top of page

Our Work
Allah’ımızı Tanıyor muyuz?

EL VEHHÂB; KARŞILIKSIZ VEREN ALLAH’IM
EL-VEHHÂB
Bağışlayan, bahşeden, karşılıksız veren demektir.
Dünyaya açılan pencereler gözlerdir. Gözlerini kazanmak için ne yaptın? Sana evlat veriyor. O yavruların ebeveynleri olmak için ne tür bir fedakârlık yaptın? Ya da akıllı olmak için ne yaptın? Güneşin üzerine doğması için ne yaptın? Hepsinin karşısında sus-pus oluruz. Çünkü bizlerin kazanarak elde ettiği şeyler değildir. Bunlar Allâh’ın kendiliğinden bahşettiği lütuflarıdır. Ne kadar hamd etsek Allâh’a yine de şükrümüz yetersizdir.
Şu açılardan da bakınız. Sen günah işle Yüce Allâh onu silsin, yeniden sana fırsat versin. Bu da Allâh’ın Vahhab olduğunu göstermez mi? İstese hemen ceza kesebilirdi. Ama o bağışlıyor. Mühlet veriyor. Senin değişmen için sana doğruyu vaat ediyor. Doğru düşünceyle ikna olmayı sana veriyor. Bakın; doğru bilgi her zaman elinizde olabilir. Fakat ona iman etmek, yani kalbinin ikna olması Allâh’ın elindedir.Çünkü o kalplere hükmedendir.El-Vehhâb olduğu için kalbinin ikna oluşunu bahşediyor.
Âl-i İmrân sûresi /8 “(Onlar derler ki:)Rabb’imiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok bağış yapansın.”
Bir şeyler elinize geçerken sebeplere bağlayabilirsiniz. Bazı şeyler ise sebepsiz gerçekleşe bilir. Allâh isterse kâinattaki yasalarını değiştirerek de, o vereceklerini bahşede bilir. Herkesin hayatında olmuştur bu tür olaylar. Beklemediği bir rızk, emek harcamadığı bir başarı, okumadığı bir ilim,ummadığı bir beceri, karar vermediği bir olay gibi.Sebepler, yasalar biz yaratılanlar için söz konusudur.Aziz olan Yüce Allâh (cc)için sebep gerekmez.Yasalar geçerli değildir.Çünkü o sebeplerin de, yasaların da melikidir.O halde Allâh ne isterse,dilediğine onu bahşeder.Toplumumuzda şöyle deriz.”Bu Allâh vergisidir.”
Yüce Allâh her sıfatının yanında El-Vehhâb’tır. Örneğin;Allâh Âlîm oluşunda da Vahhab’tır.Bizlere ilim bahşeden Allâh’tır.Düşünün okuduğunuz matematik, fizik, biyoloji, anatomi,felsefe,edebiyat vs. her şey olabilir.Bunları anlamayı, kavramayı,irademizde tasavvura dönüşmesini,onlarla amel etmeyi,yeniden yeniden hatırlamayı bahşeden Allâh’tır.Ya da eşinizi seviyorsunuz.Yüreğinizde o sevginin yerleşmesinde eşiniz bir katkıda bulunabilir mi? Hayır, o da bir insandır.Senin yüreğine bir şey tecelli ettiremez.O sevginin arka planında olan kudreti düşünün.Eşinize karşı oluşan muhabbeti bahşeden Allâh’tır.Eşinizi sevin,ama aslında en çok sevmeniz gereken o sevginin kaynağıdır. Sevgi kaynağı Allâh’tır. O eşten eşe sevgi ırmağını akıtandır. Çünkü o vedutluğunda da Vahhab’tır. Çocuğunuz var. Yıl boyunca çiş, kaka yapıyor. Hiç bir insan kakaya bakmaya dayanamaz. Kokusunu sevmez. Ama anneler- babalar çocuğun altını temizlerken hiçte gönüllerini sıkmadan, yüzlerini asmadan, çocuklarını incitmeden yaparlar. Neden? Çünkü annelerin-babaların çocuklarına olan merhametleri, sevgileri, şefkatleri çok yoğundur. O Çocuk anne-babasının yüreğini fethetmek için ne yaptı? Hiç bir şey.O Merhameti, şefkati, sevgiyi veren Allâh’tır.Allâh Râhman’lığında da Vahhab’tır.
Yüce Allâh bizlere kitap ve risalet vermeden de kulluk isteyebilirdi.”Size akıl verdim. İlk insan(Hz.Adem)a doğru yolu da gösterdim. Gidin onu takip edin” diyebilirdi. Ama demiyor. İnsanoğlu defalarca doğru olanı tahrif ettiği, peygamberlerini öldürdüğü halde yine de Yüce Allâh kitap ve resuller gönderiyor. Çünkü O Hûdalığında, Hâkimliğinde , Reşidliğinde El-Vehhâb’tır.
Yüce Allâh nimetlerinden dünyaya veriyor.İstiyor ki Âhiret hayatında da ebedi nimetlerini versin.Çünkü O mülkünde de Vahhab’tır.Bu yüzden de ;
Sâd sûresi /35 “Rabb’im, beni affet. Bana benden sonra hiç kimseye nasîp olmayan bir mülk ver. Çünkü sensin o çok lütfeden sen!”
Bunlar Yüce Allâh’ın bir hediyesidir bizlere. Böyle karşılık beklemeden bizleri hediyelere boğan Allâh’a hamd olsun. İşte güzel dostluğun özelliği budur. Karşılıksız vermek. Karşısındakinin hatırını ciddiye almak. Sevdiği için bir şeyler yapmak. Bizler de Yüce Allâh’ın hatırı için. O’nu sevdiğimiz için bir şeyler yapmalıyız. Zaten dostunun elini tutmazsan, arada dostluk oluşmaz ki. Bizler de kendi isteğimizle, gönlümüzde Allâh’ın hoşlanacağı, razı edeceği şeyler yapmalıyız. Şu örnek çok hoşuma gitmiştir. Size de anlatmak isterim. Bir Müslümana sormuşlar.”Cenneti mi istersin yoksa iki rekât namaz kılmayı mı?”Oda şöyle cevap vermiş.”iki rekât namaz kılmayı. Çünkü cennet kendim içindir. Namaz ise Allâh içindir. Ben ise Allâh’ın sevgisini istiyorum.”Demek ki bu Müslüman kardeşimiz sevgisinin merkezine Allâh’ı koymuş. Evet, sevginin merkezi ben değil, sevginin merkezi sen olursa dostluk daha güzel gelişir. Ben merkezli sevgi, menfaatli bir sevgidir. Sevap için kulluk edenler de öyledir. Hâlbuki kulluk yalnızca Allâh’a olan muhabbetten dolayı yapılmalıdır. sevap ise, o kulluğun bir getirisidir.
Sadece farz olan ibadetler ile Allâh’a yakınlaşmakta, kulluğu yeterince anlamadığımızı gösterir. Hâlbuki şöyle düşünmeliyiz;’’yüce Allâh’ım! sana bağlı olduğum için bana emrettiklerini(farzlarını)yapıyorum. Ama seni çok sevdiğim için kendi isteğimle de bir şeyler yapmak istiyorum.”Bu yüzden kulluk yapmanın, en alt seviyesinin sınırları bellidir.Ama üst sınırı belli değildir.Nereye kadar yükseleceğin, yaptığın amellere göredir.
Bir arkadaşımın kolunda çokça bilezikleri vardı. Ona bu bayramda Kurban kesip kesmeyeceğini sordum. O da şöyle cevap verdi;”Eşim kesiyor, daha benim kesmeme gerek yok. Zaten kurban kesmekte mezhebimize göre sünnet.”
Kendi isteğimizle bir şeyler yapmayı istemiyor muyuz?
Her ay maaş alan bir müslümana ,az da olsa her ay maaşından infak etmesini tavsiye etmiştim.Oda bana şöyle dedi;”Ben de tam bu konuyu soracaktım.Maaşa zekat düşer mi?”şok olmuştum.Allâh’a olan kulluğumuzu sanki zorâ ki yapıyoruz.Allâh’a olan hamdimizi,Allâh bizi zorlarsa mı yapacağız.?Biz kendi yüreğimizde, bunu demeye cesaret etmeyecek miyiz? “Allâh’ım buna mecbur olmadığım halde,senin hatırın için yapıyorum.Bunu seni sevdiğim için yapıyorum.Senin için feda olsun” Sevginin temeli budur.Allâh için kulluk, kendimiz için kulluk değil.Sana o kadar çok şey bahşeden, hakkın olmadığı, onların bedellerini vermediğin halde,o kadar lütuf sana ulaşıyorken, sen niye Rabb’in için bir şeyler yapmayasın ki.O sana olan sevgisini gösterirken,sen niye O’na sevgini göstermeyesin ki.
Hz. Muhammed(saa)i düşünün ,onun hayatı Yüce Allâh’ın prensipleri doğrultusunda muhabbet ve fedakârlık ile geçti. Hayatının hiçbir ayrıntısında aralık yoktur. O hep Allâh’ın prensiplerinden yola çıkarak Yüce Allâh’a sevgi ve dostluğunu gösterdi. Bu yüzden Yüce Allâh’ta onun dostluğunu örnek göstererek âyetinde şöyle buyuruyor.
Âli İmran sûresi/31 “De ki, Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allâh ‘da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Sevginin doğru bir şekilde ifade edilmesi içinde Yüce Allâh yol gösteriyor. Bazen insanlar yanlış şeyleri de Allâh için yaptığını söyleyebilirler. Bu yanlışa girmeyi önlemek için Yüce Allâh resulünü gösteriyor. Onun gibi düşünürsek, onun gibi anlarsak, onun gibi gayelerle yola çıkarsak, Yüce Allâh’a olan sadakat ve sevgimizi de doğru bir şekilde ifade etmiş oluruz. Bu yüzden resule bağlanmak, Allâh’a bağlanmıştır. Ona itaat, Allâh’a itaattir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Vehhâb olduğuna iman ettik. Bizler de Yüce Allâh’ a olan sevgimizi göstermek için, elimizden geleni ardımıza koymayacağız.
Lâ Vahhabe illâ El-Vehhâb.
Bağışlayan, bahşeden, karşılıksız veren demektir.
Dünyaya açılan pencereler gözlerdir. Gözlerini kazanmak için ne yaptın? Sana evlat veriyor. O yavruların ebeveynleri olmak için ne tür bir fedakârlık yaptın? Ya da akıllı olmak için ne yaptın? Güneşin üzerine doğması için ne yaptın? Hepsinin karşısında sus-pus oluruz. Çünkü bizlerin kazanarak elde ettiği şeyler değildir. Bunlar Allâh’ın kendiliğinden bahşettiği lütuflarıdır. Ne kadar hamd etsek Allâh’a yine de şükrümüz yetersizdir.
