sapıklığının, İslâm’ı tanımazlığının, zorbalığının ve azgınlığının tek kanıtı, Şam’a gidip gelen heyetin eleştirileri değildi kuşkusuz. Bilakis, Yezid’in ve valilerinin İslâm topraklarının çeşitli bölgelerinde zulüm uyguladıklarını, günah işlediklerini, halkı ağır baskılar altında inlettiklerini, ilâhî haramları tevil götürmeyecek şekilde çiğnediklerini bizzat gözlemliyorlardı
Bunun yanında Emevîler, ensara karşı derin bir kin besliyorlardı. Bu kinlerini her fırsatta dışarı vurmaktan da çekinmiyorlardı. Medineliler, Yezid’in atadığı valiyi şehirden çıkarmakta tereddüt etmediler. Şehirdeki Emevîleri ve onlara bağlı olanları kuşattılar.
Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin (üzerlerine selâm olsun) amansız düşmanı Mervan b. Hakem, İmam Zeynelabidin’le konuşarak kendisine eman vermesini diledi. İmam (a.s), büyüklüğünü göstererek, bu adamın, Ehl-i Beyt’e karşı işlediği onca suça, özellikle İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) defni hususunda sergilediği düşmanca tavra ve Yezid için biat alınması hususunda İmam Hüseyin’e (a.s) baskı uygulanmasını sağlamasına rağmen, ona eman verdi; bu suçlarını görmezlikten geldi.
Medine halkının isyan ettiği haberi Yezid’in kulağına gidince, isyanı bastırmak üzere Müslim b. Ukbe’yi gönderdi. Evet, Resulullah’ın (s.a.a) şehri ve Allah’ın vahyinin indiği bu mekândaki isyanı bastırmak için gönderdiği bu adama verdiği son derece özel direktiflere kulak verin:
Halkı üç kere sana isyanı sona erdirmeye çağır. Eğer olumlu karşılık verirlerse ne ala, değilse derhal onlarla savaş. Onları yenilgiye uğrattığın zaman, Medine’yi üç gün her şeyin mubah olduğu serbest bölge ilan et. Şehirdeki mallar, hayvanlar, silahlar ve yiyecekler askerlere aittir.
Bu arada, yaralıları ve arkasını dönüp kaçanları varsa, onları da öldürmesini emretti.
Yezid’in ordusu Medine’ye vardı. Medine halkına karşı verilen şiddetli bir savaşta, Medineliler dinlerini savunma hususunda övgüye değer kahramanlıklar sergilediler. Medine’nin kendileri için serbest bölge olduğunu ilan etti. Askerler evlere saldırdılar; kadınları, çocukları ve yaşlıları kılıçtan geçirdiler. Birçoklarını da esir aldılar. Askerler bu süre zarfında kadınlara tecavüz ettiler. Denildiğine göre, bu günlerde bin kadın kocasından başka erkeklerden hamile kalmıştı. Hirre olayından sonra Medine’de bin kadın, evli olmadığı hâlde doğum yaptı. Hirre günü yedi yüz kişi öldürüldü. Bunlar muhacir ve ensardan ileri gelenlerdi. Bir de mevalilerin ileri gelenleri vardı. Ayrıca hür-köle ayrımı yapılmadan on binlerce insan öldürüldü
Sonra Müslim b. Ukbe’nin üzerine oturması için bir kürsü getirildi. Medine halkından esir alınanlar getirildi ardından. Esirlerin her birinden şu sözleri söyleyerek biat etmesini istiyordu:
Ben, Yezid b. Muaviye’nin kulu-kölesiyim. O; canım, kanım, malım ve ailem hakkında dilediği gibi hükmeder!
Yezid’in kulu olduğunu söylemekten kaçınan, bu şarta bağlı olarak biat etmek istemeyen ve ısrarla Yezid’in değil, Allah’ın kulu olduğunu söyleyenlerin akıbeti kılıçtan geçirilmekti.
Derken İmam Zeynelabidin (a.s), Müslim b. Ukbe’nin yanına getirildi. İmam (a.s), Müslim’e kızgındı. Ondan ve atalarından berî olduğunu vurguladı. Müslim, İmam’ın (a.s) yanına gelmekte olduğunu görünce, titredi ve ona saygı göstermek üzere ayağa kalktı.
İmam’ı (a.s) yanına oturttu. “Ne ihtiyacın varsa, benden iste!” dedi. İmam (a.s), boynu vurulmak üzere Müslim’in yanına getirilenlerin tümü için şefaatte bulundu. Sonra oradan ayrılıp gitti.
Ali b. Hüseyin’e (a.s): “Dudaklarının kıpırdadığını gördük. Ne söylüyordun?” diye soruldu. Dedi ki:
O sırada şöyle dedim: “Ey yedi kat göğün ve bu göklerin gölgelediği tüm varlıkların, yerlerin ve bu yerlerin içinde barındırdığı varlıkların Rabbi olan Allah’ım! Ey büyük arşın Rabbi! Ey Muhammed’in ve tertemiz Ehl-i Beyt’inin Rabbi! Bu adamın şerrinden sana sığınıyorum. Bu katilin kan dökmesini seninle savıyorum. Onun iyiliğini bana ulaştırmanı ve onun şerrinden de beni korumanı diliyorum.”
Müslim’e soruldu: “Daha önce bu delikanlıya ve geçmişlerine sövüp durduğunu görmüştük. Ama senin yanına getirildiği zaman, onu katında yüksek bir yere oturttun; bunun sebebi nedir?”
Dedi ki: “Bu gördüğünüz tavır benim kendi yaklaşımım, kendi görüşümden kaynaklanan bir şey değildir? Kalbim, o-nu gördüğümde korku ile doldu. Onun için böyle davrandım.”
Tarihçiler anlatıyor:
İmam Zeynelabidin (a.s), Hirre olayında Abdumenafoğulları’ndan dört yüz kadını himayesine aldı. Müslim’in ordusu Medine’yi boşaltıncaya kadar bu kadınların iaşesini üstlendi.
Eğer İmam’dan (a.s) Yezid’e kulluk bildirimi esasında biat istenseydi, o, kesinlikle bunu reddedecekti. Reddetmenin kaçınılmaz sonucu ise, mübarek kanının dökülmesiydi. Bu da, Emevî uygulamalarına karşı halkın yüreğinde yeni bir kin dalgasının kabarması anlamına gelirdi. Özellikle egemen rejimin temellerinin sarsıldığı böyle bir konjonktürde böyle bir girişimde bulunmak uygun olamazdı.
Medinelilerin isyanını vahşice bastırdıktan, ayaklanmayı sona erdirdikten sonra, Müslim, Abdullah b. Zübeyr’in Emevî yönetimine başkaldırısını ilan ettiği Mekke’ye yöneldi. Fakat yolda öldü. Husayn b. Numeyr, Yezid’in emirleri uyarınca Emevî ordusunun komutasını ele aldı. Mekke’nin yakınlarına varınca, şehri kuşattı; Kâbe’yi mancınıkla dövdü ve yaktı.
Mekke’nin Emevî ordusu tarafından kuşatma altında tutulduğu günlerde Yezid öldü. Kimin adına savaşacağını bilmeyen ordu komutanı, İbn Zübeyr’le görüşmelerde bulundu.
Bu görüşmelerde, Şam’a kendisiyle birlikte gelmesi şartıyla kendisine biat etmeyi kabul edebileceğini bildirdi. Fakat İbn Zübeyr bu şartı reddetti. Husayn de ordusuyla birlikte Şam’a döndü.
Emevî Ailesinde Çatlama
Yezid, hicrî 64 tarihinde 38 yaşında Huvvarin’de öldü. Üç sene birkaç ay süren yönetimi boyunca amel defteri, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kızının oğlunu öldürmek; vahiy ailesini, risalet hanesinin özgür kadınlarını esir almak, Medine şehrinde katliam gerçekleştirmek ve Kâbe-i Şerif’i yıkmak gibi kara sayfalarla doluydu.
Yezid’in ölümünden sonra Şamlılar, onun oğlu Muaviye’ye biat ettiler. Fakat Muaviye’nin yönetimi kırk günden fazla sürmedi. Kırkıncı günün sonunda tahttan indiğini ilan etti ve ondan sonra da karanlık bir şekilde öldü.
Emevî Yönetimine Karşı Muhalefetin Artması
Yezid’in ölümünden sonra harekete geçenlerin tümü İslâmî endişelerle harekete geçenler değildi. Örneğin Şam’ın Irak’a tâbi olmasını, hilafetin başkentinin yeniden Irak’a taşınmasını isteyen kimseler de vardı kısa vadede Emevî yönetiminin yıkılması hususunda kayda değer bir iş başaramadılar.
Bu esnada Muhtar b. Ebu Ubeyde es-Sakafî, “Ya Le-Sarati’l-Hüseyn” (Hüseyin İntikamı Uğruna) sloganıyla etrafına insan toplamaya başladı.
Muhtar, Tevvabin grubunun başarısızlığından sonra Şiîleri ayaklanmaya hazırladı. Herhangi bir Şiî hareketin başlaması için Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden birinin önderliğinin gerekliliğini çok iyi biliyordu. İsyanı başlatmanın, Ehl-i Beyt adına olmasının şart olduğunu anlıyordu. Ali b. Hüseyin’den (a.s) daha iyisi var mıydı? Şayet İmam Zeynelabidin (a.s) bu öneriyi reddetseydi, bu takdirde önündeki tek seçenek, İmam Seccad’ın (a.s) amcası Muhammed b. Ali b. Ebu Talib’ti.
Bundan dolayı Muhtar, İmam’a (a.s) ve amcasına aynı anda mektup gönderdi. İmam (a.s), açıkça kendisini desteklediğini belirtmedi. Ancak babasının intikamını aldığında bu hareketini onayladığını belirtti. Amcası Muhammed b. Hanefiyye ise, Kûfe’den gelen heyetin, Muhtar’ın sancağı altında harekete geçmenin meşruiyeti ile ilgili olarak kendisine yönelttiği soruya şöyle cevap verdi:
Bizim kanımızın intikamını alma isteği ile sizi davet eden kişi ile ilgili olarak zikrettiklerinize gelince, Allah’a yemin ederim ki, yüce Allah’ın, kullarından dilediği kimselerin eliyle bizi muzaffer kılmasını isterim.
Heyettekiler, İbn Hanefiyye’nin, Muhtar’ın hareketini desteklediği sonucunu çıkardılar. Böylece Muhtar Sekafî, İbrahim b. Malik el-Eşter gibi Şia’nın ileri gelenlerini yanına çekebildi.
Muhtar, Ubeydullah b. Ziyad ve Ömer b. Sa’d’ın kesik başlarını İmam’a (a.s) gönderdi. İmam (a.s) düşmanlarının kesik başlarını görünce, Allah için şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:
Düşmanlarımdan intikamımın alındığını bana gösteren Allah’a hamdolsun. Allah, Muhtar’ı hayırla mükâfatlandırsın.
Tarihçiler şöyle diyorlar:
İmam Zeynelabidin’in (a.s), babasının şehit edilme-sinden sonra güldüğü görülmemişti. O günden sonra sadece İbn Mercane’nin kesik başını gördüğünde güldüğü görülmüştü
Mihnet ve Karışıklıklarla Geçen Yıllar
Hicrî 66–75 tarihleri arasındaki yıllar; Şam, Hicaz ve Irak açısından sıkıntıların ve çalkantıların had safhada olduğu yıllardı. Bu süre zarfında adı geçen bölgeler huzur ve güven yüzü görmedi. Ancak çalkantılar bakımından Irak’ın payına düşen, diğer iki bölgeden de fazlaydı
Iraklıların başına gelenler, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) torununun onlara yaptığı bedduanın bir sonucuydu. İmam Hüseyin (a.s) Kerbelâ’da elini göğe açmış ve şöyle beddua etmişti:
Allah’ım! Onların üzerine gökten bir damla yağmur yağdırma. Yusuf zamanındaki kıtlık yılları gibi yılları üzerlerine gönder. Sakifli delikanlıyı başlarına musallat et; ağzına kadar zehir dolu kâseyi onlara i-çirsin. Çünkü onlar bizi yalanladılar ve bizi yalnız bıraktılar…
Yüce Allah, Hüseyin b. Ali’yi (a.s) yalanlayan ve onu yalnız bırakan Iraklılardan, Haccac b. Yusuf es-Sakafî gibi zalim ve cani bir adam aracılığıyla intikam aldı. Bu adam, “kan dökmeden duramayan, kendisinden başka hiç kimsenin yapamayacağı cinayetleri işleyen” bir kimseydi.Abdulmelik b. Mervan, kendisinden sonra tahta geçmek üzere oğlu Velid’i veliaht tayin etti. Büyük cani ve terörist Haccac’a iyi davranmasını tavsiye etti
İMAM ZEYNELABİDİN’İN ŞEHİT EDİLMESİ
Velid, babası Abdulmelik b. Mervan’dan sonra tahta geçti. Tarihçi Mes’udî, onu zorba, acımasız, zalim ve taşyürekli biri olarak nitelendirir.
Velid, bütün insanlar içinde İmam Zeynelabidin’e (a.s) en büyük kini duyan biriydi. Çünkü İmam (a.s) yaşadıkça iktidar ve egemenliğe tamamen sahip olmayacağını düşünü-yordu.
Kuşkusuz İmam (a.s), büyük bir halk kitlesini etkiliyordu. İnsanlar hayranlıkla ve saygılarını ifade ederek onun ilmini, fıkıh bilgisini ve ibadetini anlatıp dururlardı. Meclisler, onun sabrına ve diğer özelliklerine dair menkıbelerle çalkalanıyordu. İnsanların kalplerinde ve duygularında büyük bir yer edinmişti.
Büyük âlim Said b. Cübeyr de, onu görme onuruna nail olanlardan biriydi, onunla görüşmekten ve onun sözlerini dinlemekten büyük bir şeref duyardı.
İmam’ın (a.s) bu farklı ve belirgin konumunun ifadesi olan olguların tümü Emevîleri rahatsız ediyordu. Rahat uyuyamıyorlardı.
Ona en büyük kini duyan da Müslümanların hâkimi ve Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olma düşlerini kuran Velid b. Abdulmelik’ti.
Velid, bütün insanlar içinde İmam Zeynelabidin’e (a.s) en büyük kini duyan biriydi. Çünkü İmam (a.s) yaşadıkça iktidar ve egemenliğe tamamen sahip olmayacağını düşünüyordu.
Kuşkusuz İmam (a.s), büyük bir halk kitlesini etkiliyordu. İnsanlar hayranlıkla ve saygılarını ifade ederek onun ilmini, fıkıh bilgisini ve ibadetini anlatıp dururlardı. Meclisler, onun sabrına ve diğer özelliklerine dair menkıbelerle çalkalanıyordu. İnsanların kalplerinde ve duygularında büyük bir yer edinmişti.
Büyük âlim Said b. Cübeyr de, onu görme onuruna nail olanlardan biriydi, onunla görüşmekten ve onun sözlerini dinlemekten büyük bir şeref duyardı.
İmam’ın (a.s) bu farklı ve belirgin konumunun ifadesi olan olguların tümü Emevîleri rahatsız ediyordu. Rahat uyuyamıyorlardı.
Ona en büyük kini duyan da Müslümanların hâkimi ve Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olma düşlerini kuran Velid b. Abdulmelik’tir.
Zührî, Velid’in şöyle dediğini rivayet eder:
Ali b. Hüseyin bu dünyada var oldukça bana rahat yüzü yoktur.
Nitekim tahta çıkar çıkmaz, İmam Zeynelabidin’e (a.s) suikast düzenlemeye karar verdi. Öldürücü bir zehri Medine’deki valisine gönderdi ve bu zehri İmam’a (a.s) içirmesini emretti. Vali de onun bu emrini yerine getirdi.
Böylece İmam’ın (a.s) mübarek ruhu, şu dünyanın ufuklarını ilmiyle, ibadetleriyle, cihadıyla ve heva ve heveslerden arınmışlığıyla aydınlattıktan sonra yaratıcısının katına yükseldi.
İmam Ebu Ca’fer Muhammed Bâkır (a.s), babasının naşını defnetme ile ilgili merasimleri yerine getirdi. O güne ka-dar Medine’nin tanık olmadığı bir kalabalık tarafından kaldırılan cenaze Bakiu’l-Ferkad mezarlığına getirildi.
Tertemiz amcası, cennet gençlerinin efendisi, Resulullah’ın (s.a.a) gülü İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) kabrinin yanı başında bir kabir kazdılar.
İmam Bâkır (a.s), babası Zeynelabidin’in, Seyyidu’s-Sa-cidin’in (a.s) mübarek naşını kabre indirdi ve son karargâhının üzerini toprakla örttü.
Selâm doğduğu gün, şehit edildiği gün ve diriltileceği gün onun üzerine olsun.
RİSALET EHL-İ BEYT’İNİN HAYAT TARZINA GENEL BİR BAKIŞ
İslâm, temelinde eğitmek ve insanın varlığının bir parçası olması, kanına karışıp damarlarında akması, düşüncesinin ve duygularının bir parçası olması, bütün tasarruflarına yansıması, Allah ile, kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu ilişkilere damgasını vurması üzere gelmiştir. İslâm’ın insan üzerindeki egemenliği ne kadar geniş olursa, eğitim de o kadar başarılı olur.Şu hâlde eksiksiz, mükemmel bir terbiye, ancak terbiyecinin insan üzerindeki egemenliğinin eksiksiz ve kâmil olması ile mümkündür. İnsanın başkalarıyla kurduğu sosyal ilişkilerin tümünün kontrolü bu terbiyecinin elinde olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, varlık bütünüyle bu terbiyecinin egemenliği altında olmak durumundadır. O zaman bu terbiyeciye, mükemmel bir terbiyeci diyebiliriz.
Resulullah (s.a.a) bütün sosyal ilişkilere egemen olurken bunu yapmıştır. Çünkü o, bizzat topluma önderlik etmiş, bir toplum inşa etmiş, bu topluma bizzat yol göstericilik etmiştir. Bu toplum için plânlar yapmış, geleceğini ve gidişatını şekillendirmiş, toplumsal çerçevedeki bütün ilişkileri yeniden bina etmiştir; insanın kendisiyle, Rabbiyle, ailesiyle, toplumun diğer fertleriyle ilişkilerini…
Bu yüzden sayılan bu hususların tümü Hz. Peygamber’in (s.a.a) egemenliği altındaydı. Böylece başarılı bir terbiye için en temel şart eksiksiz bir şekilde meydana gelmişti.
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), gerçekten kısa sayılacak bir süre zarfında yürüttüğü değişim ameliyesi çerçevesinde müthiş adımlar attı.Nitekim nebevî terbiye muazzam bir sonuç verdi ve eşsiz bir değişim gerçekleştirdi.
Ne var ki, bir bütün olarak İslâm ümmeti, birçok değerlendirme açısından bu muazzam değişim ameliyesini, yalnızca bir dönem yaşayabildi
Bilakis, akidevî risaletlerin mantığı, ümmetin, sözü edilen yüksek değerleri özümseme derecesine yükselmesi için, hazırlık döneminden çok daha uzun bir süre akidevî vesayet altında yaşamasını zorunlu kılmaktadır.
İslâm da, amaçlarını eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmeyi istediği için İslâmî kuralların, İslâmî eğitim programının bizzat Peygamber’in (s.a.a) eliyle tatbik edilmesi gerekiyordu. Kapsamlı bir eğitim için gerekli olan tüm şartlar, yeterli denecek bir zaman diliminde yerine gelmesi amacına yönelik olarak Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatı bu doğrultuda uzaması veya İslâm’ın tatbiki için, kendisinden sonra bu göreve layık; akide, düşünce ve amel bağlamında masumiyet derecesine ulaşmış kimseleri vekil tayin etmesi gerekiyordu. Eğitim sürecinin herhangi bir sapmadan veya bütünüyle çözülmeden korunması için bundan başka yol yoktu.
Şu hâlde, tarihin akışı içinde belirginleşen değişim hareketi, Hz. Peygamber’e (s.a.a), hareketini zaaflardan ve tersi-ne dönmelerden korumasını gerektiriyordu. Bunun yolu, yeni inkılâbî hareketi güvendiği ellerin vesayetine bırakmasıydı. Böylece genç değişim hareketini koruma-kollama görevi, Hz. Peygamber’in Masum Ehl-i Beyt’inin şahsında somutlaştı. Resulullah (s.a.a) onları bizzat hazırlamıştı. Misyon sahibi önderler olarak özel bir donanıma sahip olmalarını sağlamıştı. Ki amaçlanan kapsamlı değişim hareketini, büyük risalet hedefleriyle uyumlu bir şekilde sürdürebilsinler.
İslâm’ın Karşı Karşıya Bulunduğu Tehlikeler
İslâm, beşerî bir teori değildir. İslâm, Allah’ın risaletidir; hükümleri ve kavramları kendi içinde belirlenmiştir. Deneyimin gerekli gördüğü bütün genel yasamalarla rabbanî tarzda donatılmıştır. Bu yüzden bu harekete önderlik edeceklerin, bu risaleti bütün sınırları ve bütün ayrıntılarıyla özümsemiş olmaları, hükümlerine ve kavramlarına dair eksiksiz bir bilince sahip olmaları zorunludur. Aksi takdirde geçmiş zihinsel verilerinden esinlenme, ilk dönemin odaklanmalarından medet umma durumunda kalır. Diğer bir ifadeyle kendini tekrarlamak, yani tüketmek durumunda kalır. Resulullah efendimizin (s.a.a) vefatından sonraki hadiseler, bu gerçeğin en somut kanıtıdır. Resulullah (s.a.a) tarafından davetin imamlığına tayin edilmeyen ve bu görevi layıkıyla yerine getirmeye ehil olmayan muhacir kuşağının icranın başına geçmelerinin üzerinden yarım asır veya daha kısa bir süre geçtikten sonra yukarıda işaret ettiğimiz realite en belirgin şekliyle ortaya çıktı. Daha çeyrek yüz yıl geçmemişti ki, raşid hilafet, kadim İslâm düşmanlarının şiddetli darbeleri altında daha fazla dayanamayarak yıkıldı.
Savaş ganimetleri ve halk kitleleri, Kureyş’in devşirdiği bir bostana, hilafet de Ümeyyeoğulları çocuklarının oynadıkları bir topa dönüşmüştü.
İslâm Devletinin Yıkılmasının Olumsuz Etkileri
İslâm devletinin yıkılması; İslâm medeniyetinin çökmesi ve topluma önderlik etme misyonunu terk etmesi ve İslâm toplumunun parçalanması anlamına geliyordu. Dolayısıyla İslâm, topluma önderlik ve ümmete liderlik işlevini göremez olur.
Toplumsal deneyim ve devlet başarısızlıkla sonuçlanırken, ümmet, doğal olarak varlığını sürdürecekti. Ama o da dışarıdan gelen ilk saldırıda çökecekti. Nitekim Abbasî halifeliğinin maruz kaldığı Tatar (Moğol) saldırıları karşısında ümmet darmadağın oldu.
Çünkü bu ümmet, Resulullah’ın (s.a.a) bizzat harekete önderlik ettiği kısa bir süre sahih İslâm’ı yaşamıştı. Ondan sonra, sapkın bir deneyimin etkisinde kalmıştı. Doğal olarak İslâm’ı kökleştirme ve akidesine karşı sorumluluklarını yerine getirme, İslâmî bir kültür oluşturma, İslâm’ı sağlamlaştırma, yeterli garantilerle donatma fırsatını bulamamıştı.
Eğer ümmet bütün bunları yapabilseydi İslâm, yeni bir medeniyet, yeni bir saldırı ve saldırganların İslâm topraklarına taşıdıkları yeni bir düşünce sistemi karşısında yıkılmayacaktı.
İslâmî hareketi, İslâmî devleti, ümmeti ve risaleti koruma görevi kendilerine tevdi edilmiş Masum İmamlar’ın rolünü bir kenara bırakacak olursak, devletin, ümmetin ve risaletin hâlihazırdaki gidişinin mantıksal sonucu bundan başkası değildir.
İslâm’ı korusunlar, onu pratikte uygulasınlar, insanları İslâm esasında eğitsinler, son Resul’ün devletini çöküşten ve geri gitmekten korusunlar diye Allah tarafından seçilen ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından nass ile tayin edilen raşid İmamlar’ın (a.s) görevi, iki önemli meselede, iki önemli çizgide somutlaşıyordu.
Kuşkusuz İslâmî hareket, bir terbiye programı olarak üç unsurdan oluşuyordu: Birincisi, fail (terbiyeci); ikincisi, tanzim (şeriatın ön gördüğü sistem); üçüncüsü, bu düzenin uygulama alanı (yani ümmet).
İşte Seyyidi’l-Mürselin’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin uygun ve yeterli bir terbiyeciyi yitirmesiyle birlikte bu üç unsuru değiştirmeye başlayan sapma başlamıştır.
Masum İmamlar’ın hareketleri itibariyle izledikleri ve faaliyetlerini üzerinde yoğunlaştırmakla yükümlü oldukları iki temel çizgi ise şudur:
1- Fiilî yönetimin, önderliğe ehil olmayanların eline geçmesinden sonra ümmeti tam çöküşten korumayı, sahih bir çizgide hayatını sürdürmesi için yeterli düzeyde direnç unsurlarıyla donatmayı amaçlayan çizgi.
2- Devlet yönetimini ele geçirmeyi, sapmanın izlerini sil-meyi, yetkin önderliği doğal mecrasına döndürerek eğitim unsurlarını tamamlamayı, ümmet ve toplumun, devlet ve yetkin önderlik ile kaynaşıp bütünleşmesini amaçlayan çizgi.
Amaç, ümmet saflarında, çöküşe karşı yeterli bir öz korunma mekanizması oluşturmaktı. Özellikle yönetimin geriye gittiği, çöküşe yüz tuttuğu bir ortamda.
Bunun yolu da, ümmet içinde bilinçli kadrolar oluşturmak, risalet ruhunu yeniden egemen kılmak, ümmet içinde bu risalet ruhuna yönelik samimî duyguların beslenmesini sağlamaktı. [4]
Pak İmamlar’ın (a.s) bu iki çizgi doğrultusundaki faaliyetleri; onların, risaleti, ümmeti ve ümmeti korumak ve sürekli var olmalarını sağlamak için daima risaletin ruhuna uygun pozitif ve aktif bir çaba içinde olmalarını gerektiriyordu.
Pak İmamlar (a.s), yüce Peygamber’in (s.a.a) mirasını, aşağıda dört madde hâlinde sıraladığımız emeklerinin ürünlerini korumakla yükümlüydüler:
1- Hz. Peygamber’in (s.a.a) yüce Allah katından getirdiği ve Kur’ân ve Sünnet’te somutlaşan şeriat ve risalet.
2- Hz. Peygamber’in (s.a.a) mübarek elleriyle oluşturduğu ve yetiştirdiği ümmet.
3- Hz. Peygamber’in (s.a.a) meydana getirdiği İslâmî siyasal sistem ve kurup temellerini attığı devlet.
4- Bizzat kendisinin gerçekleştirdiği ve Ehl-i Beyt’inden de (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) buna layık olanları yetiştirdiği örnek önderlik.
İslâm devletinin yıkılmış olması da, Müslüman ümmetle ilgilenmeye, İslâm risaleti ve şeriatına ihtimam göstermeye, tamamen yıkılıp yok olmaktan korumak için çaba sarf etmeye engel değildir.
İşte bu esasa dayalı olarak pak Ehl-i Beyt İmamları’nın faaliyet alanları değişiklik göstermiştir.
Bunun yanında İmamlar, ümmeti inanç, ahlâk ve siyaset alanında eğitme çalışmalarını da kesintisiz sürdürmüşlerdir. Bu bağlamda çeşitli alanlarda âlimler yetiştirmiş, ilmî kadrolar oluşturmuş ve örnek şahsiyetleri kitlelere kazandırmışlardır.
Hiç kuşkusuz, Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) sahip oldukları ve asırlardır süren geniş boyutlu kitlesel önderlik, tesadüfen elde edilmiş değildir. Sırf Resulullah (s.a.a) ile aralarında kan bağı olduğu için bu seçkin konuma gelmiş değillerdi. Çünkü soy olarak Resulullah’a (s.a.a) intisap eden, ama bu denli kitlesel bir önderlik konumuna sahip olmayan birçok kişi vardır. Çünkü ümmet, bir kimseye karşılıksız olarak bağlılık göstermez. Bir kimse de hayatın değişik alanlarında, özellikle kriz dönemlerinde ve problemlerin baş gösterdiği zamanlarda büyük bir özveri sergilemediği sürece toplumun önderliğine sahip olamaz, insanların kalplerini kazanamaz. Ehl-i Beyt İmamları (hepsine selâm olsun), bu başarıların tümünü, salih kitleyi eğitmeye gösterdikleri özen sayesinde elde ettiler. Bu salih kitle, onlara ve imamlıklarına inanan salih bir topluluktu.
Ehl-i Beyt İmamları’nın Hareketinin Aşamaları
Ehl-i Beyt İmamları’nın (Allahın selâmı üzerlerine olsun) tarihini yeniden gözden geçirdiğimiz, onları kuşatan koşulları incelediğimiz; hayat tarzları, genel ve özel tavırları üzerinde durup düşündüğümüz zaman, içinde bulundukları koşulları ve bu koşullar bağlamında sergiledikleri tavırları üç aşama hâlinde tasvir edebiliriz.
İmamlar’ın hayatının ilk aşaması: Bu, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra, sapma hareketini etkisiz hâle getirme amaçlı bir aşamadır. Bu aşama, dört İmam’ın (a.s) hayat tarzında ve tavırlarında somutlaşmıştır: Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali b. Hüseyin (hepsine selâm olsun). Bu dört İmam, risaletin temel unsurlarını koruma amacına yönelik gerekli önlemleri aldılar. Sapkın önderliğin maskesini indirip İslâmî risaleti korudular. Bunun yanında kendi önderliklerine inanan salih bir kitle oluşturmak için de var güçlerini kullandılar.
İkinci aşama: İmam Zeynelabidin’in (a.s) siyasal hayatının ikinci aşamasından başlar, İmam Kâzım’a (a.s) kadar devam eder. İmamlar, bu aşamada halifelerin, egemenliklerini sağlamlaştırmanın aracı olarak ön plâna çıkardıkları görüntünün gerçek mahiyetini ortaya çıkarıp, tavırlarının gerekçesi olarak sundukları argümanları boşa çıkardılar.
Halifeler bu bağlamda bir grup muhaddisi ve âlimi (Saray Uleması) kullanıyorlardı.
İmamlar, halifelik çizgisinin sahteliğini gözler önüne sermişlerdi. Bunun yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra ortaya çıkan halifelik kurumuna karşı ümmet içinde belli bir duyarlılık oluşturabilmişlerdi.
Masum İmamlar (a.s), ayırıcı bir sınır çizmek, risalet hareketini diğerlerinden ayıran hattın işaretlerini belirginleştirmek üzerinde yoğunlaştılar. Çünkü pak İmamlar, risalet çizgisini korumakla görevlendirilmişlerdi. Bu görev, İmamiye Ekolü’nün öğretilerinin açıklanması, yayılması ve sultanların vaizleri olarak bilinen Saray Uleması karşısında bu ekol esasınca birkaç kuşak ulama yetiştirilmesi şeklinde somutlaştı.
Ayırıcı bir sınır çizmek, risalet hareketini diğerlerinden ayıran hattın işaretlerini belirginleştirmek üzerinde yoğunlaştılar. Çünkü pak İmamlar, risalet çizgisini korumakla görevlendirilmişlerdi. Bu görev, İmamiye Ekolü’nün öğretilerinin açıklanması, yayılması ve sultanların vaizleri olarak bilinen Saray Uleması karşısında bu ekol esasınca birkaç kuşak ulama yetiştirilmesi şeklinde somutlaştı.
İmamlar’ın hayatının üçüncü aşaması: İmam Musa Kâzım’ın (a.s) hayatının ikinci yarısından başlar, İmam Mehdi (a.s) ile son bulur. İmamlar, geniş bir fıkıhçı kitlesi oluşturduktan sonra insanları onlarla yönlendir-diler. Genel problemleri ile ilgili olarak fakihlere müracaat etmelerini teşvik ettiler. Bu, Allah’tan başka kimsenin ne kadar süreceğini bilmediği, Resulullah’ın (s.a.a) mutlaka gerçekleşeceğini haber verdiği ve şartların İmamlar’a ve tâbilerine dayattığı gaybet aşamasına yönelik bir hazırlıktı.
İMAM ZEYNELABİDİN (a.s) ÇAĞININ ÖZELLİKLERİ
İmam Zeynülabidi-n (a.s), Resulullah’tan (s.a.a) sonra baş gösteren sapmanın zirveye çıktığı bir dönemde yaşadı.
Şöyle ki: İmam Zeynelabidin (a.s) döneminde sapma artık açıktı ve sadece uygulamaların gizli mahiyeti, örtük maksadı şeklinde değildi.
İmam Hüseyin’in (a.s) öldürülmesinden sonra yöneticilerin gerçek kimlikleri Müslüman kitleler tarafından daha iyi ve net bir şekilde görülmeye başlamıştı. Artık gerçek mahiyetlerini bilen ve maskelenmiş çehrelerini tanıyan ümmet karşısında ayıplarını gizleyecek durumda değildiler.
İmam Zeynelabidin (a.s), dedesi Emirü’l-Mümininin Ali (a.s) döneminde baş gösteren sıkıntıları ve belaları yaşamıştı. Çünkü İmam Ali’nin (a.s) şehit edilmesinden önce doğmuştu. O, gözlerini dünyaya açarken dedesi, biatlerini bozan, sapan ve dinden okun yaydan fırlayıp çıkması gibi çıkan gruplarla cihat etmenin çetin sınavını veriyordu. Sonra amcası Hasan’ın (a.s) Muaviye ve valileriyle ve işbirlikçileriyle verdiği mücadelenin acısını yaşadı. Ardından babası Hüseyin’le (a.s) birlikte o korkunç faciayı bizzat yaşadı. Ümeyyeoğulları ordularının Medine’de Resulullah’ın mescidine girdiğini gördüğünde yine sıkıntısı zirveye çıktı.
İmam Zeynelabidin (a.s) zamanın-da bu mescit, Emevîler aracılığıyla nice zilletleri, nice aşağılanmaları yaşadı. Emevîler, meşhur “Hirre” olayında Medine şehriyle birlikte mescidi de serbest bölge ilan etmişlerdi. Emevîler azgınlığa dalmışlardı.
Şarkıcılara karşı son derece cömerttiler.İslâm âleminin her tarafında oyun, eğlence ve utanmazlık egemen kültür hâline gelmişti. Özellikle Mekke ve Medine’de yaygınlaştırılmıştı.
Emevî halifeleri bu iki şehrin Müslüman ümmet üzerindeki manevî etkisini kırmak için eğlencenin, ahlâksızlığın buralarda yayılmasına özel gayret gösteriyorlardı.
Hz. Peygamber’in (s.a.a) şehri olan Medine’de müzik, Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) iman eden her insanın yüzünü kızartacak boyutlara varmıştı. Medine, müziğin merkezi hâline gelmişti.
İmam Zeynelabidin (a.s) döneminde ilmî hayat, kelimenin tam anlamıyla felç olmuştu. Çünkü Emevî devletinin kurulduğu günden beri uyguladığı siyasî çizgi, ilmî önemsizleştirme esasına dayanıyordu.
İMAM ZEYNELEBİDİN’İN (a.s) STRATEJİSİ VE CİHADI
Kerbelâ faciasından hemen sonra İmam Seccad (a.s) ve Ehl-i Beyt’in Zeyneb ve Ümmü Gülsüm (a.s) gibi saygın hanımefendileri; yeni siyasetlerini, Emevîlerin yüzünü örten maskeleri indirmek, bu maske altında izledikleri ifsat edici siyaseti deşifre etmek üzere bina ettiler. Böylece ümmete, Allah’a ve risalete karşı üstlendiği tarihî sorumluluğunu hatırlatmayı amaçladılar. İnsanların dikkatini, kendilerini saran büyük tehlikeye çekmeyi amaçlıyorlardı. Ümeyyeoğulları’nın Allah’ın risaletine karşı işledikleri cürümün büyüklüğünü gözler önüne sermeyi hedefliyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) ailesi olduklarını vurguluyordu. Böylece Şam halkını gerçeklerden uzaklaştıran Emevî yönetimini halkın önünde utanç verici duruma düşürüyordu.
Kerbelâ faciası açıkça ortaya koymuştu ki, İslâm ümmeti, bir vurdumduymazlık, bir uyuşukluk hâli içindedir. İslâm ümmetindeki cihat ruhu, tamamen yok oldu, denmese bile, kayıplara karışmıştır.
Artık amaç, İslâmî bilinci artırmak, ümmetin farklı kesimlerine açılmayı hedefleyen bir hareket benimsemek, Emevîlerin etkin kıldığı düşünce sistemini değil, tertemiz İslâmî düşünceyi taşıyan seçkin önderler yetiştirmek olmalıydı. İmam’ın (a.s) stratejisi, plânladığı gibi birçok alanda büyük başarılar elde etti. Aşağıda buna ilişkin iki pratik örnek vereceğiz:
Toplumsal alanda İmam’ın (a.s) stratejisi, meyvelerini vermeye başladı. Bir kere ümmetin geniş kesimlerinin saygısını, sempatisini ve dostluğunu kazandı. Tarih kaynakları bu hususta görüş birliği içindedir. İbn Hallekan şöyle der:
Hişam b. Abdulmelik, babasının halifeliği zamanında hacca gitti. Kâbe’yi tavaf etti ve Haceru’l-Esve-d’e ulaşıp el sürmek, öpmek için uğraştı. Kalabalığın çokluğundan dolayı buna güç yetiremedi. Bunun üzerine kendisine bir minber getirildi. Minberin üzerine oturup halkı seyretti. Yanında Şam’ın ileri gelenlerinden bazı kimseler vardı.
O bu şekilde tavaf edenleri seyrederken, birden Zeynelabidin Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s) geldi. İnsanların en güzel yüzlüsü ve en hoş kokulusuydu. Kâbe’yi tavaf etti. Haceru’l-Esved’in hizasına gelince, el sürmesi ve öpmesi için insanlar bir kenara çekilip ona yol açtılar. Şamlılardan biri: “İnsanların kendisine bu kadar saygı gösterdikleri bu adam da kimdir?” dedi. Hişam: “Tanımıyorum.” dedi. Aslında tanıyordu; ama Şamlıların kendisinden yüz çevirmelerinden korkuyordu. Şair Ferezdak da oradaydı. “Ben onu tanıyorum.” dedi. Şamlı adam: “Kimdir? ey Ebu Furas!” dedi. Ferezdak şöyle dedi:
Taşlık vadiler tanır onun ayak izini
Kâbe bilir, Hill ve Harem bölgesi tanır onu
Allah kullarının tümünün en hayırlısının oğludur o
Temizdir, muttakidir, arınmıştır, semboldür o
Kureyş görünce onu, dedi içlerinden biri:
“Bütün güzellikler onun kereminden gelir ileri
Resulullah’tan doğmuş, ondan kaynaklanmıştır.”
Bu yüzden her parçası güzelliktir, temeli ve kokusu ondan alınmıştır.
Bilmiyorsan eğer, Fatıma’nın oğludur o
Onun ceddiyle Allah’ın nebileri son buldu
Allah, çok önceden onu şereflendirdi, yüceltti
Bunu onun adına kalemle levhine yazdı
“Bu kimdir?” demen, ona zarar vermez
Senin tanımadığını Arap bilir, acem değil bilmez
Bir topluluktandır ki o, dindir onları sevmek; onlara buğzetmekse küfürdür
Onların yakınlıksa kurtuluştur, sığınaktır
Takva ehli sayılsa, önderleridir takvanın onlar
Ya da: “Yeryüzünün en hayırlıları kimdir?” denilse, denilir: “Onlar!”
Hangi mahlûkatın boynunda yoktur ki
Bunun geçmişinin veya kendisinin nimeti.
Onun geçmişini de bilir Allah’ı bilen
Din, milletlere ulaştı onun evinden.”
Hişam bu kasideyi dinleyince öfkelendi ve Ferez-dak’ı zindana attı. İmam Zeynelabidin (a.s) on bin dir-hem kefalet vererek onu serbest bıraktırdı. Ferezdak, bu parayı geri verdi ve şöyle dedi: “Ben onu Allah için övdüm, bağış için değil.” İmam (a.s) şu karşılığı verdi:
“Biz, öyle bir Ehl-i Beyt’iz ki, bir bağışta bulunduk mu onu geri almayız.”
Bunun üzerine Ferezdak bağışı kabul etti.
İmam Zeynelabidin (a.s), yol gösterici ve teşkilatçı pratiğiyle bu amacı gerçekleşme aşamasına getirdi. Güçle, hikmetle, esenlikle ve ciddiyetle sonuca varacak kadar yaklaştı.
İmam (a.s), kendine özgü bir cihat metodu ortaya koydu. Bu sayede, o günkü kritik aşamanın yükünün altından kalkabildi. Bu hareket metodunu değişik düzlemlerde ele almak mümkündür:
1- Düşünsel ve İlmî Cihad
Amellerin en faziletlisi, az da olsa Sünnet’e uygun olarak yapılanıdır.
İmam’ın (a.s) yaşadığı dönemde, hâkim rejimin temel amacı, hakkı temelinden yıkmak, köklerini sökmekti. Bu anlamda hakkı da o dönemde Kur’ân hafızları ve müfessirleri temsil ediyordu. Bu yüzden Kur’ân’a sarılmaya çağırmak, o gün için en önemli yükümlülüklerden biriydi. Nitekim İmam Zeynelabidin (a.s), bu alanda büyük bir çaba sarf etmiştir
Ve şöyle derdi:
Doğudakilerin ve batıdakilerin hepsi ölse, yanımda Kur’ân olduktan sonra yalnızlık hissetmem.
İmam (a.s), pratikte Kur’ân’ın yüceltilmesi için çeşitli yön-temlere başvururdu. İnsanlar içinde onun kadar güzel ve içten bir sesle Kur’ân okuyan kimse yoktu.Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’i tefsir ederek de halkı irşat ediyordu.
İmam (a.s), ilâhî tevhit inancının temellerini sabitleştirme, rükünlerini sağlamlaştırma yolunda da büyük çabalar sarf ediyordu. Bunun için bozulmamış fıtrata ve akla uygun kanıtlar ortaya koyuyordu.
İmamet ve velayet hususunda ise İmam (a.s) takiyyeye veya gizliliğe gerek duymadan bütün açıklığı ve sarahatiyle imamlığını bizzat kendisi ilan etmiştir. Bu açık ilanı içeren birçok hadis vardır. Bu hadislerden birinde şöyle deniyor:
Biz, Müslümanların imamlarıyız, Allah’ın alemlere sunduğu hüccetleriyiz. Müminlerin seyyitleri, kalabalıkların önderiyiz. Müminlerin mevlalarıyız. Biz, yeryüzü halkının güvencesiyiz, tıpkı yıldızların gök ehlinin güvenceleri olmaları gibi. Eğer yeryüzünde bizden biri olmasaydı, yer üzerindekileri yutardı. Allah’ın Âdem’i (a.s) yarattığı günden beri yeryüzünde, açık ve meşhur veya gaybette ve gizli bir hüccet bulunmuştur. Kıyamet kopuncaya kadar da mutlaka yer-yüzünde bir hüccet bulunacaktır. Böyle olmasaydı yer-yüzünde Allah’a kulluk edilmezdi.
Ehl-i Beyt İmamları, şer’î hükümleri tanıtma misyonuna sahip gerçek merci ve sahih önder konumundaydılar.
İmam (a.s), sadece emir yetkisine, memleketi yönetme misyonuna ve kullara yol gösterme görevine sahip değildir. O, aynı zamanda şeriatı anlama ve hükümlerini açıklama hususunda da başvurulacak mercidir. Son şeriatı eksiksiz bir şekilde bilmek ve şeriatın gerçek kaynaklarıyla sağlam bir irtibat kurmak için bundan başka yol yoktur.
Bu nedenle İmamlar ve onların tâbileri, insanlara İslâm şeraitinin bu berrak kaynağını göstermeye, insanların bu kaynaktan içmelerini sağlamaya özel bir önem verdiler. İmam Seccad (a.s) ise, bu hususa özellikle ilgili gösteriyordu. Örneğin şer’î, fıkhî bir meselede kendisiyle tartışan bir adama aynen şöyle demişti:
Be adam, eğer bizim evlerimize gelirsen, Cebrail’in hanelerimizdeki ayak izlerini sana gösterebiliriz. Böyle iken, kim Sünnet’i bizden daha iyi bilebilir ki?
2- Toplumsal ve Amelî Cihad
İlâhî önderlerin en önemli hedeflerinden biri, ilâhî terbiye ve öğretiyle insan topluluklarını ıslah etmek, bu dikenli yolda kararlı ve özverili bir şekilde pratik hareketin aşamalarından geçmektir.
1- Öncelikle dinin getirdiği hak öğreti ve edinilmesi zorunlu ahlâkî meziyetler temelinde mümin bir nesil yetiştirmelidir. Ki bu nesil hayırda ona yardımcı olsun.
2- Bütün ağırlığıyla topluma karışmalı, insanların arasında bulunmalıdır. Öğretileriyle zalimlere ve tağutlara karşı çıkmalı, Allah’ın risaletini onlara tebliğ etmelidir.
3- Zalimlerin, dinamiklerini işlevsiz hâle getirmek, güçsüzleştirmek; maneviyattan, moral motivasyonundan yoksun bırakmak, insanları hakka ve iyiliğe dayalı fıtrattan uzaklaştırmak maksadıyla toplum içinde yaydıkları fesada, dejenerasyona karşı koymalıdır.
a) Ümmet Genelinde ve Ehl-i Beyt Tâbileri Özelinde Ahlâk ve Terbiye
İmam Zeynelabidin (a.s), gerek kişisel davranışları, gerekse insanlarla, hatta çevresindeki bütün varlıklarla kurduğu ilişkileri bağlamında Muhammedî (a.s) ahlâkın somutlaşmış en göz kamaştırıcı örneğiydi.
Kardeşlerinin, fakirlerin, düşkünlerin, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını gidermesi, malını bu alanda harcaması, bağışta bulunması, infak etmesi herkesin dilindeydi.
Kölelere, akrabalara, yabancılara, hatta düşmanlarına ve hasımlarına karşı merhametli olması ve acıması dillere destandı.
Allah’a sürekli ibadet etmesi, ulu Allah’tan korkması ile ilgili haberler sayfalar dolusudur. Öyle ki “Zeynü’l-Abidin” (İbadet Edenlerin Süsü) ve “Seyyidü’s-Sacidin” (Secde Edenlerin Efendisi) diye anılmaya başlamıştı.
b) Islah ve Devlet
Bazı tarihçilere göre, İmam Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen İmamlar (a.s), Kerbelâ katliamından sonra siyasetten uzak durdular. Kendilerini irşada, ibadete ve dünyadan el etek çekmeye verdiler.
Her şeyden önce, Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) siyasetten çekildikleri, dünyadan el etek çektikleri iddiası tamamen yalandır ve bizzat Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) hayatları bunu olumsuzlamaktadır. Çünkü İmamlar’ın (a.s) hayatları, buna dair pozitif örneklerle, siyasal hayata aktif katılım türleriyle doludur.
İmam’ın (a.s) bütün dinî faaliyetleri siyasal hareket özelliğine sahipti. Özellikle o dönemde henüz din-siyaset ayırımı diye bir şeyin söz konusu olmadığını göz ö-nünde bulundurursak, İmam’ın (a.s) hayatının akışı içinde açık siyasal duruşlar, müdahaleler diyebileceğimiz somut örnekler görmemiz mümkündür. Nitekim o İmam’dan (a.s) rivayet edilen sözlerden de anlaşılacağı gibi o, siyaset alanına yakın biri olarak görünüyor, ateşli siyasal tartışmalara giriyor, olayların akışını takip ediyor ve ümmetin yaşadığı tehlikeli ifsat pratiğine karşı net açıklamalarda bulunuyordu.
c) Fesada Karşı Direnişi
İmam’ın (a.s) yaşadığı çağ, özellikle sosyal problemlerle çalkalanmasıyla belirginleşmişti. Kuşkusuz bu problemlere birçok dönemde rastlanabilirdi; ancak onun döneminde çok daha belirgin ve çok daha yoğundular. İmam (a.s) da kendine özgü yöntemiyle bu problemleri çözmeye çalıştı.
Bu yöntemin ayırıcı bir özelliği ve rengi vardı. İmam’ın (a.s) cihadında ön plâna çıkan yönteminin temel amacı, en önemli sorun hâline gelen fakirlik problemini ve kölelik sorununu çözmekti.
İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatında Ön plâna Çıkan Eşsiz Olgular
İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatı, bazı eşsiz olgularla belirginleşmektedir.
Bu olguları şöyle sıralamak mümkündür:
a) İbadet
b) Dua
c) Ağlama
d) Köle azat etme
İmam’ın (a.s) Hayatındaki İbadet Olgusu
O, Allah’ı ibadete layık buluyordu ve ibadet ediyordu. Bu hususta dedesi Emirü’l-Müminin, Seyyidu’l-Arifin ve İmamu’l-Muttakin Ali’ye (a.s) benziyordu. İmam (a.s), ibadet ederken içinde bulunduğu ihlâs duygusunun düzeyini şu ifadelerle dile getirmişti:
Ben, Allah’a ibadet ederken tek gayemin Allah’ın vereceği sevap olmasından korkarım. Bu, menfaat beklentisi içinde olan kimselerin ibadetidir; bir menfaat geleceğine ihtimal ederlerse ibadet ederler; böyle bir beklenti içinde olmazlarsa, ibadet etmezler. Allah’ın azabından korktuğum için ibadet etmekten de korkarım. Bu takdirde, kötü huylu bir köle gibi olurum; korkmazsa, ibadet etmez…
Yanında oturanlardan biri: “Neye karşılık ibadet ediyorsun?” diye sordu. Ona, imanının samimiyetini sergileyen şu cevabı verdi:
Bağışları ve nimetleriyle kulluğa layık olduğu için O’na kulluk ediyorum.
İmam’ın İbadeti
1- Abdesti
İmam (a.s) her zaman abdestli olurdu. Abdest almak istediği zaman yüzünün rengi sararırdı. Ailesi: “Abdest aldığında neden bu şekilde rengin değişiyor?” diye sormuş, onlara şu cevabı vermiştir: “Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?
2- Namazı
. Namaz, İmam’ın (a.s) nefsinin en önemli arzusuydu. Namazı, Allah’a yükseldiği bir miraç olarak görürdü. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda: “Kimin huzuruna çıktığımı ve kime yakardığımı biliyor musunuz?” diye cevap verirdi.
İmam’ın (a.s) hayatını yazan bütün tarihçiler, onun bir gündüz ve gecede bin rekât namaz kıldığı hususunda görüş birliği içindedirler
3. Orucu
İmam (a.s) yaşadığı sürece günlerinin büyük çoğunluğunu oruçlu geçirdi. İmam’ın (a.s) ibadeti hakkında kendisine bir soru sorulduğunda, cariyesi şu cevabı vermişti: “Gündüzleri ona hiç yemek vermedim.”
İmam (a.s) oruç tutmayı seviyor ve insanları oruç tutmaya teşvik ediyordu.
Sadece iki bayram gününü ve mazeretli olduğu başka bazı günleri oruçsuz geçirirdi.
Ramazan ayında ise, bambaşka bir tavır içinde olurdu. İyilik ve hayır türlerinin hiçbirini terk etmezdi. Akla gelebilecek her iyiliği yapardı. Tesbih, istiğfar ve tekbirden başka söz söylemezdi.
İmam’ın (a.s) mübarek ramazan ayına özgü iyiliklerinden biri de çokça köle azat etmesi, kölelerini özgür bırakmasıydı. Oysa köleler onun yanında saygın bir hayat sürdürürlerdi. Onlara oğulları gibi muamele ederdi.
Hiçbir kölesini ve hiçbir cariyesini, bir suç işlediklerinde cezalandırmazdı
4- Duaları
Seher Vakitleri Okuduğu Dua
İmam (a.s) her ramazan gecesinin seherinde Rabbine münacat eder, dua eder ve büyük bir içtenlikle O’na yalvarırdı. Bu mübarek duayı, Ebu Hamza es-Sumalî rivayet ettiği için Ebu Hamza es-Sumalî Duası da denir. Ehl-i Beyt İmamları’ndan (a.s) rivayet edilen duaların içinde bir iman ve ilim hazinesi konumundadır. İmam Seccad’ın (a.s), her şeyden kendini uzaklaştırıp Allah’a yönelişini temsil etmektedir. Bunun yanında nefsi aldatıcı duygulardan ve şehevi arzulardan alıkoyucu öğütler, vaazlar da içermektedir.
Ramazan ayının günleri peyderpey geçerken İmam (a.s) hüzünlenirdi. Çünkü ramazan, Allah’ın velilerinin bayramıdır. Ramazana olağanüstü bir dua ile veda ederdi. Bu duanın bazı bölümlerini aşağıya alıyoruz:
Selâm sana ey büyük Allah’ın ayı ve ey Allah’ın velilerinin bayramı!
Selâm sana, ey beraber geçirilen vakitlerin en kerimi! Günler ve saatler içinde ayların en hayırlısı!
Selâm sana, ey ümitlerin yaklaştığı ve amellerin yayıldığı ay!
Selâm sana, ey varlığında değeri yüce, yokluğunda hüznü derin, ayrılığı elem veren ümit kaynağı!
Selâm sana, ey sıcak dost; gelişiyle sevince boğan, tükenişi yalnızlık ve acı olan!
Selâm sana, ey kalpleri incelten ve günahları azaltan komşu!
Selâm sana, ey şeytana karşı yardım eden dost!
Selâm sana ve bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’ne!
Selâm sana! Dün ne kadar sana düşkündük ve yarın ne kadar özleyeceğiz seni.
Allah’ım! Bu ayın çekilmesiyle hatalarımızı çekip al; bu ayın çıkışıyla bizi günahlarımızdan çıkar. Bizi, bu aya layık en mutlu, bu aydan en çok istifade eden kimselerden eyle…
5- Haccı
Tıpkı babası ve amcası Hasan (a.s) gibi birden çok defa yürüyerek hacca gitti. Deve sırtında yirmi defa hacca gitti. Bu devesine çok iyi davranırdı.
İmam (a.s), Allah’ın evine, Kâbe’ye yolculuk etmek istediği zaman hafızlar ve âlimler etrafını sarardı. Çünkü ondan ilim, irfan, hikmet ve adap öğrenirlerdi. Said b. Müseyyeb şöyle der:
Ali b. Hüseyin gitmedikçe, kariler Mekke’ye gitmezlerdi. O yola çıktığında, biz de bin atlı olarak onunla beraber çıktık.
İmam’ın Hayatında Dua ve Münacat Olgusu
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
De ki: “Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” Kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır.
Bu Kur’ânî hakikat ışığından baktığımız zaman İmam’ın (a.s), her an ve her durumda Allah’a dua ettiğini, yakardığını, Allah’ın mutlak büyüklüğü karşısında mutlak fakrını ve muhtaçlığını somutlaştırdığını görüyoruz. Bu, İmam’ın (a.s) Allah katındaki değerinin ve makamının da bir göstergesidir. Çünkü insanın Allah katındaki makamı, duasının ve münacatının miktarıyla ya da Allah’a muhtaçlığının bilincinde olmasının düzeyiyle, bu bilincin gerektirdiği kendini tamamen Allah’a adama ve Allah’tan başka her şeyden yüz çevirme pratiğinin derecesiyle orantılıdır.
İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatında, gerçek ilâhî marifet ve Allah’a var gücüyle kulluk sunma olguları ile tağutlara baş kaldırma ve cihadî gayret olguları birleşmiştir. İmam’ın (a.s) hayatı, dua ve münacat olguları ile isyan ve fedakârlık ruhlarını birleştirmenin mümkün olup olmadığına ilişkin sorulara verilmiş somut bir cevap mahiyetindedir.
İmam Seccad’ın (a.s) duaları, içerdikleri İslâm inancına ilişkin açık ve keskin ifadelerle geniş kapsamlı ve derinlikli fikrî boyutlara da sahiptir. Dinsizlik, müşebbihe, cebriye ve mürcie gibi Emevîlerin besledikleri, kışkırttıkları ve revaçta olmalarını sağladıkları yıkıcı akımların kopardıkları fırtınanın etkin olduğu bir konjonktürde bu dualar, kesin cevaplar içeren, karşı tarafı çaresiz bırakan kanıtlar işlevini görüyordu. Kuşkusuz Emevîlerin bu yıkıcı akımları beslemelerinin amacı; tevhit ve adalet çizgisini saptırmak, akabinde İslâm’dan vazgeçip ilk cahiliye hayatına geri dönmekti.
Tevhidî irfan ve bilgi ile nebevî çizgiden uzaklaşmış sapkın düzene başkaldırı, Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) hayatlarında somutlaşmış iki açık niteliktir. Ehl-i Beyt İmamları’nın hayatlarının bu iki nitelikten yoksun olduğu bir tek an yoktur.
Bütün özgür düşünceli muhaliflerin, savaşımcıların ezildikleri, imha edildikleri, eserlerinin takibe alındığı, seslerinin kısıldığı bir ortamda İmam Zeynelabidin (a.s) dua siyasetini izlemeye karar verdi. Bu, gerçekleri yaymanın ve ölümsüzleştirmenin en başarılı siyasetiydi. En güvenli, zalim iktidarın baskılarından en uzak yol buydu. Gizli, yazılı, sakin ve güvenilir temas yöntemlerinin en güçlüsüydü.
İmam’ın Hayatındaki Ağlama Olgusu
İnsan, birçok nedenden dolayı ağlar. Sevgiliye duyduğu özlemden dolayı ağlar. İslâm’ı korumak için canlarını feda eden Ehl-i Beyt şehitlerine ağlar…
Şöyle derdi:
Şehitlerin efendisi Ebu Abdullah el-Hüseyin’e (a.s) ağlamak, ebedî mutluluğun ve yüce yaratıcıya yakın olmanın sebeplerinden biridir.
Ben ne zaman Fatıma evladının yere serilişini hatırlasam, hıçkırıklar boğazıma düğümlenir.
Bir başkası ona (a.s) şöyle demişti: “Üzüntülerinin bitme zamanı gelmedi mi?” diye. Ona şu cevabı vermişti:
Yazıklar olsun sana! Andolsun Yakub Peygamber (a.s) benim gördüklerimden çok daha az bir musibetten dolayı Rabbine şekvada bulunmuştu da: “Ah Yusuf’um, ah!” demişti. Oysa sadece bir oğlunu yitirmişti, o da dünyada yaşıyordu. Ama ben babamın ve ailesinden bir grup insanın gözlerimin önünde boğazlandıklarını gördüm.
İmam (a.s) içmek üzere eline su kabını aldığı zaman, babasının ve beraberindekilerin Kerbelâ’daki susuzluklarını hatırlar, gözyaşları suya karışıncaya kadar ağlardı. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle derdi.
Nasıl ağlamayayım; kurda, kuşa, vahşi hayvanlara serbest olan su, babama verilmemişti?
Çoğu zaman arkadaşlarına, Kerbelâ’da o musibeti yaşayanlara üzülmenin, onların çektikleri acılara ve sıkıntılara ağlamanın faydalarını anlatıyor ve şöyle diyordu:
Hangi mümin Hüseyin’in öldürülmesinden dolayı gözyaşı döker, gözyaşları yanaklarından aşağıya akarsa, Allah onu cennette bir köşke yerleştirir.
Ebu Hamza es-Sumalî anlatıyor:
Ali b. Hüseyin’e (a.s), Hüseyin’i (a.s) ziyaret etmeyi sordum. Dedi ki:
“Onu her gün ziyaret et. Eğer yapamıyorsan, her cuma ziyaret et. Bunu da yapamıyorsan, her ay ziyaret et. Onu ziyaret etmeyen, Resulullah’ın (s.a.a) hakkını küçümsemiş olur.
Bir diğer yöntem de, secde ederken kullanmak için Hüseyin’in (a.s) kabrinin toprağını yanında bulundurmasıydı.
Başka bir yöntem de, babası Hüseyin’in (a.s) yüzüğünü parmağına takmasıydı.
İmam’ın Hayatında Köle Azat Etme Olgusu
Köle azat ekmek, özellikle İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatında çok belirgin bir olgu olmuştur. O kadar ki, bu belirginliğin, imamet tarihinde de bir benzeri yoktur.
İmam’ın (a.s) tavrıyla ilgili olarak şu hususları tespit etmek mümkündür:
1- İmam, köle ve cariye satın alıyordu; ama hiçbirini bir seneden fazla yanında tutmuyordu. Bu, İmam’ın (a.s) onların hizmetlerine ihtiyacının olmadığını gösterir. Değişik gerekçelerle ve farklı münasebetlerle onları azat ediyordu.
2- İmam, mevalilere karşı köle ya da cariye gibi değil- örnek bir insanî muamele sergiliyordu. Bu da onların içlerinde yüksek ahlâkî erdemleri pekiştiriyor, onlara İslâm’ı ve Ehl-i Beyt’i (a.s) sevdiriyordu.
3- İmam, kölelere dinin hükümlerini öğretiyor, onları İslâmî bilgilerle besliyordu. Öyle ki, her biri ondan ayrılırken, hayatta kendisine yarayacak, şüphelerini bertaraf edecek, sahih İslâm’dan sapmasına engel olacak bilgilerle donanmış olarak ayrılırdı.
4- İmam, azat ettiği köleye, başkasına muhtaç olmayacak miktarda mal verirdi. Böylece azat edilmiş köle, ümmetin herhangi bir ferdi gibi özgür olarak sosyal hayata karışırdı; topluma yük olmazdı.
Bundan anlıyoruz ki, İmam (a.s), Emevîlerin uyguladıkları kölelik politikasını başarısızlığa uğratmak için çalışıyordu. İmam’ın (a.s) bu pratiği aşağıdaki sonuçları doğurdu:
a) Bu hareketiyle İmam (a.s), bir şekilde esir düşen Allah’ın kullarından birçoğunu özgürlüğüne kavuşturdu. Kuşkusuz bu, istisnaî bir durumdu. Gerçi İslâm, kölelik kurumunu onaylamıştır; ancak İslâm tarihi incelendiği zaman bu kurumun onaylanmasının nesnel gerekçelerinden bazılarının anlaşılması mümkündür. Bununla beraber şeriat, kölelerin kurtarılması ve özgürlüklerine kavuşturulması için birçok yollar açmıştır. İmam (a.s) bu imkânları değerlendirmek için bütün koşullardan ve münasebetlerden yararlanmış, köle ve cariyeleri kurtarmıştır. Dolayısıyla İmam Seccad’ın (a.s) bu tavrı, İslâm şeriatının tatbikinden ibarettir.
b) Azat edilen köleler, İmam’ın (a.s) evinde, onun elinin altında en güzel şekilde yetiştirilmiş bir öğrenciler kuşağını oluşturuyorlardı. İmam’la (a.s) beraber hak, irfan, doğruluk ve ihlâs esaslı, İslâm akidesi, şeriatı ve güzel ahlâkıyla donatılmış bir hayat yaşıyorlardı.
c) İmam (a.s), özgürlüklerine kavuşturduğu bu kölelerin büyük bir kısmının bağlılığını kazanmıştı. Azat edilmelerinin duygusallığı onları hâlâ İmam’a (a.s) bağlıyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok; azat edilen kimse, doğal olarak kendisini azat eden kimseyle, aile efradıyla ve akrabalarıyla bağlarını koruyacak, onlarla duygusal bir irtibat kuracak, inanç ve siyaset olarak onlarla aynı paralelde olacaktır.
Beşinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in İlmî Mirası
● Haklar Risalesi (Risaletu’l-Hukuk)
● Sahife-i Seccadiye’ye Dair
● İmam Zeynelabidin’in Mektebi
İmam Zeynelabidin’in ilmî mirası
Tarih, saygıdeğer atalarından, onların da Hz. Peygamber’den (s.a.a) aktardıkları ilmî miras almaları dışında Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) bir kimseden ders aldıklarından veya herhangi bir ilmî şahsiyetin talebesi olduklarından söz etmez.
İmam Zeynelabidin’den (a.s) rivayet edilen bilgileri; Kur-ân, hadis, fıkıh, ahlâk, siyer, tarih ve akaid şeklinde tasnif edebiliriz. Bunun yanında dua ve tavsiyeleri, tartışmaları çerçevesinde psikoloji, sosyoloji, eğitim, irfan, yönetim ve ekonomi gibi alanlara hitap eden önemli bulgulara rastlamak da mümkündür. Bunun gibi daha birçok doğal ve beşerî bilim dalından söz edebiliriz.
İmam Zeynelabidin (a.s), mübarek ataları gibi dikkat çekecek şekilde Kur’ân’la ve Kur’ân ilimleriyle uğraşmıştır. Bunun; günlük yaşayışında, dualarında ve ilgilerinde, okuma, üzerinde düşünme, tefsir etme, öğretme ve amel etme şeklinde somutlaştığını görüyoruz. Bu da İmam’ın (a.s) Kur’-ân-ı Natık (Konuşan Kur’ân); Kur’ân’ın göz kamaştırıcı bütün ayetlerinin, bu ölümsüz ilâhî mucizenin canlı bir timsali olduğunda en ufak bir kuşkuya yer bırakmıyor.
İmam (a.s), en parlak Kur’ân müfessirlerinden biriydi. Tefsir âlimleri, çok kere onun göz kamaştırıcı tefsirlerine tanıklık etmişlerdir. Tarihçiler, onun bağımsız bir Kur’ân tefsiri ekolüne sahip olduğunu belirtirler.
Aşağıda İmam’ın (a.s), Allah’ın aziz kitabına ilişkin tefsirinden bazı örneklere yer veriyoruz:
İmam (a.s): “Hep birden barışa girin.” ayetini şöyle tefsir ediyor:
Ayette geçen es-silm=barış, Emirü’l-Müminin’in velayetidir.
Hiç kuşkusuz, Peygamber’in ilim şehrinin kapısı İmam Ali’nin (a.s) velayeti gerçek barıştır. Onun velayetinin gölgesi altında yüce Allah insanlara güven, bolluk ve istikrar bahşeder. Eğer Müslümanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra bu velayete boyun eğselerdi, siyasal ve sosyal hayatlarında bunca krizle yüz yüze gelmezlerdi.
İmamiye Şiası’na göre İmamlar’ın hadisleri, Resulullah’ın (s.a.a) hadislerinin kendisidir. Nitekim Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyurmuştur:
Resulullah, bana bin ilim kapısını öğretti. Her bir kapıdan da benim için bin kapı açtı.
Tarih, Ali’den (a.s) rivayet edilen ilim ve marifet bağlamında bu gerçeği pekiştirmektedir. Sahabeler, İmam Ali’nin (a.s) ilmî üstünlüğünü ve merciliğini ikrar etmişlerdir. İmam Zeynelabidin (a.s) de onun evlatlarından biridir. Bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü Allah, onları hidayet kapıları ve kurtuluş gemileri kılmıştır. Nitekim sahih bir hadiste Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Sizin içinizde Ehl-i Beyt’imin durumu, Nuh’un gemisinin durumu gibidir. O gemiye binen kurtulur, ona binmeyen de boğulur.
Hadis Üzerine
Hadis; gayet objektif ve kapsamlı bir şekilde, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan şer’î hükümlerin ayrıntılarını sunar. Birçok vacip (farz), haram, müstehap, mekruh ve mubah türlerini zikreder. İmamiye Şiası’na göre İmamlar’ın hadisleri, Resulullah’ın (s.a.a) hadislerinin kendisidir. Nitekim Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyurmuştur:
Resulullah, bana bin ilim kapısını öğretti. Her bir kapıdan da benim için bin kapı açtı.
Tarih, Ali’den (a.s) rivayet edilen ilim ve marifet bağlamında bu gerçeği pekiştirmektedir. Sahabeler, İmam Ali’nin (a.s) ilmî üstünlüğünü ve merciliğini ikrar etmişlerdir.
Hadis ilminin imamları, tâbiîn çağının ilim önderlerinden biri olması hasebiyle İmam Zeynelabidin’in (a.s) hadislerine büyük önem vermişlerdir. Eğer İmam Seccad’ın (a.s) ilim ekolü ve bereketli kültür edindirme çabaları olmasaydı, ciddiyetsizliğin, cıvıklığın şaha kalktığı, şehvetin gemi azıya aldığı, İslâm ümmetinin yeniden cahillerin cahiliyesine dönmesinin plânlandığı bir çağda dinin şiarları kaybolup gidecekti.
İmam Zeynelabidin, İmamları Nass İle Bildiriyor ve Mehdi’yi Müjdeliyor
Ebu Hamza es-Sumalî, Ebu Halid el-Kabulî’den şöyle rivayet eder:
Efendim Ali b. Hüseyin Zeynelabidin’in (a.s) yanına girdim ve dedim ki:
Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğlu! Allah’ın, sevgilerini ve itaatlerini farz kıldığı ve Resulullah’tan (s.a.a) sonra insanlara önder edinmelerini vacip kıldıkları kimlerdir? Bana bildir.
Bana dedi ki:
Ey Ebu Kenker! Yüce Allah’ın insanlara imam olarak tayin ettiği ve itaat etmelerini farz kıldığı emîr sahipleri, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’den başlayarak bize kadar gelen İmamlar’dır.
İmam bunu söyledikten sonra sustu.
Dedim ki: “Ey Efendim! Bize rivayet edildiğine göre Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle demiştir: ‘Yeryüzü hiçbir zaman, Allah’ın kullarına hüccet olarak görevlendirdiği İmam’dan boş kalmaz.’ Peki, senden sonraki hüccet ve imam kimdir?”
Buyurdu ki:
Oğlum Muhammed’dir. Onun Tevrat’taki ismi “Bâkır”dır. Geniş bir ilme sahip olacaktır. Benden sonraki hüccet ve imam odur. Ondan sonra da oğlu Cafer’dir. Onun gök ehlinin yanındaki ismi Sadık’tır.
Dedim ki: “Ey efendim! Hepiniz sadık (doğru sözlü) olduğunuz hâlde, neden onun ismi Sadık olmuştur?”
Dedi ki:
Babam, babasından Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu bana anlattı:
“Oğlum Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib doğduğu zaman adını Sadık koyun. Çünkü onun adı Cafer olan beşinci oğlu (torunu), Allah’a karşı küstahlaşarak, ona karşı yalan uydurarak imamlık iddiasında bulunacaktır. O, Allah katında Cafer Kezzab (Yalancı)’dir. Allah’a iftira atmış, layık olmadığı bir şeyi iddia etmiştir. Babasına muhalefet etmiş, kardeşini kıskanmıştır. Allah’ın velisinin gaybeti esnasında Allah’ın sırrını ifşa edecek de odur.
Sonra Ali b. Hüseyin hıçkırarak ağladı. Ardından şöyle dedi:
Sanki Yalancı Cafer’in, zamanının tağutlarını, Allah’ın velisinin, Allah’ın koruması altındaki gaybetteki zatın durumunu araştırmaya teşvik ettiğini, onun doğduğunu bilmeyen tağutları babasının evine girmeye ikna etmeye çalıştığını, şayet imkân bulursa onun öldürmek için çalıştığını, böylece babasının mirasına göz koyduğunu ve onu haksız yere elde etmek için çabaladığını görür gibiyim.
Ebu Halid der ki: İmam’a (a.s) dedim ki: “Ey Resululla-h’ın (s.a.a) oğlu! Bu da olacak mı?”
Buyurdu ki:
Evet, Rabbime andolsun ki, bu, bizim yanımızdaki sayfada yazılıdır. Bu sayfada, Resulullah’tan sonra çekeceğimiz sıkıntılar, mihnetler yazılıdır.
Ebu Halid der ki: “Şöyle dedim: Ey Resulullah’ın oğlu! Bundan sonra ne olacak?”
Buyurdu ki:
Sonra Allah’ın velilerinin, Resulullah’ın kendisinden sonraki vasi ve imamların on ikincisinin gaybeti uzayacaktır.
Ey Ebu Halid! Onun gaybeti döneminde yaşayıp da onun imamlığına inanan ve onun zuhurunu bekleyenler, bütün zamanların halkından daha üstündürler. Çünkü Allah, onlara öyle bir akıl, öyle bir anlayış ve öyle bir marifet vermiştir ki, gaybet onların nezdinde bizzat görmek gibi olmuştur. Onları, o zamanda, Resulullah’ın (s.a.a) önünde kılıçlarıyla cihat edenlerin derecesine yükseltmiştir.
İşte gerçek muhlisler onlardır! Onlardır bizim doğru sözlü Şiîlerimiz; Allah’ın dinine gizli açık davet edenler!
İmam (a.s) devamla şöyle buyurdu:
Kurtuluşu beklemek, en büyük kurtuluştur.
İmam Zeynelabidin’in Delilli Tartışmaları
Kuşkusuz delilli tartışma ve ilmî münazara, önemli bir sanattır; bir tartışmacı; ilmî kapasitesi, bilgi ihatası ve edebî liyakati oranında bu sanattan yararlanmak durumundadır. Ehl-i Beyt İmamları (a.s), bu sanatı ustalıkla kullanmalarıyla temayüz etmişlerdi. Bu bağlamda hasımlarını susturmuş ve ilmî sağlamlıklarını kanıtlamışlardı. Bu da, onların rabbanî desteğe mahzar olduklarına en küçük bir kuşku bırakmıyordu. Nitekim düşmanlarından bazıları: “Bunlar, ilmi yutmuş bir ailenin mensuplarıdır.” demekten kendilerini alamamışlardı.
Bir gün İmam Zeynelabidin (a.s), Mina’da halka vaaz veren Hasan el-Basrî’yi görür. İmam (a.s) durur, onu dinler, sonra şöyle der:
Dur biraz; bulunduğun durumla ilgili bir soru soracağım: Yarın, Allah’ın huzuruna varırken, şu anda bulunduğun durumun, seninle Allah arasında olmasından razı mısın?
“Hayır.” dedi.
Buyurdu ki:
Şu hâlde sen, kendin için razı olmadığın durumdan razı olduğun duruma dönüşmeği, intikal etmeği kendi kendine düşünüyor musun?
Hasan el-Basrî, bir süre başını öne eğip düşündü, sonra şöyle dedi: “Bunu düşünmeden konuşuyorum.”
Buyurdu ki:
Yoksa sen, Muhammed’den (s.a.a) sonra, kendisiyle geçmişin olacak bir peygamber mi bekliyorsun?
“Hayır.” Dedi
.Buyurdu ki:
O hâlde sen, şu anda bulunduğun yurttan başka, amel edeceğin bir yurt mu bekliyorsun?
“Hayır.” dedi.
Buyurdu ki:
Sence zerre kadar aklı olan bir kimse, nefsi ile ilgili olarak böyle bir duruma razı olur mu? Sen razı olmadığın bir hâl üzeresin; bununla beraber gerçek anlamda razı olacağın bur hâle intikal etmeği de düşünmüyorsun; ayrıca Muhammed’den (s.a.a) sonra bir peygamberin gelmesini de beklemiyorsun; şu anda bulunduğun yurttan başka içinde amel edeceğin başka bir yurt da beklemiyorsun; buna rağmen insanlara vaaz veriyorsun?!
İmam Zeynelabidin (a.s) arkasını dönüp gidince, Hasan el-Basrî: “Kimdir bu?” dedi.
“Ali b. Hüseyin.” dediler.
Dedi ki: “O, ilim Ehl-i Beyt’inin bir ferdidir.”
O günden sonra Hasan el-Basrî’nin insanlara vaaz verdiği görülmedi.
İmam’ın Hikmetli Sözlerinden ve Seçkin Öğütlerinden Örnekler
Bildiğiniz gibi, İmam Zeynelabidin (a.s) dedesi Resulullah’ın (s.a.a) şehrini terk etmedi. Aksine, oraya bağlı kaldı, orada ümmetin fikrî ve ahlâkî eğitimiyle meşgul oldu.
Her cuma halka öğütler veriyor; onları dünyaya, dünyevî bağlara ve çağdaşlarının birçoğunu esir alan dünyanın hilelerine karşı uyarıyordu.
● Takva ile işlenen hiçbir amel az değildir; kabul olan a-mel az olur mu hiç?
● İmam’a (a.s) denildi ki: “En büyük değere sahip insan kimdir?” Buyurdu ki: “Dünyayı kendisi için önemli ve değerli görmeyen kimsedir.”
● Bir adam İmam’a (a.s) dedi ki: “Züht nedir?” Buyurdu ki: “Zühdün on derecesi vardır. Zühdün en yüksek derecesi, veranın en aşağı derecesidir. Veranın en yüksek derecesi, yakinin en aşağı derecesidir. Yakinin en yüksek derecesi, rızanın en aşağı derecesidir. Züht, Allah’ın kitabında yer alan bir ayette şöyle tarif edilir:
“Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlere şımarmayasınız diye…”
●Ali b. Hüseyin (a.s): “Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız.” ayetini okuduğu zaman şöyle derdi:
Bir kimsenin nimetlerini bilmesini, ancak o nimetleri bilme hususunda yetersiz olduğunu bilmesi olarak ve bir kimsenin kendisini bilip idrak etmesini de en çok idrak edilemeyeceğini bilmesi olarak öngören Allah münezzehtir! Allah, ariflerin, Allah’ı bilme konusunda yetersiz olduklarını bilmelerini mükâfatlandırmış ve onların yetersizliklerini bilmelerini şükür kılmıştır. Nitekim âlimlerin, Allah’ı idrak edemeyeceklerini bilmelerini de iman kılmıştır. Çünkü Allah, kulların kapasitelerini sınırlı kıldığını, bu kapasiteyi aşamayacaklarını bilir.
● Mümin için üç kurtuluş yolu vardır: Dilini insanlardan, onların gıybetini etmekten alıkoyması. Nefsini ahretine ve dünyasına yarayan şeylerle uğraştırması. İşlediği hatalara uzun uzun ağlaması.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (A.S) MEKTEBİ
İmam’ın (a.s) azat ettiği her köleyi, onun eğitiminden geçmiş, mektebinden mezun olmuş biri olarak nitelendirmek mümkündür.
İmam’ın ilmî mirasını, sırf yazılanlarla veya rivayetlerle sınırlandırmak mümkün değildir. Aksine, ondan sadır olan ve İslâm toplumunda izleri kalan her eğitsel faaliyetin, bir miras olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, onun azat ettiği kölelerin davranışlarında, fikirlerinde ve eğilimlerinde somutlaşsa da bunlar, İmam’ın (a.s) bize bıraktığı ilmî mirasın parçalarıdır.
Resulullah (s.a.a) mescidinde başlattığı ders halkalarıyla, haftada bir cuma namazlarında verdiği hutbeleriyle ilmî bir ekol, düşünsel bir hareket oluşturmaya başladı.
İmam (a.s), tefsirden hadise, fıkıhtan akaide ve ahlâka… Bütün İslâmî ilim dallarından söz ediyordu. Ders halkalarına katılanlara ve hutbelerini dinleyenlere tertemiz atalarının ilmini aktarıyordu, onları ilmî egzersizlerle fıkhî bir kabiliyete ve istinbat/hükümleri istihraç etme ve çıkarma yeteneğine sahip olmaya hazırlıyordu.
Bu mektepten, önemli sayıda Müslüman fıkıh âlimleri mezun oldu. Bu halka, daha sonra ortaya çıkan fıkhî ekollere ve ilmî şahsiyetlere beşiklik görevini yerine getirdi
Allah bizleri çağının zorluk ve imtihanlarının bilincinde olan, Resul( s.a.a)’ ün ve pak Ehlibeyt (s.a)’ in şehirlerinde konaklayanlardan eylesin…
Allah’ın salât ve selam Resullerin incisi Muhammed’e ve tertemiz Ehlibeytin üzerine olsun.
Hüznün rayihasına, adı secde kokan imama selam olsun.
Rahmeti bol olan Allah insanlığa şeref olarak 14 nur bahşetti. Öyle ki nurların ilki de Muhammed’dir. Sonu da O nurların hepsi Muhammed’den bir Muhammed’dir. Belalı Kerbela’ nın susuzluğunda şehadet ne de zordu,17 Beni Haşim güllerinin yasıyla boyanan Hüseyin’i görmek bunların hepsinden daha zordu. Bana yardım edecek kimse yok mudur nidasını duyup da çadırdan çıkamayacak kadar hasta olan,Zeynep’in feryatlarını duyup da kırbaçlara engel olamayan,susuzluktan çatlayan genizlerin sıcaklığında yüreği kavrulandır O Ali gibi bir Alidir O Alinin evladı Ali’dir O.
Göz yaşlarıyla zalimlerin tahtını çürüten İmam Seccad dır O Gerçekten de Kerbela şahidi imamın hayatına şahitlik etmek kolay değildir. Hele de maneviyatın ve duanın izlerinin silinmek üzere olduğu bu zamanda maneviyat abidesi bir insanın hayatına yakından bakmak…
Birinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatına Kısa Bir Bakış
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Kişiliğinden Yansımalar
● İmam Zeynelabidin’in Kişiliğinden Görünümler
Ehl-i Beyt İmamları (hepsine Allah’ın selâmı olsun) Peygamberimizin (s.a.a) Allah’ın emri ile kendinden sonra ümmetin önderliğini üstlenmek üzere tanıttığı en hayırlı kimselerdir.
● İmam Ali b. Hüseyin (a.s), Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) dördüncüsüdür. Dedesi; Emirü’l-Müminin, Resulullah’ın vasisi, ilk Müslüman, risaletine ilk inanan, sahih bir hadiste belirtildiği gibi, Resulullah’ın (s.a.a) yanında, Harun’un (a.s) Musa’nın (a.s) yanındaki derecesine eş bir dereceye sahip olan Ali b. Ebu Talib’dir.