Şu açılardan da bakınız. Sen günah işle Yüce Allâh onu silsin, yeniden sana fırsat versin. Bu da Allâh’ın Vahhab olduğunu göstermez mi? İstese hemen ceza kesebilirdi. Ama o bağışlıyor. Mühlet veriyor. Senin değişmen için sana doğruyu vaat ediyor. Doğru düşünceyle ikna olmayı sana veriyor. Bakın; doğru bilgi her zaman elinizde olabilir. Fakat ona iman etmek, yani kalbinin ikna olması Allâh’ın elindedir.Çünkü o kalplere hükmedendir.El-Vehhâb olduğu için kalbinin ikna oluşunu bahşediyor.
Âl-i İmrân sûresi /8 “(Onlar derler ki:)Rabb’imiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok bağış yapansın.”
Bir şeyler elinize geçerken sebeplere bağlayabilirsiniz. Bazı şeyler ise sebepsiz gerçekleşe bilir. Allâh isterse kâinattaki yasalarını değiştirerek de, o vereceklerini bahşede bilir. Herkesin hayatında olmuştur bu tür olaylar. Beklemediği bir rızk, emek harcamadığı bir başarı, okumadığı bir ilim,ummadığı bir beceri, karar vermediği bir olay gibi.Sebepler, yasalar biz yaratılanlar için söz konusudur.Aziz olan Yüce Allâh (cc)için sebep gerekmez.Yasalar geçerli değildir.Çünkü o sebeplerin de, yasaların da melikidir.O halde Allâh ne isterse,dilediğine onu bahşeder.Toplumumuzda şöyle deriz.”Bu Allâh vergisidir.”
Yüce Allâh her sıfatının yanında El-Vehhâb’tır. Örneğin;Allâh Âlîm oluşunda da Vahhab’tır.Bizlere ilim bahşeden Allâh’tır.Düşünün okuduğunuz matematik, fizik, biyoloji, anatomi,felsefe,edebiyat vs. her şey olabilir.Bunları anlamayı, kavramayı,irademizde tasavvura dönüşmesini,onlarla amel etmeyi,yeniden yeniden hatırlamayı bahşeden Allâh’tır.Ya da eşinizi seviyorsunuz.Yüreğinizde o sevginin yerleşmesinde eşiniz bir katkıda bulunabilir mi? Hayır, o da bir insandır.Senin yüreğine bir şey tecelli ettiremez.O sevginin arka planında olan kudreti düşünün.Eşinize karşı oluşan muhabbeti bahşeden Allâh’tır.Eşinizi sevin,ama aslında en çok sevmeniz gereken o sevginin kaynağıdır. Sevgi kaynağı Allâh’tır. O eşten eşe sevgi ırmağını akıtandır. Çünkü o vedutluğunda da Vahhab’tır. Çocuğunuz var. Yıl boyunca çiş, kaka yapıyor. Hiç bir insan kakaya bakmaya dayanamaz. Kokusunu sevmez. Ama anneler- babalar çocuğun altını temizlerken hiçte gönüllerini sıkmadan, yüzlerini asmadan, çocuklarını incitmeden yaparlar. Neden? Çünkü annelerin-babaların çocuklarına olan merhametleri, sevgileri, şefkatleri çok yoğundur. O Çocuk anne-babasının yüreğini fethetmek için ne yaptı? Hiç bir şey.O Merhameti, şefkati, sevgiyi veren Allâh’tır.Allâh Râhman’lığında da Vahhab’tır.
Yüce Allâh bizlere kitap ve risalet vermeden de kulluk isteyebilirdi.”Size akıl verdim. İlk insan(Hz.Adem)a doğru yolu da gösterdim. Gidin onu takip edin” diyebilirdi. Ama demiyor. İnsanoğlu defalarca doğru olanı tahrif ettiği, peygamberlerini öldürdüğü halde yine de Yüce Allâh kitap ve resuller gönderiyor. Çünkü O Hûdalığında, Hâkimliğinde , Reşidliğinde El-Vehhâb’tır.
Yüce Allâh nimetlerinden dünyaya veriyor.İstiyor ki Âhiret hayatında da ebedi nimetlerini versin.Çünkü O mülkünde de Vahhab’tır.Bu yüzden de ;
Sâd sûresi /35 “Rabb’im, beni affet. Bana benden sonra hiç kimseye nasîp olmayan bir mülk ver. Çünkü sensin o çok lütfeden sen!”
Bunlar Yüce Allâh’ın bir hediyesidir bizlere. Böyle karşılık beklemeden bizleri hediyelere boğan Allâh’a hamd olsun. İşte güzel dostluğun özelliği budur. Karşılıksız vermek. Karşısındakinin hatırını ciddiye almak. Sevdiği için bir şeyler yapmak. Bizler de Yüce Allâh’ın hatırı için. O’nu sevdiğimiz için bir şeyler yapmalıyız. Zaten dostunun elini tutmazsan, arada dostluk oluşmaz ki. Bizler de kendi isteğimizle, gönlümüzde Allâh’ın hoşlanacağı, razı edeceği şeyler yapmalıyız. Şu örnek çok hoşuma gitmiştir. Size de anlatmak isterim. Bir Müslümana sormuşlar.”Cenneti mi istersin yoksa iki rekât namaz kılmayı mı?”Oda şöyle cevap vermiş.”iki rekât namaz kılmayı. Çünkü cennet kendim içindir. Namaz ise Allâh içindir. Ben ise Allâh’ın sevgisini istiyorum.”Demek ki bu Müslüman kardeşimiz sevgisinin merkezine Allâh’ı koymuş. Evet, sevginin merkezi ben değil, sevginin merkezi sen olursa dostluk daha güzel gelişir. Ben merkezli sevgi, menfaatli bir sevgidir. Sevap için kulluk edenler de öyledir. Hâlbuki kulluk yalnızca Allâh’a olan muhabbetten dolayı yapılmalıdır. sevap ise, o kulluğun bir getirisidir.
Sadece farz olan ibadetler ile Allâh’a yakınlaşmakta, kulluğu yeterince anlamadığımızı gösterir. Hâlbuki şöyle düşünmeliyiz;’’yüce Allâh’ım! sana bağlı olduğum için bana emrettiklerini(farzlarını)yapıyorum. Ama seni çok sevdiğim için kendi isteğimle de bir şeyler yapmak istiyorum.”Bu yüzden kulluk yapmanın, en alt seviyesinin sınırları bellidir.Ama üst sınırı belli değildir.Nereye kadar yükseleceğin, yaptığın amellere göredir.
Bir arkadaşımın kolunda çokça bilezikleri vardı. Ona bu bayramda Kurban kesip kesmeyeceğini sordum. O da şöyle cevap verdi;”Eşim kesiyor, daha benim kesmeme gerek yok. Zaten kurban kesmekte mezhebimize göre sünnet.”
Kendi isteğimizle bir şeyler yapmayı istemiyor muyuz?
Her ay maaş alan bir müslümana ,az da olsa her ay maaşından infak etmesini tavsiye etmiştim.Oda bana şöyle dedi;”Ben de tam bu konuyu soracaktım.Maaşa zekat düşer mi?”şok olmuştum.Allâh’a olan kulluğumuzu sanki zorâ ki yapıyoruz.Allâh’a olan hamdimizi,Allâh bizi zorlarsa mı yapacağız.?Biz kendi yüreğimizde, bunu demeye cesaret etmeyecek miyiz? “Allâh’ım buna mecbur olmadığım halde,senin hatırın için yapıyorum.Bunu seni sevdiğim için yapıyorum.Senin için feda olsun” Sevginin temeli budur.Allâh için kulluk, kendimiz için kulluk değil.Sana o kadar çok şey bahşeden, hakkın olmadığı, onların bedellerini vermediğin halde,o kadar lütuf sana ulaşıyorken, sen niye Rabb’in için bir şeyler yapmayasın ki.O sana olan sevgisini gösterirken,sen niye O’na sevgini göstermeyesin ki.
Hz. Muhammed(saa)i düşünün ,onun hayatı Yüce Allâh’ın prensipleri doğrultusunda muhabbet ve fedakârlık ile geçti. Hayatının hiçbir ayrıntısında aralık yoktur. O hep Allâh’ın prensiplerinden yola çıkarak Yüce Allâh’a sevgi ve dostluğunu gösterdi. Bu yüzden Yüce Allâh’ta onun dostluğunu örnek göstererek âyetinde şöyle buyuruyor.
Âli İmran sûresi/31 “De ki, Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allâh ‘da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Sevginin doğru bir şekilde ifade edilmesi içinde Yüce Allâh yol gösteriyor. Bazen insanlar yanlış şeyleri de Allâh için yaptığını söyleyebilirler. Bu yanlışa girmeyi önlemek için Yüce Allâh resulünü gösteriyor. Onun gibi düşünürsek, onun gibi anlarsak, onun gibi gayelerle yola çıkarsak, Yüce Allâh’a olan sadakat ve sevgimizi de doğru bir şekilde ifade etmiş oluruz. Bu yüzden resule bağlanmak, Allâh’a bağlanmıştır. Ona itaat, Allâh’a itaattir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Vehhâb olduğuna iman ettik. Bizler de Yüce Allâh’ a olan sevgimizi göstermek için, elimizden geleni ardımıza koymayacağız.
Lâ Vahhabe illâ El-Vehhâb.

ES-SANİ’
(ص-ن-ع)Sad- Nun- Ayn harflerinden oluşur. Sanat, Sena bu kelimden türemiştir.
Allah tüm yapılmış şeyleri yapan demektir. Yani yaratılan tüm varlıkların yaratanı, tüm yoktan var edilen şeylerin var edicisidir.
Enbiya süresi/80 ” Ve sizin için ona, zorlu savaşınızda sizi korusun diye, zırh yapma sanatını öğrettik. Buna rağmen siz şükredenler misiniz?”
Hud süresi/16 ” İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiç bir şeyleri olmayan kimselerdir. Dünyada yaptıkları da boşa gitmiştir ve yapmakta oldukları şeyler de (zaten) batıldır.”
Ankebut süresi/45 ” Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Yüce Allah’ın zatı dışında her varlık yaratılandır. Her yaratılmışa ölçü, şekil, misyon veren yüce Allah’ın kendi takdiridir.
Topraktan renk renk çiçekler , çeşit çeşit madenler, her tatta meyveler çıkaran….