Babaannesi; Resulullah’ın (s.a.a) kızı, ciğerparesi ve babasının nitelemesiyle cihan kadınlarının efendisi Hz. Fatıma Zehra’dır.
● Babası İmam Hüseyin (a.s) ise, cennet gençlerinin iki efendisinden biridir. Resulullah’ın (s.a.a) torunu ve gülüdür. Ki Resulullah (s.a.a) onun hakkında: “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim.”buyurmuştur. İslâm’ı ve Müslümanları savunurken Kerbelâ’da şehit düşmüştür.
● On İki İmam’dan (a.s) biridir. Buharî ve Müslim gibi kaynaklarda da belirtildiği gibi, Resulullah (s.a.a) onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Benden sonra on iki halife gelecektir ve hepsi de Kureyş’ten olacaktır.”
● İmam Ali b. Hüseyin (a.s), Hicret’ten sonra otuz sekiz senesinde doğmuştur. Bundan bir
veya iki yıl önce doğduğu da söylenmiştir.
● Yaklaşık olarak elli yedi yıl yaşamıştır. Ömrünün iki v
Bu İmam’ın (a.s) yaşadığı dönemde Müslümanların önünde iki büyük tehlike belirmişti:
Birinci Tehlike: Değişik kültürlerle karşı karşıya kalma tehlikesi.
İkinci tehlike, refah dalgasından kaynaklanıyordu. İnsanlar, dünya hayatının zevklerine dalmış, bu sınırlı hayatın süslerine aşırı derecede bağlanmışlardı. Buna bağlı olarak ahlâkî değerler çürüyor, yozlaşma baş gösteriyordu.
İmam Zeynelabidin (a.s), bu büyük tehlikeye karşı, dua temeline dayalı bir mücadele başlattı. İslâmî kişiliği yozlaştıran, onu derinden sarsan, Müslümanı misyonunu yerine getirmekten alıkoyan bu tehlikeye karşı dua silahını kuşanmıştı. Bu bakımdan “Sahife-i Seccadiye”, büyük sosyal bir hareketin en somut ifadesidir.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN kişiliğinden yansımalar
İMAM ZEYNELABİDİN’İN kişiliğinden yansımalar Müslümanlar, İmam Zeynelabidin’e (a.s) büyük saygı gösterme, onu tazim etme noktasında ittifak etmişlerdir. Bütün Müslümanlar onun faziletini ve üstünlüğünü kabul etmişlerdir
Çağdaşlarının Onunla İlgili Sözleri
İmam’ın (a.s) çağdaşı olan âlimler, fakihler ve tarihçiler onun şahsiyetinden edindikleri izlenimleri, yüceltme ve tazim etme ifadeleriyle dile getirmişlerdir. Bu hususta, onu samimiyetle sevenlerle, içlerinde ona karşı kin ve düşmanlık besleyenler arasında herhangi bir fark yoktur. Aşağıda onunla ilgili söylenen bazı sözleri sunuyoruz:
Haşimoğulları’ndan, Ali b. Hüseyin gibisini görmedim…
Ehl-i Beyt’ten, Ali b. Hüseyin’den daha üstün olan bir adama rastlamadım…
…Ondan daha fakih birini görmedim.
Haşimoğulları’ndan, Ali b. Hüseyin gibisini görmedim…
Ehl-i Beyt’ten, Ali b. Hüseyin’den daha üstün olan bir adama rastlamadım…
…Ondan daha fakih birini görmedim.
Peygamberlerin evladı içinde Ali b. Hüseyin (a.s) gibisi görülmemiştir.
Kıble ehlinden onun gibi birisiyle bugüne kadar oturmuş değilim.
Onların (Ehl-i Beyt’in) içinde Ali b. Hüseyin gibisini görmedim.
Ali b. Hüseyin gibi anlaması ve ezberi güçlü birini görmüş değilim.
Kıble ehlinden onun gibi birisiyle bugüne kadar oturmuş değilim.
Onların (Ehl-i Beyt’in) içinde Ali b. Hüseyin gibisini görmedim.
Ali b. Hüseyin gibi anlaması ve ezberi güçlü birini görmüş değilim.
Ali b. Hüseyin’i dinledim. Gördüğüm Haşimîlerin en faziletlisiydi.
Düşmanları, ona kin güden kimseler de İmam’ın (a.s) faziletlerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin Yezid b. Muaviye, Şamlıların İmam’la (a.s) konuşması için ısrar edince, ondan korktuğunu şu sözleriyle dile getirmiştir:
O, ilmi yutmuş bir ailedendir. O, beni ve Ebu Süfyan soyunu rezil etmeden kürsüden inmez…
Abdulmelik b. Mervan da İmam’ın (a.s) bir diğer düşmanıdır. İmam’a (a.s) şöyle diyor:
Kuşkusuz sen, hem ailene, hem de bütün çağdaşlarına karşı büyük bir üstünlüğe sahipsin. Sana öyle bir fazilet, ilim, dinî anlayış ve takva verilmiş ki, senden önce hiç kimseye verilmemiştir. Sadece senden önceki babalarında senin gibi birisine rastlamak mümkündür.
Âlimlerin ve Tarihçilerin Görüşleri
1- Yakubî şöyle der:
İnsanların en faziletlisi ve en çok ibadet edeniydi. Zeynelabidin olarak isimlendirilirdi. (Çok ibadet ettiği için) Alnı Nasırlı diye de isimlendirildi. Çünkü alnında secde izi vardı.
2- Hafız Ebu’l-Kasım Ali b. Hasan eş-Şafiî (İbn Asakir olarak bilinir), İmam’ın (a.s) hayatını anlatırken şöyle der:
Ali b. Hüseyin güvenilir, emin bir kimseydi. Çok hadis rivayet eden, üstün ve yüce bir şahsiyetti…
3- Zehebî şöyle der:
Hayret verici bir heybeti vardı. Allah’a yemin ederim ki, o heybetli görüntüye layıktı. O, büyük imamlığa layık biriydi. Bunu; şerefiyle, efendiliğiyle, ilmiyle, kendini Allah’a adamışlığıyla ve aklının mükemmelliğiyle hak ediyordu.
4- Hafız Ebu Nuaym şöyle der:
Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s), abidlerin süsü (Zeynülabidin), kendini ibadete verenlerin aydınlatıcı ışığıydı. Hakkını vererek ibadet eden bir abid ve içinde en ufak bir olumsuzluk taşımayan büyük bir kerem sahibiydi.
5- Safiyuddin şöyle der:
Zeynelabidin, büyük bir yol gösterici ve salihlik karakterine sahip bir şahsiyetti.
6- Nevevî şöyle der:
Âlimler, onun her konuda müthiş bir heybete sahip olduğu hususunda görüş birliği içindedirler.
7- İmaduddin İdris el-Kuraşî şöyle der:
İmam Ali b. Hüseyin Zeynelabidin, Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin, Hasan ve Hüseyin’den sonra en faziletlisi, en takvalısı, en zahidi ve en abidiydi. Salât ve selâm üzerlerine olsun.
8- Ünlü nesep bilgini İbn Anbe şöyle der:
Onun faziletleri sayılmayacak ve bir nitelikle kuşatılmayacak kadar çoktur.
9- Şeyh Müfid şöyle der:
Ali b. Hüseyin, babasından sonra ilim ve amel olarak insanların en üstünüydü. Ehl-i Sünnet âlimleri, ondan sayılmayacak kadar çok ilim rivayet etmişlerdir. Öğüt, dua, Kur’ân’ın fazileti, helal, haram, gazveler ve âlimler arasında meşhur olan tarihî günlerle ilgili çok sözü hıfzedilmiştir.
10- İbn Teymiyye şöyle der:
Ali b. Hüseyin’e gelince, o, tâbiînin büyüklerindendi, ilim ve din bakımından onların önderlerinden biriydi. Derin bir huşua sahipti. Gizlice sadaka vermek gibi, bilinen sayısız üstünlüğü vardı.
11- Şeyhanî el-Kadirî şöyle der:
Efendimiz Zeynelabidin Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib, cömertliği ve keremiyle ün salmıştı. İyilikleri ve cömertliğiyle adeta semada pervaz olmuştu. Çok değerliydi. Tahammülü ve göğsü genişti. Apaçık kerametleri vardı. Onun zamanında yaşayanların biz-zat gördüğü bu kerametler mütevatir rivayetlerle de kanıtlanmıştır.
12- Muhammed b. Talha el-Kuraşî eş-Şafiî şöyle der:
Zeynelabidin, zahitlerin önderi, muttakilerin seyidi, müminlerin imamıdır. Huyu, onun Resulullah’ın (s.a.a) sülalesinden geldiğinin somut tanığıdır. Karakteri, Allah’a yakın makamını ispat etmektedir. Alnındaki nasır, ne de çok namaz kıldığının, gecelerini namazla geçirdiğinin ispatıdır; dünya nimetlerinden yüz çevirdiğinin göstergesidir. Dünyadan el etek çektiğini haykırmaktadır. Takva esaslı ahlak süzülmektedir davranışlarından, bu alanda yükseldikçe yükselmektedir.
İlâhî desteğin göstergesi nurlara mazhar olmuş ve bu nurlarla yolunu takip etmiştir. İbadet virtleri onun-la bütünleşmiş, onun sohbetinden ayrılmaz olmuştur. Kulluk vazifeleri adeta onunla ittifak kurmuş gibi, ibadet giysisine bürünmüştür.
Geceleri, ahirete yolculuk etmek için bir binek olarak kullanır. Nefsin isteklerine cevap vermemesi bakımından bir yol göstericidir ki, insanlar onunla doğru yolda hareketlerini sürdürebiliyorlar. Nice gözle görülmüş kerametleri ve olağanüstülükleri vardır.
Bunlar mütevatir düzeyindeki rivayetlerle de kanıtlanmıştır. Bütün bunlar, onun ahiret sultanlarından biri olduğunun tanıklarıdır.
O, İmamlar’ın babasıdır. Künyesi Ebu’l-Hasan, lakabı, Zeynelabidin’dir. Resulullah (s.a.a) onu Seyyi-du’l-Abidin olarak isimlendirmiştir… O, Seccad (çok secde eden)’dir. Nasırlar Sahibi (Zu’z-Sefinat) diye de isimlendirilmiştir. Arınmış ve emin olarak bilinir. Bilindiği gibi es-Sefinat; devenin, dizleri gibi üzerine çöktüğü organlarında meydana gelen nasıra ve kabarıklığa verilen isimdir. İmam Zeynelabidin de uzun süre secde de kaldığı için secde organları nasır tutmuştu
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (a.s) KİŞİLİĞİNDEN görünümler
Hilmi
İmam (a.s) insanların en halîmi, en ağırbaşlısıydı; en çok öfkesini yutkunan biriydi. Tarihçiler onun hilminden bazı örnekler rivayet etmişlerdir:
Aşağılık adamın biri ona sövdü. İmam (a.s) yüzünü çevirdi ve onu duymazlıktan geldi. Aşağılık adam: “Sana söylüyorum.” dedi. İmam (a.s) da: “Ben de senden yüz çeviriyorum.” dedi ve ona misliyle karşılık vermeden onu terk e-dip gitti.
3- Hilminin, ağırbaşlılığının büyüklüğünün en güzel örneklerinden biri de şu olaydır: Bir adam ona iftira etti ve onu sövmede çok ileri gitti. İmam (a.s) ona dedi ki:
Eğer bizler senin dediğin gibiysek, Allah’tan bağışlanma diliyoruz. Yok, eğer senin dediğin gibi değilsek, Allah seni bağışlasın!…
Cömertliği
Bütün tarihçiler, onun, insanların en cömerdi, en eli açık olanı, fakirlere ve zayıflara karşı en çok iyi davrananı olduğu hususunda hemfikirdirler. Cömertliğinin göz kamaştırıcı eşsiz örneklerinden birçoğunu rivayet etmişlerdir. Bunlardan bazısını şöyle sıralayabiliriz:
Fakirlere Karşı Tavrı
1- Fakirlere İkramda bulunması: İmam Zeynelabidin (a.s) fakirlere ikramda bulunur, onların duygularını ve duygusal kişiliklerini gözetirdi, incitmemeye dikkat ederdi. Bir dilenciye bir şey verdiği zaman, onu öperdi ki adam dilenmenin ezikliğini ve muhtaçlığın zilletini hissetmesin. Bir dilenci ona geldiği zaman ona, hoş geldin, der ve şunu eklerdi:
Merhaba ey benim azığımı ahiret yurduna taşıyan adam!
Medine’de bir cuma günü sabah namazını Ali b. Hüseyin’le beraber kıldım. Namazı bitirince kalkıp evine gitti. Ben de onunla beraberdim. Sakine isminde bir cariyesi vardı, onu çağırdı ve dedi ki:“Bugün, benim kapımdan yemek yemeden hiçbir dilenci geçip gitmeyecektir. Çünkü bugün cumadır.”
Medine’de bir cuma günü sabah namazını Ali b. Hüseyin’le beraber kıldım. Namazı bitirince kalkıp evine gitti. Ben de onunla beraberdim. Sakine isminde bir cariyesi vardı, onu çağırdı ve dedi ki:“Bugün, benim kapımdan yemek yemeden hiçbir dilenci geçip gitmeyecektir. Çünkü bugün cumadır.”
Gizlice sadaka vermesi: İmam’ın (a.s) en sevdiği şey, gizlice sadaka vermekti. Kimsenin, sadaka verirken kendisini tanımasını istemiyordu. O, kendisiyle infakta bulunduğu yoksullar arasında Allah için sevme esasında bir bağ kurmak istiyordu. Yoksul kardeşleriyle arasındaki bağı İslâm ile güçlendiriyordu. Gizli sadaka vermeye teşvik ediyor ve şöyle diyordu:
Gizli sadaka vermek Rabbin gazabını söndürür.
Onuru ve İzzet-i Nefsi
İmam Ali b. Hüseyin Zeynelabidin’in (a.s) niteliklerinden biri de, onurluluğu ve izzet-i nefis sahibi oluşuydu. Bu nitelik ona, babası şehitlerin efendisi Hüseyin’den (a.s) miras kalmıştı. Ki Hüseyin (a.s), döneminin tağutlarına şöyle haykırmıştı:
Allah’a yemin ederim, zeliller gibi elimi size vermeyeceğim ve köleler gibi emirlerinizi onaylamayacağım.
Bu olgu, İmam Zeynelabidin’in (a.s) kişiliğinde şu sözlerde somutlaşmıştı:
Nefsimin zelil kılınmasına karşılık kızıl develerimin olmasını istemem.
İzzet-i nefis ile ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
Kim kendi değerini bilse, dünya onun gözünde önemsizleşir.
Zühdü
İmam (a.s), yaşadığı dönemde insanların en zahidi (dünyadan ve dünya nimetlerinden uzak duran) olarak ün salmıştı. Hatta Zührî’ye, “İnsanların en zahidi kimdir?” diye sorulduğunda, “Ali b. Hüseyin.” cevabını vermişti.
İmam (a.s), bir gün ağlayan bir dilenci gördü. Adamın durumuna üzüldü ve şöyle dedi:
Eğer bütün dünya şu adamın avucunda olsaydı ve düşüp kaybolsaydı, yine de bu şekilde ardından ağlamaya değmezdi.
Allah’a Yönelişi
Tarihçiler anlatıyor:
İmam (a.s), bir gün yolda yürürken, zengin bir a-damın kapısında oturmuş bir adam gördü. Hemen a-damın yanına gitti ve şöyle dedi: “Varlık içinde şımarmış bu zorba adamın kapısında niçin oturuyorsun?” Adam: “Yoksulluktan dolayı oturuyorum.” İmam ona dedi ki: “Kalk, sana onun kapısından daha hayırlı bir kapı, ondan daha hayırlı bir rab göstereyim…”
Adam onunla beraber kalkıp Resulullah’ın (s.a.a) mescidine gitti. İmam ona namazı, duayı ve Kur’ân okumayı öğretti. İhtiyaçlarını Allah’tan istemesini, O’nun sağlam kalesine sığınmasını tavsiye etti.
Ailesiyle İlişkileri
İmam Zeynelabidin (a.s), ailesine karşı insanların en şefkatlisi, en çok iyilik yapanı ve en merhametlisiydi. Kendini onlardan ayrı ve ayrıcalıklı tutmazdı.
Şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir pazara girsem, yanımda dirhemler olsa, bunlarla, uzun süreden beri et yemeyen ailem için et satın alsam, bu, bir köle azat etmekten daha sevimli gelir bana.
Ailesinin rızkını temin etmek için sabah erkenden evden çıkardı. İmam’a (a.s): “Nereye gidiyorsun?” diye sorulduğunda: “Sadaka vermeden önce, aileme sadaka vereceğim.” derdi.
Anne ve Babasıyla Münasebetleri
İmam (a.s), mürebbiyesinin, annesinin kendisine aktardığı bütün iyilikleri en güzel şekilde karşılamaya çalışırdı. Annesine yönelik iyiliği o düzeye varmıştı ki, annesiyle birlikte yemek yemezdi. Bu davranışını duyan insanlar onu kınayacak oldular ve ısrarla bunun sebebini sordular: “Sen, insanların en iyisi ve akrabalık bağlarını en çok gözetenisin. Niçin annenle birlikte yemek yemezsin?” Onlara öyle bir cevap verdi ki, dünyada bunun gibi edep ve kemal timsali olan bir söz daha duyulmamıştır:
Annemle birlikte yemek yersem, onun gözünün iliştiği bir lokmayı, elimin ondan önce almasından, dolayısıyla anneme asi olmaktan korkuyorum.
Oğullarıyla Münasebetleri
İmam Ali b. Hüseyin’in (a.s) oğullarıyla münasebetleri, yüksek İslâmî terbiye temelinde belirginleşmişti.
İmam (a.s), oğullarına bazı vasiyetlerde bulunmuştu ki, bu vasiyetler, hayat sürecinde davranışlarının şekillenmesinde etkin bir yöntem olsunlar:
1- Oğlum! Beş kişiye dikkat et, onlarla arkadaşlık etme, onlarla sohbet etme, onlarla yola çıkma.
Oğlu: “Bunlar kimlerdir?” diye sordu. Dedi ki:
Yalancıdan uzak dur. Çünkü yalancı serap gibidir, sana uzağı yakın, yakını da uzak gibi gösterir. Günah işleyenden uzak dur. Çünkü günahkâr, bir lokma veya bundan daha az bir değer karşılığında seni satar. Cimriden uzak dur. Çünkü cimri, senin en çok muhtaç olduğun bir anda malını vermeyerek seni yüzüstü bırakır. Bir de akrabalık bağlarını gözetmeyen kimse-den uzak dur. Çünkü ben, onun Allah’ın kitabında lanetlendiğini gördüm…
2- Oğlum! Felaketlere karşı sabırlı ol, insanların haklarına tecavüz etme; sana vereceği zarar, sana sağlayacağı yarardan büyük olan bir şeyi yapmaya seni çağıran kardeşine icabet etme…
3- Oğlum! Allah seni bana tercih etmemiştir, dolayısıyla sana benim hakkımda tavsiyede bulunmuştur. Ama beni sana tercih ettiği için beni senin hakkında (haklarınla ilgili) uyardı. Bil ki, oğulları için babaların en hayırlısı, sevgileri, onlar hakkında gevşek davranmaya neden olmayanlardır. Babalar için oğulların en hayırlısı da, vazifelerini onlara karşı yerine getirmeyerek, onlara karşı asi olmayan kimselerdir.
İkinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Doğumu
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatının Aşamaları
● İmam Zeynelabidin (a.s) Doğumdan İmamete
İmam Zeynelabidin’in Doğumu
İmam (a.s), yüksek terbiyenin bütün koşullarının içinde bulunduğu bir ortamda büyüdü. Bu denli yüksek bir terbiye ortamının başkası için oluştuğu görülmemiştir. Bu yüksek İslâmî terbiye ortamı, onun kişiliğinin şekillenmesi üzerinde eşsiz bir etkinlik göstermişti.
Hayatının daha ilk günlerinden itibaren dedesi Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s), onun yetişmesiyle ilgileniyor, onu gözetiyor ve ruhunun nurlarını ona yansıtıyordu. Ki bu nur, baştanbaşa tüm âlemi kaplıyordu. Torun hakikaten, dedesinin dosdoğru bir suretiydi, tıpkısıydı. Onu taklit ediyor, kişiliği ve ruhsal şekillenmesi itibariyle onu örnek alıyor, onu yansıtıyordu.
İmam (a.s), tertemiz amcası, cennet gençlerinin efendisi, Resulullah’ın gülü ve ilk torunu Hasan el-Mücteba’nın (a.s) da kucağında büyüdü. İmam (a.s), bu seneler boyunca, özgürlük savaşçılarının babası, şehitlerin efendisi İmam Hüseyin b. Ali’nin (a.s) gölgesinde yetişti. İmam Zeynelabidin (a.s) hicrî 36 tarihinde Basra’nın fethedildiği gün şaban ayının beşinde Medine’de dünyaya geldi. Henüz İmam Ali (a.s), başkenti Medine’den Kûfe’ye taşımamıştı. Medine’de hicrî 94 veya 95 tarihinde de vefat etti.
Annesi
Annesinin adı “Şehrbanu” veya “Şehrbanuye” yahut “Şah-zenan”dır. Son İran Kisrası Yezdicerd’in kızıdır. Bazıları, İmam’ın (a.s) annesinin, İmam’ı (a.s) doğurduktan sonra, loğusalık günlerinde vefat ettiğini, dolayısıyla ondan başka da çocuk doğurmadığını söylemişlerdir.
Künyeleri
İmam’ın (a.s) künyeleri; Ebu’l-Hasan, Ebu Muhammed, Ebu’l-Hüseyin ve Ebu Abdullah’tır.
Lakapları
Zeynü’l-Abidin (İbadet Edenlerin Süsü), Zu’s-Sefinat (Na-sırlar Sahibi), Seyyidu’l-Abidin (İbadet Edenlerin Efendisi), Kudve-tu’z-Zahidin (Zahitlerin Önderi), Seyyidu’l-Muttakin (Muttakilerin Efendisi), İmamu’l-Müminin (Müminlerin İmamı), el-Emin (Güvenilir), es-Seccad (Çok Secde Eden), ez-Zeki (Çok Temiz, Arınmış), Zeynu’s-Salihin (Salihlerin Süsü), Menaru’l-Kanitin (Gönülden Kulluk Edenlerin Işık Kaynağı), el-Adl (Çok Adil), İmamu’l-Ümmet (Ümmetin İmam’ı) ve el-Bekka (Çok Ağlayan). Bu lakaplar içinde es-Seccad ve Zeynü’l-Abidin (Zeynelabidin) ünlenmiştir.
Tarihçiler, bu mübarek lakapların bir kısmına ilişkin tarihsel gerekçeleri açıklayan rivayetler aktarmışlardır:
1- Değerli sahabî Cabir b. Abdullah el-Ensarî’nin şöyle dediği rivayet edilir:
Bir gün Resulullah’ın (s.a.a) yanında oturuyordum. Kucağında Hüseyin vardı ve onunla oynuyordu. Bu-yurdu ki:
“Ey Cabir! Onun bir oğlu dünyaya gelecek, adı Ali olacak. Kıyamet günü, bir münadi şöyle seslenecek: ‘Seyyidu’l-Abidin (İbadet Edenlerin Efendisi) kalksın!’ dediği zaman, onun oğlu kalkacak. Sonra onun Muhammed adında bir oğlu olacak. Onu gördüğün zaman, ey Cabir, benden ona selâm söyle!”
İmam Bâkır’ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
Babamın secde ettiği uzuvlarında kabartılar olurdu, secde yerleri nasır tutardı. Bunları senede iki kez koparırdı. Her seferinde beş nasırı keserdi. Bu yüzden babama Zu’s-Sefinat (Nasırlar Sahibi) denilirdi.
4- Yine İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) babasının çok secde etmesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilmiştir:
Allah’ın kendisine verdiği her nimete karşılık mutlaka secde ederdi. Allah’ın kendisinden uzaklaştırdığı her kötülüğe karşılık mutlaka secde ederdi. Farz namazlarından birini tamamlayınca mutlaka secde ederdi. Secde izi, secde ettiği organlarının tümünde görünürdü. Bu yüzden, Seccad (Çok Secde Eden) diye isimlendirildi.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (a.s) HAYATININ AŞAMALARI
Diğer Ehl-i Beyt İmamları gibi İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatı da birbirinden farklı özellikler arz eden iki belirgin aşamaya ayrılır:
1- İmamlık ve önderlik misyonunu fiilen üstlenme öncesindeki aşama.
2- Önderliği fiilen ele almaktan şahadete kadarki aşama.
İmam Zeynelabidin (a.s) hayatının ilk aşamasında dedesi İmam Emirü’l-Müminin’in (a.s), amcası İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) ve babası İmam Hüseyin Seyyidu’ş-Şüheda’nın (a.s) himayesinde büyüdü. Bu aşama, yirmi yıla aşkın bir süreyi kapsar.
İmam Zeynelabidin (a.s), hayatının ilk aşamasını büyük zorluklar içinde geçirdi. Bu aşamada dedesi, amcası ve babası ile birlikte zorluklara göğüs gererek hayatını sürdürdü. Böylece, ön hazırlıklarını Muaviye b. Ebu Süfyan’ın gerçekleştirdiği, fiilî uygulamasını ise alenen günah işleyen, İslâm topraklarında Allah’ın hükmünü ayaklar altına alan oğlu Yezid’in üstlendiği unutulmaz Aşura katliamında babasının, ailesinden seçkin insanların ve gözde ashabının şehit düşmesinden sonra imamlık ve önderlik sorumluluğunu üstlendi.
Mübarek hayatının ikinci aşaması ise, ömrünün otuz yıla aşkın bir dönemine tekabül etmiştir. Bu dönemde Yezid b. Muaviye’nin, Muaviye b. Yezid’in, Mervan b. Hakem’in ve Abdulmelik b. Mervan’ın tahta çıkışlarını gördü. Sonra Ve-lid b. Abdulmelik b. Mervan’ın emriyle kanlı Emevî eli ona karşı bir suikast gerçekleştirdi ve hicrî 94 veya 95 senesinde muharrem ayının yirmi beşinde şehit edildi. Böylece 57 senelik veya bundan biraz kısa bir ömrü sona erdi. İmamlık ve önderlik süresi, 34 sene sürmüştü.
Doğuştan imamete kadar İMAM ZEYNELABİDİN (a.s)
İmam Zeynelabidin’in (a.s) Kerbelâ faciası öncesindeki hayatı, yani doğumdan babasının (a.s) şehit edilmesine kadarki dönem, hicrî 36 veya 38′den hicrî 61 tarihine kadarki süreyi kapsar.İmam’ın (a.s), çocukluk ve gençliği Muaviye b. Ebu Süfyan’ın egemenliği dönemine rastlar.
Bu dönem öncelikle çalkantılı geçmesiyle belirginleşmişti. Sonra Irak’ta halkın yoğun baskılar altında tutulması izledi. Ardından Hicaz’da kriz çıktı. En önemlisi, Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünneti kaldırılarak bidatler etkin hâle getirildi. Hicrî 41 ile 60 arasındaki dönemin ayırıcı özelliği, Irak’ta Ehl-i Beyt’e (üzerlerine selâm olsun) tâbi olanlara karşı ağır baskıların ve ezme politikalarının uygulanmasıydı. Müslümanlar, ilk kuşak Müslümanların gör-düklerinden çok daha ağır eziyetler görüyorlardı. Çünkü yaklaşık yirmi yıl süren Muaviye’nin iktidarı döneminde Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin bilinçli bir şekilde hayattan silindiğini görüyorlardı.
Bidat almış başını gidiyor, hilafet yönetimi yerine krallık egemen olmuştu. Müslümanların yönetimi, öyle bir ailenin mensuplarının eline geçmişti ki, bunlar, İslâm’ı ve Müslümanları yeryüzünden silmek için ellerinden gelen tüm imkânları kullanmaktan geri durmuyorlardı. O kadar ki, Sakif-oğulları kabilesinden bir veled-i zina, bir içki satıcısının tanıklığıyla Muaviye’nin kardeşi oluvermişti.
Sözünde durmak ve verilen güvenceye bağlı kalmak bu diyardan uçup gitmişti. Kendisine her türlü güvence verildikten sonra Hucr b. Adiy öldürülmüştü. Muaviye’nin kurduğu bir plânla Eş’as b. Kays’ın kızı Cu’de, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) torunu olan kocası Hasan Mücteba’ya (a.s) zehir vermişti. Bütün bunların sonucu olarak, gerek Şam’da, gerekse Irak’ta İslâmî hükümetin tek bir görüntüsü dahi kalmamıştı. Şam ve Irak o dönemde iki önemli merkezi temsil ediyorlardı. Bütün bunların sonucu olarak, gerek Şam’da, gerekse Irak’ta İslâmî hükümetin tek bir görüntüsü dahi kalmamıştı. Şam ve Irak o dönemde iki önemli merkezi temsil ediyorlardı.
Muaviye’nin Ölümünden Sonra Irak’ta Siyasal Durum
Muaviye ölünce, Irak’ta kümelenmiş iki grup, bekledikleri fırsatın doğduğunu düşündü:
1- Dindarlar grubu: Bunlar Müslümanların çektikleri acıları yüreklerinde hissediyorlardı. Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin ortadan kaldırılmış olması, onları derin hüzünlere boğmuştu. Amaçları, krallık düzenini yıkmak ve en azından geçmiş halifeler devrinde olduğu gibi İslâmî bir hükümet kurmaktı.
2- Sapkın politikacılar grubu: Bunların bütün derdi iktidarı ele geçirmekti. Şam’ın Irak’a egemenliğine son vermek peşindeydiler.
Irak önemli hadiselerle çalkalanırken, Şam’da bambaşka bir hava hâkimdi.
Babası Muaviye öldüğünde Yezid, Havareyn köyünde bulunuyordu. Şam valisi Dahhak b. Kays’ın yardımıyla Şam’a gelip Müslümanların halifesi olduğunu ilan etti. Daha ilk günlerinde kendisine muhalefet etmelerinden korktuğu kişilerle ilgili endişelerini dışa vurmaya başladı. Halifeliğinin ilk günlerinde Medine valisine mektup yazarak kendisi adına Hüseyin b. Ali (a.s), Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’den biat almasını istedi. Hüseyin’in (a.s) Yezid’e biat etmeyeceği baştan belliydi. İbn Zübeyr kendisini halife ilan etmişti, ancak halk onu görmezlikten geliyordu. İbn Ömer’in ise bu konjonktürde bir rolü olamazdı; biat etmesi veya etmemesi Yezid’in halifeliğine bir zarar verecek değildi. Bundan dolayı Yezid, sadece Hüseyin b. Ali’den (a.s) korkuyordu. Onun tavrı bir an önce belli olsun istiyordu.
Zeynelabidin’in (a.s) İmamlığına Dair Nass
Resulullah (a.s), tertemiz Ehl-i Beyt’inden On İki İmam’ı açık bir şekilde bildirmiştir; isimlerini ve niteliklerini belirterek onlara işaret etmiştir. Öte yandan her İmam da, şehit edilmeden önce, değişik yerlerde ve çağının koşullarına uygun olarak kendisinden sonraki Masum İmam’ı nass ile göstermiştir. Bazen bu nass yazılır ve gizlice birine verilirdi.
İmam Hüseyin’in (a.s), oğlunun imamlığına dair ifade ettiği nass olarak Şeyh Tusî’nin İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s) rivayet ettiği şu hadisi örnek gösterebiliriz:
Hüseyin (a.s), Irak’a hareket edince Peygamber’in (s.a.a) eşi Ümmü Seleme’ye bir vasiyet, bazı kitaplar ve başka şeyler emanet olarak bıraktı ve ona dedi ki: “Sana en büyük oğlum geldiği zaman verdiğim şeyleri ona ver.” Hüseyin (a.s) şehit edilince, Ali b. Hüseyin (a.s) Ümmü Seleme’nin yanına geldi, o da Hüseyin’in (a.s) kendisine bıraktığı bütün emanetleri ona verdi.
Aşura Günü İmam Zeynelabidin (a.s)
İmam Zeynelabidin (a.s), babası, Peygamber’in (s.a.a) torunu Hüseyin’in (a.s) tağutlara karşı verdiği savaşa katıldı. Ancak o; babası, ailesinden seçkin şahsiyetler ve arkadaşları ile birlikte şahadet şerbetini içemedi. Çünkü Allah, babasından sonra ümmetin önderliğini üstlensin, kendisi için hazırlanan rolü oynasın, dedesinin risaletini azgın sorumsuzların elinde oyuncak hâline gelmekten, batıl taraftarlarının saptırıcı çarpıtmalarından, İslâm’ın merkezine hâkim olan ve gün geçtikçe etkinliğini artıran bidatlerin yıkıcı etkilerinden muhafaza etsin diye onu korumuştu. Bu da onun Aşura vakasında hastalanmasıyla gerçekleşmişti.
Üçüncü Bölüm
● İmam Zeynelabidin (a.s) Kerbelâ’dan Medine’ye
● İmam Zeynelabidin (a.s) Medine’de
● İmam Zeynelabidin’in (a.s) Şehit Edilmesi
Aşura Trajedisinden Sonra İmam Zeynelabidin
Tarihçiler, olayı bizzat gören bir tanığın şu sözlerini aktarırlar:
Hicrî 61 senesinin muharrem ayında Kûfe’ye gitmiştim. O sırada Hüseyin b. Ali (a.s) ve kadınlar Kerbelâ’dan getiriliyordu. Çevrelerini askerler sarmıştı. İnsanlar onları görmek için evlerinden çıkmışlardı. Onları eğersiz, semersiz bir şekilde develere bindirilmiş hallerini görünce, Kufeli kadınlar ağlamaya ve göğüslerini dövmeye başladılar. Bu sırada hastalıktan bitkin düşmüş, boynunda demir bir halka, elleri boynuna kelepçelenmiş Ali b. Hüseyin’in (a.s) cılız bir sesle şöyle dediğini duydum: “Şu kadınlar ağlıyorsa, bizi kim öldürdü?”
İmam Seccad (a.s), İbn Ziyad’ın yanına götürülürken:
– Kimsin sen? dedi.
– Ben, Ali b. Hüseyin’im, dedi.
Dedi ki:
– Allah, Ali b. Hüseyin’i öldürmemiş miydi?
İmam Ali (a.s) dedi ki:
– Ali isminde bir kardeşim daha vardı, insanlar onu öldürdü.
Bunun üzerine İbn Ziyad:
– Aksine, Allah onu öldürdü, dedi.
Ali b. Hüseyin (a.s):
– Allah, öleceği zaman ölen kişinin canını alır, dedi.
Bu cevap karşısında İbn Ziyad öfkelendi ve:
– Bana cevap verme küstahlığında bulunabiliyorsun, dedi. Gördüğüm kadarıyla bana karşı çıkma duygusunu hâlâ içinde taşıyorsun! Götürün bunu ve boynunu vurun.
Halası Zeyneb, İmam’ın önüne atıldı ve şöyle dedi: “Ey İbn Ziyad! Bu kadar kanımızı döktüğün yetmez mi?
Sonra İmam’ın (a.s) boynuna sarıldı ve şöyle dedi: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, onu bırakmayacağım. Eğer onu öldürürsen, beni de onunla beraber öldürmen gerekir.”
Ali (a.s) halasına şöyle dedi: “Sus, halacığım! Bırak onunla ben konuşayım.”
Sonra İbn Ziyad’a döndü ve şöyle dedi:
Beni öldürmekle mi tehdit ediyorsun, ey İbn Zi-yad! Öldürülmenin bizim için gelenek olduğunu ve Allah katındaki onurumuzun da şahadet olduğunu bilmiyor musun?
Sonra İbn Ziyad, Ali b. Hüseyin (a.s) ve ailesinin büyük mescidin yanındaki bir eve götürülmelerini emretti. Sabah olunca İbn Ziyad, İmam Hüseyin’in (a.s) kesik başının getirilmesini istedi. Kesik baş, Kûfe’nin bütün sokaklarında ve kabileler arasında dolaştırıldı. Kesik başın Kûfe sokaklarında halk arasında dolaştırılma işi tamamlanınca, sarayın kapısına getirildi.
Sonra İbn Ziyad, Kerbelâ’da öldürülenlerin kesik başlarını Kûfe’de ağaçların başlarına dikerek teşhir etti. Daha önce Müslim b. Akil’in kesik başını Kûfe’de teşhir ettiği gibi.
İbn Ziyad, Yezid’e bir mektup yazarak Hüseyin’in (a.s) öldürüldüğünü ve ailesinin durumunu ona bildirdi.
Aynı şekilde Medine emîri Amr b. Sa’d b. As’a da -o da Emevî sülalesindendir. Hüseyin’in (a.s) öldürüldüğü haberini iletti.
İbn Ziyad’ın mektubu Şam’a ulaşınca, Yezid, Hüseyin’in (a.s) ve onunla beraber öldürülen diğer insanların kesik başlarının kendisine gönderilmesini emretti. Bunun üzerine İbn Ziyad, Hüseyin’in (a.s) eşlerine ve çocuklarına hazırlanmalarını emretti. Ali b. Hüseyin’in (a.s) de boynuna zincir vurulmasını istedi. Sonra onları Muceffer (Muhaffez) b. Sa’lebe el-Aizî ve Şimr b. Zilcevşen’le birlikte kesik başları taşıyan kafilenin ardından gönderdi. Develere bindirilmişlerdi. Onlar da kafileyi, tıpkı kâfir esirlerin götürüldükleri gibi götürdüler. Böylece kesik başları götüren kafileye yetiştiler. Şam’a ulaşıncaya kadar Ali b. Hüseyin (a.s) onlardan hiç kimseyle bir kelime dahi konuşmadı.
Ehl-i Beyt Esirleri Şam’da
Şam, Müslümanlar tarafından fethedildiği günden beri, Halid b. Velid ve Muaviye b. Ebu Süfyan gibi kişiler tarafından yönetilmişti. Şamlılar Hz. Peygamber’i (s.a.a) görmemişlerdi, onun hadislerini doğrudan ondan dinlememişlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ashabının hayat tarzına da onların yanında bizzat gözlemlemek suretiyle tanık olmuş değillerdi. Gerçi Hz. Peygamber’in (s.a.a) ashabından az sayıdaki bazı kimseler Şam’a yerleşmişlerdi, fakat onların halk üzerinde pek bir etkileri yoktu. Sonuç olarak Şamlılar, Muaviye b. Ebu Süfyan ve adamlarının hayat tarzının Müslümanların sünneti olduğunu düşünüyorlardı. Öte yandan Şam bölgesi uzun asırlar Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmıştı.
Bu yüzden aşağıdaki olaya benzer olayları tarih kitaplarında okuduğumuz zaman şaşırmıyoruz:
Hz. Muhammed’in (s.a.a) ailesinin esirleri Şam’a girdiği zaman yaşlı bir adam İmam Seccad’a (a.s) yaklaştı ve:
– Sizi mahveden ve emîrin sizi yenmesini sağlayan Allah’a hamdolsun, dedi.
İmam (a.s):
– Ey yaşlı adam! Sen Kur’ân’ı okudun mu? diye sordu.
Yaşlı adam:
– Evet, okudum, dedi.
İmam (a.s):
– Peki: “De ki: Ben sizden akrabalarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum.” ayetini okudun mu? dedi.
Yaşlı adam:
– Evet, dedi.
İmam:
– Ey yaşlı adam! İşte Peygamber’in (s.a.a) o akrabaları biziz, dedi.
Sonra şöyle dedi:
– “ Akrabalara hakkını ver.” ayetini okudun mu?
– Evet, bu ayeti okudum, dedi.
Buyurdu ki:
– Ey Yaşlı adam! O akrabalar biziz. Peki: “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri Allah’ın, Resulü’nün ve akrabalarındır.” ayetini okudun mu?
– Evet, dedi.
İmam (a.s) dedi ki:
– O akrabalar, biziz.
Sonra tekrar sordu:
– Ey Yaşlı adam! “Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”ayetini okudun mu?
Yaşlı adam:
– Evet, dedi.
İmam (a.s) dedi ki:
– İşte yüce Allah’ın, özel olarak haklarında tathir ayetini indirdiği Ehl-i Beyt biziz.”
Yaşlı adam:
– Allah hakkı için, siz onlar mısınız? dedi.
İmam (a.s) buyurdu ki:
Allah’a andolsun ki, biz onlarız, bunda hiçbir kuşku yoktur. Dedemiz Resulullah’ın (s.a.a) hakkı için biz onlarız.
Yaşlı adam ağlamaya başladı. Sarığını çıkarıp yere attı ve ellerini göğe kaldırarak şöyle dedi.
– Allah’ım! Âl-i Muhammed’in (s.a.a) düşmanlarından teberri ederek sana yöneliyorum.
Tarihçiler anlatıyor:
Hüseyin (a.s) öldürülüp, Ali b. Hüseyin (a.s) de Kerbelâ’dan getirilince, İbrahim b. Talha b. Ubeydul-lah onu karşıladı ve “Ey Ali b. Hüseyin, kim galip geldi?” diye sordu. Devenin hörgücünde ve başını örtmüş vaziyetteydi. Ali b. Hüseyin (a.s) ona şöyle dedi: “Kimin galip geldiğini bilmek istiyorsan, namaz vakti girdiğinde ezan oku ve kamet getir.”
Ali b. Hüseyin’in (a.s) cevabı şu anlama geliyordu: Mücadele; ezan, Allah’ın ululanması ve Allah’ın birliğinin vurgulanması uğruna verilmişti. Haşimoğulları’nın iktidara gelmesi için değildi. İmam Hüseyin’in, ailesinden seçkin kimselerin ve arkadaşlarının şehit düşmesi, Muhammedî İslâm’ın, Emevî cahiliyesine ve onların safında yer alıp da iman ve İslâm’ın tadını almamış diğer sapıklara karşı bekasını ve kalcılığını sağlamıştı.
İmam (a.s) Yezid’in Meclisinde
Hz. Hüseyin’in (a.s) kesik başı, eşleri ve ailesinden geride kalanlar Yezid’in sarayına götürüldü. İple birbirlerine bağlanmışlardı. Zeynelabidin (a.s) de zincire vurulmuştu. Yezid’in önünde bu halde durdurulduklarında Yezid, Husayn b. Hamam el-Merrî’nin şu beytini okudu:
Birtakım adamların başlarını yararız ki üstündüler
Ve onlar asi ve zalim olmuşlardı.
Ve şu ayeti okudu:
Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder.
İmam Ali b. Hüseyin (a.s) ona şu ayetlerle cevap verdi:
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlere şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.
Tarihçiler, Hz. Hüseyin’in (a.s) kızı Fatıma’nın şöyle dediğini anlatıyorlar:
Yezid’in önünde oturduğumuz zaman, bize acıdı. Şamlılardan kızıl suratlı bir adam Yezid’in yanına geldi ve “Ey müminlerin emîri! Şu cariyeyi beni kastederek bana hediye et.” dedi. Bunu yapabileceklerini zannettim ve halam Zeyneb’in elbisesinden tuttum. O ise, böyle bir şeyin olmayacağını biliyordu.
Halam Şamlıya şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim, yalan söylüyorsun. Allah’a andolsun kınanacak bir teşebbüste bulundun. Bunu ne sen, ne de o yapabilir!”
Yezid kızdı ve şöyle dedi: “Asıl sen yalan söylüyorsun. Bu iş benim elimdedir. Eğer bu işi yapmak istesem yaparım.”
Halam şöyle dedi: “Asla! Allah’a yemin ederim ki, Allah sana böyle bir yetki vermemiştir. Ancak bizim dinimizden çıkıp başka bir dine girmen başka.”
Yezid öfkeden ne yapacağını bilemiyordu. Dedi ki: “Bana bu şekilde mi cevap veriyorsun? Dinden çıkan, senin baban ve kardeşindir.”
Zeyneb şöyle dedi: “Allah’ın dini, babamın dini ve kardeşimin diniyle, eğer Müslüman isen sen, deden ve baban doğru yolu buldunuz.
Yezid: “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı kadın!” dedi.
Zeyneb dedi ki: “Ey emîr! Haksız yere sövüyorsun ve saltanatını kullanarak baskı uyguluyorsun.”
Yezid bu söz karşısında utanır gibi oldu ve sustu.
Şamlı adam bir kez daha Yezid’e döndü ve “Şu cariyeyi bana hediye et.” dedi. Yezid ona: “Kaybol! Allah, sana ansızın ölümü hediye etsin.”
Yezid’in, İbn Ziyad’ın Kûfe’de sarf ettiği sözlerden daha az sert ve az kırıcı bir dil kullanması, İbn Ziyad’ın, efendisine bağlılığını gösterme gereğini duymasına, Yezid’in ise böyle bir şeye ihtiyacının olmamasına bağlanabilir. Belki de Yezid, Hüseyin’i (a.s) öldürmekle, Peygamber’in (s.a.a) ailesini esir almakla kendisine sert tepkilerin yöneldiğini anlamış ve bu yolla bu tepkileri yumuşatmak istemişti.
O günlerde Yezid, Şam hatibine minbere çıkmasını ve Hüseyin (a.s) ile babasını (a.s) kötülemesini emretti. Bu sırada mescitte bulunan İmam Zeynelabidin (a.s) ona şöyle haykırdı:
Yazıklar olsun sana, ey hatip! Yaratıcının gazabına karşılık yaratılmışın hoşnutluğunu satın aldın. Öyleyse cehennemde kurulacağın yere şimdiden hazırlan.
İmam (a.s), Yezid’e döndü ve şöyle dedi:
Şu ağaçların üzerine çıkmama izin verir misin? Bazı sözler söylemek istiyorum ki, bu sözler Allah’ın rızasını içerdiği gibi, şu oturanlar için de ecir ve sevap sebebi olur.
Orada bulunanlar, esir olduğu hâlde, bu hasta delikanlının hatibe ve Emîr’e karşı çıkmasına şaşırmışlardı, adeta donup kalmışlardı. Yezid, izin vermeye yanaşmadı. Oturanlar, delikanlıya izin vermesi için ısrar ettiler. Yezid’in, halkın isteğini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. İmam (a.s), minberin ağaç merdivenlerinin üzerine çıktı ve Allah’a hamdüsenadan sonra sözlerine şöyle başladı:
Ey İnsanlar! Bize altı haslet verildi ve yedi hususta herkesten üstün kılındık: Bize; ilim, ağırbaşlılık, hoşgörü, fesahat, cesaret ve müminlerin kalbinde sevgi verildi. Biz başkalarından üstün tutulduk; çünkü seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, es-Sıddık (Ali) bizdendir, et-Tayyar (Cafer) bizdendir. Allah’ın ve Resulü’nün aslanı (Ali) bizdendir. Dünya kadınlarının efendisi Fatıma Betül bizdendir. Şu ümmetin iki torunu ve cennet gençlerinin iki efendisi bizdendir.
Ailesine ilişkin bu tanıtıcı girişten sonra, erdemlerini açıklamaya başladı ve buyurdu ki:
Beni tanıyan tanır. Tanımayanlara ise, soyumu ve nesebimi tanıtayım.
Ben, Mekke’nin ve Mina’nın çocuğuyum. Ben Zem-zem’in ve Safa’nın çocuğuyum. Ben, eteğinin içinde zekâtı yoksullara taşıyanın çocuğuyum. Ben, örtü ve rida giyinenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, (ihram hâlinde) nalın giyen ve yalın ayak gezenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, tavaf edenlerin ve saiy yapanların en hayırlısının oğluyum. Ben, hac edenlerin ve telbiye getirenlerin en hayırlısının oğluyum. Ben, Burak sırtında göğe götürülenin oğluyum. Ben, Mescid-i Haram’dan bir gece vakti Mescid-i Aksa’ya yürütülenin oğluyum. Gece vakti yürüten münezzehtir.
Ben, Cebrail’in Sidretu’l-Münteha’ya götürdüğü peygamberin oğluyum. Ben, yaklaşan, ardından sarkan sonra iki yay gibi yakınlaşanın oğluyum. Ben, gökte meleklerle namaz kılanın oğluyum. Ben, celil olan Allah’ın vahyetmek istediğini vahyettiğinin oğluyum. Ben, Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) oğluyum. Ben, Ali el-Murteza’nın oğluyum. La ilâhe illallah deyinceye kadar insanların (kibirli) burunlarına vuranın oğluyum.
Ben, Resulullah’ın (s.a.a) tam önünde iki kılıçla vuruşan, iki mızrakla saldıran, iki kere hicret eden, iki defa biat eden, Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir süre dahi Allah’ı inkâr etmemiş olanın oğluyum.
Ben, müminlerin en salihinin, peygamberlerin vârisinin, dinsizleri kesenin, Müslümanların hamisinin, mücahitlerin nurunun, abidlerin süsünün, ağlayanların tacının, sabredenlerin en sabırlısının, Yâsîn ailesinin ve âlemlerin Rabbinin Elçisi’nin soyunun en çok kıyam edeninin oğluyum.
Ben, Cebrail tarafından desteklenmiş, Mikail tarafından yardım edilmiş; biatlerini bozan, günaha sapan ve dinden çıkanlara karşı savaşan, Nasıbî (söven) düş-manlarına karşı cihat eden, bütün Kureyş kabilesinden yeryüzünde yürüyenlerin en onurlusu, müminler içinde en önce icabet eden, Allah için çağrıya koşan, öncekilerin en ilki, azgınları ayrıştıran, müşriklerin kökünü kurutan, Allah’ın attığı oklardan biri, Allah’ın hikmetinin bahçesi olanın oğluyum…
İşte niteliklerini saydığım bu adam benim dedem, Ali b. Ebu Talib’dir.
Ben, Fatimetu’z-Zehra’nın oğluyum. Kadınların efendisinin oğluyum. Ben, tertemiz Betül’ün oğluyum. Ben, Resul’ün (s.a.a) ciğerparesinin oğluyum. Ben, kanlara boyanmışın oğluyum. Ben, Kerbelâ’da kurban e-dilmişin oğluyum. Ben, karanlıklarda cinlerin üzerine ağladığı, gökte kuşların yasını tuttuğu Hüseyin’in oğluyum.
İmam (a.s): “Ben… Ben…” dedikçe, insanlar hıçkırıklara boğuluyordu.
Yezid, bir kargaşanın çıkmasından, istenmeyen sonuçların doğmasından korktu.
İmam’ın konuşması, bir düşünce devrimi meydana getirmişti. Çünkü kendisini Şamlılara tanıtmış, şimdiye kadar bilmedikleri gerçeklerle ilgili olarak kuşatıcı bilgilere sahip olmalarını sağlamıştı.
İmam’ın (a.s) sözlerini kesmesi için, Yezid, müezzine e-zan okumasını işaret etti.
Müezzin: “Allahu Ekber” diye haykırınca, İmam ona döndü ve şöyle dedi:
Bir başkasıyla mukayese edilmeyecek, duyularla algılanamayacak kadar büyük olan birini ululadın. Allah’tan daha büyük hiçbir şey yoktur.
Müezzin: “Eşhedu en la ilâhe illallah” deyince, İmam (a.s) şöyle dedi:
Tüylerim, derim, etim, kanım, beynim ve kemiklerim buna şahitlik eder.
Müezzin: “Eşhedu enne Muhammeden Resulullah” deyince, İmam (a.s), Yezid’e döndü ve şöyle dedi:
Ey Yezid! Bu Muhammed senin deden midir, yoksa benim dedem mi? Eğer senin deden olduğunu iddia edersen, kuşkusuz yalan söylemiş olursun. Eğer benim dedem olduğunu söylersen, o zaman, şöyle sorarım: “Niçin onun Ehl-i Beyt’ini öldürdün?”
Yezid dona kaldı, cevap verecek mecal bulamadı kendinde. Çünkü yüce Peygamber (s.a.a), Seyyidu’l-Abidin’in dedesiydi. Yezid’in dedesi ise, Peygamber’in (s.a.a) baş düşmanı Ebu Süfyan’dı.
Şamlılar, büyük bir günahın içinde boğulduklarını iyice anladılar. Emevî yönetiminin sapmaları ve yoldan çıkmaları için yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüğünü ve bu sayede kendilerini yanılttığını kavradılar.
Şunu da anladılar: Kişisel kin ve dünya makamına düşkünlük, Yezid’in, İmam Hüseyin’e (a.s) karşı tüm bu zulüm sahnelerini sergilemesine sebep olmuştu.
Yezid’in makam uğruna tüm mukaddes değerleri görmezlikten geldiğinin en somut kanıtı, yönetime gelir gelmez Medine valisine yazdığı ve Hüseyin’den (a.s) biat almasını, değilse başını kesip Şam’a göndermesini emrettiği mektuptur.
Yezid’in yanlış hesapları bağlamında Ehl-i Beyt esirlerini önce Kûfe’ye götürüp teşhir etmesi, sonra bunları oradan Şam’a getirtmesi de sayılabilir.
Yezid, yaptığı suçun ne denli büyük ve tehlikeli olduğunu ancak, Hz. Peygamber’in (s.a.a) torununun öldürülmüş olmasına halkın büyük bir tepki gösterdiğine, her gün protestolar düzenlendiğine dair raporlar kendisine ulaştıktan sonra anlayabildi. Bu yüzden, suçu Mercane’nin oğluna (İbn Ziyad) yüklemeye çalıştı. Nitekim İmam Seccad’a (a.s) şöyle demişti:
Allah, Mercane’nin oğluna lanet etsin. Allah’a yemin ederim, eğer ben babanın yanında olsaydım, benden ne isteseydi verirdim ve elimden gelen bütün imkânları kullanarak ölümü ondan uzaklaştırmaya çalışırdım. Ancak Allah gördüğün şeyi takdir etti. Medine’den bana mektup yaz ve bütün ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlar.
İmam Seccad (a.s), Şam’da bulunduğu esnada Minhal b. Amr ile karşılaştı. Minhal sordu: “Ey Resulullah’ın oğlu! Nasıl akşamladın?” İmam (a.s), öfkeli bir şekilde göz ucuyla baktı ve şöyle dedi:
İsrailoğulları’nın, Firavun hanedanının egemenliği altındaki gibi akşamladık. Oğullarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyorlardı. Araplar, Arap olmayanlara karşı, Muhammed bizdendir, diye övünerek akşamladılar. Kureyş, diğer Arap kabilelerine karşı, Muhammed bizdendir, diye övünerek akşamladı. Biz, Muhammed’in Ehl-i Beyt’i ise, kimimiz öldürülmüş, kimimiz de sağa sola savrulmuş, sürgün edilmiş olarak akşamladık. Kuşkusuz biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.
Yezid, Resulullah’ın (s.a.a) emanetlerine, risalet hanesinin iffetli kadınlarına eşlik etmek ve onları Medine’ye geri götürmekle Nu’man b. Beşir’i görevlendirdi. Fitne çıkmaması ve ortalığın karışmaması için de gece yola çıkmalarını emretti.
İMAM ZEYNELABİDİN (a.s) MEDİNE’DE
Ehl-i Beyt’in (a.s) esirlerinin Kûfe’ye girmesiyle birlikte, İmam Hüseyin’in (a.s) öldürülmesine dönük tepkiler de uç vermeye başladı.
Yezid’e karşı en ufak bir itiraz gösteren kişilere karşı İbn Ziyad’ın uyguladığı baskı, sindirme ve terör yöntemlerine rağmen, egemen zulmü protesto eden sesler gün be gün daha gür çıkıyordu.
Örneğin bir gün İbn Ziyad minbere çıktı, Yezid ve partisini öven sözler sarf ettikten sonra Hüseyin (a.s) ve Resul-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’i hakkında kötü sözler söyledi.
Bunun üzerine Abdullah b. Afif el-Ezdî hemen ayağa kalktı ve şöyle tepki gösterdi:
Ey Allah’ın düşmanı! Hiç şüphesiz yalancı sensin, senin babandır, seni vali tayin edendir ve onun babasıdır. Ey Mercane’nin oğlu! Peygamberlerin evlatlarını öldürüyorsun, utanmadan da doğruların makamı olan minbere çıkıyorsun!
İbn Ziyad: “Onu bana getirin!” dedi. Muhafızlar yakaladılar onu. O da Ezd kabilesini yardıma çağırdı. Ezd kabilesinden yedi yüz kişi toplandı ve onu muhafızların elinden kurtardılar.
Akşam olunca İbn Ziyad birini gönderdi, onu evinden çıkarıp boynunu vurdu, sonra da cesedini asıp teşhir etti.
Bu karşı çıkış eylemi, İbn Ziyad’ın lehine sonuçlandıysa da, başka ayaklanmaların, başkaldırıların da başlangıcı oldu.
Şam’da da öfke ve rahatsızlık belirtileri baş gösterdi. Bu yüzden Yezid, Hüseyin’in (a.s) öldürülmesinin suçunu İbn Ziyad’a yıkma gereğini duydu. Fakat bu tepkilerin en şiddetlisi Hicaz’da gerçekleşti.
Abdullah b. Zübeyr, Yezid’in tahta çıktığı ilk günlerde Mekke’ye taşınmıştı. Orayı Şam yönetimine muhalefetin üssü hâline getirmişti. Kerbelâ faciasını, Yezid rejimini eleştirmek maksadıyla bir argüman olarak kullanmaya başladı. Bir konuşma yaptı.
Bu konuşmasında Iraklıları vefasızlıkla, sözlerinde durmamakla suçladı. Hüseyin b. Ali’den (a.s) övgüyle söz etti, onu takva ve ibadet ehli olarak nitelendirdi.
İmam Zeynelabidin (a.s) de Şam ve Irak’tan dönüşünün ardından Medine’de ahaliye bir konuşma yaptı.
Tarihçiler, İmam’ın (a.s) şehre girişinden önce halkı şehrin dışında topladığını ve onlara şu konuşmayı yaptığını anlatıyorlar:
Âlemlerin Rabbi, din gününün sahibi, bütün mahlûkatın yaratıcısı olan Allah’a hamdolsun. O, uzaktır; en yüce göklerde yükselmiştir. Yakındır; gizli konuşmaların tanığıdır.
Büyük olaylardan, zamanın facialarından, yakıcı musibetlerden, dehşet verici felaketlerden; büyük, yıkıcı, insanın canına tak eden, korkunç ve helak edici afetlerden dolayı O’na hamdediyoruz.
Ey topluluk! Hiç kuşkusuz yüce Allah O’na hamdolsun, bizi büyük musibetlerle sınadı. İslâm’ın duvarında açılan gedik bu yüzden çok büyüktür.
Evet, Ebu Abdullah Hüseyin (a.s) öldürüldü, kadınları ve çocukları esir alındı. Kesik başı mızrakların ucuna takılarak memleket memleket dolaştırıldı. İşte bu, benzeri olmayan bir musibettir.
Ey insanlar! İçinizde hangi erkek, onun ölümünden sonra sevinebilir? Ondan dolayı hangi yürek üzüntüden yanmaz? Hangi göz, yaşlarını tutar da sel gibi akıtmaz?
Onun öldürülmesinden dolayı yedi kat gök ağladı; denizler dalgalarıyla, gökler dayanaklarıyla, yer kuşe bucaklarıyla, ağaçlar dallarıyla, balıklar, denizlerin derinlikleri, mukarreb melekler ve bütün semavat ehli ağladı.
Ey insanlar! Onun öldürülmesinin acısıyla parçalanmayacak kalp var mıdır? Hangi yürek onun için yanmaz ki? İslâm’ın surunda açılan bu kapanmaz gediği, bu onmaz yarayı duymayan kulak kaldı mı?
Ey insanlar! Şehirlerden, diyarlardan kovulur, sağa sola savrulur, memleketlerden çıkarılır, uzaklaştırılır olduk. Sanki Türklerin ve Kabil’in çocuklarıymışız gibi! Hem de işlediğimiz bir suç, irtikâp ettiğimiz bir günah olmaksızın! İslâm’da yıkıcı bir gedik açmadığımız hâlde! Önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Bu, olsa olsa uydurulmuş bir düzendir.
Allah’a yemin ederim ki, eğer Peygamber (s.a.a) bizi sevmelerini, bize itaat etmelerini önerdiği gibi, bizi öldürmelerini önermiş olsaydı, bu yaptıklarından fazlasını yapmayacaklardı.
Hiç şüphesiz biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. Ne büyük ne acı bir felaket! Ne korkunç, ne yakıcı, ne dehşet verici, ne elemli ve ne müthiş bir musibet!
Başımıza gelenlerden ve bize yapılan kötülüklerden dolayı Allah’ın sevabını umuyoruz. Çünkü O, üstün iradelidir, öç alıcıdır.
İmam Zeynelabidin (a.s) kısa, ama etkili ve vurgulu bir değiniyle, Ehl-i Beyt’in (a.s) yaşadığı sürgünleri, perişanlığı, sağa sola savrulmuşluğu, gördükleri kötü muameleyi ve aşağılayıcı tavırları da tasvir etti. Onlar vahiy hanesinin, risalet madeninin fertleriydiler. İman ehlinin önderleri, hayır, rahmet ve hidayetin kapılarıydılar.
İmam Zeynelabidin (a.s), Ehl-i Beyt’in (a.s) mazlumiye-tini işlediği bu konuşmasında, Medinelilerin devrimci ruhlarını uyandırmayı amaçlamıştı. Emevî zorbalığına, Süfyanî azgınlığa kavrşı aydınlanmacı, inkılâpçı duyguları harekete geçirmeyi hedeflemişti.
Medine Ayaklanması
Medineliler için, Yezid’in sapıklığının, İslâm’ı tanımazlığının, zorbalığının ve azgınlığının tek kanıtı, Şam’a gidip gelen heyetin eleştirileri değildi kuşkusuz. Bilakis, Yezid’in ve valilerinin İslâm topraklarının çeşitli bölgelerinde zulüm uyguladıklarını, günah işlediklerini, halkı ağır baskılar altında inlettiklerini, ilâhî haramları tevil götürmeyecek şekilde çiğnediklerini bizzat gözlemliyorlardı
Bunun yanında Emevîler, ensara karşı derin bir kin besliyorlardı. Bu kinlerini her fırsatta dışarı vurmaktan da çekinmiyorlardı. Medineliler, Yezid’in atadığı valiyi şehirden çıkarmakta tereddüt etmediler. Şehirdeki Emevîleri ve onlara bağlı olanları kuşattılar.
Peygamber’in Ehl-i Beyt’inin (üzerlerine selâm olsun) amansız düşmanı Mervan b. Hakem, İmam Zeynelabidin’le konuşarak kendisine eman vermesini diledi. İmam (a.s), büyüklüğünü göstererek, bu adamın, Ehl-i Beyt’e karşı işlediği onca suça, özellikle İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) defni hususunda sergilediği düşmanca tavra ve Yezid için biat alınması hususunda İmam Hüseyin’e (a.s) baskı uygulanmasını sağlamasına rağmen, ona eman verdi; bu suçlarını görmezlikten geldi.
Medine halkının isyan ettiği haberi Yezid’in kulağına gidince, isyanı bastırmak üzere Müslim b. Ukbe’yi gönderdi. Evet, Resulullah’ın (s.a.a) şehri ve Allah’ın vahyinin indiği bu mekândaki isyanı bastırmak için gönderdiği bu adama verdiği son derece özel direktiflere kulak verin:
Halkı üç kere sana isyanı sona erdirmeye çağır. Eğer olumlu karşılık verirlerse ne ala, değilse derhal onlarla savaş. Onları yenilgiye uğrattığın zaman, Medine’yi üç gün her şeyin mubah olduğu serbest bölge ilan et. Şehirdeki mallar, hayvanlar, silahlar ve yiyecekler askerlere aittir.
Bu arada, yaralıları ve arkasını dönüp kaçanları varsa, onları da öldürmesini emretti.
Yezid’in ordusu Medine’ye vardı. Medine halkına karşı verilen şiddetli bir savaşta, Medineliler dinlerini savunma hususunda övgüye değer kahramanlıklar sergilediler. Medine’nin kendileri için serbest bölge olduğunu ilan etti. Askerler evlere saldırdılar; kadınları, çocukları ve yaşlıları kılıçtan geçirdiler. Birçoklarını da esir aldılar. Askerler bu süre zarfında kadınlara tecavüz ettiler. Denildiğine göre, bu günlerde bin kadın kocasından başka erkeklerden hamile kalmıştı. Hirre olayından sonra Medine’de bin kadın, evli olmadığı hâlde doğum yaptı. Hirre günü yedi yüz kişi öldürüldü. Bunlar muhacir ve ensardan ileri gelenlerdi. Bir de mevalilerin ileri gelenleri vardı. Ayrıca hür-köle ayrımı yapılmadan on binlerce insan öldürüldü
Sonra Müslim b. Ukbe’nin üzerine oturması için bir kürsü getirildi. Medine halkından esir alınanlar getirildi ardından. Esirlerin her birinden şu sözleri söyleyerek biat etmesini istiyordu:
Ben, Yezid b. Muaviye’nin kulu-kölesiyim. O; canım, kanım, malım ve ailem hakkında dilediği gibi hükmeder!
Yezid’in kulu olduğunu söylemekten kaçınan, bu şarta bağlı olarak biat etmek istemeyen ve ısrarla Yezid’in değil, Allah’ın kulu olduğunu söyleyenlerin akıbeti kılıçtan geçirilmekti.
Derken İmam Zeynelabidin (a.s), Müslim b. Ukbe’nin yanına getirildi. İmam (a.s), Müslim’e kızgındı. Ondan ve atalarından berî olduğunu vurguladı. Müslim, İmam’ın (a.s) yanına gelmekte olduğunu görünce, titredi ve ona saygı göstermek üzere ayağa kalktı.
İmam’ı (a.s) yanına oturttu. “Ne ihtiyacın varsa, benden iste!” dedi. İmam (a.s), boynu vurulmak üzere Müslim’in yanına getirilenlerin tümü için şefaatte bulundu. Sonra oradan ayrılıp gitti.
Ali b. Hüseyin’e (a.s): “Dudaklarının kıpırdadığını gördük. Ne söylüyordun?” diye soruldu. Dedi ki:
O sırada şöyle dedim: “Ey yedi kat göğün ve bu göklerin gölgelediği tüm varlıkların, yerlerin ve bu yerlerin içinde barındırdığı varlıkların Rabbi olan Allah’ım! Ey büyük arşın Rabbi! Ey Muhammed’in ve tertemiz Ehl-i Beyt’inin Rabbi! Bu adamın şerrinden sana sığınıyorum. Bu katilin kan dökmesini seninle savıyorum. Onun iyiliğini bana ulaştırmanı ve onun şerrinden de beni korumanı diliyorum.”
Müslim’e soruldu: “Daha önce bu delikanlıya ve geçmişlerine sövüp durduğunu görmüştük. Ama senin yanına getirildiği zaman, onu katında yüksek bir yere oturttun; bunun sebebi nedir?”
Dedi ki: “Bu gördüğünüz tavır benim kendi yaklaşımım, kendi görüşümden kaynaklanan bir şey değildir? Kalbim, o-nu gördüğümde korku ile doldu. Onun için böyle davrandım.”
Tarihçiler anlatıyor:
İmam Zeynelabidin (a.s), Hirre olayında Abdumenafoğulları’ndan dört yüz kadını himayesine aldı. Müslim’in ordusu Medine’yi boşaltıncaya kadar bu kadınların iaşesini üstlendi.
Eğer İmam’dan (a.s) Yezid’e kulluk bildirimi esasında biat istenseydi, o, kesinlikle bunu reddedecekti. Reddetmenin kaçınılmaz sonucu ise, mübarek kanının dökülmesiydi. Bu da, Emevî uygulamalarına karşı halkın yüreğinde yeni bir kin dalgasının kabarması anlamına gelirdi. Özellikle egemen rejimin temellerinin sarsıldığı böyle bir konjonktürde böyle bir girişimde bulunmak uygun olamazdı.
Medinelilerin isyanını vahşice bastırdıktan, ayaklanmayı sona erdirdikten sonra, Müslim, Abdullah b. Zübeyr’in Emevî yönetimine başkaldırısını ilan ettiği Mekke’ye yöneldi. Fakat yolda öldü. Husayn b. Numeyr, Yezid’in emirleri uyarınca Emevî ordusunun komutasını ele aldı. Mekke’nin yakınlarına varınca, şehri kuşattı; Kâbe’yi mancınıkla dövdü ve yaktı.
Mekke’nin Emevî ordusu tarafından kuşatma altında tutulduğu günlerde Yezid öldü. Kimin adına savaşacağını bilmeyen ordu komutanı, İbn Zübeyr’le görüşmelerde bulundu.
Bu görüşmelerde, Şam’a kendisiyle birlikte gelmesi şartıyla kendisine biat etmeyi kabul edebileceğini bildirdi. Fakat İbn Zübeyr bu şartı reddetti. Husayn de ordusuyla birlikte Şam’a döndü.
Emevî Ailesinde Çatlama
Yezid, hicrî 64 tarihinde 38 yaşında Huvvarin’de öldü. Üç sene birkaç ay süren yönetimi boyunca amel defteri, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kızının oğlunu öldürmek; vahiy ailesini, risalet hanesinin özgür kadınlarını esir almak, Medine şehrinde katliam gerçekleştirmek ve Kâbe-i Şerif’i yıkmak gibi kara sayfalarla doluydu.
Yezid’in ölümünden sonra Şamlılar, onun oğlu Muaviye’ye biat ettiler. Fakat Muaviye’nin yönetimi kırk günden fazla sürmedi. Kırkıncı günün sonunda tahttan indiğini ilan etti ve ondan sonra da karanlık bir şekilde öldü.
Emevî Yönetimine Karşı Muhalefetin Artması
Yezid’in ölümünden sonra harekete geçenlerin tümü İslâmî endişelerle harekete geçenler değildi. Örneğin Şam’ın Irak’a tâbi olmasını, hilafetin başkentinin yeniden Irak’a taşınmasını isteyen kimseler de vardı kısa vadede Emevî yönetiminin yıkılması hususunda kayda değer bir iş başaramadılar.
Bu esnada Muhtar b. Ebu Ubeyde es-Sakafî, “Ya Le-Sarati’l-Hüseyn” (Hüseyin İntikamı Uğruna) sloganıyla etrafına insan toplamaya başladı.
Muhtar, Tevvabin grubunun başarısızlığından sonra Şiîleri ayaklanmaya hazırladı. Herhangi bir Şiî hareketin başlaması için Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inden birinin önderliğinin gerekliliğini çok iyi biliyordu. İsyanı başlatmanın, Ehl-i Beyt adına olmasının şart olduğunu anlıyordu. Ali b. Hüseyin’den (a.s) daha iyisi var mıydı? Şayet İmam Zeynelabidin (a.s) bu öneriyi reddetseydi, bu takdirde önündeki tek seçenek, İmam Seccad’ın (a.s) amcası Muhammed b. Ali b. Ebu Talib’ti.
Bundan dolayı Muhtar, İmam’a (a.s) ve amcasına aynı anda mektup gönderdi. İmam (a.s), açıkça kendisini desteklediğini belirtmedi. Ancak babasının intikamını aldığında bu hareketini onayladığını belirtti. Amcası Muhammed b. Hanefiyye ise, Kûfe’den gelen heyetin, Muhtar’ın sancağı altında harekete geçmenin meşruiyeti ile ilgili olarak kendisine yönelttiği soruya şöyle cevap verdi:
Bizim kanımızın intikamını alma isteği ile sizi davet eden kişi ile ilgili olarak zikrettiklerinize gelince, Allah’a yemin ederim ki, yüce Allah’ın, kullarından dilediği kimselerin eliyle bizi muzaffer kılmasını isterim.
Heyettekiler, İbn Hanefiyye’nin, Muhtar’ın hareketini desteklediği sonucunu çıkardılar. Böylece Muhtar Sekafî, İbrahim b. Malik el-Eşter gibi Şia’nın ileri gelenlerini yanına çekebildi.
Muhtar, Ubeydullah b. Ziyad ve Ömer b. Sa’d’ın kesik başlarını İmam’a (a.s) gönderdi. İmam (a.s) düşmanlarının kesik başlarını görünce, Allah için şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:
Düşmanlarımdan intikamımın alındığını bana gösteren Allah’a hamdolsun. Allah, Muhtar’ı hayırla mükâfatlandırsın.
Tarihçiler şöyle diyorlar:
İmam Zeynelabidin’in (a.s), babasının şehit edilme-sinden sonra güldüğü görülmemişti. O günden sonra sadece İbn Mercane’nin kesik başını gördüğünde güldüğü görülmüştü
Mihnet ve Karışıklıklarla Geçen Yıllar
Hicrî 66–75 tarihleri arasındaki yıllar; Şam, Hicaz ve Irak açısından sıkıntıların ve çalkantıların had safhada olduğu yıllardı. Bu süre zarfında adı geçen bölgeler huzur ve güven yüzü görmedi. Ancak çalkantılar bakımından Irak’ın payına düşen, diğer iki bölgeden de fazlaydı
Iraklıların başına gelenler, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) torununun onlara yaptığı bedduanın bir sonucuydu. İmam Hüseyin (a.s) Kerbelâ’da elini göğe açmış ve şöyle beddua etmişti:
Allah’ım! Onların üzerine gökten bir damla yağmur yağdırma. Yusuf zamanındaki kıtlık yılları gibi yılları üzerlerine gönder. Sakifli delikanlıyı başlarına musallat et; ağzına kadar zehir dolu kâseyi onlara i-çirsin. Çünkü onlar bizi yalanladılar ve bizi yalnız bıraktılar…
Yüce Allah, Hüseyin b. Ali’yi (a.s) yalanlayan ve onu yalnız bırakan Iraklılardan, Haccac b. Yusuf es-Sakafî gibi zalim ve cani bir adam aracılığıyla intikam aldı. Bu adam, “kan dökmeden duramayan, kendisinden başka hiç kimsenin yapamayacağı cinayetleri işleyen” bir kimseydi.Abdulmelik b. Mervan, kendisinden sonra tahta geçmek üzere oğlu Velid’i veliaht tayin etti. Büyük cani ve terörist Haccac’a iyi davranmasını tavsiye etti
İMAM ZEYNELABİDİN’İN ŞEHİT EDİLMESİ
Velid, babası Abdulmelik b. Mervan’dan sonra tahta geçti. Tarihçi Mes’udî, onu zorba, acımasız, zalim ve taşyürekli biri olarak nitelendirir.
Velid, bütün insanlar içinde İmam Zeynelabidin’e (a.s) en büyük kini duyan biriydi. Çünkü İmam (a.s) yaşadıkça iktidar ve egemenliğe tamamen sahip olmayacağını düşünü-yordu.
Kuşkusuz İmam (a.s), büyük bir halk kitlesini etkiliyordu. İnsanlar hayranlıkla ve saygılarını ifade ederek onun ilmini, fıkıh bilgisini ve ibadetini anlatıp dururlardı. Meclisler, onun sabrına ve diğer özelliklerine dair menkıbelerle çalkalanıyordu. İnsanların kalplerinde ve duygularında büyük bir yer edinmişti.
Büyük âlim Said b. Cübeyr de, onu görme onuruna nail olanlardan biriydi, onunla görüşmekten ve onun sözlerini dinlemekten büyük bir şeref duyardı.
İmam’ın (a.s) bu farklı ve belirgin konumunun ifadesi olan olguların tümü Emevîleri rahatsız ediyordu. Rahat uyuyamıyorlardı.
Ona en büyük kini duyan da Müslümanların hâkimi ve Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olma düşlerini kuran Velid b. Abdulmelik’ti.
Velid, bütün insanlar içinde İmam Zeynelabidin’e (a.s) en büyük kini duyan biriydi. Çünkü İmam (a.s) yaşadıkça iktidar ve egemenliğe tamamen sahip olmayacağını düşünüyordu.
Kuşkusuz İmam (a.s), büyük bir halk kitlesini etkiliyordu. İnsanlar hayranlıkla ve saygılarını ifade ederek onun ilmini, fıkıh bilgisini ve ibadetini anlatıp dururlardı. Meclisler, onun sabrına ve diğer özelliklerine dair menkıbelerle çalkalanıyordu. İnsanların kalplerinde ve duygularında büyük bir yer edinmişti.
Büyük âlim Said b. Cübeyr de, onu görme onuruna nail olanlardan biriydi, onunla görüşmekten ve onun sözlerini dinlemekten büyük bir şeref duyardı.
İmam’ın (a.s) bu farklı ve belirgin konumunun ifadesi olan olguların tümü Emevîleri rahatsız ediyordu. Rahat uyuyamıyorlardı.
Ona en büyük kini duyan da Müslümanların hâkimi ve Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olma düşlerini kuran Velid b. Abdulmelik’tir.
Zührî, Velid’in şöyle dediğini rivayet eder:
Ali b. Hüseyin bu dünyada var oldukça bana rahat yüzü yoktur.
Nitekim tahta çıkar çıkmaz, İmam Zeynelabidin’e (a.s) suikast düzenlemeye karar verdi. Öldürücü bir zehri Medine’deki valisine gönderdi ve bu zehri İmam’a (a.s) içirmesini emretti. Vali de onun bu emrini yerine getirdi.
Böylece İmam’ın (a.s) mübarek ruhu, şu dünyanın ufuklarını ilmiyle, ibadetleriyle, cihadıyla ve heva ve heveslerden arınmışlığıyla aydınlattıktan sonra yaratıcısının katına yükseldi.
İmam Ebu Ca’fer Muhammed Bâkır (a.s), babasının naşını defnetme ile ilgili merasimleri yerine getirdi. O güne ka-dar Medine’nin tanık olmadığı bir kalabalık tarafından kaldırılan cenaze Bakiu’l-Ferkad mezarlığına getirildi.
Tertemiz amcası, cennet gençlerinin efendisi, Resulullah’ın (s.a.a) gülü İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) kabrinin yanı başında bir kabir kazdılar.
İmam Bâkır (a.s), babası Zeynelabidin’in, Seyyidu’s-Sa-cidin’in (a.s) mübarek naşını kabre indirdi ve son karargâhının üzerini toprakla örttü.
Selâm doğduğu gün, şehit edildiği gün ve diriltileceği gün onun üzerine olsun.
RİSALET EHL-İ BEYT’İNİN HAYAT TARZINA GENEL BİR BAKIŞ
İslâm, temelinde eğitmek ve insanın varlığının bir parçası olması, kanına karışıp damarlarında akması, düşüncesinin ve duygularının bir parçası olması, bütün tasarruflarına yansıması, Allah ile, kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu ilişkilere damgasını vurması üzere gelmiştir. İslâm’ın insan üzerindeki egemenliği ne kadar geniş olursa, eğitim de o kadar başarılı olur.Şu hâlde eksiksiz, mükemmel bir terbiye, ancak terbiyecinin insan üzerindeki egemenliğinin eksiksiz ve kâmil olması ile mümkündür. İnsanın başkalarıyla kurduğu sosyal ilişkilerin tümünün kontrolü bu terbiyecinin elinde olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, varlık bütünüyle bu terbiyecinin egemenliği altında olmak durumundadır. O zaman bu terbiyeciye, mükemmel bir terbiyeci diyebiliriz.
Resulullah (s.a.a) bütün sosyal ilişkilere egemen olurken bunu yapmıştır. Çünkü o, bizzat topluma önderlik etmiş, bir toplum inşa etmiş, bu topluma bizzat yol göstericilik etmiştir. Bu toplum için plânlar yapmış, geleceğini ve gidişatını şekillendirmiş, toplumsal çerçevedeki bütün ilişkileri yeniden bina etmiştir; insanın kendisiyle, Rabbiyle, ailesiyle, toplumun diğer fertleriyle ilişkilerini…
Bu yüzden sayılan bu hususların tümü Hz. Peygamber’in (s.a.a) egemenliği altındaydı. Böylece başarılı bir terbiye için en temel şart eksiksiz bir şekilde meydana gelmişti.
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), gerçekten kısa sayılacak bir süre zarfında yürüttüğü değişim ameliyesi çerçevesinde müthiş adımlar attı.Nitekim nebevî terbiye muazzam bir sonuç verdi ve eşsiz bir değişim gerçekleştirdi.
Ne var ki, bir bütün olarak İslâm ümmeti, birçok değerlendirme açısından bu muazzam değişim ameliyesini, yalnızca bir dönem yaşayabildi
Bilakis, akidevî risaletlerin mantığı, ümmetin, sözü edilen yüksek değerleri özümseme derecesine yükselmesi için, hazırlık döneminden çok daha uzun bir süre akidevî vesayet altında yaşamasını zorunlu kılmaktadır.
İslâm da, amaçlarını eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmeyi istediği için İslâmî kuralların, İslâmî eğitim programının bizzat Peygamber’in (s.a.a) eliyle tatbik edilmesi gerekiyordu. Kapsamlı bir eğitim için gerekli olan tüm şartlar, yeterli denecek bir zaman diliminde yerine gelmesi amacına yönelik olarak Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatı bu doğrultuda uzaması veya İslâm’ın tatbiki için, kendisinden sonra bu göreve layık; akide, düşünce ve amel bağlamında masumiyet derecesine ulaşmış kimseleri vekil tayin etmesi gerekiyordu. Eğitim sürecinin herhangi bir sapmadan veya bütünüyle çözülmeden korunması için bundan başka yol yoktu.
Şu hâlde, tarihin akışı içinde belirginleşen değişim hareketi, Hz. Peygamber’e (s.a.a), hareketini zaaflardan ve tersi-ne dönmelerden korumasını gerektiriyordu. Bunun yolu, yeni inkılâbî hareketi güvendiği ellerin vesayetine bırakmasıydı. Böylece genç değişim hareketini koruma-kollama görevi, Hz. Peygamber’in Masum Ehl-i Beyt’inin şahsında somutlaştı. Resulullah (s.a.a) onları bizzat hazırlamıştı. Misyon sahibi önderler olarak özel bir donanıma sahip olmalarını sağlamıştı. Ki amaçlanan kapsamlı değişim hareketini, büyük risalet hedefleriyle uyumlu bir şekilde sürdürebilsinler.