Denizlerden çeşit çeşit ürünler veren, içinde çok çeşitli hayatlar saklayan…
Semalarda çeşit çeşit kuşları uçurtan, bulutları yürüten, yıldızlar ile süsleyen…
Yeryüzünde çeşit insanları var eden, onların her birine ayrı bir özellik, kimlik ve benlik veren…
İnsanların hizmetine çeşit çeşit hayvanları görevlendiren…
Her varlığın sanatkârı yüce Allah’tır. Sadece şekil veren değil, onlara hayat, ilim, hüküm, hidayet, sevgi, düşünme, hissetme ve her bir şeyi de vererek sanatının büyüklüğünü de gösteren yüce Allah’tır.
Neml süresi/ 88 “Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”
Rabb’imiz yeryüzünün hal dili ile bunu ispatlarken, diğer yandan da anlamayan kullar için şeri delillerle de anlatmıştır.
Hz. Nuh (as)’un gemisi gibi…
Hud süresi/37-38 “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi ki: “Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz gibi alay edip eğleneceğiz.”
Hz. Davut (as)’a demiri öğrettiği gibi…
Enbiya süresi/ 80 “ Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık şükreder misiniz?”
Hz. Musa döneminde sihirbazlar bu sanatkârı fark etmişlerdi.
Taha süresi/69 -70 “Sağ elindekini atıver, o, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, her nerede olursa olsun başarıya ulaşamaz. Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, “Musa ile Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.”
Ama sihirbazlar gibi gerçeği görmeyip, yalan ve batıl şeylerle kendilerini kandıranlarda vardı. Kendi sanatlarına güvenerek, yüce Allah’tan yüz çevirenler de vardı.
Şuara süresi/128 -129 “Siz her tepeye bir alâmet bina edip eğlenir durur musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?”
Lakin yüce Allah herkesin niyetini ve ne yaptığını bilir.
Ankebut süresi/ 45 “ Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Yüce Allah’ı tanımak istemeyenler, kendilerine göre bir dünya imar ederler. Bu imarlar üzerine heba olan hayatlar…
Hâlbuki şeytani ve tağuti hayatlar haram idi. Hiçbir kul kendine göre hayat imar edemezdi. İşte tüm sorunlar hak olan sanatkârı görmemekten kaynaklanıyordu.
Hâlbuki her varlık varlığının tüm boyutlarıyla beraber yüce Allah’ın sanatı idi. Bunu tasdik etmek, nankör olmayan her kulun görevi idi.
Yüce Allah’ın her isminin yanı sıra Es-Sani’ olduğuna iman ettik.
Allah tüm yapılmış şeyleri yapan demektir. Yani yaratılan tüm varlıkların yaratanı, tüm yoktan var edilen şeylerin var edicisidir.
Enbiya süresi/80 ” Ve sizin için ona, zorlu savaşınızda sizi korusun diye, zırh yapma sanatını öğrettik. Buna rağmen siz şükredenler misiniz?”
Hud süresi/16 ” İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiç bir şeyleri olmayan kimselerdir. Dünyada yaptıkları da boşa gitmiştir ve yapmakta oldukları şeyler de (zaten) batıldır.”
Ankebut süresi/45 ” Sana kitaptan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz, çirkin işlerden ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Yüce Allah’ın zatı dışında her varlık yaratılandır. Her yaratılmışa ölçü, şekil, misyon veren yüce Allah’ın kendi takdiridir.
Topraktan renk renk çiçekler , çeşit çeşit madenler, her tatta meyveler çıkaran….
Denizlerden çeşit çeşit ürünler veren, içinde çok çeşitli hayatlar saklayan…
Semalarda çeşit çeşit kuşları uçurtan, bulutları yürüten, yıldızlar ile süsleyen…
Yeryüzünde çeşit insanları var eden, onların her birine ayrı bir özellik, kimlik ve benlik veren…
İnsanların hizmetine çeşit çeşit hayvanları görevlendiren…
Her varlığın sanatkârı yüce Allah’tır. Sadece şekil veren değil, onlara hayat, ilim, hüküm, hidayet, sevgi, düşünme, hissetme ve her bir şeyi de vererek sanatının büyüklüğünü de gösteren yüce Allah’tır.
Neml süresi/ 88 “Sen dağları görürsün de, yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”
Rabb’imiz yeryüzünün hal dili ile bunu ispatlarken, diğer yandan da anlamayan kullar için şeri delillerle de anlatmıştır.
Hz. Nuh (as)’un gemisi gibi…
Hud süresi/37-38 “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi ki: “Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz gibi alay edip eğleneceğiz.”
Hz. Davut (as)’a demiri öğrettiği gibi…
Enbiya süresi/ 80 “ Ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik, artık şükreder misiniz?”
Hz. Musa döneminde sihirbazlar bu sanatkârı fark etmişlerdi.
Taha süresi/69 -70 “Sağ elindekini atıver, o, onların yaptıklarını yutar. Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücü tuzağıdır. Büyücü ise, her nerede olursa olsun başarıya ulaşamaz. Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, “Musa ile Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.”
Ama sihirbazlar gibi gerçeği görmeyip, yalan ve batıl şeylerle kendilerini kandıranlarda vardı. Kendi sanatlarına güvenerek, yüce Allah’tan yüz çevirenler de vardı.
Şuara süresi/128 -129 “Siz her tepeye bir alâmet bina edip eğlenir durur musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?”
Lakin yüce Allah herkesin niyetini ve ne yaptığını bilir.
Ankebut süresi/ 45 “ Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Yüce Allah’ı tanımak istemeyenler, kendilerine göre bir dünya imar ederler. Bu imarlar üzerine heba olan hayatlar…
Hâlbuki şeytani ve tağuti hayatlar haram idi. Hiçbir kul kendine göre hayat imar edemezdi. İşte tüm sorunlar hak olan sanatkârı görmemekten kaynaklanıyordu.
Hâlbuki her varlık varlığının tüm boyutlarıyla beraber yüce Allah’ın sanatı idi. Bunu tasdik etmek, nankör olmayan her kulun görevi idi.
Yüce Allah’ın her isminin yanı sıra Es-Sani’ olduğuna iman ettik.

ES-SÂDIK
Ahde vefa eden, asla sözünden caymayan, en doğru söyleyen, en doğru haber veren demektir.
Nisa süresi/ 122 “ İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Rabb’imiz hangi dediğinden şüphe edebiliriz ki; O evvel ve ahir, zahir ve batın her şeyi bilir. Bu nedenle her şeyi bilir, görür, duyar, haberi olur. Bu nedenle Rabb’imizin dediklerini gelişi güzel düşünemeyiz. İnkâr edenler gibi “ masal” diyemeyiz. Çünkü O’ndan hiçbir şey gizli kalamaz.
Ya da O’nun kudreti hem Muhit, hem de Azim’dir. Biz diyemeyiz ki “ gücü yetmedi bu yüzden sözünden caydı”.
Ya da O Kahhar ve Cabbar’dır. Biz diyemeyiz ki “ korktu ve bu yüzden yalan söyledi”
Ya da O, hikmetsiz hükmeden, hesaba çekmeden yargılayan, adaletsiz merhamet eden, haksızca bağışlayan… Uyuşmaz ve tutarsız “ ol” emri vermediğinden yine cayma olasılığı yoktur.
Ya da O Gani, Kerim, Vehhab olduğundan yine nimetlerinde sınır yoktur. Bu nedenle diyemeyiz “ nimetleri tükendi ve sözünden caydı”…
Yani yüce Allah’ın tüm isimlerini düşündüğümüzde ahde vefa etmeme gibi bir sonuç asla yoktur. İsabetsiz, hikmetsiz, hesapsız, sevgisiz, ilimsiz, adaletsiz asla hüküm vermez. Bu nedenle yüce Allah hem sözlerinde, hem de haber verdiklerinde Es- Sadık’tır. Hem de her isminin yanı sıra O- Es- Sadık’tır.
Dolayısıyla model olarak gösterdiği ve teyit ettiği kişiler de sadık olan Rabb’imize iman ettikleri için onlara da sıddık’tırlar.
Meryem süresi/ 41 “Kur’ân’da İbrahim’i(n kıssasını da) an. Şüphesiz ki o, sıddık (özü, sözü doğru) bir peygamberdi.”
Meryem süresi/ 56 “Kitapta İdris’i de an; çünkü o, çok sadık (özü, sözü pek doğru) bir peygamberdi.”
Son peygamber olan Hz. Muhammed (saa) te sıddıktır. Yüce Allah’ın kendisi de teyit ettiğini bildirir.
Munafikun süresi/1 “ Münafıklar sana geldikleri vakit: “Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin.” derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.”
Onların hepsi yüce Allah’a sadık olan ve kendileri de asla yalan konuşmayan, sözde, fiilde, niyette doğruluk üzereydiler. Yüce Allah’ın verdiği haberleri sonuna kadar tasdik edenlerdi. Tasdik etmek, sadık olmanın göstergesidir. Yani yüce Allah’ı tasdik ettikleri gibi, kendinden önce gelen ve kendisinden sonra gelecek olan peygamberleri tasdik ederlerdi. Yüce Allah’ı ve peygamberleri tasdik eden bir de peygamberlerin vasileri de vardır. Onlar Risalet yolunu devam ettiren, ilmin taşıyıcılarıdır.
Bu sıralamada şuna dikkat etmek gerekir. Eğer bizler de sıdk olanların çevresinde kilitlenmek istiyorsak, yüce Allah’ı tasdik eden gözler peygamberlere dönmeledir. En son Hz. Muhammed (sa)’te duran gözler, peygamberin vefatı ile bu süreç burada bitmez. Dünya hayatı devam etiğine göre peygamberi tasdik eden gözler bu seferde Ehl-i Beyt’ine kilitlenmelidir. Kıyamet kopuncaya kadar her toplumun seçilmiş bir sıdk vardır. Bu karar yüce Allah’ın ümmete verdiği imamet düzenidir.
Rad süresi/7 “ O kâfirler: “Rabbinden ona bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen bir uyarıcıdan başka bir şey değilsin ve her kavim için bir hidayetçi vardır.”
Peygamber Hz. Muhammed (saa)’ten sonra vasileri olan sıdk silsilesi şunlardır.
Hz. Ali (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Fatıma (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hasan (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hüseyin (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Zeynelabidin (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Muhammed Bakir (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz Cafer Sadik (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Musa Kazim (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Ali Er-Rıza (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Muhammed Taki (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Ali Naki. (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hasan Askeri (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Mehdi (Allah’ın selâmı ona olsun)
En son imam da zamanımızın önderi imam Mehdi (sa)’dir. İşte tüm bu sıdkları tasdiklemek zorundayız. Çünkü onları tasdiklemek, Hz. Muhammed (saa)’i, dolayısıyla yüce Allah’ı tasdiklemek demektir. İşte sadakat, burada ortaya çıkar.
İsra süresi /80 “(Ey Muhammed!) De ki: “Rabbim! Beni, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver.””
Tüm bunların sonunda müjdeler gelecektir. Elbette sadık olanları müjdelediği gibi sadık olmayanları uyardığı vaadler de olacaktır. Tüm mesele yüce Allah’ı her isminin yanı sıra Es-Sadık olduğuna iman etmeye bağlı.
Parolamız yüce Allah’ın her isminin yanı sıra Es- Sadık olduğuna iman ettik.
La Sadıka İlla Es-Sadık
Nisa süresi/ 122 “ İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Rabb’imiz hangi dediğinden şüphe edebiliriz ki; O evvel ve ahir, zahir ve batın her şeyi bilir. Bu nedenle her şeyi bilir, görür, duyar, haberi olur. Bu nedenle Rabb’imizin dediklerini gelişi güzel düşünemeyiz. İnkâr edenler gibi “ masal” diyemeyiz. Çünkü O’ndan hiçbir şey gizli kalamaz.
Ya da O’nun kudreti hem Muhit, hem de Azim’dir. Biz diyemeyiz ki “ gücü yetmedi bu yüzden sözünden caydı”.
Ya da O Kahhar ve Cabbar’dır. Biz diyemeyiz ki “ korktu ve bu yüzden yalan söyledi”
Ya da O, hikmetsiz hükmeden, hesaba çekmeden yargılayan, adaletsiz merhamet eden, haksızca bağışlayan… Uyuşmaz ve tutarsız “ ol” emri vermediğinden yine cayma olasılığı yoktur.
Ya da O Gani, Kerim, Vehhab olduğundan yine nimetlerinde sınır yoktur. Bu nedenle diyemeyiz “ nimetleri tükendi ve sözünden caydı”…
Yani yüce Allah’ın tüm isimlerini düşündüğümüzde ahde vefa etmeme gibi bir sonuç asla yoktur. İsabetsiz, hikmetsiz, hesapsız, sevgisiz, ilimsiz, adaletsiz asla hüküm vermez. Bu nedenle yüce Allah hem sözlerinde, hem de haber verdiklerinde Es- Sadık’tır. Hem de her isminin yanı sıra O- Es- Sadık’tır.
Dolayısıyla model olarak gösterdiği ve teyit ettiği kişiler de sadık olan Rabb’imize iman ettikleri için onlara da sıddık’tırlar.
Meryem süresi/ 41 “Kur’ân’da İbrahim’i(n kıssasını da) an. Şüphesiz ki o, sıddık (özü, sözü doğru) bir peygamberdi.”
Meryem süresi/ 56 “Kitapta İdris’i de an; çünkü o, çok sadık (özü, sözü pek doğru) bir peygamberdi.”
Son peygamber olan Hz. Muhammed (saa) te sıddıktır. Yüce Allah’ın kendisi de teyit ettiğini bildirir.
Munafikun süresi/1 “ Münafıklar sana geldikleri vakit: “Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin.” derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.”
Onların hepsi yüce Allah’a sadık olan ve kendileri de asla yalan konuşmayan, sözde, fiilde, niyette doğruluk üzereydiler. Yüce Allah’ın verdiği haberleri sonuna kadar tasdik edenlerdi. Tasdik etmek, sadık olmanın göstergesidir. Yani yüce Allah’ı tasdik ettikleri gibi, kendinden önce gelen ve kendisinden sonra gelecek olan peygamberleri tasdik ederlerdi. Yüce Allah’ı ve peygamberleri tasdik eden bir de peygamberlerin vasileri de vardır. Onlar Risalet yolunu devam ettiren, ilmin taşıyıcılarıdır.
Bu sıralamada şuna dikkat etmek gerekir. Eğer bizler de sıdk olanların çevresinde kilitlenmek istiyorsak, yüce Allah’ı tasdik eden gözler peygamberlere dönmeledir. En son Hz. Muhammed (sa)’te duran gözler, peygamberin vefatı ile bu süreç burada bitmez. Dünya hayatı devam etiğine göre peygamberi tasdik eden gözler bu seferde Ehl-i Beyt’ine kilitlenmelidir. Kıyamet kopuncaya kadar her toplumun seçilmiş bir sıdk vardır. Bu karar yüce Allah’ın ümmete verdiği imamet düzenidir.
Rad süresi/7 “ O kâfirler: “Rabbinden ona bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen bir uyarıcıdan başka bir şey değilsin ve her kavim için bir hidayetçi vardır.”
Peygamber Hz. Muhammed (saa)’ten sonra vasileri olan sıdk silsilesi şunlardır.
Hz. Ali (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Fatıma (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hasan (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hüseyin (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Zeynelabidin (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Muhammed Bakir (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz Cafer Sadik (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Musa Kazim (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Ali Er-Rıza (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Muhammed Taki (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Ali Naki. (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Hasan Askeri (Allah’ın selâmı ona olsun)
Hz. Mehdi (Allah’ın selâmı ona olsun)
En son imam da zamanımızın önderi imam Mehdi (sa)’dir. İşte tüm bu sıdkları tasdiklemek zorundayız. Çünkü onları tasdiklemek, Hz. Muhammed (saa)’i, dolayısıyla yüce Allah’ı tasdiklemek demektir. İşte sadakat, burada ortaya çıkar.
İsra süresi /80 “(Ey Muhammed!) De ki: “Rabbim! Beni, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver.””
Tüm bunların sonunda müjdeler gelecektir. Elbette sadık olanları müjdelediği gibi sadık olmayanları uyardığı vaadler de olacaktır. Tüm mesele yüce Allah’ı her isminin yanı sıra Es-Sadık olduğuna iman etmeye bağlı.
Parolamız yüce Allah’ın her isminin yanı sıra Es- Sadık olduğuna iman ettik.
La Sadıka İlla Es-Sadık

EL – AHîR
Sonu olmayan anlamına gelir.
Bir zamanlar aileniz vardı. Gelip – giden akrabalarınız, dostlarınız, komşularınız vardı. Eşiniz, işiniz vardı. Yüksekokuldan mezun olmuş, yıllardan sonra bir kariyeriniz vardı. İnsanlar sizin çevrenizde toplanarak, ağzınızdan çıkacak sözleri bekliyordu. Hobyleriniz vardı. Tatillerde gidecek yeriniz vardı… Ama artık yaşlısınız. Yoruldunuz, kariyer dönemi bitti. Çocuklarınızın hepsi evlendi. Hepsi yuvalarına uçtular. Mal ve mülkünüzü onlara paylaştırdınız. Eşinizi de kaybettiniz. Artık gözleriniz toprağa kayıyor. Hep dünya hayatının peşinde idiniz. Ve o tüm amaçlar geçersiz oldu. Dünya ile ilgili amaçlar geçici ve sınırlı ama artık hızla tükeniyor ve ölüyorsunuz.
Sizin selânızı duyanlar “inna lillah ve inna ileyhi racıun” diyorlar. “Allâh’ tan geldik. Her şey Allâh içindir ve muhakkak dönüş Allâh’ adır.”
Acaba ölen kişi bu ifade üzerinde yaşadı mı? Hayatında Yüce Allâh’ ı hedefledi mi? Kendisi yoktu evvelce Allâh vardı. Kendisi öldü ama âhir olan Allâh var. Allâh Bâki’dir ve Vâris’dir. Acaba ölen insan, bunun idrâkinde miydi? İdrâk etmiş ise hayatını Allâh’ a göre yaşadı mı?
İnsanın dünya hayatından sonra bir de Âhiret hayatı vardır. İnsanın sonu yine Allâh’ a dönüştür. Allâh’ u Teâlâ El – Ahir olmasa idi, dönüş ona olur muydu?
Fatiha sûresinde “Mâlik-i yevmiddin (hesap gününün sahibi)” diyoruz. Hesaba çekilme Allâh tarafından olacaktır. Ve o gün Yüce Allâh’ ın Ahir olduğuna kendi gözlerinle şahit olacaksın. Tabi ki Âhiret gününde iken geride bıraktıklarınız hepsinin vârisi Allâh’ tır. Her şey O’nundur.
Hesap gününün yalnızca Allâh’ a ait olması, yalnızca Yüce Allâh’ ın El – Ahir olduğunu göstermez mi? Bak sen tükeniyorsun ama Allâh için tükenme söz konusu değildir. Allâh dışında her şey tükenir, yok olur, çürür, yıpranır, eskir, ölür…
Kasas sûresi /88 «… O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve O’na döndürülürsünüz.»
O, Ahir olmasaydı, Âhiret hayatı olur muydu? Hesap diye bir şey olur muydu? Allâh’ tan başka kimse El – Ahir sıfatına sahip değildir. Hiç kimse kendini ebedi olarak atfedemez. Her yaratılanın hükmü O’na bağlıdır. Ve insan dünya hayatından sonra ölümün acısını çeker. Yani ruhu bedeninden ayrılır. Ve Berzah âlemine gider. Yani ölümsüzlük yaratılmışlar için yoktur. Âlem değiştirmek ve verilen hükme boyun eğmek yaratılanlar için geçerlidir.
Rahman sûresi /26-27 « Yeryüzüne her canlı yok olacak ancak azâmet ve ikrâm sahibi Rabb’inin zâtı Bâki kalacaktır.»
Yüce Allâh Hayy ve Kayyum olmasının yanı sıra hiçbir sıfatında değişiklik olmaz. O, tüm sıfatları ile beraber El – Ahir’dir. İnsan hayatından sonra tüm sıfatları ile beraber El – Ahir olan Allâh ile yüzleşiyorsa buna hazırlık yapmalıdır. Ölmek ile her şey bitmiyor. Yüce Allâh, vaad ediyorsa âhiret günündeki sorgulamayı, o halde Allâh vaadinden dönmez.
Ankebut sûresi /20 « De ki: “yeryüzünde dolaşıp (Allâh’ ın) yaratmaya nasıl başladığına bakın.” Sonra Allâh son yaratmayı (Âhiret yaratmasını) da gerçekleştirecektir. Şüphesiz Allâh, her şeye güç yetirendir. »
Ankebut sûresi /64 « Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!»
Görüyorsunuz ki âhiret gününün sahibi yalnızca Allâh’tır. O’nun ortağı ve yardımcısı yoktur. O halde hesap yalnızca Allâh’ a göre olmalıdır. Eğer bunun dışında başka bir hedef ve yaşam tarzı seçilirse bu Allâh’ a karşı yapılacak en büyük hatadır. Hesabı da ağırdır. Kendi kendimize bir düşünelim. Başlangıcımızı ve sonumuzu elinde tutan Allâh iken, biz nasıl olur da Allâh’ tan başkasına göre yaşam tarzımızı seçeriz?. Bu akılsızlıktan başka bir şey değildir.