İslâm’ın Karşı Karşıya Bulunduğu Tehlikeler
İslâm, beşerî bir teori değildir. İslâm, Allah’ın risaletidir; hükümleri ve kavramları kendi içinde belirlenmiştir. Deneyimin gerekli gördüğü bütün genel yasamalarla rabbanî tarzda donatılmıştır. Bu yüzden bu harekete önderlik edeceklerin, bu risaleti bütün sınırları ve bütün ayrıntılarıyla özümsemiş olmaları, hükümlerine ve kavramlarına dair eksiksiz bir bilince sahip olmaları zorunludur. Aksi takdirde geçmiş zihinsel verilerinden esinlenme, ilk dönemin odaklanmalarından medet umma durumunda kalır. Diğer bir ifadeyle kendini tekrarlamak, yani tüketmek durumunda kalır. Resulullah efendimizin (s.a.a) vefatından sonraki hadiseler, bu gerçeğin en somut kanıtıdır. Resulullah (s.a.a) tarafından davetin imamlığına tayin edilmeyen ve bu görevi layıkıyla yerine getirmeye ehil olmayan muhacir kuşağının icranın başına geçmelerinin üzerinden yarım asır veya daha kısa bir süre geçtikten sonra yukarıda işaret ettiğimiz realite en belirgin şekliyle ortaya çıktı. Daha çeyrek yüz yıl geçmemişti ki, raşid hilafet, kadim İslâm düşmanlarının şiddetli darbeleri altında daha fazla dayanamayarak yıkıldı.
Savaş ganimetleri ve halk kitleleri, Kureyş’in devşirdiği bir bostana, hilafet de Ümeyyeoğulları çocuklarının oynadıkları bir topa dönüşmüştü.
İslâm Devletinin Yıkılmasının Olumsuz Etkileri
İslâm devletinin yıkılması; İslâm medeniyetinin çökmesi ve topluma önderlik etme misyonunu terk etmesi ve İslâm toplumunun parçalanması anlamına geliyordu. Dolayısıyla İslâm, topluma önderlik ve ümmete liderlik işlevini göremez olur.
Toplumsal deneyim ve devlet başarısızlıkla sonuçlanırken, ümmet, doğal olarak varlığını sürdürecekti. Ama o da dışarıdan gelen ilk saldırıda çökecekti. Nitekim Abbasî halifeliğinin maruz kaldığı Tatar (Moğol) saldırıları karşısında ümmet darmadağın oldu.
Çünkü bu ümmet, Resulullah’ın (s.a.a) bizzat harekete önderlik ettiği kısa bir süre sahih İslâm’ı yaşamıştı. Ondan sonra, sapkın bir deneyimin etkisinde kalmıştı. Doğal olarak İslâm’ı kökleştirme ve akidesine karşı sorumluluklarını yerine getirme, İslâmî bir kültür oluşturma, İslâm’ı sağlamlaştırma, yeterli garantilerle donatma fırsatını bulamamıştı.
Eğer ümmet bütün bunları yapabilseydi İslâm, yeni bir medeniyet, yeni bir saldırı ve saldırganların İslâm topraklarına taşıdıkları yeni bir düşünce sistemi karşısında yıkılmayacaktı.
İslâmî hareketi, İslâmî devleti, ümmeti ve risaleti koruma görevi kendilerine tevdi edilmiş Masum İmamlar’ın rolünü bir kenara bırakacak olursak, devletin, ümmetin ve risaletin hâlihazırdaki gidişinin mantıksal sonucu bundan başkası değildir.
İslâm’ı korusunlar, onu pratikte uygulasınlar, insanları İslâm esasında eğitsinler, son Resul’ün devletini çöküşten ve geri gitmekten korusunlar diye Allah tarafından seçilen ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından nass ile tayin edilen raşid İmamlar’ın (a.s) görevi, iki önemli meselede, iki önemli çizgide somutlaşıyordu.
Kuşkusuz İslâmî hareket, bir terbiye programı olarak üç unsurdan oluşuyordu: Birincisi, fail (terbiyeci); ikincisi, tanzim (şeriatın ön gördüğü sistem); üçüncüsü, bu düzenin uygulama alanı (yani ümmet).
İşte Seyyidi’l-Mürselin’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin uygun ve yeterli bir terbiyeciyi yitirmesiyle birlikte bu üç unsuru değiştirmeye başlayan sapma başlamıştır.
Masum İmamlar’ın hareketleri itibariyle izledikleri ve faaliyetlerini üzerinde yoğunlaştırmakla yükümlü oldukları iki temel çizgi ise şudur:
1- Fiilî yönetimin, önderliğe ehil olmayanların eline geçmesinden sonra ümmeti tam çöküşten korumayı, sahih bir çizgide hayatını sürdürmesi için yeterli düzeyde direnç unsurlarıyla donatmayı amaçlayan çizgi.
2- Devlet yönetimini ele geçirmeyi, sapmanın izlerini sil-meyi, yetkin önderliği doğal mecrasına döndürerek eğitim unsurlarını tamamlamayı, ümmet ve toplumun, devlet ve yetkin önderlik ile kaynaşıp bütünleşmesini amaçlayan çizgi.
Amaç, ümmet saflarında, çöküşe karşı yeterli bir öz korunma mekanizması oluşturmaktı. Özellikle yönetimin geriye gittiği, çöküşe yüz tuttuğu bir ortamda.
Bunun yolu da, ümmet içinde bilinçli kadrolar oluşturmak, risalet ruhunu yeniden egemen kılmak, ümmet içinde bu risalet ruhuna yönelik samimî duyguların beslenmesini sağlamaktı. [4]
Pak İmamlar’ın (a.s) bu iki çizgi doğrultusundaki faaliyetleri; onların, risaleti, ümmeti ve ümmeti korumak ve sürekli var olmalarını sağlamak için daima risaletin ruhuna uygun pozitif ve aktif bir çaba içinde olmalarını gerektiriyordu.
Pak İmamlar (a.s), yüce Peygamber’in (s.a.a) mirasını, aşağıda dört madde hâlinde sıraladığımız emeklerinin ürünlerini korumakla yükümlüydüler:
1- Hz. Peygamber’in (s.a.a) yüce Allah katından getirdiği ve Kur’ân ve Sünnet’te somutlaşan şeriat ve risalet.
2- Hz. Peygamber’in (s.a.a) mübarek elleriyle oluşturduğu ve yetiştirdiği ümmet.
3- Hz. Peygamber’in (s.a.a) meydana getirdiği İslâmî siyasal sistem ve kurup temellerini attığı devlet.
4- Bizzat kendisinin gerçekleştirdiği ve Ehl-i Beyt’inden de (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) buna layık olanları yetiştirdiği örnek önderlik.
İslâm devletinin yıkılmış olması da, Müslüman ümmetle ilgilenmeye, İslâm risaleti ve şeriatına ihtimam göstermeye, tamamen yıkılıp yok olmaktan korumak için çaba sarf etmeye engel değildir.
İşte bu esasa dayalı olarak pak Ehl-i Beyt İmamları’nın faaliyet alanları değişiklik göstermiştir.
Bunun yanında İmamlar, ümmeti inanç, ahlâk ve siyaset alanında eğitme çalışmalarını da kesintisiz sürdürmüşlerdir. Bu bağlamda çeşitli alanlarda âlimler yetiştirmiş, ilmî kadrolar oluşturmuş ve örnek şahsiyetleri kitlelere kazandırmışlardır.
Hiç kuşkusuz, Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) sahip oldukları ve asırlardır süren geniş boyutlu kitlesel önderlik, tesadüfen elde edilmiş değildir. Sırf Resulullah (s.a.a) ile aralarında kan bağı olduğu için bu seçkin konuma gelmiş değillerdi. Çünkü soy olarak Resulullah’a (s.a.a) intisap eden, ama bu denli kitlesel bir önderlik konumuna sahip olmayan birçok kişi vardır. Çünkü ümmet, bir kimseye karşılıksız olarak bağlılık göstermez. Bir kimse de hayatın değişik alanlarında, özellikle kriz dönemlerinde ve problemlerin baş gösterdiği zamanlarda büyük bir özveri sergilemediği sürece toplumun önderliğine sahip olamaz, insanların kalplerini kazanamaz. Ehl-i Beyt İmamları (hepsine selâm olsun), bu başarıların tümünü, salih kitleyi eğitmeye gösterdikleri özen sayesinde elde ettiler. Bu salih kitle, onlara ve imamlıklarına inanan salih bir topluluktu.
Ehl-i Beyt İmamları’nın Hareketinin Aşamaları
Ehl-i Beyt İmamları’nın (Allahın selâmı üzerlerine olsun) tarihini yeniden gözden geçirdiğimiz, onları kuşatan koşulları incelediğimiz; hayat tarzları, genel ve özel tavırları üzerinde durup düşündüğümüz zaman, içinde bulundukları koşulları ve bu koşullar bağlamında sergiledikleri tavırları üç aşama hâlinde tasvir edebiliriz.
İmamlar’ın hayatının ilk aşaması: Bu, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra, sapma hareketini etkisiz hâle getirme amaçlı bir aşamadır. Bu aşama, dört İmam’ın (a.s) hayat tarzında ve tavırlarında somutlaşmıştır: Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali b. Hüseyin (hepsine selâm olsun). Bu dört İmam, risaletin temel unsurlarını koruma amacına yönelik gerekli önlemleri aldılar. Sapkın önderliğin maskesini indirip İslâmî risaleti korudular. Bunun yanında kendi önderliklerine inanan salih bir kitle oluşturmak için de var güçlerini kullandılar.
İkinci aşama: İmam Zeynelabidin’in (a.s) siyasal hayatının ikinci aşamasından başlar, İmam Kâzım’a (a.s) kadar devam eder. İmamlar, bu aşamada halifelerin, egemenliklerini sağlamlaştırmanın aracı olarak ön plâna çıkardıkları görüntünün gerçek mahiyetini ortaya çıkarıp, tavırlarının gerekçesi olarak sundukları argümanları boşa çıkardılar.
Halifeler bu bağlamda bir grup muhaddisi ve âlimi (Saray Uleması) kullanıyorlardı.
İmamlar, halifelik çizgisinin sahteliğini gözler önüne sermişlerdi. Bunun yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra ortaya çıkan halifelik kurumuna karşı ümmet içinde belli bir duyarlılık oluşturabilmişlerdi.
Masum İmamlar (a.s), ayırıcı bir sınır çizmek, risalet hareketini diğerlerinden ayıran hattın işaretlerini belirginleştirmek üzerinde yoğunlaştılar. Çünkü pak İmamlar, risalet çizgisini korumakla görevlendirilmişlerdi. Bu görev, İmamiye Ekolü’nün öğretilerinin açıklanması, yayılması ve sultanların vaizleri olarak bilinen Saray Uleması karşısında bu ekol esasınca birkaç kuşak ulama yetiştirilmesi şeklinde somutlaştı.
Ayırıcı bir sınır çizmek, risalet hareketini diğerlerinden ayıran hattın işaretlerini belirginleştirmek üzerinde yoğunlaştılar. Çünkü pak İmamlar, risalet çizgisini korumakla görevlendirilmişlerdi. Bu görev, İmamiye Ekolü’nün öğretilerinin açıklanması, yayılması ve sultanların vaizleri olarak bilinen Saray Uleması karşısında bu ekol esasınca birkaç kuşak ulama yetiştirilmesi şeklinde somutlaştı.
İmamlar’ın hayatının üçüncü aşaması: İmam Musa Kâzım’ın (a.s) hayatının ikinci yarısından başlar, İmam Mehdi (a.s) ile son bulur. İmamlar, geniş bir fıkıhçı kitlesi oluşturduktan sonra insanları onlarla yönlendir-diler. Genel problemleri ile ilgili olarak fakihlere müracaat etmelerini teşvik ettiler. Bu, Allah’tan başka kimsenin ne kadar süreceğini bilmediği, Resulullah’ın (s.a.a) mutlaka gerçekleşeceğini haber verdiği ve şartların İmamlar’a ve tâbilerine dayattığı gaybet aşamasına yönelik bir hazırlıktı.
İMAM ZEYNELABİDİN (a.s) ÇAĞININ ÖZELLİKLERİ
İmam Zeynülabidi-n (a.s), Resulullah’tan (s.a.a) sonra baş gösteren sapmanın zirveye çıktığı bir dönemde yaşadı.
Şöyle ki: İmam Zeynelabidin (a.s) döneminde sapma artık açıktı ve sadece uygulamaların gizli mahiyeti, örtük maksadı şeklinde değildi.
İmam Hüseyin’in (a.s) öldürülmesinden sonra yöneticilerin gerçek kimlikleri Müslüman kitleler tarafından daha iyi ve net bir şekilde görülmeye başlamıştı. Artık gerçek mahiyetlerini bilen ve maskelenmiş çehrelerini tanıyan ümmet karşısında ayıplarını gizleyecek durumda değildiler.
İmam Zeynelabidin (a.s), dedesi Emirü’l-Mümininin Ali (a.s) döneminde baş gösteren sıkıntıları ve belaları yaşamıştı. Çünkü İmam Ali’nin (a.s) şehit edilmesinden önce doğmuştu. O, gözlerini dünyaya açarken dedesi, biatlerini bozan, sapan ve dinden okun yaydan fırlayıp çıkması gibi çıkan gruplarla cihat etmenin çetin sınavını veriyordu. Sonra amcası Hasan’ın (a.s) Muaviye ve valileriyle ve işbirlikçileriyle verdiği mücadelenin acısını yaşadı. Ardından babası Hüseyin’le (a.s) birlikte o korkunç faciayı bizzat yaşadı. Ümeyyeoğulları ordularının Medine’de Resulullah’ın mescidine girdiğini gördüğünde yine sıkıntısı zirveye çıktı.
İmam Zeynelabidin (a.s) zamanın-da bu mescit, Emevîler aracılığıyla nice zilletleri, nice aşağılanmaları yaşadı. Emevîler, meşhur “Hirre” olayında Medine şehriyle birlikte mescidi de serbest bölge ilan etmişlerdi. Emevîler azgınlığa dalmışlardı.
Şarkıcılara karşı son derece cömerttiler.İslâm âleminin her tarafında oyun, eğlence ve utanmazlık egemen kültür hâline gelmişti. Özellikle Mekke ve Medine’de yaygınlaştırılmıştı.
Emevî halifeleri bu iki şehrin Müslüman ümmet üzerindeki manevî etkisini kırmak için eğlencenin, ahlâksızlığın buralarda yayılmasına özel gayret gösteriyorlardı.
Hz. Peygamber’in (s.a.a) şehri olan Medine’de müzik, Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) iman eden her insanın yüzünü kızartacak boyutlara varmıştı. Medine, müziğin merkezi hâline gelmişti.
İmam Zeynelabidin (a.s) döneminde ilmî hayat, kelimenin tam anlamıyla felç olmuştu. Çünkü Emevî devletinin kurulduğu günden beri uyguladığı siyasî çizgi, ilmî önemsizleştirme esasına dayanıyordu.
İMAM ZEYNELEBİDİN’İN (a.s) STRATEJİSİ VE CİHADI
Kerbelâ faciasından hemen sonra İmam Seccad (a.s) ve Ehl-i Beyt’in Zeyneb ve Ümmü Gülsüm (a.s) gibi saygın hanımefendileri; yeni siyasetlerini, Emevîlerin yüzünü örten maskeleri indirmek, bu maske altında izledikleri ifsat edici siyaseti deşifre etmek üzere bina ettiler. Böylece ümmete, Allah’a ve risalete karşı üstlendiği tarihî sorumluluğunu hatırlatmayı amaçladılar. İnsanların dikkatini, kendilerini saran büyük tehlikeye çekmeyi amaçlıyorlardı. Ümeyyeoğulları’nın Allah’ın risaletine karşı işledikleri cürümün büyüklüğünü gözler önüne sermeyi hedefliyorlardı. Peygamber’in (s.a.a) ailesi olduklarını vurguluyordu. Böylece Şam halkını gerçeklerden uzaklaştıran Emevî yönetimini halkın önünde utanç verici duruma düşürüyordu.
Kerbelâ faciası açıkça ortaya koymuştu ki, İslâm ümmeti, bir vurdumduymazlık, bir uyuşukluk hâli içindedir. İslâm ümmetindeki cihat ruhu, tamamen yok oldu, denmese bile, kayıplara karışmıştır.
Artık amaç, İslâmî bilinci artırmak, ümmetin farklı kesimlerine açılmayı hedefleyen bir hareket benimsemek, Emevîlerin etkin kıldığı düşünce sistemini değil, tertemiz İslâmî düşünceyi taşıyan seçkin önderler yetiştirmek olmalıydı. İmam’ın (a.s) stratejisi, plânladığı gibi birçok alanda büyük başarılar elde etti. Aşağıda buna ilişkin iki pratik örnek vereceğiz:
Toplumsal alanda İmam’ın (a.s) stratejisi, meyvelerini vermeye başladı. Bir kere ümmetin geniş kesimlerinin saygısını, sempatisini ve dostluğunu kazandı. Tarih kaynakları bu hususta görüş birliği içindedir. İbn Hallekan şöyle der:
Hişam b. Abdulmelik, babasının halifeliği zamanında hacca gitti. Kâbe’yi tavaf etti ve Haceru’l-Esve-d’e ulaşıp el sürmek, öpmek için uğraştı. Kalabalığın çokluğundan dolayı buna güç yetiremedi. Bunun üzerine kendisine bir minber getirildi. Minberin üzerine oturup halkı seyretti. Yanında Şam’ın ileri gelenlerinden bazı kimseler vardı.
O bu şekilde tavaf edenleri seyrederken, birden Zeynelabidin Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s) geldi. İnsanların en güzel yüzlüsü ve en hoş kokulusuydu. Kâbe’yi tavaf etti. Haceru’l-Esved’in hizasına gelince, el sürmesi ve öpmesi için insanlar bir kenara çekilip ona yol açtılar. Şamlılardan biri: “İnsanların kendisine bu kadar saygı gösterdikleri bu adam da kimdir?” dedi. Hişam: “Tanımıyorum.” dedi. Aslında tanıyordu; ama Şamlıların kendisinden yüz çevirmelerinden korkuyordu. Şair Ferezdak da oradaydı. “Ben onu tanıyorum.” dedi. Şamlı adam: “Kimdir? ey Ebu Furas!” dedi. Ferezdak şöyle dedi:
Taşlık vadiler tanır onun ayak izini
Kâbe bilir, Hill ve Harem bölgesi tanır onu
Allah kullarının tümünün en hayırlısının oğludur o
Temizdir, muttakidir, arınmıştır, semboldür o
Kureyş görünce onu, dedi içlerinden biri:
“Bütün güzellikler onun kereminden gelir ileri
Resulullah’tan doğmuş, ondan kaynaklanmıştır.”
Bu yüzden her parçası güzelliktir, temeli ve kokusu ondan alınmıştır.
Bilmiyorsan eğer, Fatıma’nın oğludur o
Onun ceddiyle Allah’ın nebileri son buldu
Allah, çok önceden onu şereflendirdi, yüceltti
Bunu onun adına kalemle levhine yazdı
“Bu kimdir?” demen, ona zarar vermez
Senin tanımadığını Arap bilir, acem değil bilmez
Bir topluluktandır ki o, dindir onları sevmek; onlara buğzetmekse küfürdür
Onların yakınlıksa kurtuluştur, sığınaktır
Takva ehli sayılsa, önderleridir takvanın onlar
Ya da: “Yeryüzünün en hayırlıları kimdir?” denilse, denilir: “Onlar!”
Hangi mahlûkatın boynunda yoktur ki
Bunun geçmişinin veya kendisinin nimeti.
Onun geçmişini de bilir Allah’ı bilen
Din, milletlere ulaştı onun evinden.”
Hişam bu kasideyi dinleyince öfkelendi ve Ferez-dak’ı zindana attı. İmam Zeynelabidin (a.s) on bin dir-hem kefalet vererek onu serbest bıraktırdı. Ferezdak, bu parayı geri verdi ve şöyle dedi: “Ben onu Allah için övdüm, bağış için değil.” İmam (a.s) şu karşılığı verdi:
“Biz, öyle bir Ehl-i Beyt’iz ki, bir bağışta bulunduk mu onu geri almayız.”
Bunun üzerine Ferezdak bağışı kabul etti.
İmam Zeynelabidin (a.s), yol gösterici ve teşkilatçı pratiğiyle bu amacı gerçekleşme aşamasına getirdi. Güçle, hikmetle, esenlikle ve ciddiyetle sonuca varacak kadar yaklaştı.
İmam (a.s), kendine özgü bir cihat metodu ortaya koydu. Bu sayede, o günkü kritik aşamanın yükünün altından kalkabildi. Bu hareket metodunu değişik düzlemlerde ele almak mümkündür:
1- Düşünsel ve İlmî Cihad
Amellerin en faziletlisi, az da olsa Sünnet’e uygun olarak yapılanıdır.
İmam’ın (a.s) yaşadığı dönemde, hâkim rejimin temel amacı, hakkı temelinden yıkmak, köklerini sökmekti. Bu anlamda hakkı da o dönemde Kur’ân hafızları ve müfessirleri temsil ediyordu. Bu yüzden Kur’ân’a sarılmaya çağırmak, o gün için en önemli yükümlülüklerden biriydi. Nitekim İmam Zeynelabidin (a.s), bu alanda büyük bir çaba sarf etmiştir
Ve şöyle derdi:
Doğudakilerin ve batıdakilerin hepsi ölse, yanımda Kur’ân olduktan sonra yalnızlık hissetmem.
İmam (a.s), pratikte Kur’ân’ın yüceltilmesi için çeşitli yön-temlere başvururdu. İnsanlar içinde onun kadar güzel ve içten bir sesle Kur’ân okuyan kimse yoktu.Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’i tefsir ederek de halkı irşat ediyordu.
İmam (a.s), ilâhî tevhit inancının temellerini sabitleştirme, rükünlerini sağlamlaştırma yolunda da büyük çabalar sarf ediyordu. Bunun için bozulmamış fıtrata ve akla uygun kanıtlar ortaya koyuyordu.
İmamet ve velayet hususunda ise İmam (a.s) takiyyeye veya gizliliğe gerek duymadan bütün açıklığı ve sarahatiyle imamlığını bizzat kendisi ilan etmiştir. Bu açık ilanı içeren birçok hadis vardır. Bu hadislerden birinde şöyle deniyor:
Biz, Müslümanların imamlarıyız, Allah’ın alemlere sunduğu hüccetleriyiz. Müminlerin seyyitleri, kalabalıkların önderiyiz. Müminlerin mevlalarıyız. Biz, yeryüzü halkının güvencesiyiz, tıpkı yıldızların gök ehlinin güvenceleri olmaları gibi. Eğer yeryüzünde bizden biri olmasaydı, yer üzerindekileri yutardı. Allah’ın Âdem’i (a.s) yarattığı günden beri yeryüzünde, açık ve meşhur veya gaybette ve gizli bir hüccet bulunmuştur. Kıyamet kopuncaya kadar da mutlaka yer-yüzünde bir hüccet bulunacaktır. Böyle olmasaydı yer-yüzünde Allah’a kulluk edilmezdi.
Ehl-i Beyt İmamları, şer’î hükümleri tanıtma misyonuna sahip gerçek merci ve sahih önder konumundaydılar.
İmam (a.s), sadece emir yetkisine, memleketi yönetme misyonuna ve kullara yol gösterme görevine sahip değildir. O, aynı zamanda şeriatı anlama ve hükümlerini açıklama hususunda da başvurulacak mercidir. Son şeriatı eksiksiz bir şekilde bilmek ve şeriatın gerçek kaynaklarıyla sağlam bir irtibat kurmak için bundan başka yol yoktur.
Bu nedenle İmamlar ve onların tâbileri, insanlara İslâm şeraitinin bu berrak kaynağını göstermeye, insanların bu kaynaktan içmelerini sağlamaya özel bir önem verdiler. İmam Seccad (a.s) ise, bu hususa özellikle ilgili gösteriyordu. Örneğin şer’î, fıkhî bir meselede kendisiyle tartışan bir adama aynen şöyle demişti:
Be adam, eğer bizim evlerimize gelirsen, Cebrail’in hanelerimizdeki ayak izlerini sana gösterebiliriz. Böyle iken, kim Sünnet’i bizden daha iyi bilebilir ki?
2- Toplumsal ve Amelî Cihad
İlâhî önderlerin en önemli hedeflerinden biri, ilâhî terbiye ve öğretiyle insan topluluklarını ıslah etmek, bu dikenli yolda kararlı ve özverili bir şekilde pratik hareketin aşamalarından geçmektir.
1- Öncelikle dinin getirdiği hak öğreti ve edinilmesi zorunlu ahlâkî meziyetler temelinde mümin bir nesil yetiştirmelidir. Ki bu nesil hayırda ona yardımcı olsun.
2- Bütün ağırlığıyla topluma karışmalı, insanların arasında bulunmalıdır. Öğretileriyle zalimlere ve tağutlara karşı çıkmalı, Allah’ın risaletini onlara tebliğ etmelidir.
3- Zalimlerin, dinamiklerini işlevsiz hâle getirmek, güçsüzleştirmek; maneviyattan, moral motivasyonundan yoksun bırakmak, insanları hakka ve iyiliğe dayalı fıtrattan uzaklaştırmak maksadıyla toplum içinde yaydıkları fesada, dejenerasyona karşı koymalıdır.
a) Ümmet Genelinde ve Ehl-i Beyt Tâbileri Özelinde Ahlâk ve Terbiye
İmam Zeynelabidin (a.s), gerek kişisel davranışları, gerekse insanlarla, hatta çevresindeki bütün varlıklarla kurduğu ilişkileri bağlamında Muhammedî (a.s) ahlâkın somutlaşmış en göz kamaştırıcı örneğiydi.
Kardeşlerinin, fakirlerin, düşkünlerin, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını gidermesi, malını bu alanda harcaması, bağışta bulunması, infak etmesi herkesin dilindeydi.
Kölelere, akrabalara, yabancılara, hatta düşmanlarına ve hasımlarına karşı merhametli olması ve acıması dillere destandı.
Allah’a sürekli ibadet etmesi, ulu Allah’tan korkması ile ilgili haberler sayfalar dolusudur. Öyle ki “Zeynü’l-Abidin” (İbadet Edenlerin Süsü) ve “Seyyidü’s-Sacidin” (Secde Edenlerin Efendisi) diye anılmaya başlamıştı.
b) Islah ve Devlet
Bazı tarihçilere göre, İmam Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen İmamlar (a.s), Kerbelâ katliamından sonra siyasetten uzak durdular. Kendilerini irşada, ibadete ve dünyadan el etek çekmeye verdiler.
Her şeyden önce, Hüseyin’in (a.s) soyundan gelen Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) siyasetten çekildikleri, dünyadan el etek çektikleri iddiası tamamen yalandır ve bizzat Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) hayatları bunu olumsuzlamaktadır. Çünkü İmamlar’ın (a.s) hayatları, buna dair pozitif örneklerle, siyasal hayata aktif katılım türleriyle doludur.
İmam’ın (a.s) bütün dinî faaliyetleri siyasal hareket özelliğine sahipti. Özellikle o dönemde henüz din-siyaset ayırımı diye bir şeyin söz konusu olmadığını göz ö-nünde bulundurursak, İmam’ın (a.s) hayatının akışı içinde açık siyasal duruşlar, müdahaleler diyebileceğimiz somut örnekler görmemiz mümkündür. Nitekim o İmam’dan (a.s) rivayet edilen sözlerden de anlaşılacağı gibi o, siyaset alanına yakın biri olarak görünüyor, ateşli siyasal tartışmalara giriyor, olayların akışını takip ediyor ve ümmetin yaşadığı tehlikeli ifsat pratiğine karşı net açıklamalarda bulunuyordu.
c) Fesada Karşı Direnişi
İmam’ın (a.s) yaşadığı çağ, özellikle sosyal problemlerle çalkalanmasıyla belirginleşmişti. Kuşkusuz bu problemlere birçok dönemde rastlanabilirdi; ancak onun döneminde çok daha belirgin ve çok daha yoğundular. İmam (a.s) da kendine özgü yöntemiyle bu problemleri çözmeye çalıştı.
Bu yöntemin ayırıcı bir özelliği ve rengi vardı. İmam’ın (a.s) cihadında ön plâna çıkan yönteminin temel amacı, en önemli sorun hâline gelen fakirlik problemini ve kölelik sorununu çözmekti.
İmam Zeynelabidin’in (a.s) Hayatında Ön plâna Çıkan Eşsiz Olgular
İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatı, bazı eşsiz olgularla belirginleşmektedir.
Bu olguları şöyle sıralamak mümkündür:
a) İbadet
b) Dua
c) Ağlama
d) Köle azat etme
İmam’ın (a.s) Hayatındaki İbadet Olgusu
O, Allah’ı ibadete layık buluyordu ve ibadet ediyordu. Bu hususta dedesi Emirü’l-Müminin, Seyyidu’l-Arifin ve İmamu’l-Muttakin Ali’ye (a.s) benziyordu. İmam (a.s), ibadet ederken içinde bulunduğu ihlâs duygusunun düzeyini şu ifadelerle dile getirmişti:
Ben, Allah’a ibadet ederken tek gayemin Allah’ın vereceği sevap olmasından korkarım. Bu, menfaat beklentisi içinde olan kimselerin ibadetidir; bir menfaat geleceğine ihtimal ederlerse ibadet ederler; böyle bir beklenti içinde olmazlarsa, ibadet etmezler. Allah’ın azabından korktuğum için ibadet etmekten de korkarım. Bu takdirde, kötü huylu bir köle gibi olurum; korkmazsa, ibadet etmez…
Yanında oturanlardan biri: “Neye karşılık ibadet ediyorsun?” diye sordu. Ona, imanının samimiyetini sergileyen şu cevabı verdi:
Bağışları ve nimetleriyle kulluğa layık olduğu için O’na kulluk ediyorum.
İmam’ın İbadeti
1- Abdesti
İmam (a.s) her zaman abdestli olurdu. Abdest almak istediği zaman yüzünün rengi sararırdı. Ailesi: “Abdest aldığında neden bu şekilde rengin değişiyor?” diye sormuş, onlara şu cevabı vermiştir: “Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?
2- Namazı
. Namaz, İmam’ın (a.s) nefsinin en önemli arzusuydu. Namazı, Allah’a yükseldiği bir miraç olarak görürdü. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda: “Kimin huzuruna çıktığımı ve kime yakardığımı biliyor musunuz?” diye cevap verirdi.
İmam’ın (a.s) hayatını yazan bütün tarihçiler, onun bir gündüz ve gecede bin rekât namaz kıldığı hususunda görüş birliği içindedirler
3. Orucu
İmam (a.s) yaşadığı sürece günlerinin büyük çoğunluğunu oruçlu geçirdi. İmam’ın (a.s) ibadeti hakkında kendisine bir soru sorulduğunda, cariyesi şu cevabı vermişti: “Gündüzleri ona hiç yemek vermedim.”
İmam (a.s) oruç tutmayı seviyor ve insanları oruç tutmaya teşvik ediyordu.
Sadece iki bayram gününü ve mazeretli olduğu başka bazı günleri oruçsuz geçirirdi.
Ramazan ayında ise, bambaşka bir tavır içinde olurdu. İyilik ve hayır türlerinin hiçbirini terk etmezdi. Akla gelebilecek her iyiliği yapardı. Tesbih, istiğfar ve tekbirden başka söz söylemezdi.
İmam’ın (a.s) mübarek ramazan ayına özgü iyiliklerinden biri de çokça köle azat etmesi, kölelerini özgür bırakmasıydı. Oysa köleler onun yanında saygın bir hayat sürdürürlerdi. Onlara oğulları gibi muamele ederdi.
Hiçbir kölesini ve hiçbir cariyesini, bir suç işlediklerinde cezalandırmazdı
4- Duaları
Seher Vakitleri Okuduğu Dua
İmam (a.s) her ramazan gecesinin seherinde Rabbine münacat eder, dua eder ve büyük bir içtenlikle O’na yalvarırdı. Bu mübarek duayı, Ebu Hamza es-Sumalî rivayet ettiği için Ebu Hamza es-Sumalî Duası da denir. Ehl-i Beyt İmamları’ndan (a.s) rivayet edilen duaların içinde bir iman ve ilim hazinesi konumundadır. İmam Seccad’ın (a.s), her şeyden kendini uzaklaştırıp Allah’a yönelişini temsil etmektedir. Bunun yanında nefsi aldatıcı duygulardan ve şehevi arzulardan alıkoyucu öğütler, vaazlar da içermektedir.
Ramazan ayının günleri peyderpey geçerken İmam (a.s) hüzünlenirdi. Çünkü ramazan, Allah’ın velilerinin bayramıdır. Ramazana olağanüstü bir dua ile veda ederdi. Bu duanın bazı bölümlerini aşağıya alıyoruz:
Selâm sana ey büyük Allah’ın ayı ve ey Allah’ın velilerinin bayramı!
Selâm sana, ey beraber geçirilen vakitlerin en kerimi! Günler ve saatler içinde ayların en hayırlısı!
Selâm sana, ey ümitlerin yaklaştığı ve amellerin yayıldığı ay!
Selâm sana, ey varlığında değeri yüce, yokluğunda hüznü derin, ayrılığı elem veren ümit kaynağı!
Selâm sana, ey sıcak dost; gelişiyle sevince boğan, tükenişi yalnızlık ve acı olan!
Selâm sana, ey kalpleri incelten ve günahları azaltan komşu!
Selâm sana, ey şeytana karşı yardım eden dost!
Selâm sana ve bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’ne!
Selâm sana! Dün ne kadar sana düşkündük ve yarın ne kadar özleyeceğiz seni.
Allah’ım! Bu ayın çekilmesiyle hatalarımızı çekip al; bu ayın çıkışıyla bizi günahlarımızdan çıkar. Bizi, bu aya layık en mutlu, bu aydan en çok istifade eden kimselerden eyle…
5- Haccı
Tıpkı babası ve amcası Hasan (a.s) gibi birden çok defa yürüyerek hacca gitti. Deve sırtında yirmi defa hacca gitti. Bu devesine çok iyi davranırdı.
İmam (a.s), Allah’ın evine, Kâbe’ye yolculuk etmek istediği zaman hafızlar ve âlimler etrafını sarardı. Çünkü ondan ilim, irfan, hikmet ve adap öğrenirlerdi. Said b. Müseyyeb şöyle der:
Ali b. Hüseyin gitmedikçe, kariler Mekke’ye gitmezlerdi. O yola çıktığında, biz de bin atlı olarak onunla beraber çıktık.
İmam’ın Hayatında Dua ve Münacat Olgusu
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
De ki: “Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” Kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır.
Bu Kur’ânî hakikat ışığından baktığımız zaman İmam’ın (a.s), her an ve her durumda Allah’a dua ettiğini, yakardığını, Allah’ın mutlak büyüklüğü karşısında mutlak fakrını ve muhtaçlığını somutlaştırdığını görüyoruz. Bu, İmam’ın (a.s) Allah katındaki değerinin ve makamının da bir göstergesidir. Çünkü insanın Allah katındaki makamı, duasının ve münacatının miktarıyla ya da Allah’a muhtaçlığının bilincinde olmasının düzeyiyle, bu bilincin gerektirdiği kendini tamamen Allah’a adama ve Allah’tan başka her şeyden yüz çevirme pratiğinin derecesiyle orantılıdır.
İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatında, gerçek ilâhî marifet ve Allah’a var gücüyle kulluk sunma olguları ile tağutlara baş kaldırma ve cihadî gayret olguları birleşmiştir. İmam’ın (a.s) hayatı, dua ve münacat olguları ile isyan ve fedakârlık ruhlarını birleştirmenin mümkün olup olmadığına ilişkin sorulara verilmiş somut bir cevap mahiyetindedir.
İmam Seccad’ın (a.s) duaları, içerdikleri İslâm inancına ilişkin açık ve keskin ifadelerle geniş kapsamlı ve derinlikli fikrî boyutlara da sahiptir. Dinsizlik, müşebbihe, cebriye ve mürcie gibi Emevîlerin besledikleri, kışkırttıkları ve revaçta olmalarını sağladıkları yıkıcı akımların kopardıkları fırtınanın etkin olduğu bir konjonktürde bu dualar, kesin cevaplar içeren, karşı tarafı çaresiz bırakan kanıtlar işlevini görüyordu. Kuşkusuz Emevîlerin bu yıkıcı akımları beslemelerinin amacı; tevhit ve adalet çizgisini saptırmak, akabinde İslâm’dan vazgeçip ilk cahiliye hayatına geri dönmekti.
Tevhidî irfan ve bilgi ile nebevî çizgiden uzaklaşmış sapkın düzene başkaldırı, Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) hayatlarında somutlaşmış iki açık niteliktir. Ehl-i Beyt İmamları’nın hayatlarının bu iki nitelikten yoksun olduğu bir tek an yoktur.
Bütün özgür düşünceli muhaliflerin, savaşımcıların ezildikleri, imha edildikleri, eserlerinin takibe alındığı, seslerinin kısıldığı bir ortamda İmam Zeynelabidin (a.s) dua siyasetini izlemeye karar verdi. Bu, gerçekleri yaymanın ve ölümsüzleştirmenin en başarılı siyasetiydi. En güvenli, zalim iktidarın baskılarından en uzak yol buydu. Gizli, yazılı, sakin ve güvenilir temas yöntemlerinin en güçlüsüydü.
İmam’ın Hayatındaki Ağlama Olgusu
İnsan, birçok nedenden dolayı ağlar. Sevgiliye duyduğu özlemden dolayı ağlar. İslâm’ı korumak için canlarını feda eden Ehl-i Beyt şehitlerine ağlar…
Şöyle derdi:
Şehitlerin efendisi Ebu Abdullah el-Hüseyin’e (a.s) ağlamak, ebedî mutluluğun ve yüce yaratıcıya yakın olmanın sebeplerinden biridir.
Ben ne zaman Fatıma evladının yere serilişini hatırlasam, hıçkırıklar boğazıma düğümlenir.
Bir başkası ona (a.s) şöyle demişti: “Üzüntülerinin bitme zamanı gelmedi mi?” diye. Ona şu cevabı vermişti:
Yazıklar olsun sana! Andolsun Yakub Peygamber (a.s) benim gördüklerimden çok daha az bir musibetten dolayı Rabbine şekvada bulunmuştu da: “Ah Yusuf’um, ah!” demişti. Oysa sadece bir oğlunu yitirmişti, o da dünyada yaşıyordu. Ama ben babamın ve ailesinden bir grup insanın gözlerimin önünde boğazlandıklarını gördüm.
İmam (a.s) içmek üzere eline su kabını aldığı zaman, babasının ve beraberindekilerin Kerbelâ’daki susuzluklarını hatırlar, gözyaşları suya karışıncaya kadar ağlardı. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle derdi.
Nasıl ağlamayayım; kurda, kuşa, vahşi hayvanlara serbest olan su, babama verilmemişti?
Çoğu zaman arkadaşlarına, Kerbelâ’da o musibeti yaşayanlara üzülmenin, onların çektikleri acılara ve sıkıntılara ağlamanın faydalarını anlatıyor ve şöyle diyordu:
Hangi mümin Hüseyin’in öldürülmesinden dolayı gözyaşı döker, gözyaşları yanaklarından aşağıya akarsa, Allah onu cennette bir köşke yerleştirir.
Ebu Hamza es-Sumalî anlatıyor:
Ali b. Hüseyin’e (a.s), Hüseyin’i (a.s) ziyaret etmeyi sordum. Dedi ki:
“Onu her gün ziyaret et. Eğer yapamıyorsan, her cuma ziyaret et. Bunu da yapamıyorsan, her ay ziyaret et. Onu ziyaret etmeyen, Resulullah’ın (s.a.a) hakkını küçümsemiş olur.
Bir diğer yöntem de, secde ederken kullanmak için Hüseyin’in (a.s) kabrinin toprağını yanında bulundurmasıydı.
Başka bir yöntem de, babası Hüseyin’in (a.s) yüzüğünü parmağına takmasıydı.
İmam’ın Hayatında Köle Azat Etme Olgusu
Köle azat ekmek, özellikle İmam Zeynelabidin’in (a.s) hayatında çok belirgin bir olgu olmuştur. O kadar ki, bu belirginliğin, imamet tarihinde de bir benzeri yoktur.
İmam’ın (a.s) tavrıyla ilgili olarak şu hususları tespit etmek mümkündür:
1- İmam, köle ve cariye satın alıyordu; ama hiçbirini bir seneden fazla yanında tutmuyordu. Bu, İmam’ın (a.s) onların hizmetlerine ihtiyacının olmadığını gösterir. Değişik gerekçelerle ve farklı münasebetlerle onları azat ediyordu.
2- İmam, mevalilere karşı köle ya da cariye gibi değil- örnek bir insanî muamele sergiliyordu. Bu da onların içlerinde yüksek ahlâkî erdemleri pekiştiriyor, onlara İslâm’ı ve Ehl-i Beyt’i (a.s) sevdiriyordu.
3- İmam, kölelere dinin hükümlerini öğretiyor, onları İslâmî bilgilerle besliyordu. Öyle ki, her biri ondan ayrılırken, hayatta kendisine yarayacak, şüphelerini bertaraf edecek, sahih İslâm’dan sapmasına engel olacak bilgilerle donanmış olarak ayrılırdı.
4- İmam, azat ettiği köleye, başkasına muhtaç olmayacak miktarda mal verirdi. Böylece azat edilmiş köle, ümmetin herhangi bir ferdi gibi özgür olarak sosyal hayata karışırdı; topluma yük olmazdı.
Bundan anlıyoruz ki, İmam (a.s), Emevîlerin uyguladıkları kölelik politikasını başarısızlığa uğratmak için çalışıyordu. İmam’ın (a.s) bu pratiği aşağıdaki sonuçları doğurdu:
a) Bu hareketiyle İmam (a.s), bir şekilde esir düşen Allah’ın kullarından birçoğunu özgürlüğüne kavuşturdu. Kuşkusuz bu, istisnaî bir durumdu. Gerçi İslâm, kölelik kurumunu onaylamıştır; ancak İslâm tarihi incelendiği zaman bu kurumun onaylanmasının nesnel gerekçelerinden bazılarının anlaşılması mümkündür. Bununla beraber şeriat, kölelerin kurtarılması ve özgürlüklerine kavuşturulması için birçok yollar açmıştır. İmam (a.s) bu imkânları değerlendirmek için bütün koşullardan ve münasebetlerden yararlanmış, köle ve cariyeleri kurtarmıştır. Dolayısıyla İmam Seccad’ın (a.s) bu tavrı, İslâm şeriatının tatbikinden ibarettir.
b) Azat edilen köleler, İmam’ın (a.s) evinde, onun elinin altında en güzel şekilde yetiştirilmiş bir öğrenciler kuşağını oluşturuyorlardı. İmam’la (a.s) beraber hak, irfan, doğruluk ve ihlâs esaslı, İslâm akidesi, şeriatı ve güzel ahlâkıyla donatılmış bir hayat yaşıyorlardı.
c) İmam (a.s), özgürlüklerine kavuşturduğu bu kölelerin büyük bir kısmının bağlılığını kazanmıştı. Azat edilmelerinin duygusallığı onları hâlâ İmam’a (a.s) bağlıyordu. Bunda şaşılacak bir şey yok; azat edilen kimse, doğal olarak kendisini azat eden kimseyle, aile efradıyla ve akrabalarıyla bağlarını koruyacak, onlarla duygusal bir irtibat kuracak, inanç ve siyaset olarak onlarla aynı paralelde olacaktır.
Beşinci Bölüm
● İmam Zeynelabidin’in İlmî Mirası
● Haklar Risalesi (Risaletu’l-Hukuk)
● Sahife-i Seccadiye’ye Dair
● İmam Zeynelabidin’in Mektebi
İmam Zeynelabidin’in ilmî mirası
Tarih, saygıdeğer atalarından, onların da Hz. Peygamber’den (s.a.a) aktardıkları ilmî miras almaları dışında Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s) bir kimseden ders aldıklarından veya herhangi bir ilmî şahsiyetin talebesi olduklarından söz etmez.
İmam Zeynelabidin’den (a.s) rivayet edilen bilgileri; Kur-ân, hadis, fıkıh, ahlâk, siyer, tarih ve akaid şeklinde tasnif edebiliriz. Bunun yanında dua ve tavsiyeleri, tartışmaları çerçevesinde psikoloji, sosyoloji, eğitim, irfan, yönetim ve ekonomi gibi alanlara hitap eden önemli bulgulara rastlamak da mümkündür. Bunun gibi daha birçok doğal ve beşerî bilim dalından söz edebiliriz.
İmam Zeynelabidin (a.s), mübarek ataları gibi dikkat çekecek şekilde Kur’ân’la ve Kur’ân ilimleriyle uğraşmıştır. Bunun; günlük yaşayışında, dualarında ve ilgilerinde, okuma, üzerinde düşünme, tefsir etme, öğretme ve amel etme şeklinde somutlaştığını görüyoruz. Bu da İmam’ın (a.s) Kur’-ân-ı Natık (Konuşan Kur’ân); Kur’ân’ın göz kamaştırıcı bütün ayetlerinin, bu ölümsüz ilâhî mucizenin canlı bir timsali olduğunda en ufak bir kuşkuya yer bırakmıyor.
İmam (a.s), en parlak Kur’ân müfessirlerinden biriydi. Tefsir âlimleri, çok kere onun göz kamaştırıcı tefsirlerine tanıklık etmişlerdir. Tarihçiler, onun bağımsız bir Kur’ân tefsiri ekolüne sahip olduğunu belirtirler.
Aşağıda İmam’ın (a.s), Allah’ın aziz kitabına ilişkin tefsirinden bazı örneklere yer veriyoruz:
İmam (a.s): “Hep birden barışa girin.” ayetini şöyle tefsir ediyor:
Ayette geçen es-silm=barış, Emirü’l-Müminin’in velayetidir.
Hiç kuşkusuz, Peygamber’in ilim şehrinin kapısı İmam Ali’nin (a.s) velayeti gerçek barıştır. Onun velayetinin gölgesi altında yüce Allah insanlara güven, bolluk ve istikrar bahşeder. Eğer Müslümanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra bu velayete boyun eğselerdi, siyasal ve sosyal hayatlarında bunca krizle yüz yüze gelmezlerdi.
İmamiye Şiası’na göre İmamlar’ın hadisleri, Resulullah’ın (s.a.a) hadislerinin kendisidir. Nitekim Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyurmuştur:
Resulullah, bana bin ilim kapısını öğretti. Her bir kapıdan da benim için bin kapı açtı.
Tarih, Ali’den (a.s) rivayet edilen ilim ve marifet bağlamında bu gerçeği pekiştirmektedir. Sahabeler, İmam Ali’nin (a.s) ilmî üstünlüğünü ve merciliğini ikrar etmişlerdir. İmam Zeynelabidin (a.s) de onun evlatlarından biridir. Bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü Allah, onları hidayet kapıları ve kurtuluş gemileri kılmıştır. Nitekim sahih bir hadiste Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Sizin içinizde Ehl-i Beyt’imin durumu, Nuh’un gemisinin durumu gibidir. O gemiye binen kurtulur, ona binmeyen de boğulur.
Hadis Üzerine
Hadis; gayet objektif ve kapsamlı bir şekilde, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan şer’î hükümlerin ayrıntılarını sunar. Birçok vacip (farz), haram, müstehap, mekruh ve mubah türlerini zikreder. İmamiye Şiası’na göre İmamlar’ın hadisleri, Resulullah’ın (s.a.a) hadislerinin kendisidir. Nitekim Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyurmuştur:
Resulullah, bana bin ilim kapısını öğretti. Her bir kapıdan da benim için bin kapı açtı.
Tarih, Ali’den (a.s) rivayet edilen ilim ve marifet bağlamında bu gerçeği pekiştirmektedir. Sahabeler, İmam Ali’nin (a.s) ilmî üstünlüğünü ve merciliğini ikrar etmişlerdir.
Hadis ilminin imamları, tâbiîn çağının ilim önderlerinden biri olması hasebiyle İmam Zeynelabidin’in (a.s) hadislerine büyük önem vermişlerdir. Eğer İmam Seccad’ın (a.s) ilim ekolü ve bereketli kültür edindirme çabaları olmasaydı, ciddiyetsizliğin, cıvıklığın şaha kalktığı, şehvetin gemi azıya aldığı, İslâm ümmetinin yeniden cahillerin cahiliyesine dönmesinin plânlandığı bir çağda dinin şiarları kaybolup gidecekti.
İmam Zeynelabidin, İmamları Nass İle Bildiriyor ve Mehdi’yi Müjdeliyor
Ebu Hamza es-Sumalî, Ebu Halid el-Kabulî’den şöyle rivayet eder:
Efendim Ali b. Hüseyin Zeynelabidin’in (a.s) yanına girdim ve dedim ki:
Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğlu! Allah’ın, sevgilerini ve itaatlerini farz kıldığı ve Resulullah’tan (s.a.a) sonra insanlara önder edinmelerini vacip kıldıkları kimlerdir? Bana bildir.
Bana dedi ki:
Ey Ebu Kenker! Yüce Allah’ın insanlara imam olarak tayin ettiği ve itaat etmelerini farz kıldığı emîr sahipleri, Emirü’l-Müminin Ali b. Ebu Talib’den başlayarak bize kadar gelen İmamlar’dır.
İmam bunu söyledikten sonra sustu.
Dedim ki: “Ey Efendim! Bize rivayet edildiğine göre Emirü’l-Müminin (a.s) şöyle demiştir: ‘Yeryüzü hiçbir zaman, Allah’ın kullarına hüccet olarak görevlendirdiği İmam’dan boş kalmaz.’ Peki, senden sonraki hüccet ve imam kimdir?”
Buyurdu ki:
Oğlum Muhammed’dir. Onun Tevrat’taki ismi “Bâkır”dır. Geniş bir ilme sahip olacaktır. Benden sonraki hüccet ve imam odur. Ondan sonra da oğlu Cafer’dir. Onun gök ehlinin yanındaki ismi Sadık’tır.
Dedim ki: “Ey efendim! Hepiniz sadık (doğru sözlü) olduğunuz hâlde, neden onun ismi Sadık olmuştur?”
Dedi ki:
Babam, babasından Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu bana anlattı:
“Oğlum Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib doğduğu zaman adını Sadık koyun. Çünkü onun adı Cafer olan beşinci oğlu (torunu), Allah’a karşı küstahlaşarak, ona karşı yalan uydurarak imamlık iddiasında bulunacaktır. O, Allah katında Cafer Kezzab (Yalancı)’dir. Allah’a iftira atmış, layık olmadığı bir şeyi iddia etmiştir. Babasına muhalefet etmiş, kardeşini kıskanmıştır. Allah’ın velisinin gaybeti esnasında Allah’ın sırrını ifşa edecek de odur.
Sonra Ali b. Hüseyin hıçkırarak ağladı. Ardından şöyle dedi:
Sanki Yalancı Cafer’in, zamanının tağutlarını, Allah’ın velisinin, Allah’ın koruması altındaki gaybetteki zatın durumunu araştırmaya teşvik ettiğini, onun doğduğunu bilmeyen tağutları babasının evine girmeye ikna etmeye çalıştığını, şayet imkân bulursa onun öldürmek için çalıştığını, böylece babasının mirasına göz koyduğunu ve onu haksız yere elde etmek için çabaladığını görür gibiyim.
Ebu Halid der ki: İmam’a (a.s) dedim ki: “Ey Resululla-h’ın (s.a.a) oğlu! Bu da olacak mı?”
Buyurdu ki:
Evet, Rabbime andolsun ki, bu, bizim yanımızdaki sayfada yazılıdır. Bu sayfada, Resulullah’tan sonra çekeceğimiz sıkıntılar, mihnetler yazılıdır.
Ebu Halid der ki: “Şöyle dedim: Ey Resulullah’ın oğlu! Bundan sonra ne olacak?”
Buyurdu ki:
Sonra Allah’ın velilerinin, Resulullah’ın kendisinden sonraki vasi ve imamların on ikincisinin gaybeti uzayacaktır.
Ey Ebu Halid! Onun gaybeti döneminde yaşayıp da onun imamlığına inanan ve onun zuhurunu bekleyenler, bütün zamanların halkından daha üstündürler. Çünkü Allah, onlara öyle bir akıl, öyle bir anlayış ve öyle bir marifet vermiştir ki, gaybet onların nezdinde bizzat görmek gibi olmuştur. Onları, o zamanda, Resulullah’ın (s.a.a) önünde kılıçlarıyla cihat edenlerin derecesine yükseltmiştir.
İşte gerçek muhlisler onlardır! Onlardır bizim doğru sözlü Şiîlerimiz; Allah’ın dinine gizli açık davet edenler!
İmam (a.s) devamla şöyle buyurdu:
Kurtuluşu beklemek, en büyük kurtuluştur.
İmam Zeynelabidin’in Delilli Tartışmaları
Kuşkusuz delilli tartışma ve ilmî münazara, önemli bir sanattır; bir tartışmacı; ilmî kapasitesi, bilgi ihatası ve edebî liyakati oranında bu sanattan yararlanmak durumundadır. Ehl-i Beyt İmamları (a.s), bu sanatı ustalıkla kullanmalarıyla temayüz etmişlerdi. Bu bağlamda hasımlarını susturmuş ve ilmî sağlamlıklarını kanıtlamışlardı. Bu da, onların rabbanî desteğe mahzar olduklarına en küçük bir kuşku bırakmıyordu. Nitekim düşmanlarından bazıları: “Bunlar, ilmi yutmuş bir ailenin mensuplarıdır.” demekten kendilerini alamamışlardı.
Bir gün İmam Zeynelabidin (a.s), Mina’da halka vaaz veren Hasan el-Basrî’yi görür. İmam (a.s) durur, onu dinler, sonra şöyle der:
Dur biraz; bulunduğun durumla ilgili bir soru soracağım: Yarın, Allah’ın huzuruna varırken, şu anda bulunduğun durumun, seninle Allah arasında olmasından razı mısın?
“Hayır.” dedi.
Buyurdu ki:
Şu hâlde sen, kendin için razı olmadığın durumdan razı olduğun duruma dönüşmeği, intikal etmeği kendi kendine düşünüyor musun?
Hasan el-Basrî, bir süre başını öne eğip düşündü, sonra şöyle dedi: “Bunu düşünmeden konuşuyorum.”
Buyurdu ki:
Yoksa sen, Muhammed’den (s.a.a) sonra, kendisiyle geçmişin olacak bir peygamber mi bekliyorsun?
“Hayır.” Dedi
.Buyurdu ki:
O hâlde sen, şu anda bulunduğun yurttan başka, amel edeceğin bir yurt mu bekliyorsun?
“Hayır.” dedi.
Buyurdu ki:
Sence zerre kadar aklı olan bir kimse, nefsi ile ilgili olarak böyle bir duruma razı olur mu? Sen razı olmadığın bir hâl üzeresin; bununla beraber gerçek anlamda razı olacağın bur hâle intikal etmeği de düşünmüyorsun; ayrıca Muhammed’den (s.a.a) sonra bir peygamberin gelmesini de beklemiyorsun; şu anda bulunduğun yurttan başka içinde amel edeceğin başka bir yurt da beklemiyorsun; buna rağmen insanlara vaaz veriyorsun?!
İmam Zeynelabidin (a.s) arkasını dönüp gidince, Hasan el-Basrî: “Kimdir bu?” dedi.
“Ali b. Hüseyin.” dediler.
Dedi ki: “O, ilim Ehl-i Beyt’inin bir ferdidir.”
O günden sonra Hasan el-Basrî’nin insanlara vaaz verdiği görülmedi.
İmam’ın Hikmetli Sözlerinden ve Seçkin Öğütlerinden Örnekler
Bildiğiniz gibi, İmam Zeynelabidin (a.s) dedesi Resulullah’ın (s.a.a) şehrini terk etmedi. Aksine, oraya bağlı kaldı, orada ümmetin fikrî ve ahlâkî eğitimiyle meşgul oldu.
Her cuma halka öğütler veriyor; onları dünyaya, dünyevî bağlara ve çağdaşlarının birçoğunu esir alan dünyanın hilelerine karşı uyarıyordu.
● Takva ile işlenen hiçbir amel az değildir; kabul olan a-mel az olur mu hiç?
● İmam’a (a.s) denildi ki: “En büyük değere sahip insan kimdir?” Buyurdu ki: “Dünyayı kendisi için önemli ve değerli görmeyen kimsedir.”
● Bir adam İmam’a (a.s) dedi ki: “Züht nedir?” Buyurdu ki: “Zühdün on derecesi vardır. Zühdün en yüksek derecesi, veranın en aşağı derecesidir. Veranın en yüksek derecesi, yakinin en aşağı derecesidir. Yakinin en yüksek derecesi, rızanın en aşağı derecesidir. Züht, Allah’ın kitabında yer alan bir ayette şöyle tarif edilir:
“Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlere şımarmayasınız diye…”
●Ali b. Hüseyin (a.s): “Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız.” ayetini okuduğu zaman şöyle derdi:
Bir kimsenin nimetlerini bilmesini, ancak o nimetleri bilme hususunda yetersiz olduğunu bilmesi olarak ve bir kimsenin kendisini bilip idrak etmesini de en çok idrak edilemeyeceğini bilmesi olarak öngören Allah münezzehtir! Allah, ariflerin, Allah’ı bilme konusunda yetersiz olduklarını bilmelerini mükâfatlandırmış ve onların yetersizliklerini bilmelerini şükür kılmıştır. Nitekim âlimlerin, Allah’ı idrak edemeyeceklerini bilmelerini de iman kılmıştır. Çünkü Allah, kulların kapasitelerini sınırlı kıldığını, bu kapasiteyi aşamayacaklarını bilir.
● Mümin için üç kurtuluş yolu vardır: Dilini insanlardan, onların gıybetini etmekten alıkoyması. Nefsini ahretine ve dünyasına yarayan şeylerle uğraştırması. İşlediği hatalara uzun uzun ağlaması.
İMAM ZEYNELABİDİN’İN (A.S) MEKTEBİ
İmam’ın (a.s) azat ettiği her köleyi, onun eğitiminden geçmiş, mektebinden mezun olmuş biri olarak nitelendirmek mümkündür.
İmam’ın ilmî mirasını, sırf yazılanlarla veya rivayetlerle sınırlandırmak mümkün değildir. Aksine, ondan sadır olan ve İslâm toplumunda izleri kalan her eğitsel faaliyetin, bir miras olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, onun azat ettiği kölelerin davranışlarında, fikirlerinde ve eğilimlerinde somutlaşsa da bunlar, İmam’ın (a.s) bize bıraktığı ilmî mirasın parçalarıdır.
Resulullah (s.a.a) mescidinde başlattığı ders halkalarıyla, haftada bir cuma namazlarında verdiği hutbeleriyle ilmî bir ekol, düşünsel bir hareket oluşturmaya başladı.
İmam (a.s), tefsirden hadise, fıkıhtan akaide ve ahlâka… Bütün İslâmî ilim dallarından söz ediyordu. Ders halkalarına katılanlara ve hutbelerini dinleyenlere tertemiz atalarının ilmini aktarıyordu, onları ilmî egzersizlerle fıkhî bir kabiliyete ve istinbat/hükümleri istihraç etme ve çıkarma yeteneğine sahip olmaya hazırlıyordu.
Bu mektepten, önemli sayıda Müslüman fıkıh âlimleri mezun oldu. Bu halka, daha sonra ortaya çıkan fıkhî ekollere ve ilmî şahsiyetlere beşiklik görevini yerine getirdi
Allah bizleri çağının zorluk ve imtihanlarının bilincinde olan, Resul( s.a.a)’ ün ve pak Ehlibeyt (s.a)’ in şehirlerinde konaklayanlardan eylesin…

VEFALI ANNEMİZ ; ÜMMÜ SELEME
ÜMMÜ SELEME (R.A)
Resulullah (s.a.a)’ın eşidir. Habeşistan’a hicret eden ve ilk Müslüman olanlardan biridir. Asrının en zeki kadınlarından sayılırdı.
O, bisetten onbeş sene önce Mekke’de doğdu. Asıl adı Hinddir.
ÜmmüSeleme künyesidir. Mahzum kabilesine mensuptur. İlk evliliğini halasının oğlu Abdullah İbni Abdülesed ile yaptı. Habeşistan’da ondan Seleme adında bir oğlu oldu.
O, kocasıyla beraber Erkam’ın evinde İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendir. Habeşistan’a birlikte hicret ettiler. Medine’ye hicretleri ise tam bir destanlıktı. Çok sıkıntılı ve eziyetli oldu. Onun müşrik akrabaları Ebû Selemeye; Ümmü Seleme’nin götürülmesine müsaade etmeyeceklerini söylediler. Yolları tutuldu. Kocasından ve çocuklarından ayırdılar. Ebû Seleme yalnız kaldı. Tek başına Medine yollarına düştü. Oğlu Seleme ile hanımı Ümmü Seleme’yi Mekke’de bıraktı. Medine’ye hicret ile ilgili safhayı Ümmü Seleme kendisi şöyle anlatır: “Akrabalarım beni Ebû Seleme’nin elinden alınca, onun yakınları da oğlum Seleme’yi benim yanımdan almak istediler. Oğlumu aralarında çekiştirmeğe başladılar. Münakaşa ve gürültüler arasında çocuğu, kolundan, ayağından çeke çeke alıp götürdüler. Bir yıla yakın, sabahtan akşama gözyaşı döktüm. Nihayet bana acıdılar da: İstersen kocanın yanına gidebilirsin dediler. Ebû Seleme’nin akrabaları da oğlumu getirip bana verdiler. Ben ve oğlum birlikte Medine’ye hareket ettik.”
Ümmü Seleme, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı ve kocası Ebû Seleme ile buluştu.
Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra tekrar Medine’ye hicret edenlerden idi. hicretten sonra Medine’de kocası Ebu Seleme, Uhud savaşında yaralanmış, sonra da şehid olmuştu.
Ahzab savaşından önce de peygamberimiz ile evlendi.
Hicri 4. yılın şevval ayının sonlarında Resulullah (s.a.a) ile nikâhları kıyıldı. Müminlerin annesi olma şerefini elde eden Ümmü Seleme (r.anhâ) vâlidemize bir oda tahsis edildi. Düğün yemeği verildi. O günkü hatıralarını kendisi şöyle anlatır:
Vefat eden Zeynepin odası bana verildi. Odada bir adet çanak, bir adet su testisi, bir el değirmeni, içi hurma lifi ile dolu bir yastık ve bir yatak, bir de çömlek vardı. Çömleğin içinde erimiş yağ, çanaktada arpa bulunuyordu. Arpayı el değirmeninde öğütüp çömlekte bulamaç yaptım. Biraz da yağ koydum. İşte Rasûlullah’ın düğün yemeği buydu.
Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz asâlet sahibi bir hanımefendi idi. Efendimize karşı hep asîl davranışlar sergiledi. Veda Haccı dâhil yanından hiç ayrılmadı. Pek çok hâdiseye şâhit oldu
Ümmü Seleme annemiz Resulullah ile evlendiğinde Hz. Fatıma Zehra’nın bakımını üstlendi. İmam Hüseyin dünyaya geldiğinde onun da bakımını üstlendi.
O, birgün Efendimizle birlikte oturuyorken Hz. Fâtıma Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin geldiler. Beraberce yemek yediler. Bu sırada Ahzab sûresi: 33. ayet-i kerime nâzil oldu. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” buyruldu. Resulullah (s.a.a.) hemen, kızını, damadını ve torunlarını abasının içine aldı ve: “Ya Rabbi! Bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve yakınlarımdır. Onlardan günahları gider ve onları temizle” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyerek hemen: “Yâ Resulullah! Bende Ehl-i Beyt’ten değil miyim, acaba ben de sizden miyim?” Sonra da cübbeyi kenara iterek, altına girmek istedi. Ama Peygamber O’nun elini kenara iterek cübbesinin altına girmesine engel oldu ve ona şöyle buyurdu: “Sen hayır üzeresin.” “Yani sen hayırlı ve iyi bir kadınsın. (Ama Ehl-i Beytim’den değilsin.)”
Ümmü Seleme, Resulullah’ın vefatından sonra da her zaman Ehl-i Beyt’i gözetiyordu. Yıllar sonra bile Muaviye’ye şiddetle muhalefet edenlerden biriydi. Muaviye’ye yazdığı bir mektubunda imam Ali’ye küfür ve lanet ettirme geleneğini şiddetle kınamıştı.
Ümmü Seleme, aynı zamanda peygamber’in hadislerini nakleden bir raviydi. Emin bir kişiliği olması hasebiyle imam Hüseyin(as), Kerbela yolculuğundan önce peygamberin silahını, bayrağını ve imamet emanetlerini yok olmaması için ona emanet bırakmıştı. Bunları istemek ise imamet alametiydi. Nihayet bu emanetleri imam Zeynelabidin(as) ondan teslim aldı. Bu olay, aynı zamanda onun Resule, Ehl-i Beyt’e bağlılığını gösteriyordu. O imamet inancını iyi biliyordu. Ümmü seleme annemiz Ehl-i Beyt nezdinde yüce bir makama sahipti.
Ümmü seleme, Resulullah (s.a.a)’tan Kerbela olayını ve imam Hüseyin’in şehadetini öğrenmişti. Peygamberimiz ona bir miktar Kerbela toprağı vermiş “ ne zaman bu toprağın taze kana dönüştüğünü görsen, bil ki oğlum Hüseyin öldürülmüştür!” buyurmuştu.
Bir gün Ümmü Seleme, rüyasında Resululah’ı üzgün ve üstü başı toz toprak içinde, perişan bir halde gördü. Peygamberimiz ona “ Kerbela’dan ve şehidlerin defninden geliyorum.” Diyordu. Ansızın rüyasından uyandı ve hemen o toprağa koştu. Kana dönüşmüş olduğunu görünce Hüseyin’in şehid olduğunu anladı. Ağlayıp feryat etmeye başladı. Komşuları gelince olup bitenleri onlara da anlattı.
Ehl-i Beyt esirleri Medine’ye döndükten sonra imam’ın şehadetiyle Ümmü Seleme’nin gördüğü rüyanın aynı günde, yani muharrem ayının onuncu günde gerçekleştiği anlaşıldı. Rivayetlerde bu olay, Karure (Şişe) hadisi diye meşhurdur.
Ümmü Seleme, gerçekleşen hazin Kerbela olayından sonra Kerbela şehitlerine matem tuttu. Peygamber’in hayatta olan son eşi olduğu için, Haşimoğulları ona başsağlığı diliyordu.
Ümmü Seleme, Kerbela olayından birkaç yıl sonra seksendört yaşında vefat etti. Kabri şerifi bu günkü Baki mezarlığı’ndadır. Allah’ın selamı, Resulullah’ın ve Ehl-i Beyt’in şefaati onun üzerine olsun.
Resulullah (s.a.a)’ın eşidir. Habeşistan’a hicret eden ve ilk Müslüman olanlardan biridir. Asrının en zeki kadınlarından sayılırdı.
O, bisetten onbeş sene önce Mekke’de doğdu. Asıl adı Hinddir.
ÜmmüSeleme künyesidir. Mahzum kabilesine mensuptur. İlk evliliğini halasının oğlu Abdullah İbni Abdülesed ile yaptı. Habeşistan’da ondan Seleme adında bir oğlu oldu.
O, kocasıyla beraber Erkam’ın evinde İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendir. Habeşistan’a birlikte hicret ettiler. Medine’ye hicretleri ise tam bir destanlıktı. Çok sıkıntılı ve eziyetli oldu. Onun müşrik akrabaları Ebû Selemeye; Ümmü Seleme’nin götürülmesine müsaade etmeyeceklerini söylediler. Yolları tutuldu. Kocasından ve çocuklarından ayırdılar. Ebû Seleme yalnız kaldı. Tek başına Medine yollarına düştü. Oğlu Seleme ile hanımı Ümmü Seleme’yi Mekke’de bıraktı. Medine’ye hicret ile ilgili safhayı Ümmü Seleme kendisi şöyle anlatır: “Akrabalarım beni Ebû Seleme’nin elinden alınca, onun yakınları da oğlum Seleme’yi benim yanımdan almak istediler. Oğlumu aralarında çekiştirmeğe başladılar. Münakaşa ve gürültüler arasında çocuğu, kolundan, ayağından çeke çeke alıp götürdüler. Bir yıla yakın, sabahtan akşama gözyaşı döktüm. Nihayet bana acıdılar da: İstersen kocanın yanına gidebilirsin dediler. Ebû Seleme’nin akrabaları da oğlumu getirip bana verdiler. Ben ve oğlum birlikte Medine’ye hareket ettik.”
Ümmü Seleme, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı ve kocası Ebû Seleme ile buluştu.
Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra tekrar Medine’ye hicret edenlerden idi. hicretten sonra Medine’de kocası Ebu Seleme, Uhud savaşında yaralanmış, sonra da şehid olmuştu.
Ahzab savaşından önce de peygamberimiz ile evlendi.
Hicri 4. yılın şevval ayının sonlarında Resulullah (s.a.a) ile nikâhları kıyıldı. Müminlerin annesi olma şerefini elde eden Ümmü Seleme (r.anhâ) vâlidemize bir oda tahsis edildi. Düğün yemeği verildi. O günkü hatıralarını kendisi şöyle anlatır:
Vefat eden Zeynepin odası bana verildi. Odada bir adet çanak, bir adet su testisi, bir el değirmeni, içi hurma lifi ile dolu bir yastık ve bir yatak, bir de çömlek vardı. Çömleğin içinde erimiş yağ, çanaktada arpa bulunuyordu. Arpayı el değirmeninde öğütüp çömlekte bulamaç yaptım. Biraz da yağ koydum. İşte Rasûlullah’ın düğün yemeği buydu.
Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz asâlet sahibi bir hanımefendi idi. Efendimize karşı hep asîl davranışlar sergiledi. Veda Haccı dâhil yanından hiç ayrılmadı. Pek çok hâdiseye şâhit oldu
Ümmü Seleme annemiz Resulullah ile evlendiğinde Hz. Fatıma Zehra’nın bakımını üstlendi. İmam Hüseyin dünyaya geldiğinde onun da bakımını üstlendi.
O, birgün Efendimizle birlikte oturuyorken Hz. Fâtıma Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin geldiler. Beraberce yemek yediler. Bu sırada Ahzab sûresi: 33. ayet-i kerime nâzil oldu. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” buyruldu. Resulullah (s.a.a.) hemen, kızını, damadını ve torunlarını abasının içine aldı ve: “Ya Rabbi! Bunlar benim Ehl-i Beyt’im ve yakınlarımdır. Onlardan günahları gider ve onları temizle” buyurdu. Ümmü Seleme annemiz böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyerek hemen: “Yâ Resulullah! Bende Ehl-i Beyt’ten değil miyim, acaba ben de sizden miyim?” Sonra da cübbeyi kenara iterek, altına girmek istedi. Ama Peygamber O’nun elini kenara iterek cübbesinin altına girmesine engel oldu ve ona şöyle buyurdu: “Sen hayır üzeresin.” “Yani sen hayırlı ve iyi bir kadınsın. (Ama Ehl-i Beytim’den değilsin.)”
Ümmü Seleme, Resulullah’ın vefatından sonra da her zaman Ehl-i Beyt’i gözetiyordu. Yıllar sonra bile Muaviye’ye şiddetle muhalefet edenlerden biriydi. Muaviye’ye yazdığı bir mektubunda imam Ali’ye küfür ve lanet ettirme geleneğini şiddetle kınamıştı.
Ümmü Seleme, aynı zamanda peygamber’in hadislerini nakleden bir raviydi. Emin bir kişiliği olması hasebiyle imam Hüseyin(as), Kerbela yolculuğundan önce peygamberin silahını, bayrağını ve imamet emanetlerini yok olmaması için ona emanet bırakmıştı. Bunları istemek ise imamet alametiydi. Nihayet bu emanetleri imam Zeynelabidin(as) ondan teslim aldı. Bu olay, aynı zamanda onun Resule, Ehl-i Beyt’e bağlılığını gösteriyordu. O imamet inancını iyi biliyordu. Ümmü seleme annemiz Ehl-i Beyt nezdinde yüce bir makama sahipti.
Ümmü seleme, Resulullah (s.a.a)’tan Kerbela olayını ve imam Hüseyin’in şehadetini öğrenmişti. Peygamberimiz ona bir miktar Kerbela toprağı vermiş “ ne zaman bu toprağın taze kana dönüştüğünü görsen, bil ki oğlum Hüseyin öldürülmüştür!” buyurmuştu.
Bir gün Ümmü Seleme, rüyasında Resululah’ı üzgün ve üstü başı toz toprak içinde, perişan bir halde gördü. Peygamberimiz ona “ Kerbela’dan ve şehidlerin defninden geliyorum.” Diyordu. Ansızın rüyasından uyandı ve hemen o toprağa koştu. Kana dönüşmüş olduğunu görünce Hüseyin’in şehid olduğunu anladı. Ağlayıp feryat etmeye başladı. Komşuları gelince olup bitenleri onlara da anlattı.
Ehl-i Beyt esirleri Medine’ye döndükten sonra imam’ın şehadetiyle Ümmü Seleme’nin gördüğü rüyanın aynı günde, yani muharrem ayının onuncu günde gerçekleştiği anlaşıldı. Rivayetlerde bu olay, Karure (Şişe) hadisi diye meşhurdur.
Ümmü Seleme, gerçekleşen hazin Kerbela olayından sonra Kerbela şehitlerine matem tuttu. Peygamber’in hayatta olan son eşi olduğu için, Haşimoğulları ona başsağlığı diliyordu.
Ümmü Seleme, Kerbela olayından birkaç yıl sonra seksendört yaşında vefat etti. Kabri şerifi bu günkü Baki mezarlığı’ndadır. Allah’ın selamı, Resulullah’ın ve Ehl-i Beyt’in şefaati onun üzerine olsun.

YEZİD’İN SARAYINDA İMAM (SA)’IN HUTBESİ
“Ey insanlar, beni tanıyan tanıyor, tanımayanlara da haseb ve nesebimi beyan edeceğim. Ey insanlar, ben Mekke ve Mina’nın oğluyum. Ben Zemzem ve Sefa’nın oğluyum.”
“Ben Resul-i Ekrem’in oğluyum.”
“Ben En güzel yaratılmışın oğluyum.Ben en güzel seçilmişin oğluyum.”
“Ben Hacer-ül Esvedi ridasıyla yerine bırakan kimsenin oğluyum.”
“Ben izar ve ridasına bürünen en hayırlı kimsenin oğluyum. Ben tavaf ve sa’y eden, hacca gidip telbiye söyleyen en hayırlı kimsenin oğluyum.”
“Ben geceyken Mescid’ül Haram’dan Mesvil’ül Aksa’ya götürülenin oğluyum.”
“Ben Burak’a bindirilen ve Cibril’in Sidret-ül Münteha’ya götürdüğü kimsenin oğluyum.Yakınlaşıp daha yakın olanan, Öyle ki O’nunla Peygamber arasında iki keman veya daha az mesafa kalanın oğluyum”
“Ben gök melekleriyle namaz kılan kimsenin oğluyum.”
“Ben Celil olan Allah’ın vahyettiği her şeyi kendisine vahyettiği kimsenin oğluyum.”
“Ben Muhammed Mustafa’nın (saa) oğluyum.”
“Ben Ali Murtaza’nın oğluyum.”
“Ben Lailahe İllallah diyene kadar en pis insanlarla savaşanın oğluyum.”
“Ben, Resulullah’ın huzurunda iki kılıç ile iki mızrak ile vuruşanın oğluyum”
“İki defa hicret ve iki defa biat edenin oğluyum.”
“Ben Bedir ve Huneyn’de Resulullah’ın yanında yer alıp savaşan ve bir an olsun Allah’ı inkar etmeyen kimsenin oğluyum. “
“Ben Cebrail’in kömek ettiği, Mikail’in yar olduğu şahsın oğluyum.”
“Ben Müslümanların namusunu koruyanın oğluyum.”
“Ben mü’minlerin salihinin, nebilerin varisinin, müslümanların rehberinin, mücahidlerin nurunun, Nakisin (Cemel ehli) Kasitin (Muaviye ve taraftarları) ve Marikin (Nehrevan haricileri) ile savaşıp onları öldürenin, ve hizipleri (Handek savaşında İslam ve müslümanları yok etme amacıyla bir araya toplanan müşrikleri) dağıtan kimsenin oğluyum. “
“Ben, düşmalarına öğüt vermeye çalışanın oğluyum.”
“Allah’ın ve Peygamberin davetini müminler arasında ilk kabul edebinin oğluyum.”
“İlk müslümanın, müşrikleri kıranın, münafıklara taraf atılmış Allah oku olanın oğluyum.”
“Abidlerin hikmet dili olanın oğluyum.”
“Allah dinine gözcülük ve koruyuculuk edenin, Allah’ın velisinin ilmini taşıyanın oğluyum.”
“Dayanıklı, razı, putları kıran, düşmanı dağıtanın oğluyum.”
“O güçlü bir aslandı.Savaşlarda pehlivanlar onu görünce gizlenmeye yer arardı.Yenilmez kahramandı.Sadece Hicaz’da değil, Irak’ta da… “
“Mekke ve Medineli, Bedir ve Uhud’lu, Ensar ve Muhacirdi.Arapların Ağası, savaşlar aslanı, iki cennet ağası Hasan ve Hüseyin’in babasıydı.Bu benim babam Ali b. Ebi Talib dir.”
“Ben Fatımat-uz Zehra’nın oğluyum.”
“Ben hanımlar hanımının oğluyum.”
“Ben pak Betül’ün oğluyum.”
“Ben Peygamber’in ciğerparesinin oğluyum.”
“Ben kanına boyanan kimsenin oğluyum. Ben bu başın sahibinin, Kerbela kurbanının oğluyum.”
DEĞERLİ OKUYUCULAR BU İMAM KİMDİR?
BU İMAM; İMAM HÜSEYİN (SA)’İN OĞLU İMAM ZEYNELABİDİN (SA)’DİR.
“Ben Resul-i Ekrem’in oğluyum.”
“Ben En güzel yaratılmışın oğluyum.Ben en güzel seçilmişin oğluyum.”
“Ben Hacer-ül Esvedi ridasıyla yerine bırakan kimsenin oğluyum.”
“Ben izar ve ridasına bürünen en hayırlı kimsenin oğluyum. Ben tavaf ve sa’y eden, hacca gidip telbiye söyleyen en hayırlı kimsenin oğluyum.”
“Ben geceyken Mescid’ül Haram’dan Mesvil’ül Aksa’ya götürülenin oğluyum.”
“Ben Burak’a bindirilen ve Cibril’in Sidret-ül Münteha’ya götürdüğü kimsenin oğluyum.Yakınlaşıp daha yakın olanan, Öyle ki O’nunla Peygamber arasında iki keman veya daha az mesafa kalanın oğluyum”
“Ben gök melekleriyle namaz kılan kimsenin oğluyum.”
“Ben Celil olan Allah’ın vahyettiği her şeyi kendisine vahyettiği kimsenin oğluyum.”
“Ben Muhammed Mustafa’nın (saa) oğluyum.”
“Ben Ali Murtaza’nın oğluyum.”
“Ben Lailahe İllallah diyene kadar en pis insanlarla savaşanın oğluyum.”
“Ben, Resulullah’ın huzurunda iki kılıç ile iki mızrak ile vuruşanın oğluyum”
“İki defa hicret ve iki defa biat edenin oğluyum.”
“Ben Bedir ve Huneyn’de Resulullah’ın yanında yer alıp savaşan ve bir an olsun Allah’ı inkar etmeyen kimsenin oğluyum. “
“Ben Cebrail’in kömek ettiği, Mikail’in yar olduğu şahsın oğluyum.”
“Ben Müslümanların namusunu koruyanın oğluyum.”
“Ben mü’minlerin salihinin, nebilerin varisinin, müslümanların rehberinin, mücahidlerin nurunun, Nakisin (Cemel ehli) Kasitin (Muaviye ve taraftarları) ve Marikin (Nehrevan haricileri) ile savaşıp onları öldürenin, ve hizipleri (Handek savaşında İslam ve müslümanları yok etme amacıyla bir araya toplanan müşrikleri) dağıtan kimsenin oğluyum. “
“Ben, düşmalarına öğüt vermeye çalışanın oğluyum.”
“Allah’ın ve Peygamberin davetini müminler arasında ilk kabul edebinin oğluyum.”
“İlk müslümanın, müşrikleri kıranın, münafıklara taraf atılmış Allah oku olanın oğluyum.”
“Abidlerin hikmet dili olanın oğluyum.”
“Allah dinine gözcülük ve koruyuculuk edenin, Allah’ın velisinin ilmini taşıyanın oğluyum.”
“Dayanıklı, razı, putları kıran, düşmanı dağıtanın oğluyum.”
“O güçlü bir aslandı.Savaşlarda pehlivanlar onu görünce gizlenmeye yer arardı.Yenilmez kahramandı.Sadece Hicaz’da değil, Irak’ta da… “
“Mekke ve Medineli, Bedir ve Uhud’lu, Ensar ve Muhacirdi.Arapların Ağası, savaşlar aslanı, iki cennet ağası Hasan ve Hüseyin’in babasıydı.Bu benim babam Ali b. Ebi Talib dir.”
“Ben Fatımat-uz Zehra’nın oğluyum.”
“Ben hanımlar hanımının oğluyum.”
“Ben pak Betül’ün oğluyum.”
“Ben Peygamber’in ciğerparesinin oğluyum.”
“Ben kanına boyanan kimsenin oğluyum. Ben bu başın sahibinin, Kerbela kurbanının oğluyum.”
DEĞERLİ OKUYUCULAR BU İMAM KİMDİR?