Ankebut sûresi /52 « De ki; Benimle sizin aranızda şahit olarak Allâh yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla inanıp Allâh’ ı inkâr edenler ise, işte onlar ziyana uğrayanlardır. »
İnsan âhiret yurdunun kapısı olan ölüme her gün şahit oluyor, değil mi? Bir zamanlar çok hayran olduğunuz, sevdiğiniz insanları ölümün pençesinden kurtaramıyorsunuz, değil mi? Yaşlanmanıza, saçınızın beyazlaşmasına, cildinizin pörsümesine engel olamıyorsunuz, değil mi? O halde duyarsız olmak niye? El – Ahir olan Allâh tüm sıfatları ile El – Ahir dir. O’nun ilminin, sevgisini, mülkünün, hükmünün, rahmetinin, kudretinin, görmesinin, gözetlemesinin… Tüm sıfatlarının sonu yoktur. O halde neden, dönüşün isteyerek ve emin olarak olmasın. Hepsinin temelinde yatan Yüce Allâh’ ın El – Ahir olduğuna iman edilmesi ile ilgilidir. İman eden sonuna hazırlık yapar, iman etmeyen ise sonunu düşünmez.
Parolamız; Yüce Allâh’ ın tüm isimlerinin yanı sıra El – Ahir olduğuna iman ettik.
Lâ Âhire illâ El – Âhir
Bir zamanlar aileniz vardı. Gelip – giden akrabalarınız, dostlarınız, komşularınız vardı. Eşiniz, işiniz vardı. Yüksekokuldan mezun olmuş, yıllardan sonra bir kariyeriniz vardı. İnsanlar sizin çevrenizde toplanarak, ağzınızdan çıkacak sözleri bekliyordu. Hobyleriniz vardı. Tatillerde gidecek yeriniz vardı… Ama artık yaşlısınız. Yoruldunuz, kariyer dönemi bitti. Çocuklarınızın hepsi evlendi. Hepsi yuvalarına uçtular. Mal ve mülkünüzü onlara paylaştırdınız. Eşinizi de kaybettiniz. Artık gözleriniz toprağa kayıyor. Hep dünya hayatının peşinde idiniz. Ve o tüm amaçlar geçersiz oldu. Dünya ile ilgili amaçlar geçici ve sınırlı ama artık hızla tükeniyor ve ölüyorsunuz.
Sizin selânızı duyanlar “inna lillah ve inna ileyhi racıun” diyorlar. “Allâh’ tan geldik. Her şey Allâh içindir ve muhakkak dönüş Allâh’ adır.”
Acaba ölen kişi bu ifade üzerinde yaşadı mı? Hayatında Yüce Allâh’ ı hedefledi mi? Kendisi yoktu evvelce Allâh vardı. Kendisi öldü ama âhir olan Allâh var. Allâh Bâki’dir ve Vâris’dir. Acaba ölen insan, bunun idrâkinde miydi? İdrâk etmiş ise hayatını Allâh’ a göre yaşadı mı?
İnsanın dünya hayatından sonra bir de Âhiret hayatı vardır. İnsanın sonu yine Allâh’ a dönüştür. Allâh’ u Teâlâ El – Ahir olmasa idi, dönüş ona olur muydu?
Fatiha sûresinde “Mâlik-i yevmiddin (hesap gününün sahibi)” diyoruz. Hesaba çekilme Allâh tarafından olacaktır. Ve o gün Yüce Allâh’ ın Ahir olduğuna kendi gözlerinle şahit olacaksın. Tabi ki Âhiret gününde iken geride bıraktıklarınız hepsinin vârisi Allâh’ tır. Her şey O’nundur.
Hesap gününün yalnızca Allâh’ a ait olması, yalnızca Yüce Allâh’ ın El – Ahir olduğunu göstermez mi? Bak sen tükeniyorsun ama Allâh için tükenme söz konusu değildir. Allâh dışında her şey tükenir, yok olur, çürür, yıpranır, eskir, ölür…
Kasas sûresi /88 «… O’nun zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve O’na döndürülürsünüz.»
O, Ahir olmasaydı, Âhiret hayatı olur muydu? Hesap diye bir şey olur muydu? Allâh’ tan başka kimse El – Ahir sıfatına sahip değildir. Hiç kimse kendini ebedi olarak atfedemez. Her yaratılanın hükmü O’na bağlıdır. Ve insan dünya hayatından sonra ölümün acısını çeker. Yani ruhu bedeninden ayrılır. Ve Berzah âlemine gider. Yani ölümsüzlük yaratılmışlar için yoktur. Âlem değiştirmek ve verilen hükme boyun eğmek yaratılanlar için geçerlidir.
Rahman sûresi /26-27 « Yeryüzüne her canlı yok olacak ancak azâmet ve ikrâm sahibi Rabb’inin zâtı Bâki kalacaktır.»
Yüce Allâh Hayy ve Kayyum olmasının yanı sıra hiçbir sıfatında değişiklik olmaz. O, tüm sıfatları ile beraber El – Ahir’dir. İnsan hayatından sonra tüm sıfatları ile beraber El – Ahir olan Allâh ile yüzleşiyorsa buna hazırlık yapmalıdır. Ölmek ile her şey bitmiyor. Yüce Allâh, vaad ediyorsa âhiret günündeki sorgulamayı, o halde Allâh vaadinden dönmez.
Ankebut sûresi /20 « De ki: “yeryüzünde dolaşıp (Allâh’ ın) yaratmaya nasıl başladığına bakın.” Sonra Allâh son yaratmayı (Âhiret yaratmasını) da gerçekleştirecektir. Şüphesiz Allâh, her şeye güç yetirendir. »
Ankebut sûresi /64 « Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!»
Görüyorsunuz ki âhiret gününün sahibi yalnızca Allâh’tır. O’nun ortağı ve yardımcısı yoktur. O halde hesap yalnızca Allâh’ a göre olmalıdır. Eğer bunun dışında başka bir hedef ve yaşam tarzı seçilirse bu Allâh’ a karşı yapılacak en büyük hatadır. Hesabı da ağırdır. Kendi kendimize bir düşünelim. Başlangıcımızı ve sonumuzu elinde tutan Allâh iken, biz nasıl olur da Allâh’ tan başkasına göre yaşam tarzımızı seçeriz?. Bu akılsızlıktan başka bir şey değildir.
Ankebut sûresi /52 « De ki; Benimle sizin aranızda şahit olarak Allâh yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla inanıp Allâh’ ı inkâr edenler ise, işte onlar ziyana uğrayanlardır. »
İnsan âhiret yurdunun kapısı olan ölüme her gün şahit oluyor, değil mi? Bir zamanlar çok hayran olduğunuz, sevdiğiniz insanları ölümün pençesinden kurtaramıyorsunuz, değil mi? Yaşlanmanıza, saçınızın beyazlaşmasına, cildinizin pörsümesine engel olamıyorsunuz, değil mi? O halde duyarsız olmak niye? El – Ahir olan Allâh tüm sıfatları ile El – Ahir dir. O’nun ilminin, sevgisini, mülkünün, hükmünün, rahmetinin, kudretinin, görmesinin, gözetlemesinin… Tüm sıfatlarının sonu yoktur. O halde neden, dönüşün isteyerek ve emin olarak olmasın. Hepsinin temelinde yatan Yüce Allâh’ ın El – Ahir olduğuna iman edilmesi ile ilgilidir. İman eden sonuna hazırlık yapar, iman etmeyen ise sonunu düşünmez.
Parolamız; Yüce Allâh’ ın tüm isimlerinin yanı sıra El – Ahir olduğuna iman ettik.
Lâ Âhire illâ El – Âhir

ES- SAMED
Her şey kendisine (Allâh’ a) muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkesin O’na yöneldiği demektir.
Varlıklar varolmaya ve devamlılıkları nedeniyle Allâh’ a muhtaç iken, Yüce Allâh onların varlığına ve yaptıklarına muhtaç değildir. Ata, İbnü Abbas’dan şöyle rivayet eylemiştir: “Necran heyeti geldiği zaman biz, Rabb’ini özellikleriyle anlat, “O’ ne şeyden, hangi cevherdendir?” demişlerdi. Resulullah “Rabb’im bir şeyden değildir. O, şeylerin yaratıcısıdır” dedi. Bunun üzerine “Deki: O, Allâh ki bir ve tektir” onlar “O birse, sen de birsin” dediler. Hz. Peygamber “O’nun gibisi yoktur.” Buyurdu. Onlar “Bize başka sıfatlarını da söyle” dediler. Hz. Peygamber “Allâh Samed’tir.” dedi. Onlar “Samed nedir? Dediler. Hz. Peygamber “mahlûkatın bütün ihtiyaçlarında kendisine başvurduğudur.” dedi. Onlar “Daha başka” dediler. Hz. Peygamber (saa); “Meryem gibi doğurmuş değil, İsa gibi doğrulmuş da değil, O’na denk olabilecek biride yoktur” dedi.” (Fahrü’ür-Razi, Age.32, 175)
Yüce Allâh samedtir ki, tüm isimleri eksikliklerden uzak olarak hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor. Örneğin Alîm olma sıfatında Kuddüs tür, Vasî’dir, Ganî’dir, Hâkim’dir, Evvel’dir, Ahîr’dir… Allâh ilimden dolayı hiç kimseye muhtaç değildir. Bilakis insan ilim elde etmek için Yüce Allâh’ a muhtaçtır. İlim elde etmek için Yüce Allâh’ a yönelmek ve O’ndan talep etmek zorundadır. İnsanoğlu O’nun izni olmaksızın asla hiçbir ilmi elde edemez. O neye “Ol” dese o oluverir.
En’âm sûresi /73 «…”Ol” dediği gün o hemen oluverir.»
Yüce Allâh’ ın ilme ihtiyaç duymaması, insanın elde etmesi için Yüce Allâh’ a yönelmesi, Rabb’imizin Âlim oluşunun yanı sıra Sâmed olduğuna işarettir. Yani hiç kimse diyemez “Bana Allâh’ tan başkaları da ilim bahşedebilir.” Eğer böyle bir şey iddia ederse küfre düşmüş olur. Allâh’ tan başkalarını varsaydığı sebepler de nitekim Allâh’ ın hâkimiyetindedir. Yüce Allâh dilerse ilimi bir sebep ile, dilerse sebepsiz verir. Önemli olan, dikkatten kaçmaması gereken nokta Allâh’ ın bahşetmesidir. Gerçekte insan, sebepsiz de olsa, sebep üzerinden de olsa yönelmesi gereken mercînin Allâh olduğunu unutmamasıdır. Burada ilimden yola çıkarak Yüce Allâh’ ın Samed oluşunu izah etmeye çalışırken, bu insanın her ihtiyacı için böyledir. İnsan her ihtiyacı için yönelmesi gereken tek zât Allâh’ tır. O Azîm’dir, Kuddûs’tür, Ganî’dir, Aziz’dir, Halik’tir, Rezzak’tır, Alîm’dir, Rahîm’dir, Vedut’tur…
Bu sıfatta şu üç esas nokta önemlidir.