BU İMAM; İMAM HÜSEYİN (SA)’İN OĞLU İMAM ZEYNELABİDİN (SA)’DİR.

HZ. İMAM HASAN (AS)
HZ. İMAM HASAN (AS)
İmam Hasan’ın (a.s) doğumu hicrî üçüncü yılın Ramazan ayının ortasında Medine’de doğdu. Babası İmam Ali (a.s), annesi Hz. Fatıma (a.s)’nın ilk çocukları İmam Hasan (a.s) idi
Sahabelerden Cabir’in verdiği bilgiye göre; o doğduğunda Hz. Fatıma (a.s): “Ey Ali, çocuğun adını koy.” dedi. Hz. Ali (a.s): “Onun adını koymakta Resulullah’ın (s.a.a) önüne geçecek değilim.” dedi. Hemen Peygamberimizin (s.a.a) yanına geldi. Peygamberimiz (s.a.a) çocuğu kucağına alıp öptü.
Arkasından sağ kulağına ezan ve sol kulağına kamet okudu. Sonra Hz. Ali’ye (a.s) dönerek: “Adını ne koydun?” diye sordu. İmam Ali (a.s): “Onun adını koymakta senin önüne geçmeyi düşünmedim.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a): “Onun adını koymakta ben de Rabbimin önüne geçmeyi düşünmüyorum.” dedi. Bu sırada yüce Allah, Cebrail’e vahiy yolu ile şu talimatı verdi:
“Muhammed’in bir oğlu dünyaya geldi. Onun yanına in ve kendisine selâm söyle. Benden ve kendinden yana kendisini tebrik et ve ona: “Harun, Musa için ne idi ise, Ali de senin için odur. Bu yüzden yeni doğan çocuğa Harun’un oğlunun adını ver.” de.”
Bu talimatı alan Cebrail, Peygamberimizin (s.a.a) yanına indi ve onu yüce Allah ve kendisi adına tebrik ettikten sonra: “Yüce Allah sana bu çocuğa Harun’un oğlunun adını vermeni emrediyor.” dedi. Peygamberimiz (s.a.a): “Harun’un oğlunun adı ne idi?” diye sordu. Cebrail’in: “Onun adı Şubber idi.” karşılığını vermesi üzerine Peygamberimiz (s.a.a): “Ama benim dilim Arapçadır.” dedi. Bunun üzerine Cebrail: “O hâlde ona Hasan adını ver.” dedi. Peygamberimiz (s.a.a) de ona “Hasan” adını verdi.
Yine Cabir’in verdiği bilgiye göre Peygamberimiz (s.a.a) bu konuda şöyle dedi:
Hasan’a Hasan adı verildi. Çünkü gökler ve yerler Allah’ın ihsanı ile ayakta duruyor.
Peygamberimiz (s.a.a) İmam Hasan’ın (a.s) doğumunun yedinci gününde onun adına kendi eli ile akika kurbanı kesti. Keserken şöyle dedi:
“Bunu Allah’ın adı ile Hasan için akika olarak veriyorum. Allah’ım, onu bu kurbanın kemiği ile kemiklendir, eti ile etlendir, kanı ile kanlandır, saçı ile saçlandır. Allah’ım, onu Muhammed ve Ehlibeyti için koruyucu kıl.”
Bu sözlerin arkasından kurbanın bir parçasını ebeye hediye verdi. Söylendiğine göre verdiği hediye, kesilen koyunun budu idi. Sonra da bunun bir kısmını komşularına verdiler. Peygamberimiz (s.a.a) daha sonra İmam Hasan’ı (a.s) tıraş etti, kesilen saçlarını tarttı ve ağırlıkları kadar yaprak altını sadaka olarak verdi.
Peygamberimizin (s.a.a) amcası Abbas’ın eşi Ümmü’lFazl’ın şöyle dediği nakledilir:
Peygamber’e (s.a.a): “Ey Allah’ın Resulü, rüyamda senin vücudunun bir kısmının kucağımda olduğunu gördüm.” dedim. Bana şu cevabı verdi: “Hayırlı bir rüya gördüm. Fatıma bir erkek çocuğu doğuracak ve bakımını sen üstleneceksin.”
Nitekim Fatıma (a.s) Hasan’ı (a.s) doğurunca, Peygamberimiz (s.a.a) onu, söz konusu rüyayı gören Ümmü Fazl’a verdi. O da ona Kussem b. Abbas’ın sütünden emzirdi.
İmam Hasan’ın (a.s) künyesi Ebu Muhammed’dir. Başka bir künyesi yoktur.
Lakaplarına gelince bunların sayısı çoktur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Taki, Tayyib, Zeki, Seyyid, Sıbt, Veli. Bunların hepsi onun hakkında kullanılıyor ve onun için söyleniyor. Bu lakapların en yaygın olanı Taki lakabıdır. Fakat bunların en üstün derecelisi ve ona en yakışanı, Peygamberimiz (s.a.a) tarafından ona takılan lakaptır. Nitekim güvenilir hadis imamlarından ve kavilerden nakledildiğine göre Peygamberimiz (s.a.a) onun hakkında: “Bu oğlum, Seyyid’dir.” buyurmuştur. Buna göre İmam Hasan’ın (a.s) en önde gelen lakabı Seyyid’dir.
İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
Hasan ile Hüseyin’in (ikisine de selâm olsun) yüzüklerinin kaşlarına: “Hasbiyellah (Allah bana yeter)!” yazısı kazılmıştı.
İmam Rıza’dan (a.s) da şöyle nakledilmiştir:
Hasan’ın (a.s), yüzüğünün kaşına: “elİzzetu lillah (İzzet Allah’a mahsustur)!” cümlesi kazılmıştı.
İmam Hasan (a.s), dedesi Resuli Ekrem (s.a.a) hayatta iken doğdu ve şerefli ömrünün yedi yıl ve altı aylık bölümünü onun gözetimi altında yaşadı. Bu yıllar sayıca az olmalarına rağmen İmam Hasan’ı (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) kişiliğinin küçültülmüş bir kopyası yapmaya yetti. Öyle ki, dedesinin şahsiyetine vurduğu bu büyük damganın sonucu olarak onun için: “Sen yaratılış ve ahlâk bakımından benim benzerim oldun.” demesine lâyık hâle geldi.
Peygamberimiz (s.a.a), bu ümmetin hidayetinin ve gözetiminin sorumluluğunu ve risaletin tebliğinin, uygulanmasının ve geleceğinin korunmasının yükümlülüğünü omuzlarında taşıyan önder idi. Bunun için bu alanda kaçınılmaz olan garantileri ortaya koymak gerekiyordu. Ayrıca vahiy yolu ile bu genç yavruyu bekleyen önemli fonksiyonun farkında olan ve onu bu fonksiyona hazırlamakla görevli olan liderdi. Bunun için bu genç yavrunun kişiliğini, ümmetin hidayetini ve rehberliğini yürütmeye lâyık olacak ve bu muazzam fonksiyon ile uyuşacak ideallikte yapılandırmak gerekiyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan’a (a.s) söylediği: “Sen yaratılış ve ahlâk bakımından benim benzerim oldun.” Sözü, onun bu ilâhî makama lâyık oluşunun, bu makamı hak edişinin mührünü oluşturur. Sözünü ettiğimiz makam, risalet vârisliği ve Peygamberimizin (s.a.a) vasisi olan Ali b. Ebu Talib’in (a.s) halifeliğinden sonra “Resulullah’ın (s.a.a) halifeliği” makamıdır.
Peygamberimizin (s.a.a) en önemli amaçlarından biri, bu ümmetin ilâhî önderliği gasp etme girişimlerine teslim olmamayı sağlayacak uygun ortamı hazırlamak, İslâm’ın inanç sistemi ve siyaseti ile ilgili görüşünün dayanağı olan temel ilkeleri silmeye yönelik bulandırma ve gölgelendirme teşebbüslerinden bu ümmetin etkilenmemesini sağlamaktır. O görüş ki, İslâm onun ümmetin vicdanında kökleştirilip derinleştirilmesine olağanüstü derecede önem vermiştir.
İşte buradan, Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan ve kardeşini (onlara selâm olsun) bekleyen fonksiyon hakkında mükerrer vurgulamaları ile güttüğü amacı anlayabiliriz. Bu vurgulamaların bazı örnekleri şunlardır:
“Onların ikisi kıyam etseler de, otursalar da imamdırlar.”
“Siz ikiniz imamsınız ve annenizin şefaat yetkisi vardır.”
Aynı konudaki diğer örnekler de, Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hüseyin’e (a.s) söylediği şu sözdür:
“Sen seyyidsin, seyyidin oğlusun ve seyyidin kardeşisin. Sen hüccetsin, hüccetin oğlusun, hüccetin kardeşisin ve dokuzuncusu Kaim olanları olan dokuz hüccetin atasısın.”
Aynı konudaki bir başka örnek de, Peygamber efendimizin (s.a.a) İmam Hasan (a.s) için söylediği şu sözdür:
“O; cennetlik gençlerin efendisi, Allah’ın ümmet üzerindeki hüccetidir. Onun emri benim emrim, sözü benim sözümdür. Kim ona uyarsa, o bendendir. Kim ona karşı çıkarsa, o benden değildir…”
Yine Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan ve İmam Hüseyin ile kendisini ne kadar sıkı bir şekilde özdeşleştirdiğini şu sözlerinden açıkça anlıyoruz:
“Sizin barış yaptığınız kimseler ile ben de barışığım. Sizin savaştığınız kimseler ile ben de savaş hâlindeyim.”
Sahabîlerden Enes b. Malik’in şöyle dediği naklediliyor:
“Bir defasında Hasan, Peygamberimizin (s.a.a) yanına girdi. Ben onu ondan uzaklaştırmak istedim. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana, ey Enes! Benim oğlumu, gönlümün meyvesini bırak. Kim bu oğlumu üzerse, beni üzmüş olur. Kim de beni üzerse, Allah’ı üzmüş olur.”
Peygamberimiz (s.a.a) İmam Hasan’ı (a.s) ağzından ve İmam Hüseyin’i (a.s) boğazından öperdi. O, bu hareketi ile bu iki İmam’ın şehit edilmeleri ile bağlantılı önemli bir gerçeğin ipucunu vermek, onlar ile arasındaki sıkı kaynaşmayı açığa vurmak, ilerdeki tutumları ve uygulamaları konusunda onları desteklediğini belirtmek ister gibi idi.
Hatta İmam Hasan ile kardeşine duyduğu sevgi o kadar ileri derecede idi ki, mescitte konuşma yaparken hutbesini kesip minberden inerek onları kucaklardı.
Herkes bilir ki, Peygamberimizin (s.a.a) davranışlarındaki hareket noktası şahsî arzuları, kişisel içgüdüleri ve duyguları olmazdı. Tersine o bu hareketi ile bu ümmetin dikkatini bu iki İmam’ın yüceliğine ve makamlarının yüksekliğine çekiyordu.
Bu söylediklerimiz, Peygamber efendimizin (s.a.a) bu iki İmam hakkındaki sözlerinin çokluğunun sırrını bize açıklamaktadır.
Meselâ İmam Hasan (a.s) hakkında şöyle demiştir:
“Allah’ım, bu benim oğlumdur. Ben onu seviyorum. Onu sen de sev ve onu seveni de sev.”
Necran Hıristiyanlarının bazı ileri gelen din adamları Peygamberimize (s.a.a) gelerek onunla Hz. İsa (a.s) hakkında tartışmaya giriştiler. Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine kesin deliller sunduğu hâlde, adamlar gerçeği kabul etmediler. Bunun üzerine her iki taraf yüce Allah’ın huzurunda mübahale yapmaya, yani Allah’ın ebedî lânetinin ve yakın vadeli azabının yalancı tarafın üzerine olmasını dilemeye karar verdiler. İslâm risaletinin tarihinde çok önemli yeri olan bu olayı Kur’ânı Kerim şöyle kayda geçirdi:
Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ona: “Ol!” dedi, o da oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz kendi oğullarınızı; biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadınlarınızı; biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim de, Allah’ın lânetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Ali İmran/ 59-61)
Necranlı Hıristiyanlar evlerine dönünce Seyyid, Akıb ve Ehtem adlarındaki reisleri: “Eğer Muhammed, kavmini öne sürerek bizim ile mübahale ederse, onunla mübahale ederiz. Çünkü bu durumda o, peygamber değildir. Fakat eğer sadece Ehli Beyt’ini öne sürerek bizim ile mübahele etmek isterse, onunla mübahele etmeyiz. Çünkü o ancak doğru söylediği bir konuda Ehli Beyt’ini ileri sürer.” dediler.
Peygamberimiz (s.a.a) Ali’yi, Fatıma’yı ve Hasan ile Hüseyin’i (üzerlerine selâm olsun) yanına alarak Necranlı Hıristiyan heyetinin karşısına çıktı. Necranlı Hıristiyanlar Peygamberimizin (s.a.a) beraberindekilerin kimler olduğunu sordular. Kendilerine: “Bu adam amcasının oğlu, vasisi ve damadı Ali b. Ebu Talip; bu kadın kızı Fatıma, bu gençler de çocukları Hasan ve Hüseyin’dir.” cevabı verildi. Bunun üzerine adamlar, Peygamberimize (s.a.a) “Senin kararına razıyız, bizi mübaheleden muaf tut.” diyerek kararlaştırılan buluşma yerinden ayrıldılar. Peygamberimiz (s.a.a) de cizye vermeleri karşılığında, onlarla barış yaptı. Arkasından adamlar beldelerine döndüler.
Ayette geçen “oğullarımız” ifadesi ile Hasan’ın ve Hüseyin’in kastedildiği hususunda bütün tefsir bilginleri görüş birliğindedirler.
Nitekim Zemahşerî: “Bu ayet, Ashabı Kısa’nın üstünlüğü konusunda daha güçlüsü düşünülemeyecek derecede sağlam bir delildir.” demiştir.
İmam Hasan ile kardeşi İmam Hüseyin’in (üzerlerine selâm olsun), çocukluk yaşlarında İslâm’ın ideal ve somut örnekleri olarak sayılmaları, açık kanıtların ortaya koyduğu sağlıklı inanç sistemi ile ilgili bir bilinçtir. Öyle açık kanıtlar ki, bunlar Ehli Beyt İmamları’nın çocukluk yaşlarında ilâhî emaneti yüklenmeye ehil olduklarını, İslâm ümmetini hakîmane ve bilinçli şekilde yönetecek bir seviyede olduklarını kesin bir biçimde pekiştirir.
Nitekim tarih bu gerçeği, İmam Cevad (a.s) ile İmam Mehdi (a.f) hakkında fiilen tescil etmiştir. Bilindiği gibi ilâhî irade bu iki İmam’ın çocukluk yıllarında önderlik sorumluluğunu üstlenmelerini diledi. Bu durum, yüce Allah’ın dininin taşıyıcıları ve kullarının gözetleyicileri olmalarını murat ettiği şahsiyetler için garip bir olay değildir.
İşte Meryem oğlu İsa (a.s)!… Kur’ânı Kerim ondan şöyle söz ediyor:
Bunun üzerine Meryem eli ile oğlunu göstererek onunla konuşmalarını önerdi. Onlar da: “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?” dediler. O sırada beşikteki çocuk dile gelerek: “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitap vererek beni peygamber yaptı.” dedi.
Yahya Peygamber’in (a.s) durumu da böyle. Nitekim yüce Allah onun hakkında şöyle diyor:
Allah ona: “Ey Yahya, tüm gücünle bu kitaba sarıl.” dedi. Ona daha çocukken hikmet verdik.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun), çocukluk yıllarında insanî olgunluk ve kemal alanında öylesine yüksek bir düzeyde idiler ki, bu kemal düzeyi onları ilâhî inayete muhatap edecek bütün özelliklere sahip kılmış ve İslâm’ın, Peygamberimizin (s.a.a) diliyle kendilerine bağışladığı karakteristik niteliklerin çoğuna lâyık hâle getirmişti. Bu karakteristik nitelikler onları büyük sorumlulukları taşımaya muktedir yapmıştı. Bu mübahelede hazır bulunanlar davada ortak olduklarına göre Hz. Ali, Hz. Fatıma, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) güdülen davanın katılımcıları ve bu davayı ispat etmek için düzenlenen mübaheleye yönelik çağrının ortakları idiler.
Bu olay, yüce Allah’ın sadece Peygamber’inin Ehli Beyt’ine özgü kıldığı menkıbelerin en faziletlilerinden biridir.
Nitekim İslâm âlimleri bu mübahele olayından, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in faziletli oldukları sonucunu çıkarmışlardır. Bu âlimlerden biri olan İbn Ebu Allan ki Mutezile mezhebinin imamlarından biridir bu konuda şöyle diyor:
Bu olay, Hasan ile Hüseyin’in mübahele için ortaya çıkarıldıkları sırada mükellef sayıldıklarına delâlet eder. Çünkü mübahele ancak buluğ çağında olan kişiler ile yapılır.
Bu İmamların Rıdvan Biati’ne iştirak ettirilmeleri, ayrıca Hz. Fatıma (a.s) ile Ebu Bekir arasındaki Fedek hurmalığı ile ilgili davada şahitliklerine başvurulması, bunların yanı sıra Peygamberimizin (s.a.a) çeşitli vesilelerle onlar hakkında söylediği sözler ve takındığı tavırlar da bu gerçeği teyit eder.
Bütün bunlar, Peygamberimizin (s.a.a) insanları psikolojik yönden eğitmek için murat ettiği yöntemin unsurlarını oluşturmak ve Ehli Beyt İmamları’nın (üzerlerine selâm olsun) hayatlarının herhangi bir bölümünde ilâhî risalet görevini üstlenmelerinin mümkün olduğunu insanlara anlatmak yönünde cereyan etmekteydi.
Üçüncü Sonuç: Karşılaşılması Gerekli Olan Siyasetler
Peygamberimizin (s.a.a), Ehli Beyt’ini bu mübaheleye iştirak ettirmesinin arkasında bir dizi siyasal ve eğitimsel amaçlar saklı idi ki, bunların birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
a) Müslüman kadının en yüce örneği kabul edilen Hz. Fatıma’yı böylesine hayatî bir dinî konuda ortaya çıkarmak, kokuşmuş cahiliye döneminden kalan anlayışı silme yolunda önemli adımlardan biri idi. O kokuşmuş anlayış ki, kadına hiçbir kayda değer önem atfetmeye yanaşmıyordu. Önem vermek şöyle dursun, o dönemin Arapları kadını kötülük ve belâ kaynağı, utanç ve hıyanet sebebi olarak görüyorlardı. Bu yüzden kadını bu davada ortak ve davanın ispatında katkı sahibi olarak görmek şurada dursun, onu hassas, kritik, hatta bu mesele gibi mukaddes bir konuya katılmış görmeyi hiç kimse düşünemezdi.
b) Peygamberimiz (s.a.a), İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i bu mübahaleye kendi oğulları sıfatı ile ortaya çıkarmıştı. Aslında onlar kızı Fatıma’nın (a.s) oğulları idi. Bu tercihin büyük bir anlamı ve derin bir esprisi vardı. Çünkü bu olayı anlatan ayette, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) kızının oğulları olmalarına rağmen Peygamberimizin kendi oğulları diye anılabileceklerine dair delâlet vardır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) karşı tarafa oğullarını çağıracağına söz verdi ve sonra İmam Hasan ve İmam Hüseyin’le birlikte mübaheleye geldi.
Peygamberimizin (s.a.a) bu adımı az önce değindiğimiz gerekçenin yanı sıra bir başka cahiliye anlayışını ortadan kaldırmayı hedef edinmişti. Bu anlayışa göre gerçek oğulları kızların oğulları değil, oğulların oğulları idi.
Peygamberimizin (s.a.a) bu cahiliye zihniyetini düzeltmek için attığı bütün bu adımlara rağmen bazılarının bu zihniyete hâlâ bağlı kaldıklarını görüyoruz. Bu bağlılık şu ayetin tefsirine dayandırılan bazı fıkhî görüşlerde ortaya çıkıyor:
Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder…
Sözünü ettiğimiz zihniyetin bağlıları mirası oğullardan türeyen vârislere mahsus sayarak kızlardan türeyenleri bu haktan mahrum kabul etmişlerdir. Oysaki yukarıdaki ayette bunun aksine işaret vardır.
Ehli Beyt karşıtı akım, tarih boyunca bu uğurda bütün güçlerini seferber eden hükümdarların desteğini yanında bulduğu hâlde gerçeği karartma ve tarihi çarpıtma konusunda başarıya ulaşması yolunda karşısına dikilen aşılmaz bir engel ile yüz yüze gelmekten kurtulamamıştır. Bu engel Kur’ân’da, mütevatir hadislerde ve çok sayıda sahabînin bildiği, gördüğü, işittiği sayısız uygulamalarda ifadesini bulan ve arkasından İslâm ümmetine intikal eden güçlü delillere ve büyük gerekçelere sahip bir Ehli Beyt’in mevcudiyetidir.
Bu noktada İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) oğulları olduklarını kabul etmek istemeyen girişimlere bazı örnekler vermek istiyoruz:
1 Muaviye’nin kölesi Zekvan diyor ki:
Muaviye: “Bu iki oğlanı Peygamber’in oğulları diye adlandıran hiçbir kimseyi tanımıyorum. Onlara Ali’nin oğulları deyin.” dedi. Bir süre sonra oğullarını şeref listesine yazmamı emretti. Ben de oğullarının ve oğullarının oğullarının adlarını yazdım, fakat kızlarının oğullarını listeye almadım. Listeyi bu şekli ile Muaviye’ye götürdüm. Yazdıklarıma baktıktan sonra: “Yazıklar olsun sana! Büyük oğullarımın adlarına yer vermedin.” dedi. “Kim onlar?” diye sormam üzerine: “Falanca kızımın oğulları benim oğullarım değiller mi?” karşılığını verdi. Ben: “Allah aşkına, nasıl oluyor da senin kızının oğulları oğulların oluyor; ama Fatıma’nın oğulları Peygamber’in oğulları olmuyor?” dediğimde, şu cevabı verdi: “Ne oluyor sana, Allah canını alasıca! Sakın bu sözün başkasının kulağına gitmesin.”
2 İmam Hasan (a.s), Muaviye’ye delil göstermek üzere şöyle dedi:
…Allah’ın Resulü (s.a.a) nefislerden kendisi ile birlikte babamı, oğullardan benim ile kardeşimi ve kadınlardan annem Fatıma’yı bütün insanlardan ayırıp çıkardı. Biz onun ailesi, eti, kanı ve nefsiyiz. Biz ondanız, o da bizdendir.
3 Ünlü tefsir bilgini Fahri Razî: “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh’u ve onun soyundan gelen Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u doğru yola iletmiştik ve biz iyilere böyle karşılık veririz. (Ve yine) Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da. Hepsi de salihlerdendi.” (Enam/ 8485) ayetinin, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) oğulları olduklarına delâlet ettiğini söyledikten sonra: “Denildiğine göre Ebu Cafer Muhammed Bâkır, bu ayeti Haccac b. Yusuf karşısında delil gösterdi.” diye sözlerini bağlar.
4 Amr b. As, Emirü’lMüminin İmam Ali’ye (a.s) gönderdiği bir elçi aracılığı ile birkaç mesele yüzünden onu ayıpladığını bildirdi. Bu meselelerden biri, Hz. Ali’nin İmam Hasan ile Hüseyin’i Resulullah’ın (s.a.a) oğulları olarak adlandırması idi. Hz. Ali, Amr b. As’ın elçisine şu cevabı verdi:
O rezil oğlu rezile de ki, eğer o ikisi Resulullah’ın oğulları olmasaydı, babasının sandığı gibi Peygamberimizin soyu kurumuş olacaktı.
İmam Hasan (a.s) birçok münasebetle ve birçok durum vesilesi ile bu gerçeği açıkça haykırdı. Sadece Peygamberimizin (s.a.a) oğlu olduğunu açıklamakla ve kanıtlamakla yetinmeyerek, bu beyanda imamlık ve halifelik hakkının sadece kendisine ait olduğunu, bu hakkın Muaviye ve benzerlerine geçmesinin mümkün olmadığını vurguladı. Çünkü Muaviye, kişiyi halifeliğe lâyık kılan niteliklerden yoksundu; hatta halifelik ile çelişen niteliklerin sahibi idi.
İmam Hasan’ın (a.s) bazı vesileler ile özellikle bu konuda söylediklerinin bazıları şunlardır:
1 Babasının ölümünden hemen sonra yaptığı bir konuşmada şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, beni tanıyan tanıyor. Tanımayanlara gelince ben Ali’nin oğlu Hasan’ım, ben Peygamber’in oğluyum, ben vasinin oğluyum.”
2 Bir defasında Muaviye, ondan minbere çıkıp bir konuşma yapmasını istedi. O da minbere çıkıp konuşma yaptı. Konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
“Eğer yeryüzünün iki yakası arasında Peygamberiniz için oğul ararsanız, benden ve kardeşimden başkasını bulamazsınız.”
Peygamberimiz (s.a.a) Sakif kabilesine mektup yazdığı zaman İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i bu yazıya şahit tuttu. Henüz çocuk yaştaki bu iki şahsiyetin yanı sıra, İmam Ali’nin de (a.s) şahitliğini kayda geçirdi.
Ebu Ubeyd bu konuda şöyle diyor:
Fıkıh ile ilgili bu hadis, Hasan ile Hüseyin’in şahitliklerini ispat ediyor. Bu hadisin benzeri, bazı tabiînden de rivayet ediliyor. Bu rivayete göre çocuk yaştaki kişilerin şahitlikleri yazıya geçirilir, bu çocukların nesepleri sorgulanarak kabullenilir ve bu uygulama beğeni ile karşılanılır. Şimdi de onun Peygamberimizin sünnetinde yer aldığını görüyoruz.
Peygamberimiz (s.a.a) büyük bir toplumun geleceği ile ilgili böyle önemli bir resmî yazıda bu iki çocuktan başka şahit tutacak bir sahabî bulamadı mı? Sakif kabilesinin heyeti yanına gelip de onlara bu mektubu yazdığı zaman yalnız mı idi ki, henüz beş yaşlarına basmamış bu iki küçük çocuğu şahit göstermeye ihtiyaç duydu?
Eğer tarihî kaynakları biraz gözden geçirirsek, bu ihtimalin çok uzak olduğunu görürüz. Çünkü bu kaynaklar bize açıkça gösteriyor ki, Peygamberimiz (s.a.a) Sakıf heyeti Kur’ân’ı işitme imkânına kavuşsun ve insanları namaz kılarken görsünler diye onlar için mescitte özel bir bölüm hazırlamıştı. Ayrıca bu yazı yazılırken sahabîlerden Halid b. Said b. As, Peygamberimizin (s.a.a) yanında idi ve yazının kâtibi de Halid b. Velid idi. Buna rağmen bu iki kişi bu yazının şahitleri olarak kayda geçirilmedi. Bu gerçeği değerlendirdiğimizde, Peygamberimizin (s.a.a) neye işaret etmek istediğinin bilincine varıyoruz. Peygamberimiz, bu tercihi ile İmam Hasan’la İmam Hüseyin’in üstünlüklerini, Sakif kabilesi gibi İslâm’a ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlığıyla tanınan bir topluluk ile yapılmış bu anlaşma gibi önemli siyasî anlaşmalar da dâhil olmak üzere son derece büyük sorumluluklar yüklenmeye ehil olduklarını vurgulamak istedi.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) Rıdvan Biati’nde hazır bulundular ve Peygamberimiz (s.a.a) ile yapılan biate katıldılar.
Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Hasan ile Hüseyin ayakta olsalar da, (kıyam etseler de, köşelerinde) otursalar da imamdırlar.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatı ile risalet dönemi sona erip imamet dönemi başladı. Bu dönem, İmam Ali b. Ebu Talip (a.s) ile başladı. İmam Ali’yi (a.s), ilâhî devrimin ve İslâm ümmetine rabbanî önderlik etmenin yüklerini taşımak üzere Peygamberimiz (s.a.a) tayin etti. O İmam Ali ki, yüce Allah onu bol lütfu ile donattı, cahiliye tortularından arındırarak reşit hidayetin gölgesinde kemale ve celâle doğru gelişmesini murat etti.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) çocukluklarını Resulullah’ın (s.a.a) hayatında geçirdiler. Peygamberimizin (s.a.a) onlara nasıl çocuk muamelesi yapmadığını, tersine onlara ilerde büyük önderlik sorumlulukları altına girecek iki İslâmî şahsiyet muamelesi yaptığını yukarıda gördük. Bu gerçeği Peygamberimizden (s.a.a) gelen çok sayıda belge açıkça ortaya koyuyor.
İmam Hasan ile Hüseyin’in gençlikleri ise, babalarının imamlık döneminde başladı. Bu dönem, hem İslâm devleti, hem de Ehli Beyt (üzerlerine selâm olsun) için istikrarsız bir dönem oldu. Çünkü İmam Ali (a.s) siyasî önderlikten uzaklaştırıldı ve önderlikten nasibi olmayan kişiler iktidarı üstlendi. İmam Ali’yi (a.s) iktidardan dışlamanın altında yatan dürtü; kabilecilik taassubu, intikam, kıskançlık, İmam Ali’yi ve onun ilâhî önderlik konumunu küçümsemek gibi duygular idi.
Arkasından Hz. Fatıma’nın (a.s) evi zorbaların saldırısına uğradı ve tehlikeler ile kuşatılmış İslâm devleti istikrar bulsun diye İmam Ali (a.s) zincire vurularak, Ebu Bekir’e biat etmeye yöneltildi.
Bu olumsuz ortamda İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) olayların gelişmesini ve dedeleri Resulullah (s.a.a) dönemindeki şerefli konumdan sonra nasıl kendilerinin ve Peygamber (s.a.a) ailesinin zelil (yalnız) duruma düşürüldüklerini gözetliyorlardı. Hz. Fatma (a.s) ile oğulları bu dönemde çeşitli kereler tavırlarını ortaya koydular. O Fatıma ki, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra risaletle ilgili konularda babasının kendisi için çizdiği risalet plânının dışına çıkması düşünülemezdi
Peygamberimizin (s.a.a) vefatı üzerine arka arkaya birçok olaylar vuku buldu. Tek taraflı olarak iktidara el kondu. Ebu Bekir Müslümanların halifeliğine getirildi. İmam Ali (a.s), yüce Allah’ın kendisini lâyık kıldığı tabiî mevkiinden uzaklaştırıldı. Yüce Peygamberimizin (s.a.a) kızı Hz. Fatıma (a.s), babasından kalan mirasın gasp edilmesine maruz bırakıldı. Peygamberimizin (s.a.a) hayattayken mülkiyetine verdiği varlığına el kondu. Bu konuda kendisi ile Ebu Bekir arasında bir dizi tartışmalar ve davalaşmalar meydana geldi. Sonunda Ebu Bekir, ondan iddialarını ispat edebilmesi için şahitler göstermesini istedi. Hz. Fatıma (a.s) da İmam Ali’yi (a.s), İmam Hasan’ı, İmam Hüseyin’i ve Ümmü Eymen’i şahit gösterdi. Fakat Ebu Bekir bu şahitleri kabul etmeyerek hakkını ona geri vermeyi reddetti.
Tathir Ayeti hükmüne göre masum bir kadın olan Hz. Fatıma’nın (a.s) çocuk yaştaki İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i şahit göstermesi, ancak hanif şeriatın hükümleri uyarınca gündeme gelebilirdi. Bu adım, Müslümanların gözü ve kulağı önünde ve Emirü’lMüminin İmam Ali’nin (a.s) onayı ve desteği ile atıldı. Bütün bunlar, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in, o sırada henüz yedinci yaşlarını aşmamış olmalarına rağmen böylesine bir münasebetle şahitlik yapmaya ehil olduklarının kesin kanıtıdır.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin’e (üzerlerine selâm olsun) böylesine büyük bir meselede bariz bir rol verilmesi, ne rastgele bir adımdı ve ne Ehli Beyt’in tutumlarını düzenleyen kurallardan bağımsız bir uygulama idi. Tersine, bu uygulama Peygamberimizin (s.a.a) onları yetiştirme, onları tabiî yerlerine yerleştirme ve ümmetin önderliği düzeyine çıkarma alanındaki tutumunun devamıdır.
İmam Hasan b. Ali’nin (a.s) Ebu Bekir’e karşı şöyle bir tavrı oldu:
Bir gün Ebu Bekir minberde konuşurken, İmam Hasan mescide geldi ve Ebu Bekir’e: “Babamın minberinden in.” dedi. Ebu Bekir de ona: “Vallahi doğru söylüyorsun. Bu minber senin babanın minberidir, benim babamın minberi değildir.” cevabını verdi.
İmamlık iki temel esasa dayanır: Biri bilgiyi, masumiyeti ve diğer ayrıcalıkları içeren yeterliliktir. Öbürü ise, açık nas (belge)dir. Bundan dolayı Ehlibeyt İmamları’nın (selâm üzerlerine olsun), sürekli olarak bu nasları dile getirmeye, hatırlatmaya ve ısrarla vurgulamaya önem verdiklerini görürüz. İşte İmam Hasan (a.s) birçok sözünde ve tavrında bu nasları dile getirmeye özellikle önem vermenin öncülüğünü yapmıştır. Bu ısrarın bir örneği, onun şu sözleridir:
“Onlar (Ehlibeyt) yüce Allah’ın kendilerine itaat edilmesini farz kıldığı kimselerdir. Onlar iki Sakaleyn’in (iki ağır emanetten) biridirler.”
Ehli Beyt İmamları sürekli olarak Resulullah’ın (s.a.a) ilminin vârisleri olduklarını, Cifr, Camia ve benzeri kitapların kendi yanlarında olduğunu ısrarla vurgulamışlardır.
İmam Ali (a.s), İmam Hasan’ın (a.s) imamlık ilmi alanındaki nitelikli konumunu, çocukluğundan beri ispat etmeye önem verirdi. Maksadı, Müslümanların onun ilminin genişliğinin farkına varmaları ve bu üstünlüğünün onun imamlığına kesin delil olması idi.
Yine İmam Ali (a.s), oğlunun bu niteliğini iktidara zorla el koyarak gerçek hak sahiplerini haklarından uzaklaştıranlara açıklamaya önem verirdi. Oğlunun üzerine dikkatleri çekmek için takip ettiği üslûp, insanların aralarında ondan söz etmelerini ve toplantılarında ondan hayranlıkla bahsetmelerini sağlayacak nitelikte idi. Çünkü henüz on yaşına girmemiş bir çocuğun derinlikli ve çetrefil sorulara cevap vermesi, insanların takdir duygularını uyandırır ve buna ilgi duymalarına yol açar.
Kadı Nu’man, Şerhu’lAhbar adlı eserinde isnat zincirini zikrederek Ubade b. Samit’ten şu olayı naklediyor:
Bedevînin biri Ebu Bekir’e: “Ben ihramlı iken bir devekuşu yumurtasını çölden ele geçirip, kızartıp yedim. Ne yapmam gerekir?” diye sordu. Ebu Bekir: “Ey bedevî, senin bu meselen bana müşkül geldi.” diyerek adamı Ömer’e gönderdi. Ömer de onu Abdurrahman b. Avf’a gönderdi. Hiçbiri cevap veremeyince, adama: “Senin, alnı açığa (yani İmam Ali’ye) gitmen gerekir.” dediler. Emirü’lMüminin Ali (a.s), bedevîye: “Sorunu bu iki gençten hangisine istersen sor.” dedi. İmam Hasan, bedevîye: “Deven var mı?” diye sordu. Adamın “Evet, var.” karşılığını vermesi üzerine şöyle dedi:“Yediğin her yumurta sayısı kadar dişi deve ayarla ve onları erkek develerle çiftleştir; ardından onlardan doğanları haccını yaptığın Allah’ın evine kurbanlık olarak gönder.” Bunu duyan İmam Ali, oğluna sordu ki: “Ama doğmadan önce bazı yavruların düşmesi ihtimali var!” (Öyle bir şeyle karşılaşırsa, ne yapmalı?)” İmam Hasan, babasının cevabında dedi ki: “Deve yavrusundan düşeni varsa, yumurtadan da bozuk olabileni var.” (Öyle bir ihtimal deve yavrusunda varsa, yenilen yumurtada da söz konusudur.)
Ravi der ki:
Tam bu sırada bir ses duyuldu: “Ey insanlar! Bu delikanlı çocuğun anladığı, Davut oğlu Süleyman’ın anladığıdır.”
İmam Hasan (as) Ebuzer ile vedalaştığında şöyle der;
Amcacığım! Uğurlananın suskun kalması ve uğurlayanın ayrılıp geri dönmesi gerekli olmasaydı, üzüntü uzasa bile söylenen sözler kısa ve yetersiz olurdu. Adamlardan sana gördüğün şeyler geldi. Dünyanın sonrasının ümidi ile onun problemsiz ortamını ve karşılaşılan şiddetli şartlarını düşünerek onu bir yana at. Senden razı olarak Peygamber’ine (s.a.a) kavuşacağın güne kadar sabret.”
Bunlar, İmam Hasan’ın (a.s) yüce sahabî Ebuzer’i uğurlarken ona söylediği sözlerdir. Bu uğurlamaya İmam’ın babası, kardeşi, amcası Akil, amcasının oğlu Abdullah b. Cafer ile İbn Abbas da katılmıştı. O Ebuzer ve yüce sahabî ki, din ve hak yolunda onurlu bir mücadele vermiş, bu uğurda birçok baskıya, aşağılanmalara ve belâlara katlanmıştı. Sonunda kimsesiz ve yalnız başına Rebeze’de sürgün olarak hayata gözlerini yummuştu.
İmam Hasan’ın (a.s) bu sözleri, iktidardaki egemen çizginin tasarrufları ve tutumları karşısında takındığı köklü tutumu açıkça ifade ediyordu. İmam (a.s) bu sözleri ile Ebuzer’in ulaşmak istediği hedeflerin gerçekleşmesine katıldığını belirtiyordu. Öyle ki, İslâm ümmetini uykusundan uyandırıp, olup bitenler hakkında bilinçlendirmek için çığlık atmak gerekiyordu. İnsanlara anlatmak lâzımdı ki, hükümdarın eleştiriden uzak tutulması, asla mümkün değildi. O kanunun üstünde olamazdı. Tersine o, kanunun koruyucusu ve savunucusu olmalı idi. Buna göre hükümdarın nefsi onu herhangi bir hukuka aykırı davranışa sürüklediği veya yetkisini arzularının ve kişisel çıkarlarının hizmetinde kullanmaya sevk ettiği zaman, her Müslümanın hak sözü haykırması, medyana gelen zulmün ve sapmanın giderilmesine çalışması onun hakkı, hatta görevidir.
Öte yandan şartlar İmam Ali’nin (a.s), oğullarının ve onların izinden giden diğer Müslümanların, Ebuzer’in davranış tarzını izlemelerine uygun olmadığı takdirde en azından görüşlerini açıklamaları gerekir ki, bu görüş onun şahsı ve tutumu hakkındaki İslâm’ın görüşüdür. Çünkü bu açıklamalar, Ebuzer’in onurlu tutumuna bir tanıtım boyutu, bir fikrî ve siyasî derinlik kazandırır. Bu boyut ve derinlik ise, o onurlu tutumdan doğacak verileri ve sonuçları koruma altına alır.
İmam Hasan’ın (a.s) Ebuzer’e söz konusu tutumunun sonucu olarak başına gelen sürgün yolculuğunun başlangıcında söylediği sözleri iyi bir düşünce süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, bu sözlerin iktidarın Ebuzer’e yönelik çirkin davranışından duyulan derin üzüntüyü içerdiğini görürüz. Bunun yanı sıra İmam, Ebuzer’i takındığı tutumda teşvik ediyor, kuvvetle arkasında durduğunu dile getiriyor. Ayrıca bu tutumda Peygamberimizin (s.a.a) ve buna bağlı olarak yüce Allah’ın rızası olduğunu vurguluyor.
Bütün bunların ötesinde İmam, Ebuzer’in üzüntüsünü hafifletmeye çalışıyor. Bunun için ona karşılaştığı sıkıntıyı hafifletecek, kendisini bekleyen belâlara karşı koymayı kolaylaştıracak sağlıklı bakış açası gösteriyor. Bu bakış açısını edinmesi için, dünyanın sonrasının ümidi ile onun problemsiz ortamını ve karşılaşılan şiddetli şartlarını düşünerek onu bir yana atmasını teklif ediyor.
Bir dizi rivayet bize gösteriyor ki, hak yolunun İmamları (selâm üzerlerine olsun) taraftarlarının söz konusu savaşlara katılmalarını teşvik etmiyorlar, hatta bu katılmalara engel oluyorlar, dahası İslam’ın temelini korumak için gerekli olmadığı durumlarda sınır boylarında nöbet tutulmasını onaylamıyorlar ve bu yolda adakta bulunmuş olsa bile bu savaşlar için malî destek verilmesini kabul etmiyorlardı.
Ama eğer düşman İslâm toprağına saldırmaya kalkışırsa, Ehli Beyt İmamları (a.s) taraftarlarının savaşmak zorunda olacaklarını belirtiyorlardı. Müslümanlar böyle bir durumda sözü edilen hükümdarları savunmak için değil, İslâm’ın özünü ve merkezini savunmak için savaşmış olacaklardı.
Elimizdeki bir rivayete göre, İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle diyor:
“Bir Müslüman, Allah’ın hükmüne inanmayan ve ganimetler ile ilgili ilâhî emirleri uygulamayan kimselerin yanında cihada çıkmaz.”
Bazı tarihçilerin naklettiklerine göre isyancılar Osman’ın evini kuşattıklarında İmam Ali (a.s), oğulları Hasan ve Hüseyin’i (selâm üzerlerine olsun) onu savunmak için gönderdi. Hatta yine tarihçilere göre isyancıların Osman’a attıkları oklar ile kapıda duran İmam Hasan (a.s) yaralandı ve kanlara boyandı. Sonra isyancılar evin damına çıkıp içeri girerek Osman’ı öldürdüler. Olayın ardından cinayet yerine gelen İmam Ali’nin (a.s) şaşkın ve üzgün olduğu görüldü. Yine bu tarihçilere göre, eğer İmam (a.s) Hasan’ın Osman’ı isyancılara karşı savunduğu doğru ise, bunun tek sebebi, kendisini ve babasını halifenin kanının dökülmesinde temize çıkarmak ve art maksatlıların onu suçlamalarına bahane vermemekti.
İmam Hasan (a.s) bir hutbesinde şöyle dedi:
“Muhammed ve onun vasileri olmasaydı, sizler şaşkın olurdunuz, farzlardan hiçbirini bilemediniz…”
İmam Hasan (a.s) bu sözleri farzları saydıktan sonra söyledi. Saydığı farzlar arasında, velâyetin Ehli Beyt’e ait olduğu ilkesi de yer alıyordu.
İmam Hasan (a.s) bir başka konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
Bize itaat etmek farzdır. Çünkü bize itaat etmek, Allah’a ve O’nun Resul’üne yönelik itaat ile eşleştirilmiş, birlikte sayılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: Ey müminler! Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan Ulu’lEmr’e itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin…”
Olaylar Osman’ın öldürülmesi veya görevden uzaklaştırılması doğrultusunda seyrederken, bütün Müslümanlar büyük bir merakla Halife’nin yerine kimin geçeceğini bekliyorlardı. Bu makama göz dikenlerin sayısı çoktu. Bunların arasında Talha, Zübeyir ve Ayşe gibi olayların macerasını derinleştirenler, çapını genişletenler, parıldayan ateşe yakıt ikmali yapan kimseler vardı. Bu makama en büyük özlem ile göz diken Talha idi. Öyle ki, sözünü ettiğimiz ayaklanma olaylarının önüne geçerek birkaç gün içinde eline geçeceğini düşündüğü makama peşinen oturdu. Yani Osman evinde kuşatılmış fakat henüz hayattayken, beytülmali işgal etti ve halka namaz kıldırdı.
Hiç şüphesiz, [Ömer'in belirlediği] şûra fertlerinin altı üyesinden geride kalan dört kişinin halife seçilme şansı diğer kimselerden daha fazla olduğu gibi, İmam Ali’nin (a.s) seçilme şansı hepsinden fazla idi. Gerek Medine’de, gerekse Medine dışında kalabalıklar ona yöneliyordu. Hatta isyancılar bile ona hiç kimseyi rakip saymıyorlardı. Çünkü onlar iyi biliyorlardı ki, kendilerinin uğrunda ayaklandıkları hedefleri, o gerçekleştirecekti.
Aynı zamanda Talha ile Zübeyir’in kızgınlıklarının hak için ve Allah için olmadığının, bu kişiler ile Osman ve yakın çevresi arasında bir fark bulamadığının farkında idiler. Onlar bu gerçeği, Osman’ın öldürülmesinin öncesindeki günler sırasında bu şahısların takındıkları tavırdan kesinlikle anlamışlardı.
Belâzurî, Ensabu’lEşraf adlı eserinde şöyle anlatır:
İmam Ali (a.s), iki tarafın arasını bulmaktan ümidi kesince evine kapandı. Osman öldürülüp de halk onun işini bitirince ve etrafında toplanacakları bir imama ihtiyaçları olduğunu anlayınca, bir bütün hâlinde bağıra çağıra İmam Ali’ye gittiler. “Emirimiz Ali b. Ebu Taliptir.” diyorlardı.
Sonunda evine girerek: “Elini uzat da sana biat edelim.” dediler. İmam Ali (a.s) onlara: “Bu iş size düşmez; bu, Bedir Savaşı’na katılanların işidir. Bedir Savaşı’na katılanlar kimi onaylarsa, halife odur.” karşılığını verdi. Bunun üzerine Bedir Savaşı’na katılanlar bir kişisi bile geri kalmamak üzere hep birlikte geldiler ve “Ey Ebu’lHasan, halifeliğe senden daha lâyık hiç kimseyi görmüyoruz.” dediler.
Taberî, Tarih’inin üçüncü cildinde şöyle diyor:
Peygamberimizin sahabîleri Osman’ın öldürülmesinden sonra İmam Ali’ye gelerek: “Halka mutlaka bir imam gerekir. Biz bugün bu göreve senden daha lâyık birini bulamıyoruz.” dediler. İmam Ali (a.s) onlara: “Yapmayın; ben emir olacağıma, hayırlı bir vezir olurum.” dedi. Sahabîler: “Allah’a yemin ederiz ki, hayır. Biz sana biat edinceye kadar bu işin peşini bırakmayız.” dediler.
Kendisine o kadar ısrar ettiler ki, sonunda biatlerini kabul etti. Fakat mutlaka biat töreninin mescitte olmasını ve halkın bütününün kendisini onaylamasını şart koştu.
Üçüncü bir rivayette şöyle deniyor:
İmam Ali, yapılan şiddetli ısrarlara rağmen kendisine biat edilmesini reddetmekte direndi. Bunun üzerine onu ikna etmek için Malik Eşter’i araya koydular. Malik Eşter, Kûfe heyetinin başkanı idi. İmam Ali’ye: “Uzat elini, biat edelim.” dedi. İmam Ali bu teklifi reddetti. Malik Eşter ısrar etti, onu eğer bu isteksiz tutumunu sürdürürse fitne çıkmasından korkuttu. Sonunda kendisini ikna etti. Bunun üzerine önce ileri gelenler ona biat etti. Arkasından her yandan gelen halk etrafında toplandı. Bunun üzerine Zübeyir ayağa kalktı, hamdüsenadan sonra: “Ey insanlar, yüce Allah sizin için şûranın hükmüne razı oldu ve bu yolla şahsî arzuları giderdi. Biz aramızda müşavere ederek Ali’nin halifeliğini onayladık. Ona biat edin.” dedi.
İmam Ali (a.s) Müslümanların kendisine yönelik tavrını ve ona biat etmedeki ısrarlarını Şıkşıkıyye diye bilinen hutbesinde şöyle nitelendiriyor:
Derken, halk, sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştüler; koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar. Neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı. İki tarafımda çizikler, yaralar oluştu.
Ama işi elime alınca bir bölük hemen biatten döndü, ahdini bozdu. Başka bir bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, çıktı; öbürleri de zulme saptılar. Sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın: “İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz.” ve “Akıbet, takva sahiplerinindir.” buyurduğunu duymamışlardı…
Daha sonra İmam Ali (a.s) bu hutbesinin devamında hilâfet hususundaki kendi tutumuna değinerek şöyle buyurdu:
“Tohumu yarana ve insanı yaratana andolsun ki, eğer bu topluluk biat için toplanmasaydı, yardımcıların varlığıyla hüccet ikame edilmeseydi ve Allah zalimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı, hilâfet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim; hilâfetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım. (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.) O zaman siz bilirdiniz ki şu dünyanızın değeri, bir keçinin aksırığından daha değersizdir bence.”
İmam Ali (a.s) söz konusu fitnelerin kol gezdiği ortamda halifeliği kabul etmekten kaçınamayacağını gördükten sonra kendisi için yapılan biat törenini tamamladı. Bu tören Osman’ın ölümünden üç ya da beş gün sonra gerçekleşti. Muhacirlerin, ensarın ve üç şehirden Medine’ye delege olarak gönderilen diğer Müslümanların bütünü ona biat etti. Birkaç kişi dışında Kureyş kabilesi bu biate olduğu gibi katılmıştı.
Biat etmeyen Kureyşliler arasında Mervan b. Hakem, Sa’d b. Ebu Vakkas ve Abdullah b. Ömer vardı. Evet, Mervan b. Hakem ile Emevîler ona biat etmemişlerdi. Emevîler ile Haşimîler ve diğer risalet misyonuna bağlı Müslümanlar arasındaki soğuk ilişkiyi araştıran tarihçiler için, onların İmam Ali’ye biat etmekten kaçınmış olmaları ve ondan hoşlanmamaları garip bir şey değildi.
Sa’d b. Ebu Vakkas’a gelince; o, halifelik makamını kendisi için istiyordu. Bunun için elinden ne gelse yapmaya hazırdı. Muhtemelen bu makama erişmenin plânını kafasında kurmaya başlamıştı. Çünkü Ömer b. Hattab onu halifelik makamını çekip çevirenlerden biri yapmış, kendisine hak etmediğinden çok yetki vermişti.
Daha önce bu makama erişebilmeyi düşündüğünü veya günün birinde Müslümanların kendisini İmam Ali (a.s) ile yan yana koyacaklarını tasavvur ettiğini sanmıyoruz. Fakat halkın, kendisinden daha yüksek konumda olan, Basralı ve Kûfeli sahabîler nezdinde itibar sahibi olan Talha ve Zübeyir gibi birilerinden uzak durduğunu görünce, halifelik için girişimde bulunmaktan kaçındı. Sadece kenarda durup İmam Ali’ye (a.s) biat etmemekle yetindi. Böylece anası Hima’ tarafından akrabaları olan Emevîler ile dayanışma hâlinde olduğunu gösterdi. Zaten onlarla ortak bir tutum sergileye gelmişti. Öyle ki, Osman’ın kendisini Kûfe valiliğinden uzaklaştırıp yerine kardeşi Velid’i tayin ettikten sonra bile Emevîlere yönelik hiçbir karşıt tavır göstermemişti.
İmam Ali (a.s) onun bu tavrını biliyordu. Ayrıca Emevîlerin tavrını, Talha’nın, Zübeyir’in ve Kureyşli çoğunluğun tutumunun sonunda nereye varacağını da biliyordu. Nitekim biat töreninden sonra Kureyşlilerin kendisine yönelik tavırlarını şöyle tanımlamıştır:
“Allah’ım, Kureyşliler karşısında senin yardımına sığınırım. Bunlar benimle akrabalık ilişkisini kestiler, tabağımı devirdiler. Bir de baktım ki, Ehli Beyt’im’den başka hiçbir yardım edenim, hiçbir savunanım, hiçbir destekleyeninim kalmamış.”
Başka bir defasında da şöyle demiştir:
“Şu Kureyşlilerin benden ne alıp veremediği var?! Allah’a yemin ederim ki, onlarla kâfirler oldukları hâlde savaştığım gibi, şimdide fitne çıkaranlar olarak savaşırım. Aynı zamanda dün onların bir arada yaşadığım gibi bugün de birlikte olacağım.”
Her neyse, Sa’d b. Ebu Vakkas biat etmeye çağrılınca, Emevîlerle dayanışmaya giderek buna yanaşmadı. İmam Ali de onu kendi hâline bıraktı ve isyancıların ona karşı şiddet uygulamalarına izin vermedi.
Abdullah b. Ömer b. Hattab da biat etmeye çağrılıp da buna yanaşmayınca, İmam Ali (a.s) ondan aleyhinde çalışmak üzere herhangi bir kimse ile işbirliği yapmayacağına dair kefil istedi. Abdulluh kefil göstermeyi kabul etmeyince, onu da kendi hâline bıraktı ve halka: “Bırakın onu, onun kefili benim.”dedi. Arkasından Ömer oğlu Abdullah’a dönerek şunları söyledi:
“Git, ben seni küçüklüğünde de, büyümüş bir kişi olarak da kötü ahlâklı biri olarak biliyorum.”
Biat işlemi tamamlanınca, İmam Ali (a.s) daha ilk günden Osman’ın yakın çevresinin devlet işlerinin bütün alanlarında meydana getirdikleri bozuklukları düzeltmek için bütün olanaklarını seferber etti. Sözünü ettiğimiz yakın çevre, bütün devlet mekanizmasını fesada ve çözülmeye uğratarak felce uğratmıştı.
İmam Ali (a.s) halkı sıkıntıya sokan acil problemleri önem sırasına koyarak çözme gereğini duyuyordu. Bu problemlerin başında, Osman’ı halk ayaklanması ile karşı karşıya bırakarak ölümüne yol açan eyalet valileri meselesi geliyordu. Çünkü ancak bu problemi çözdükten sonra aciliyet ve fayda sırasının önünde gördüğü diğer problemleri çözmeye yönelebilirdi. Fakat bunu, açtığı yeni dönemde güdeceği siyaseti topluma yaymasının önünde bir engel olarak görmüyordu.
İmam Ali (a.s) halifeliğinin ilk günlerinde, minberden yaptığı ilk konuşma ile etrafında toplanan yoğun kalabalığa kendinden önceki halifeler zamanında yirmi veya daha uzun yıl boyunca uygulanan bazı düzenlemeleri yürürlükten kaldırdığını ilân etti.
İmam Ali kesinlikle emin idi ki, Ömer b. Hattab ganimetleri (eşit şekilde değil,) insanların değerlerine ve İslâm’daki kıdemlerine göre bölüştürürken, İslâm ilkelerinden çok şahsî çıkarlarını gözetmişti. Osman b. Affan ise, aile fertlerini İslâm ile oynama ve toplumda fesat çıkarma hususunda serbest bırakırken, cahiliye ırkçılığına ve İslâm’a kin besleyen Emevî ruhuna hizmet etmişti. Oysa İslâm hiç kimseye başkası aleyhinde ayrıcalık tanımayan bir dindi.
İmam Ali (a.s), kendisine biat etmeyi reddedip hükümetine karşı direniş ilân eden Muaviye’ye karşı koymaya hazırlanır ve yapacağı işlerin plânlanması için yoğun bir çalışmaya girişmişken, sürpriz bir şekilde bazı Mekkelilerin Osman’ın kan davası gerekçesi ile harekete geçtiği haberini aldı.
Söz konusu kimseler Talha’nın, Zübeyir’in, Aişe’nin ve onlara bağlı Emevîlerin tahriki ile harekete geçmişlerdi.
İmam Ali (a.s), Müslümanların sözbirliğinin bozulmasından ve bütünlüklerinin parçalanmasından korktu. Bunların arz ettikleri tehlikenin o sırada Muaviye’den kaynaklanan tehlikeden daha büyük olduğunu, onlardan gelecek kötülüğün Muaviye’nin kötülüğünden daha yıkıcı olduğunu gördü. Öyle ki, bu fitne ateşini hemen söndürmeye girişmediği tekdirde genişlemesi, direnişin ve çatışmanın çoğalması çok yakın olabilirdi.
Bu nedenle İmam, onlara karşı harekete geçmek için hazırlık yaptı. Muhacirler ile ensarın geride kalan salih kişilerini kendisini desteklemek üzere seferber etti. Böylece isyancılar herhangi bir şehre girip kargaşa çıkarmadan karşılarına çıkmak üzere bu güçler hızla yola çıktılar. Devlete bağlı güçler Rebeze’ye vardıklarında, isyancıların Basra’ya ulaştıklarını ve orada meydana gelen olayları öğrendiler.
İmam Ali (a.s) gerekli tedbirleri alıp durumunu sağlamlaştırmak için Rebeze’de birkaç gün kaldı. Kûfe halkına gönderdiği elçiler aracılığı ile parlayan fitne ateşini söndürmek için onların yardımını ve desteğini istedi.
Bu arada, Muhammed b. Ebu Bekir ile Muhammed b. Cafer’i bir mektupla Kûfe halkına gönderdi. Mektupta şöyle diyordu:
“Ben bu şehirler için sizi seçtim. Olup bitenler için sizin yardımınıza başvuruyorum. Allah’ın dininin yardım edicileri ve destekleyenleri olun. Bizi teyit edin ve bizim lehimize harekete geçin. İstediğimiz şey ümmetin kardeşliğinin tekrar tesis edilmesi için düzeltmedir. Kim bunu sever ve tercih ederse, hakkı tercih etmiş olur. Kim bunu hoşnutsuzlukla karşılarsa, hakkı hoşnutsuzlukla karşılamış, onu göz ardı etmiş olur. “
Bu iki elçi, İmam Ali’nin (a.s) mesajını Ebu Musa elEş’arî’ye ve Kûfe halkına ilettiler. Fakat Ebu Musa’dan herhangi bir olumlu cevap alamadılar. Tersine, onun azimleri frenlediğini, halkın Halife’nin (İmam Ali’nin) çağrısına olumlu karşılık vermesini engellediğini gördüler. İnadını ise, şöyle gerekçelendiriyordu:
“Allah’a yemin ederim ki, Osman’a yapılan biat benim ve dostunuzun boynundadır. Eğer savaş kaçınılmaz ise, Osman’ın kan davası sonuca bağlanmadan hiç kimse ile savaşmayız…”
İmam Ali (a.s), Ebu Musa’ya üçüncü bir elçi olarak Haşim elMırkal’ı gönderdi. Eline verdiği mektupta şöyle diyordu:
“Ben, seni kabul eden Müslümanları benim lehime harekete geçirmek için sana elçi olarak Haşim’i gönderdim. Halkı bilinçlendir. Ben seni hak üzere destekleyicim olasın diye vali tayin ettim.”
Fakat Ebu Musa inadında ısrar etti. Bunun üzerine Haşim, İmam Ali’ye (a.s) bir mektup göndererek görevinde başarısız olduğunu, elçiliğinden olumlu sonuç alamadığını haber verdi.
İmam Ali (a.s), Ebu Musa’nın ısrar ettiğini ve elçilerin onunla baş edemediklerini öğrendikten sonra ona Ammar b. Yasir ile birlikte oğlu Hasan’ı gönderdi. İmam Hasan’ın yanında, İmam Ali’nin Ebu Musa’yı görevden alarak yerine Karaza b. Kâ’b’ı tayin ettiğini bildiren mektubu vardı. İmam Ali (a.s) mektubunda şöyle diyordu:
“İmdi, şöyle bir görüşe vardım ki, Allah’ın sana onunla ilgili hiçbir nasip vermediği bu görevden uzaklaşmalısın. Bu durum, emrimi reddetmekten seni alıkor. Halkı sefere çıkarmak için oğlum Hasan ile Ammar b. Yasir’i gönderdim. Karaza b. Kâ’b’ı da şehrin valisi olarak görevlendirdim. Yerilmiş ve horlanmış olarak işimizden ayrıl. Eğer böyle yapmazsan, Karaza’ya sana güç kullanması yönünde emir verdim.”
İmam Hasan (a.s) Kûfe’ye ulaşınca, halk gruplar hâlinde etrafını sardı. Bağlılık ve itaatkârlıklarını ifade ediyorlar, destek ve samimiyetlerini gösteriyorlardı. İmam Hasan (a.s), emirlere karşı çıkan valinin görevden alınıp yerine Karaza’nın tayin edildiğini ilân etti.
Fakat Musa elEş’arî tutumunu ısrarla devam ettirdi.
Bunun üzerine İmam Hasan (a.s) halka hitaben şunu söyledi:
Ey insanlar! Halifenizin çağrısına icabet edin ve kardeşlerinize katılın. Bu iş için sefere çıkanlar olacaktır. Allah’a yemin ederim ki, Ali’yi aklı başında kimseler izlerse, dünyada ve ahirette örnek olacak ve hayırlı bir sonuç ortaya çıkacaktır. Çağrımıza icabet ederek bizim ve sizin başınıza gelen belâda bize yardım edin. EmirülMüminin diyor ki: “Ben bu sefere ya zalim veya mazlum olarak çıktım. Ben Allah’ın hakkını gözeten kimsenin de mutlaka sefere çıkması hususunda Allah’ı hatırlatırım. Eğer mazlum isem, bana yardım etmiş olur. Eğer zalim isem, cezamı verir. Allah’a yemin ederim ki, Talha ve Zübeyir bana ilk biat eden ve ilk haksızlık eden kimselerdir. Ben zimmetime mal mı geçirdim ve herhangi bir hükmü mü değiştirdim? Sefere çıkın, marufu emredin ve kötülükten sakındırın.”
Bu konuşma sonucu halk İmam Hasan’ı (a.s) dinledi ve çağrısına icabet etti,
Kûfe şehri sefer naraları ile inledi. Binlerce kişi şehirden çıktı. Sefere çıkanlar açıkça hoşnutluk ve kabul gösteriyorlardı. İmam Hasan’ın (a.s) komutasında yol alıp Zikar denen yere ulaştılar. Orada karargâh kurmuş olan İmam Ali (a.s) ile buluştular.
İmam Ali (a.s) de oğlunun başarısına sevindi, gösterdiği gayretlere ve harcadığı çabalara karşılık ona teşekkür etti.
İmam Ali’nin birlikleri Zikar’dan yola çıkarak Zaviye’ye vardılar. İmam Ali (a.s) burada Aişe’ye bir mektup yazarak, onu, kan dökülmesine engel olmaya ve Müslümanları birleştirmeye çağırdı. Aynı şekilde Talha ve Zübeyir’e de bir mektup yazarak, onları barışa ve bölünmeyi ortadan kaldırmaya davet etti. Fakat her üçü de, hak çağrısına icabet etmeyerek İmam Ali’ye (a.s) karşı direnmekte ve savaşmakta ısrar ettiler.
Abdullah b. Zübeyir, insanları fitneye ve kan dökmeye en şiddetli şekilde kışkırtan kişi idi. İmam Ali’nin (a.s) barışı gerçekleştirmek için hazırladığı bütün fırsatları sonuçsuz bıraktı. Basralılardan oluşan bir topluluğa karşı yaptığı bir konuşmada onları savaşmaya davet etti. Bu konuşmanın metni şöyledir:
“Ey insanlar, Ali b. Ebu Talip gerçek halife Osman’ı öldürttü. Arkasından sizi istila edip şehrinizi almak için ordular hazırladı. O hâlde, halifenizin intikamını almak isteyen erkekler olun. Hariminizi koruyun. Kadınlarınızı, çocuklarınızı, şereflerinizi ve neseplerinizi savunmak için savaşın. Kûfelilerin şehrinize girmesine razı mı olacaksınız? Öfkelenin, çünkü öfkeye maruz kaldınız. Öldürün, çünkü öldürüldünüz. Haberiniz olsun ki, Ali bu halifelik işinde kendinden başka hiç kimseyi yanında görmüyor. Allah’a yemin ederim ki, eğer size karşı zafer kazanırsa, dininiz ve dünyanız mahvolur.”
Abdullah b. Zübeyir’in yaptığı konuşmanın haberi İmam Ali’ye (a.s) ulaşınca İmam, oğlu Hasan’a (a.s) bu konuşmaya cevap vermesini emretti.
Bunun üzerine İmam Hasan (a.s) yaptığı cevabî konuşmada Allah’a hamdüsenadan sonra şunları söyledi:
“Abdullah b. Zübeyir’in sözlerini ve bu sözlerde babamın Osman’ı öldürdüğü yolundaki iddiasını haber aldık. Ey muhacirlerle ensar topluluğu ve diğer Müslümanlar! Sizler Zübeyir’in Osman hakkındaki sözlerini, onun tarafından hangi isimle anıldığını ve onun aleyhinde ne gibi kötülükler yaptığını, o günlerde henüz Osman sağken Talha’nın beytülmale bayrağını diktiğini biliyorsunuz. Durum böyleyken onlar nasıl olur da babamı Osman’ı öldürmekle suçlarlar ve ona dil uzatırlar? Eğer biz onlar hakkında konuşmak istesek konuşurduk.
Abdullah b. Zübeyir söz konusu konuşmasında, Ali halktan baskı ile biat alıp halife oldu, diyor. Babası lehine ileri sürdüğü en önemli gerekçe onun babama eli ile biat ettiği, fakat kalbi ile biat etmediğidir. Bu sözleri ile biat edildiğini kabul ediyor, fakat başkalarıyla sırdaş olduğu iddiasında bulunuyor. Bu iddiasının delilini ortaya koysun. Ama bunu nerede yapabilecek?!
Bir de Kûfe halkının Basra halkı üzerine yürümesini hayretle karşılıyor. Oysa hak ehlinin batıl ehli üzerine yürümesine niçin hayret ediyor?! Osman’ın taraftarlarına gelince, bizim onlarla savaşımız veya vuruşmamız yoktur. Biz deve süvarisi hanımla ve ona bağlı kişilerle savaşıyoruz.”
Cemel Savaşı sona erdikten sonra İmam Ali (a.s) bir ay Basra’da kaldı. Arkasından Kûfe’ye gitmek üzere oradan ayrıldı. Giderken şehrin yönetimini Abdullah b. Abbas’a bıraktı. Muaviye ile destekçilerinden oluşan Kasıtîn’e (zalimlere) karşı savaş yürütmek üzere Sıffin’e doğru hareket etmeden önce birkaç ay Kûfe’de kaldı.
Kûfe’de ikamet ettiği bu ara dönemde, bir yandan valilerinin görevlerini belirlemekle ve yapacağı işleri plânlamakla meşgul olurken, öbür yandan Muaviye ve diğerleri gibi halifeliğine karşı direnen kimselerle mektup alışverişinde bulundu.
Bu konuşmada şunları söyledi:
“Ey insanlar, Rabbinizden akıl öğrenin: “Yüce Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Oğulları’nı, İmran Oğulları’nı bütün insanlar üzerine önder olarak seçti. Bunlar birbirinden türemiş tek kuşaktır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.” Bizler; Âdem’den türeyen bir zürriyet, Nuh’tan gelen bir aile, İbrahim’e dayanan bir seçkinler topluluğu, İsmaild’en gelen bir soyun mensupları ve Muhammed’in (s.a.a) Ehli Beyti’yiz. Bizler sizin aranızda yükseltilmiş gök, düzleştirilmiş yeryüzü, ışık saçan güneş, yağı kutsanmış, ne doğuya ve ne batıya bakan zeytin ağacı gibiyiz. Peygamber, bu ağacın kökü, Ali dalı ve Allah’a yemin ederim ki bizler de meyveleriyiz. Kim bu ağacın dallarından birine tutunursa, kurtulmuş olur. Kim de bu ağacın dallarından ayrı düşerse, ateşe yuvarlanır…”
İmam Hasan (a.s) konuşmasını bitirdikten sonra, İmam Ali (a.s) minbere çıktı ve şöyle dedi:
“Ey Allah Resulü’nün oğlu, bu insanlara karşı hüccetini ortaya koydun. Sana itaat etmelerinin gerekliliğini kanıtladın. Sana karşı çıkanların vay hâline!”
Muaviye’nin meşru otoriteye karşı savaşarak İslâm halifeliğini elde etmeye ve cahiliye geleneğini geri getirmeye yönelik ısrarı ve bu maksatla Sıffin’e doğru yürüyerek Fırat’ı ele geçirmesi üzerine, barışa yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalan İmam Ali (a.s) bu harbe hazırlanmaya girişti. Bunun üzerine, yardımına koşan muhacirleri ve ensarı toplantıya çağırarak onlara şöyle dedi:
“Sizler; görüşleri hayırlı, yumuşaklığı tercih eden, hakla sözleşmiş, işi ve davranışı bereketli kimselersiniz. Biz düşmanımız üzerine yürümeyi istedik. Görüşünüzü bize bildirin.”
Aralarında Ammar b. Yasir, Sehl b. Hüneyf, Malik Eşter, Kays b. Sa’d, Adiy b. Hatem, Haşim b. Utbe gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu çok sayıda sahabe, hemen öne atılarak İmam Ali’nin (a.s) düşman üzere yürüyerek onunla karşılaşma yolundaki kararını hararetle desteklediler. O sırada İmam Hasan (a.s) da, önemli bir konuşma yaparak şunları söyledi:
Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamt ederim. O, tektir ve ortağı yoktur. Onu lâyığı olduğu niteliklerle överim. Yüce Allah’ın üzerinizde azametli kıldığı hakkı, size bol bol bağışladığı nimetleri saymakla bitmez, şükrü eda edilmez; hiçbir niteleme, hiçbir söz O’na yetişmez. Bizim öfkemiz, Allah için ve sizin içindir. O’nun bize yönelik bir nimeti de, nimetleri ve belâları karşısında O’na lâyık olduğu şekilde şükretmemizdir. Öyle bir sözdür ki, onda Allah’a hoşnutluk yükselir, onda doğruluğun iyiliği yayılır. Böylece onun sayesinde yüce Allah sözümüzü tasdik eder ve Rabbimizden daha çoğunu almayı hak ederiz. Öyle bir söz ki artar ve asla tükenmez. Eğer bir topluluk bir iş üzerinde birleşirse, mutlaka o işe yönelik azimleri güçlenir. Düşmanınız Muaviye ve ordusu ile savaşmak için yığınak yapın, çünkü o hazırlandı (size yaklaştı). Destek ve yardımdan geri kalmayın; zira geri kalıp yüzüstü bırakmak, kalbin damarlarını keser. Oklar üzerine yürümekte ise, kurtuluş ve korunma vardır. Çünkü eğer bir topluluk onurunu takınırsa, mutlaka Allah onlardan illeti ve güçsüzlüğü kaldırır, zilletin şiddetlerinden onları uzak tutar, onlara hak yolun işaretlerini gösterir.
Ardından İmam Hasan (a.s), bu konuşmayı şu beyitle noktaladı:
Barıştan hoşnut olduğun kadarını alırsın.
Savaşa gelince, onun nefeslerinin birkaç yudumu sana yeter.
İmam Hasan’ın (a.s) bu konuşması birliğe, zorbalarla ve zalimlerle savaşma için elbirliği yapmaya yönelik çağrı ile yüklü idi. İnsanlar, onun çağrısına olumlu karşılık vererek hakkı desteklemeyle dosdoğru (hanif) dini savunmaya koştular.
İki tarafın da ordusu Sıffin’de yığınak yaparak karşı karşıya geldi. İmam Ali (a.s), Muaviye ile savaşı önlemek için birkaç girişimde bulundu. Fakat bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu durum, İmam’ı (a.s) savaşa girmeye zorladı. Altı ay süren bu savaş, Muaviye’nin saltanat ihtirası uğruna binlerce Müslümanın kurban olmasına yol açtı.
İmam Hasan (a.s) Sıffin Savaşı’nda bariz bir rol oynadı. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre İmam Ali (a.s), ordusunu savaş alanına yerleştirirken, sağ kanadın komutanlığına İmam Hasan’ı (a.s), kardeşi İmam Hüseyin’i (a.s), Abdullah b. Cafer’i ve Müslim b. Akil’i tayin etti.
Bu arada Muaviye, İmam Hasan’ın (a.s) nabzını kontrol etmek istedi. Bu maksatla Ubeydullah b. Ömer’i İmam’a (a.s) gönderdi. Ubeydullah, İmam’a, halifelik vaadiyle aldatıp babasını terk etmesini teklif edecekti. Ubeydullah İmam’a geldi ve “Benim senden bir isteğim var.” dedi. İmam Hasan’ın: “Evet, ne istiyorsun?” karşılığını vermesi üzerine, Ubeydullah şöyle dedi: “Baban, öteden beri Kureyş kabilesini oklarına hedef seçti. Bu yüzden Kureyşliler ondan nefret ettiler. Acaba onun safını terk eder misin ki, o takdirde bu halifelik görevini sana verelim?!”
İmam Hasan (a.s), bu teklifi: “Asla, Allah’a yemin ederim ki, olmaz.” diyerek son derece kararlı bir dille reddettikten sonra sözlerine şunları ekledi:
“Bugün veya yarın seni ölmüş olarak görüyor gibiyim. Şeytan gözünü boyayarak seni aldattı ve koku sürünmüş olarak yola çıkardı. Sen, Şam kadınlarının senin durumunu görmelerini (sana aldanmalarını) istedin; oysa Allah seni öldürecek ve ölü olarak yüzüstü yere serecektir”.
Bunun üzerine Ubeydullah, üzgün ve hayal kırıklığına uğramış olarak Muaviye’nin yanına geri döndü. Görevinde başarısızlığa uğrayan Ubeydullah, Muaviye’ye İmam Hasan’ın (a.s) sözlerini nakledince, Muaviye: “O, babasının oğludur.” karşılığını verdi.
Sıffin’deki askerî karşılama, yeknesak bir süreç şeklinde gerçekleşmiyordu; karşılıklı iki askerin birbirine girip tutuşması, çatışması şeklinde ve bazen de tarafların tam birbirine girmesi şeklinde gerçekleşiyordu. İşte genel birbirine girmeye dönüşen ilk karşılaşmada, İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’ın (a.s) karşı cephedeki Şam birliğinin saflarına saldırma hazırlığı yaptığını görünce, yanındakilere şöyle dedi:
“Bu genci benden uzak tutun, beni endişelendirmesin. Çünkü ben Resulullah’ın (s.a.a) soyu kurumasın diye bu iki gencin (Hasan ile Hüseyin’in) üzerinde kıskançlıkla titriyorum.”
İmam Ali’nin (a.s) ordusu ile Muaviye’nin ordusu arasındaki karşılaşmanın üzerinden birkaç ay geçtikten ve her iki tarafta da büyük kayıplar meydana geldikten sonra İmam Ali’nin (a.s) komutası altındaki hak ordu zafer kazanmanın ve böylece Muaviye tarafından İslâm ümmetinin gövdesinde açılan yaranın kanamasına son verilmesinin eşiğine gelmişti. Fakat Amr b. As, Muaviye’nin ordusunu Kur’ân sayfalarını mızrak uçlarına asıp havaya kaldırarak iki taraf arasında Kur’ân’ın hakem olmasını istemeye çağırmakla, bu orduyu kesin bir hezimetten kurtardı.
İmam Ali (a.s), ordusunda çarpışan bir grup savaşçının ağır baskıları üzerine hakem belirleme teklifini kabul etmek zorunda kaldı. İmam’a (a.s) baskı yapan söz konusu savaşçılar, cahillikleri yüzünden Amr b. As’ın hilesinin etkisi altında kalmışlardı. Ayrıca münafıklar ve fırsat kollayanlar, bu cahillerin mazlum İmam’a (a.s) yaptıkları baskıyı destekliyorlardı.
Iraklıların temsilcisi Ebu Musa Eş’arî, hakem belirleme konusunda Şamlıların temsilcisi Amr b. As’ın hilesi ile aldatıldıktan sonra, hakem belirlemeyi İmam Ali’ye (a.s) dayatanlar, içine düştükleri büyük hatanın farkına vararak yaptıkları baskılar altında imzalanan taahhütleri bozup Muaviye ile savaşmayı yeniden başlamasını istemeye yöneldiler. Bütün bunların ötesinde söz konusu aldanmışlar, İmam Ali’yi (a.s) hakem belirlenmesini kabul etmekle hata etmiş sayarak: “Hüküm sadece Allah’a mahsustur.” sloganını ortaya attılar. Bu durum İmam’ın (a.s) ordusunun saflarında başka bir kargaşanın ve yeni bir facianın oluşmasına sebep oldu.
Bundan dolayı İmam Ali (a.s) bir facianın meydana gelmesini önlemeyi zorunlu gördü. Bunun için herkesin güvenini ve saygısını kazanmış bir kişinin, Ebu Musa’nın verdiği hükmü açık delillere dayanarak iptal etmeyi içeren, fakat hakem belirleme ilkesinin aslının meşru olduğunu açıklayan bir konuşma yapmasını uygun gördü. Bu iş için, oğlu Hasan’ı (a.s) görevlendirdi.
Bu görevi verirken ona: “Ey oğulcuğum, kalk ve bu iki kişi, yani Abdullah b. Kays (Ebu Musa Eşa’rî) ile Amr b. As hakkında gerekenleri söyle.” dedi. İmam Hasan (a.s) ayağa kalktı ve minberin basamaklarına çıkarken başladığı konuşmasında şunları söyledi:
Ey insanlar, bu iki kişi hakkında çok konuştunuz. Onlar keyfî arzulara karşı Kur’ân’a göre hüküm vermekle görevlendirildikleri hâlde, Kur’ân’a karşı keyfî arzulara uyarak hüküm verdiler. Böyle olana hakem denemez; o, hakkında hüküm verilmiş bir kimse olur. Abdullah b. Kays, Abdullah b. Ömer’i halifeliğe önerirken şu üç noktada hata etti: Birincisi, Abdullah’ın babasına ters düştü. Çünkü babası onun halife olmasını onaylamadı ve onu Müşavere Kurulu’na (şûraya) almadı. İkincisi, onun halife olup olmayacağını kendisine sormadı. Üçüncüsü, halifeliğe karar veren ve bu kararları halka hüküm olarak koyan muhacirler ile ensar, Abdullah b. Ömer üzerinde uzlaşmadı. Hakemliğin meşru olduğuna gelince, Resulullah (s.a.a) Sa’d b. Muaz’ı Benî Kurayza kabilesi ile arasındaki anlaşmazlıkta hakem olarak belirledi. O da Allah’ın hoşnut olacağı bir hüküm verdi. Şüphe yok ki, eğer Allah’ın rızasına ters düşecek bir hüküm verseydi, Resulullah o hükmü onaylamazdı.
İmam Hasan (a.s) bu çarpıcı konuşmasında, anlaşmazlığın eksenini ve fitnenin kaynağını oluşturan hassas noktaların en önemlilerini ortaya koydu. Açıkça belirtti ki, hakem olarak seçilen kişinin sözüne uyulması ve görüşünün çatışmayı çözüme kavuşturucu olabilmesi için hakka göre hüküm vermesi, içgüdülere ve sakat keyfî arzulara boyun eğmemesi gerekir. Ebu Musa ise Abdullah b. Ömer’i halifeliğe gösterirken şahsî arzusuna uymuştu. Oysa Abdullah’ın babası onu bu makama ehil görmemişti.
Ayrıca böyle bir seçim için muhacirler ile ensarın onun seçilmesi üzerinde ittifaka varması temel şarttı. Onun hakkında da böyle bir uzlaşma zaten gerçekleşmemişti.
Bunların yanı sıra Haricîlerin karşı çıktığı bir konuda hakem tayin etmenin meşru olacağını, Peygamber efendimizin (s.a.a) Benî Kurayza kabilesi ile arasındaki anlaşmazlıkta Sa’d b. Muaz’ı hakem tayin etmiş olmasını delil göstererek ifade etti.
İmam Ali (a.s) Sıffin dönüşü sırasında, Hâdırîn denen yerde oğlu İmam Hasan’a (a.s) önemli bir vasiyet yaptı. Çarpıcı dersler içeren bu vasiyetin bazı bölümleri şöyledir:
Zamanın çetinliğini ikrar eden, geçici olduğunu bilen, ömrü sona yaklaşan, kadere boyun eğen, dünyayı kınayan, ölüler yerinde yurt tutan, yarın da şu dünyadan göçüp gidecek olan fani babadan; dilediğini elde edemeyen, helâk olup göçenlerin yoluna giden, hastalıklara hedef olan, zamana rehin edilmiş bulunan, musibetlere maruz kalan oğluma…
İmdi, dünyanın benden yüz çevirdiğini kesin olarak anladım. Zamanenin bana karşı serkeşlik ettiğini bildim. Ahiretin bana benden başkasını düşündürmeyecek, arkamda kalanları hatırlatmayacak, sadece dünyadan sonrası üzerine yoğunlaşmamı sağlayacak şekilde yöneldiğine kanaat getirdim. İnsanların dertlerini bir yana bırakarak sadece kendi derdime eğildiğim için görüşüm beni alıkoydu, beni arzumdan başka tarafa çevirdi ve bana işimin özünü açıkça bildirdi. Böylece beni oyuna gelmez bir ciddiyete, yalanı olmayan bir gerçeğe (doğruluğa) sürükledi.
Seni vücudumdan bir parça olarak gördüm. Hatta seni benim bir bütünüm olarak buldum. Öyle ki, sana bir musibet gelse, bana gelmiş olur. Ölüm sana gelse, bana gelmiş gibidir. Senin durumunu kendi durumum gibi bildim ve sana ölsem de, kalsam da tutman, kendisinden yardım alman dileği ile bu mektubu yazdım.
Oğulcuğum! Allah’tan çekinmeni, emirlerine uymanı, kalbini O’nun zikri ile imar etmeni, O’nun ipine sarılmanı sana tavsiye ederim. Eğer O’nun ipine sarılırsan, senin ile Allah arasında, ondan daha sağlam hangi sebep, hangi vesile bulunabilir?
Kalbini öğüt ile dirilt, kesin inanç ile güçlendir, hikmet ile aydınlat. Ölümü hatırlamakla onu zelil kıl, fani olduğuna ikrar etmesini iste. Dünya facialarını görmesini sağla; onu zamanın saldırmasından, geceler ile gündüzlerin kötü geçişinden çekindir. Göçüp gidenlerin hâllerini ona arz eyle, senden öncekilerin başlarına gelenleri ona anlat, hatırlat. O gelip geçenlerin ülkelerini gez, onlardan kalanları gör, neler yaptıklarını, nereden nereye göçtüklerini, nereye inip konakladıklarına bak. Göreceksin ki onlar sevdiklerinin, dostlarının yanından göçüp gurbet diyarına yerleştiler. Kısa bir süre sonra sen de onlardan biri gibi olacak gibisin. Buna göre konacağın yeri düzelt, ahiretini dünyaya satma. Bilmediğin konu hakkında söz söylemekten ve yükümlü olmadığın konu hakkında konuşma yapmaktan uzak dur…
Nerede olursa olsun, hak uğruna zorluklara dayan. Din bilgini derinleştir. Kendini hoşa gitmez şeylere sabretmeye alıştır. Hak uğruna sabretmek, ne güzel bir huydur! Her şeyde nefsini Rabbine sığınmaya ikna et. Böylece sen onu korunaklı bir kaleye, üstün bir engelleyiciye sığındırmış olursun…
Ey oğulcuğum! Vasiyetimi iyi anla ve bil ki, ölümün sahibi, hayatın da sahibidir. Yaratan, öldürendir. Yok eden, tekrar diriltendir. Derdi veren, dermanı da tekrar ihsan edendir. Dünya; Allah’ın nimetler verdiği, fakat sınavlara da tâbi tuttuğu, yaptıklarımıza ahirette karşılık olarak mükâfat ve ceza biçtiği bir yurttur. Ya da O, senin bilmediğin başka şeyler için dilemiştir onu… Seni yaratana, rızkını verene, yaratılışını düzgün hâle getirene sarıl; kulluğun O’na olsun, rağbetin O’na yönelsin, korkun O’ndan olsun.
Ey oğulcuğum! Bil ki, hiç kimse Resul’ün (s.a.a) Allah’tan haber getirdiği gibi haber getirmemiştir. Ondan, öncü ve kurtuluşa ileten önder olarak razı ol. Ben sana nasihat vermede kusur etmedim. Ne kadar gayret etsen de, benim sana önem verdiğim kadar sen kendine önem veremezsin.
Ey oğulcuğum! Bil ki, Allah’ın ortağı olsaydı, sana onun peygamberleri de gelirdi. Onun egemenliğinin ve otoritesinin sonuçlarını da görürdün. Onun da fiillerini ve sıfatlarını tanırdın. Fakat O, kendisini tanımladığı gibi tek ilâhtır. Egemenliğinde kimse O’na karşıt olamaz. Hiçbir zaman zeval bulmaz, sürekli olacaktır. Başlangıcı olmaksızın her şeyden öncedir. Sonu olmaksızın her şeyden sonra var olacaktır. Rububiyeti gönülle veya gözle kavranmayacak kadar zatı yücedir.
Bunu böyle bildin mi, O’nun itaatini aramakta, azabından korkmakta, öfkesinden çekinmekte; senin gibi kadri küçük, kudreti az, aczi çok, Rabbine ihtiyacı fazla kişinin, nasıl hareket etmesi gerekiyorsa öyle hareket et. Çünkü O, sana sadece güzel şeyleri emretti ve sana sırf (yalnızca) çirkin şeyleri yasakladı…
Ey oğulcuğum! Kendini seninle başkaları arasında tartı hâline getir. Kendin için istediğini, başkaları için de iste. Kendin için hoşlanmadığın şeyden, başkaları için de hoşnutsuz ol. Nasıl zulme uğramayı istemezsen, sen de başkalarına zulmetme. Başkalarının sana nasıl iyilik etmelerini istiyorsan, sen de başkalarına iyilik et.
Başkalarında çirkin gördüğün şeyi kendinde de çirkin gör. Kendin başkalarına yapınca onlar için razı olacağın şeyi, başkaları sana yapınca razı ol. Bildiğin az bile olsa, bilmediğini söyleme. Sana söylenmesini istemediğin sözü başkalarına söyleme.
Bil ki, kendini beğenmek, gerçeğin zıddı ve akılların afetidir. Çalışmanda bütün gücünü ortaya koy. Başkaları için hazine biriktiren biri olma. Hedefine iletildin mi olabildiğin kadar Rabbinden korkan biri ol…
Bil ki, yeryüzünün hazineleri elinde olan Allah, sana dua etmen için izin vermiş, icabet edeceğini vaat etmiştir. Dilediğini vermek için dilemeni, sana merhamet sunmak için merhamet istemeni emretmiştir. Seninle arasında perde olacak birine yer vermemiştir…
Sonra, hazinelerinin anahtarlarını, kendisinden dilemeye izin vererek senin ellerine teslim etmiştir. Ne zaman istesen, dua ile nimet kapılarını açarsın. Çorak dilek yerlerini sulamak için, rahmet yağmurlarını istersin. İcabeti gecikse de umudunu kesmemelisin. Çünkü bağış, niyetin ölçüsüne bağlıdır. Nice kere isteyenin ecri çoğalsın, umana daha fazla ihsan edilsin diye icabet gecikir! Nice kere bir şey istersin, verilmez; fakat hemencecik veya bir süre sonra (yahut dünyada veya ahirette) ondan daha hayırlısı verilir! Ya da verilmemesi senin hayrına olduğu için verilmez! Çünkü nice şeyler vardır ki, onu sen istersin; fakat verilse o yüzden dinin mahvolur! Şu hâlde güzelliği sana kalacak, vebali senden gidecek şeyler istemelisin. Mal sende ebedî olarak kalmaz, sen de ebedî olarak mala sahip olamazsın…
Ey oğulcuğum! Ölümü çok an. Birden düşeceğin konumu ve ölümden sonra karşılaşacağın durumu aklına getir. Onu hep önünde bil; görüyorsun say da seni silâhını kuşandığın, kemerini bağladığın bir hâlde bulsun. Ansızın gelip üst olmasın sana. Sakın dünya ehlinin dünya ile oyalanması, ona yapışıp kalması seni aldatmasın. Allah sana dünyayı haber verdiği gibi, dünyanın kendisi de ne olduğunu tanıtmış, kötülüklerini sana açıp göstermiştir. Dünya ehli ancak ürüyen, havlayan köpeklerdir, av kovalayan yırtıcı canavarlardır. Birbirini ısırırlar. Üstün olanı, zayıf olanını yer. Büyüğü, küçüğünü kahreder…
Kesin olarak bil ki, emeline ulaşamazsın ve ecelinden kaçamazsın, senden önce gidenlerin yolundasın. Şu hâlde isteklerini azalt ve kazancı güzelce yap (hak hukuka riayet et). Çünkü nice istek var ki, insanı elde avuçtakinden eder. Her dileyen rızıklanmaz ve her güzelce isteyen mahrum kalmaz. Seni dileklere sürüklese de, nefsini bütün alçaklıkların üzerinde tut. Çünkü kendinden yitirdiklerine karşılık bir daha bir şey alamazsın.
Kendini başkasına kul etme. Çünkü Allah seni hür yaratmıştır. Şerle elde edilen hayra, hayır denmez; güçlükle ulaşılan kolaylığa da kolaylık adı verilmez.
İhtiras bineklerinin seni dörtnala koşturup helâk suyunun başına götürmesinden sakın. Eğer gücün yetiyorsa, Allah ile kendi arana hiçbir nimet sahibi sokma. Çünkü sen ancak payını alacak ve sadece nasibini elde edeceksin. Hepsi de O’ndan olmakla beraber yüce Allah’tan gelen az şey, kullardan gelecek çok şeyden üstündür…
Ailene karşı kötü kişi olma (ve ailen, senden en nasipsiz kalan kimseler olmasın). Senden uzak durana rağbet etme. Dostunun dostluğu kesmesindeki düşüncesi, senin dostluğu sürdürmendeki düşüncenden; sana kötülük düşüncesinde olması, senin ona iyilik düşüncesinde olmandan daha güçlü olamasın. Sana zulüm edenin zulmü, gözünde büyümesin. Çünkü o kendi zararına, seninse faydana çalışmaktadır. Seni sevindirenin karşılığı, ona kötülük etmen değildir.
Ey oğulcağızım! Bil ki, rızk iki türlüdür. Birini sen ararsın, öbürü ise seni arar; sen ona varmadan o sana gelir. Muhtaç durumdayken alçalmak ve zenginken cefa etmek (kabalık göstermek), ne kadar çirkin huylardır! Dünyadan nasibin, ahiretini düzelttiğin kadardır. Eğer elinden çıkana hayıflanacaksan, eline geçmeyen her şey için hayıflan dur. Henüz olmayan, gelip çatmayan şeyi, olup bitenden anla. Çünkü işlerin hepsi birbirinin benzeridir.
Musibete uğramadıkça nasihatten faydalanmayanlardan olma. Çünkü akıllı kişi edeplerle öğütlenirken, hayvanlar dayakla öğütlenir…
Dinini ve dünyanı Allah’a emanet et. Şu tez geçen dünyada da, bir zaman sonra gelecek olan ahirette de kendin için hayırlı akıbet dile. Vesselâm.
Bazı cahillerle dindar görünümlülerin münafıklıkları ile serkeşlikleri, İmam Ali’nin (a.s) ordusuna mensup büyük bir grubun İmam’a karşı gelmesine ve emirlerini dinlememesine yol açtı. Bu kesimler, bundan daha ileri giderek İmam Ali’nin (a.s) kâfir ilan edilmesine hüküm verdiler.
Söz konusu serkeşler, Irak’ta birçok cinayet işledikten sonra Nehrevan’a geçerek orayı direnme üssü hâline getirdiler. İmam (a.s) onlara yönelmek, üzerlerine gitmek zorunda kaldı. Her türlü bahaneyi ellerinden almak için müzakereler yaptı. Nehrevan Savaşı’ndan kaçıp canlarını kurtaran bu sayılı kişiler arasında mazlum İmam’a (a.s) karşı kalbinde bir kin biriktirmiş olan Abdurrahman b. Mülcem elMuradî de vardı. Bu kişi, İmam’ın (a.s) hayatına kasteden gizli bir komplo plânladı.
Sonunda ve bazı Kûfeli münafıklar ve Harîciler ile işbirliği yaptıktan sonra, hicrî kırk yılının ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde İmam’a (a.s) suikast düzenlemeyi başardı. İmam Ali (a.s) o sırada Kûfe mescidinin mihrabında cemaat namazı kıldırıyordu.
Bu menfur cinayet sırasında İmam Ali’nin (a.s) daha sonra ufuklarda çınlayacak olan son sözü:“Kâbe’nin Rabbine an dolsun ki, kurtuldum.” oldu.
İmam Ali (a.s), hurma ağacı gövdesinden yapılan mescit kapısını açmaya yöneldi. Fakat onu açmakta zorlandı. Onu yerinden çıkardı. O arada çözülen izarını bağlarken, şu iki beyti söyledi:
İzarını (kemerini) ölüm için sıkıca bağla / Çünkü ölüm seni karşılayacak
Ölümden korkup üzülme / Vadine ulaştığı zaman.
İmam Hasan (a.s) üzüntü ve elemin yaktığı kalbi ile babasına bakarak şöyle dedi:
“Ey Babacığım, senden sonra biz kiminle mutlu oluruz? Seni kaybetmenin elemi, bizim için Resulullah’ın kaybının elemi gibidir.”
İmam Ali (a.s) onu kucaklayarak kaygısını yatıştırmak üzere buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, Allah kalbini sabırla sakinleştirsin. Beni kaybetmenizin acısı miktarınca senin ve kardeşlerinin ecrini arttırsın.”
İmam Hasan (a.s) babasına baktı. Gözyaşları yanaklarından akıyor, yuvasından fırlayacak gibi atan kalbinin titreştiği bir sesle: “Babacığım, belimi kırdın. Seni bu hâlde görmeye nasıl dayanabilirim?” dedi. İmam Ali (a.s) ona doğru baktı, üzüntünün bütün varlığını kapladığını görünce, yumuşak bir dille şunları söyledi:
“Ey oğulcuğum, baban için bu günden sonra keder ve üzüntü söz konusu değildir. Çünkü bugün deden Muhammed Mustafa’ya, büyük annen Hatice’ye ve annen Fatıma’ya kavuşuyorum. Cennet hurileri babanı bekliyor, her an onu gözlüyorlar. O hâlde üzülmene sebep yok. Ey oğulcuğum, ağlama!”
İmam’ın (a.s) kanı zehirlenmişti. Bu sebeple yüzü sararmaya başladı. Buna rağmen sakin ve huzurlu idi. Gözlerinin içi gülümsüyordu. Gökyüzünün ufuklarına bakarak, sürekli biçimde Allah’ı zikrediyor, O’nu tesbih ediyor, O’na sığınarak dua ediyor ve şöyle diyordu:
“Allah’ım! Senden, peygamberler ve vasiler ile bir arada olmayı ve cennetin en yüce derecelerini istiyorum.”
Ardından oğlunun perişan hâlini görünce, kaygısını yatıştırmak üzere şunları söyledi:
“Ey oğulcuğum, nedir bu ağlaman? Baban için bugünden sonra keder ve üzüntü söz konusu değildir. Ey oğulcuğum, sen zehirlenerek öldürüleceksin, kardeşin Hüseyin de kılıçla öldürülecek.”
Öğütlerini öncelikle oğulları Hasan’a ve Hüseyin’e yöneltti. Arkasından diğer oğulları ile bütün Müslümanlara seslendi ve şöyle dedi:
Size Allah’tan korkmanızı ve dünya, peşinize düşse bile peşinden koşmamanızı, elinizden giden hiçbir şeyine üzülmemenizi, hak için konuşmanızı, sevap kazanmak için amel etmenizi tavsiye ederim. Zalime düşman, mazluma destek olun.
Siz ikinize, bütün evlâtlarıma, aileme ve bu yazımın eline ulaştığı herkese; Allah’tan korkmanızı, işlerinizi düzgün yapmanızı ve aranızı uyuşturmanızı tavsiye ederim. Çünkü ben dedenizin:“İnsanların arasını uyuşturmak, nafile namazlardan ve oruçtan daha hayırlıdır.” dediğini işitmiştim.
Yetimler hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Ağızlarını yemeksiz bırakmayın. Sizin varlığınızla mahvolmasınlar.
Komşularınız hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Çünkü onlar(ın hakkını gözetmek) Peygamberinizin tavsiyesidir. Onları bize o kadar ısrarla tavsiye etti ki, onları bize mirasçı yapacak sandık.
Kur’ân hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Onunla amel etmekte başkaları sizin önünüze geçmesin.
Namaz hakkında size Allah’ı hatırlatırım. O, dininizin direğidir. Rabbinizin evi (Kâbe) hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Var olduğunuz sürece onu boş bırakmayın; çünkü o boş bırakılırsa, sizden gecikmeden intikam alınır.
Allah yolunda mallarınızla, bedenlerinizle ve dillerinizle cihat etmek hakkında size Allah’ı hatırlatırım.
Mutlaka birbirinizle yakın ilişkide olun ve birbirinize malî yardımda bulunun. Sakın birbirinizle çekişmeyin, yakınlık ilişkilerinizi kesmeyin.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı bırakmayın. Yoksa aranızdaki kötüler başınıza geçer de dua edersiniz, dualarınız kabul edilmez.
İmam Ali (a.s) daha sonra ailesine ve akrabalarına şöyle seslendi:
Ey Abdulmuttalip oğulları! “Emirü’lMüminin öldürüldü, Emirü’lMüminin öldürüldü!” diyerek sakın sizleri Müslümanların kanına girmiş bulmayayım. Bana karşılık katilimden başkasını öldürmeyin. Bekleyin, ben onun darbesi yüzünden öldüğümde, ona darbesi karşısında bir darbe indirin. Adama müsle yapmayın. Çünkü ben Peygamberinizin (s.a.a): “Kudurmuş köpek olsa bile, sakın hiçbir canlıya müsle yapmayın!” dediğini işitmişim.
İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’a, özellikle dinin temel esaslarını gözetmesini, dinin uygulamaya yönelik etkinliklerini gerçekleştirmesini şu sözlerle vasiyet etti:
Ey oğulcuğum! Sana Allah’tan korkmanı, namazı vaktinde kılmanı, zekâtı emredildiği yerlere vermeni, abdesti güzel almanı tavsiye ederim. Çünkü temizlenmeden namaz kılınmaz.
Yine sana suçları affetmeni, öfkeni bastırmanı, akrabalarınla iyi ilişkiler içinde olmanı, cahillere karşı hoşgörülü olmanı, dinle ilgili bilgini geliştirmeni, ele aldığın işte sebatkâr davranmanı, Kur’ân’a bağlı olmanı, komşuların ile iyi geçinmeni, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanı, çirkin davranışlardan ve sözlerden kaçınmanı tavsiye ederim.
Ramazanın yirminci günü kalabalık bir halk topluluğu İmam’ın evi önünde toplandı. Hepsine genel bir izin verildi. Herkes içeri girip oturduktan sonra İmam Ali (a.s) ziyaretçilerine: “Beni kaybetmeden önce sorularınızı sorun. Fakat imamınızın başına gelen musibeti göz önünde bulundurarak sorularınızı hafif tutun.” dedi. Ama ağır yarasının verdiği acıyı göz önüne alan ziyaretçiler, kendisine soru sormaktan çekindiler.İmam Ali (a.s) bu dünyadan ayrılmak üzere olduğunu, Rabbine kavuşmasının yakınlaştığını anlayınca, halifeliği ve imamlığı oğlu Hasan’a devretti. Kendisinden sonra ümmetin bütün meselelerinde başvuracakları merci olarak onu görevlendirdi. İmam’ın taraftarları (Şiîler) arasında bu hususta bir fikir ayrılığı görülmedi.
Sıkatü’lİslâm Kuleynî’nin verdiği bilgiye göre İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’ın yerini almasını vasiyet etti. Bu vasiyetine Hüseyin’i, Muhammed Hanefiye’yi, diğer oğullarını, taraftarlarının önde gelenlerini ve ehlibeytini şahit tuttu. Arkasından oğlu İmam Hasan’a (a.s) kitaplarını ve silâhını vererek şöyle dedi:
Ey oğulcuğum, Resulullah nasıl benim yerine geçmemi vasiyet edip kitaplarını (mektuplarını / antlaşmalarını) ve silahını bana verdi ise, benim de senin yerime geçmeni vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silâhımı sana vermemi, ayrıca ölümün yaklaştığı zaman bu emanetleri kardeşin Hüseyin’e vermeni bana emretti.
Yine rivayet edildiğine göre İmam Hasan’a (a.s) şunları söyledi:
Ey oğulcuğum! Kanın velisi sensin. Eğer affedersen, bu sana kalmış bir şey. Yok, eğer onu öldürürsen, bir darbenin yerine yine bir darbe ile iş bitmelidir.
İmam Ali (a.s), vasiyetlerini tamamlayınca, ölümün acıları ve şiddeti ile baş başa kaldı. Bu acılara rağmen Kur’ân’dan ayetler okuyor, sık sık dua ve istiğfar ediyordu.
Son nefesini vermeden önce ağzından dökülen; “Çalışanlar, işte bunun için çalışsınlar.” ayeti oldu.
Sonra temiz ruhu Cenneti Me’va’ya doğru kanat açtı, Yüce Dost’a çıktı, o ilâhî lütuf asıl kaynağına yükseldi. Onun ölümü ile adaletin temel direkleri sarsıldı, dinin maarif ve öğretileri sönmeye yüz tuttu; zayıfların destekçisi, gariplerin sığınağı ve yetimlerin babası öldü.
İmam Hasan (a.s) babasını toprağa verme hazırlıklarına girişti. Temiz cesedini yıkayıp hanutla kokulandırdı. Arkasından kefene sardı.
Gecenin sonlarına doğru İmam Hasan (a.s) kutsal cenazeyi taşıyan az sayıdaki aile fertleri ve dostları ile birlikte babasının son istirahatgâhına doğru yola çıktı ve onu Necef’te toprağa verdi.
Onun istirahatgâhı şimdilerde oraya koşanların ziyaretgâhı, müminlerin ve takva sahiplerinin merkezi, öğrencilerin medresesidir.
İmam Hasan (a.s) babasını toprağa verdikten sonra kedere boğulmuş, kendinden geçmiş ve üzüntünün kuşatması altına girmiş olarak evine döndü.
Çoğu tarihçilerin verdikleri bilgiye göre, İmam Hasan (a.s), babasının toprağa verildiği gecenin sabahında halka şu konuşmayı yaptı:
Ey insanlar! Kur’ân bu gece indi, İsa Peygamber bu gece göğe çıkarıldı. Yuşa b. Nuh bu gece öldürüldü. Yine bu gece babam Ali (a.s) öldü. Allah’a yemin ederim ki, önceki ve sonraki vasiler içinde babamdan önce hiç kimse cennete giremez. Allah Resulü (s.a.a) onu bir seriyenin başında sefere gönderdiğinde, Cebrail sağ yanında ve Mikail sol yanında savaşırdı. Yedi yüz dirhem dışında altın ve gümüş para geriye bırakmadı. Bu yedi yüz dirhemi sadakalarından artırıp ailesine bir hizmetçi almak için biriktirmişti.[1]
Şeyh Müfid, İmam Hasan’ın bu konuşmasını el-İrşad kitabında şu şekilde nakleder:
Ebu Mihnef Lut b. Yahya, Eş’as b. Sevvar’a, o da Ebu İshak Subey’î’ye ve başkalarına dayanarak şöyle dedi:
İmam Hasan (a.s), babası Emirü’lMüminin’in (a.s) öldüğü gecenin sabahında bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında Allah’a hamdüsena ettikten ve Resulullah’a (s.a.a) salât ve selâm getirdikten sonra şöyle dedi:
“Bu gece, öncekilerin hiçbir amel ile geçemedikleri ve sonrakilerin hiçbir amelle kendisine yetişemeyecekleri bir kişi vefat etti. “
“O, Resulullah’ın (s.a.a) yanı başında savaşıyor ve onu kendini siper ederek koruyordu. Resulullah (s.a.a) sancağını onun eline veriyor, sonra Cebrail sağ yanından ve Mikail sol yanından onu koruma altına alıyorlardı. Allah onun eli ile fetih lütfetmeden savaştan geri dönmezdi.”
“Onun vefat ettiği bu gece İsa b. Meryem göğe çıkarıldı ve yine bu gece Musa’nın vasisi Yuşa b. Nuh vefat etti. Yedi yüz dirhem dışında geriye altın ve gümüş para bırakmadı. Bu yedi yüz dirhem, verdiği sadakalardan artmıştı ve onunla ailesi için bir hizmetçi satın almak istemişti.”
Sözlerinin burasında, kelimeler İmam Hasan’ın boğazında düğümlendi ve hem kendisi ağladı, hem de dinleyenleri ağlattı. Arkasından kendini toparlayarak konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Ben müjdeleyicinin oğluyum. Ben uyarıcının oğluyum. Ben Allah’ın izni ile O’na çağıranın oğluyum. Ben ışık saçan bur kandilin oğluyum. Ben yüce Allah’ın kötülüklerden arındırıp tertemiz kıldığı bir ailenin çocuğuyum. Ben yüce Allah’ın Kur’ân’da: ‘De ki, ben bu görevime karşılık sizden yakınlarıma sevgiden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyi iş yaparsa, onun karşılığında iyiliğini artırırız.’ diye buyurarak sevilmelerini farz kıldığı Ehlibeyt’tenim.”
İmam Hasan (a.s) bu konuşmasını bitirince, Ubeydullah b. Abbas hemen öne atılarak bir an önce ona biat etmeleri için halka teşvik içerikli şu sözleri söyledi: “Ey insanlar! Bu, Peygamberinizin oğlu ve İmam’ınızın vasisidir, ona biat edin.” Halk, bu kutsal çağrıya olumlu karşılık verdi. Yüksek sesle ona itaat edeceklerini bildirdiler ve “Ne kadar sevdiğimiz bir kişidir, üzerimizde ne kadar çok hakkı vardır, halifeliğe ne kadar lâyıktır!” diyerek ona yönelik hoşnutluklarını ve boyun eğmişliklerini ilân ettiler. Hicrî kırk yılının ramazan ayının yirmi birinci gününe rastlayan cuma günü, İmam Hasan’a (a.s) yönelik biat töreni tamamlandı.
Biat töreninden sonra İmam Hasan (a.s) minberden indi, valiler listesini düzenledi, ordu komutanlarını görevlendirdi, devletin önemli işlerini gözden geçirdi, Abdullah b. Abbas’ı Basra valiliğine tayin etti. İmam Hasan’ın (a.s) devlet mekanizmasında yaptığı ilk yenilik, harbeden askerlerin maaşlarına yüzer dinar zam yapması oldu. Nitekim babası da bunu Cemel Savaşı’nda uygulamıştı. Kendisi ise halife olur olmaz bu uygulamayı getirdi. Böylece kendinden sonra gelen halifeler de, bu konuda ona uydular.
Yukarda naklettiğimiz ve İmam Hasan’ın (a.s) savaşçıların istediği maaşları konusundaki zam uygulamasını ortaya koyan tarihî belge, onun savaşa yönelik ciddi tutumunu ve Muaviye ile karşılaşma hususundaki kesin ısrarını ortaya koyuyor.
Bu tutumunun bir başka delili, İmam’ın (a.s), ordunun durumunu düzeltmeye, onun kuruluşunu yenilemeye yönelik çalışmaları idi.
İmam Hasan (a.s), Muaviye karşısında kararlı bir tutum benimsedi. Çünkü Muaviye, İmam Ali’nin (a.s) öldüğünü ve halkın İmam Hasan’a (a.s) biat ettiğini öğrenince, Himyer kabilesinden birini Kûfe’ye ve Benî Kayn kabilesinden birini de Basra’ya sızdırdı. Bu ajanlar, olup bitenlerin haberlerini kendisine yazacaklar ve İmam Hasan’ın (a.s) işlerini bozacaklardı.
İmam Hasan (a.s) bu komployu öğrendi ve Himyer kabilesinden gönderilerek bir kasabın yanında çalışmaya başlayan ajanın Kûfe’den çıkarılmasını emretti. Sonra Muaviye’ye şöyle bir mektup yazdı:
“İmdi, sen benim tarafıma ajanlar sızdırdın. Galiba benimle karşılaşmak istiyorsun. Bunda şüphem yok. İnşaallah onu bekle. Senden aldığım haberlere göre, aklı başında bir kimsenin asla sevinçle karşılamayacağı faciaya sevindin. Senin gibiler bu konuda eski şairlerden birinin şu beyitte tarif ettiği gibidirler:
“Bizden ölenler, geceyi yatağında sabahı bekleyerek geçirenler gibidirler.”
“Gidenin karşıtı olarak geride kalana söyle: Onun gibi olan bir başkasına hazırlan…”
İmam’ın (a.s) sergilediği bu tutum, Muaviye için bir savaş uyarısı, kendisine yöneltilmiş bir tehdit ve Kûfe’yi savaşsız ele geçirme emeline indirilmiş bir darbe gibi idi.
Nitekim Muaviye, İmam Hasan’a (a.s) gönderdiği bir mektupta üstü kapalı bir ifade ile barıştan söz ederek kendisine biat edilmesi karşılığında İmam’a (a.s) veliahtlık makamı teklif etti.
Bu mektuba verdiği cevapta, İmam’ın (a.s) bu kararlı tutumunun gücünü, Muaviye’nin onu kendi tarafına çekme girişimlerinden ibaret olan bu tür rüşvet kokan vaatlere önem vermediğini görüyoruz. Verdiği cevapta şöyle dedi:
İmdi… Mektubun elime geçti. Baş kaldırıp saldırıya geçersin endişesi ile mektubuna cevap vermedim. Hakka uy. Benim hak ehlinden olduğumu biliyorsun. Vesselâm.
Ebu’lFerec İsfahanî ile diğer tarihçilerin verdikleri bilgiye göre İmam Hasan (a.s) ile Muaviye arasında teati edilen mektupların sayısı beşi geçmez. Bunun sebebi, Muaviye’nin hakkı kabul etmeyen, hak ehlini umursamayan duygulara sahip olması idi. Hatta bu duyguları, İmam Ali’nin (a.s) şehit edilmesinden sonra daha da güçlendi. Çünkü İslâmî bakış açısından en basit ve asgarî şartlarına ve gereklerine sahip olmadığı halifeliğe yönelik ihtirası iyice kabarmıştı.
Buna rağmen İmam Hasan (a.s), düşmanına karşı hücceti tamamlayarak ilâhî yükümlülüğün gereğini yerine getirmek için babasının yolunu ve yöntemini devam ettirdi. Bunun için, Muaviye’nin içinde sakladığı yıkıcı duyguları iyi bilmesine rağmen bu bağlamda ona birkaç mektup yazdı.
Şimdi o mektupların en geniş içeriklisini sunuyoruz:
Emirü’lMüminin Ali oğlu Hasan’dan, Ebu Süfyan oğlu Muaviye’ye. Selâm sana. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamdederim. İmdi, yüce Allah: “Diri olanları uyarsın ve kâfirlere de azap hak olsun diye.” Muhammed’i âlemlere rahmet, müminlere lütuf ve bütün insanlara mesaj iletici olarak gönderdi.
Peygamberimiz, hiçbir ihmale meydan vermeksizin Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara iletti, ölünceye kadar O’nun emirlerini özenle uyguladı. Yüce Allah onun aracılığı ile hakkı galip getirerek müşrikliği mahvettikten sonra: “Hiç şüphesiz Kur’ân sana ve kavmine bir öğüttür.” diye buyurarak, Kureyş kabilesi ile onun arasında özel bir ilişki kurdu.
Peygamberimiz (s.a.a) vefat edince, Araplar onun egemenliğinde (halifeliğinde) hak iddia ettiler. Bunun üzerine Kureyşliler: “Biz onun, kabilesi, ailesi ve dostlarıyız. Onun egemenliği ve hakkı üzerinde bize karşı hak ve yetki iddia etmeniz size helâl değildir.” dediler. Araplar da Kureyşlilerin bu sözünün doğru olduğu, Peygamberimizin halifeliği konusunda Kureyşliler ile tartışmaya girenler karşısında bu konudaki açık delilin onların lehinde olduğu düşüncesine vardılar. Bunun üzerine halifelik onlara sunuldu, onların ellerine teslim edildi.
Sonra biz, Kureyşlilerin diğer Araplara karşı savundukları mantığın aynısı ile Kureyşlilere delil gösterdik. Fakat onlar diğer Arapların kendilerine gösterdikleri anlayışı bize göstermediler. Onlar diğer Arapları bir yana bırakarak halifeliği alırken, adalet ve delile dayanma yöntemini kullandılar. Fakat bizler, yani Muhammed’in Ehlibeyt’i ve dostları onların karşısına delil ile çıkarak onlardan hakkaniyete uymalarını istediğimizde, hep birlikte bize zulmettiler, bizi baskı altına aldılar, işi kaba güce döktüler. Buluşma yerimiz Allah’ın huzurudur. O, veli ve destekleyicidir.
Daha önce hakkımız ve Peygamberimizin egemenliği (halifeliği) konusunda üzerimize üşüşenlerin üşüşmelerine oldukça şaşırdık. Gerçi onlar, erdemli ve İslâm’da kıdemli olan kimselerdi. Münafıkların ve bölücülerin bu dine yönelik karalamalarına kapı açılır veya onların çıkarmak istedikleri kargaşaya bahane olur endişesi ile o şahsiyetlerle çatışmaktan kaçındık. Ey Muaviye, bugün ise asla lâyık olmadığın bu göreve üşüşmene şaşıranlar şaşırsın. Ne dindeki bilinen bir erdeminle, ne de İslâm’da övülen bir eserinle bu makama lâyıksın.
Sen bölücü gruplardan (Ahzap) birinin yetiştirmesi, Peygamber’e ve onun getirdiği kitaba en düşman bir Kureyşlinin oğlusun. Allah seni hesaba çekecektir. Ahirete döndürüleceksin ve iyi akıbetin kime ait olduğunu öğreneceksin. Allah’a yemin ederim ki, çok geçmeden Rabbinin huzuruna çıkacaksın ve ellerin ile yaptıklarının cezasını sana verecektir. Allah asla kullarına zulmedici değildir.
Ruhunu teslim ettiği, Allah’ın kendisine Müslümanlığı lütfettiği ve tekrar diriltileceği gün Allah’ın rahmetine mazhar olmasını dilediğim İmam Ali ebedî yolculuğuna çıkınca, Müslümanlar onun arkasından bu göreve beni tayin ettiler. Allah’tan dilerim ki, şu geçici dünyada, ahirette kendi katındaki değerimizi eksiltecek bir şeyle bizi karşı karşıya bırakmasın.
Bu mektubu sana yollamamın gerekçesi, senin durumun konusunda yüce Allah ile aramdaki mazereti ortadan kaldırmaktı. Eğer bunu yaparsan, bu hususta sana büyük bir nasip ve Müslümanlara fayda düşecektir. Batılda inat etmeyi bırak.
İnsanların girdiği yola girerek bana biat et. Sen de biliyorsun ki, ben Allah nezdinde, yüzü hakka dönük ve gerçeği kollayan herkes nezdinde ve Allah’a yönelmiş kalbe sahip her kişi nezdinde bu göreve senden daha lâyığım. Allah’tan kork da zulmü ve Müslümanların kanını dökmeyi bırak. Allah’a yemin ederim ki, Müslümanların kanını dökerek elde edeceğin sonuç, o kanla Allah’ın huzuruna çıkmandan senin için daha hayırlı değildir.
Barış ve itaat kervanına gir. Bu görevin ehli ile ve ona senden daha lâyık olanla bu konuda çatışma. Böylece Allah fitne ateşini söndürsün, söz birliği oluştursun ve Müslümanların arasından çekişmeyi kaldırsın. Yok, eğer bu teklifimi reddeder de azgınlığında ısrar edersen, Müslümanlarla birlikte üzerine gelir, Allah’ın aramızdaki hükmünü vereceği güne kadar seni yargılarım. Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
İmam Hasan’ın mektubuna Muaviye şu cevabı verdi:
…Biliyorsun ki, ben senden daha uzun süre yöneticilikle meşgulüm, bu ümmet için tecrübe bakımından senden daha kıdemliyim, yaşça da senden daha büyüğüm. Benden istediğin makam için bana olumlu cevap vermeye sen daha uygunsun. O hâlde, benim itaat kapsamıma gir. Benden sonra görev senindir. Irak beytülmalindeki para miktarı neye varırsa varsın senindir. Onu istediğin yere götürürsün. Irak’ta istediğin bir bölgenin haracı senindir. Bu senin geçim masrafların için harcayacağın bir gelirdir. Her yıl onu, güvendiğin bir adamın tahsil edip sana getirsin. Kötü muameleye uğramayacağını garanti ediyorum. Sana danışmadan devlet işlerinde uygulama yapılmayacak, Allah’a ibadet maksadı ile yapacağın herhangi bir işe engel olunmayacaktır…
Bu mektup, ilâhî ve kutsal halifelik makamının Muaviye’nin nazarında satın alınabilecek bir mal olarak telâkki edildiğini, üstelik bu malın bedelinin Muaviye’nin özel varlığından değil, Müslümanların beytülmalinden verilmesinin normal görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca bu mektup, onun Resulullah’ın (s.a.a) emrini çiğnediğini de belgeliyor. Oysa Resulullah’ın emri, Ehli Beyt’i halifeliğe getirmeye ve onları kendisinden sonra imam tayin etmeye dair yüce Allah’ın ona verdiği emirdir.
Muaviye, Irak’a saldırmak için ordusunu hazırlamaya ve valilerine bu saldırıyı onayladığına dair mektuplar yazmaya başladı.
Valilerine yazdığı bir mektupta, Kûfe’nin eşrafından ve ileri gelenlerinden bazılarının kendisine yazdıkları mektuplarda, kendileri ve aşiretleri için emanname (can güvenliği) istediklerini anlattı.
Eğer bu ifadesi doğru ise, bu, Kûfelilerin İmam Hasan’a (a.s) karşı yaptıkları ilk kalleşliktir.
Muaviye, bütün valilerine gönderdiği aynı içerikteki resmî yazının bir bölümünde şöyle diyordu:
…İmdi, düşmanınıza ve halifenizin katillerine yönelik yeterli karşılığını ve yardımını size bahşeden, onları yok eden Allah’a hamdolsun. Yüce Allah, kendi lütfuyla Ali b. Ebu Talib’e kullarından birini gönderdi, o kul ona suikast düzenleyip kendisini öldürdü. Bu olay sonunda, taraftarlarını bölünmüş ve çatışmalı bir durumda bıraktı. Bize onların önderlerinin ve ileri gelenlerinin, kendileri ve aşiretleri için can güvenliği isteyen mektupları geldi. Bu mektubum size geldiğinde gayretlerinizle, askerlerinizle ve güzel hazırlıklarınızla bana yönelin. Hamdolsun ki, öcünüzü aldınız, emelinize ulaştınız, Allah saldırganları ve hakkı çiğneyenleri helâk etti…
Muaviye’nin bu resmî yazısını alan valileri halkı, Peygamberimizin (s.a.a) reyhan çiçeğine ve torununa karşı savaşmak için çıkış ve hazırlık yapmak üzere teşvik etmeye, özendirmeye giriştiler. Çok kısa bir süre zarfında Muaviye’ye, ne sayıca ve ne askerî teçhizatça hiçbir eksiği olmayan büyük bir askerî güç katıldı.
Saptırılmışlardan ve muhterislerden oluşan bu askerî güç Muaviye’ye sağlanınca, onları Irak’a doğru hareket ettirdi ve ordunun komutasını kendi üzerine aldı. Başkentte yerine vekil olarak, Dahhak b. Kays elFehrî’yi bıraktı. Kendisi ile birlikte sefere çıkan ordunun mevcudu, altmış bin kişi idi. Bundan daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır. Asker sayısı ne olursa olsun, ordusu; sözüne uymaya hazır, emirlerine amade ve arzularını gerçekleştirmeye teşne bir güçtü…
Muaviye, tozu dumana katan ordusunun başında çölü geçti. Menbic köprüsüne varınca, orada mola verdi ve işini sağlamlaştırmaya koyuldu…
Öte yanda İmam Hasan (a.s) Muaviye’nin Irak üstüne yürüdüğünü haber aldıktan sonra Kûfe’yi cihat için ve Muaviye’ye savaş amaçlı sefere çıkmak için harekete geçirmeye başladı.
Hücr b. Adi’yi valilerine ve halka göndererek sefere çıkmaya hazırlanmalarını emretti. Yüksek sesli biri halkı cemaatle namaz kılmaya çağırdı. Bu ilânı işiten insanlar koşuşmaya ve toplanmaya başladılar. İmam Hasan (a.s), duyuruyu yapan kişiye: “İnsanların toplanmasından hoşnut olduğun zaman bana haber ver.” dedi. Az sonra Said b. Kays elHemdanî İmam’ın yanına gelerek: “Cemaatin karşısına çık.” dedi. İmam (a.s) da evinden ayrılarak minbere çıktı. Allah’a hamdüsenadan sonra şöyle dedi:
…İmdi, yüce Allah, cihadı kullarına farz kıldı ve onu, “istenmeyen bir iş” olarak adlandırdı. Sonra cihada çıkan müminlere: “Sabredin, hiç şüphesiz Allah sabredenler ile beraberdir.” dedi.
Ey insanlar! Hoşunuza gitmeyen durumlara karşı sabretmedikçe, isteklerinizi elde edemezsin. Aldığım habere göre Muaviye, üzerine yürümeye karar verdiğimiz yolunda bir haber almış ve bunun için harekete geçmiştir. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun, Nuhayle’deki karargâhınıza çıkın…
İmam’ın bu çağrısına cemaat suskunlukla cevap verdi, hiç kimseden ses çıkmadı.
Böylece Kûfe halkı, komutanlarına ve imamlarına karşı kalleşçe bir tutum takındı. Çünkü İmam Hasan’ın (a.s) Nuhayle’deki karargâha çıkmaları yolundaki çağrısına suskun kalmakla karşılık verdiler. Gözleri dönmüş, kalplerine korku sinmişti.
Adiy b. Hatem etTaî bu durumu görünce, ayağa kalktı ve şöyle dedi:
Ben Hatem’in oğluyum. Subhanellah, hayret doğrusu! Ne çirkin bir durum bu! İmamınıza ve Peygamberinizin kızının oğlunun çağrısına cevap vermiyor musunuz? Dilleri rahat zamanlarda pabuç gibi (keskin kılıç gibi), fakat iş ciddiye binince tilkiler gibi oradan oraya kaçan (hile yapıp yan çizen) Mısır hatipleri nerede?! Allah’ın gazabından korkmuyor musunuz?! Bu davranışınızın ayıbını ve utancını hiç düşünmüyor musunuz?
Arkasından yüzünü İmam Hasan’a (a.s) çevirerek şöyle dedi:
Allah seni doğru istikametlere yöneltsin. Seni istenmeyen durumlardan uzak tutsun. Seni girişi ve çıkışı övülen sonuçlara muvaffak etsin. Konuşmanı duyduk, emrine kilitlendik, seni işittik ve söylediklerinle görüşlerinde sana itaat ettik. Şimdi bu yüzüm karargâhıma dönüktür, oraya gidiyorum. Kim bana katılmak isterse, peşimden gelsin.
Adiy bu sözleri söyledikten sonra yerinden kalkıp hareket etti ve mescitten çıktı. Binek hayvanı kapıda idi; sırtına atladı ve Nuhayle’ye doğru ilerledi. Kölesine, kendisine lâzım olacak şeyleri arkadan getirmesini emretti. Adiy b. Hatem, halkın içinden çıkan ilk asker olmuştu.
Bu arada Kays b. Sa’d b. Ubade elEnsarî, Ma’kıl b. Kays erRiyahî ve Ziyad b. Sa’saa etTeymî ayağa kalkarak halkı kınadılar, azarladılar, ardından savaşa teşvik ettiler ve İmam Hasan’a (a.s) da tıpkı Adiy b. Hatem gibi olumlu cevap ve kabul etme içerikli sözler söylediler. İmam da onlara şu karşılığı verdi:
Allah’ın rahmeti üzerinize olsun, doğru konuştunuz. Öteden beri sizin iyi niyetli, vefakâr, kabul edici, gerçek sevgi besleyen kişiler olduğunuzu biliyorum. Allah sizi hayırla ödüllendirsin!
Arkasından İmam (a.s) minberden indi. İnsanlar mescitten çıkıp askerî hazırlıklara giriştiler. Coşkulu bir şekilde sefere çıkmaya başladılar. İmam Hasan (a.s) da karargâha çıktı. Kûfe’de yerine Muğiyre b. Nevfel b. Haris b. Abdulmuttalib’i vekil bıraktı. Ona, insanları özendirip onları kendisine yönlendirmesini emretti. O da, insanları özendirip sefere çıkarmaya girişti. Sonunda asker meselesi yoluna girdi. Böylece İmam (a.s), kalabalık ve iyi donanımlı bir ordu ile yürüyüşe geçerek Nuhayle’ye ulaştı.
Sefer böyle başladı. Fakat hareketin itici faktörü; işten kaytarmaca tutumun tabii bir dayatması olarak yüksünme, ağırdan alma ve zorlanma ile birlikte bir gönüllülük değildi. Eğer hayırlı seçkinler ve az sayıdaki mümin bir kesim olmasaydı, durumun dengesi tersine döner, zaaf faktörleri daha işin başında üstün gelirdi.
Fakat söz konusu sağlam, imanları doğrultusunda hareket eden, önderin hikmetli kişiliğine ciddiyetle inanan, ona bağlılığın ve halifeliğe en lâyık kişi olduğunun bilincinde olan kimselerin varlığı, ordunun dayanışmasını ve itaatkârlığını sağlayan, askerlerde coşku ve heyecan uyandıran sebeplerin en güçlüsü olmuştu.
İmam Hasan’ın (a.s) ordusu garip bir karışımdan oluşuyordu. Bu orduda birkaç muhtelif akım ve bir dizi çelişik unsur bir araya gelmişti. İlk bakışta bu farklı unsurları şöyle tasnif etmek mümkündür:
a) Haricîler
b) Emevî egemenliğine yatkın kimseler
c) Kararsız ve esnek kesim
d) Kabile veya bölge taassubu ile hareket eden kesim.
e) Amaçsız şaşkınlar
h) Samimî müminler
Kısacası İmam Hasan’ın (a.s) ordusu, gruplarını tek bir hedefin birbirine bağlamadığı ve bu niteliği ile bölünme sebebi olabilecek bir badire karşısında bölünmeye ve dağılmaya açık bir karışım idi.
Bu da herhangi bir savaş plânını bozabilecek bir nitelikti. Savaş plânını yapan komutan ne kadar usta olursa olsun fark etmezdi. İmam Hasan (a.s) da, bölünme faktörlerini bünyesinde taşıyan bu karışım arasında, bu durumun tehlikesinin bilincinde idi.
Seyyid b. Tavus (r.a) “elMelahim ve’lFiten” adlı eserinde İmam’ın (a.s), ordusuna güveninin zayıflığını ima eden sözlerini nakleder. İmam’ın, bu husustaki duygularını, Medain’de ordusuna seslendiği bir konuşmasında dile getirdiği şu sözleri, en çarpıcı şekilde ifade ediyor:
Sizler Sıffin Savaşı’na giderken, dininiz dünyanızın önünde idi. Oysa bugün, dünyanız dininizin önündedir. Sizler iki tür öldürülmüşün arasında kaldınız. Biri Sıffin Savaşı’nda öldürülenler ki, onlar için ağlıyorsunuz. Öbürü Nehrevan’da öldürülenler ki, bizden onların intikamını istiyorsunuz. Bunların dışında geride kalan savaştan kaçıyor, ağlayan ise baş kaldırıyor.
Muaviye, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun, bünyesinde barındırdığı zayıf noktaları biliyordu. Bu bilgisine dayanarak, tutumu için, nesnel şartların kendisine oluşturduğu ve İmam ile arasındaki durumu açıklığa kavuşturan kesin hatlı bir plân çizdi.
Bu plâna göre İmam’ı barışa çağıracak ve istediği şartları kabul etmiş gibi bir görüntü sergileyecekti. Eğer İmam bu çağrıyı kabul ederse, onun ordu komutanları ve yetkilileri çevresinde ördüğü ağlar iki tarafın savaşa tutuşmasını zaten önlemeye yeterli olacaktı ve İmam’ı oldubittiye razı olmak durumunda bırakacaktı.
İmam Hasan (a.s) ordusu ile Nuhayle’ye vardı. Orda bir süre kalarak ordusunu savaş düzenine koydu. Sonra oradan ayrılarak Deyri Abdurrahman denen yere vardı. Geride kalan askerlerin kendisine katılması için orda üç gün kaldı.
Bu sırada, düşmanın durumunu öğrenmek ve onu bulunduğu yerde durdurmak için ordusunun öncü birliğini yola çıkardı. Bu öncü birliği, en samimî dostlarından ve ordusunun en seçkin unsurlarından oluşturdu. Bu birliğin mevcudu, on iki bin kişi idi. Birliğin başkomutanlığına, amcası oğlu Ubeydullah b. Abbas’ı getirdi. Hareketinden önce onu şu değerli tavsiyelerle donattı:
Ey amcamın oğlu! Ben seninle birlikte Arap süvarilerinden ve Mısırlı abitlerden oluşan on iki bin kişilik bir ordu gönderiyorum. Bunların bir kişisi, bir birlikten daha etkilidir. Onlarla sefere çık. Onlara yumuşak davran. Karşılarında güler yüzlü ol. Onlar için kanatlarını yere ser. Meclislerinde onları kendine yakın tut. Çünkü onlar, Emirü’lMüminin’in güvendiği kişilerin kalıntılarıdır. Onlarla Fırat kenarına var. Sonra Muaviye ile karşılaşıncaya kadar yürümeye devam et. Eğer onunla karşılaşırsan, ben gelinceye kadar onu tut (oyala). Ben senin arkandan çok yakında geleceğim. Fakat her gün haberinizi izleyeceğim. Kays b. Sa’d ve Said b. Kays ile istişare et. Muaviye ile karşılaştığında, o sana saldırmadıkça, sen ona saldırma. Eğer sana saldırırsa, sen de ona saldır. Eğer sana bir şey olursa, askerlerin başına Kays b. Sa’d geçsin. Eğer ona da bir şey olursa, ordunun komutasını Said b. Kays üstlensin.
Ubeydullah b. Abbas, Meskin denen yere vardı ve orada karargâh kurdu. Burada, düşmanla karşı karşıya geldi ve fitnenin yıkıcı etkileri açıkça görülmeye başladı. Muaviye’nin hileleri açtığı yolda ilerleyerek karargâha kadar ulaştı. Münafıkların ve rahat hayatı tercih edenlerin varlığı yüzünden bu hileler verimli bir ortam bulmuştu. “İmam Hasan, barış için Muaviye ile yazışıyor; o hâlde niye kendinizi ölüme atıyorsunuz?” şeklinde aslı olmayan bir söylenti yayılmıştı.
Öncü birliğin komutanı zor durumda kaldı. Ordu içinde fısıldaşmalar aldı yürüdü. Söylenti doğru mu, yoksa yalan mı diye konuşuluyordu. Kimi söylentiyi doğruluyor, kimi yalanlıyor ve kimi de doğru olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Komutan Ubeydullah, bu söylentinin yalan olduğunu, gerçekten uzak olduğunu belirlemek için hiçbir çaba sarf etmedi. Çünkü İmam Hasan (a.s) o sırada etrafa elçiler göndermekle, öncülere katılacak birlikleri hazırlamakla, Muaviye ile savaş konusunda mektuplaşma ile ateşli ve savaşmaya özendirici konuşmalar ile halka heyecan aşılamakla meşguldü. Muaviye’ye barış isteyen hiçbir yazı yazmış değildi. O sırada bu yolda hiçbir görüşü yoktu.
Bu şaşkınlık, öncü birliğin komutanının ruh hâline de sirayet etti, onu sıkıntıya sokup suskunluğa itti. Kendi akıbetini düşünmeye başladı. Zaten Kûfelilerin, savaş alanına doğru hareket etmekten yan çizdikleri ve cihat çağrısını kabul etmeyi ağırdan aldıkları haberini de almıştı. Bu şartlar karşısında, imrenilmez bir durumda olduğu yolunda, zihninde bazı düşünceler belirdi. Kalabalık Şam ordusu ile karşılaşmanın eşiğinde bulunan komutası altındaki öncü birliğin, iki güç arasındaki dengesizlik göz önüne alındığında, o büyük orduya karşı direnemeyeceğini veya onunla sıcak çatışmaya giremeyeceğini düşündü.
Ubeydullah bu şaşkınlık ve bu vehimler içinde yaşarken kendisine Muaviye’den mektuplar geldi. Bu mektuplar, onun vicdanındaki hassas bam tellerine dokunan ayartıcı unsurlar içeriyordu. Muaviye bu mektuplarda, özellikle onun yükselme ve öne geçme beklentisine ümit verici vurgular yapıyordu. Onun kişiliğindeki zayıf noktalar daha önce kendisine bildirilmişti.
Muaviye bu mektupların birinde: “Hasan bana barış için mektup gönderdi. O halifeliği bana teslim ediyor. Eğer bana itaat edenler kervanına katılırsan, önder olursun. Yoksa yine itaatim altına girersin; ama başkalarının emri altında olursun.” diye yazdı ve bu mektupla birlikte ona bir milyon dirhem para gönderdi. Muaviye’nin, düşmanlarına karşı savaşta kullandığı yöntem; düşmanlarının zayıf noktalarını kullanmak, kararlılıklarını zayıflatacak ve güçlerini felce uğratacak nitelikteki bütün faktörleri seferber etmekti.
İşte Ubeydullah bu şekilde nefsine yenilerek ihanet çağrısına icabet etti. Kendisini, iki oğlundan mahrum bırakan düşmanına el açtı. Bunu, arkasında tarihin lânetini bırakarak yaptı. Bu düşük düzeye inerek ruhî bozguna uğramış ve kalleşliği göze almış olarak bir gece Muaviye’nin himayesine girmeyi nefsine lâyık gördü ki, göğüs boşluğunda çarpan bir kalp barındıran hiçbir hür insan böyle bir şeye asla yanaşmaz.
Şafak söktüğünde karargâh komutansız kalmıştı. Bu duruma sevinen münafıkların ve barış yanlılarının kalpleri raks ediyordu; ama samimi dostların gözleri kan ağlıyordu. İmam (a.s) Hasan ise, Muaviye’ye karşı koymanın zorunluluğuna inanan kararlı tutumunu devam ettiriyordu.
Durum, Meskin’de İmam Hasan (a.s) aleyhine dönmek üzere idi. Fakat Ubeydullah’ın herhangi bir şekilde komutanlık makamını boşaltması hâlinde İmam Hasan’ın (a.s) onun yerine komutanlığı ele almasını emrettiği ve aynı zamanda mümin ve dirençli kişiliği ile temayüz eden Kays b. Sa’d b. Ubade, yani ordunun o andaki meşru komutanı, eski komutanın psikolojik bozguna uğraması sebebi ile çökmenin eşiğine gelen ordunun geride kalan moral kırıntılarını korumak, birlikleri ve erleri arasındaki dayanışmayı sağlamak için büyük bir çaba gösterdi. Bu maksatla askerlerin karşısına geçerek şu konuşmayı yaptı:
Ey insanlar! Bu şaşkın adamın hareketi sizi korkutmasın, ağırınıza gitmesin. Çünkü gerek bu adam, gerek babası ve gerek kardeşi asla bir hayırlı gün göstermediler. Peygamberimizin amcası olan babası, Bedir Savaşı’nda Peygamber’e karşı savaşmaya çıkmıştı. Ebu’lYusr Kâ’b b. Amr elEnsarî tarafından esir alınarak Peygamberimize getirildi. Peygamberimiz fidyesini alıp Müslümanlar arasında bölüştürdü. Ama kardeşi onu Basra valiliğine tayin etti. Orada onun ve Müslümanların malını çalarak karşılığında cariyeler satın aldı ve bunların kendisine helâl olduğunu iddia etti. Bu (Ubeydullah) da onu Yemen valiliğine atadı. Orada Busr b. Ertat’tan kaçtı. Kaçarken bıraktığı oğullarını öldürdüler. Şimdi de bu çirkin işi yaptı.
Böylece konumunda sabit olan ve hedefine inanan Kays, Ubeydullah’ın zebun geçmişinin/soyunun gerçeğini ve korkunç uçuruma yuvarlanmasına sebep olan kişiliğinin hakikatini alaylı sözleriyle ortaya koymaya çalıştı.
Yeni komutan Kays, bu konuşması ile dinleyicilerinin kalplerinde istediği etkiyi meydana getirmişti. Gırtlaklar heyecan ve coşku ile “Onu aramızdan çıkaran Allah’a hamdolsun.” diye bağırdılar. Böylece Kays, iyice yaklaşmış acı bir çöküş ile karşı karşıya olan bu duruma, sağlamlık ve kararlılık aşıladı. Ordunun birimlerine, yeniden düzen egemen oldu. İnsanlar, yeni komutanlarına güven duymaya yöneldiler.
Ubeydullah’ın düşmanına teslim olduğu haberi Medayin’e ulaştı. Bu haber yüzünden vicdanlarda keder havası yayıldı. İmam Hasan (a.s) da, kendisine en yakın ve en özellikli bir kişiden bu darbenin derin acısını yüreğinde hissetti. Ayrıca bazı ordu komutanlarının Muaviye’ye mektup yazarak, kendileri ve aşiretleri için güvence istedikleri ve Muaviye’nin de bunların bazılarına birtakım vaatler içeren güvence mektupları gönderdiği bilgisi de kulağına geldi.
Verilen bilgiye göre, Muaviye; Amr b. Hureys, Eş’as b. Kays, Haccar b. Ebcer ve Şebes b. Rib’î’yi değişik bir komplo için hedef seçti. Bunların her birine ayrı ayrı bir casus göndererek şu mesajı iletti:
Eğer Hasan’ı öldürürsen, sana yüz bin dirhem para, Şam ordularından birinin komutanlığını ve kızlarımdan birini veririm.
İmam Hasan (a.s) bu haberi alınca, üzüntüye boğuldu. Tedbir olarak elbisesinin altından bir zırh giydi. Artık ihtiyatlı davranıyor ve ancak bu kıyafetle namaz kıldırmak için cemaatin önüne geçiyordu. Nitekim bu adamlardan biri namaz sırasında kendisine ok attı; fakat giydiği zırh sayesinde, ok vücuduna saplanmadı.
İmam’ın ordusunda ihanetler bu şekilde art arda birbirini izledi. Bunlardan biri şöyle oluştu: İmam Hasan (a.s), Kinde’den bir komutanı dört bin kişilik bir ordunun başında Muaviye üzerine gönderdi. Ordu Enbar denen yerde konuşlanınca, Muaviye ordunun komutanına beş yüz bin dirhem para gönderdi. Ayrıca ona bazı Şam ve Cezire kasabalarının valiliğini vaat etti. Komutan, bu teklifi kabul ederek iki yüze yakın adamı ile Muaviye’nin tarafına geçti. Bunun üzerine İmam, Murad kabilesinden birini sefere çıkardı. O da, dağların bile kaldıramayacağı ağırlıkta yeminler ederek ihanet etmeyeceğini vurgulamasına rağmen, kendinden önce gönderilen komutanın yaptığının aynısını yaptı. Nitekim İmam Hasan (a.s), onun da önceki arkadaşının yaptığının aynısını yapacağını haber vermişti. İmam Hasan (a.s), art arda gelen bu sıkıntılar ve üzüntüler karşısında kendine güvenen, işine bakan ve bu sürecin nereye varacağını gözleyen bir duruş sergiledi.
Bazı belgelerden edindiğimiz bilgiye göre, Ubeydullah b. Abbas, tek başına firar etmemiş, tersine çok sayıda ileri gelen kişiyi, komutanı ve askeri de yanında götürmüştü. İmam Hasan’ın (a.s), düşmanına karşı galibiyet elde edemeyeceği yolunda kötümser, hatta ümitsiz bir atmosferin insanlara egemen olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bunu yadırgamamalıyız.
Böylece yakın adamlarının ve komutanlarının kaçışı ile ilgili haberler, Medayin’de İmam Hasan’a (a.s) art arda gelmeye başladı. Bu kişilerin uğradığı bozgunu, orduda birçok askerin firarı izledi. Öyle ki, söz konusu kimselerin uğradığı bozgun, ordu içinde yaygın serkeşliklerin ve kargaşaların meydana gelmesine sebep oldu.
Ubeydullah ile yakın adamlarının firarından sonra Muaviye’ye kaçanların sayısı sekiz bine yükseldi. Bu bilgiyi veren Yakubî, tarih ile ilgili eserinde şöyle diyor:
Muaviye, Ubeydullah b. Abbas’a elçi gönderdi. Ona bir milyon dirhem rüşvet verdi. Bunun üzerine adam, sekiz bin arkadaşı ile birlikte Muaviye’ye sığındı. Arkasından Kays b. Sa’d, Muaviye ile savaşma hazırlığına girişti.
Meskin’den yola çıkan ordunun on iki bin kişi olduğunu göz önüne aldığımız takdirde mevcudun üçte ikisine varan firarilerin oranı büyük bir orandır. Bu firarlar öyle bir zamanda gerçekleşti ki, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s) ile karşılaşmak üzere hazırladığı ordu, altmış bin kişi idi. Bu sayıya, İmam Hasan’ın (a.s) ordusundan kaçan binlerce kişiyi de ilâve etmek gerekir.
Bu, gerçekten güçlerin önünde sarsılacağı, ürkütücü dehşetinden felâketin bile ağzının açık kalacağı müthiş bir darbe ve dayanılmaz bir mihnet idi. Ve sorumluluğunun büyük bir bölümünü, Allah ve tarih önünde Ubeydullah b. Abbas taşıyordu.
Bu toplu firardan anlaşılması mümkün olan şey, ileri gelenlerin ve komutanların bir bölümünün arasında ihanete ilişkin bir komplonun varlığıdır. Yoksa yakın zamanda savaşmaya hazırlanan bir ordudan sekiz bin kişinin kaçmasını, hangi mantıklı gerekçe ile açıklamamak mümkündür?! Böyle bir olay, önceden düşünülmeden ve ihanet anını plânlamadan gerçekleştirilebilir mi?
İmam Hasan (a.s) Meskin’deki ordusunun moralini sarsan ve Medain’deki ordunun birliklerini paniğe kaptıran bu bunalımdan çıkış yolu arıyordu. Özellikle kendi ordusunun mevcudu ile düşmanın ordusunun mevcudu arasındaki denge açısından olaya baktığı zaman, içinden nasıl çıkacağı belli olmayan bir bunalım ile karşı karşıya olduğunu açıkça görüyordu.
İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun bütünü, tarih kaynaklarının ortak görüşüne göre, yirmi bin kişi idi. Oysa düşmanın ordusu, altmış bin kişiden oluşuyordu. Ubeydullah b. Abbas’ın ihanetinden sonra, sekiz bin kişinin Muaviye’ye katıldığı hesaba katıldığında, İmam Hasan’ın (a.s) ordusu, düşmanın ordusunun beşte biri oranına düşmüştü. Bu durum askerî dengeler ve hesaplar bakımından büyük bir çöküştü.
Üstelik bazı kaynaklarda verilen bilgilere göre, İmam’ın Medayinde bekleyen ordusundan da bazı askerler firar etmişti. Bu askerleri, ganimetler elde etmek arzusu orduya katılmaya heveslendirmişti. Bunlar, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun galip geleceği varsayımı ile orduya katılmış ve ordunun hareketi içinde yer almışlardı. Sonra karşı tarafın sayı ve donanım bakımından askerî üstünlüğe sahip olduğunu hissedince firar ettiler.
Durumun daha da çöküntüye gitmesine yol açan faktörlerden biri, Muaviye’nin, ordunun Meskin ve Medayin’deki kollarının geride kalan moral kırıntılarını yok eden yalan söylenti savaşı idi. Burada, bu söylentilerin bazı örnekleri ile bu söylentilerin, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun Medayin ve Meskin’deki kollarının morali üzerindeki etki derecelerini hatırlatalım.
Muaviye, Kûfe ordusunu çökertmek ve güç birimlerini dağıtmak için elinden gelen bütün entrika ve hileleri kullandı. Onun yalan haberleri seçişi, özen ve sağlamlık bakımından ince bir ustalık yansıtıyordu. Meselâ Medayin karargâhına şöyle bir söylenti yayan bir casus gönderdi:
Ubeydullah’ın firarından sonra Meskin’deki öncü ordunun komutanı olan Kays b. Sa’d, Muaviye ile anlaşarak onun tarafına geçti.
Buna karşılık Kays b. Sa’d’ın karargâhına gönderdiği bir adamı, İmam Hasan’ın (a.s) Muaviye’yle anlaştığını ve teklifini kabul ettiğini söylüyordu. Arkasından Medayin’de, Kays b. Sa’d’ın öldüğü ve ordu mensuplarının firar etmesi gerektiği söylentisini yaydı. Bu söylenti üzerine askerler İmam Hasan’ın (a.s) çadırını basarak eşyalarını yağmaladılar. Hatta İmam’ın üzerinde oturduğu bir yaygıya el koymak için onunla tartışmaya giriştiler. Bu durum, İmam’ın onlara karşı nefretini ve kaygısını arttırdı. Bu yüzden İmam, Medayin’deki beyaz kaleye taşındı.
İşte Muaviye’nin hile ve entrikası ile ortaya sürülen söylenti dalgaları, ordunun Medayin ve Meskin’deki kollarını böyle kuşatmış ve geride kalan dayanışma kırıntılarını böyle koparmıştı. Bu söylenti, itaatkârlık ile isyan arasında tereddüt yaşayan, fitne ve kargaşa sevdalısı alçak eğilimli insanlardan çok sayıda grupların sarsılmasına sebep oldu.
Daha önce Meskin’deki birliğin komutanının ihanet ettiğini bilen Medayin’deki ordu üzerinde bu söylentilerin nasıl bir etki yapacağı beklenebilir?! Ki sonradan başa geçen Kays’ın onun derecesinde olmadığı kabul ediliyordu. Bu yüzden ikinci komutanın da ihanet ettiği veya öldürüldüğü haberini niçin doğrulamasınlardı ki?!
Daha önce komutanının ihanetine uğrayan Meskin ordusunun bu söylentilerden aldığı olumsuz etkilenme payı da, Medayin’deki ordunun aldığı paydan daha az değildi.
Bu olayların ortasında Şam halkını temsil eden Muğiyre b. Şube, Abdullah b. Kureyz ve Abdurrahman b. Hakem’den oluşmuş bir heyet geldi. Irak halkının mektuplarını, yanlarında getirmişlerdi. Maksatları, İmam Hasan’ı (a.s) bu mektuplardan ve vakti geldiği zaman fitne ateşini tutuşturmak amacıyla ordunun safları arasında yer almış bazı dostlarının kalplerinde taşıdıkları olumsuz duygulardan haberdar etmekti.
Heyetin mensupları, mektupları İmam’ın önüne serdiler. Bu mektuplar, İmam’ın, bazı dostlarının içlerinde barındırdıkları olumsuz duygulara ve fitne çıkarma arzusuna yönelik kesin bilgisine yeni bir şey eklememişti. Çünkü onların çizgileri ve beklentileri İmam için açık ve belirgin idi.
Heyet, İmam Hasan’a (a.s) uygun gördüğü şartları içeren bir barış antlaşması taslağı sundu. Fakat İmam kendi tarafından Muaviye’nin ihtiraslarını okşayacak tavizleri onlara vermek istemedi ve verdiği cevap hakkında titiz davrandı. Öyle ki, verdiği cevapta heyet üyelerine barışı kabul ettiğine dair veya buna işaret edebilecek bir ipucuna yer vermedi. Bunun yerine heyet üyelerine öğüt vermeye, onları Allah’a çağırmaya, kendileri ve ümmetin bütünü için hayırlı olanı vurgulamaya, Allah ve Resulü (s.a.a) önünde taşıdıkları sorumluluğu hatırlatmaya girişti.
Muğiyre ve arkadaşları, Muaviye tarafından hazırlanan plânın ilk aşamasının İmam Hasan’ı (a.s) barışa ikna hususunda başarısız kaldığını, İmam’ın onca güçlü etkenler önünde direnen tutumunu devam ettirdiğini görünce, Muaviye tarafından hazırlanan plânın ikinci halkasını uygulamaya geçtiler. Plânın bu aşaması, sonucunu daha sonra verecek olsa da, en azından İmam’ın tutumunu zorlaştırıcı bir etki meydana getirecekti.
Muğiyre’nin başkanlığındaki heyet, İmam’ın ikamet ettiği kaleden çıkarak, müzakerelerin sonucunu bekleyen ordunun çadırlarını dolaşmaya çıktı. Bu dolaşma sırasında heyet üyelerinden biri, herkesin işitebileceği bir sesle: “Yüce Allah, Resulullah’ın oğlu sayesinde kan dökülmesini önledi, fitneyi sakinleştirdi ve İmam, barış teklifine olumlu karşılık verdi.” diye bağırdı.[9]
Heyetin mensupları, böylece rollerini en çarpıcı şekilde oynadılar. Arkasından durumu alt üst eden ateşli bir olumsuzluk havası oluşturdular. Bu hava içinde fitne tuzakları patladı, ordunun dayanışması sarsıldı ve ufukta mihnet alâmetleri açıkça belirdi. Muğiyre ve arkadaşlarının, ateşini tutuşturduğu bu gaile, ne büyük bir gaile idi!
İmam’ın ordusu ile ilgili mihneti bu kadarla kalmadı. İşbirlikçiler ile Haricîler kendisini öldürmeye giriştiler. Kendisine karşı, üç suikast girişiminde bulundular. İmam (a.s), üçünden de kurtuldu. Bunlar şöyle oldu:
1. İmam (a.s) bir keresinde namaz kılarken biri üzerine ok attı. Fakat bu ok, (tedbir amaçlı giydiği zırhtan dolayı) vücudunda hiçbir etki meydana getirmedi.
2. Cerrah b. Sinan adındaki biri baldırına mızrak darbesi indirdi. Şeyh Mufid bu olayı şöyle anlatıyor:
İmam Hasan (a.s), taraftarlarının kendisine ne derece itaatkâr olduklarını görmek ve durumu basiretle belirlemek için onları sınavdan geçirmek istedi. Bu maksatla halkı cemaatle namaz kılmaya çağrılmasını emretti. Halk toplanınca, minbere çıkarak şu konuşmayı yaptı:
“İmdi, Allah’a yemin ederim ki, Allah’a hamt ederek ve O’na minnet sunarak sabaha ermiş olmayı arzu ederim. Ben Allah’ın kullarının iyiliğini en çok isteyen bir kulum. Hiçbir Müslümana kin beslemiş, onun için kötülük ve sıkıntı isteyerek sabaha ermiş değilim. Cemaat hâlinde hoşunuza gitmeyen bir şey, ayrılık hâlindeki sevdiğiniz şeyden sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin kendiniz için beklediğinizden daha hayırlısını sizin için gözlüyorum. Buna göre emrime karşı çıkmayın, görüşümü bana geri çevirmeyin. Allah sizi ve beni affetsin. Beni ve sizi sevgiyi ve hoşnutluğu içeren harekete irşat etsin.”
Bu konuşmayı dinleyenler, birbirlerine bakarak ne demek istediği ile ilgili birbirlerinin görüşünü sordular. İçlerinden biri ileri atılarak şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki bu adam, Muaviye ile barış yaparak halifeliği ona teslim etmek istiyor.” Bunun üzerine: “Allah’a yemin olsun ki, bu adam kâfir oldu.” dediler.
Arkasından çadırına saldırıp onu yağmaladılar. Öyle ki, üzerinde namaz kıldığı seccadesini bile çekip aldılar. Sonra Abdurrahman b. Abdullah b. Cual Ezdî adında biri, üzerine çullanarak abasını omzundan çekip aldı. İmam, oturmuş ve kılıcını kuşanmış durumda abasız olarak kaldı. Bunun üzerine binek hayvanını istetip sırtına bindi. Yakınlarından ve taraftarlarından bir grup, etrafını kuşatarak İmam’a yaklaşmak isteyenlere engel oldular. Ardından İmam (a.s): “Bana Rebia ve Hemdan kabilelerini çağırın.” dedi. Çağrılanlar gelince, İmam’ın etrafını sararak etrafındaki halkı dağıttılar.
İmam (a.s), yanında başkalarından bir grupla birlikte yola koyuldu. Yolda Sabat çukurlarından geçerken Esed kabilesinden Cerrah b. Sinan adında biri ansızın önüne çıkarak binek hayvanının dizginini tuttu. Adamın elinde bir şiş vardı. İmam’a: “Allahu Ekber! Ey Hasan, nasıl baban daha önce müşrik oldu ise, sen de müşrik oldun.” dedi. Arkasından elindeki şişi İmam’ın baldırına sapladı. Adalesini yaran şiş kemiğe kadar dayandı. Arkasından İmam Hasan, adamın boynuna sarıldı ve her ikisi de yere düştü.
Bu arada, İmam’ın Şiîlerinden Abdullah b. Hatal etTaî adında biri, adamın üzerine çullanarak şişi elinden aldı ve o şişle karnını deşti. Bu sırada Zabyan b. Amare adında biri, adamın üzerine kapaklanarak burnunu kesti. Bu darbe üzerine adam öldü. Onunla birlikte olan bir başkası da yakalanıp öldürüldü. İmam Hasan ise bir yaygı üzerinde Medayin’e taşındı.
3. Başka bir defasında namaz sırasında bir hançer darbesine maruz kaldı.
Şeyh Müfid şöyle diyor:
İmam Hasan (a.s), halkın davranışlarına baktı. Bu bakışla insanların kendisini desteksiz bıraktıkları ve ona karşı kötü niyet besledikleri yönündeki basireti arttı. Ona açıktan açığa sövüyorlar, kendisini kâfir olmakla suçluyorlar, kanının dökülmesini ve mallarının yağmalanmasını helâl görüyorlardı. Babasının ve kendisinin Şiîlerinden olan yakın çevresi dışında, başına gelecek belâları önleyecek kimseleri kalmamıştı. Bu yakın çevresi, Şam ordularına karşı koyacak güçte ve yeterlilikte değildi.
Bu sırada Muaviye ona ateşkes ve barış isteyen bir mektup gönderdi. Bunun yanı sıra İmam Hasan’ın canına kastedeceklerini ve Muaviye’ye teslim edeceklerini bildiren dostlarının mektuplarını da ona iletti. Barış teklifine olumlu karşılık verdiği takdirde, kendisine karşı İmam’ın lehine olan birtakım şartlar önerdi ve bağlı kalınması herkesin faydasına olacak olan birtakım maddeler ortaya koydu. İmam Hasan (a.s) ona güvenmemişti. Bu önerisinin hile amaçlı ve canına kastetme hazırlığına yönelik bir girişim olduğunu biliyordu. Fakat kendisinden istenen ateşkesi ve savaştan vazgeçmeyi kabul etmekten başka bir çare göremedi. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi taraftarlarının ona yönelik basiretleri zayıftı, bozguncu bir yaklaşım sergiliyorlar, kendisine karşı çıkıyorlardı. Bunun yanı sıra birçoğu, kanının dökülmesini ve kendisini düşmanına teslim etmeyi hedefleyen gizli niyetler taşıyordu. Ayrıca amcasının oğlu kalleşlik edip düşmanının yanına geçmiş ve taraftarlarının birçoğu, ahireti bir yana bırakıp dünyalık çıkarlara yönelmişti.
Tarihçilerin verdikleri bilgilere göre İmam Hasan (a.s), ordusu ile çevresindekilerin ihanetlerini ve iki yüzlülüklerini gördükten sonra onların düşmana karşı duracakları ve direnecekleri yolunda hiçbir ümidi kalmamakla ve bu adamların içlerinde gizlenen arzular ortaya çıkmış olmakla birlikte sırf hüccet tamamlansın, dayanacakları hiçbir bahane kalmasın diye onlara şu konuşmayı yaptı:
Yazıklar olsun size! Allah’a yemin ederim ki Muaviye, benim öldürülmem yolunda verdiği sözü hiçbiriniz için tutmayacaktır. Öyle sanıyorum ki, elimi eline koyarak ona halifeliği teslim edersem, bana dedemin dinini yaşama serbestîsi vermeyecektir. Ben yalnız başıma Allah’a ibadet edebilirim. Fakat sizin çocuklarınızın Allah’ın kendilerine bağışladığı yiyeceği ve suyu istemek üzere onların çocuklarının kapılarında beklediklerini, ama yiyecek ve su alamadıklarını görür gibiyim. Yuh olsun, kendi elleri ile yaptıkları kötülüklere! Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında göreceklerdir.
Bir diğer konuşmasını da, Muaviye’nin barış önerisini kabul etmeden önce insanlara hücceti tamamlamak amacıyla yaptı. İmam (a.s) bu konuşmasında, dostlarının görüşlerini öğrenmek, düşüncelerinden haberdar olmak için yüce Allah’a hamdüsenadan sonra şöyle buyurdu:
Allah’a yemin ederim ki, bizi Şamlılarla savaşmaktan, zillet veya sayıca azlığımız vazgeçirmedi. Fakat biz onlarla sağlıklı yapımızla ve sabırla savaşıyorduk. Şimdi sağlıklı yapımız, iç düşmanlıkla ve sabrımız, endişe ile yıprandı. Sizler bizimle birlikte savaşa giderken, dininiz dünyanızın önünde idi. Oysa şimdi, dünyanız dininizin önüne geçti. Biz sizin için idik ve siz de bizim içindiniz. Oysa şimdi bize karşı oldunuz. Sonra sizler iki maktul üzerinde yoğunlaştınız. Biri Sıffin maktulleri ki, onlar için ağlıyorsunuz. Öbürü Nehrevan maktulleri ki, onların intikamını almak istiyorsunuz. Ağlayanlar bizi yalnız bırakmışlar, intikam almak isteyenler ise, bize karşı isyan başlatmış durumdalar.
İmam (a.s), sözlerinin bu noktasında, dinleyenlere Muaviye’nin barış teklifini duyurmak üzere şöyle dedi:
Muaviye bizi onur ve hakkaniyetten yoksun bir işe çağırdı. Eğer yaşamayı istiyorsanız, teklifini kabul edelim ve hiç sızlanmayalım. Yok, eğer ölmeye hazırsanız, canımızı Allah uğruna feda ederek onu Allah’ın mahkemesine havale edelim.
Ravinin eklediğine göre, İmam Hasan’ın (a.s) dinleyicileri hep birlikte: “Sağ kalmayı ve yaşamayı tercih ediyoruz.” diye bağırdılar.
İmam Hasan’ın (a.s) önünde barışı kabul etmekten ve iktidarı bir süre için Muaviye’ye bırakmaktan başka bir yol kalmamıştı. Barış antlaşmasının maddeleri üzerinde derinliğine bir incelemeden açıkça ortaya çıkar ki İmam (a.s), Muaviye’ye hiçbir taviz vermemiş, onu resmen halife ve Müslümanların hâkimi olarak kabul etmemişti. Tersine, Muaviye’nin bu konudaki iddialarının asılsızlığını ispat etmek üzere önderlik makamını kendi meşru hakkı saymıştı.
Tarih kaynakları, barış antlaşmasının açık metnini içeren bir belge içermiyor. Oysa bu metin, özellikle İslâm tarihinin ilk yüzyılları için, İslâm tarihinin bütününü şekillendiren aşamaların en önemlilerinden birinin sonlanmasıyla ilgili tarihî bir belge sayılır. Bu ihmale haklı bir sebep bulamıyoruz.
Muhtelif kaynaklar, bu maddelerin bazılarını içerirken, diğer bazılarına hiç yer vermemiştir. Bu kaynakların bütününden İmam’ın (a.s) Muaviye’ye koştuğu barış şartlarının neler olduğu anlaşılabilir.
Bir araştırmacı, bu şartları düzenleyerek beş madde şeklinde ortaya koymuştur. Biz bu maddeleri, o araştırmacının düzenlediği gibi sunuyoruz ve alıntı yaptığımız esere güvenerek dipnotlarında gösterdiği kaynakları belirtme gereğini duymuyoruz. Anlaşmanın maddeleri şunlardır:
1. Muaviye’nin Kur’ân’a, Sünnet’e ve salih halifelerin tutumuna uygun şekilde hareket etmesi şartı ile iktidar kendisine teslim edilecektir.
2. Muaviye’den sonra iktidar İmam Hasan’a geçecek; eğer ona bir şey olursa, iktidar, kardeşi Hüseyin’e devredilecektir. Muaviye’nin, iktidarı kendisinden sonra bir başkasına devretme yetkisi yoktur.
3. İmam Ali’ye yönelik sövmelere ve namazlar sırasında aleyhinde söylenen sözlere son verilecek, kendisi sadece hayırla anılacaktır.
4. Kûfe beytülmalindeki beş milyon dirhem tutarındaki para, iktidarı teslim etmenin kapsamı dışındadır. Teslim işlemi bu parayı içermez. Ayrıca Muaviye, İmam Hasan’a iki milyon dirhem gönderecek, bağışlarda ve hediyelerde Haşimoğulları’nı Abduşşemsoğulları’ndan üstün tutacak, İmam Ali’nin safında Sıffin ve Cemel savaşlarında öldürülenlerin çocuklarına bir milyon dirhem dağıtacak ve bu harcamaları, Darı Ebcer bölgesi gelirlerinden karşılayacaktır.
5. Şamlısı ile, Iraklısı ile, Hicazlısı ile, Yemenlisi ile, bütün halk güven içinde olacak. Siyah ve kızıl derili olanlar da dâhil olmak üzere bütün ırklar güven içinde olacak.
Muaviye, insanların ayak sürçmelerini hoşgörü ile karşılayacak. Geçmişteki olaylar yüzünden hiç kimseyi kovuşturmaya tâbi tutmayacak ve Irak halkına kin duygusu ile muamele etmeyecektir.
İmam Ali (a.s) taraftarları, nerede olurlarsa olsunlar, güven içinde olacaklardır. Hiçbir İmam Ali (a.s) taraftarı, kötü muamele görmeyecektir.
İmam Ali (a.s) taraftarlarının canları, malları, kadınları ve çocukları güven içinde olacaklardır. Hiçbir şeyden dolayı kovuşturmaya uğratılmayacaklardır. Hiçbiri kötü bir işleme maruz bırakılmayacaktır.
Her hak sahibine hakkı ulaştırılacak ve nerede olurlarsa olsunlar bütün Ali (a.s) taraftarlarının elde ettikleri haklar korunacaktır.
Muaviye’nin ne İmam Hasan’ın ve İmam Hüseyin’in ve ne Resullah’ın Ehli Beyt’ine mensup birinin başına bir belâ getirmemesi, İslâm âleminin hiçbir yerinde onlardan hiçbirini korku altında yaşatmaması gerekir.
Bazı araştırmacılar, dördüncü maddenin Ehli Beyt’i, özellikle de İmam Hasan’ı (a.s) karalamak için Emevîler veya Abbasîler tarafından uydurulduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bu, İmam Hasan’ın (a.s) seviyesine ve konumuna uygun değildir. Doğrusunu Allah bilir.
1 Şeyh Saduk, “İlelu’şŞerai” adlı eserinde isnat zinciri ile Ebu Said Ukeysa’ya şöyle bir rivayet dayandırıyor. Bu rivayete göre Ebu Said Ukeysa, İmam Hasan’a (a.s), kendisinin hak yolunda, Muaviye’nin ise sapıtmış ve zalim olduğunu bildiği hâlde, kendisini Muaviye ile barış yapmaya sürükleyen sebebin ne olduğunu soruyor.