1. Demek ki Rabb’imiz bizim kendisine yönelmemiz ve güvenmemiz gereken tek zâttır. O’ndan başkalarına yönelmek bu sıfatı diğerlerinde varmış gibi kabul etmektir.
2. Her çeşit ihtiyacı gideren yalnızca Allâh’ u Teâlâ’dır. O’na muhtacız. O halde sorumluluk ve minnettarlık yalnız O’na karşı olmalıdır.
3. İhtiyaçları gideren Yüce Allâh’ ı vekil tutmak. O’na güvenmek ve O’na yaklaşmak sadece ihtiyaçlarımızın giderilmesi için değil, O’nun bu azâmete sahip olduğunun yüreğimizde yer edinmesinden dolayı olmalıdır. Yoksa kâfirlerin hayatı, rızık, ihtiyacı, duyguları, idraki gibi tüm ihtiyaçları Allâh tarafından karşılanmıyor mu? Buna rağmen Yüce Allâh’ a yönelmiyorlar.
Zuhruf sûresi /87 «Andolsun ki, onlara “kendilerini kim yarattı” diye sorsan muhakkak “Allâh’” diyeceklerdir. O halde nasıl (haktan) uzaklaştırılıyorlar?”
İhlâs sûresinde “O, Allâh tektir (Ehâd)” dedikten sonra “Allâh Samed ‘dir” demesi önemli bir şeye dikkat çekiyor. Sizin Samed dediğiniz zât, tek ve bir olan Allâh’ tır. Ve yalnızca kulluk O’na olmalıdır, demektedir. Allâh’ ın samed olduğuna iman eden insan, tüm varlığı ile Allâh’ a yönelmesi ile inandığını ispatlar. Bakınız Yüce Allâh ne dememizi istiyor.
En’âm sûresi /79 «Ben, dosdoğru bir inançla yüzümüzü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben Allâh’ a ortak koşanlardan değilim.»
Her nerede olursanız olun, her daim yüzünüzü O’na çevirin. Çünkü insanların O’na yönelmesi Tevhid’tir. Bu çizgide, bu kararda, bu istikamette ölmek, Tevhid üzere ölmedir. Bu, Yüce Allâh’ ın kendisini tanıttığı gibi inanmak ve O’nun istediği gibi yaşamakla olur. O halde yönelme, sadece ihtiyaçların giderildiği mercî değil, aynı zamanda sevginin, güvenin, iletişimin, itimadın, sadakâtın, umudun odaklandığı mercîdir. Tüm dikkatin yoğunlaştığı ve aklın bağlandığı tek mercîdir. Tüm amaçların bağlandığı tek hedeftir. Bu sebeple her türlü şart, imtihan ve durumlarda , dikkat ve ilginin O’ndan başkasına dağılmadan kilitlenilen tek merciidir.
En’âm sûresi /162 «“De ki: “Benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb’i olan Allâh içindir.”
Yaşarken hayatın ve ölürken ölümün gayesi hep Allâh olmalıdır. Sebepler ve dikkatler hep Allâh’ ta yoğunlaşmalıdır.
En’âm sûresi /153 « İşte benim dosdoğru olan yolum budur. O’na uyun. Değişik yollara uymayın, sonra bu yollar sizi O’nun yolundan ayırır. Olur ki sakınırsınız diye (Allâh) size böyle emretti.»
Örneğin; şifa Allâh’ tandır. Şifa beklentisinin hiçbir vesile ve sebep ile Allâh’ tan başkasına bağlanmamalıdır. Eğer başka sebepleri şifa mercisi olarak tanırsan şirk işlemiş olursun. Yok, eğer her ne sebep olursa olsun güven ve beklentin Allâh’ tan olursa, o halde sen Yüce Allâh’ ın samed’liğine iman etmişsindir. Sözde, Allâh’ ı ihtiyaçları gideren merci olarak görüp, hayat şeklinde ise güven ve itimadı âyetlerden, ilaçlardan, otlardan… Olursa, şirk koşmuş olduğun halde kendini tevhid üzere görerek kandırmış olursun. Aynı şey tüm değerler için geçerlidir. Örneğin sevgiyi ele alalım. Çocuk sevgisi senin Allâh’ a olan yönelişine engel oluyorsa, dikkatini Allâh’ tan, Allâh’ a kulluktan alıp, evlât üzere yoğunlaştırıyorsa, yönelmede sapıtmaya başlamışsın demektir.
Kalem sûresi /14-15 «Mal ve oğullar sahibidir diye. Kendisine âyetlerimiz okunduğunda; “öncekilerin masalları” der.»
Bakara sûresi /165 «İnsanların içinde Allâh’ tan başka ortaklar edinerek, onları Allâh’ ı sever gibi seven kimseler bulunmaktadır…»
Yani hangi sevgi sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu tehlikeli ve yanlış bir sevgidir. Hangi korku sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu şeytani bir tuzaktır. Hangi güven sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu sizi oyalamaktan başak bir şey değildir. Duygularınız, düşünceleriniz, kabiliyetleriniz, amelleriniz sizi Allâh’ a yakınlaşmakta bir basamak olmuyorsa, aksine aşağıya düşmeye vesile oluyorsa siz kendinize zûlüm ediyorsunuz demektir. İşte insanın yegâne tek mücadelesi şu olmalıdır. Her şey yaşamın bir parçasıdır. Ama gayesi değildir. İnsan ihtiyaçları gaye değil, ihtiyaçların sahibini gaye edinmelidir. Ve insan şu noktada çok dikkatli olmalıdır. Hiçbir şey dikkatini, Allâh’ tan başkasına çekmemelidir. Çünkü mü’min için hiçbir sevgi, hiçbir güven, hiçbir korku, hiçbir bağlılık Allâh’ tan daha fazla hiç kimseye, hiçbir şeye olamaz. O’nun için tüm dikkatler Allâh’ a olmalıdır. Yüce Allâh’ a ait olması gereken dikkat ve ilginin (sevgi, güven, itaat, bağlılık, itimad…) O’ndan başkalarına yönelmesi, insanın imanında problemler oluşmasına neden olur. Oysa sen ihlâs sûresini okuyansın.
«De ki; O, Allâh tektir, samed’tir…»
Tüm soyut, somut, bireysel, toplumsal, canlı, cansız tüm âlemlerin yönelişi bir ve tek olan Allâh’ a olmalıdır. Çünkü O, tüm âlemlerin Rabb’idir. Her âlemin ihtiyaçlarını gideren O’dur. O bütün eksikliklerden uzak olması itibariyle yarattıklarına ihtiyaçları yoktur.
Ankebut sûresi /6 « Kim çabalarsa, ancak kendisi için çabalamış olur. Çünkü Allâh’ ın âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.»
Yüce Allâh her şeyi yaratmışken, yarattığına muhtaç olması zaten çok saçma olur. Tüm eksikliklerden münezzeh olan Allâh eksikliklerle donatılmış varlıklara ihtiyaç duyacak değildir. Bu nedenle insanlarda böyle sapık ve basîtçe düşüncelere dalmamalıdır. Ayrıca her isminin yanısıra Samed olan Allâh’ ı bırakıp, eksikliklerle donatılmış ve yaratılmış varlıklara yönelmesi de ayrı bir sapıklıktır.
Tur sûresi 36-37 «Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar kesin bilgiyle inanmıyorlar. Yoksa Rabb’inin hazineleri onların yanlarında mıdır? Yoksa hâkimiyet sahibi onlar mıdırlar?»
Yüce Rabb’imiz yine bizlere hatırlatıyor.
Bakara sûresi /255 « Allâh, kendisinden başka ilâh olmayan (ilâh)dır. O, sürekli diridir ve yarattıklarını sürekli koruyup gözetendir. O’nu ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katında kendisinin izni olmadan kim şefaat edebilir? O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun ilminden dilediği kadarından fazla bir şey kuşatamazlar. O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Bunları korumak, O’na güç gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.»
Yüce Allâh’ a yöneldiğimizi, O’nun sözlerini dinleyerek gösterebiliriz. Hiç kimse Rabb’inin kurallarını dinlemeden O’na yönelik olduğunu iddia edemez. Hem O’nun bunlara ihtiyacı yoktur. O, Samed’tir. Bunları yapmamız bizim O’na inandığımızın ve yöneldiğimizin göstergesidir. O zaman dünya hayatı bu yönelişin olup olmadığının imtihanıdır. Hiç kimse zannetmesin, bu dünyaya tatil yapmaya gelmişiz. Günü gün yapalım. Her günü öylesine geçirelim. Bu dünya, imtihan alanıdır. Darlık, bolluk, sıkıntı, hastalık, çaresizlik, yaşlılık, üzüntü, başarı gibi zıt tarafların aralarında imtihana giriyoruz. Bakalım; Allâh’ a olan yönelişimizde isabetli, istikrarlı ve kararlı mıyız? Allâh evvelden elbette her şeyi bilir. Ama bizi bize şahit tutacak. Eğer Yüce Allâh’ ın samed olduğuna gereği gibi iman edersek, Rabb’imize olan kulluğumuz da kesintisiz, kararlı ve istikrarlı olur. Yok, eğer bunu karıştırır veya unutursak vay halimize! Yöneldiğimiz diğer şeylerle haşrolmaya mahkûm oluruz. Diğer şeylerde yaratılmış, imtihanda olan varlıklardır. Yani onlarda Allâh’ a muhtaçlar. Bu nedenle böyle yanlışlıklara düşmemek için Rabb’inin Samed olduğuna iman et.
O her isminin yanısıra Es – Samed’tir. Hiç kimse O’na denk değildir. O halde hep kendi kendine telkin ver. Tâ ki nefsin buna iyice iknâ olsun. Allâh samed’tir, Allâh samed’tir, Allâh samed’tir…
Parolamız; Yüce Allâh’ ın her isminin yanısıra Es – Samed olduğuna iman ettik. Ve yalnızca O’na yöneliriz.