İmam ona şu cevabı veriyor: “Ey Ebu Said! Ben, yüce Allah’ın kulları üzerindeki hücceti ve babamdan sonra onların imamı değil miyim?” Ebu Said: “Evet, öylesin.” diyor.
İmam Hasan (a.s) şöyle devam ediyor: “Peygamberimiz benim ve kardeşim hakkında: ‘Hasan ile Hüseyin ayakta olsalar da, köşelerinde otursalar da imamdırlar.’ dememiş midir?” Ebu Said: “Demiştir.” diyor.
İmam sözlerine şöyle devam ediyor:
O hâlde ben ayakta olsam da imamım, köşemde otursam da imamım. Ey Ebu Said! Benim Muaviye ile barış yapmamın gerekçesi, Peygamberimizin Damreoğulları ile, Eşcaoğulları ile, Hudeybiye’den geri dönüşü sırasında Mekkeliler ile yaptığı barışın gerekçesinin aynısıdır. Onların kâfir oldukları tenzil ile, Muaviye ve adamlarının kâfirlikleri ise tevil ile sabittir.
Ey Ebu Said! Mademki ben yüce Allah tarafından imamlığa lâyık görüldüm, yaptığım uygulamanın hikmeti belirgin olmasa da, öne çıkardığım ateşkes ve savaş ile ilgili görüşümün akılsızlıkla nitelenmemesi gerekir. Hızır’a (a.s) baksana: Gemiyi deldiğinde, delikanlıyı öldürdüğünde, yıkılmak üzere olan duvarı doğrulttuğunda, bu hareketlerin hikmetini bilmediği için Musa (a.s) bunlara karşı memnuniyetsizlik gösterdi. Fakat Hızır (a.s) ona uygulamalarının hikmetini anlatınca, hoşnutluğunu ifade etti. Ben de öyleyim. Verdiğim kararın hikmetini bilmediğiniz için bana kızdınız. Eğer bu kararı vermemiş olsaydım, yeryüzünde taraftarlarımızdan hiçbiri bırakılmayacak, hepsi öldürülecekti.
2 Zeyd b. Veheb Cühenî diyor ki:
İmam Hasan (a.s) Medain’de yaralandıktan sonra kendisine o şartlar karşısında nasıl bir tavır takınacağını sorduğumda, bana şu cevabı verdi:
Allah’a yemin ederim ki, Muaviye’yi, taraftarlarım olduklarını iddia eden bu kimselerden kendim için daha hayırlı görüyorum. Bunlar beni öldürmeye çalıştılar, eşyamı yağmaladılar, mallarıma el koydular. Allah’a yemin ederim ki, Muaviye’den kanımın akıtılmayacağına dair taahhüt almam, bu taahhütle ailem hakkında güvenceye kavuşmam; bu adamların beni öldürmelerinden, böylece ehlibeyt’imin ve ailemin mahvolmasından daha hayırlıdır. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muaviye ile savaşa girersem, bu adamalar boynumdan tutarak beni savaşmadan Muaviye’ye teslim ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, eğer onunla onurlu konumdayken barış yaparsam bu durum, onun beni esir alarak öldürmesinden veya beni minnet altına almasından daha hayırlıdır. Çünkü onun minneti altına girmek, dünya durdukça Haşimoğulları için bir yüzkarası olur, Muaviye ve arkasından gelecek olanlar bizim yaşayanlarımızı ve ölülerimizi bu minnet borcu altında ezerlerdi.
3 Süleym b. Kays elHilâlî’nin verdiği bilgiye göre, Muaviye Kûfe’ye geldiğinde, İmam Hasan (a.s) onun hazır bulunduğu sırada minbere çıktı ve Allah’a hamdüsena ettikten sonra şunları söyledi:
Ey insanlar! Muaviye benim kendisini halifeliğe lâyık gördüğümü, kendimi ise bu işe lâyık görmediğimi ileri sürdü. Yalan söyledi. Ben, Allah’ın kitabına ve Peygamberimizin sözlerine göre insanların önderliğine herkesten daha çok lâyığım. Allah’a yemin ederim ki, eğer insanlar bana biat ederek bana itaat etseler, beni destekleselerdi, gökyüzü yağmurunu üzerlerine indirir, yeryüzü kendilerine bereketini sunardı ve ey Muaviye sen bu makama göz dikemezdin. Peygamberimiz (s.a.a): “Aralarında daha bilgili biri varken iktidar yetkisini ona değil de bir başkasına teslim eden bir toplum sürekli geriler, çöker, sonunda buzağıya tapanların dinine döner…” buyurmuştur.
4 Allâme Kunduzî’nin, “Yenabiul Meveddet” adlı eserinde verdiği bilgiye göre İmam Hasan (a.s), Muaviye ile niçin barış yaptığı konusunda yaptığı halka yönelik bir konuşmada şöyle dedi:
Ey insanlar! İyi biliyorsunuz ki, yüce Allah sizi dedem sayesinde doğru yola ileterek sapıklıktan kurtardı, sizi cahillikten çekip çıkardı, onun vasıtası ile sizi ezilmişlikten sonra onurlandırdı, azlıktan sonra çoğalttı. Muaviye, ona değil de bana ait olan bir hak üzerinde benimle çekişmeye girişti. Ben ümmetin yararını ve fitnenin kesilmesini gözettim. Sizler benimle barış yapanla barış yapmak ve benimle savaşanla savaşmak üzerine bana biat ettiniz. Ben Muaviye ile barış yapmayı, onunla aramızdaki savaşa son vermeyi uygun gördüm. Onunla barış yaptım ve kanların korunmasının dökülmesinden daha hayırlı olduğu görüşüne vardım. Böyle yapmakla sizin yararınızdan ve hayatta kalmanızdan başka bir şey istemedim. “Bilmem, belki de bu, sizin sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir sürenin sonuna kadar dünya nimetlerinden yararlandırılmanız içindir.”
5 Seyyid Murteza’nın aktardığı bir rivayete göre Hücr b. Adiy, İmam Hasan’ın (a.s) barışı onaylamasından sonra ona itiraz ederek: “Müminlerin yüzlerini kararttın.” dedi. İmam (a.s) ona şu cevabı verdi:
Senin istediğini herkes istiyor değil ve herkesin görüşü senin görüşün gibi değil. Ben bu yaptığımı, sizi korumak için yaptım.
Seyyid Murteza sonra şöyle devam eder:
İmam Hasan’ın taraftarları barış yapılmasına karşı çıktılar. İmam’ın kararından dolayı üzüntülerini ifade ettiler. Buna karşı çıkanlar arasında bulunan Süleyman b. Surad Huzaî İmam’a söyle dedi: “Muaviye’ye biat etmenden dolayı duyduğumuz şaşkınlığın sona ereceği yoktur. Oysa Kûfe halkından kırk bin savaşçı yanında idi. Hepsi maaş alıyordu ve evlerinin kapılarında emrini bekliyorlardı. Onların yanı sıra bir o kadar daha oğulları ve akrabaları vardı. Ayrıca Basra ve Hicaz halkından olan taraftarlarını da bunlara ilâve etmek gerekir. Sonra ne antlaşmada kendin için bir güvence ve ne vergilerden bir pay aldın. Bu yaptığın işi yaptığında eğer Muaviye’ye karşı doğunun ve batının ileri gelenlerini şahit tutsaydın ve kendisinden sonra iktidarın sana verileceği yolunda ona resmî bir yazı yazmış olsaydın, durumu kabullenmek bizim için daha kolay olurdu. Fakat o aranızda sana verdiği söze bağlı kalmadı. Nitekim çok geçmeden şahitler huzurunda: ‘Ben savaş ateşini söndürmek ve fitneyi önlemek amacı ile anlaşmaya bazı şartlar koydum ve bazı vaatlerde bulundum. Ama yüce Allah sözbirliğimizi ve dirliğimizi bize bağışladığı için, artık o şartlar ve vaatler ayağımın altındadır.’ dedi. Allah’a yemin ederim ki, bu sözlerle kastettiği kişi sensin. Söylemek istediği şey, seninle onun arasındaki anlaşmadır. Nitekim anlaşmayı bozdu. Buna göre eğer istersen, geri adım at. Savaş, hiledir. Benim senden önce Kûfe’ye gitmeme izin ver. Oraya varır varmaz Muaviye’nin valisini şehirden çıkarır, onun görevden alındığını açıklarım. Bu arada sen de onun yaptığının karşılığı olarak antlaşmayı bozarsın.” İmam’ın diğer taraftarları da Süleyman’ınkilere benzer sözler söylediler.
İmam (a.s) onlara şu cevabı verdi: “Sizler bizim taraftarlarımız ve sevdiğimiz kimselersiniz. Eğer ben dünya işi için azimle çalışan, dünyanın saltanatı için koşup yorulan biri olsaydım, Muaviye benden daha şiddetli, daha yürekli, daha azimli olamazdı. Fakat ben sizinkinden farklı bir görüşteyim. Bu yaptığım barışla sadece kan dökülmesini önlemek istedim. Allah’ın hükmüne razı olun, O’nun emrine teslim olun, evlerinizde oturun ve sesinizi çıkarmayın.”
Muaviye, halifeliği zorba bir hükümdarlığa ve babadan oğla geçecek bir mirasa dönüştürmeye girişti. Bunun için elinden gelen her gayreti gösterdi ve büyük miktarda paralar harcadı. Fakat İmam Hasan’ın (a.s) hayatta olup Müslümanların da onun adil yönetimini ve herkesi kapsayacak hayırlı uygulamalarını beklediklerini bildiğinden dolayı bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini gördü. Bundan dolayı Malik Eşter’i, Sa’d b. Ebu Vakkas’ı ve başkalarını ortadan kaldırırken kullandığı yöntemi uygulayarak İmam Hasan’a (a.s) suikast düzenlemeyi kararlaştırdı.
İmam Hasan (a.s) Şam’dayken bu iğrenç kararını uygulamak için birkaç kere ona öldürücü etkisi yüksek zehir gönderdi. Fakat onu öldürmeyi başaramadı. Arkasından Bizans İmparatoru’na adam göndererek ondan ısrarla kendisine öldürücü etkisi yüksek zehir göndermesini istedi. İmparator önce bu isteği reddetti; fakat Muaviye, Tihame bölgesinde ortaya çıkarak müşrikliğin, kâfirliğin ve cahiliyenin tahtlarını devirmeye girişen, Ehl-i kitab’ın saltanatını tehdit eden adamın, yani Resulullah’ın (s.a.a) oğlunu öldürmek istediğini bildirince, İmparator istediği etkili zehri vermeyi kabul etti.
Babanın (Muaviye) bu cinayeti, oğlunun (Yezid) İslâm tarihinin en büyük cinayetini işlemeye cesaret etmesinin ve böylece ikisinin ortak cinayet suçluları olmalarının sebebi oldu. Bu ortak cinayet, bir üçüncüsü olmayan iki cennet ehli efendilerinin öldürülmesi idi. Böylece bu iki katil işbirliği yaparak Resulullah’ın (s.a.a) soyunun devamının inhisar ettiği tek vasıtayı kesip ortadan kaldıracaklardı. Dolayısıyla cinayet bu anlamı ile Resulullah’ın (s.a.a) hayatının tarihî uzantısına yönelik bir öldürme eylemi idi.
Evet, bununla birlikte bu katillerin her ikisi de İslâm devletinde halife makamını işgal etmişlerdi!!!
Halifeleri içinde böyle örnekler bulunan İslâm’a ne kadar yazık!!!
Muaviye’nin sözde dehası, uyguladığı bu uygulama üslubunu tasarlatan faktördü aslında. Fakat oğlu Yezid bu sözde dehadan yoksundu. Oğul mağrur bir delikanlı, baba ise işleri yönetip yönlendiren şeytanî zekâya sahip bir çılgın idi!!! Eğer Ebu Süfyan bu iki ahfadının dönemlerine kadar yaşasaydı, bunların Emevîler hesabına arzu ettiği rolü hakkı ile oynadıklarına kesinlikle hükmederdi.
Muaviye, Mervan b. Hakem’i İmam Hasan’ın (a.s) eşlerinden biri olan Eş’as b. Kays elKindî’nin kızı Cu’de’yi kocasına zehir içirmeye ikna etmeye çağırdı. Zehir Rûvme (kuyusunun) suyu[1] ile sulandırılmış bala karıştırılan bir içecek şeklinde hazırlanmıştı. Kadına, bu görevini yerine getirdiği takdirde Muaviye’nin oğlu Yezid ile evlendirileceği vaat edilmişti. Ayrıca kendisine yüz bin dirhem altın para da verilmişti.
Bu görev için seçilen Cu’de’nin babası Eş’as b. Kays, önce Müslüman olup sonra utanç verici bir şekilde irtidat eden, sonra tekrar Müslüman olmak durumunda kalan tanınmış bir münafıktı. Cu’de de böylesine kirli bir kimsenin kızı olması hasebiyle, böylesine utanç verici çirkin bir görevi kabul etmeye herkesten daha hazır ve yatkın bir karaktere sahipti.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
Eş’as, Emirü’lMüminin’in (Hz. Ali) kanına ortak oldu. Kızı Cu’de Hasan’ı zehirledi. Eş’as’ın oğlu Muhammed’in eli de Hüseyin’in kanına bulaştı.
Böylece Muaviye’nin isteği fiilen gerçekleşti. İmam Hasan (a.s), Hicret’in ellinci veya kırk dokuzuncu yılında safer ayının sona ermesine iki gece kala perşembe günü şehit oldu. Muaviye ise, bu cinayeti ile İslâm ümmetinin bütünün kaderine yön vermiş oldu. İslâm ümmetini felâketlere, kendini ve oğullarını düşmanlıklara, savaşlara ve ayaklanmalara boğdu. Ayrıca barış antlaşmasını son satırına kadar çiğnemiş oldu.
Nitekim İmam Hasan (a.s) ölümün eşiğinde şöyle dedi:
Onun (zehirli) içeceği vücudumu kuşattı ve arzusuna kavuştu. Allah’a yemin ederim ki, verdiği hiçbir sözü tutmadı ve söylediği hiçbir sözü doğru söylemedi.
Bu zehirli plânın uygulandığını bildirmek üzere Mervan’ın yola çıkardığı haberci Muaviye’ye ulaşınca, İmam Hasan’ın (a.s) ölmesinden duyduğu sevinci açığa vurmaktan kendini alamadı. O sırada, Yeşil Saray’da idi. Yüksek sesle üst üste tekbir getirdi. Onunla birlikte sarayda bulunanlar da tekbir getirdiler. Muaviye’nin ve saraydakilerin sesini işiten mescitteki cemaat da saraydakilere uyarak tekbir getirdiler.
Tekbir sesleri üzerine Muaviye’nin eşi, Karaza b. Amr b. Nevfel b. Abdumenaf’ın kızı Fahite odasından çıktı ve şöyle dedi: “Allah seni sevinçli kılsın ey Emirü’lMuminin! Ne haber aldın ki bu kadar seviniyorsun?” Muaviye’nin: “Hasan b. Ali’nin ölüm haberini aldım.” demesi üzerine, Fahite: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn (Biz Allah’ınız ve tekrar O’na döneceğiz)” dedi ve sonra ağlamaya başladı. Ardından da şöyle dedi: “Müslümanların önderi ve Resulullah’ın kızının oğlu öldü.”
Muaviye’nin İmam Hasan’ı (a.s) zehirleyerek öldürttüğüne dair belgeler, en belirgin bir olay olarak tarihin sayfalarını doldurmaktadır.
İmam’ın (a.s) acısı artınca ve durumu ağırlaşınca, şehitler önderi kardeşini çağırarak ona vasiyetini yaptı ve kendisine isteklerini iletti. Bu vasiyetin metni şöyledir:
Bu sözler Ali oğlu Hasan’ın, kardeşi Hüseyin’e yaptığı vasiyetidir. Şöyle diyor: Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun tek ve ortaksız olduğuna şahadet ediyor. O’na ibadetin hakkı ile kulluk ediyor. O’nun egemenlikte ortağı yoktur ve acizlikten ötürü bir velisi (yardımcısı) yoktur. O, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. O, kulundan öndedir ve her türlü övgüye lâyıktır. O’na itaat eden doğruya erer. O’na asi olan azgınlığa düşer. Tövbe ederek O’na dönen, doğru yolu bulur.
Ey Hüseyin! Sana arkada bıraktığım ailem, çocuklarım ve senin ailen hakkında şunları vasiyet ederim: Onların hatalarını hoş gör, iyi davranışlarını kabul et, onlara karşı benim yerimi tut ve bir baba ol. Beni Resulullah’ın (s.a.a) yanında bir yere toprağa ver. Ben ona ve evine en yakın kimseyim. Eğer bu konuda sana izin vermezler ise, Allah aşkına, Allah’ın seni bana yakın kılma sebebi kıldığı akrabalığımız ve bizi Resulullah’a (s.a.a) bağlayan soy bağımız aşkına, Resulullah (s.a.a) ile buluşup onlardan davacı oluncaya ve insanların bize neler yaptığını ona haber verinceye kadar benimle ilgili bir mesele yüzünden bir damla bile kan dökülmesin.
İmam Hasan’ın (a.s) durumu ağırlaştı, ağrıları şiddetlendi ve acılar içinde kıvranmaya başladı. Artık değerli hayatından sadece birkaç dakika kaldığını anladı ve ailesine dönerek: “Beni evin damına çıkarın da gökyüzünün melekûtunu seyredeyim.” dedi.
Onu evin damına çıkardılar. Oraya yerleştikten sonra başını göğe kaldırdı ve Rabbine yalvarmaya, yakarmaya koyularak şöyle dedi:
Allah’ım! Canımı sana sunuyor, mükâfatını senin katından umuyorum. Bu ise, canlar arasında benzerini göremediğim en değerli şeyimdir. Allah’ım! Ölüm anında munisim ol, mezarda beni yalnız bırakma!
Sonra Muaviye’nin ona yaptığı haksızlıklar, taahhütlerinden cayması, canına kastetmesi aklına geldi ve şöyle buyurdu:
Onun içeceği (verdiği zehir) tüm vücudumu kuşattı. Allah’a yemin ederim ki, verdiği hiçbir sözü tutmadı ve söylediği hiçbir sözü doğru söylemedi.
Arkasından Kur’ân’dan ayetler okumaya, Allah’a yönelip yakarmaya koyuldu. Böylece tertemiz ruhu Me’va cennetine uçtu, Yüce Dost’a yükseldi. Öyle bir ruh ki, yumuşak huyluluk, cömertlik, ilim, şefkat, merhamet ve bütün insanlara yönelik iyilikseverlik bakımından ne geçmiş zamanlarda bir benzeri yaratılmış ve ne ilerde onun gibisi gelecektir.
Müslümanların en yumuşak huylusu, cennet ehli gençlerinin önderi, Resulullah’ın (s.a.a) reyhan çiçeği ve göz aydınlığı öldü.
Dünya onun ölümü ile karanlığa gömülürken, ahiret onun gelişi ile aydınlandı. Bu acı olayın duyulması üzerine Haşimîlerin evlerinden feryatlar yükseldi, Medine evleri figanlara ve iniltilere boğuldu. Ebu Hüreyre, hüngür hüngür ağlayarak ve kendinden geçmiş bir hâlde Peygamberimizin (s.a.a) mescidine koştu. Koşarken avazının çıktığı kadar: “Ey insanlar, bugün Resulullah’ın sevgilisi öldü, ağlayın!” diye bağırıyordu.
Ebu Hüreyre’nin bu sözleri kalpleri parçaladı, acının yüreklere bıçak gibi saplanmasına yol açtı. Bütün Medine halkı İmam’ın evine doğru akın etti. Kiminin dili tutulmuş, kimi feryat ediyor, kimi saçınıbaşını yoluyor, kimi de inliyordu. Bu büyük ahiret yolcusunun kaybından kaynaklanan hüzün kalplerine işlemişti. O büyük ahiret yolcusu ki, başlarına gelen her felâket ve karşılaştıkları her musibet sırasında sığınakları, korunakları ve barınakları olmuştu.
Kardeşi İmam Hüseyin (a.s), ağabeyinin cenaze hazırlıklarına başladı. Abdullah b. Abbas, Abdurrahman b. Cafer, Ali b. Abdullah b. Abbas ile kardeşleri Muhammed b. Hanefiye ve Ebulfazli Abbas da ona yardım ediyorlardı. Ağabeyini yıkadı, kefenledi ve üzerine kâfur ve güzel koku serpti. Bunları yaparken, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Cenazenin hazırlanmasını tamamlayınca, kutsal naaşın namazının kılınması için Peygamberimizin (s.a.a) mescidine götürülmesini emretti.
İmam Hasan’ın (a.s) cenazesi, Peygamberimizin (s.a.a) başkenti olan Medine’nin, benzerini görmediği çok büyük bir kalabalık tarafından uğurlandı. Haşimîler Medine çevresindeki mezralara ve köylere İmam’ın öldüğü haberini götüren kimseler göndermişlerdi. Buralarda oturanlar da o büyük naaşı uğurlamaya katılabilmek için hep birlikte yollara döküldüler. Nitekim Sa’lebe b. Malik, cenaze törenine katılanların çokluğunu şu şekilde beyan etmiştir:
İmam Hasan’ı öldüğü gün gördüm. Baki mezarlığında toprağa verildi. Eğer iğne atılsaydı mutlaka bir insanın başına düşerdi.
İmam’ı uğurlayan kalabalık o kadar yoğun oldu ki, Baki mezarlığında bir kişilik bile yer kalmamıştı.
Mervan ve çevresindeki Emevîlerin, İmam Hasan’ı Resulullah’ın (s.a.a) yanında toprağa vereceklerinden şüpheleri yoktu. Bu yüzden bunun için toplandılar ve silâh kuşandılar. İmam Hüseyin (a.s), ağabeyinin cenazesi ile birlikte bağlılığını ve taahhüdünü yenilemek için dedesinin mezarına yönelince, Mervan ile çevresindekiler toplu olarak cenazeyi uğurlayanların karşılarına çıktılar. Aişe de bir katır sırtında onlara katıldı. Bu sırada: “Bana ve size ne oluyor da sevmediğim birini evime sokmak istiyorsunuz?” diyordu. Mervan da şöyle diyordu: “Nice savaş var ki, barıştan daha hayırlıdır! Osman Medine’nin en ucunda bir yere defnedilmişken, Hasan, Peygamber’in yanına defnedilecek, öyle mi? Ben silâh taşırken böyle bir şey asla olmaz!”
Az kalsın Haşimoğulları ile Emevîoğulları arasında fitne çıkıyordu ki, Abdullah b. Abbas, Mervan’ın yanına koştu ve şöyle dedi:
Ey Mervan, geldiğin yere dön. Biz dostumuzu Resulullah’ın (s.a.a) yanına defnetmek istemiyoruz. Biz onu ziyaret ederek bağlılığımızı ve taahhüdümüzü tazelemek istiyoruz. Arkasından cenazemizi büyük annesi Esed kızı Fatma’nın yanına götürüp vasiyeti uyarınca orada toprağa vereceğiz. Eğer Hasan, Peygamber’in yanında toprağa verilmeyi vasiyet etseydi, sen de bilirsin ki, bizi o vasiyeti yerine getirmekten vazgeçirmeye gücün yetmezdi. Fakat İmam Hasan Allah’ı, Resulullah’ı (s.a.a) ve onun mezarının saygınlığını, onun yıkıma uğramasına meydan vermemenin gerekliliğini herkesten iyi biliyordu. Nitekim başkaları, bu saygısızlığı yaparak ondan izinsiz evine girdiler.[1]
Abdullah b. Abbas arkasından Aişe’ye dönerek şöyle dedi:
Ne kadar çirkin! Bir gün katır, başka bir gün deve sırtında Allah’ın nurunu söndürmek ve Allah’ın dostları ile savaşmak istiyorsun. Geri dön. Zira korktuğundan kurtuldun ve istediğini elde ettin. Bir süre sonra olsa bile, Allah Ehli Beyt’i muzaffer kılacaktır.
İmam Hüseyin (a.s) de şöyle buyurdu:
Allah’a yemin ederim ki, Hasan bana kendi meselesi yüzünden bir damla bile kan dökülmemesini tembih etmemiş olsaydı, Allah’ın kılıçlarının sizden nasıl öç alacağını öğrenirdiniz. Sizler aramızdaki antlaşmayı çiğnediniz ve bize karşı kabul ettiğiniz şartları geçersiz kıldınız.
Haşimîler, İmam Hasan’ın (a.s) cenazesini taşımaya devam ederek onu Abdumenaf oğlu Haşimoğlu Esed kızı Fatıma’nın yanına defnettiler. Defin töreninden sonra İmam Hüseyin (a.s) mezarın başında durarak ağabeyini şu sözlerle övdü:
“Ey Ebu Muhammed, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Eğer sen yaşıyor olsaydın, hakkı muhtemel yerlerinde görüp tanırdın. Takiyye noktalarındaki tehlikeleri güzel yöntemle aşarak Allah’ı tercih ederdin. Dünyanın büyük nimetlerine küçümseyen gözlerle bakardın. Dünyaya çevresi temiz ve ailesi arınmış bir el uzatırdın. Az bir destekle ve kolayca, düşmanlarından gelen kalleşçe badireleri geri püskürtürdün.
Yapacağın bu işlerde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü sen peygamberlik soyunun evlâdı, hikmet sütünün emzirilmişisin. Bu durumda sen rahatlık, güzel rızk ve Naîm (nimetlerle donatılmış) cennetin yolcususun. Allah ondan yana bize ve size büyük ecir versin, bize ve size onun büyük tesellisini ve sabrını bağışlasın.”
HİDAYET ÖNDERLERİ/ 4. CİLTTEN ALINTIDIR
İmam Hasan’ın (a.s) doğumu hicrî üçüncü yılın Ramazan ayının ortasında Medine’de doğdu. Babası İmam Ali (a.s), annesi Hz. Fatıma (a.s)’nın ilk çocukları İmam Hasan (a.s) idi
Sahabelerden Cabir’in verdiği bilgiye göre; o doğduğunda Hz. Fatıma (a.s): “Ey Ali, çocuğun adını koy.” dedi. Hz. Ali (a.s): “Onun adını koymakta Resulullah’ın (s.a.a) önüne geçecek değilim.” dedi. Hemen Peygamberimizin (s.a.a) yanına geldi. Peygamberimiz (s.a.a) çocuğu kucağına alıp öptü.
Arkasından sağ kulağına ezan ve sol kulağına kamet okudu. Sonra Hz. Ali’ye (a.s) dönerek: “Adını ne koydun?” diye sordu. İmam Ali (a.s): “Onun adını koymakta senin önüne geçmeyi düşünmedim.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a): “Onun adını koymakta ben de Rabbimin önüne geçmeyi düşünmüyorum.” dedi. Bu sırada yüce Allah, Cebrail’e vahiy yolu ile şu talimatı verdi:
“Muhammed’in bir oğlu dünyaya geldi. Onun yanına in ve kendisine selâm söyle. Benden ve kendinden yana kendisini tebrik et ve ona: “Harun, Musa için ne idi ise, Ali de senin için odur. Bu yüzden yeni doğan çocuğa Harun’un oğlunun adını ver.” de.”
Bu talimatı alan Cebrail, Peygamberimizin (s.a.a) yanına indi ve onu yüce Allah ve kendisi adına tebrik ettikten sonra: “Yüce Allah sana bu çocuğa Harun’un oğlunun adını vermeni emrediyor.” dedi. Peygamberimiz (s.a.a): “Harun’un oğlunun adı ne idi?” diye sordu. Cebrail’in: “Onun adı Şubber idi.” karşılığını vermesi üzerine Peygamberimiz (s.a.a): “Ama benim dilim Arapçadır.” dedi. Bunun üzerine Cebrail: “O hâlde ona Hasan adını ver.” dedi. Peygamberimiz (s.a.a) de ona “Hasan” adını verdi.
Yine Cabir’in verdiği bilgiye göre Peygamberimiz (s.a.a) bu konuda şöyle dedi:
Hasan’a Hasan adı verildi. Çünkü gökler ve yerler Allah’ın ihsanı ile ayakta duruyor.
Peygamberimiz (s.a.a) İmam Hasan’ın (a.s) doğumunun yedinci gününde onun adına kendi eli ile akika kurbanı kesti. Keserken şöyle dedi:
“Bunu Allah’ın adı ile Hasan için akika olarak veriyorum. Allah’ım, onu bu kurbanın kemiği ile kemiklendir, eti ile etlendir, kanı ile kanlandır, saçı ile saçlandır. Allah’ım, onu Muhammed ve Ehlibeyti için koruyucu kıl.”
Bu sözlerin arkasından kurbanın bir parçasını ebeye hediye verdi. Söylendiğine göre verdiği hediye, kesilen koyunun budu idi. Sonra da bunun bir kısmını komşularına verdiler. Peygamberimiz (s.a.a) daha sonra İmam Hasan’ı (a.s) tıraş etti, kesilen saçlarını tarttı ve ağırlıkları kadar yaprak altını sadaka olarak verdi.
Peygamberimizin (s.a.a) amcası Abbas’ın eşi Ümmü’lFazl’ın şöyle dediği nakledilir:
Peygamber’e (s.a.a): “Ey Allah’ın Resulü, rüyamda senin vücudunun bir kısmının kucağımda olduğunu gördüm.” dedim. Bana şu cevabı verdi: “Hayırlı bir rüya gördüm. Fatıma bir erkek çocuğu doğuracak ve bakımını sen üstleneceksin.”
Nitekim Fatıma (a.s) Hasan’ı (a.s) doğurunca, Peygamberimiz (s.a.a) onu, söz konusu rüyayı gören Ümmü Fazl’a verdi. O da ona Kussem b. Abbas’ın sütünden emzirdi.
İmam Hasan’ın (a.s) künyesi Ebu Muhammed’dir. Başka bir künyesi yoktur.
Lakaplarına gelince bunların sayısı çoktur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Taki, Tayyib, Zeki, Seyyid, Sıbt, Veli. Bunların hepsi onun hakkında kullanılıyor ve onun için söyleniyor. Bu lakapların en yaygın olanı Taki lakabıdır. Fakat bunların en üstün derecelisi ve ona en yakışanı, Peygamberimiz (s.a.a) tarafından ona takılan lakaptır. Nitekim güvenilir hadis imamlarından ve kavilerden nakledildiğine göre Peygamberimiz (s.a.a) onun hakkında: “Bu oğlum, Seyyid’dir.” buyurmuştur. Buna göre İmam Hasan’ın (a.s) en önde gelen lakabı Seyyid’dir.
İmam Cafer Sadık (a.s) buyuruyor ki:
Hasan ile Hüseyin’in (ikisine de selâm olsun) yüzüklerinin kaşlarına: “Hasbiyellah (Allah bana yeter)!” yazısı kazılmıştı.
İmam Rıza’dan (a.s) da şöyle nakledilmiştir:
Hasan’ın (a.s), yüzüğünün kaşına: “elİzzetu lillah (İzzet Allah’a mahsustur)!” cümlesi kazılmıştı.
İmam Hasan (a.s), dedesi Resuli Ekrem (s.a.a) hayatta iken doğdu ve şerefli ömrünün yedi yıl ve altı aylık bölümünü onun gözetimi altında yaşadı. Bu yıllar sayıca az olmalarına rağmen İmam Hasan’ı (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) kişiliğinin küçültülmüş bir kopyası yapmaya yetti. Öyle ki, dedesinin şahsiyetine vurduğu bu büyük damganın sonucu olarak onun için: “Sen yaratılış ve ahlâk bakımından benim benzerim oldun.” demesine lâyık hâle geldi.
Peygamberimiz (s.a.a), bu ümmetin hidayetinin ve gözetiminin sorumluluğunu ve risaletin tebliğinin, uygulanmasının ve geleceğinin korunmasının yükümlülüğünü omuzlarında taşıyan önder idi. Bunun için bu alanda kaçınılmaz olan garantileri ortaya koymak gerekiyordu. Ayrıca vahiy yolu ile bu genç yavruyu bekleyen önemli fonksiyonun farkında olan ve onu bu fonksiyona hazırlamakla görevli olan liderdi. Bunun için bu genç yavrunun kişiliğini, ümmetin hidayetini ve rehberliğini yürütmeye lâyık olacak ve bu muazzam fonksiyon ile uyuşacak ideallikte yapılandırmak gerekiyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan’a (a.s) söylediği: “Sen yaratılış ve ahlâk bakımından benim benzerim oldun.” Sözü, onun bu ilâhî makama lâyık oluşunun, bu makamı hak edişinin mührünü oluşturur. Sözünü ettiğimiz makam, risalet vârisliği ve Peygamberimizin (s.a.a) vasisi olan Ali b. Ebu Talib’in (a.s) halifeliğinden sonra “Resulullah’ın (s.a.a) halifeliği” makamıdır.
Peygamberimizin (s.a.a) en önemli amaçlarından biri, bu ümmetin ilâhî önderliği gasp etme girişimlerine teslim olmamayı sağlayacak uygun ortamı hazırlamak, İslâm’ın inanç sistemi ve siyaseti ile ilgili görüşünün dayanağı olan temel ilkeleri silmeye yönelik bulandırma ve gölgelendirme teşebbüslerinden bu ümmetin etkilenmemesini sağlamaktır. O görüş ki, İslâm onun ümmetin vicdanında kökleştirilip derinleştirilmesine olağanüstü derecede önem vermiştir.
İşte buradan, Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan ve kardeşini (onlara selâm olsun) bekleyen fonksiyon hakkında mükerrer vurgulamaları ile güttüğü amacı anlayabiliriz. Bu vurgulamaların bazı örnekleri şunlardır:
“Onların ikisi kıyam etseler de, otursalar da imamdırlar.”
“Siz ikiniz imamsınız ve annenizin şefaat yetkisi vardır.”
Aynı konudaki diğer örnekler de, Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hüseyin’e (a.s) söylediği şu sözdür:
“Sen seyyidsin, seyyidin oğlusun ve seyyidin kardeşisin. Sen hüccetsin, hüccetin oğlusun, hüccetin kardeşisin ve dokuzuncusu Kaim olanları olan dokuz hüccetin atasısın.”
Aynı konudaki bir başka örnek de, Peygamber efendimizin (s.a.a) İmam Hasan (a.s) için söylediği şu sözdür:
“O; cennetlik gençlerin efendisi, Allah’ın ümmet üzerindeki hüccetidir. Onun emri benim emrim, sözü benim sözümdür. Kim ona uyarsa, o bendendir. Kim ona karşı çıkarsa, o benden değildir…”
Yine Peygamberimizin (s.a.a) İmam Hasan ve İmam Hüseyin ile kendisini ne kadar sıkı bir şekilde özdeşleştirdiğini şu sözlerinden açıkça anlıyoruz:
“Sizin barış yaptığınız kimseler ile ben de barışığım. Sizin savaştığınız kimseler ile ben de savaş hâlindeyim.”
Sahabîlerden Enes b. Malik’in şöyle dediği naklediliyor:
“Bir defasında Hasan, Peygamberimizin (s.a.a) yanına girdi. Ben onu ondan uzaklaştırmak istedim. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana, ey Enes! Benim oğlumu, gönlümün meyvesini bırak. Kim bu oğlumu üzerse, beni üzmüş olur. Kim de beni üzerse, Allah’ı üzmüş olur.”
Peygamberimiz (s.a.a) İmam Hasan’ı (a.s) ağzından ve İmam Hüseyin’i (a.s) boğazından öperdi. O, bu hareketi ile bu iki İmam’ın şehit edilmeleri ile bağlantılı önemli bir gerçeğin ipucunu vermek, onlar ile arasındaki sıkı kaynaşmayı açığa vurmak, ilerdeki tutumları ve uygulamaları konusunda onları desteklediğini belirtmek ister gibi idi.
Hatta İmam Hasan ile kardeşine duyduğu sevgi o kadar ileri derecede idi ki, mescitte konuşma yaparken hutbesini kesip minberden inerek onları kucaklardı.
Herkes bilir ki, Peygamberimizin (s.a.a) davranışlarındaki hareket noktası şahsî arzuları, kişisel içgüdüleri ve duyguları olmazdı. Tersine o bu hareketi ile bu ümmetin dikkatini bu iki İmam’ın yüceliğine ve makamlarının yüksekliğine çekiyordu.
Bu söylediklerimiz, Peygamber efendimizin (s.a.a) bu iki İmam hakkındaki sözlerinin çokluğunun sırrını bize açıklamaktadır.
Meselâ İmam Hasan (a.s) hakkında şöyle demiştir:
“Allah’ım, bu benim oğlumdur. Ben onu seviyorum. Onu sen de sev ve onu seveni de sev.”
Necran Hıristiyanlarının bazı ileri gelen din adamları Peygamberimize (s.a.a) gelerek onunla Hz. İsa (a.s) hakkında tartışmaya giriştiler. Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine kesin deliller sunduğu hâlde, adamlar gerçeği kabul etmediler. Bunun üzerine her iki taraf yüce Allah’ın huzurunda mübahale yapmaya, yani Allah’ın ebedî lânetinin ve yakın vadeli azabının yalancı tarafın üzerine olmasını dilemeye karar verdiler. İslâm risaletinin tarihinde çok önemli yeri olan bu olayı Kur’ânı Kerim şöyle kayda geçirdi:
Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ona: “Ol!” dedi, o da oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz kendi oğullarınızı; biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadınlarınızı; biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim de, Allah’ın lânetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Ali İmran/ 59-61)
Necranlı Hıristiyanlar evlerine dönünce Seyyid, Akıb ve Ehtem adlarındaki reisleri: “Eğer Muhammed, kavmini öne sürerek bizim ile mübahale ederse, onunla mübahale ederiz. Çünkü bu durumda o, peygamber değildir. Fakat eğer sadece Ehli Beyt’ini öne sürerek bizim ile mübahele etmek isterse, onunla mübahele etmeyiz. Çünkü o ancak doğru söylediği bir konuda Ehli Beyt’ini ileri sürer.” dediler.
Peygamberimiz (s.a.a) Ali’yi, Fatıma’yı ve Hasan ile Hüseyin’i (üzerlerine selâm olsun) yanına alarak Necranlı Hıristiyan heyetinin karşısına çıktı. Necranlı Hıristiyanlar Peygamberimizin (s.a.a) beraberindekilerin kimler olduğunu sordular. Kendilerine: “Bu adam amcasının oğlu, vasisi ve damadı Ali b. Ebu Talip; bu kadın kızı Fatıma, bu gençler de çocukları Hasan ve Hüseyin’dir.” cevabı verildi. Bunun üzerine adamlar, Peygamberimize (s.a.a) “Senin kararına razıyız, bizi mübaheleden muaf tut.” diyerek kararlaştırılan buluşma yerinden ayrıldılar. Peygamberimiz (s.a.a) de cizye vermeleri karşılığında, onlarla barış yaptı. Arkasından adamlar beldelerine döndüler.
Ayette geçen “oğullarımız” ifadesi ile Hasan’ın ve Hüseyin’in kastedildiği hususunda bütün tefsir bilginleri görüş birliğindedirler.
Nitekim Zemahşerî: “Bu ayet, Ashabı Kısa’nın üstünlüğü konusunda daha güçlüsü düşünülemeyecek derecede sağlam bir delildir.” demiştir.
İmam Hasan ile kardeşi İmam Hüseyin’in (üzerlerine selâm olsun), çocukluk yaşlarında İslâm’ın ideal ve somut örnekleri olarak sayılmaları, açık kanıtların ortaya koyduğu sağlıklı inanç sistemi ile ilgili bir bilinçtir. Öyle açık kanıtlar ki, bunlar Ehli Beyt İmamları’nın çocukluk yaşlarında ilâhî emaneti yüklenmeye ehil olduklarını, İslâm ümmetini hakîmane ve bilinçli şekilde yönetecek bir seviyede olduklarını kesin bir biçimde pekiştirir.
Nitekim tarih bu gerçeği, İmam Cevad (a.s) ile İmam Mehdi (a.f) hakkında fiilen tescil etmiştir. Bilindiği gibi ilâhî irade bu iki İmam’ın çocukluk yıllarında önderlik sorumluluğunu üstlenmelerini diledi. Bu durum, yüce Allah’ın dininin taşıyıcıları ve kullarının gözetleyicileri olmalarını murat ettiği şahsiyetler için garip bir olay değildir.
İşte Meryem oğlu İsa (a.s)!… Kur’ânı Kerim ondan şöyle söz ediyor:
Bunun üzerine Meryem eli ile oğlunu göstererek onunla konuşmalarını önerdi. Onlar da: “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?” dediler. O sırada beşikteki çocuk dile gelerek: “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana kitap vererek beni peygamber yaptı.” dedi.
Yahya Peygamber’in (a.s) durumu da böyle. Nitekim yüce Allah onun hakkında şöyle diyor:
Allah ona: “Ey Yahya, tüm gücünle bu kitaba sarıl.” dedi. Ona daha çocukken hikmet verdik.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun), çocukluk yıllarında insanî olgunluk ve kemal alanında öylesine yüksek bir düzeyde idiler ki, bu kemal düzeyi onları ilâhî inayete muhatap edecek bütün özelliklere sahip kılmış ve İslâm’ın, Peygamberimizin (s.a.a) diliyle kendilerine bağışladığı karakteristik niteliklerin çoğuna lâyık hâle getirmişti. Bu karakteristik nitelikler onları büyük sorumlulukları taşımaya muktedir yapmıştı. Bu mübahelede hazır bulunanlar davada ortak olduklarına göre Hz. Ali, Hz. Fatıma, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) güdülen davanın katılımcıları ve bu davayı ispat etmek için düzenlenen mübaheleye yönelik çağrının ortakları idiler.
Bu olay, yüce Allah’ın sadece Peygamber’inin Ehli Beyt’ine özgü kıldığı menkıbelerin en faziletlilerinden biridir.
Nitekim İslâm âlimleri bu mübahele olayından, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in faziletli oldukları sonucunu çıkarmışlardır. Bu âlimlerden biri olan İbn Ebu Allan ki Mutezile mezhebinin imamlarından biridir bu konuda şöyle diyor:
Bu olay, Hasan ile Hüseyin’in mübahele için ortaya çıkarıldıkları sırada mükellef sayıldıklarına delâlet eder. Çünkü mübahele ancak buluğ çağında olan kişiler ile yapılır.
Bu İmamların Rıdvan Biati’ne iştirak ettirilmeleri, ayrıca Hz. Fatıma (a.s) ile Ebu Bekir arasındaki Fedek hurmalığı ile ilgili davada şahitliklerine başvurulması, bunların yanı sıra Peygamberimizin (s.a.a) çeşitli vesilelerle onlar hakkında söylediği sözler ve takındığı tavırlar da bu gerçeği teyit eder.
Bütün bunlar, Peygamberimizin (s.a.a) insanları psikolojik yönden eğitmek için murat ettiği yöntemin unsurlarını oluşturmak ve Ehli Beyt İmamları’nın (üzerlerine selâm olsun) hayatlarının herhangi bir bölümünde ilâhî risalet görevini üstlenmelerinin mümkün olduğunu insanlara anlatmak yönünde cereyan etmekteydi.
Üçüncü Sonuç: Karşılaşılması Gerekli Olan Siyasetler
Peygamberimizin (s.a.a), Ehli Beyt’ini bu mübaheleye iştirak ettirmesinin arkasında bir dizi siyasal ve eğitimsel amaçlar saklı idi ki, bunların birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
a) Müslüman kadının en yüce örneği kabul edilen Hz. Fatıma’yı böylesine hayatî bir dinî konuda ortaya çıkarmak, kokuşmuş cahiliye döneminden kalan anlayışı silme yolunda önemli adımlardan biri idi. O kokuşmuş anlayış ki, kadına hiçbir kayda değer önem atfetmeye yanaşmıyordu. Önem vermek şöyle dursun, o dönemin Arapları kadını kötülük ve belâ kaynağı, utanç ve hıyanet sebebi olarak görüyorlardı. Bu yüzden kadını bu davada ortak ve davanın ispatında katkı sahibi olarak görmek şurada dursun, onu hassas, kritik, hatta bu mesele gibi mukaddes bir konuya katılmış görmeyi hiç kimse düşünemezdi.
b) Peygamberimiz (s.a.a), İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i bu mübahaleye kendi oğulları sıfatı ile ortaya çıkarmıştı. Aslında onlar kızı Fatıma’nın (a.s) oğulları idi. Bu tercihin büyük bir anlamı ve derin bir esprisi vardı. Çünkü bu olayı anlatan ayette, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) kızının oğulları olmalarına rağmen Peygamberimizin kendi oğulları diye anılabileceklerine dair delâlet vardır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) karşı tarafa oğullarını çağıracağına söz verdi ve sonra İmam Hasan ve İmam Hüseyin’le birlikte mübaheleye geldi.
Peygamberimizin (s.a.a) bu adımı az önce değindiğimiz gerekçenin yanı sıra bir başka cahiliye anlayışını ortadan kaldırmayı hedef edinmişti. Bu anlayışa göre gerçek oğulları kızların oğulları değil, oğulların oğulları idi.
Peygamberimizin (s.a.a) bu cahiliye zihniyetini düzeltmek için attığı bütün bu adımlara rağmen bazılarının bu zihniyete hâlâ bağlı kaldıklarını görüyoruz. Bu bağlılık şu ayetin tefsirine dayandırılan bazı fıkhî görüşlerde ortaya çıkıyor:
Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder…
Sözünü ettiğimiz zihniyetin bağlıları mirası oğullardan türeyen vârislere mahsus sayarak kızlardan türeyenleri bu haktan mahrum kabul etmişlerdir. Oysaki yukarıdaki ayette bunun aksine işaret vardır.
Ehli Beyt karşıtı akım, tarih boyunca bu uğurda bütün güçlerini seferber eden hükümdarların desteğini yanında bulduğu hâlde gerçeği karartma ve tarihi çarpıtma konusunda başarıya ulaşması yolunda karşısına dikilen aşılmaz bir engel ile yüz yüze gelmekten kurtulamamıştır. Bu engel Kur’ân’da, mütevatir hadislerde ve çok sayıda sahabînin bildiği, gördüğü, işittiği sayısız uygulamalarda ifadesini bulan ve arkasından İslâm ümmetine intikal eden güçlü delillere ve büyük gerekçelere sahip bir Ehli Beyt’in mevcudiyetidir.
Bu noktada İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) oğulları olduklarını kabul etmek istemeyen girişimlere bazı örnekler vermek istiyoruz:
1 Muaviye’nin kölesi Zekvan diyor ki:
Muaviye: “Bu iki oğlanı Peygamber’in oğulları diye adlandıran hiçbir kimseyi tanımıyorum. Onlara Ali’nin oğulları deyin.” dedi. Bir süre sonra oğullarını şeref listesine yazmamı emretti. Ben de oğullarının ve oğullarının oğullarının adlarını yazdım, fakat kızlarının oğullarını listeye almadım. Listeyi bu şekli ile Muaviye’ye götürdüm. Yazdıklarıma baktıktan sonra: “Yazıklar olsun sana! Büyük oğullarımın adlarına yer vermedin.” dedi. “Kim onlar?” diye sormam üzerine: “Falanca kızımın oğulları benim oğullarım değiller mi?” karşılığını verdi. Ben: “Allah aşkına, nasıl oluyor da senin kızının oğulları oğulların oluyor; ama Fatıma’nın oğulları Peygamber’in oğulları olmuyor?” dediğimde, şu cevabı verdi: “Ne oluyor sana, Allah canını alasıca! Sakın bu sözün başkasının kulağına gitmesin.”
2 İmam Hasan (a.s), Muaviye’ye delil göstermek üzere şöyle dedi:
…Allah’ın Resulü (s.a.a) nefislerden kendisi ile birlikte babamı, oğullardan benim ile kardeşimi ve kadınlardan annem Fatıma’yı bütün insanlardan ayırıp çıkardı. Biz onun ailesi, eti, kanı ve nefsiyiz. Biz ondanız, o da bizdendir.
3 Ünlü tefsir bilgini Fahri Razî: “Biz ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh’u ve onun soyundan gelen Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u doğru yola iletmiştik ve biz iyilere böyle karşılık veririz. (Ve yine) Zekeriya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da. Hepsi de salihlerdendi.” (Enam/ 8485) ayetinin, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in Peygamberimizin (s.a.a) oğulları olduklarına delâlet ettiğini söyledikten sonra: “Denildiğine göre Ebu Cafer Muhammed Bâkır, bu ayeti Haccac b. Yusuf karşısında delil gösterdi.” diye sözlerini bağlar.
4 Amr b. As, Emirü’lMüminin İmam Ali’ye (a.s) gönderdiği bir elçi aracılığı ile birkaç mesele yüzünden onu ayıpladığını bildirdi. Bu meselelerden biri, Hz. Ali’nin İmam Hasan ile Hüseyin’i Resulullah’ın (s.a.a) oğulları olarak adlandırması idi. Hz. Ali, Amr b. As’ın elçisine şu cevabı verdi:
O rezil oğlu rezile de ki, eğer o ikisi Resulullah’ın oğulları olmasaydı, babasının sandığı gibi Peygamberimizin soyu kurumuş olacaktı.
İmam Hasan (a.s) birçok münasebetle ve birçok durum vesilesi ile bu gerçeği açıkça haykırdı. Sadece Peygamberimizin (s.a.a) oğlu olduğunu açıklamakla ve kanıtlamakla yetinmeyerek, bu beyanda imamlık ve halifelik hakkının sadece kendisine ait olduğunu, bu hakkın Muaviye ve benzerlerine geçmesinin mümkün olmadığını vurguladı. Çünkü Muaviye, kişiyi halifeliğe lâyık kılan niteliklerden yoksundu; hatta halifelik ile çelişen niteliklerin sahibi idi.
İmam Hasan’ın (a.s) bazı vesileler ile özellikle bu konuda söylediklerinin bazıları şunlardır:
1 Babasının ölümünden hemen sonra yaptığı bir konuşmada şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, beni tanıyan tanıyor. Tanımayanlara gelince ben Ali’nin oğlu Hasan’ım, ben Peygamber’in oğluyum, ben vasinin oğluyum.”
2 Bir defasında Muaviye, ondan minbere çıkıp bir konuşma yapmasını istedi. O da minbere çıkıp konuşma yaptı. Konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
“Eğer yeryüzünün iki yakası arasında Peygamberiniz için oğul ararsanız, benden ve kardeşimden başkasını bulamazsınız.”
Peygamberimiz (s.a.a) Sakif kabilesine mektup yazdığı zaman İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i bu yazıya şahit tuttu. Henüz çocuk yaştaki bu iki şahsiyetin yanı sıra, İmam Ali’nin de (a.s) şahitliğini kayda geçirdi.
Ebu Ubeyd bu konuda şöyle diyor:
Fıkıh ile ilgili bu hadis, Hasan ile Hüseyin’in şahitliklerini ispat ediyor. Bu hadisin benzeri, bazı tabiînden de rivayet ediliyor. Bu rivayete göre çocuk yaştaki kişilerin şahitlikleri yazıya geçirilir, bu çocukların nesepleri sorgulanarak kabullenilir ve bu uygulama beğeni ile karşılanılır. Şimdi de onun Peygamberimizin sünnetinde yer aldığını görüyoruz.
Peygamberimiz (s.a.a) büyük bir toplumun geleceği ile ilgili böyle önemli bir resmî yazıda bu iki çocuktan başka şahit tutacak bir sahabî bulamadı mı? Sakif kabilesinin heyeti yanına gelip de onlara bu mektubu yazdığı zaman yalnız mı idi ki, henüz beş yaşlarına basmamış bu iki küçük çocuğu şahit göstermeye ihtiyaç duydu?
Eğer tarihî kaynakları biraz gözden geçirirsek, bu ihtimalin çok uzak olduğunu görürüz. Çünkü bu kaynaklar bize açıkça gösteriyor ki, Peygamberimiz (s.a.a) Sakıf heyeti Kur’ân’ı işitme imkânına kavuşsun ve insanları namaz kılarken görsünler diye onlar için mescitte özel bir bölüm hazırlamıştı. Ayrıca bu yazı yazılırken sahabîlerden Halid b. Said b. As, Peygamberimizin (s.a.a) yanında idi ve yazının kâtibi de Halid b. Velid idi. Buna rağmen bu iki kişi bu yazının şahitleri olarak kayda geçirilmedi. Bu gerçeği değerlendirdiğimizde, Peygamberimizin (s.a.a) neye işaret etmek istediğinin bilincine varıyoruz. Peygamberimiz, bu tercihi ile İmam Hasan’la İmam Hüseyin’in üstünlüklerini, Sakif kabilesi gibi İslâm’a ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlığıyla tanınan bir topluluk ile yapılmış bu anlaşma gibi önemli siyasî anlaşmalar da dâhil olmak üzere son derece büyük sorumluluklar yüklenmeye ehil olduklarını vurgulamak istedi.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) Rıdvan Biati’nde hazır bulundular ve Peygamberimiz (s.a.a) ile yapılan biate katıldılar.
Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Hasan ile Hüseyin ayakta olsalar da, (kıyam etseler de, köşelerinde) otursalar da imamdırlar.”
Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatı ile risalet dönemi sona erip imamet dönemi başladı. Bu dönem, İmam Ali b. Ebu Talip (a.s) ile başladı. İmam Ali’yi (a.s), ilâhî devrimin ve İslâm ümmetine rabbanî önderlik etmenin yüklerini taşımak üzere Peygamberimiz (s.a.a) tayin etti. O İmam Ali ki, yüce Allah onu bol lütfu ile donattı, cahiliye tortularından arındırarak reşit hidayetin gölgesinde kemale ve celâle doğru gelişmesini murat etti.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) çocukluklarını Resulullah’ın (s.a.a) hayatında geçirdiler. Peygamberimizin (s.a.a) onlara nasıl çocuk muamelesi yapmadığını, tersine onlara ilerde büyük önderlik sorumlulukları altına girecek iki İslâmî şahsiyet muamelesi yaptığını yukarıda gördük. Bu gerçeği Peygamberimizden (s.a.a) gelen çok sayıda belge açıkça ortaya koyuyor.
İmam Hasan ile Hüseyin’in gençlikleri ise, babalarının imamlık döneminde başladı. Bu dönem, hem İslâm devleti, hem de Ehli Beyt (üzerlerine selâm olsun) için istikrarsız bir dönem oldu. Çünkü İmam Ali (a.s) siyasî önderlikten uzaklaştırıldı ve önderlikten nasibi olmayan kişiler iktidarı üstlendi. İmam Ali’yi (a.s) iktidardan dışlamanın altında yatan dürtü; kabilecilik taassubu, intikam, kıskançlık, İmam Ali’yi ve onun ilâhî önderlik konumunu küçümsemek gibi duygular idi.
Arkasından Hz. Fatıma’nın (a.s) evi zorbaların saldırısına uğradı ve tehlikeler ile kuşatılmış İslâm devleti istikrar bulsun diye İmam Ali (a.s) zincire vurularak, Ebu Bekir’e biat etmeye yöneltildi.
Bu olumsuz ortamda İmam Hasan ile İmam Hüseyin (üzerlerine selâm olsun) olayların gelişmesini ve dedeleri Resulullah (s.a.a) dönemindeki şerefli konumdan sonra nasıl kendilerinin ve Peygamber (s.a.a) ailesinin zelil (yalnız) duruma düşürüldüklerini gözetliyorlardı. Hz. Fatma (a.s) ile oğulları bu dönemde çeşitli kereler tavırlarını ortaya koydular. O Fatıma ki, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra risaletle ilgili konularda babasının kendisi için çizdiği risalet plânının dışına çıkması düşünülemezdi
Peygamberimizin (s.a.a) vefatı üzerine arka arkaya birçok olaylar vuku buldu. Tek taraflı olarak iktidara el kondu. Ebu Bekir Müslümanların halifeliğine getirildi. İmam Ali (a.s), yüce Allah’ın kendisini lâyık kıldığı tabiî mevkiinden uzaklaştırıldı. Yüce Peygamberimizin (s.a.a) kızı Hz. Fatıma (a.s), babasından kalan mirasın gasp edilmesine maruz bırakıldı. Peygamberimizin (s.a.a) hayattayken mülkiyetine verdiği varlığına el kondu. Bu konuda kendisi ile Ebu Bekir arasında bir dizi tartışmalar ve davalaşmalar meydana geldi. Sonunda Ebu Bekir, ondan iddialarını ispat edebilmesi için şahitler göstermesini istedi. Hz. Fatıma (a.s) da İmam Ali’yi (a.s), İmam Hasan’ı, İmam Hüseyin’i ve Ümmü Eymen’i şahit gösterdi. Fakat Ebu Bekir bu şahitleri kabul etmeyerek hakkını ona geri vermeyi reddetti.
Tathir Ayeti hükmüne göre masum bir kadın olan Hz. Fatıma’nın (a.s) çocuk yaştaki İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i şahit göstermesi, ancak hanif şeriatın hükümleri uyarınca gündeme gelebilirdi. Bu adım, Müslümanların gözü ve kulağı önünde ve Emirü’lMüminin İmam Ali’nin (a.s) onayı ve desteği ile atıldı. Bütün bunlar, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in, o sırada henüz yedinci yaşlarını aşmamış olmalarına rağmen böylesine bir münasebetle şahitlik yapmaya ehil olduklarının kesin kanıtıdır.
İmam Hasan ile İmam Hüseyin’e (üzerlerine selâm olsun) böylesine büyük bir meselede bariz bir rol verilmesi, ne rastgele bir adımdı ve ne Ehli Beyt’in tutumlarını düzenleyen kurallardan bağımsız bir uygulama idi. Tersine, bu uygulama Peygamberimizin (s.a.a) onları yetiştirme, onları tabiî yerlerine yerleştirme ve ümmetin önderliği düzeyine çıkarma alanındaki tutumunun devamıdır.
İmam Hasan b. Ali’nin (a.s) Ebu Bekir’e karşı şöyle bir tavrı oldu:
Bir gün Ebu Bekir minberde konuşurken, İmam Hasan mescide geldi ve Ebu Bekir’e: “Babamın minberinden in.” dedi. Ebu Bekir de ona: “Vallahi doğru söylüyorsun. Bu minber senin babanın minberidir, benim babamın minberi değildir.” cevabını verdi.
İmamlık iki temel esasa dayanır: Biri bilgiyi, masumiyeti ve diğer ayrıcalıkları içeren yeterliliktir. Öbürü ise, açık nas (belge)dir. Bundan dolayı Ehlibeyt İmamları’nın (selâm üzerlerine olsun), sürekli olarak bu nasları dile getirmeye, hatırlatmaya ve ısrarla vurgulamaya önem verdiklerini görürüz. İşte İmam Hasan (a.s) birçok sözünde ve tavrında bu nasları dile getirmeye özellikle önem vermenin öncülüğünü yapmıştır. Bu ısrarın bir örneği, onun şu sözleridir:
“Onlar (Ehlibeyt) yüce Allah’ın kendilerine itaat edilmesini farz kıldığı kimselerdir. Onlar iki Sakaleyn’in (iki ağır emanetten) biridirler.”
Ehli Beyt İmamları sürekli olarak Resulullah’ın (s.a.a) ilminin vârisleri olduklarını, Cifr, Camia ve benzeri kitapların kendi yanlarında olduğunu ısrarla vurgulamışlardır.
İmam Ali (a.s), İmam Hasan’ın (a.s) imamlık ilmi alanındaki nitelikli konumunu, çocukluğundan beri ispat etmeye önem verirdi. Maksadı, Müslümanların onun ilminin genişliğinin farkına varmaları ve bu üstünlüğünün onun imamlığına kesin delil olması idi.
Yine İmam Ali (a.s), oğlunun bu niteliğini iktidara zorla el koyarak gerçek hak sahiplerini haklarından uzaklaştıranlara açıklamaya önem verirdi. Oğlunun üzerine dikkatleri çekmek için takip ettiği üslûp, insanların aralarında ondan söz etmelerini ve toplantılarında ondan hayranlıkla bahsetmelerini sağlayacak nitelikte idi. Çünkü henüz on yaşına girmemiş bir çocuğun derinlikli ve çetrefil sorulara cevap vermesi, insanların takdir duygularını uyandırır ve buna ilgi duymalarına yol açar.
Kadı Nu’man, Şerhu’lAhbar adlı eserinde isnat zincirini zikrederek Ubade b. Samit’ten şu olayı naklediyor:
Bedevînin biri Ebu Bekir’e: “Ben ihramlı iken bir devekuşu yumurtasını çölden ele geçirip, kızartıp yedim. Ne yapmam gerekir?” diye sordu. Ebu Bekir: “Ey bedevî, senin bu meselen bana müşkül geldi.” diyerek adamı Ömer’e gönderdi. Ömer de onu Abdurrahman b. Avf’a gönderdi. Hiçbiri cevap veremeyince, adama: “Senin, alnı açığa (yani İmam Ali’ye) gitmen gerekir.” dediler. Emirü’lMüminin Ali (a.s), bedevîye: “Sorunu bu iki gençten hangisine istersen sor.” dedi. İmam Hasan, bedevîye: “Deven var mı?” diye sordu. Adamın “Evet, var.” karşılığını vermesi üzerine şöyle dedi:“Yediğin her yumurta sayısı kadar dişi deve ayarla ve onları erkek develerle çiftleştir; ardından onlardan doğanları haccını yaptığın Allah’ın evine kurbanlık olarak gönder.” Bunu duyan İmam Ali, oğluna sordu ki: “Ama doğmadan önce bazı yavruların düşmesi ihtimali var!” (Öyle bir şeyle karşılaşırsa, ne yapmalı?)” İmam Hasan, babasının cevabında dedi ki: “Deve yavrusundan düşeni varsa, yumurtadan da bozuk olabileni var.” (Öyle bir ihtimal deve yavrusunda varsa, yenilen yumurtada da söz konusudur.)
Ravi der ki:
Tam bu sırada bir ses duyuldu: “Ey insanlar! Bu delikanlı çocuğun anladığı, Davut oğlu Süleyman’ın anladığıdır.”
İmam Hasan (as) Ebuzer ile vedalaştığında şöyle der;
Amcacığım! Uğurlananın suskun kalması ve uğurlayanın ayrılıp geri dönmesi gerekli olmasaydı, üzüntü uzasa bile söylenen sözler kısa ve yetersiz olurdu. Adamlardan sana gördüğün şeyler geldi. Dünyanın sonrasının ümidi ile onun problemsiz ortamını ve karşılaşılan şiddetli şartlarını düşünerek onu bir yana at. Senden razı olarak Peygamber’ine (s.a.a) kavuşacağın güne kadar sabret.”
Bunlar, İmam Hasan’ın (a.s) yüce sahabî Ebuzer’i uğurlarken ona söylediği sözlerdir. Bu uğurlamaya İmam’ın babası, kardeşi, amcası Akil, amcasının oğlu Abdullah b. Cafer ile İbn Abbas da katılmıştı. O Ebuzer ve yüce sahabî ki, din ve hak yolunda onurlu bir mücadele vermiş, bu uğurda birçok baskıya, aşağılanmalara ve belâlara katlanmıştı. Sonunda kimsesiz ve yalnız başına Rebeze’de sürgün olarak hayata gözlerini yummuştu.
İmam Hasan’ın (a.s) bu sözleri, iktidardaki egemen çizginin tasarrufları ve tutumları karşısında takındığı köklü tutumu açıkça ifade ediyordu. İmam (a.s) bu sözleri ile Ebuzer’in ulaşmak istediği hedeflerin gerçekleşmesine katıldığını belirtiyordu. Öyle ki, İslâm ümmetini uykusundan uyandırıp, olup bitenler hakkında bilinçlendirmek için çığlık atmak gerekiyordu. İnsanlara anlatmak lâzımdı ki, hükümdarın eleştiriden uzak tutulması, asla mümkün değildi. O kanunun üstünde olamazdı. Tersine o, kanunun koruyucusu ve savunucusu olmalı idi. Buna göre hükümdarın nefsi onu herhangi bir hukuka aykırı davranışa sürüklediği veya yetkisini arzularının ve kişisel çıkarlarının hizmetinde kullanmaya sevk ettiği zaman, her Müslümanın hak sözü haykırması, medyana gelen zulmün ve sapmanın giderilmesine çalışması onun hakkı, hatta görevidir.
Öte yandan şartlar İmam Ali’nin (a.s), oğullarının ve onların izinden giden diğer Müslümanların, Ebuzer’in davranış tarzını izlemelerine uygun olmadığı takdirde en azından görüşlerini açıklamaları gerekir ki, bu görüş onun şahsı ve tutumu hakkındaki İslâm’ın görüşüdür. Çünkü bu açıklamalar, Ebuzer’in onurlu tutumuna bir tanıtım boyutu, bir fikrî ve siyasî derinlik kazandırır. Bu boyut ve derinlik ise, o onurlu tutumdan doğacak verileri ve sonuçları koruma altına alır.
İmam Hasan’ın (a.s) Ebuzer’e söz konusu tutumunun sonucu olarak başına gelen sürgün yolculuğunun başlangıcında söylediği sözleri iyi bir düşünce süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, bu sözlerin iktidarın Ebuzer’e yönelik çirkin davranışından duyulan derin üzüntüyü içerdiğini görürüz. Bunun yanı sıra İmam, Ebuzer’i takındığı tutumda teşvik ediyor, kuvvetle arkasında durduğunu dile getiriyor. Ayrıca bu tutumda Peygamberimizin (s.a.a) ve buna bağlı olarak yüce Allah’ın rızası olduğunu vurguluyor.
Bütün bunların ötesinde İmam, Ebuzer’in üzüntüsünü hafifletmeye çalışıyor. Bunun için ona karşılaştığı sıkıntıyı hafifletecek, kendisini bekleyen belâlara karşı koymayı kolaylaştıracak sağlıklı bakış açası gösteriyor. Bu bakış açısını edinmesi için, dünyanın sonrasının ümidi ile onun problemsiz ortamını ve karşılaşılan şiddetli şartlarını düşünerek onu bir yana atmasını teklif ediyor.
Bir dizi rivayet bize gösteriyor ki, hak yolunun İmamları (selâm üzerlerine olsun) taraftarlarının söz konusu savaşlara katılmalarını teşvik etmiyorlar, hatta bu katılmalara engel oluyorlar, dahası İslam’ın temelini korumak için gerekli olmadığı durumlarda sınır boylarında nöbet tutulmasını onaylamıyorlar ve bu yolda adakta bulunmuş olsa bile bu savaşlar için malî destek verilmesini kabul etmiyorlardı.
Ama eğer düşman İslâm toprağına saldırmaya kalkışırsa, Ehli Beyt İmamları (a.s) taraftarlarının savaşmak zorunda olacaklarını belirtiyorlardı. Müslümanlar böyle bir durumda sözü edilen hükümdarları savunmak için değil, İslâm’ın özünü ve merkezini savunmak için savaşmış olacaklardı.
Elimizdeki bir rivayete göre, İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle diyor:
“Bir Müslüman, Allah’ın hükmüne inanmayan ve ganimetler ile ilgili ilâhî emirleri uygulamayan kimselerin yanında cihada çıkmaz.”
Bazı tarihçilerin naklettiklerine göre isyancılar Osman’ın evini kuşattıklarında İmam Ali (a.s), oğulları Hasan ve Hüseyin’i (selâm üzerlerine olsun) onu savunmak için gönderdi. Hatta yine tarihçilere göre isyancıların Osman’a attıkları oklar ile kapıda duran İmam Hasan (a.s) yaralandı ve kanlara boyandı. Sonra isyancılar evin damına çıkıp içeri girerek Osman’ı öldürdüler. Olayın ardından cinayet yerine gelen İmam Ali’nin (a.s) şaşkın ve üzgün olduğu görüldü. Yine bu tarihçilere göre, eğer İmam (a.s) Hasan’ın Osman’ı isyancılara karşı savunduğu doğru ise, bunun tek sebebi, kendisini ve babasını halifenin kanının dökülmesinde temize çıkarmak ve art maksatlıların onu suçlamalarına bahane vermemekti.
İmam Hasan (a.s) bir hutbesinde şöyle dedi:
“Muhammed ve onun vasileri olmasaydı, sizler şaşkın olurdunuz, farzlardan hiçbirini bilemediniz…”
İmam Hasan (a.s) bu sözleri farzları saydıktan sonra söyledi. Saydığı farzlar arasında, velâyetin Ehli Beyt’e ait olduğu ilkesi de yer alıyordu.
İmam Hasan (a.s) bir başka konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
Bize itaat etmek farzdır. Çünkü bize itaat etmek, Allah’a ve O’nun Resul’üne yönelik itaat ile eşleştirilmiş, birlikte sayılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: Ey müminler! Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan Ulu’lEmr’e itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin…”
Olaylar Osman’ın öldürülmesi veya görevden uzaklaştırılması doğrultusunda seyrederken, bütün Müslümanlar büyük bir merakla Halife’nin yerine kimin geçeceğini bekliyorlardı. Bu makama göz dikenlerin sayısı çoktu. Bunların arasında Talha, Zübeyir ve Ayşe gibi olayların macerasını derinleştirenler, çapını genişletenler, parıldayan ateşe yakıt ikmali yapan kimseler vardı. Bu makama en büyük özlem ile göz diken Talha idi. Öyle ki, sözünü ettiğimiz ayaklanma olaylarının önüne geçerek birkaç gün içinde eline geçeceğini düşündüğü makama peşinen oturdu. Yani Osman evinde kuşatılmış fakat henüz hayattayken, beytülmali işgal etti ve halka namaz kıldırdı.
Hiç şüphesiz, [Ömer'in belirlediği] şûra fertlerinin altı üyesinden geride kalan dört kişinin halife seçilme şansı diğer kimselerden daha fazla olduğu gibi, İmam Ali’nin (a.s) seçilme şansı hepsinden fazla idi. Gerek Medine’de, gerekse Medine dışında kalabalıklar ona yöneliyordu. Hatta isyancılar bile ona hiç kimseyi rakip saymıyorlardı. Çünkü onlar iyi biliyorlardı ki, kendilerinin uğrunda ayaklandıkları hedefleri, o gerçekleştirecekti.
Aynı zamanda Talha ile Zübeyir’in kızgınlıklarının hak için ve Allah için olmadığının, bu kişiler ile Osman ve yakın çevresi arasında bir fark bulamadığının farkında idiler. Onlar bu gerçeği, Osman’ın öldürülmesinin öncesindeki günler sırasında bu şahısların takındıkları tavırdan kesinlikle anlamışlardı.
Belâzurî, Ensabu’lEşraf adlı eserinde şöyle anlatır:
İmam Ali (a.s), iki tarafın arasını bulmaktan ümidi kesince evine kapandı. Osman öldürülüp de halk onun işini bitirince ve etrafında toplanacakları bir imama ihtiyaçları olduğunu anlayınca, bir bütün hâlinde bağıra çağıra İmam Ali’ye gittiler. “Emirimiz Ali b. Ebu Taliptir.” diyorlardı.
Sonunda evine girerek: “Elini uzat da sana biat edelim.” dediler. İmam Ali (a.s) onlara: “Bu iş size düşmez; bu, Bedir Savaşı’na katılanların işidir. Bedir Savaşı’na katılanlar kimi onaylarsa, halife odur.” karşılığını verdi. Bunun üzerine Bedir Savaşı’na katılanlar bir kişisi bile geri kalmamak üzere hep birlikte geldiler ve “Ey Ebu’lHasan, halifeliğe senden daha lâyık hiç kimseyi görmüyoruz.” dediler.
Taberî, Tarih’inin üçüncü cildinde şöyle diyor:
Peygamberimizin sahabîleri Osman’ın öldürülmesinden sonra İmam Ali’ye gelerek: “Halka mutlaka bir imam gerekir. Biz bugün bu göreve senden daha lâyık birini bulamıyoruz.” dediler. İmam Ali (a.s) onlara: “Yapmayın; ben emir olacağıma, hayırlı bir vezir olurum.” dedi. Sahabîler: “Allah’a yemin ederiz ki, hayır. Biz sana biat edinceye kadar bu işin peşini bırakmayız.” dediler.
Kendisine o kadar ısrar ettiler ki, sonunda biatlerini kabul etti. Fakat mutlaka biat töreninin mescitte olmasını ve halkın bütününün kendisini onaylamasını şart koştu.
Üçüncü bir rivayette şöyle deniyor:
İmam Ali, yapılan şiddetli ısrarlara rağmen kendisine biat edilmesini reddetmekte direndi. Bunun üzerine onu ikna etmek için Malik Eşter’i araya koydular. Malik Eşter, Kûfe heyetinin başkanı idi. İmam Ali’ye: “Uzat elini, biat edelim.” dedi. İmam Ali bu teklifi reddetti. Malik Eşter ısrar etti, onu eğer bu isteksiz tutumunu sürdürürse fitne çıkmasından korkuttu. Sonunda kendisini ikna etti. Bunun üzerine önce ileri gelenler ona biat etti. Arkasından her yandan gelen halk etrafında toplandı. Bunun üzerine Zübeyir ayağa kalktı, hamdüsenadan sonra: “Ey insanlar, yüce Allah sizin için şûranın hükmüne razı oldu ve bu yolla şahsî arzuları giderdi. Biz aramızda müşavere ederek Ali’nin halifeliğini onayladık. Ona biat edin.” dedi.
İmam Ali (a.s) Müslümanların kendisine yönelik tavrını ve ona biat etmedeki ısrarlarını Şıkşıkıyye diye bilinen hutbesinde şöyle nitelendiriyor:
Derken, halk, sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştüler; koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar. Neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı. İki tarafımda çizikler, yaralar oluştu.
Ama işi elime alınca bir bölük hemen biatten döndü, ahdini bozdu. Başka bir bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, çıktı; öbürleri de zulme saptılar. Sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın: “İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz.” ve “Akıbet, takva sahiplerinindir.” buyurduğunu duymamışlardı…
Daha sonra İmam Ali (a.s) bu hutbesinin devamında hilâfet hususundaki kendi tutumuna değinerek şöyle buyurdu:
“Tohumu yarana ve insanı yaratana andolsun ki, eğer bu topluluk biat için toplanmasaydı, yardımcıların varlığıyla hüccet ikame edilmeseydi ve Allah zalimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılmasına (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı, hilâfet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim; hilâfetin sonunu ilk kâsesiyle suvarırdım. (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.) O zaman siz bilirdiniz ki şu dünyanızın değeri, bir keçinin aksırığından daha değersizdir bence.”
İmam Ali (a.s) söz konusu fitnelerin kol gezdiği ortamda halifeliği kabul etmekten kaçınamayacağını gördükten sonra kendisi için yapılan biat törenini tamamladı. Bu tören Osman’ın ölümünden üç ya da beş gün sonra gerçekleşti. Muhacirlerin, ensarın ve üç şehirden Medine’ye delege olarak gönderilen diğer Müslümanların bütünü ona biat etti. Birkaç kişi dışında Kureyş kabilesi bu biate olduğu gibi katılmıştı.
Biat etmeyen Kureyşliler arasında Mervan b. Hakem, Sa’d b. Ebu Vakkas ve Abdullah b. Ömer vardı. Evet, Mervan b. Hakem ile Emevîler ona biat etmemişlerdi. Emevîler ile Haşimîler ve diğer risalet misyonuna bağlı Müslümanlar arasındaki soğuk ilişkiyi araştıran tarihçiler için, onların İmam Ali’ye biat etmekten kaçınmış olmaları ve ondan hoşlanmamaları garip bir şey değildi.
Sa’d b. Ebu Vakkas’a gelince; o, halifelik makamını kendisi için istiyordu. Bunun için elinden ne gelse yapmaya hazırdı. Muhtemelen bu makama erişmenin plânını kafasında kurmaya başlamıştı. Çünkü Ömer b. Hattab onu halifelik makamını çekip çevirenlerden biri yapmış, kendisine hak etmediğinden çok yetki vermişti.
Daha önce bu makama erişebilmeyi düşündüğünü veya günün birinde Müslümanların kendisini İmam Ali (a.s) ile yan yana koyacaklarını tasavvur ettiğini sanmıyoruz. Fakat halkın, kendisinden daha yüksek konumda olan, Basralı ve Kûfeli sahabîler nezdinde itibar sahibi olan Talha ve Zübeyir gibi birilerinden uzak durduğunu görünce, halifelik için girişimde bulunmaktan kaçındı. Sadece kenarda durup İmam Ali’ye (a.s) biat etmemekle yetindi. Böylece anası Hima’ tarafından akrabaları olan Emevîler ile dayanışma hâlinde olduğunu gösterdi. Zaten onlarla ortak bir tutum sergileye gelmişti. Öyle ki, Osman’ın kendisini Kûfe valiliğinden uzaklaştırıp yerine kardeşi Velid’i tayin ettikten sonra bile Emevîlere yönelik hiçbir karşıt tavır göstermemişti.
İmam Ali (a.s) onun bu tavrını biliyordu. Ayrıca Emevîlerin tavrını, Talha’nın, Zübeyir’in ve Kureyşli çoğunluğun tutumunun sonunda nereye varacağını da biliyordu. Nitekim biat töreninden sonra Kureyşlilerin kendisine yönelik tavırlarını şöyle tanımlamıştır:
“Allah’ım, Kureyşliler karşısında senin yardımına sığınırım. Bunlar benimle akrabalık ilişkisini kestiler, tabağımı devirdiler. Bir de baktım ki, Ehli Beyt’im’den başka hiçbir yardım edenim, hiçbir savunanım, hiçbir destekleyeninim kalmamış.”
Başka bir defasında da şöyle demiştir:
“Şu Kureyşlilerin benden ne alıp veremediği var?! Allah’a yemin ederim ki, onlarla kâfirler oldukları hâlde savaştığım gibi, şimdide fitne çıkaranlar olarak savaşırım. Aynı zamanda dün onların bir arada yaşadığım gibi bugün de birlikte olacağım.”
Her neyse, Sa’d b. Ebu Vakkas biat etmeye çağrılınca, Emevîlerle dayanışmaya giderek buna yanaşmadı. İmam Ali de onu kendi hâline bıraktı ve isyancıların ona karşı şiddet uygulamalarına izin vermedi.
Abdullah b. Ömer b. Hattab da biat etmeye çağrılıp da buna yanaşmayınca, İmam Ali (a.s) ondan aleyhinde çalışmak üzere herhangi bir kimse ile işbirliği yapmayacağına dair kefil istedi. Abdulluh kefil göstermeyi kabul etmeyince, onu da kendi hâline bıraktı ve halka: “Bırakın onu, onun kefili benim.”dedi. Arkasından Ömer oğlu Abdullah’a dönerek şunları söyledi:
“Git, ben seni küçüklüğünde de, büyümüş bir kişi olarak da kötü ahlâklı biri olarak biliyorum.”
Biat işlemi tamamlanınca, İmam Ali (a.s) daha ilk günden Osman’ın yakın çevresinin devlet işlerinin bütün alanlarında meydana getirdikleri bozuklukları düzeltmek için bütün olanaklarını seferber etti. Sözünü ettiğimiz yakın çevre, bütün devlet mekanizmasını fesada ve çözülmeye uğratarak felce uğratmıştı.
İmam Ali (a.s) halkı sıkıntıya sokan acil problemleri önem sırasına koyarak çözme gereğini duyuyordu. Bu problemlerin başında, Osman’ı halk ayaklanması ile karşı karşıya bırakarak ölümüne yol açan eyalet valileri meselesi geliyordu. Çünkü ancak bu problemi çözdükten sonra aciliyet ve fayda sırasının önünde gördüğü diğer problemleri çözmeye yönelebilirdi. Fakat bunu, açtığı yeni dönemde güdeceği siyaseti topluma yaymasının önünde bir engel olarak görmüyordu.
İmam Ali (a.s) halifeliğinin ilk günlerinde, minberden yaptığı ilk konuşma ile etrafında toplanan yoğun kalabalığa kendinden önceki halifeler zamanında yirmi veya daha uzun yıl boyunca uygulanan bazı düzenlemeleri yürürlükten kaldırdığını ilân etti.
İmam Ali kesinlikle emin idi ki, Ömer b. Hattab ganimetleri (eşit şekilde değil,) insanların değerlerine ve İslâm’daki kıdemlerine göre bölüştürürken, İslâm ilkelerinden çok şahsî çıkarlarını gözetmişti. Osman b. Affan ise, aile fertlerini İslâm ile oynama ve toplumda fesat çıkarma hususunda serbest bırakırken, cahiliye ırkçılığına ve İslâm’a kin besleyen Emevî ruhuna hizmet etmişti. Oysa İslâm hiç kimseye başkası aleyhinde ayrıcalık tanımayan bir dindi.
İmam Ali (a.s), kendisine biat etmeyi reddedip hükümetine karşı direniş ilân eden Muaviye’ye karşı koymaya hazırlanır ve yapacağı işlerin plânlanması için yoğun bir çalışmaya girişmişken, sürpriz bir şekilde bazı Mekkelilerin Osman’ın kan davası gerekçesi ile harekete geçtiği haberini aldı.
Söz konusu kimseler Talha’nın, Zübeyir’in, Aişe’nin ve onlara bağlı Emevîlerin tahriki ile harekete geçmişlerdi.
İmam Ali (a.s), Müslümanların sözbirliğinin bozulmasından ve bütünlüklerinin parçalanmasından korktu. Bunların arz ettikleri tehlikenin o sırada Muaviye’den kaynaklanan tehlikeden daha büyük olduğunu, onlardan gelecek kötülüğün Muaviye’nin kötülüğünden daha yıkıcı olduğunu gördü. Öyle ki, bu fitne ateşini hemen söndürmeye girişmediği tekdirde genişlemesi, direnişin ve çatışmanın çoğalması çok yakın olabilirdi.
Bu nedenle İmam, onlara karşı harekete geçmek için hazırlık yaptı. Muhacirler ile ensarın geride kalan salih kişilerini kendisini desteklemek üzere seferber etti. Böylece isyancılar herhangi bir şehre girip kargaşa çıkarmadan karşılarına çıkmak üzere bu güçler hızla yola çıktılar. Devlete bağlı güçler Rebeze’ye vardıklarında, isyancıların Basra’ya ulaştıklarını ve orada meydana gelen olayları öğrendiler.