Lâ Samede İllâ Es – Samed
Varlıklar varolmaya ve devamlılıkları nedeniyle Allâh’ a muhtaç iken, Yüce Allâh onların varlığına ve yaptıklarına muhtaç değildir. Ata, İbnü Abbas’dan şöyle rivayet eylemiştir: “Necran heyeti geldiği zaman biz, Rabb’ini özellikleriyle anlat, “O’ ne şeyden, hangi cevherdendir?” demişlerdi. Resulullah “Rabb’im bir şeyden değildir. O, şeylerin yaratıcısıdır” dedi. Bunun üzerine “Deki: O, Allâh ki bir ve tektir” onlar “O birse, sen de birsin” dediler. Hz. Peygamber “O’nun gibisi yoktur.” Buyurdu. Onlar “Bize başka sıfatlarını da söyle” dediler. Hz. Peygamber “Allâh Samed’tir.” dedi. Onlar “Samed nedir? Dediler. Hz. Peygamber “mahlûkatın bütün ihtiyaçlarında kendisine başvurduğudur.” dedi. Onlar “Daha başka” dediler. Hz. Peygamber (saa); “Meryem gibi doğurmuş değil, İsa gibi doğrulmuş da değil, O’na denk olabilecek biride yoktur” dedi.” (Fahrü’ür-Razi, Age.32, 175)
Yüce Allâh samedtir ki, tüm isimleri eksikliklerden uzak olarak hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor. Örneğin Alîm olma sıfatında Kuddüs tür, Vasî’dir, Ganî’dir, Hâkim’dir, Evvel’dir, Ahîr’dir… Allâh ilimden dolayı hiç kimseye muhtaç değildir. Bilakis insan ilim elde etmek için Yüce Allâh’ a muhtaçtır. İlim elde etmek için Yüce Allâh’ a yönelmek ve O’ndan talep etmek zorundadır. İnsanoğlu O’nun izni olmaksızın asla hiçbir ilmi elde edemez. O neye “Ol” dese o oluverir.
En’âm sûresi /73 «…”Ol” dediği gün o hemen oluverir.»
Yüce Allâh’ ın ilme ihtiyaç duymaması, insanın elde etmesi için Yüce Allâh’ a yönelmesi, Rabb’imizin Âlim oluşunun yanı sıra Sâmed olduğuna işarettir. Yani hiç kimse diyemez “Bana Allâh’ tan başkaları da ilim bahşedebilir.” Eğer böyle bir şey iddia ederse küfre düşmüş olur. Allâh’ tan başkalarını varsaydığı sebepler de nitekim Allâh’ ın hâkimiyetindedir. Yüce Allâh dilerse ilimi bir sebep ile, dilerse sebepsiz verir. Önemli olan, dikkatten kaçmaması gereken nokta Allâh’ ın bahşetmesidir. Gerçekte insan, sebepsiz de olsa, sebep üzerinden de olsa yönelmesi gereken mercînin Allâh olduğunu unutmamasıdır. Burada ilimden yola çıkarak Yüce Allâh’ ın Samed oluşunu izah etmeye çalışırken, bu insanın her ihtiyacı için böyledir. İnsan her ihtiyacı için yönelmesi gereken tek zât Allâh’ tır. O Azîm’dir, Kuddûs’tür, Ganî’dir, Aziz’dir, Halik’tir, Rezzak’tır, Alîm’dir, Rahîm’dir, Vedut’tur…
Bu sıfatta şu üç esas nokta önemlidir.
1. Demek ki Rabb’imiz bizim kendisine yönelmemiz ve güvenmemiz gereken tek zâttır. O’ndan başkalarına yönelmek bu sıfatı diğerlerinde varmış gibi kabul etmektir.
2. Her çeşit ihtiyacı gideren yalnızca Allâh’ u Teâlâ’dır. O’na muhtacız. O halde sorumluluk ve minnettarlık yalnız O’na karşı olmalıdır.
3. İhtiyaçları gideren Yüce Allâh’ ı vekil tutmak. O’na güvenmek ve O’na yaklaşmak sadece ihtiyaçlarımızın giderilmesi için değil, O’nun bu azâmete sahip olduğunun yüreğimizde yer edinmesinden dolayı olmalıdır. Yoksa kâfirlerin hayatı, rızık, ihtiyacı, duyguları, idraki gibi tüm ihtiyaçları Allâh tarafından karşılanmıyor mu? Buna rağmen Yüce Allâh’ a yönelmiyorlar.
Zuhruf sûresi /87 «Andolsun ki, onlara “kendilerini kim yarattı” diye sorsan muhakkak “Allâh’” diyeceklerdir. O halde nasıl (haktan) uzaklaştırılıyorlar?”
İhlâs sûresinde “O, Allâh tektir (Ehâd)” dedikten sonra “Allâh Samed ‘dir” demesi önemli bir şeye dikkat çekiyor. Sizin Samed dediğiniz zât, tek ve bir olan Allâh’ tır. Ve yalnızca kulluk O’na olmalıdır, demektedir. Allâh’ ın samed olduğuna iman eden insan, tüm varlığı ile Allâh’ a yönelmesi ile inandığını ispatlar. Bakınız Yüce Allâh ne dememizi istiyor.
En’âm sûresi /79 «Ben, dosdoğru bir inançla yüzümüzü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben Allâh’ a ortak koşanlardan değilim.»
Her nerede olursanız olun, her daim yüzünüzü O’na çevirin. Çünkü insanların O’na yönelmesi Tevhid’tir. Bu çizgide, bu kararda, bu istikamette ölmek, Tevhid üzere ölmedir. Bu, Yüce Allâh’ ın kendisini tanıttığı gibi inanmak ve O’nun istediği gibi yaşamakla olur. O halde yönelme, sadece ihtiyaçların giderildiği mercî değil, aynı zamanda sevginin, güvenin, iletişimin, itimadın, sadakâtın, umudun odaklandığı mercîdir. Tüm dikkatin yoğunlaştığı ve aklın bağlandığı tek mercîdir. Tüm amaçların bağlandığı tek hedeftir. Bu sebeple her türlü şart, imtihan ve durumlarda , dikkat ve ilginin O’ndan başkasına dağılmadan kilitlenilen tek merciidir.
En’âm sûresi /162 «“De ki: “Benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb’i olan Allâh içindir.”
Yaşarken hayatın ve ölürken ölümün gayesi hep Allâh olmalıdır. Sebepler ve dikkatler hep Allâh’ ta yoğunlaşmalıdır.
En’âm sûresi /153 « İşte benim dosdoğru olan yolum budur. O’na uyun. Değişik yollara uymayın, sonra bu yollar sizi O’nun yolundan ayırır. Olur ki sakınırsınız diye (Allâh) size böyle emretti.»
Örneğin; şifa Allâh’ tandır. Şifa beklentisinin hiçbir vesile ve sebep ile Allâh’ tan başkasına bağlanmamalıdır. Eğer başka sebepleri şifa mercisi olarak tanırsan şirk işlemiş olursun. Yok, eğer her ne sebep olursa olsun güven ve beklentin Allâh’ tan olursa, o halde sen Yüce Allâh’ ın samed’liğine iman etmişsindir. Sözde, Allâh’ ı ihtiyaçları gideren merci olarak görüp, hayat şeklinde ise güven ve itimadı âyetlerden, ilaçlardan, otlardan… Olursa, şirk koşmuş olduğun halde kendini tevhid üzere görerek kandırmış olursun. Aynı şey tüm değerler için geçerlidir. Örneğin sevgiyi ele alalım. Çocuk sevgisi senin Allâh’ a olan yönelişine engel oluyorsa, dikkatini Allâh’ tan, Allâh’ a kulluktan alıp, evlât üzere yoğunlaştırıyorsa, yönelmede sapıtmaya başlamışsın demektir.
Kalem sûresi /14-15 «Mal ve oğullar sahibidir diye. Kendisine âyetlerimiz okunduğunda; “öncekilerin masalları” der.»
Bakara sûresi /165 «İnsanların içinde Allâh’ tan başka ortaklar edinerek, onları Allâh’ ı sever gibi seven kimseler bulunmaktadır…»
Yani hangi sevgi sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu tehlikeli ve yanlış bir sevgidir. Hangi korku sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu şeytani bir tuzaktır. Hangi güven sizi Allâh’ a yönelmekten alıkoyuyorsa bu sizi oyalamaktan başak bir şey değildir. Duygularınız, düşünceleriniz, kabiliyetleriniz, amelleriniz sizi Allâh’ a yakınlaşmakta bir basamak olmuyorsa, aksine aşağıya düşmeye vesile oluyorsa siz kendinize zûlüm ediyorsunuz demektir. İşte insanın yegâne tek mücadelesi şu olmalıdır. Her şey yaşamın bir parçasıdır. Ama gayesi değildir. İnsan ihtiyaçları gaye değil, ihtiyaçların sahibini gaye edinmelidir. Ve insan şu noktada çok dikkatli olmalıdır. Hiçbir şey dikkatini, Allâh’ tan başkasına çekmemelidir. Çünkü mü’min için hiçbir sevgi, hiçbir güven, hiçbir korku, hiçbir bağlılık Allâh’ tan daha fazla hiç kimseye, hiçbir şeye olamaz. O’nun için tüm dikkatler Allâh’ a olmalıdır. Yüce Allâh’ a ait olması gereken dikkat ve ilginin (sevgi, güven, itaat, bağlılık, itimad…) O’ndan başkalarına yönelmesi, insanın imanında problemler oluşmasına neden olur. Oysa sen ihlâs sûresini okuyansın.
«De ki; O, Allâh tektir, samed’tir…»
Tüm soyut, somut, bireysel, toplumsal, canlı, cansız tüm âlemlerin yönelişi bir ve tek olan Allâh’ a olmalıdır. Çünkü O, tüm âlemlerin Rabb’idir. Her âlemin ihtiyaçlarını gideren O’dur. O bütün eksikliklerden uzak olması itibariyle yarattıklarına ihtiyaçları yoktur.
Ankebut sûresi /6 « Kim çabalarsa, ancak kendisi için çabalamış olur. Çünkü Allâh’ ın âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.»
Yüce Allâh her şeyi yaratmışken, yarattığına muhtaç olması zaten çok saçma olur. Tüm eksikliklerden münezzeh olan Allâh eksikliklerle donatılmış varlıklara ihtiyaç duyacak değildir. Bu nedenle insanlarda böyle sapık ve basîtçe düşüncelere dalmamalıdır. Ayrıca her isminin yanısıra Samed olan Allâh’ ı bırakıp, eksikliklerle donatılmış ve yaratılmış varlıklara yönelmesi de ayrı bir sapıklıktır.
Tur sûresi 36-37 «Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar kesin bilgiyle inanmıyorlar. Yoksa Rabb’inin hazineleri onların yanlarında mıdır? Yoksa hâkimiyet sahibi onlar mıdırlar?»
Yüce Rabb’imiz yine bizlere hatırlatıyor.
Bakara sûresi /255 « Allâh, kendisinden başka ilâh olmayan (ilâh)dır. O, sürekli diridir ve yarattıklarını sürekli koruyup gözetendir. O’nu ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katında kendisinin izni olmadan kim şefaat edebilir? O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun ilminden dilediği kadarından fazla bir şey kuşatamazlar. O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Bunları korumak, O’na güç gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.»