İmam Ali (a.s) gerekli tedbirleri alıp durumunu sağlamlaştırmak için Rebeze’de birkaç gün kaldı. Kûfe halkına gönderdiği elçiler aracılığı ile parlayan fitne ateşini söndürmek için onların yardımını ve desteğini istedi.
Bu arada, Muhammed b. Ebu Bekir ile Muhammed b. Cafer’i bir mektupla Kûfe halkına gönderdi. Mektupta şöyle diyordu:
“Ben bu şehirler için sizi seçtim. Olup bitenler için sizin yardımınıza başvuruyorum. Allah’ın dininin yardım edicileri ve destekleyenleri olun. Bizi teyit edin ve bizim lehimize harekete geçin. İstediğimiz şey ümmetin kardeşliğinin tekrar tesis edilmesi için düzeltmedir. Kim bunu sever ve tercih ederse, hakkı tercih etmiş olur. Kim bunu hoşnutsuzlukla karşılarsa, hakkı hoşnutsuzlukla karşılamış, onu göz ardı etmiş olur. “
Bu iki elçi, İmam Ali’nin (a.s) mesajını Ebu Musa elEş’arî’ye ve Kûfe halkına ilettiler. Fakat Ebu Musa’dan herhangi bir olumlu cevap alamadılar. Tersine, onun azimleri frenlediğini, halkın Halife’nin (İmam Ali’nin) çağrısına olumlu karşılık vermesini engellediğini gördüler. İnadını ise, şöyle gerekçelendiriyordu:
“Allah’a yemin ederim ki, Osman’a yapılan biat benim ve dostunuzun boynundadır. Eğer savaş kaçınılmaz ise, Osman’ın kan davası sonuca bağlanmadan hiç kimse ile savaşmayız…”
İmam Ali (a.s), Ebu Musa’ya üçüncü bir elçi olarak Haşim elMırkal’ı gönderdi. Eline verdiği mektupta şöyle diyordu:
“Ben, seni kabul eden Müslümanları benim lehime harekete geçirmek için sana elçi olarak Haşim’i gönderdim. Halkı bilinçlendir. Ben seni hak üzere destekleyicim olasın diye vali tayin ettim.”
Fakat Ebu Musa inadında ısrar etti. Bunun üzerine Haşim, İmam Ali’ye (a.s) bir mektup göndererek görevinde başarısız olduğunu, elçiliğinden olumlu sonuç alamadığını haber verdi.
İmam Ali (a.s), Ebu Musa’nın ısrar ettiğini ve elçilerin onunla baş edemediklerini öğrendikten sonra ona Ammar b. Yasir ile birlikte oğlu Hasan’ı gönderdi. İmam Hasan’ın yanında, İmam Ali’nin Ebu Musa’yı görevden alarak yerine Karaza b. Kâ’b’ı tayin ettiğini bildiren mektubu vardı. İmam Ali (a.s) mektubunda şöyle diyordu:
“İmdi, şöyle bir görüşe vardım ki, Allah’ın sana onunla ilgili hiçbir nasip vermediği bu görevden uzaklaşmalısın. Bu durum, emrimi reddetmekten seni alıkor. Halkı sefere çıkarmak için oğlum Hasan ile Ammar b. Yasir’i gönderdim. Karaza b. Kâ’b’ı da şehrin valisi olarak görevlendirdim. Yerilmiş ve horlanmış olarak işimizden ayrıl. Eğer böyle yapmazsan, Karaza’ya sana güç kullanması yönünde emir verdim.”
İmam Hasan (a.s) Kûfe’ye ulaşınca, halk gruplar hâlinde etrafını sardı. Bağlılık ve itaatkârlıklarını ifade ediyorlar, destek ve samimiyetlerini gösteriyorlardı. İmam Hasan (a.s), emirlere karşı çıkan valinin görevden alınıp yerine Karaza’nın tayin edildiğini ilân etti.
Fakat Musa elEş’arî tutumunu ısrarla devam ettirdi.
Bunun üzerine İmam Hasan (a.s) halka hitaben şunu söyledi:
Ey insanlar! Halifenizin çağrısına icabet edin ve kardeşlerinize katılın. Bu iş için sefere çıkanlar olacaktır. Allah’a yemin ederim ki, Ali’yi aklı başında kimseler izlerse, dünyada ve ahirette örnek olacak ve hayırlı bir sonuç ortaya çıkacaktır. Çağrımıza icabet ederek bizim ve sizin başınıza gelen belâda bize yardım edin. EmirülMüminin diyor ki: “Ben bu sefere ya zalim veya mazlum olarak çıktım. Ben Allah’ın hakkını gözeten kimsenin de mutlaka sefere çıkması hususunda Allah’ı hatırlatırım. Eğer mazlum isem, bana yardım etmiş olur. Eğer zalim isem, cezamı verir. Allah’a yemin ederim ki, Talha ve Zübeyir bana ilk biat eden ve ilk haksızlık eden kimselerdir. Ben zimmetime mal mı geçirdim ve herhangi bir hükmü mü değiştirdim? Sefere çıkın, marufu emredin ve kötülükten sakındırın.”
Bu konuşma sonucu halk İmam Hasan’ı (a.s) dinledi ve çağrısına icabet etti,
Kûfe şehri sefer naraları ile inledi. Binlerce kişi şehirden çıktı. Sefere çıkanlar açıkça hoşnutluk ve kabul gösteriyorlardı. İmam Hasan’ın (a.s) komutasında yol alıp Zikar denen yere ulaştılar. Orada karargâh kurmuş olan İmam Ali (a.s) ile buluştular.
İmam Ali (a.s) de oğlunun başarısına sevindi, gösterdiği gayretlere ve harcadığı çabalara karşılık ona teşekkür etti.
İmam Ali’nin birlikleri Zikar’dan yola çıkarak Zaviye’ye vardılar. İmam Ali (a.s) burada Aişe’ye bir mektup yazarak, onu, kan dökülmesine engel olmaya ve Müslümanları birleştirmeye çağırdı. Aynı şekilde Talha ve Zübeyir’e de bir mektup yazarak, onları barışa ve bölünmeyi ortadan kaldırmaya davet etti. Fakat her üçü de, hak çağrısına icabet etmeyerek İmam Ali’ye (a.s) karşı direnmekte ve savaşmakta ısrar ettiler.
Abdullah b. Zübeyir, insanları fitneye ve kan dökmeye en şiddetli şekilde kışkırtan kişi idi. İmam Ali’nin (a.s) barışı gerçekleştirmek için hazırladığı bütün fırsatları sonuçsuz bıraktı. Basralılardan oluşan bir topluluğa karşı yaptığı bir konuşmada onları savaşmaya davet etti. Bu konuşmanın metni şöyledir:
“Ey insanlar, Ali b. Ebu Talip gerçek halife Osman’ı öldürttü. Arkasından sizi istila edip şehrinizi almak için ordular hazırladı. O hâlde, halifenizin intikamını almak isteyen erkekler olun. Hariminizi koruyun. Kadınlarınızı, çocuklarınızı, şereflerinizi ve neseplerinizi savunmak için savaşın. Kûfelilerin şehrinize girmesine razı mı olacaksınız? Öfkelenin, çünkü öfkeye maruz kaldınız. Öldürün, çünkü öldürüldünüz. Haberiniz olsun ki, Ali bu halifelik işinde kendinden başka hiç kimseyi yanında görmüyor. Allah’a yemin ederim ki, eğer size karşı zafer kazanırsa, dininiz ve dünyanız mahvolur.”
Abdullah b. Zübeyir’in yaptığı konuşmanın haberi İmam Ali’ye (a.s) ulaşınca İmam, oğlu Hasan’a (a.s) bu konuşmaya cevap vermesini emretti.
Bunun üzerine İmam Hasan (a.s) yaptığı cevabî konuşmada Allah’a hamdüsenadan sonra şunları söyledi:
“Abdullah b. Zübeyir’in sözlerini ve bu sözlerde babamın Osman’ı öldürdüğü yolundaki iddiasını haber aldık. Ey muhacirlerle ensar topluluğu ve diğer Müslümanlar! Sizler Zübeyir’in Osman hakkındaki sözlerini, onun tarafından hangi isimle anıldığını ve onun aleyhinde ne gibi kötülükler yaptığını, o günlerde henüz Osman sağken Talha’nın beytülmale bayrağını diktiğini biliyorsunuz. Durum böyleyken onlar nasıl olur da babamı Osman’ı öldürmekle suçlarlar ve ona dil uzatırlar? Eğer biz onlar hakkında konuşmak istesek konuşurduk.
Abdullah b. Zübeyir söz konusu konuşmasında, Ali halktan baskı ile biat alıp halife oldu, diyor. Babası lehine ileri sürdüğü en önemli gerekçe onun babama eli ile biat ettiği, fakat kalbi ile biat etmediğidir. Bu sözleri ile biat edildiğini kabul ediyor, fakat başkalarıyla sırdaş olduğu iddiasında bulunuyor. Bu iddiasının delilini ortaya koysun. Ama bunu nerede yapabilecek?!
Bir de Kûfe halkının Basra halkı üzerine yürümesini hayretle karşılıyor. Oysa hak ehlinin batıl ehli üzerine yürümesine niçin hayret ediyor?! Osman’ın taraftarlarına gelince, bizim onlarla savaşımız veya vuruşmamız yoktur. Biz deve süvarisi hanımla ve ona bağlı kişilerle savaşıyoruz.”
Cemel Savaşı sona erdikten sonra İmam Ali (a.s) bir ay Basra’da kaldı. Arkasından Kûfe’ye gitmek üzere oradan ayrıldı. Giderken şehrin yönetimini Abdullah b. Abbas’a bıraktı. Muaviye ile destekçilerinden oluşan Kasıtîn’e (zalimlere) karşı savaş yürütmek üzere Sıffin’e doğru hareket etmeden önce birkaç ay Kûfe’de kaldı.
Kûfe’de ikamet ettiği bu ara dönemde, bir yandan valilerinin görevlerini belirlemekle ve yapacağı işleri plânlamakla meşgul olurken, öbür yandan Muaviye ve diğerleri gibi halifeliğine karşı direnen kimselerle mektup alışverişinde bulundu.
Bu konuşmada şunları söyledi:
“Ey insanlar, Rabbinizden akıl öğrenin: “Yüce Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim Oğulları’nı, İmran Oğulları’nı bütün insanlar üzerine önder olarak seçti. Bunlar birbirinden türemiş tek kuşaktır. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.” Bizler; Âdem’den türeyen bir zürriyet, Nuh’tan gelen bir aile, İbrahim’e dayanan bir seçkinler topluluğu, İsmaild’en gelen bir soyun mensupları ve Muhammed’in (s.a.a) Ehli Beyti’yiz. Bizler sizin aranızda yükseltilmiş gök, düzleştirilmiş yeryüzü, ışık saçan güneş, yağı kutsanmış, ne doğuya ve ne batıya bakan zeytin ağacı gibiyiz. Peygamber, bu ağacın kökü, Ali dalı ve Allah’a yemin ederim ki bizler de meyveleriyiz. Kim bu ağacın dallarından birine tutunursa, kurtulmuş olur. Kim de bu ağacın dallarından ayrı düşerse, ateşe yuvarlanır…”
İmam Hasan (a.s) konuşmasını bitirdikten sonra, İmam Ali (a.s) minbere çıktı ve şöyle dedi:
“Ey Allah Resulü’nün oğlu, bu insanlara karşı hüccetini ortaya koydun. Sana itaat etmelerinin gerekliliğini kanıtladın. Sana karşı çıkanların vay hâline!”
Muaviye’nin meşru otoriteye karşı savaşarak İslâm halifeliğini elde etmeye ve cahiliye geleneğini geri getirmeye yönelik ısrarı ve bu maksatla Sıffin’e doğru yürüyerek Fırat’ı ele geçirmesi üzerine, barışa yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalan İmam Ali (a.s) bu harbe hazırlanmaya girişti. Bunun üzerine, yardımına koşan muhacirleri ve ensarı toplantıya çağırarak onlara şöyle dedi:
“Sizler; görüşleri hayırlı, yumuşaklığı tercih eden, hakla sözleşmiş, işi ve davranışı bereketli kimselersiniz. Biz düşmanımız üzerine yürümeyi istedik. Görüşünüzü bize bildirin.”
Aralarında Ammar b. Yasir, Sehl b. Hüneyf, Malik Eşter, Kays b. Sa’d, Adiy b. Hatem, Haşim b. Utbe gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu çok sayıda sahabe, hemen öne atılarak İmam Ali’nin (a.s) düşman üzere yürüyerek onunla karşılaşma yolundaki kararını hararetle desteklediler. O sırada İmam Hasan (a.s) da, önemli bir konuşma yaparak şunları söyledi:
Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamt ederim. O, tektir ve ortağı yoktur. Onu lâyığı olduğu niteliklerle överim. Yüce Allah’ın üzerinizde azametli kıldığı hakkı, size bol bol bağışladığı nimetleri saymakla bitmez, şükrü eda edilmez; hiçbir niteleme, hiçbir söz O’na yetişmez. Bizim öfkemiz, Allah için ve sizin içindir. O’nun bize yönelik bir nimeti de, nimetleri ve belâları karşısında O’na lâyık olduğu şekilde şükretmemizdir. Öyle bir sözdür ki, onda Allah’a hoşnutluk yükselir, onda doğruluğun iyiliği yayılır. Böylece onun sayesinde yüce Allah sözümüzü tasdik eder ve Rabbimizden daha çoğunu almayı hak ederiz. Öyle bir söz ki artar ve asla tükenmez. Eğer bir topluluk bir iş üzerinde birleşirse, mutlaka o işe yönelik azimleri güçlenir. Düşmanınız Muaviye ve ordusu ile savaşmak için yığınak yapın, çünkü o hazırlandı (size yaklaştı). Destek ve yardımdan geri kalmayın; zira geri kalıp yüzüstü bırakmak, kalbin damarlarını keser. Oklar üzerine yürümekte ise, kurtuluş ve korunma vardır. Çünkü eğer bir topluluk onurunu takınırsa, mutlaka Allah onlardan illeti ve güçsüzlüğü kaldırır, zilletin şiddetlerinden onları uzak tutar, onlara hak yolun işaretlerini gösterir.
Ardından İmam Hasan (a.s), bu konuşmayı şu beyitle noktaladı:
Barıştan hoşnut olduğun kadarını alırsın.
Savaşa gelince, onun nefeslerinin birkaç yudumu sana yeter.
İmam Hasan’ın (a.s) bu konuşması birliğe, zorbalarla ve zalimlerle savaşma için elbirliği yapmaya yönelik çağrı ile yüklü idi. İnsanlar, onun çağrısına olumlu karşılık vererek hakkı desteklemeyle dosdoğru (hanif) dini savunmaya koştular.
İki tarafın da ordusu Sıffin’de yığınak yaparak karşı karşıya geldi. İmam Ali (a.s), Muaviye ile savaşı önlemek için birkaç girişimde bulundu. Fakat bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu durum, İmam’ı (a.s) savaşa girmeye zorladı. Altı ay süren bu savaş, Muaviye’nin saltanat ihtirası uğruna binlerce Müslümanın kurban olmasına yol açtı.
İmam Hasan (a.s) Sıffin Savaşı’nda bariz bir rol oynadı. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre İmam Ali (a.s), ordusunu savaş alanına yerleştirirken, sağ kanadın komutanlığına İmam Hasan’ı (a.s), kardeşi İmam Hüseyin’i (a.s), Abdullah b. Cafer’i ve Müslim b. Akil’i tayin etti.
Bu arada Muaviye, İmam Hasan’ın (a.s) nabzını kontrol etmek istedi. Bu maksatla Ubeydullah b. Ömer’i İmam’a (a.s) gönderdi. Ubeydullah, İmam’a, halifelik vaadiyle aldatıp babasını terk etmesini teklif edecekti. Ubeydullah İmam’a geldi ve “Benim senden bir isteğim var.” dedi. İmam Hasan’ın: “Evet, ne istiyorsun?” karşılığını vermesi üzerine, Ubeydullah şöyle dedi: “Baban, öteden beri Kureyş kabilesini oklarına hedef seçti. Bu yüzden Kureyşliler ondan nefret ettiler. Acaba onun safını terk eder misin ki, o takdirde bu halifelik görevini sana verelim?!”
İmam Hasan (a.s), bu teklifi: “Asla, Allah’a yemin ederim ki, olmaz.” diyerek son derece kararlı bir dille reddettikten sonra sözlerine şunları ekledi:
“Bugün veya yarın seni ölmüş olarak görüyor gibiyim. Şeytan gözünü boyayarak seni aldattı ve koku sürünmüş olarak yola çıkardı. Sen, Şam kadınlarının senin durumunu görmelerini (sana aldanmalarını) istedin; oysa Allah seni öldürecek ve ölü olarak yüzüstü yere serecektir”.
Bunun üzerine Ubeydullah, üzgün ve hayal kırıklığına uğramış olarak Muaviye’nin yanına geri döndü. Görevinde başarısızlığa uğrayan Ubeydullah, Muaviye’ye İmam Hasan’ın (a.s) sözlerini nakledince, Muaviye: “O, babasının oğludur.” karşılığını verdi.
Sıffin’deki askerî karşılama, yeknesak bir süreç şeklinde gerçekleşmiyordu; karşılıklı iki askerin birbirine girip tutuşması, çatışması şeklinde ve bazen de tarafların tam birbirine girmesi şeklinde gerçekleşiyordu. İşte genel birbirine girmeye dönüşen ilk karşılaşmada, İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’ın (a.s) karşı cephedeki Şam birliğinin saflarına saldırma hazırlığı yaptığını görünce, yanındakilere şöyle dedi:
“Bu genci benden uzak tutun, beni endişelendirmesin. Çünkü ben Resulullah’ın (s.a.a) soyu kurumasın diye bu iki gencin (Hasan ile Hüseyin’in) üzerinde kıskançlıkla titriyorum.”
İmam Ali’nin (a.s) ordusu ile Muaviye’nin ordusu arasındaki karşılaşmanın üzerinden birkaç ay geçtikten ve her iki tarafta da büyük kayıplar meydana geldikten sonra İmam Ali’nin (a.s) komutası altındaki hak ordu zafer kazanmanın ve böylece Muaviye tarafından İslâm ümmetinin gövdesinde açılan yaranın kanamasına son verilmesinin eşiğine gelmişti. Fakat Amr b. As, Muaviye’nin ordusunu Kur’ân sayfalarını mızrak uçlarına asıp havaya kaldırarak iki taraf arasında Kur’ân’ın hakem olmasını istemeye çağırmakla, bu orduyu kesin bir hezimetten kurtardı.
İmam Ali (a.s), ordusunda çarpışan bir grup savaşçının ağır baskıları üzerine hakem belirleme teklifini kabul etmek zorunda kaldı. İmam’a (a.s) baskı yapan söz konusu savaşçılar, cahillikleri yüzünden Amr b. As’ın hilesinin etkisi altında kalmışlardı. Ayrıca münafıklar ve fırsat kollayanlar, bu cahillerin mazlum İmam’a (a.s) yaptıkları baskıyı destekliyorlardı.
Iraklıların temsilcisi Ebu Musa Eş’arî, hakem belirleme konusunda Şamlıların temsilcisi Amr b. As’ın hilesi ile aldatıldıktan sonra, hakem belirlemeyi İmam Ali’ye (a.s) dayatanlar, içine düştükleri büyük hatanın farkına vararak yaptıkları baskılar altında imzalanan taahhütleri bozup Muaviye ile savaşmayı yeniden başlamasını istemeye yöneldiler. Bütün bunların ötesinde söz konusu aldanmışlar, İmam Ali’yi (a.s) hakem belirlenmesini kabul etmekle hata etmiş sayarak: “Hüküm sadece Allah’a mahsustur.” sloganını ortaya attılar. Bu durum İmam’ın (a.s) ordusunun saflarında başka bir kargaşanın ve yeni bir facianın oluşmasına sebep oldu.
Bundan dolayı İmam Ali (a.s) bir facianın meydana gelmesini önlemeyi zorunlu gördü. Bunun için herkesin güvenini ve saygısını kazanmış bir kişinin, Ebu Musa’nın verdiği hükmü açık delillere dayanarak iptal etmeyi içeren, fakat hakem belirleme ilkesinin aslının meşru olduğunu açıklayan bir konuşma yapmasını uygun gördü. Bu iş için, oğlu Hasan’ı (a.s) görevlendirdi.
Bu görevi verirken ona: “Ey oğulcuğum, kalk ve bu iki kişi, yani Abdullah b. Kays (Ebu Musa Eşa’rî) ile Amr b. As hakkında gerekenleri söyle.” dedi. İmam Hasan (a.s) ayağa kalktı ve minberin basamaklarına çıkarken başladığı konuşmasında şunları söyledi:
Ey insanlar, bu iki kişi hakkında çok konuştunuz. Onlar keyfî arzulara karşı Kur’ân’a göre hüküm vermekle görevlendirildikleri hâlde, Kur’ân’a karşı keyfî arzulara uyarak hüküm verdiler. Böyle olana hakem denemez; o, hakkında hüküm verilmiş bir kimse olur. Abdullah b. Kays, Abdullah b. Ömer’i halifeliğe önerirken şu üç noktada hata etti: Birincisi, Abdullah’ın babasına ters düştü. Çünkü babası onun halife olmasını onaylamadı ve onu Müşavere Kurulu’na (şûraya) almadı. İkincisi, onun halife olup olmayacağını kendisine sormadı. Üçüncüsü, halifeliğe karar veren ve bu kararları halka hüküm olarak koyan muhacirler ile ensar, Abdullah b. Ömer üzerinde uzlaşmadı. Hakemliğin meşru olduğuna gelince, Resulullah (s.a.a) Sa’d b. Muaz’ı Benî Kurayza kabilesi ile arasındaki anlaşmazlıkta hakem olarak belirledi. O da Allah’ın hoşnut olacağı bir hüküm verdi. Şüphe yok ki, eğer Allah’ın rızasına ters düşecek bir hüküm verseydi, Resulullah o hükmü onaylamazdı.
İmam Hasan (a.s) bu çarpıcı konuşmasında, anlaşmazlığın eksenini ve fitnenin kaynağını oluşturan hassas noktaların en önemlilerini ortaya koydu. Açıkça belirtti ki, hakem olarak seçilen kişinin sözüne uyulması ve görüşünün çatışmayı çözüme kavuşturucu olabilmesi için hakka göre hüküm vermesi, içgüdülere ve sakat keyfî arzulara boyun eğmemesi gerekir. Ebu Musa ise Abdullah b. Ömer’i halifeliğe gösterirken şahsî arzusuna uymuştu. Oysa Abdullah’ın babası onu bu makama ehil görmemişti.
Ayrıca böyle bir seçim için muhacirler ile ensarın onun seçilmesi üzerinde ittifaka varması temel şarttı. Onun hakkında da böyle bir uzlaşma zaten gerçekleşmemişti.
Bunların yanı sıra Haricîlerin karşı çıktığı bir konuda hakem tayin etmenin meşru olacağını, Peygamber efendimizin (s.a.a) Benî Kurayza kabilesi ile arasındaki anlaşmazlıkta Sa’d b. Muaz’ı hakem tayin etmiş olmasını delil göstererek ifade etti.
İmam Ali (a.s) Sıffin dönüşü sırasında, Hâdırîn denen yerde oğlu İmam Hasan’a (a.s) önemli bir vasiyet yaptı. Çarpıcı dersler içeren bu vasiyetin bazı bölümleri şöyledir:
Zamanın çetinliğini ikrar eden, geçici olduğunu bilen, ömrü sona yaklaşan, kadere boyun eğen, dünyayı kınayan, ölüler yerinde yurt tutan, yarın da şu dünyadan göçüp gidecek olan fani babadan; dilediğini elde edemeyen, helâk olup göçenlerin yoluna giden, hastalıklara hedef olan, zamana rehin edilmiş bulunan, musibetlere maruz kalan oğluma…
İmdi, dünyanın benden yüz çevirdiğini kesin olarak anladım. Zamanenin bana karşı serkeşlik ettiğini bildim. Ahiretin bana benden başkasını düşündürmeyecek, arkamda kalanları hatırlatmayacak, sadece dünyadan sonrası üzerine yoğunlaşmamı sağlayacak şekilde yöneldiğine kanaat getirdim. İnsanların dertlerini bir yana bırakarak sadece kendi derdime eğildiğim için görüşüm beni alıkoydu, beni arzumdan başka tarafa çevirdi ve bana işimin özünü açıkça bildirdi. Böylece beni oyuna gelmez bir ciddiyete, yalanı olmayan bir gerçeğe (doğruluğa) sürükledi.
Seni vücudumdan bir parça olarak gördüm. Hatta seni benim bir bütünüm olarak buldum. Öyle ki, sana bir musibet gelse, bana gelmiş olur. Ölüm sana gelse, bana gelmiş gibidir. Senin durumunu kendi durumum gibi bildim ve sana ölsem de, kalsam da tutman, kendisinden yardım alman dileği ile bu mektubu yazdım.
Oğulcuğum! Allah’tan çekinmeni, emirlerine uymanı, kalbini O’nun zikri ile imar etmeni, O’nun ipine sarılmanı sana tavsiye ederim. Eğer O’nun ipine sarılırsan, senin ile Allah arasında, ondan daha sağlam hangi sebep, hangi vesile bulunabilir?
Kalbini öğüt ile dirilt, kesin inanç ile güçlendir, hikmet ile aydınlat. Ölümü hatırlamakla onu zelil kıl, fani olduğuna ikrar etmesini iste. Dünya facialarını görmesini sağla; onu zamanın saldırmasından, geceler ile gündüzlerin kötü geçişinden çekindir. Göçüp gidenlerin hâllerini ona arz eyle, senden öncekilerin başlarına gelenleri ona anlat, hatırlat. O gelip geçenlerin ülkelerini gez, onlardan kalanları gör, neler yaptıklarını, nereden nereye göçtüklerini, nereye inip konakladıklarına bak. Göreceksin ki onlar sevdiklerinin, dostlarının yanından göçüp gurbet diyarına yerleştiler. Kısa bir süre sonra sen de onlardan biri gibi olacak gibisin. Buna göre konacağın yeri düzelt, ahiretini dünyaya satma. Bilmediğin konu hakkında söz söylemekten ve yükümlü olmadığın konu hakkında konuşma yapmaktan uzak dur…
Nerede olursa olsun, hak uğruna zorluklara dayan. Din bilgini derinleştir. Kendini hoşa gitmez şeylere sabretmeye alıştır. Hak uğruna sabretmek, ne güzel bir huydur! Her şeyde nefsini Rabbine sığınmaya ikna et. Böylece sen onu korunaklı bir kaleye, üstün bir engelleyiciye sığındırmış olursun…
Ey oğulcuğum! Vasiyetimi iyi anla ve bil ki, ölümün sahibi, hayatın da sahibidir. Yaratan, öldürendir. Yok eden, tekrar diriltendir. Derdi veren, dermanı da tekrar ihsan edendir. Dünya; Allah’ın nimetler verdiği, fakat sınavlara da tâbi tuttuğu, yaptıklarımıza ahirette karşılık olarak mükâfat ve ceza biçtiği bir yurttur. Ya da O, senin bilmediğin başka şeyler için dilemiştir onu… Seni yaratana, rızkını verene, yaratılışını düzgün hâle getirene sarıl; kulluğun O’na olsun, rağbetin O’na yönelsin, korkun O’ndan olsun.
Ey oğulcuğum! Bil ki, hiç kimse Resul’ün (s.a.a) Allah’tan haber getirdiği gibi haber getirmemiştir. Ondan, öncü ve kurtuluşa ileten önder olarak razı ol. Ben sana nasihat vermede kusur etmedim. Ne kadar gayret etsen de, benim sana önem verdiğim kadar sen kendine önem veremezsin.
Ey oğulcuğum! Bil ki, Allah’ın ortağı olsaydı, sana onun peygamberleri de gelirdi. Onun egemenliğinin ve otoritesinin sonuçlarını da görürdün. Onun da fiillerini ve sıfatlarını tanırdın. Fakat O, kendisini tanımladığı gibi tek ilâhtır. Egemenliğinde kimse O’na karşıt olamaz. Hiçbir zaman zeval bulmaz, sürekli olacaktır. Başlangıcı olmaksızın her şeyden öncedir. Sonu olmaksızın her şeyden sonra var olacaktır. Rububiyeti gönülle veya gözle kavranmayacak kadar zatı yücedir.
Bunu böyle bildin mi, O’nun itaatini aramakta, azabından korkmakta, öfkesinden çekinmekte; senin gibi kadri küçük, kudreti az, aczi çok, Rabbine ihtiyacı fazla kişinin, nasıl hareket etmesi gerekiyorsa öyle hareket et. Çünkü O, sana sadece güzel şeyleri emretti ve sana sırf (yalnızca) çirkin şeyleri yasakladı…
Ey oğulcuğum! Kendini seninle başkaları arasında tartı hâline getir. Kendin için istediğini, başkaları için de iste. Kendin için hoşlanmadığın şeyden, başkaları için de hoşnutsuz ol. Nasıl zulme uğramayı istemezsen, sen de başkalarına zulmetme. Başkalarının sana nasıl iyilik etmelerini istiyorsan, sen de başkalarına iyilik et.
Başkalarında çirkin gördüğün şeyi kendinde de çirkin gör. Kendin başkalarına yapınca onlar için razı olacağın şeyi, başkaları sana yapınca razı ol. Bildiğin az bile olsa, bilmediğini söyleme. Sana söylenmesini istemediğin sözü başkalarına söyleme.
Bil ki, kendini beğenmek, gerçeğin zıddı ve akılların afetidir. Çalışmanda bütün gücünü ortaya koy. Başkaları için hazine biriktiren biri olma. Hedefine iletildin mi olabildiğin kadar Rabbinden korkan biri ol…
Bil ki, yeryüzünün hazineleri elinde olan Allah, sana dua etmen için izin vermiş, icabet edeceğini vaat etmiştir. Dilediğini vermek için dilemeni, sana merhamet sunmak için merhamet istemeni emretmiştir. Seninle arasında perde olacak birine yer vermemiştir…
Sonra, hazinelerinin anahtarlarını, kendisinden dilemeye izin vererek senin ellerine teslim etmiştir. Ne zaman istesen, dua ile nimet kapılarını açarsın. Çorak dilek yerlerini sulamak için, rahmet yağmurlarını istersin. İcabeti gecikse de umudunu kesmemelisin. Çünkü bağış, niyetin ölçüsüne bağlıdır. Nice kere isteyenin ecri çoğalsın, umana daha fazla ihsan edilsin diye icabet gecikir! Nice kere bir şey istersin, verilmez; fakat hemencecik veya bir süre sonra (yahut dünyada veya ahirette) ondan daha hayırlısı verilir! Ya da verilmemesi senin hayrına olduğu için verilmez! Çünkü nice şeyler vardır ki, onu sen istersin; fakat verilse o yüzden dinin mahvolur! Şu hâlde güzelliği sana kalacak, vebali senden gidecek şeyler istemelisin. Mal sende ebedî olarak kalmaz, sen de ebedî olarak mala sahip olamazsın…
Ey oğulcuğum! Ölümü çok an. Birden düşeceğin konumu ve ölümden sonra karşılaşacağın durumu aklına getir. Onu hep önünde bil; görüyorsun say da seni silâhını kuşandığın, kemerini bağladığın bir hâlde bulsun. Ansızın gelip üst olmasın sana. Sakın dünya ehlinin dünya ile oyalanması, ona yapışıp kalması seni aldatmasın. Allah sana dünyayı haber verdiği gibi, dünyanın kendisi de ne olduğunu tanıtmış, kötülüklerini sana açıp göstermiştir. Dünya ehli ancak ürüyen, havlayan köpeklerdir, av kovalayan yırtıcı canavarlardır. Birbirini ısırırlar. Üstün olanı, zayıf olanını yer. Büyüğü, küçüğünü kahreder…
Kesin olarak bil ki, emeline ulaşamazsın ve ecelinden kaçamazsın, senden önce gidenlerin yolundasın. Şu hâlde isteklerini azalt ve kazancı güzelce yap (hak hukuka riayet et). Çünkü nice istek var ki, insanı elde avuçtakinden eder. Her dileyen rızıklanmaz ve her güzelce isteyen mahrum kalmaz. Seni dileklere sürüklese de, nefsini bütün alçaklıkların üzerinde tut. Çünkü kendinden yitirdiklerine karşılık bir daha bir şey alamazsın.
Kendini başkasına kul etme. Çünkü Allah seni hür yaratmıştır. Şerle elde edilen hayra, hayır denmez; güçlükle ulaşılan kolaylığa da kolaylık adı verilmez.
İhtiras bineklerinin seni dörtnala koşturup helâk suyunun başına götürmesinden sakın. Eğer gücün yetiyorsa, Allah ile kendi arana hiçbir nimet sahibi sokma. Çünkü sen ancak payını alacak ve sadece nasibini elde edeceksin. Hepsi de O’ndan olmakla beraber yüce Allah’tan gelen az şey, kullardan gelecek çok şeyden üstündür…
Ailene karşı kötü kişi olma (ve ailen, senden en nasipsiz kalan kimseler olmasın). Senden uzak durana rağbet etme. Dostunun dostluğu kesmesindeki düşüncesi, senin dostluğu sürdürmendeki düşüncenden; sana kötülük düşüncesinde olması, senin ona iyilik düşüncesinde olmandan daha güçlü olamasın. Sana zulüm edenin zulmü, gözünde büyümesin. Çünkü o kendi zararına, seninse faydana çalışmaktadır. Seni sevindirenin karşılığı, ona kötülük etmen değildir.
Ey oğulcağızım! Bil ki, rızk iki türlüdür. Birini sen ararsın, öbürü ise seni arar; sen ona varmadan o sana gelir. Muhtaç durumdayken alçalmak ve zenginken cefa etmek (kabalık göstermek), ne kadar çirkin huylardır! Dünyadan nasibin, ahiretini düzelttiğin kadardır. Eğer elinden çıkana hayıflanacaksan, eline geçmeyen her şey için hayıflan dur. Henüz olmayan, gelip çatmayan şeyi, olup bitenden anla. Çünkü işlerin hepsi birbirinin benzeridir.
Musibete uğramadıkça nasihatten faydalanmayanlardan olma. Çünkü akıllı kişi edeplerle öğütlenirken, hayvanlar dayakla öğütlenir…
Dinini ve dünyanı Allah’a emanet et. Şu tez geçen dünyada da, bir zaman sonra gelecek olan ahirette de kendin için hayırlı akıbet dile. Vesselâm.
Bazı cahillerle dindar görünümlülerin münafıklıkları ile serkeşlikleri, İmam Ali’nin (a.s) ordusuna mensup büyük bir grubun İmam’a karşı gelmesine ve emirlerini dinlememesine yol açtı. Bu kesimler, bundan daha ileri giderek İmam Ali’nin (a.s) kâfir ilan edilmesine hüküm verdiler.
Söz konusu serkeşler, Irak’ta birçok cinayet işledikten sonra Nehrevan’a geçerek orayı direnme üssü hâline getirdiler. İmam (a.s) onlara yönelmek, üzerlerine gitmek zorunda kaldı. Her türlü bahaneyi ellerinden almak için müzakereler yaptı. Nehrevan Savaşı’ndan kaçıp canlarını kurtaran bu sayılı kişiler arasında mazlum İmam’a (a.s) karşı kalbinde bir kin biriktirmiş olan Abdurrahman b. Mülcem elMuradî de vardı. Bu kişi, İmam’ın (a.s) hayatına kasteden gizli bir komplo plânladı.
Sonunda ve bazı Kûfeli münafıklar ve Harîciler ile işbirliği yaptıktan sonra, hicrî kırk yılının ramazan ayının on dokuzuncu gecesinde İmam’a (a.s) suikast düzenlemeyi başardı. İmam Ali (a.s) o sırada Kûfe mescidinin mihrabında cemaat namazı kıldırıyordu.
Bu menfur cinayet sırasında İmam Ali’nin (a.s) daha sonra ufuklarda çınlayacak olan son sözü:“Kâbe’nin Rabbine an dolsun ki, kurtuldum.” oldu.
İmam Ali (a.s), hurma ağacı gövdesinden yapılan mescit kapısını açmaya yöneldi. Fakat onu açmakta zorlandı. Onu yerinden çıkardı. O arada çözülen izarını bağlarken, şu iki beyti söyledi:
İzarını (kemerini) ölüm için sıkıca bağla / Çünkü ölüm seni karşılayacak
Ölümden korkup üzülme / Vadine ulaştığı zaman.
İmam Hasan (a.s) üzüntü ve elemin yaktığı kalbi ile babasına bakarak şöyle dedi:
“Ey Babacığım, senden sonra biz kiminle mutlu oluruz? Seni kaybetmenin elemi, bizim için Resulullah’ın kaybının elemi gibidir.”
İmam Ali (a.s) onu kucaklayarak kaygısını yatıştırmak üzere buyurdu ki:
“Ey oğulcuğum, Allah kalbini sabırla sakinleştirsin. Beni kaybetmenizin acısı miktarınca senin ve kardeşlerinin ecrini arttırsın.”
İmam Hasan (a.s) babasına baktı. Gözyaşları yanaklarından akıyor, yuvasından fırlayacak gibi atan kalbinin titreştiği bir sesle: “Babacığım, belimi kırdın. Seni bu hâlde görmeye nasıl dayanabilirim?” dedi. İmam Ali (a.s) ona doğru baktı, üzüntünün bütün varlığını kapladığını görünce, yumuşak bir dille şunları söyledi:
“Ey oğulcuğum, baban için bu günden sonra keder ve üzüntü söz konusu değildir. Çünkü bugün deden Muhammed Mustafa’ya, büyük annen Hatice’ye ve annen Fatıma’ya kavuşuyorum. Cennet hurileri babanı bekliyor, her an onu gözlüyorlar. O hâlde üzülmene sebep yok. Ey oğulcuğum, ağlama!”
İmam’ın (a.s) kanı zehirlenmişti. Bu sebeple yüzü sararmaya başladı. Buna rağmen sakin ve huzurlu idi. Gözlerinin içi gülümsüyordu. Gökyüzünün ufuklarına bakarak, sürekli biçimde Allah’ı zikrediyor, O’nu tesbih ediyor, O’na sığınarak dua ediyor ve şöyle diyordu:
“Allah’ım! Senden, peygamberler ve vasiler ile bir arada olmayı ve cennetin en yüce derecelerini istiyorum.”
Ardından oğlunun perişan hâlini görünce, kaygısını yatıştırmak üzere şunları söyledi:
“Ey oğulcuğum, nedir bu ağlaman? Baban için bugünden sonra keder ve üzüntü söz konusu değildir. Ey oğulcuğum, sen zehirlenerek öldürüleceksin, kardeşin Hüseyin de kılıçla öldürülecek.”
Öğütlerini öncelikle oğulları Hasan’a ve Hüseyin’e yöneltti. Arkasından diğer oğulları ile bütün Müslümanlara seslendi ve şöyle dedi:
Size Allah’tan korkmanızı ve dünya, peşinize düşse bile peşinden koşmamanızı, elinizden giden hiçbir şeyine üzülmemenizi, hak için konuşmanızı, sevap kazanmak için amel etmenizi tavsiye ederim. Zalime düşman, mazluma destek olun.
Siz ikinize, bütün evlâtlarıma, aileme ve bu yazımın eline ulaştığı herkese; Allah’tan korkmanızı, işlerinizi düzgün yapmanızı ve aranızı uyuşturmanızı tavsiye ederim. Çünkü ben dedenizin:“İnsanların arasını uyuşturmak, nafile namazlardan ve oruçtan daha hayırlıdır.” dediğini işitmiştim.
Yetimler hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Ağızlarını yemeksiz bırakmayın. Sizin varlığınızla mahvolmasınlar.
Komşularınız hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Çünkü onlar(ın hakkını gözetmek) Peygamberinizin tavsiyesidir. Onları bize o kadar ısrarla tavsiye etti ki, onları bize mirasçı yapacak sandık.
Kur’ân hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Onunla amel etmekte başkaları sizin önünüze geçmesin.
Namaz hakkında size Allah’ı hatırlatırım. O, dininizin direğidir. Rabbinizin evi (Kâbe) hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Var olduğunuz sürece onu boş bırakmayın; çünkü o boş bırakılırsa, sizden gecikmeden intikam alınır.
Allah yolunda mallarınızla, bedenlerinizle ve dillerinizle cihat etmek hakkında size Allah’ı hatırlatırım.
Mutlaka birbirinizle yakın ilişkide olun ve birbirinize malî yardımda bulunun. Sakın birbirinizle çekişmeyin, yakınlık ilişkilerinizi kesmeyin.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı bırakmayın. Yoksa aranızdaki kötüler başınıza geçer de dua edersiniz, dualarınız kabul edilmez.
İmam Ali (a.s) daha sonra ailesine ve akrabalarına şöyle seslendi:
Ey Abdulmuttalip oğulları! “Emirü’lMüminin öldürüldü, Emirü’lMüminin öldürüldü!” diyerek sakın sizleri Müslümanların kanına girmiş bulmayayım. Bana karşılık katilimden başkasını öldürmeyin. Bekleyin, ben onun darbesi yüzünden öldüğümde, ona darbesi karşısında bir darbe indirin. Adama müsle yapmayın. Çünkü ben Peygamberinizin (s.a.a): “Kudurmuş köpek olsa bile, sakın hiçbir canlıya müsle yapmayın!” dediğini işitmişim.
İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’a, özellikle dinin temel esaslarını gözetmesini, dinin uygulamaya yönelik etkinliklerini gerçekleştirmesini şu sözlerle vasiyet etti:
Ey oğulcuğum! Sana Allah’tan korkmanı, namazı vaktinde kılmanı, zekâtı emredildiği yerlere vermeni, abdesti güzel almanı tavsiye ederim. Çünkü temizlenmeden namaz kılınmaz.
Yine sana suçları affetmeni, öfkeni bastırmanı, akrabalarınla iyi ilişkiler içinde olmanı, cahillere karşı hoşgörülü olmanı, dinle ilgili bilgini geliştirmeni, ele aldığın işte sebatkâr davranmanı, Kur’ân’a bağlı olmanı, komşuların ile iyi geçinmeni, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanı, çirkin davranışlardan ve sözlerden kaçınmanı tavsiye ederim.
Ramazanın yirminci günü kalabalık bir halk topluluğu İmam’ın evi önünde toplandı. Hepsine genel bir izin verildi. Herkes içeri girip oturduktan sonra İmam Ali (a.s) ziyaretçilerine: “Beni kaybetmeden önce sorularınızı sorun. Fakat imamınızın başına gelen musibeti göz önünde bulundurarak sorularınızı hafif tutun.” dedi. Ama ağır yarasının verdiği acıyı göz önüne alan ziyaretçiler, kendisine soru sormaktan çekindiler.İmam Ali (a.s) bu dünyadan ayrılmak üzere olduğunu, Rabbine kavuşmasının yakınlaştığını anlayınca, halifeliği ve imamlığı oğlu Hasan’a devretti. Kendisinden sonra ümmetin bütün meselelerinde başvuracakları merci olarak onu görevlendirdi. İmam’ın taraftarları (Şiîler) arasında bu hususta bir fikir ayrılığı görülmedi.
Sıkatü’lİslâm Kuleynî’nin verdiği bilgiye göre İmam Ali (a.s), oğlu Hasan’ın yerini almasını vasiyet etti. Bu vasiyetine Hüseyin’i, Muhammed Hanefiye’yi, diğer oğullarını, taraftarlarının önde gelenlerini ve ehlibeytini şahit tuttu. Arkasından oğlu İmam Hasan’a (a.s) kitaplarını ve silâhını vererek şöyle dedi:
Ey oğulcuğum, Resulullah nasıl benim yerine geçmemi vasiyet edip kitaplarını (mektuplarını / antlaşmalarını) ve silahını bana verdi ise, benim de senin yerime geçmeni vasiyet etmemi, kitaplarımı ve silâhımı sana vermemi, ayrıca ölümün yaklaştığı zaman bu emanetleri kardeşin Hüseyin’e vermeni bana emretti.
Yine rivayet edildiğine göre İmam Hasan’a (a.s) şunları söyledi:
Ey oğulcuğum! Kanın velisi sensin. Eğer affedersen, bu sana kalmış bir şey. Yok, eğer onu öldürürsen, bir darbenin yerine yine bir darbe ile iş bitmelidir.
İmam Ali (a.s), vasiyetlerini tamamlayınca, ölümün acıları ve şiddeti ile baş başa kaldı. Bu acılara rağmen Kur’ân’dan ayetler okuyor, sık sık dua ve istiğfar ediyordu.
Son nefesini vermeden önce ağzından dökülen; “Çalışanlar, işte bunun için çalışsınlar.” ayeti oldu.
Sonra temiz ruhu Cenneti Me’va’ya doğru kanat açtı, Yüce Dost’a çıktı, o ilâhî lütuf asıl kaynağına yükseldi. Onun ölümü ile adaletin temel direkleri sarsıldı, dinin maarif ve öğretileri sönmeye yüz tuttu; zayıfların destekçisi, gariplerin sığınağı ve yetimlerin babası öldü.
İmam Hasan (a.s) babasını toprağa verme hazırlıklarına girişti. Temiz cesedini yıkayıp hanutla kokulandırdı. Arkasından kefene sardı.
Gecenin sonlarına doğru İmam Hasan (a.s) kutsal cenazeyi taşıyan az sayıdaki aile fertleri ve dostları ile birlikte babasının son istirahatgâhına doğru yola çıktı ve onu Necef’te toprağa verdi.
Onun istirahatgâhı şimdilerde oraya koşanların ziyaretgâhı, müminlerin ve takva sahiplerinin merkezi, öğrencilerin medresesidir.
İmam Hasan (a.s) babasını toprağa verdikten sonra kedere boğulmuş, kendinden geçmiş ve üzüntünün kuşatması altına girmiş olarak evine döndü.
Çoğu tarihçilerin verdikleri bilgiye göre, İmam Hasan (a.s), babasının toprağa verildiği gecenin sabahında halka şu konuşmayı yaptı:
Ey insanlar! Kur’ân bu gece indi, İsa Peygamber bu gece göğe çıkarıldı. Yuşa b. Nuh bu gece öldürüldü. Yine bu gece babam Ali (a.s) öldü. Allah’a yemin ederim ki, önceki ve sonraki vasiler içinde babamdan önce hiç kimse cennete giremez. Allah Resulü (s.a.a) onu bir seriyenin başında sefere gönderdiğinde, Cebrail sağ yanında ve Mikail sol yanında savaşırdı. Yedi yüz dirhem dışında altın ve gümüş para geriye bırakmadı. Bu yedi yüz dirhemi sadakalarından artırıp ailesine bir hizmetçi almak için biriktirmişti.[1]
Şeyh Müfid, İmam Hasan’ın bu konuşmasını el-İrşad kitabında şu şekilde nakleder:
Ebu Mihnef Lut b. Yahya, Eş’as b. Sevvar’a, o da Ebu İshak Subey’î’ye ve başkalarına dayanarak şöyle dedi:
İmam Hasan (a.s), babası Emirü’lMüminin’in (a.s) öldüğü gecenin sabahında bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında Allah’a hamdüsena ettikten ve Resulullah’a (s.a.a) salât ve selâm getirdikten sonra şöyle dedi:
“Bu gece, öncekilerin hiçbir amel ile geçemedikleri ve sonrakilerin hiçbir amelle kendisine yetişemeyecekleri bir kişi vefat etti. “
“O, Resulullah’ın (s.a.a) yanı başında savaşıyor ve onu kendini siper ederek koruyordu. Resulullah (s.a.a) sancağını onun eline veriyor, sonra Cebrail sağ yanından ve Mikail sol yanından onu koruma altına alıyorlardı. Allah onun eli ile fetih lütfetmeden savaştan geri dönmezdi.”
“Onun vefat ettiği bu gece İsa b. Meryem göğe çıkarıldı ve yine bu gece Musa’nın vasisi Yuşa b. Nuh vefat etti. Yedi yüz dirhem dışında geriye altın ve gümüş para bırakmadı. Bu yedi yüz dirhem, verdiği sadakalardan artmıştı ve onunla ailesi için bir hizmetçi satın almak istemişti.”
Sözlerinin burasında, kelimeler İmam Hasan’ın boğazında düğümlendi ve hem kendisi ağladı, hem de dinleyenleri ağlattı. Arkasından kendini toparlayarak konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Ben müjdeleyicinin oğluyum. Ben uyarıcının oğluyum. Ben Allah’ın izni ile O’na çağıranın oğluyum. Ben ışık saçan bur kandilin oğluyum. Ben yüce Allah’ın kötülüklerden arındırıp tertemiz kıldığı bir ailenin çocuğuyum. Ben yüce Allah’ın Kur’ân’da: ‘De ki, ben bu görevime karşılık sizden yakınlarıma sevgiden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyi iş yaparsa, onun karşılığında iyiliğini artırırız.’ diye buyurarak sevilmelerini farz kıldığı Ehlibeyt’tenim.”
İmam Hasan (a.s) bu konuşmasını bitirince, Ubeydullah b. Abbas hemen öne atılarak bir an önce ona biat etmeleri için halka teşvik içerikli şu sözleri söyledi: “Ey insanlar! Bu, Peygamberinizin oğlu ve İmam’ınızın vasisidir, ona biat edin.” Halk, bu kutsal çağrıya olumlu karşılık verdi. Yüksek sesle ona itaat edeceklerini bildirdiler ve “Ne kadar sevdiğimiz bir kişidir, üzerimizde ne kadar çok hakkı vardır, halifeliğe ne kadar lâyıktır!” diyerek ona yönelik hoşnutluklarını ve boyun eğmişliklerini ilân ettiler. Hicrî kırk yılının ramazan ayının yirmi birinci gününe rastlayan cuma günü, İmam Hasan’a (a.s) yönelik biat töreni tamamlandı.
Biat töreninden sonra İmam Hasan (a.s) minberden indi, valiler listesini düzenledi, ordu komutanlarını görevlendirdi, devletin önemli işlerini gözden geçirdi, Abdullah b. Abbas’ı Basra valiliğine tayin etti. İmam Hasan’ın (a.s) devlet mekanizmasında yaptığı ilk yenilik, harbeden askerlerin maaşlarına yüzer dinar zam yapması oldu. Nitekim babası da bunu Cemel Savaşı’nda uygulamıştı. Kendisi ise halife olur olmaz bu uygulamayı getirdi. Böylece kendinden sonra gelen halifeler de, bu konuda ona uydular.
Yukarda naklettiğimiz ve İmam Hasan’ın (a.s) savaşçıların istediği maaşları konusundaki zam uygulamasını ortaya koyan tarihî belge, onun savaşa yönelik ciddi tutumunu ve Muaviye ile karşılaşma hususundaki kesin ısrarını ortaya koyuyor.
Bu tutumunun bir başka delili, İmam’ın (a.s), ordunun durumunu düzeltmeye, onun kuruluşunu yenilemeye yönelik çalışmaları idi.
İmam Hasan (a.s), Muaviye karşısında kararlı bir tutum benimsedi. Çünkü Muaviye, İmam Ali’nin (a.s) öldüğünü ve halkın İmam Hasan’a (a.s) biat ettiğini öğrenince, Himyer kabilesinden birini Kûfe’ye ve Benî Kayn kabilesinden birini de Basra’ya sızdırdı. Bu ajanlar, olup bitenlerin haberlerini kendisine yazacaklar ve İmam Hasan’ın (a.s) işlerini bozacaklardı.
İmam Hasan (a.s) bu komployu öğrendi ve Himyer kabilesinden gönderilerek bir kasabın yanında çalışmaya başlayan ajanın Kûfe’den çıkarılmasını emretti. Sonra Muaviye’ye şöyle bir mektup yazdı:
“İmdi, sen benim tarafıma ajanlar sızdırdın. Galiba benimle karşılaşmak istiyorsun. Bunda şüphem yok. İnşaallah onu bekle. Senden aldığım haberlere göre, aklı başında bir kimsenin asla sevinçle karşılamayacağı faciaya sevindin. Senin gibiler bu konuda eski şairlerden birinin şu beyitte tarif ettiği gibidirler:
“Bizden ölenler, geceyi yatağında sabahı bekleyerek geçirenler gibidirler.”
“Gidenin karşıtı olarak geride kalana söyle: Onun gibi olan bir başkasına hazırlan…”
İmam’ın (a.s) sergilediği bu tutum, Muaviye için bir savaş uyarısı, kendisine yöneltilmiş bir tehdit ve Kûfe’yi savaşsız ele geçirme emeline indirilmiş bir darbe gibi idi.
Nitekim Muaviye, İmam Hasan’a (a.s) gönderdiği bir mektupta üstü kapalı bir ifade ile barıştan söz ederek kendisine biat edilmesi karşılığında İmam’a (a.s) veliahtlık makamı teklif etti.
Bu mektuba verdiği cevapta, İmam’ın (a.s) bu kararlı tutumunun gücünü, Muaviye’nin onu kendi tarafına çekme girişimlerinden ibaret olan bu tür rüşvet kokan vaatlere önem vermediğini görüyoruz. Verdiği cevapta şöyle dedi:
İmdi… Mektubun elime geçti. Baş kaldırıp saldırıya geçersin endişesi ile mektubuna cevap vermedim. Hakka uy. Benim hak ehlinden olduğumu biliyorsun. Vesselâm.
Ebu’lFerec İsfahanî ile diğer tarihçilerin verdikleri bilgiye göre İmam Hasan (a.s) ile Muaviye arasında teati edilen mektupların sayısı beşi geçmez. Bunun sebebi, Muaviye’nin hakkı kabul etmeyen, hak ehlini umursamayan duygulara sahip olması idi. Hatta bu duyguları, İmam Ali’nin (a.s) şehit edilmesinden sonra daha da güçlendi. Çünkü İslâmî bakış açısından en basit ve asgarî şartlarına ve gereklerine sahip olmadığı halifeliğe yönelik ihtirası iyice kabarmıştı.
Buna rağmen İmam Hasan (a.s), düşmanına karşı hücceti tamamlayarak ilâhî yükümlülüğün gereğini yerine getirmek için babasının yolunu ve yöntemini devam ettirdi. Bunun için, Muaviye’nin içinde sakladığı yıkıcı duyguları iyi bilmesine rağmen bu bağlamda ona birkaç mektup yazdı.
Şimdi o mektupların en geniş içeriklisini sunuyoruz:
Emirü’lMüminin Ali oğlu Hasan’dan, Ebu Süfyan oğlu Muaviye’ye. Selâm sana. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a hamdederim. İmdi, yüce Allah: “Diri olanları uyarsın ve kâfirlere de azap hak olsun diye.” Muhammed’i âlemlere rahmet, müminlere lütuf ve bütün insanlara mesaj iletici olarak gönderdi.
Peygamberimiz, hiçbir ihmale meydan vermeksizin Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara iletti, ölünceye kadar O’nun emirlerini özenle uyguladı. Yüce Allah onun aracılığı ile hakkı galip getirerek müşrikliği mahvettikten sonra: “Hiç şüphesiz Kur’ân sana ve kavmine bir öğüttür.” diye buyurarak, Kureyş kabilesi ile onun arasında özel bir ilişki kurdu.
Peygamberimiz (s.a.a) vefat edince, Araplar onun egemenliğinde (halifeliğinde) hak iddia ettiler. Bunun üzerine Kureyşliler: “Biz onun, kabilesi, ailesi ve dostlarıyız. Onun egemenliği ve hakkı üzerinde bize karşı hak ve yetki iddia etmeniz size helâl değildir.” dediler. Araplar da Kureyşlilerin bu sözünün doğru olduğu, Peygamberimizin halifeliği konusunda Kureyşliler ile tartışmaya girenler karşısında bu konudaki açık delilin onların lehinde olduğu düşüncesine vardılar. Bunun üzerine halifelik onlara sunuldu, onların ellerine teslim edildi.
Sonra biz, Kureyşlilerin diğer Araplara karşı savundukları mantığın aynısı ile Kureyşlilere delil gösterdik. Fakat onlar diğer Arapların kendilerine gösterdikleri anlayışı bize göstermediler. Onlar diğer Arapları bir yana bırakarak halifeliği alırken, adalet ve delile dayanma yöntemini kullandılar. Fakat bizler, yani Muhammed’in Ehlibeyt’i ve dostları onların karşısına delil ile çıkarak onlardan hakkaniyete uymalarını istediğimizde, hep birlikte bize zulmettiler, bizi baskı altına aldılar, işi kaba güce döktüler. Buluşma yerimiz Allah’ın huzurudur. O, veli ve destekleyicidir.
Daha önce hakkımız ve Peygamberimizin egemenliği (halifeliği) konusunda üzerimize üşüşenlerin üşüşmelerine oldukça şaşırdık. Gerçi onlar, erdemli ve İslâm’da kıdemli olan kimselerdi. Münafıkların ve bölücülerin bu dine yönelik karalamalarına kapı açılır veya onların çıkarmak istedikleri kargaşaya bahane olur endişesi ile o şahsiyetlerle çatışmaktan kaçındık. Ey Muaviye, bugün ise asla lâyık olmadığın bu göreve üşüşmene şaşıranlar şaşırsın. Ne dindeki bilinen bir erdeminle, ne de İslâm’da övülen bir eserinle bu makama lâyıksın.
Sen bölücü gruplardan (Ahzap) birinin yetiştirmesi, Peygamber’e ve onun getirdiği kitaba en düşman bir Kureyşlinin oğlusun. Allah seni hesaba çekecektir. Ahirete döndürüleceksin ve iyi akıbetin kime ait olduğunu öğreneceksin. Allah’a yemin ederim ki, çok geçmeden Rabbinin huzuruna çıkacaksın ve ellerin ile yaptıklarının cezasını sana verecektir. Allah asla kullarına zulmedici değildir.
Ruhunu teslim ettiği, Allah’ın kendisine Müslümanlığı lütfettiği ve tekrar diriltileceği gün Allah’ın rahmetine mazhar olmasını dilediğim İmam Ali ebedî yolculuğuna çıkınca, Müslümanlar onun arkasından bu göreve beni tayin ettiler. Allah’tan dilerim ki, şu geçici dünyada, ahirette kendi katındaki değerimizi eksiltecek bir şeyle bizi karşı karşıya bırakmasın.
Bu mektubu sana yollamamın gerekçesi, senin durumun konusunda yüce Allah ile aramdaki mazereti ortadan kaldırmaktı. Eğer bunu yaparsan, bu hususta sana büyük bir nasip ve Müslümanlara fayda düşecektir. Batılda inat etmeyi bırak.
İnsanların girdiği yola girerek bana biat et. Sen de biliyorsun ki, ben Allah nezdinde, yüzü hakka dönük ve gerçeği kollayan herkes nezdinde ve Allah’a yönelmiş kalbe sahip her kişi nezdinde bu göreve senden daha lâyığım. Allah’tan kork da zulmü ve Müslümanların kanını dökmeyi bırak. Allah’a yemin ederim ki, Müslümanların kanını dökerek elde edeceğin sonuç, o kanla Allah’ın huzuruna çıkmandan senin için daha hayırlı değildir.
Barış ve itaat kervanına gir. Bu görevin ehli ile ve ona senden daha lâyık olanla bu konuda çatışma. Böylece Allah fitne ateşini söndürsün, söz birliği oluştursun ve Müslümanların arasından çekişmeyi kaldırsın. Yok, eğer bu teklifimi reddeder de azgınlığında ısrar edersen, Müslümanlarla birlikte üzerine gelir, Allah’ın aramızdaki hükmünü vereceği güne kadar seni yargılarım. Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
İmam Hasan’ın mektubuna Muaviye şu cevabı verdi:
…Biliyorsun ki, ben senden daha uzun süre yöneticilikle meşgulüm, bu ümmet için tecrübe bakımından senden daha kıdemliyim, yaşça da senden daha büyüğüm. Benden istediğin makam için bana olumlu cevap vermeye sen daha uygunsun. O hâlde, benim itaat kapsamıma gir. Benden sonra görev senindir. Irak beytülmalindeki para miktarı neye varırsa varsın senindir. Onu istediğin yere götürürsün. Irak’ta istediğin bir bölgenin haracı senindir. Bu senin geçim masrafların için harcayacağın bir gelirdir. Her yıl onu, güvendiğin bir adamın tahsil edip sana getirsin. Kötü muameleye uğramayacağını garanti ediyorum. Sana danışmadan devlet işlerinde uygulama yapılmayacak, Allah’a ibadet maksadı ile yapacağın herhangi bir işe engel olunmayacaktır…
Bu mektup, ilâhî ve kutsal halifelik makamının Muaviye’nin nazarında satın alınabilecek bir mal olarak telâkki edildiğini, üstelik bu malın bedelinin Muaviye’nin özel varlığından değil, Müslümanların beytülmalinden verilmesinin normal görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca bu mektup, onun Resulullah’ın (s.a.a) emrini çiğnediğini de belgeliyor. Oysa Resulullah’ın emri, Ehli Beyt’i halifeliğe getirmeye ve onları kendisinden sonra imam tayin etmeye dair yüce Allah’ın ona verdiği emirdir.
Muaviye, Irak’a saldırmak için ordusunu hazırlamaya ve valilerine bu saldırıyı onayladığına dair mektuplar yazmaya başladı.
Valilerine yazdığı bir mektupta, Kûfe’nin eşrafından ve ileri gelenlerinden bazılarının kendisine yazdıkları mektuplarda, kendileri ve aşiretleri için emanname (can güvenliği) istediklerini anlattı.
Eğer bu ifadesi doğru ise, bu, Kûfelilerin İmam Hasan’a (a.s) karşı yaptıkları ilk kalleşliktir.
Muaviye, bütün valilerine gönderdiği aynı içerikteki resmî yazının bir bölümünde şöyle diyordu:
…İmdi, düşmanınıza ve halifenizin katillerine yönelik yeterli karşılığını ve yardımını size bahşeden, onları yok eden Allah’a hamdolsun. Yüce Allah, kendi lütfuyla Ali b. Ebu Talib’e kullarından birini gönderdi, o kul ona suikast düzenleyip kendisini öldürdü. Bu olay sonunda, taraftarlarını bölünmüş ve çatışmalı bir durumda bıraktı. Bize onların önderlerinin ve ileri gelenlerinin, kendileri ve aşiretleri için can güvenliği isteyen mektupları geldi. Bu mektubum size geldiğinde gayretlerinizle, askerlerinizle ve güzel hazırlıklarınızla bana yönelin. Hamdolsun ki, öcünüzü aldınız, emelinize ulaştınız, Allah saldırganları ve hakkı çiğneyenleri helâk etti…
Muaviye’nin bu resmî yazısını alan valileri halkı, Peygamberimizin (s.a.a) reyhan çiçeğine ve torununa karşı savaşmak için çıkış ve hazırlık yapmak üzere teşvik etmeye, özendirmeye giriştiler. Çok kısa bir süre zarfında Muaviye’ye, ne sayıca ve ne askerî teçhizatça hiçbir eksiği olmayan büyük bir askerî güç katıldı.
Saptırılmışlardan ve muhterislerden oluşan bu askerî güç Muaviye’ye sağlanınca, onları Irak’a doğru hareket ettirdi ve ordunun komutasını kendi üzerine aldı. Başkentte yerine vekil olarak, Dahhak b. Kays elFehrî’yi bıraktı. Kendisi ile birlikte sefere çıkan ordunun mevcudu, altmış bin kişi idi. Bundan daha fazla olduğunu söyleyenler de vardır. Asker sayısı ne olursa olsun, ordusu; sözüne uymaya hazır, emirlerine amade ve arzularını gerçekleştirmeye teşne bir güçtü…
Muaviye, tozu dumana katan ordusunun başında çölü geçti. Menbic köprüsüne varınca, orada mola verdi ve işini sağlamlaştırmaya koyuldu…
Öte yanda İmam Hasan (a.s) Muaviye’nin Irak üstüne yürüdüğünü haber aldıktan sonra Kûfe’yi cihat için ve Muaviye’ye savaş amaçlı sefere çıkmak için harekete geçirmeye başladı.
Hücr b. Adi’yi valilerine ve halka göndererek sefere çıkmaya hazırlanmalarını emretti. Yüksek sesli biri halkı cemaatle namaz kılmaya çağırdı. Bu ilânı işiten insanlar koşuşmaya ve toplanmaya başladılar. İmam Hasan (a.s), duyuruyu yapan kişiye: “İnsanların toplanmasından hoşnut olduğun zaman bana haber ver.” dedi. Az sonra Said b. Kays elHemdanî İmam’ın yanına gelerek: “Cemaatin karşısına çık.” dedi. İmam (a.s) da evinden ayrılarak minbere çıktı. Allah’a hamdüsenadan sonra şöyle dedi:
…İmdi, yüce Allah, cihadı kullarına farz kıldı ve onu, “istenmeyen bir iş” olarak adlandırdı. Sonra cihada çıkan müminlere: “Sabredin, hiç şüphesiz Allah sabredenler ile beraberdir.” dedi.
Ey insanlar! Hoşunuza gitmeyen durumlara karşı sabretmedikçe, isteklerinizi elde edemezsin. Aldığım habere göre Muaviye, üzerine yürümeye karar verdiğimiz yolunda bir haber almış ve bunun için harekete geçmiştir. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun, Nuhayle’deki karargâhınıza çıkın…
İmam’ın bu çağrısına cemaat suskunlukla cevap verdi, hiç kimseden ses çıkmadı.
Böylece Kûfe halkı, komutanlarına ve imamlarına karşı kalleşçe bir tutum takındı. Çünkü İmam Hasan’ın (a.s) Nuhayle’deki karargâha çıkmaları yolundaki çağrısına suskun kalmakla karşılık verdiler. Gözleri dönmüş, kalplerine korku sinmişti.
Adiy b. Hatem etTaî bu durumu görünce, ayağa kalktı ve şöyle dedi:
Ben Hatem’in oğluyum. Subhanellah, hayret doğrusu! Ne çirkin bir durum bu! İmamınıza ve Peygamberinizin kızının oğlunun çağrısına cevap vermiyor musunuz? Dilleri rahat zamanlarda pabuç gibi (keskin kılıç gibi), fakat iş ciddiye binince tilkiler gibi oradan oraya kaçan (hile yapıp yan çizen) Mısır hatipleri nerede?! Allah’ın gazabından korkmuyor musunuz?! Bu davranışınızın ayıbını ve utancını hiç düşünmüyor musunuz?
Arkasından yüzünü İmam Hasan’a (a.s) çevirerek şöyle dedi:
Allah seni doğru istikametlere yöneltsin. Seni istenmeyen durumlardan uzak tutsun. Seni girişi ve çıkışı övülen sonuçlara muvaffak etsin. Konuşmanı duyduk, emrine kilitlendik, seni işittik ve söylediklerinle görüşlerinde sana itaat ettik. Şimdi bu yüzüm karargâhıma dönüktür, oraya gidiyorum. Kim bana katılmak isterse, peşimden gelsin.
Adiy bu sözleri söyledikten sonra yerinden kalkıp hareket etti ve mescitten çıktı. Binek hayvanı kapıda idi; sırtına atladı ve Nuhayle’ye doğru ilerledi. Kölesine, kendisine lâzım olacak şeyleri arkadan getirmesini emretti. Adiy b. Hatem, halkın içinden çıkan ilk asker olmuştu.
Bu arada Kays b. Sa’d b. Ubade elEnsarî, Ma’kıl b. Kays erRiyahî ve Ziyad b. Sa’saa etTeymî ayağa kalkarak halkı kınadılar, azarladılar, ardından savaşa teşvik ettiler ve İmam Hasan’a (a.s) da tıpkı Adiy b. Hatem gibi olumlu cevap ve kabul etme içerikli sözler söylediler. İmam da onlara şu karşılığı verdi:
Allah’ın rahmeti üzerinize olsun, doğru konuştunuz. Öteden beri sizin iyi niyetli, vefakâr, kabul edici, gerçek sevgi besleyen kişiler olduğunuzu biliyorum. Allah sizi hayırla ödüllendirsin!
Arkasından İmam (a.s) minberden indi. İnsanlar mescitten çıkıp askerî hazırlıklara giriştiler. Coşkulu bir şekilde sefere çıkmaya başladılar. İmam Hasan (a.s) da karargâha çıktı. Kûfe’de yerine Muğiyre b. Nevfel b. Haris b. Abdulmuttalib’i vekil bıraktı. Ona, insanları özendirip onları kendisine yönlendirmesini emretti. O da, insanları özendirip sefere çıkarmaya girişti. Sonunda asker meselesi yoluna girdi. Böylece İmam (a.s), kalabalık ve iyi donanımlı bir ordu ile yürüyüşe geçerek Nuhayle’ye ulaştı.
Sefer böyle başladı. Fakat hareketin itici faktörü; işten kaytarmaca tutumun tabii bir dayatması olarak yüksünme, ağırdan alma ve zorlanma ile birlikte bir gönüllülük değildi. Eğer hayırlı seçkinler ve az sayıdaki mümin bir kesim olmasaydı, durumun dengesi tersine döner, zaaf faktörleri daha işin başında üstün gelirdi.
Fakat söz konusu sağlam, imanları doğrultusunda hareket eden, önderin hikmetli kişiliğine ciddiyetle inanan, ona bağlılığın ve halifeliğe en lâyık kişi olduğunun bilincinde olan kimselerin varlığı, ordunun dayanışmasını ve itaatkârlığını sağlayan, askerlerde coşku ve heyecan uyandıran sebeplerin en güçlüsü olmuştu.
İmam Hasan’ın (a.s) ordusu garip bir karışımdan oluşuyordu. Bu orduda birkaç muhtelif akım ve bir dizi çelişik unsur bir araya gelmişti. İlk bakışta bu farklı unsurları şöyle tasnif etmek mümkündür:
a) Haricîler
b) Emevî egemenliğine yatkın kimseler
c) Kararsız ve esnek kesim
d) Kabile veya bölge taassubu ile hareket eden kesim.
e) Amaçsız şaşkınlar
h) Samimî müminler
Kısacası İmam Hasan’ın (a.s) ordusu, gruplarını tek bir hedefin birbirine bağlamadığı ve bu niteliği ile bölünme sebebi olabilecek bir badire karşısında bölünmeye ve dağılmaya açık bir karışım idi.
Bu da herhangi bir savaş plânını bozabilecek bir nitelikti. Savaş plânını yapan komutan ne kadar usta olursa olsun fark etmezdi. İmam Hasan (a.s) da, bölünme faktörlerini bünyesinde taşıyan bu karışım arasında, bu durumun tehlikesinin bilincinde idi.
Seyyid b. Tavus (r.a) “elMelahim ve’lFiten” adlı eserinde İmam’ın (a.s), ordusuna güveninin zayıflığını ima eden sözlerini nakleder. İmam’ın, bu husustaki duygularını, Medain’de ordusuna seslendiği bir konuşmasında dile getirdiği şu sözleri, en çarpıcı şekilde ifade ediyor:
Sizler Sıffin Savaşı’na giderken, dininiz dünyanızın önünde idi. Oysa bugün, dünyanız dininizin önündedir. Sizler iki tür öldürülmüşün arasında kaldınız. Biri Sıffin Savaşı’nda öldürülenler ki, onlar için ağlıyorsunuz. Öbürü Nehrevan’da öldürülenler ki, bizden onların intikamını istiyorsunuz. Bunların dışında geride kalan savaştan kaçıyor, ağlayan ise baş kaldırıyor.
Muaviye, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun, bünyesinde barındırdığı zayıf noktaları biliyordu. Bu bilgisine dayanarak, tutumu için, nesnel şartların kendisine oluşturduğu ve İmam ile arasındaki durumu açıklığa kavuşturan kesin hatlı bir plân çizdi.
Bu plâna göre İmam’ı barışa çağıracak ve istediği şartları kabul etmiş gibi bir görüntü sergileyecekti. Eğer İmam bu çağrıyı kabul ederse, onun ordu komutanları ve yetkilileri çevresinde ördüğü ağlar iki tarafın savaşa tutuşmasını zaten önlemeye yeterli olacaktı ve İmam’ı oldubittiye razı olmak durumunda bırakacaktı.
İmam Hasan (a.s) ordusu ile Nuhayle’ye vardı. Orda bir süre kalarak ordusunu savaş düzenine koydu. Sonra oradan ayrılarak Deyri Abdurrahman denen yere vardı. Geride kalan askerlerin kendisine katılması için orda üç gün kaldı.
Bu sırada, düşmanın durumunu öğrenmek ve onu bulunduğu yerde durdurmak için ordusunun öncü birliğini yola çıkardı. Bu öncü birliği, en samimî dostlarından ve ordusunun en seçkin unsurlarından oluşturdu. Bu birliğin mevcudu, on iki bin kişi idi. Birliğin başkomutanlığına, amcası oğlu Ubeydullah b. Abbas’ı getirdi. Hareketinden önce onu şu değerli tavsiyelerle donattı:
Ey amcamın oğlu! Ben seninle birlikte Arap süvarilerinden ve Mısırlı abitlerden oluşan on iki bin kişilik bir ordu gönderiyorum. Bunların bir kişisi, bir birlikten daha etkilidir. Onlarla sefere çık. Onlara yumuşak davran. Karşılarında güler yüzlü ol. Onlar için kanatlarını yere ser. Meclislerinde onları kendine yakın tut. Çünkü onlar, Emirü’lMüminin’in güvendiği kişilerin kalıntılarıdır. Onlarla Fırat kenarına var. Sonra Muaviye ile karşılaşıncaya kadar yürümeye devam et. Eğer onunla karşılaşırsan, ben gelinceye kadar onu tut (oyala). Ben senin arkandan çok yakında geleceğim. Fakat her gün haberinizi izleyeceğim. Kays b. Sa’d ve Said b. Kays ile istişare et. Muaviye ile karşılaştığında, o sana saldırmadıkça, sen ona saldırma. Eğer sana saldırırsa, sen de ona saldır. Eğer sana bir şey olursa, askerlerin başına Kays b. Sa’d geçsin. Eğer ona da bir şey olursa, ordunun komutasını Said b. Kays üstlensin.
Ubeydullah b. Abbas, Meskin denen yere vardı ve orada karargâh kurdu. Burada, düşmanla karşı karşıya geldi ve fitnenin yıkıcı etkileri açıkça görülmeye başladı. Muaviye’nin hileleri açtığı yolda ilerleyerek karargâha kadar ulaştı. Münafıkların ve rahat hayatı tercih edenlerin varlığı yüzünden bu hileler verimli bir ortam bulmuştu. “İmam Hasan, barış için Muaviye ile yazışıyor; o hâlde niye kendinizi ölüme atıyorsunuz?” şeklinde aslı olmayan bir söylenti yayılmıştı.
Öncü birliğin komutanı zor durumda kaldı. Ordu içinde fısıldaşmalar aldı yürüdü. Söylenti doğru mu, yoksa yalan mı diye konuşuluyordu. Kimi söylentiyi doğruluyor, kimi yalanlıyor ve kimi de doğru olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Komutan Ubeydullah, bu söylentinin yalan olduğunu, gerçekten uzak olduğunu belirlemek için hiçbir çaba sarf etmedi. Çünkü İmam Hasan (a.s) o sırada etrafa elçiler göndermekle, öncülere katılacak birlikleri hazırlamakla, Muaviye ile savaş konusunda mektuplaşma ile ateşli ve savaşmaya özendirici konuşmalar ile halka heyecan aşılamakla meşguldü. Muaviye’ye barış isteyen hiçbir yazı yazmış değildi. O sırada bu yolda hiçbir görüşü yoktu.
Bu şaşkınlık, öncü birliğin komutanının ruh hâline de sirayet etti, onu sıkıntıya sokup suskunluğa itti. Kendi akıbetini düşünmeye başladı. Zaten Kûfelilerin, savaş alanına doğru hareket etmekten yan çizdikleri ve cihat çağrısını kabul etmeyi ağırdan aldıkları haberini de almıştı. Bu şartlar karşısında, imrenilmez bir durumda olduğu yolunda, zihninde bazı düşünceler belirdi. Kalabalık Şam ordusu ile karşılaşmanın eşiğinde bulunan komutası altındaki öncü birliğin, iki güç arasındaki dengesizlik göz önüne alındığında, o büyük orduya karşı direnemeyeceğini veya onunla sıcak çatışmaya giremeyeceğini düşündü.
Ubeydullah bu şaşkınlık ve bu vehimler içinde yaşarken kendisine Muaviye’den mektuplar geldi. Bu mektuplar, onun vicdanındaki hassas bam tellerine dokunan ayartıcı unsurlar içeriyordu. Muaviye bu mektuplarda, özellikle onun yükselme ve öne geçme beklentisine ümit verici vurgular yapıyordu. Onun kişiliğindeki zayıf noktalar daha önce kendisine bildirilmişti.
Muaviye bu mektupların birinde: “Hasan bana barış için mektup gönderdi. O halifeliği bana teslim ediyor. Eğer bana itaat edenler kervanına katılırsan, önder olursun. Yoksa yine itaatim altına girersin; ama başkalarının emri altında olursun.” diye yazdı ve bu mektupla birlikte ona bir milyon dirhem para gönderdi. Muaviye’nin, düşmanlarına karşı savaşta kullandığı yöntem; düşmanlarının zayıf noktalarını kullanmak, kararlılıklarını zayıflatacak ve güçlerini felce uğratacak nitelikteki bütün faktörleri seferber etmekti.
İşte Ubeydullah bu şekilde nefsine yenilerek ihanet çağrısına icabet etti. Kendisini, iki oğlundan mahrum bırakan düşmanına el açtı. Bunu, arkasında tarihin lânetini bırakarak yaptı. Bu düşük düzeye inerek ruhî bozguna uğramış ve kalleşliği göze almış olarak bir gece Muaviye’nin himayesine girmeyi nefsine lâyık gördü ki, göğüs boşluğunda çarpan bir kalp barındıran hiçbir hür insan böyle bir şeye asla yanaşmaz.
Şafak söktüğünde karargâh komutansız kalmıştı. Bu duruma sevinen münafıkların ve barış yanlılarının kalpleri raks ediyordu; ama samimi dostların gözleri kan ağlıyordu. İmam (a.s) Hasan ise, Muaviye’ye karşı koymanın zorunluluğuna inanan kararlı tutumunu devam ettiriyordu.
Durum, Meskin’de İmam Hasan (a.s) aleyhine dönmek üzere idi. Fakat Ubeydullah’ın herhangi bir şekilde komutanlık makamını boşaltması hâlinde İmam Hasan’ın (a.s) onun yerine komutanlığı ele almasını emrettiği ve aynı zamanda mümin ve dirençli kişiliği ile temayüz eden Kays b. Sa’d b. Ubade, yani ordunun o andaki meşru komutanı, eski komutanın psikolojik bozguna uğraması sebebi ile çökmenin eşiğine gelen ordunun geride kalan moral kırıntılarını korumak, birlikleri ve erleri arasındaki dayanışmayı sağlamak için büyük bir çaba gösterdi. Bu maksatla askerlerin karşısına geçerek şu konuşmayı yaptı:
Ey insanlar! Bu şaşkın adamın hareketi sizi korkutmasın, ağırınıza gitmesin. Çünkü gerek bu adam, gerek babası ve gerek kardeşi asla bir hayırlı gün göstermediler. Peygamberimizin amcası olan babası, Bedir Savaşı’nda Peygamber’e karşı savaşmaya çıkmıştı. Ebu’lYusr Kâ’b b. Amr elEnsarî tarafından esir alınarak Peygamberimize getirildi. Peygamberimiz fidyesini alıp Müslümanlar arasında bölüştürdü. Ama kardeşi onu Basra valiliğine tayin etti. Orada onun ve Müslümanların malını çalarak karşılığında cariyeler satın aldı ve bunların kendisine helâl olduğunu iddia etti. Bu (Ubeydullah) da onu Yemen valiliğine atadı. Orada Busr b. Ertat’tan kaçtı. Kaçarken bıraktığı oğullarını öldürdüler. Şimdi de bu çirkin işi yaptı.
Böylece konumunda sabit olan ve hedefine inanan Kays, Ubeydullah’ın zebun geçmişinin/soyunun gerçeğini ve korkunç uçuruma yuvarlanmasına sebep olan kişiliğinin hakikatini alaylı sözleriyle ortaya koymaya çalıştı.
Yeni komutan Kays, bu konuşması ile dinleyicilerinin kalplerinde istediği etkiyi meydana getirmişti. Gırtlaklar heyecan ve coşku ile “Onu aramızdan çıkaran Allah’a hamdolsun.” diye bağırdılar. Böylece Kays, iyice yaklaşmış acı bir çöküş ile karşı karşıya olan bu duruma, sağlamlık ve kararlılık aşıladı. Ordunun birimlerine, yeniden düzen egemen oldu. İnsanlar, yeni komutanlarına güven duymaya yöneldiler.
Ubeydullah’ın düşmanına teslim olduğu haberi Medayin’e ulaştı. Bu haber yüzünden vicdanlarda keder havası yayıldı. İmam Hasan (a.s) da, kendisine en yakın ve en özellikli bir kişiden bu darbenin derin acısını yüreğinde hissetti. Ayrıca bazı ordu komutanlarının Muaviye’ye mektup yazarak, kendileri ve aşiretleri için güvence istedikleri ve Muaviye’nin de bunların bazılarına birtakım vaatler içeren güvence mektupları gönderdiği bilgisi de kulağına geldi.
Verilen bilgiye göre, Muaviye; Amr b. Hureys, Eş’as b. Kays, Haccar b. Ebcer ve Şebes b. Rib’î’yi değişik bir komplo için hedef seçti. Bunların her birine ayrı ayrı bir casus göndererek şu mesajı iletti:
Eğer Hasan’ı öldürürsen, sana yüz bin dirhem para, Şam ordularından birinin komutanlığını ve kızlarımdan birini veririm.
İmam Hasan (a.s) bu haberi alınca, üzüntüye boğuldu. Tedbir olarak elbisesinin altından bir zırh giydi. Artık ihtiyatlı davranıyor ve ancak bu kıyafetle namaz kıldırmak için cemaatin önüne geçiyordu. Nitekim bu adamlardan biri namaz sırasında kendisine ok attı; fakat giydiği zırh sayesinde, ok vücuduna saplanmadı.
İmam’ın ordusunda ihanetler bu şekilde art arda birbirini izledi. Bunlardan biri şöyle oluştu: İmam Hasan (a.s), Kinde’den bir komutanı dört bin kişilik bir ordunun başında Muaviye üzerine gönderdi. Ordu Enbar denen yerde konuşlanınca, Muaviye ordunun komutanına beş yüz bin dirhem para gönderdi. Ayrıca ona bazı Şam ve Cezire kasabalarının valiliğini vaat etti. Komutan, bu teklifi kabul ederek iki yüze yakın adamı ile Muaviye’nin tarafına geçti. Bunun üzerine İmam, Murad kabilesinden birini sefere çıkardı. O da, dağların bile kaldıramayacağı ağırlıkta yeminler ederek ihanet etmeyeceğini vurgulamasına rağmen, kendinden önce gönderilen komutanın yaptığının aynısını yaptı. Nitekim İmam Hasan (a.s), onun da önceki arkadaşının yaptığının aynısını yapacağını haber vermişti. İmam Hasan (a.s), art arda gelen bu sıkıntılar ve üzüntüler karşısında kendine güvenen, işine bakan ve bu sürecin nereye varacağını gözleyen bir duruş sergiledi.
Bazı belgelerden edindiğimiz bilgiye göre, Ubeydullah b. Abbas, tek başına firar etmemiş, tersine çok sayıda ileri gelen kişiyi, komutanı ve askeri de yanında götürmüştü. İmam Hasan’ın (a.s), düşmanına karşı galibiyet elde edemeyeceği yolunda kötümser, hatta ümitsiz bir atmosferin insanlara egemen olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bunu yadırgamamalıyız.
Böylece yakın adamlarının ve komutanlarının kaçışı ile ilgili haberler, Medayin’de İmam Hasan’a (a.s) art arda gelmeye başladı. Bu kişilerin uğradığı bozgunu, orduda birçok askerin firarı izledi. Öyle ki, söz konusu kimselerin uğradığı bozgun, ordu içinde yaygın serkeşliklerin ve kargaşaların meydana gelmesine sebep oldu.
Ubeydullah ile yakın adamlarının firarından sonra Muaviye’ye kaçanların sayısı sekiz bine yükseldi. Bu bilgiyi veren Yakubî, tarih ile ilgili eserinde şöyle diyor:
Muaviye, Ubeydullah b. Abbas’a elçi gönderdi. Ona bir milyon dirhem rüşvet verdi. Bunun üzerine adam, sekiz bin arkadaşı ile birlikte Muaviye’ye sığındı. Arkasından Kays b. Sa’d, Muaviye ile savaşma hazırlığına girişti.
Meskin’den yola çıkan ordunun on iki bin kişi olduğunu göz önüne aldığımız takdirde mevcudun üçte ikisine varan firarilerin oranı büyük bir orandır. Bu firarlar öyle bir zamanda gerçekleşti ki, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s) ile karşılaşmak üzere hazırladığı ordu, altmış bin kişi idi. Bu sayıya, İmam Hasan’ın (a.s) ordusundan kaçan binlerce kişiyi de ilâve etmek gerekir.
Bu, gerçekten güçlerin önünde sarsılacağı, ürkütücü dehşetinden felâketin bile ağzının açık kalacağı müthiş bir darbe ve dayanılmaz bir mihnet idi. Ve sorumluluğunun büyük bir bölümünü, Allah ve tarih önünde Ubeydullah b. Abbas taşıyordu.
Bu toplu firardan anlaşılması mümkün olan şey, ileri gelenlerin ve komutanların bir bölümünün arasında ihanete ilişkin bir komplonun varlığıdır. Yoksa yakın zamanda savaşmaya hazırlanan bir ordudan sekiz bin kişinin kaçmasını, hangi mantıklı gerekçe ile açıklamamak mümkündür?! Böyle bir olay, önceden düşünülmeden ve ihanet anını plânlamadan gerçekleştirilebilir mi?
İmam Hasan (a.s) Meskin’deki ordusunun moralini sarsan ve Medain’deki ordunun birliklerini paniğe kaptıran bu bunalımdan çıkış yolu arıyordu. Özellikle kendi ordusunun mevcudu ile düşmanın ordusunun mevcudu arasındaki denge açısından olaya baktığı zaman, içinden nasıl çıkacağı belli olmayan bir bunalım ile karşı karşıya olduğunu açıkça görüyordu.
İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun bütünü, tarih kaynaklarının ortak görüşüne göre, yirmi bin kişi idi. Oysa düşmanın ordusu, altmış bin kişiden oluşuyordu. Ubeydullah b. Abbas’ın ihanetinden sonra, sekiz bin kişinin Muaviye’ye katıldığı hesaba katıldığında, İmam Hasan’ın (a.s) ordusu, düşmanın ordusunun beşte biri oranına düşmüştü. Bu durum askerî dengeler ve hesaplar bakımından büyük bir çöküştü.
Üstelik bazı kaynaklarda verilen bilgilere göre, İmam’ın Medayinde bekleyen ordusundan da bazı askerler firar etmişti. Bu askerleri, ganimetler elde etmek arzusu orduya katılmaya heveslendirmişti. Bunlar, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun galip geleceği varsayımı ile orduya katılmış ve ordunun hareketi içinde yer almışlardı. Sonra karşı tarafın sayı ve donanım bakımından askerî üstünlüğe sahip olduğunu hissedince firar ettiler.
Durumun daha da çöküntüye gitmesine yol açan faktörlerden biri, Muaviye’nin, ordunun Meskin ve Medayin’deki kollarının geride kalan moral kırıntılarını yok eden yalan söylenti savaşı idi. Burada, bu söylentilerin bazı örnekleri ile bu söylentilerin, İmam Hasan’ın (a.s) ordusunun Medayin ve Meskin’deki kollarının morali üzerindeki etki derecelerini hatırlatalım.
Muaviye, Kûfe ordusunu çökertmek ve güç birimlerini dağıtmak için elinden gelen bütün entrika ve hileleri kullandı. Onun yalan haberleri seçişi, özen ve sağlamlık bakımından ince bir ustalık yansıtıyordu. Meselâ Medayin karargâhına şöyle bir söylenti yayan bir casus gönderdi:
Ubeydullah’ın firarından sonra Meskin’deki öncü ordunun komutanı olan Kays b. Sa’d, Muaviye ile anlaşarak onun tarafına geçti.
Buna karşılık Kays b. Sa’d’ın karargâhına gönderdiği bir adamı, İmam Hasan’ın (a.s) Muaviye’yle anlaştığını ve teklifini kabul ettiğini söylüyordu. Arkasından Medayin’de, Kays b. Sa’d’ın öldüğü ve ordu mensuplarının firar etmesi gerektiği söylentisini yaydı. Bu söylenti üzerine askerler İmam Hasan’ın (a.s) çadırını basarak eşyalarını yağmaladılar. Hatta İmam’ın üzerinde oturduğu bir yaygıya el koymak için onunla tartışmaya giriştiler. Bu durum, İmam’ın onlara karşı nefretini ve kaygısını arttırdı. Bu yüzden İmam, Medayin’deki beyaz kaleye taşındı.
İşte Muaviye’nin hile ve entrikası ile ortaya sürülen söylenti dalgaları, ordunun Medayin ve Meskin’deki kollarını böyle kuşatmış ve geride kalan dayanışma kırıntılarını böyle koparmıştı. Bu söylenti, itaatkârlık ile isyan arasında tereddüt yaşayan, fitne ve kargaşa sevdalısı alçak eğilimli insanlardan çok sayıda grupların sarsılmasına sebep oldu.
Daha önce Meskin’deki birliğin komutanının ihanet ettiğini bilen Medayin’deki ordu üzerinde bu söylentilerin nasıl bir etki yapacağı beklenebilir?! Ki sonradan başa geçen Kays’ın onun derecesinde olmadığı kabul ediliyordu. Bu yüzden ikinci komutanın da ihanet ettiği veya öldürüldüğü haberini niçin doğrulamasınlardı ki?!
Daha önce komutanının ihanetine uğrayan Meskin ordusunun bu söylentilerden aldığı olumsuz etkilenme payı da, Medayin’deki ordunun aldığı paydan daha az değildi.
Bu olayların ortasında Şam halkını temsil eden Muğiyre b. Şube, Abdullah b. Kureyz ve Abdurrahman b. Hakem’den oluşmuş bir heyet geldi. Irak halkının mektuplarını, yanlarında getirmişlerdi. Maksatları, İmam Hasan’ı (a.s) bu mektuplardan ve vakti geldiği zaman fitne ateşini tutuşturmak amacıyla ordunun safları arasında yer almış bazı dostlarının kalplerinde taşıdıkları olumsuz duygulardan haberdar etmekti.
Heyetin mensupları, mektupları İmam’ın önüne serdiler. Bu mektuplar, İmam’ın, bazı dostlarının içlerinde barındırdıkları olumsuz duygulara ve fitne çıkarma arzusuna yönelik kesin bilgisine yeni bir şey eklememişti. Çünkü onların çizgileri ve beklentileri İmam için açık ve belirgin idi.
Heyet, İmam Hasan’a (a.s) uygun gördüğü şartları içeren bir barış antlaşması taslağı sundu. Fakat İmam kendi tarafından Muaviye’nin ihtiraslarını okşayacak tavizleri onlara vermek istemedi ve verdiği cevap hakkında titiz davrandı. Öyle ki, verdiği cevapta heyet üyelerine barışı kabul ettiğine dair veya buna işaret edebilecek bir ipucuna yer vermedi. Bunun yerine heyet üyelerine öğüt vermeye, onları Allah’a çağırmaya, kendileri ve ümmetin bütünü için hayırlı olanı vurgulamaya, Allah ve Resulü (s.a.a) önünde taşıdıkları sorumluluğu hatırlatmaya girişti.
Muğiyre ve arkadaşları, Muaviye tarafından hazırlanan plânın ilk aşamasının İmam Hasan’ı (a.s) barışa ikna hususunda başarısız kaldığını, İmam’ın onca güçlü etkenler önünde direnen tutumunu devam ettirdiğini görünce, Muaviye tarafından hazırlanan plânın ikinci halkasını uygulamaya geçtiler. Plânın bu aşaması, sonucunu daha sonra verecek olsa da, en azından İmam’ın tutumunu zorlaştırıcı bir etki meydana getirecekti.
Muğiyre’nin başkanlığındaki heyet, İmam’ın ikamet ettiği kaleden çıkarak, müzakerelerin sonucunu bekleyen ordunun çadırlarını dolaşmaya çıktı. Bu dolaşma sırasında heyet üyelerinden biri, herkesin işitebileceği bir sesle: “Yüce Allah, Resulullah’ın oğlu sayesinde kan dökülmesini önledi, fitneyi sakinleştirdi ve İmam, barış teklifine olumlu karşılık verdi.” diye bağırdı.[9]
Heyetin mensupları, böylece rollerini en çarpıcı şekilde oynadılar. Arkasından durumu alt üst eden ateşli bir olumsuzluk havası oluşturdular. Bu hava içinde fitne tuzakları patladı, ordunun dayanışması sarsıldı ve ufukta mihnet alâmetleri açıkça belirdi. Muğiyre ve arkadaşlarının, ateşini tutuşturduğu bu gaile, ne büyük bir gaile idi!
İmam’ın ordusu ile ilgili mihneti bu kadarla kalmadı. İşbirlikçiler ile Haricîler kendisini öldürmeye giriştiler. Kendisine karşı, üç suikast girişiminde bulundular. İmam (a.s), üçünden de kurtuldu. Bunlar şöyle oldu:
1. İmam (a.s) bir keresinde namaz kılarken biri üzerine ok attı. Fakat bu ok, (tedbir amaçlı giydiği zırhtan dolayı) vücudunda hiçbir etki meydana getirmedi.
2. Cerrah b. Sinan adındaki biri baldırına mızrak darbesi indirdi. Şeyh Mufid bu olayı şöyle anlatıyor:
İmam Hasan (a.s), taraftarlarının kendisine ne derece itaatkâr olduklarını görmek ve durumu basiretle belirlemek için onları sınavdan geçirmek istedi. Bu maksatla halkı cemaatle namaz kılmaya çağrılmasını emretti. Halk toplanınca, minbere çıkarak şu konuşmayı yaptı:
“İmdi, Allah’a yemin ederim ki, Allah’a hamt ederek ve O’na minnet sunarak sabaha ermiş olmayı arzu ederim. Ben Allah’ın kullarının iyiliğini en çok isteyen bir kulum. Hiçbir Müslümana kin beslemiş, onun için kötülük ve sıkıntı isteyerek sabaha ermiş değilim. Cemaat hâlinde hoşunuza gitmeyen bir şey, ayrılık hâlindeki sevdiğiniz şeyden sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin kendiniz için beklediğinizden daha hayırlısını sizin için gözlüyorum. Buna göre emrime karşı çıkmayın, görüşümü bana geri çevirmeyin. Allah sizi ve beni affetsin. Beni ve sizi sevgiyi ve hoşnutluğu içeren harekete irşat etsin.”
Bu konuşmayı dinleyenler, birbirlerine bakarak ne demek istediği ile ilgili birbirlerinin görüşünü sordular. İçlerinden biri ileri atılarak şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki bu adam, Muaviye ile barış yaparak halifeliği ona teslim etmek istiyor.” Bunun üzerine: “Allah’a yemin olsun ki, bu adam kâfir oldu.” dediler.
Arkasından çadırına saldırıp onu yağmaladılar. Öyle ki, üzerinde namaz kıldığı seccadesini bile çekip aldılar. Sonra Abdurrahman b. Abdullah b. Cual Ezdî adında biri, üzerine çullanarak abasını omzundan çekip aldı. İmam, oturmuş ve kılıcını kuşanmış durumda abasız olarak kaldı. Bunun üzerine binek hayvanını istetip sırtına bindi. Yakınlarından ve taraftarlarından bir grup, etrafını kuşatarak İmam’a yaklaşmak isteyenlere engel oldular. Ardından İmam (a.s): “Bana Rebia ve Hemdan kabilelerini çağırın.” dedi. Çağrılanlar gelince, İmam’ın etrafını sararak etrafındaki halkı dağıttılar.
İmam (a.s), yanında başkalarından bir grupla birlikte yola koyuldu. Yolda Sabat çukurlarından geçerken Esed kabilesinden Cerrah b. Sinan adında biri ansızın önüne çıkarak binek hayvanının dizginini tuttu. Adamın elinde bir şiş vardı. İmam’a: “Allahu Ekber! Ey Hasan, nasıl baban daha önce müşrik oldu ise, sen de müşrik oldun.” dedi. Arkasından elindeki şişi İmam’ın baldırına sapladı. Adalesini yaran şiş kemiğe kadar dayandı. Arkasından İmam Hasan, adamın boynuna sarıldı ve her ikisi de yere düştü.
Bu arada, İmam’ın Şiîlerinden Abdullah b. Hatal etTaî adında biri, adamın üzerine çullanarak şişi elinden aldı ve o şişle karnını deşti. Bu sırada Zabyan b. Amare adında biri, adamın üzerine kapaklanarak burnunu kesti. Bu darbe üzerine adam öldü. Onunla birlikte olan bir başkası da yakalanıp öldürüldü. İmam Hasan ise bir yaygı üzerinde Medayin’e taşındı.
3. Başka bir defasında namaz sırasında bir hançer darbesine maruz kaldı.
Şeyh Müfid şöyle diyor:
İmam Hasan (a.s), halkın davranışlarına baktı. Bu bakışla insanların kendisini desteksiz bıraktıkları ve ona karşı kötü niyet besledikleri yönündeki basireti arttı. Ona açıktan açığa sövüyorlar, kendisini kâfir olmakla suçluyorlar, kanının dökülmesini ve mallarının yağmalanmasını helâl görüyorlardı. Babasının ve kendisinin Şiîlerinden olan yakın çevresi dışında, başına gelecek belâları önleyecek kimseleri kalmamıştı. Bu yakın çevresi, Şam ordularına karşı koyacak güçte ve yeterlilikte değildi.
Bu sırada Muaviye ona ateşkes ve barış isteyen bir mektup gönderdi. Bunun yanı sıra İmam Hasan’ın canına kastedeceklerini ve Muaviye’ye teslim edeceklerini bildiren dostlarının mektuplarını da ona iletti. Barış teklifine olumlu karşılık verdiği takdirde, kendisine karşı İmam’ın lehine olan birtakım şartlar önerdi ve bağlı kalınması herkesin faydasına olacak olan birtakım maddeler ortaya koydu. İmam Hasan (a.s) ona güvenmemişti. Bu önerisinin hile amaçlı ve canına kastetme hazırlığına yönelik bir girişim olduğunu biliyordu. Fakat kendisinden istenen ateşkesi ve savaştan vazgeçmeyi kabul etmekten başka bir çare göremedi. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi taraftarlarının ona yönelik basiretleri zayıftı, bozguncu bir yaklaşım sergiliyorlar, kendisine karşı çıkıyorlardı. Bunun yanı sıra birçoğu, kanının dökülmesini ve kendisini düşmanına teslim etmeyi hedefleyen gizli niyetler taşıyordu. Ayrıca amcasının oğlu kalleşlik edip düşmanının yanına geçmiş ve taraftarlarının birçoğu, ahireti bir yana bırakıp dünyalık çıkarlara yönelmişti.
Tarihçilerin verdikleri bilgilere göre İmam Hasan (a.s), ordusu ile çevresindekilerin ihanetlerini ve iki yüzlülüklerini gördükten sonra onların düşmana karşı duracakları ve direnecekleri yolunda hiçbir ümidi kalmamakla ve bu adamların içlerinde gizlenen arzular ortaya çıkmış olmakla birlikte sırf hüccet tamamlansın, dayanacakları hiçbir bahane kalmasın diye onlara şu konuşmayı yaptı:
Yazıklar olsun size! Allah’a yemin ederim ki Muaviye, benim öldürülmem yolunda verdiği sözü hiçbiriniz için tutmayacaktır. Öyle sanıyorum ki, elimi eline koyarak ona halifeliği teslim edersem, bana dedemin dinini yaşama serbestîsi vermeyecektir. Ben yalnız başıma Allah’a ibadet edebilirim. Fakat sizin çocuklarınızın Allah’ın kendilerine bağışladığı yiyeceği ve suyu istemek üzere onların çocuklarının kapılarında beklediklerini, ama yiyecek ve su alamadıklarını görür gibiyim. Yuh olsun, kendi elleri ile yaptıkları kötülüklere! Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında göreceklerdir.
Bir diğer konuşmasını da, Muaviye’nin barış önerisini kabul etmeden önce insanlara hücceti tamamlamak amacıyla yaptı. İmam (a.s) bu konuşmasında, dostlarının görüşlerini öğrenmek, düşüncelerinden haberdar olmak için yüce Allah’a hamdüsenadan sonra şöyle buyurdu:
Allah’a yemin ederim ki, bizi Şamlılarla savaşmaktan, zillet veya sayıca azlığımız vazgeçirmedi. Fakat biz onlarla sağlıklı yapımızla ve sabırla savaşıyorduk. Şimdi sağlıklı yapımız, iç düşmanlıkla ve sabrımız, endişe ile yıprandı. Sizler bizimle birlikte savaşa giderken, dininiz dünyanızın önünde idi. Oysa şimdi, dünyanız dininizin önüne geçti. Biz sizin için idik ve siz de bizim içindiniz. Oysa şimdi bize karşı oldunuz. Sonra sizler iki maktul üzerinde yoğunlaştınız. Biri Sıffin maktulleri ki, onlar için ağlıyorsunuz. Öbürü Nehrevan maktulleri ki, onların intikamını almak istiyorsunuz. Ağlayanlar bizi yalnız bırakmışlar, intikam almak isteyenler ise, bize karşı isyan başlatmış durumdalar.
İmam (a.s), sözlerinin bu noktasında, dinleyenlere Muaviye’nin barış teklifini duyurmak üzere şöyle dedi:
Muaviye bizi onur ve hakkaniyetten yoksun bir işe çağırdı. Eğer yaşamayı istiyorsanız, teklifini kabul edelim ve hiç sızlanmayalım. Yok, eğer ölmeye hazırsanız, canımızı Allah uğruna feda ederek onu Allah’ın mahkemesine havale edelim.
Ravinin eklediğine göre, İmam Hasan’ın (a.s) dinleyicileri hep birlikte: “Sağ kalmayı ve yaşamayı tercih ediyoruz.” diye bağırdılar.
İmam Hasan’ın (a.s) önünde barışı kabul etmekten ve iktidarı bir süre için Muaviye’ye bırakmaktan başka bir yol kalmamıştı. Barış antlaşmasının maddeleri üzerinde derinliğine bir incelemeden açıkça ortaya çıkar ki İmam (a.s), Muaviye’ye hiçbir taviz vermemiş, onu resmen halife ve Müslümanların hâkimi olarak kabul etmemişti. Tersine, Muaviye’nin bu konudaki iddialarının asılsızlığını ispat etmek üzere önderlik makamını kendi meşru hakkı saymıştı.
Tarih kaynakları, barış antlaşmasının açık metnini içeren bir belge içermiyor. Oysa bu metin, özellikle İslâm tarihinin ilk yüzyılları için, İslâm tarihinin bütününü şekillendiren aşamaların en önemlilerinden birinin sonlanmasıyla ilgili tarihî bir belge sayılır. Bu ihmale haklı bir sebep bulamıyoruz.
Muhtelif kaynaklar, bu maddelerin bazılarını içerirken, diğer bazılarına hiç yer vermemiştir. Bu kaynakların bütününden İmam’ın (a.s) Muaviye’ye koştuğu barış şartlarının neler olduğu anlaşılabilir.
Bir araştırmacı, bu şartları düzenleyerek beş madde şeklinde ortaya koymuştur. Biz bu maddeleri, o araştırmacının düzenlediği gibi sunuyoruz ve alıntı yaptığımız esere güvenerek dipnotlarında gösterdiği kaynakları belirtme gereğini duymuyoruz. Anlaşmanın maddeleri şunlardır:
1. Muaviye’nin Kur’ân’a, Sünnet’e ve salih halifelerin tutumuna uygun şekilde hareket etmesi şartı ile iktidar kendisine teslim edilecektir.
2. Muaviye’den sonra iktidar İmam Hasan’a geçecek; eğer ona bir şey olursa, iktidar, kardeşi Hüseyin’e devredilecektir. Muaviye’nin, iktidarı kendisinden sonra bir başkasına devretme yetkisi yoktur.
3. İmam Ali’ye yönelik sövmelere ve namazlar sırasında aleyhinde söylenen sözlere son verilecek, kendisi sadece hayırla anılacaktır.
4. Kûfe beytülmalindeki beş milyon dirhem tutarındaki para, iktidarı teslim etmenin kapsamı dışındadır. Teslim işlemi bu parayı içermez. Ayrıca Muaviye, İmam Hasan’a iki milyon dirhem gönderecek, bağışlarda ve hediyelerde Haşimoğulları’nı Abduşşemsoğulları’ndan üstün tutacak, İmam Ali’nin safında Sıffin ve Cemel savaşlarında öldürülenlerin çocuklarına bir milyon dirhem dağıtacak ve bu harcamaları, Darı Ebcer bölgesi gelirlerinden karşılayacaktır.
5. Şamlısı ile, Iraklısı ile, Hicazlısı ile, Yemenlisi ile, bütün halk güven içinde olacak. Siyah ve kızıl derili olanlar da dâhil olmak üzere bütün ırklar güven içinde olacak.
Muaviye, insanların ayak sürçmelerini hoşgörü ile karşılayacak. Geçmişteki olaylar yüzünden hiç kimseyi kovuşturmaya tâbi tutmayacak ve Irak halkına kin duygusu ile muamele etmeyecektir.
İmam Ali (a.s) taraftarları, nerede olurlarsa olsunlar, güven içinde olacaklardır. Hiçbir İmam Ali (a.s) taraftarı, kötü muamele görmeyecektir.
İmam Ali (a.s) taraftarlarının canları, malları, kadınları ve çocukları güven içinde olacaklardır. Hiçbir şeyden dolayı kovuşturmaya uğratılmayacaklardır. Hiçbiri kötü bir işleme maruz bırakılmayacaktır.
Her hak sahibine hakkı ulaştırılacak ve nerede olurlarsa olsunlar bütün Ali (a.s) taraftarlarının elde ettikleri haklar korunacaktır.
Muaviye’nin ne İmam Hasan’ın ve İmam Hüseyin’in ve ne Resullah’ın Ehli Beyt’ine mensup birinin başına bir belâ getirmemesi, İslâm âleminin hiçbir yerinde onlardan hiçbirini korku altında yaşatmaması gerekir.
Bazı araştırmacılar, dördüncü maddenin Ehli Beyt’i, özellikle de İmam Hasan’ı (a.s) karalamak için Emevîler veya Abbasîler tarafından uydurulduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bu, İmam Hasan’ın (a.s) seviyesine ve konumuna uygun değildir. Doğrusunu Allah bilir.
1 Şeyh Saduk, “İlelu’şŞerai” adlı eserinde isnat zinciri ile Ebu Said Ukeysa’ya şöyle bir rivayet dayandırıyor. Bu rivayete göre Ebu Said Ukeysa, İmam Hasan’a (a.s), kendisinin hak yolunda, Muaviye’nin ise sapıtmış ve zalim olduğunu bildiği hâlde, kendisini Muaviye ile barış yapmaya sürükleyen sebebin ne olduğunu soruyor.
İmam ona şu cevabı veriyor: “Ey Ebu Said! Ben, yüce Allah’ın kulları üzerindeki hücceti ve babamdan sonra onların imamı değil miyim?” Ebu Said: “Evet, öylesin.” diyor.
İmam Hasan (a.s) şöyle devam ediyor: “Peygamberimiz benim ve kardeşim hakkında: ‘Hasan ile Hüseyin ayakta olsalar da, köşelerinde otursalar da imamdırlar.’ dememiş midir?” Ebu Said: “Demiştir.” diyor.
İmam sözlerine şöyle devam ediyor:
O hâlde ben ayakta olsam da imamım, köşemde otursam da imamım. Ey Ebu Said! Benim Muaviye ile barış yapmamın gerekçesi, Peygamberimizin Damreoğulları ile, Eşcaoğulları ile, Hudeybiye’den geri dönüşü sırasında Mekkeliler ile yaptığı barışın gerekçesinin aynısıdır. Onların kâfir oldukları tenzil ile, Muaviye ve adamlarının kâfirlikleri ise tevil ile sabittir.
Ey Ebu Said! Mademki ben yüce Allah tarafından imamlığa lâyık görüldüm, yaptığım uygulamanın hikmeti belirgin olmasa da, öne çıkardığım ateşkes ve savaş ile ilgili görüşümün akılsızlıkla nitelenmemesi gerekir. Hızır’a (a.s) baksana: Gemiyi deldiğinde, delikanlıyı öldürdüğünde, yıkılmak üzere olan duvarı doğrulttuğunda, bu hareketlerin hikmetini bilmediği için Musa (a.s) bunlara karşı memnuniyetsizlik gösterdi. Fakat Hızır (a.s) ona uygulamalarının hikmetini anlatınca, hoşnutluğunu ifade etti. Ben de öyleyim. Verdiğim kararın hikmetini bilmediğiniz için bana kızdınız. Eğer bu kararı vermemiş olsaydım, yeryüzünde taraftarlarımızdan hiçbiri bırakılmayacak, hepsi öldürülecekti.
2 Zeyd b. Veheb Cühenî diyor ki:
İmam Hasan (a.s) Medain’de yaralandıktan sonra kendisine o şartlar karşısında nasıl bir tavır takınacağını sorduğumda, bana şu cevabı verdi:
Allah’a yemin ederim ki, Muaviye’yi, taraftarlarım olduklarını iddia eden bu kimselerden kendim için daha hayırlı görüyorum. Bunlar beni öldürmeye çalıştılar, eşyamı yağmaladılar, mallarıma el koydular. Allah’a yemin ederim ki, Muaviye’den kanımın akıtılmayacağına dair taahhüt almam, bu taahhütle ailem hakkında güvenceye kavuşmam; bu adamların beni öldürmelerinden, böylece ehlibeyt’imin ve ailemin mahvolmasından daha hayırlıdır. Allah’a yemin ederim ki, eğer Muaviye ile savaşa girersem, bu adamalar boynumdan tutarak beni savaşmadan Muaviye’ye teslim ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, eğer onunla onurlu konumdayken barış yaparsam bu durum, onun beni esir alarak öldürmesinden veya beni minnet altına almasından daha hayırlıdır. Çünkü onun minneti altına girmek, dünya durdukça Haşimoğulları için bir yüzkarası olur, Muaviye ve arkasından gelecek olanlar bizim yaşayanlarımızı ve ölülerimizi bu minnet borcu altında ezerlerdi.
3 Süleym b. Kays elHilâlî’nin verdiği bilgiye göre, Muaviye Kûfe’ye geldiğinde, İmam Hasan (a.s) onun hazır bulunduğu sırada minbere çıktı ve Allah’a hamdüsena ettikten sonra şunları söyledi:
Ey insanlar! Muaviye benim kendisini halifeliğe lâyık gördüğümü, kendimi ise bu işe lâyık görmediğimi ileri sürdü. Yalan söyledi. Ben, Allah’ın kitabına ve Peygamberimizin sözlerine göre insanların önderliğine herkesten daha çok lâyığım. Allah’a yemin ederim ki, eğer insanlar bana biat ederek bana itaat etseler, beni destekleselerdi, gökyüzü yağmurunu üzerlerine indirir, yeryüzü kendilerine bereketini sunardı ve ey Muaviye sen bu makama göz dikemezdin. Peygamberimiz (s.a.a): “Aralarında daha bilgili biri varken iktidar yetkisini ona değil de bir başkasına teslim eden bir toplum sürekli geriler, çöker, sonunda buzağıya tapanların dinine döner…” buyurmuştur.
4 Allâme Kunduzî’nin, “Yenabiul Meveddet” adlı eserinde verdiği bilgiye göre İmam Hasan (a.s), Muaviye ile niçin barış yaptığı konusunda yaptığı halka yönelik bir konuşmada şöyle dedi:
Ey insanlar! İyi biliyorsunuz ki, yüce Allah sizi dedem sayesinde doğru yola ileterek sapıklıktan kurtardı, sizi cahillikten çekip çıkardı, onun vasıtası ile sizi ezilmişlikten sonra onurlandırdı, azlıktan sonra çoğalttı. Muaviye, ona değil de bana ait olan bir hak üzerinde benimle çekişmeye girişti. Ben ümmetin yararını ve fitnenin kesilmesini gözettim. Sizler benimle barış yapanla barış yapmak ve benimle savaşanla savaşmak üzerine bana biat ettiniz. Ben Muaviye ile barış yapmayı, onunla aramızdaki savaşa son vermeyi uygun gördüm. Onunla barış yaptım ve kanların korunmasının dökülmesinden daha hayırlı olduğu görüşüne vardım. Böyle yapmakla sizin yararınızdan ve hayatta kalmanızdan başka bir şey istemedim. “Bilmem, belki de bu, sizin sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir sürenin sonuna kadar dünya nimetlerinden yararlandırılmanız içindir.”
5 Seyyid Murteza’nın aktardığı bir rivayete göre Hücr b. Adiy, İmam Hasan’ın (a.s) barışı onaylamasından sonra ona itiraz ederek: “Müminlerin yüzlerini kararttın.” dedi. İmam (a.s) ona şu cevabı verdi:
Senin istediğini herkes istiyor değil ve herkesin görüşü senin görüşün gibi değil. Ben bu yaptığımı, sizi korumak için yaptım.
Seyyid Murteza sonra şöyle devam eder:
İmam Hasan’ın taraftarları barış yapılmasına karşı çıktılar. İmam’ın kararından dolayı üzüntülerini ifade ettiler. Buna karşı çıkanlar arasında bulunan Süleyman b. Surad Huzaî İmam’a söyle dedi: “Muaviye’ye biat etmenden dolayı duyduğumuz şaşkınlığın sona ereceği yoktur. Oysa Kûfe halkından kırk bin savaşçı yanında idi. Hepsi maaş alıyordu ve evlerinin kapılarında emrini bekliyorlardı. Onların yanı sıra bir o kadar daha oğulları ve akrabaları vardı. Ayrıca Basra ve Hicaz halkından olan taraftarlarını da bunlara ilâve etmek gerekir. Sonra ne antlaşmada kendin için bir güvence ve ne vergilerden bir pay aldın. Bu yaptığın işi yaptığında eğer Muaviye’ye karşı doğunun ve batının ileri gelenlerini şahit tutsaydın ve kendisinden sonra iktidarın sana verileceği yolunda ona resmî bir yazı yazmış olsaydın, durumu kabullenmek bizim için daha kolay olurdu. Fakat o aranızda sana verdiği söze bağlı kalmadı. Nitekim çok geçmeden şahitler huzurunda: ‘Ben savaş ateşini söndürmek ve fitneyi önlemek amacı ile anlaşmaya bazı şartlar koydum ve bazı vaatlerde bulundum. Ama yüce Allah sözbirliğimizi ve dirliğimizi bize bağışladığı için, artık o şartlar ve vaatler ayağımın altındadır.’ dedi. Allah’a yemin ederim ki, bu sözlerle kastettiği kişi sensin. Söylemek istediği şey, seninle onun arasındaki anlaşmadır. Nitekim anlaşmayı bozdu. Buna göre eğer istersen, geri adım at. Savaş, hiledir. Benim senden önce Kûfe’ye gitmeme izin ver. Oraya varır varmaz Muaviye’nin valisini şehirden çıkarır, onun görevden alındığını açıklarım. Bu arada sen de onun yaptığının karşılığı olarak antlaşmayı bozarsın.” İmam’ın diğer taraftarları da Süleyman’ınkilere benzer sözler söylediler.
İmam (a.s) onlara şu cevabı verdi: “Sizler bizim taraftarlarımız ve sevdiğimiz kimselersiniz. Eğer ben dünya işi için azimle çalışan, dünyanın saltanatı için koşup yorulan biri olsaydım, Muaviye benden daha şiddetli, daha yürekli, daha azimli olamazdı. Fakat ben sizinkinden farklı bir görüşteyim. Bu yaptığım barışla sadece kan dökülmesini önlemek istedim. Allah’ın hükmüne razı olun, O’nun emrine teslim olun, evlerinizde oturun ve sesinizi çıkarmayın.”
Muaviye, halifeliği zorba bir hükümdarlığa ve babadan oğla geçecek bir mirasa dönüştürmeye girişti. Bunun için elinden gelen her gayreti gösterdi ve büyük miktarda paralar harcadı. Fakat İmam Hasan’ın (a.s) hayatta olup Müslümanların da onun adil yönetimini ve herkesi kapsayacak hayırlı uygulamalarını beklediklerini bildiğinden dolayı bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini gördü. Bundan dolayı Malik Eşter’i, Sa’d b. Ebu Vakkas’ı ve başkalarını ortadan kaldırırken kullandığı yöntemi uygulayarak İmam Hasan’a (a.s) suikast düzenlemeyi kararlaştırdı.
İmam Hasan (a.s) Şam’dayken bu iğrenç kararını uygulamak için birkaç kere ona öldürücü etkisi yüksek zehir gönderdi. Fakat onu öldürmeyi başaramadı. Arkasından Bizans İmparatoru’na adam göndererek ondan ısrarla kendisine öldürücü etkisi yüksek zehir göndermesini istedi. İmparator önce bu isteği reddetti; fakat Muaviye, Tihame bölgesinde ortaya çıkarak müşrikliğin, kâfirliğin ve cahiliyenin tahtlarını devirmeye girişen, Ehl-i kitab’ın saltanatını tehdit eden adamın, yani Resulullah’ın (s.a.a) oğlunu öldürmek istediğini bildirince, İmparator istediği etkili zehri vermeyi kabul etti.
Babanın (Muaviye) bu cinayeti, oğlunun (Yezid) İslâm tarihinin en büyük cinayetini işlemeye cesaret etmesinin ve böylece ikisinin ortak cinayet suçluları olmalarının sebebi oldu. Bu ortak cinayet, bir üçüncüsü olmayan iki cennet ehli efendilerinin öldürülmesi idi. Böylece bu iki katil işbirliği yaparak Resulullah’ın (s.a.a) soyunun devamının inhisar ettiği tek vasıtayı kesip ortadan kaldıracaklardı. Dolayısıyla cinayet bu anlamı ile Resulullah’ın (s.a.a) hayatının tarihî uzantısına yönelik bir öldürme eylemi idi.
Evet, bununla birlikte bu katillerin her ikisi de İslâm devletinde halife makamını işgal etmişlerdi!!!
Halifeleri içinde böyle örnekler bulunan İslâm’a ne kadar yazık!!!
Muaviye’nin sözde dehası, uyguladığı bu uygulama üslubunu tasarlatan faktördü aslında. Fakat oğlu Yezid bu sözde dehadan yoksundu. Oğul mağrur bir delikanlı, baba ise işleri yönetip yönlendiren şeytanî zekâya sahip bir çılgın idi!!! Eğer Ebu Süfyan bu iki ahfadının dönemlerine kadar yaşasaydı, bunların Emevîler hesabına arzu ettiği rolü hakkı ile oynadıklarına kesinlikle hükmederdi.
Muaviye, Mervan b. Hakem’i İmam Hasan’ın (a.s) eşlerinden biri olan Eş’as b. Kays elKindî’nin kızı Cu’de’yi kocasına zehir içirmeye ikna etmeye çağırdı. Zehir Rûvme (kuyusunun) suyu[1] ile sulandırılmış bala karıştırılan bir içecek şeklinde hazırlanmıştı. Kadına, bu görevini yerine getirdiği takdirde Muaviye’nin oğlu Yezid ile evlendirileceği vaat edilmişti. Ayrıca kendisine yüz bin dirhem altın para da verilmişti.
Bu görev için seçilen Cu’de’nin babası Eş’as b. Kays, önce Müslüman olup sonra utanç verici bir şekilde irtidat eden, sonra tekrar Müslüman olmak durumunda kalan tanınmış bir münafıktı. Cu’de de böylesine kirli bir kimsenin kızı olması hasebiyle, böylesine utanç verici çirkin bir görevi kabul etmeye herkesten daha hazır ve yatkın bir karaktere sahipti.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
Eş’as, Emirü’lMüminin’in (Hz. Ali) kanına ortak oldu. Kızı Cu’de Hasan’ı zehirledi. Eş’as’ın oğlu Muhammed’in eli de Hüseyin’in kanına bulaştı.
Böylece Muaviye’nin isteği fiilen gerçekleşti. İmam Hasan (a.s), Hicret’in ellinci veya kırk dokuzuncu yılında safer ayının sona ermesine iki gece kala perşembe günü şehit oldu. Muaviye ise, bu cinayeti ile İslâm ümmetinin bütünün kaderine yön vermiş oldu. İslâm ümmetini felâketlere, kendini ve oğullarını düşmanlıklara, savaşlara ve ayaklanmalara boğdu. Ayrıca barış antlaşmasını son satırına kadar çiğnemiş oldu.
Nitekim İmam Hasan (a.s) ölümün eşiğinde şöyle dedi:
Onun (zehirli) içeceği vücudumu kuşattı ve arzusuna kavuştu. Allah’a yemin ederim ki, verdiği hiçbir sözü tutmadı ve söylediği hiçbir sözü doğru söylemedi.
Bu zehirli plânın uygulandığını bildirmek üzere Mervan’ın yola çıkardığı haberci Muaviye’ye ulaşınca, İmam Hasan’ın (a.s) ölmesinden duyduğu sevinci açığa vurmaktan kendini alamadı. O sırada, Yeşil Saray’da idi. Yüksek sesle üst üste tekbir getirdi. Onunla birlikte sarayda bulunanlar da tekbir getirdiler. Muaviye’nin ve saraydakilerin sesini işiten mescitteki cemaat da saraydakilere uyarak tekbir getirdiler.
Tekbir sesleri üzerine Muaviye’nin eşi, Karaza b. Amr b. Nevfel b. Abdumenaf’ın kızı Fahite odasından çıktı ve şöyle dedi: “Allah seni sevinçli kılsın ey Emirü’lMuminin! Ne haber aldın ki bu kadar seviniyorsun?” Muaviye’nin: “Hasan b. Ali’nin ölüm haberini aldım.” demesi üzerine, Fahite: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn (Biz Allah’ınız ve tekrar O’na döneceğiz)” dedi ve sonra ağlamaya başladı. Ardından da şöyle dedi: “Müslümanların önderi ve Resulullah’ın kızının oğlu öldü.”
Muaviye’nin İmam Hasan’ı (a.s) zehirleyerek öldürttüğüne dair belgeler, en belirgin bir olay olarak tarihin sayfalarını doldurmaktadır.
İmam’ın (a.s) acısı artınca ve durumu ağırlaşınca, şehitler önderi kardeşini çağırarak ona vasiyetini yaptı ve kendisine isteklerini iletti. Bu vasiyetin metni şöyledir:
Bu sözler Ali oğlu Hasan’ın, kardeşi Hüseyin’e yaptığı vasiyetidir. Şöyle diyor: Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun tek ve ortaksız olduğuna şahadet ediyor. O’na ibadetin hakkı ile kulluk ediyor. O’nun egemenlikte ortağı yoktur ve acizlikten ötürü bir velisi (yardımcısı) yoktur. O, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. O, kulundan öndedir ve her türlü övgüye lâyıktır. O’na itaat eden doğruya erer. O’na asi olan azgınlığa düşer. Tövbe ederek O’na dönen, doğru yolu bulur.
Ey Hüseyin! Sana arkada bıraktığım ailem, çocuklarım ve senin ailen hakkında şunları vasiyet ederim: Onların hatalarını hoş gör, iyi davranışlarını kabul et, onlara karşı benim yerimi tut ve bir baba ol. Beni Resulullah’ın (s.a.a) yanında bir yere toprağa ver. Ben ona ve evine en yakın kimseyim. Eğer bu konuda sana izin vermezler ise, Allah aşkına, Allah’ın seni bana yakın kılma sebebi kıldığı akrabalığımız ve bizi Resulullah’a (s.a.a) bağlayan soy bağımız aşkına, Resulullah (s.a.a) ile buluşup onlardan davacı oluncaya ve insanların bize neler yaptığını ona haber verinceye kadar benimle ilgili bir mesele yüzünden bir damla bile kan dökülmesin.
İmam Hasan’ın (a.s) durumu ağırlaştı, ağrıları şiddetlendi ve acılar içinde kıvranmaya başladı. Artık değerli hayatından sadece birkaç dakika kaldığını anladı ve ailesine dönerek: “Beni evin damına çıkarın da gökyüzünün melekûtunu seyredeyim.” dedi.
Onu evin damına çıkardılar. Oraya yerleştikten sonra başını göğe kaldırdı ve Rabbine yalvarmaya, yakarmaya koyularak şöyle dedi:
Allah’ım! Canımı sana sunuyor, mükâfatını senin katından umuyorum. Bu ise, canlar arasında benzerini göremediğim en değerli şeyimdir. Allah’ım! Ölüm anında munisim ol, mezarda beni yalnız bırakma!
Sonra Muaviye’nin ona yaptığı haksızlıklar, taahhütlerinden cayması, canına kastetmesi aklına geldi ve şöyle buyurdu:
Onun içeceği (verdiği zehir) tüm vücudumu kuşattı. Allah’a yemin ederim ki, verdiği hiçbir sözü tutmadı ve söylediği hiçbir sözü doğru söylemedi.
Arkasından Kur’ân’dan ayetler okumaya, Allah’a yönelip yakarmaya koyuldu. Böylece tertemiz ruhu Me’va cennetine uçtu, Yüce Dost’a yükseldi. Öyle bir ruh ki, yumuşak huyluluk, cömertlik, ilim, şefkat, merhamet ve bütün insanlara yönelik iyilikseverlik bakımından ne geçmiş zamanlarda bir benzeri yaratılmış ve ne ilerde onun gibisi gelecektir.
Müslümanların en yumuşak huylusu, cennet ehli gençlerinin önderi, Resulullah’ın (s.a.a) reyhan çiçeği ve göz aydınlığı öldü.
Dünya onun ölümü ile karanlığa gömülürken, ahiret onun gelişi ile aydınlandı. Bu acı olayın duyulması üzerine Haşimîlerin evlerinden feryatlar yükseldi, Medine evleri figanlara ve iniltilere boğuldu. Ebu Hüreyre, hüngür hüngür ağlayarak ve kendinden geçmiş bir hâlde Peygamberimizin (s.a.a) mescidine koştu. Koşarken avazının çıktığı kadar: “Ey insanlar, bugün Resulullah’ın sevgilisi öldü, ağlayın!” diye bağırıyordu.
Ebu Hüreyre’nin bu sözleri kalpleri parçaladı, acının yüreklere bıçak gibi saplanmasına yol açtı. Bütün Medine halkı İmam’ın evine doğru akın etti. Kiminin dili tutulmuş, kimi feryat ediyor, kimi saçınıbaşını yoluyor, kimi de inliyordu. Bu büyük ahiret yolcusunun kaybından kaynaklanan hüzün kalplerine işlemişti. O büyük ahiret yolcusu ki, başlarına gelen her felâket ve karşılaştıkları her musibet sırasında sığınakları, korunakları ve barınakları olmuştu.
Kardeşi İmam Hüseyin (a.s), ağabeyinin cenaze hazırlıklarına başladı. Abdullah b. Abbas, Abdurrahman b. Cafer, Ali b. Abdullah b. Abbas ile kardeşleri Muhammed b. Hanefiye ve Ebulfazli Abbas da ona yardım ediyorlardı. Ağabeyini yıkadı, kefenledi ve üzerine kâfur ve güzel koku serpti. Bunları yaparken, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Cenazenin hazırlanmasını tamamlayınca, kutsal naaşın namazının kılınması için Peygamberimizin (s.a.a) mescidine götürülmesini emretti.
İmam Hasan’ın (a.s) cenazesi, Peygamberimizin (s.a.a) başkenti olan Medine’nin, benzerini görmediği çok büyük bir kalabalık tarafından uğurlandı. Haşimîler Medine çevresindeki mezralara ve köylere İmam’ın öldüğü haberini götüren kimseler göndermişlerdi. Buralarda oturanlar da o büyük naaşı uğurlamaya katılabilmek için hep birlikte yollara döküldüler. Nitekim Sa’lebe b. Malik, cenaze törenine katılanların çokluğunu şu şekilde beyan etmiştir:
İmam Hasan’ı öldüğü gün gördüm. Baki mezarlığında toprağa verildi. Eğer iğne atılsaydı mutlaka bir insanın başına düşerdi.
İmam’ı uğurlayan kalabalık o kadar yoğun oldu ki, Baki mezarlığında bir kişilik bile yer kalmamıştı.
Mervan ve çevresindeki Emevîlerin, İmam Hasan’ı Resulullah’ın (s.a.a) yanında toprağa vereceklerinden şüpheleri yoktu. Bu yüzden bunun için toplandılar ve silâh kuşandılar. İmam Hüseyin (a.s), ağabeyinin cenazesi ile birlikte bağlılığını ve taahhüdünü yenilemek için dedesinin mezarına yönelince, Mervan ile çevresindekiler toplu olarak cenazeyi uğurlayanların karşılarına çıktılar. Aişe de bir katır sırtında onlara katıldı. Bu sırada: “Bana ve size ne oluyor da sevmediğim birini evime sokmak istiyorsunuz?” diyordu. Mervan da şöyle diyordu: “Nice savaş var ki, barıştan daha hayırlıdır! Osman Medine’nin en ucunda bir yere defnedilmişken, Hasan, Peygamber’in yanına defnedilecek, öyle mi? Ben silâh taşırken böyle bir şey asla olmaz!”
Az kalsın Haşimoğulları ile Emevîoğulları arasında fitne çıkıyordu ki, Abdullah b. Abbas, Mervan’ın yanına koştu ve şöyle dedi:
Ey Mervan, geldiğin yere dön. Biz dostumuzu Resulullah’ın (s.a.a) yanına defnetmek istemiyoruz. Biz onu ziyaret ederek bağlılığımızı ve taahhüdümüzü tazelemek istiyoruz. Arkasından cenazemizi büyük annesi Esed kızı Fatma’nın yanına götürüp vasiyeti uyarınca orada toprağa vereceğiz. Eğer Hasan, Peygamber’in yanında toprağa verilmeyi vasiyet etseydi, sen de bilirsin ki, bizi o vasiyeti yerine getirmekten vazgeçirmeye gücün yetmezdi. Fakat İmam Hasan Allah’ı, Resulullah’ı (s.a.a) ve onun mezarının saygınlığını, onun yıkıma uğramasına meydan vermemenin gerekliliğini herkesten iyi biliyordu. Nitekim başkaları, bu saygısızlığı yaparak ondan izinsiz evine girdiler.[1]
Abdullah b. Abbas arkasından Aişe’ye dönerek şöyle dedi:
Ne kadar çirkin! Bir gün katır, başka bir gün deve sırtında Allah’ın nurunu söndürmek ve Allah’ın dostları ile savaşmak istiyorsun. Geri dön. Zira korktuğundan kurtuldun ve istediğini elde ettin. Bir süre sonra olsa bile, Allah Ehli Beyt’i muzaffer kılacaktır.
İmam Hüseyin (a.s) de şöyle buyurdu:
Allah’a yemin ederim ki, Hasan bana kendi meselesi yüzünden bir damla bile kan dökülmemesini tembih etmemiş olsaydı, Allah’ın kılıçlarının sizden nasıl öç alacağını öğrenirdiniz. Sizler aramızdaki antlaşmayı çiğnediniz ve bize karşı kabul ettiğiniz şartları geçersiz kıldınız.
Haşimîler, İmam Hasan’ın (a.s) cenazesini taşımaya devam ederek onu Abdumenaf oğlu Haşimoğlu Esed kızı Fatıma’nın yanına defnettiler. Defin töreninden sonra İmam Hüseyin (a.s) mezarın başında durarak ağabeyini şu sözlerle övdü:
“Ey Ebu Muhammed, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Eğer sen yaşıyor olsaydın, hakkı muhtemel yerlerinde görüp tanırdın. Takiyye noktalarındaki tehlikeleri güzel yöntemle aşarak Allah’ı tercih ederdin. Dünyanın büyük nimetlerine küçümseyen gözlerle bakardın. Dünyaya çevresi temiz ve ailesi arınmış bir el uzatırdın. Az bir destekle ve kolayca, düşmanlarından gelen kalleşçe badireleri geri püskürtürdün.
Yapacağın bu işlerde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü sen peygamberlik soyunun evlâdı, hikmet sütünün emzirilmişisin. Bu durumda sen rahatlık, güzel rızk ve Naîm (nimetlerle donatılmış) cennetin yolcususun. Allah ondan yana bize ve size büyük ecir versin, bize ve size onun büyük tesellisini ve sabrını bağışlasın.”
HİDAYET ÖNDERLERİ/ 4. CİLTTEN ALINTIDIR

HZ. ALİ (AS)
“ Ben fıtrat üzere doğdum. Herkesten önce imana koştum. İlk hicret eden benim.” HZ. ALİ (AS)
Hicretten yirmi üç yıl önce Mekke’de, Mescid-i Haram’da, Kâbe’nin içinde fil ayında, recep ayının on üçünde, Cuma günü dünyaya geldi. Tarihte ilk ve son örnektir, Kâbe’de doğması. Hz. Hatice ve Hz. Muhammed evlendiği günden beri amcasının evinde kalıyordu. Bu yüzden Hz. Ali, doğumundan hayatının sonuna kadar peygamberin eğitimi ve gözetimi altında idi. Hz. Ali altı yaşında iken, onu da yanına alarak ayrı bir eve taşınan Hz. Muhammed ile yeni bir sürece girerler. Hz. Ali onların ilk çocukları gibidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali her yerde beraber idiler. İleri ki dönemde beraber ticaret işi ile de uğraşırlar.
Resul (s.a.a)’e ilk vahiy geldiğinde, peygamberliğine iman eden ilk kişi Hz. Ali (as)‘dir.
Enes bin malik’ ten şöyle rivayet edilir. “Peygamberlik Hz. Muhammed’e pazartesi günü indi, Ali (as) Salı günü namaz kılmaya başladı.” (Tarih-i Taberi 2/55)
Selman-ı Farisî’den ise şöyle rivayet edilir:
“Bu ümmetten kıyamet günü Kevser havuzunun başında Peygamber’inin yanına ilk gidecek kişi, ona ilk iman edip Müslüman olan Ali b. Ebu Talip’tir.” (Tarih-i Taberi 2/55)
Abbas b. Abdulmuttalib’in, Ömer b. Hattab’ın şöyle dediğini işittiği rivayet edilir:
“Ali b. Ebu Talip hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyin. Çünkü ben Resulullah’ın (s.a.a):”Ali’de üç haslet vardır.” dediğini duydum. Ki bu hasletlerden sadece birinin bende olması, benim için üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli olurdu. Şöyle ki: Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Resulullah’ın ashabından bir grupla birlikte bir yerde bulunuyorduk. Bu sırada Resulullah, Ali’nin omzuna vurdu ve dedi ki:- “Ey Ali! Sen, İslâm’ı ilk önce kabul eden Müslümansın. Sen iman eden ilk müminsin. Musa için Harun neyse, benim için de sen osun. Senden nefret ettiği hâlde beni sevdiğini iddia eden kimse yalan söyler.” (el-Fusûlü’l-Mühimme, İbn Sabbağ Malikî, 126)
“En yakın akrabalarını uyar.”(Şuara 214) ayeti nazil olunca, Resulullah (s.a.a) Kureyş’in inatçılığını ve kıskançlığını bildiği için bu emri yerine getirme hususunda bir sıkıntı çekti. Bunun üzerine uyarı ve tebliğ hususunda kendisine yardımcı olması için Ali’yi çağırdı.
İmam Ali (a.s) şöyle anlatır: “Resulullah (s.a.a) beni çağırdı ve bana dedi ki: “Ey Ali! Allah bana en yakın aşiretimi uyarmamı emretti. Ama bu emri yerine getirme hususunda sıkıntı içindeyim. Çünkü biliyorum ki, onlara bunu anlatmaya başladığım anda, onlardan hoşlanmadığım davranışlar göreceğim. Bu yüzden bir süre bir şey yapmadan bekledim. Daha sonra Cebrail geldi ve dedi ki: ‘Ey Muhammed! Eğer sana emredileni yapmazsan, Rabbin sana azap eder.” Sen şimdi bizim için bir kazan yemek pişir ve bu yemeğin üzerine bir koyun budu koy. Bizim için bir maşrapaya da süt koy. Sonra Abdulmuttaliboğulları’nı benim için topla. Onlarla konuşayım, bana emredilen hususu tebliğ edeyim.”
Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) kendisine emrettiklerini yapar ve onları çağırır. O gün kırk kişiden bir fazla veya bir eksiktiler. Aralarında amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Hep beraber yemek yediler. Hz. Ali der ki: ‘’Herkes yemeğini yedi. Hiç kimse bir şey istemez oldu. Ama yemekte ellerini daldırdıkları yerden başka bir boşluk görmüyordum. Ali’nin nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, onların tümünün yediği yemeği bir tek kişi yiyebilirdi.’’ Sonra Resulullah (s.a.a) dedi ki: “Topluluğa içecek ver.” Onlara süt dolu maşrapayı getirdim. Hepsi ondan içti. Tümü de iyice kandı. Allah’a yemin ederim ki, onlardan bir tanesi, tümünün içtiği sütü içebilirdi. Peygamberimiz (s.a.a) onlarla konuşmak isteyince, Ebu Leheb atıldı: “Arkadaşınız sizi büyüledi.” Bunun üzerine topluluk dağıldı ve Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla konuşma fırsatını bulamadı.”
Ertesi gün Ali’ye, dünküne benzer bir hazırlık yapmasını emretti. Toplantıya katılanlar yiyip içtikten sonra Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi:
“Ey Abdulmuttaliboğulları! Allah’a yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim size getirdiğim gibi bir şey getiren bir genç daha bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah bana, sizi buna davet etmemi istedi. İçinizde kim, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olmak üzere bana yardımcı olacak?”
Ali’den başka hiç kimseden ses çıkmadı. Ali coşkulu ve heyecanlı bir sesle haykırdı:
“Ben, ey Resulullah! Senin vezirin olurum.” Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali’nin omzuna elini attı ve şöyle dedi: “Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda benim halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.” Oradakiler gülerek ayağa kalktılar. Bir yandan da Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: “Oğlunu dinlemeni, ona itaat etmeni emretti, duydun mu!” Buna göre, “Ev Günü”, gerek Peygamber’in (s.a.a) hayatında, gerekse İslâmî davetin hayatında yeni bir aşamanın başladığının açık bir ilânıydı. Bu aşamanın belirgin özelliği karşılıklı meydan okumaların yaşanmasıydı. İslâm ve şirk arasındaki doğrudan yüzleşmeler bu aşamaya damgasını vurdu. Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatını inceleyenler, onun yaşadığı olaylara ilişkin bilgileri en ayrıntılı şekilde edinenler, ilâhî emirler doğrultusunda İslâmî hükümetin oluşumundan, hükümlerin yasalaştırılmasından ve toplumsal düzenin rayına konulmasından itibaren Ali’nin (a.s) her işte Peygamber’in (s.a.a) veziri olduğunu, düşmanlarına karşı ona arka çıktığını, ona yardım ettiğini, mübarek ömrünün sonuna kadar onun uğruna vuruştuğunu, onun yanından ayrılmadığını göreceklerdir. Ev Günü, diğer bir ifadeyle Uyarı Günü, bir start alma, harekete geçme günüydü ki, bilinç, cihat ve fedakârlık bakımından Ali b. Ebu Talip gibi başka bir sembol şahsiyete de tanık olmadı o gün.
(- Tarih-i Taberî, 2/63; el-Kâmil Fi’t-Tarih, 2/62. Benzeri bir rivayet Şeyh Müfid’in el-İrşad adlı eserinde de yer alır: el-İrşad, s.42, bab: 2, böl. 7; Mecmau’l-Beyan, 7/206; Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir, 1/86)
O günden sonra zor günler başlar. Kınamalar, alaylar, hakaretler, saldırılar… Hz. Ali peygamberin yanında dayanmaya çalışır. Gizli haberleşmeyi Ali yapar. Boykot ve işkence günlerinde Ali hep peygamberin yanındadır. Hz. Ali Taif yolculuğunda peygamberle beraber taşlanır. En sonunda hicret kararı alınır. En büyük rol yine Hz. Ali ‘ye düşer. Suikast ihtimaline karşı canını riske atar. Peygamberin emanetlerini sahiplerine O ulaştırır. Genç olmasına rağmen körpe omuzlarında dağlar ağırlığınca yük taşır. Nitekim o peygamberin terbiyesinde büyümüştür.
İmam Ali (a.s), öğretmeni, terbiye edicisi Nebiyy-i Ekrem’den (s.a.a) aldığı terbiyenin boyutlarına, kapsamlılığına ve etkisinin derinliğine “Kasıâ” adıyla bilinen hutbesinde şöyle işaret ediyor:
Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki yerimi, O’na ne kadar yakın olduğumu, O’nun katındaki özel yerimi biliyorsunuz. Ben henüz küçük bir çocukken beni evine aldı. Beni bağrına basıyor, beni yatağında uyutuyordu. Teni tenime değerdi. O güzel kokusunu bana koklatırdı. Ağzında çiğnediği lokmayı bana yedirirdi. Benden yalan bir söz ve yanlış bir davranış bulmamıştır.”
Devamla şöyle der:
“Deve yavrusunun annesinin ardından gitmesi gibi O’nu izlerdim. Her gün, ahlâkından bir işareti, açık bir erdemi benim için yükseltir, bana gösterirdi ve buna uymamı emrederdi. Her sene Mekke yakınlarındaki Hira dağındaki mağaraya çekilirdi. Ben O’nu görürdüm, benden başka hiç kimse O’nu görmezdi. O gün daha İslâm’ı kabul eden tek bir ev yoktu. Sadece Resulullah (s.a.a) ve Hatice vardı. Ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve Risalet nurunu görürdüm. Nübüvvet rüzgârının kokusunu alırdım. Vahiy indiği sırada şeytanın inlemelerini duyardım. Bunun üzerine dedim ki: “Ya Resulullah! Bu inleme de nedir?” Buyurdu ki: “Bu şeytandır. Kendisine kulluk edilmesinden artık ümidini kestiği için inlemektedir. Sen, benim duyduğumu duyuyor, benim gördüğümü görüyorsun. Ancak sen peygamber değilsin. Fakat sen vezirsin. Hiç kuşkusuz sen hayır üzeresin.”
(Şerh-u Nehci’l-Belâğa, Feyzü’l-İslâm, 702, Hutbe: 234; Süphi Salih, Hutbe: 192)
Hz. Ali (as) Resulullah’ın arkasından Fatıma’ları da alarak hicret eder.
Âlemlerin efendisi peygamber Hz. Muhammed (s.a.a) Medine’deki kardeşlik uygulamasında Hz. Ali’yi kendine seçer. Hatta aralarında şöyle bir muhabbet geçer.
– Ya Resulullah! Beni dışarıda bırakarak gerçekleştirdiğin uygulamayı görünce ruhumun bedenimden ayrıldığını ve belimin takatsiz kesildiğini hissettim. Eğer bana öfkelendiğin için bunu yaptıysan, hoşnutluk ve saygınlık senindir.
Resulullah (s.a.a) dedi ki:
– Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, seni kendime ayırdım. Musa için Harun ne idiyse, benim için sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sen benim kardeşim ve mirasçımsın.
Ali (a.s) dedi ki:
– Senden sonra neyin mirasçısı olacağım?
Buyurdu ki:
– Benden önceki peygamberler neyi miras bıraktıysalar; Rablerinin kitabını ve peygamberlerinin sünnetini… Sen cennetteki kasrımda benimle beraber olacaksın.
( Menakıb-u Ali (a.s), Ahmed b. Hanbel; Tarih-i Dimaşk, İbn A-sakir, 6/201; Kenzü’l-Ummal, el-Muttaki el-Hindî, 5/40; Keşfu’l-Gum-me, 1/326)
Hicretin üzerinden iki yıl geçmişken Hz. Ali (as) ile Zehra (as)’yı Resulullah(s.a.a) kendi elleriyle evlendirir. Onların evlerinin kapısı da Mescid-i Haram’a açıktır. Sadece Resul’ün ve Ehl-İ Beyt’in evlerinin kapısı mescide doğrudur.
Mekke müşrikleri ile kısa bir süre sonra Bedir civarında bir karşılaşma olur. Hz. Ali bu karşılaşmada ön saflarda savaşır.
Uhud Savaşı’nda da cesurca durur. Müslümanların bir kısmı ganimete koşarken, bir kısmı dağa doğru kaçarak savaşı terk ederler. Peygamberi yalnız bırakırlar. O kargaşanın içinde Hz. Ali peygamberin yanında, canı pahasına O’nu savunur. Bu savaşta Resulullah (s.a.a) “Ali benden ve ben de ondanım” der. Bunun üzerine Cebrail (as) şöyle der. “ Ben de sizdenim”.
Bu sırada semalardan “ Zülfikar gibi kılıç ve Ali gibi yiğit yoktur” nidası gelir.
Zor günlerden sonra Mekke müşrikleri yerinde durmazlar. Medine’deki münafıklar ve Yahudiler ile paralel hareket ederek Medine’yi kuşatırlar. Bu savaşta da Hz. Ali yine öne çıkar. Peygamber kendi sarığını Ali’nin başına sararak, kendi kılıcını kuşandırarak ve kendi zırhını giydirerek Hz. Ali ‘yi zalim olan Amr’ın karşısına çıkartarak şöyle dua eder.
“Allah’ım! Ubeyde’yi Bedir günü, Hamza’yı da Uhud günü aldın. Bu da kardeşim ve amcamın oğlu Ali’dir. Beni yalnız başıma bırakma ve sen mirasçıların en hayırlısısın.”
( Mevsuatu’t-Tarihi’l-İslâmî, 2/491-492; Şerh-u Nehci’l-Belâğa, 19 /61′den naklen. bk. el-Menakıb, Harezmî, 144; es-Siretü’l-Halebiyye, 2/ 318)
Ali savaş meydanına çıkmadan önce Resulullah (s.a.a) şöyle der.
“İmanın tamamı, küfrün tamamının karşısına çıktı.”
(Şerh-u Nehci’l-Belâğa, İbn Ebi’l-Hadid, 19/61; Yenabiu’l-Me-vedde, bab: 23)
Hendek savaşının ardından Medine’yi kuşatan müşrikler dağılırlar. İçerideki Yahudi ve münafıklarla birçok sorun yaşanır. Bu sorunlar çözüldükten sonra Müslümanlar Mekke’ye yönelip Kâbe’yi ziyaret etmek isterler. Müslümanlara karşı çıkan Mekkeli müşriklerle bir anlaşma yapılır. Hudeybiye Anlaşması’dır. O günleri Hz. Ali şöyle anlatır.
“Hudeybiye Antlaşması’nın imzalandığı gün, müşriklerden bazı insanlar gelip Resulullah’a (s.a.a) dediler ki: “Ey Muhammed! Oğullarımızdan, kardeşlerimizden ve kölelerimizden bazı insanlar sana katılmışlar. Bunların din hakkında derin bir bilgileri de yoktur. Sadece mallarımıza ve eşyalarımıza bakmamak için kaçtılar. Onları bize geri ver.” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi onların din hakkında derin bilgileri yoksa biz onlara öğretiriz.”
Peygamber (s.a.a) buna ek olarak şunları söyledi: “Ey Kureyş topluluğu! Ya bu inatçı tutumunuzdan vazgeçersiniz ya da Allah, boyunlarınızı kılıçla vuracak birini üzerinize salar. Ki Allah onun kalbini imanla sınamıştır.”
Ebu Bekir, Ömer ve oradaki müşrikler dediler ki: “Bu adam kimdir ya Resulullah?” Buyurdu ki: “O adam, ayakkabı dikendir.” O sırada Peygamberimiz (s.a.a) ayakkabısını dikmesi için Ali’ye vermişti.
Hicretten yirmi üç yıl önce Mekke’de, Mescid-i Haram’da, Kâbe’nin içinde fil ayında, recep ayının on üçünde, Cuma günü dünyaya geldi. Tarihte ilk ve son örnektir, Kâbe’de doğması. Hz. Hatice ve Hz. Muhammed evlendiği günden beri amcasının evinde kalıyordu. Bu yüzden Hz. Ali, doğumundan hayatının sonuna kadar peygamberin eğitimi ve gözetimi altında idi. Hz. Ali altı yaşında iken, onu da yanına alarak ayrı bir eve taşınan Hz. Muhammed ile yeni bir sürece girerler. Hz. Ali onların ilk çocukları gibidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali her yerde beraber idiler. İleri ki dönemde beraber ticaret işi ile de uğraşırlar.
Resul (s.a.a)’e ilk vahiy geldiğinde, peygamberliğine iman eden ilk kişi Hz. Ali (as)‘dir.
Enes bin malik’ ten şöyle rivayet edilir. “Peygamberlik Hz. Muhammed’e pazartesi günü indi, Ali (as) Salı günü namaz kılmaya başladı.” (Tarih-i Taberi 2/55)
Selman-ı Farisî’den ise şöyle rivayet edilir:
“Bu ümmetten kıyamet günü Kevser havuzunun başında Peygamber’inin yanına ilk gidecek kişi, ona ilk iman edip Müslüman olan Ali b. Ebu Talip’tir.” (Tarih-i Taberi 2/55)
Abbas b. Abdulmuttalib’in, Ömer b. Hattab’ın şöyle dediğini işittiği rivayet edilir:
“Ali b. Ebu Talip hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyin. Çünkü ben Resulullah’ın (s.a.a):”Ali’de üç haslet vardır.” dediğini duydum. Ki bu hasletlerden sadece birinin bende olması, benim için üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli olurdu. Şöyle ki: Ben, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Resulullah’ın ashabından bir grupla birlikte bir yerde bulunuyorduk. Bu sırada Resulullah, Ali’nin omzuna vurdu ve dedi ki:- “Ey Ali! Sen, İslâm’ı ilk önce kabul eden Müslümansın. Sen iman eden ilk müminsin. Musa için Harun neyse, benim için de sen osun. Senden nefret ettiği hâlde beni sevdiğini iddia eden kimse yalan söyler.” (el-Fusûlü’l-Mühimme, İbn Sabbağ Malikî, 126)
“En yakın akrabalarını uyar.”(Şuara 214) ayeti nazil olunca, Resulullah (s.a.a) Kureyş’in inatçılığını ve kıskançlığını bildiği için bu emri yerine getirme hususunda bir sıkıntı çekti. Bunun üzerine uyarı ve tebliğ hususunda kendisine yardımcı olması için Ali’yi çağırdı.
İmam Ali (a.s) şöyle anlatır: “Resulullah (s.a.a) beni çağırdı ve bana dedi ki: “Ey Ali! Allah bana en yakın aşiretimi uyarmamı emretti. Ama bu emri yerine getirme hususunda sıkıntı içindeyim. Çünkü biliyorum ki, onlara bunu anlatmaya başladığım anda, onlardan hoşlanmadığım davranışlar göreceğim. Bu yüzden bir süre bir şey yapmadan bekledim. Daha sonra Cebrail geldi ve dedi ki: ‘Ey Muhammed! Eğer sana emredileni yapmazsan, Rabbin sana azap eder.” Sen şimdi bizim için bir kazan yemek pişir ve bu yemeğin üzerine bir koyun budu koy. Bizim için bir maşrapaya da süt koy. Sonra Abdulmuttaliboğulları’nı benim için topla. Onlarla konuşayım, bana emredilen hususu tebliğ edeyim.”
Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) kendisine emrettiklerini yapar ve onları çağırır. O gün kırk kişiden bir fazla veya bir eksiktiler. Aralarında amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Hep beraber yemek yediler. Hz. Ali der ki: ‘’Herkes yemeğini yedi. Hiç kimse bir şey istemez oldu. Ama yemekte ellerini daldırdıkları yerden başka bir boşluk görmüyordum. Ali’nin nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, onların tümünün yediği yemeği bir tek kişi yiyebilirdi.’’ Sonra Resulullah (s.a.a) dedi ki: “Topluluğa içecek ver.” Onlara süt dolu maşrapayı getirdim. Hepsi ondan içti. Tümü de iyice kandı. Allah’a yemin ederim ki, onlardan bir tanesi, tümünün içtiği sütü içebilirdi. Peygamberimiz (s.a.a) onlarla konuşmak isteyince, Ebu Leheb atıldı: “Arkadaşınız sizi büyüledi.” Bunun üzerine topluluk dağıldı ve Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla konuşma fırsatını bulamadı.”
Ertesi gün Ali’ye, dünküne benzer bir hazırlık yapmasını emretti. Toplantıya katılanlar yiyip içtikten sonra Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi:
“Ey Abdulmuttaliboğulları! Allah’a yemin ederim ki, Araplar içinde kavmine benim size getirdiğim gibi bir şey getiren bir genç daha bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah bana, sizi buna davet etmemi istedi. İçinizde kim, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olmak üzere bana yardımcı olacak?”
Ali’den başka hiç kimseden ses çıkmadı. Ali coşkulu ve heyecanlı bir sesle haykırdı:
“Ben, ey Resulullah! Senin vezirin olurum.” Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali’nin omzuna elini attı ve şöyle dedi: “Bu benim kardeşim, vasim ve aranızda benim halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.” Oradakiler gülerek ayağa kalktılar. Bir yandan da Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: “Oğlunu dinlemeni, ona itaat etmeni emretti, duydun mu!” Buna göre, “Ev Günü”, gerek Peygamber’in (s.a.a) hayatında, gerekse İslâmî davetin hayatında yeni bir aşamanın başladığının açık bir ilânıydı. Bu aşamanın belirgin özelliği karşılıklı meydan okumaların yaşanmasıydı. İslâm ve şirk arasındaki doğrudan yüzleşmeler bu aşamaya damgasını vurdu. Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayatını inceleyenler, onun yaşadığı olaylara ilişkin bilgileri en ayrıntılı şekilde edinenler, ilâhî emirler doğrultusunda İslâmî hükümetin oluşumundan, hükümlerin yasalaştırılmasından ve toplumsal düzenin rayına konulmasından itibaren Ali’nin (a.s) her işte Peygamber’in (s.a.a) veziri olduğunu, düşmanlarına karşı ona arka çıktığını, ona yardım ettiğini, mübarek ömrünün sonuna kadar onun uğruna vuruştuğunu, onun yanından ayrılmadığını göreceklerdir. Ev Günü, diğer bir ifadeyle Uyarı Günü, bir start alma, harekete geçme günüydü ki, bilinç, cihat ve fedakârlık bakımından Ali b. Ebu Talip gibi başka bir sembol şahsiyete de tanık olmadı o gün.
(- Tarih-i Taberî, 2/63; el-Kâmil Fi’t-Tarih, 2/62. Benzeri bir rivayet Şeyh Müfid’in el-İrşad adlı eserinde de yer alır: el-İrşad, s.42, bab: 2, böl. 7; Mecmau’l-Beyan, 7/206; Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir, 1/86)
O günden sonra zor günler başlar. Kınamalar, alaylar, hakaretler, saldırılar… Hz. Ali peygamberin yanında dayanmaya çalışır. Gizli haberleşmeyi Ali yapar. Boykot ve işkence günlerinde Ali hep peygamberin yanındadır. Hz. Ali Taif yolculuğunda peygamberle beraber taşlanır. En sonunda hicret kararı alınır. En büyük rol yine Hz. Ali ‘ye düşer. Suikast ihtimaline karşı canını riske atar. Peygamberin emanetlerini sahiplerine O ulaştırır. Genç olmasına rağmen körpe omuzlarında dağlar ağırlığınca yük taşır. Nitekim o peygamberin terbiyesinde büyümüştür.
İmam Ali (a.s), öğretmeni, terbiye edicisi Nebiyy-i Ekrem’den (s.a.a) aldığı terbiyenin boyutlarına, kapsamlılığına ve etkisinin derinliğine “Kasıâ” adıyla bilinen hutbesinde şöyle işaret ediyor:
Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki yerimi, O’na ne kadar yakın olduğumu, O’nun katındaki özel yerimi biliyorsunuz. Ben henüz küçük bir çocukken beni evine aldı. Beni bağrına basıyor, beni yatağında uyutuyordu. Teni tenime değerdi. O güzel kokusunu bana koklatırdı. Ağzında çiğnediği lokmayı bana yedirirdi. Benden yalan bir söz ve yanlış bir davranış bulmamıştır.”
Devamla şöyle der:
“Deve yavrusunun annesinin ardından gitmesi gibi O’nu izlerdim. Her gün, ahlâkından bir işareti, açık bir erdemi benim için yükseltir, bana gösterirdi ve buna uymamı emrederdi. Her sene Mekke yakınlarındaki Hira dağındaki mağaraya çekilirdi. Ben O’nu görürdüm, benden başka hiç kimse O’nu görmezdi. O gün daha İslâm’ı kabul eden tek bir ev yoktu. Sadece Resulullah (s.a.a) ve Hatice vardı. Ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve Risalet nurunu görürdüm. Nübüvvet rüzgârının kokusunu alırdım. Vahiy indiği sırada şeytanın inlemelerini duyardım. Bunun üzerine dedim ki: “Ya Resulullah! Bu inleme de nedir?” Buyurdu ki: “Bu şeytandır. Kendisine kulluk edilmesinden artık ümidini kestiği için inlemektedir. Sen, benim duyduğumu duyuyor, benim gördüğümü görüyorsun. Ancak sen peygamber değilsin. Fakat sen vezirsin. Hiç kuşkusuz sen hayır üzeresin.”
(Şerh-u Nehci’l-Belâğa, Feyzü’l-İslâm, 702, Hutbe: 234; Süphi Salih, Hutbe: 192)
Hz. Ali (as) Resulullah’ın arkasından Fatıma’ları da alarak hicret eder.
Âlemlerin efendisi peygamber Hz. Muhammed (s.a.a) Medine’deki kardeşlik uygulamasında Hz. Ali’yi kendine seçer. Hatta aralarında şöyle bir muhabbet geçer.
– Ya Resulullah! Beni dışarıda bırakarak gerçekleştirdiğin uygulamayı görünce ruhumun bedenimden ayrıldığını ve belimin takatsiz kesildiğini hissettim. Eğer bana öfkelendiğin için bunu yaptıysan, hoşnutluk ve saygınlık senindir.
Resulullah (s.a.a) dedi ki:
– Beni hak üzere peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, seni kendime ayırdım. Musa için Harun ne idiyse, benim için sen osun. Şu kadarı var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sen benim kardeşim ve mirasçımsın.
Ali (a.s) dedi ki:
– Senden sonra neyin mirasçısı olacağım?
Buyurdu ki:
– Benden önceki peygamberler neyi miras bıraktıysalar; Rablerinin kitabını ve peygamberlerinin sünnetini… Sen cennetteki kasrımda benimle beraber olacaksın.
( Menakıb-u Ali (a.s), Ahmed b. Hanbel; Tarih-i Dimaşk, İbn A-sakir, 6/201; Kenzü’l-Ummal, el-Muttaki el-Hindî, 5/40; Keşfu’l-Gum-me, 1/326)
Hicretin üzerinden iki yıl geçmişken Hz. Ali (as) ile Zehra (as)’yı Resulullah(s.a.a) kendi elleriyle evlendirir. Onların evlerinin kapısı da Mescid-i Haram’a açıktır. Sadece Resul’ün ve Ehl-İ Beyt’in evlerinin kapısı mescide doğrudur.
Mekke müşrikleri ile kısa bir süre sonra Bedir civarında bir karşılaşma olur. Hz. Ali bu karşılaşmada ön saflarda savaşır.
Uhud Savaşı’nda da cesurca durur. Müslümanların bir kısmı ganimete koşarken, bir kısmı dağa doğru kaçarak savaşı terk ederler. Peygamberi yalnız bırakırlar. O kargaşanın içinde Hz. Ali peygamberin yanında, canı pahasına O’nu savunur. Bu savaşta Resulullah (s.a.a) “Ali benden ve ben de ondanım” der. Bunun üzerine Cebrail (as) şöyle der. “ Ben de sizdenim”.
Bu sırada semalardan “ Zülfikar gibi kılıç ve Ali gibi yiğit yoktur” nidası gelir.
Zor günlerden sonra Mekke müşrikleri yerinde durmazlar. Medine’deki münafıklar ve Yahudiler ile paralel hareket ederek Medine’yi kuşatırlar. Bu savaşta da Hz. Ali yine öne çıkar. Peygamber kendi sarığını Ali’nin başına sararak, kendi kılıcını kuşandırarak ve kendi zırhını giydirerek Hz. Ali ‘yi zalim olan Amr’ın karşısına çıkartarak şöyle dua eder.
“Allah’ım! Ubeyde’yi Bedir günü, Hamza’yı da Uhud günü aldın. Bu da kardeşim ve amcamın oğlu Ali’dir. Beni yalnız başıma bırakma ve sen mirasçıların en hayırlısısın.”
( Mevsuatu’t-Tarihi’l-İslâmî, 2/491-492; Şerh-u Nehci’l-Belâğa, 19 /61′den naklen. bk. el-Menakıb, Harezmî, 144; es-Siretü’l-Halebiyye, 2/ 318)
Ali savaş meydanına çıkmadan önce Resulullah (s.a.a) şöyle der.
“İmanın tamamı, küfrün tamamının karşısına çıktı.”
(Şerh-u Nehci’l-Belâğa, İbn Ebi’l-Hadid, 19/61; Yenabiu’l-Me-vedde, bab: 23)
Hendek savaşının ardından Medine’yi kuşatan müşrikler dağılırlar. İçerideki Yahudi ve münafıklarla birçok sorun yaşanır. Bu sorunlar çözüldükten sonra Müslümanlar Mekke’ye yönelip Kâbe’yi ziyaret etmek isterler. Müslümanlara karşı çıkan Mekkeli müşriklerle bir anlaşma yapılır. Hudeybiye Anlaşması’dır. O günleri Hz. Ali şöyle anlatır.
“Hudeybiye Antlaşması’nın imzalandığı gün, müşriklerden bazı insanlar gelip Resulullah’a (s.a.a) dediler ki: “Ey Muhammed! Oğullarımızdan, kardeşlerimizden ve kölelerimizden bazı insanlar sana katılmışlar. Bunların din hakkında derin bir bilgileri de yoktur. Sadece mallarımıza ve eşyalarımıza bakmamak için kaçtılar. Onları bize geri ver.” Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: “Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi onların din hakkında derin bilgileri yoksa biz onlara öğretiriz.”
Peygamber (s.a.a) buna ek olarak şunları söyledi: “Ey Kureyş topluluğu! Ya bu inatçı tutumunuzdan vazgeçersiniz ya da Allah, boyunlarınızı kılıçla vuracak birini üzerinize salar. Ki Allah onun kalbini imanla sınamıştır.”
Ebu Bekir, Ömer ve oradaki müşrikler dediler ki: “Bu adam kimdir ya Resulullah?” Buyurdu ki: “O adam, ayakkabı dikendir.” O sırada Peygamberimiz (s.a.a) ayakkabısını dikmesi için Ali’ye vermişti.