Yüce Allâh’ a yöneldiğimizi, O’nun sözlerini dinleyerek gösterebiliriz. Hiç kimse Rabb’inin kurallarını dinlemeden O’na yönelik olduğunu iddia edemez. Hem O’nun bunlara ihtiyacı yoktur. O, Samed’tir. Bunları yapmamız bizim O’na inandığımızın ve yöneldiğimizin göstergesidir. O zaman dünya hayatı bu yönelişin olup olmadığının imtihanıdır. Hiç kimse zannetmesin, bu dünyaya tatil yapmaya gelmişiz. Günü gün yapalım. Her günü öylesine geçirelim. Bu dünya, imtihan alanıdır. Darlık, bolluk, sıkıntı, hastalık, çaresizlik, yaşlılık, üzüntü, başarı gibi zıt tarafların aralarında imtihana giriyoruz. Bakalım; Allâh’ a olan yönelişimizde isabetli, istikrarlı ve kararlı mıyız? Allâh evvelden elbette her şeyi bilir. Ama bizi bize şahit tutacak. Eğer Yüce Allâh’ ın samed olduğuna gereği gibi iman edersek, Rabb’imize olan kulluğumuz da kesintisiz, kararlı ve istikrarlı olur. Yok, eğer bunu karıştırır veya unutursak vay halimize! Yöneldiğimiz diğer şeylerle haşrolmaya mahkûm oluruz. Diğer şeylerde yaratılmış, imtihanda olan varlıklardır. Yani onlarda Allâh’ a muhtaçlar. Bu nedenle böyle yanlışlıklara düşmemek için Rabb’inin Samed olduğuna iman et.
O her isminin yanısıra Es – Samed’tir. Hiç kimse O’na denk değildir. O halde hep kendi kendine telkin ver. Tâ ki nefsin buna iyice iknâ olsun. Allâh samed’tir, Allâh samed’tir, Allâh samed’tir…
Parolamız; Yüce Allâh’ ın her isminin yanısıra Es – Samed olduğuna iman ettik. Ve yalnızca O’na yöneliriz.
Lâ Samede İllâ Es – Samed

EL-EVVEL
Başlangıcı ve O’nun bir öncesi olmayan demektir.
Biz yok iken, bizden önce varolan O’dur. Bizleri yokken yaratması O’nun önceden varolduğunun delilidir. O’nun bizi yaratması O’nun evvel, bizler öldükten sonra diriltip hesaba çekmesi de O’nun Âhir olduğunu gösterir. O sadece bir yönüyle değil, tüm sıfatları ile evvel ve ahirdir. Örneğin O’nun Alîm olması şu ana mahsus değildir. O evvelde de, ahirde de Alîm’dir, Kahhar’dır, Cabbar’dır…
İhlâs sûresi /3 « Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.»
Derken O’nun başlangıcı ve sonu yoktur demektir. O’nun için doğma, büyüme, gelişme, yaşlanma ve ölme gibi evreler geçerli değildir. O’nun tüm sıfatlarında başlangıcı ve sonu yoktur. Evvelende subhandır. Âhiren de subhandır.
Yüce Allâh için zamana göre, mekâna göre de bir durum söz konusu değildir. O, tüm zamanlara ve mekânlara hükmeder.
Bakara sûresi /255 «…O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır.»
O halde, insan Evvel – Âhir olan Allâh’ a bağlanmakla ne isabetli bir karar aldığını, Allâh’ a bağlanmamakla da ne büyük bir hata yaptığını anlamalıdır. Düşün sen yoktun Ama Yüce Allâh Senin babana ve o andaki tüm varlıklara hükmediyordu. Baban yoktu. Babanın babasına da hükmediyordu. Hz. Âdem (as) e kadar gider. Ama Hz. Âdem (as) de yoktu. Ama Hayy ve evveli olan yüce Rabb’imiz hep vardır.
Bakara sûresi /30. âyet-i Kerîm’e de Yüce Allâh Hz. Âdem’den önce meleklere sesleniyor. Melekler de yaratılmış. Demek ki meleklerden önce de Yüce Allâh vardı. Demek ki Allâh hep var. Şimdi soruyorum Yüce Allâh’ tan başka kabul edilen sahte ilahcıklardan hangisi Evvel’dir. Bâki dir. Onlar kendi varlıklarına bile hükmedemezler. Ki onlar da fanî oldular. Asi insanlar bunu hiç hesaba katmadan onlara tabî oldular. İtaat ettiler, onların sunduğu yaşam tarzlarını edindiler.
Kasas sûresi /88 «Ve Allâh ile beraber başka bir ilâha tapma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.»
Oysa Yüce Allâh Evvel’dir. Âhir’dir, Bâki’dir. O, tüm yaratılmışlar için geçerli olan arazlardan münezzehtir. Doğmak (ilk başlangıç) ve ölmek (son) bir arazdır. Yaratılmışlar için geçerlidir. Doğma (varolma) ların ve ölme (yok olma) lerin takdiri Yüce Allâh tarafından verilir. Hiç kimseye “sen doğmak veya ölmek ister misin” diye sorulmaz. Kararı veren irade yalnızca Yüce Allâh’ ındır. Bu karar sadece insanlar için söz konusu değildir. Yer ve göklerle beraber bu ikisinin kapsadığı her şeyin varolması ve yok olması, hep varolan ve sonu olmayan Yüce Allâh’ ın kararıdır.
Bakara sûresi /255 « Allâh kendinden başka ilâh olmayan (ilâh) dır. O, sürekli diridir ve yarattıklarını sürekli koruyup gözetendir. O’nu ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yarde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katında kendisinin izni olmadan kim şefaat edebilir? O, onların önlerindekini de, arkadakilerini de bilir. Onlar, O’ nun ilminden dilediği kadarından fazla bir şeyi kuşatamazlar. O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Bunları korumak O’na güç gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.»
Hiçbir şey yokken var ediliyorsa, bunu var eden vardır, değil mi? Mesele sadece bir şeyin varolması değil, O’nun hayatı, ihtiyaçları, takibi, hesabı, sonu… Bunları takdir edecek olan, hükmün sahibi eksikliklerden uzak, kâmil isimleri olan Allâh’ tır.
İnsan çevresindeki varlıklara baksın ve bunlar üzerinde tefekkür etsin. Toprak bir kuru tarla iken bir süre sonra renkli çiçeklerin, değişik tatlarda meyvelerin, sebzelerin yatağı oluyor. Toprak ne tat, ne de renk fabrikası değil. Ama bu toprağa bir misyon yükleyen kimdir sizce?
En’âm sûresi /99 « Gökten su indiren de O’dur. Onunla her tür bitki bitirdik. Onlardan yeşillikler çıkardık. O yeşilliklerden de birbirinin üstüne yüklenmiş taneler çıkardık. Hurmaların tomurcuklarından birbirlerine yakın salkımlar oluşturduk. Yine kimisi bir birine benzeyen, kimisi de benzemeyen üzümlerden, zeytinlerden ve narlardan bahçeler meydana getirdik. Meyve vermeleri sırasında, bunların meyvelerine ve bu meyvelerin olgunlaşmış hallerine bakın. Şüphesiz bütün bunlarda iman eden bir topluluk için âyetler vardır.»
Önce meyve bahçeleri yoktu. Bunu El – Evvel olan Yüce Allâh var etti.
Yağmur bizim için sıradan gelebilir, bizim pek dikkatimizi çekmeyebilir. Ama kurak ve susuz bir dönem geçirdiğimizde yağmurun ne kadar önemli olduğunu anlarız. Ve Yüce Allâh’ a yönelir, olmayan yağmurun olmasını isteriz.
Şura sûresi /28 « Onlar ümit kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. O, velidir, çokça övülendir.»
Bu birkaç örnek ile şunu anlıyoruz. Her şey yaratılandır ve geçicidir. Fakat her şeyin evvelinde tüm kâmil isimleri ile Yüce Allâh var. Ve O’ndan önce diye bir şey yoktur.
Mûzemmil sûresi /9 «(O) doğunun ve batının Rabb’idir. O’ndan başka ilâh yoktur. O halde sen O’nu vekil tut.»
Parolamız;
Yüce Allâh’ ın tüm isimleri ile beraber El – Evvel olduğuna iman ettik.
Lâ Evvele illâ El – Evvel
Biz yok iken, bizden önce varolan O’dur. Bizleri yokken yaratması O’nun önceden varolduğunun delilidir. O’nun bizi yaratması O’nun evvel, bizler öldükten sonra diriltip hesaba çekmesi de O’nun Âhir olduğunu gösterir. O sadece bir yönüyle değil, tüm sıfatları ile evvel ve ahirdir. Örneğin O’nun Alîm olması şu ana mahsus değildir. O evvelde de, ahirde de Alîm’dir, Kahhar’dır, Cabbar’dır…
İhlâs sûresi /3 « Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.»
Derken O’nun başlangıcı ve sonu yoktur demektir. O’nun için doğma, büyüme, gelişme, yaşlanma ve ölme gibi evreler geçerli değildir. O’nun tüm sıfatlarında başlangıcı ve sonu yoktur. Evvelende subhandır. Âhiren de subhandır.
Yüce Allâh için zamana göre, mekâna göre de bir durum söz konusu değildir. O, tüm zamanlara ve mekânlara hükmeder.
Bakara sûresi /255 «…O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır.»
O halde, insan Evvel – Âhir olan Allâh’ a bağlanmakla ne isabetli bir karar aldığını, Allâh’ a bağlanmamakla da ne büyük bir hata yaptığını anlamalıdır. Düşün sen yoktun Ama Yüce Allâh Senin babana ve o andaki tüm varlıklara hükmediyordu. Baban yoktu. Babanın babasına da hükmediyordu. Hz. Âdem (as) e kadar gider. Ama Hz. Âdem (as) de yoktu. Ama Hayy ve evveli olan yüce Rabb’imiz hep vardır.
Bakara sûresi /30. âyet-i Kerîm’e de Yüce Allâh Hz. Âdem’den önce meleklere sesleniyor. Melekler de yaratılmış. Demek ki meleklerden önce de Yüce Allâh vardı. Demek ki Allâh hep var. Şimdi soruyorum Yüce Allâh’ tan başka kabul edilen sahte ilahcıklardan hangisi Evvel’dir. Bâki dir. Onlar kendi varlıklarına bile hükmedemezler. Ki onlar da fanî oldular. Asi insanlar bunu hiç hesaba katmadan onlara tabî oldular. İtaat ettiler, onların sunduğu yaşam tarzlarını edindiler.
Kasas sûresi /88 «Ve Allâh ile beraber başka bir ilâha tapma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.»
Oysa Yüce Allâh Evvel’dir. Âhir’dir, Bâki’dir. O, tüm yaratılmışlar için geçerli olan arazlardan münezzehtir. Doğmak (ilk başlangıç) ve ölmek (son) bir arazdır. Yaratılmışlar için geçerlidir. Doğma (varolma) ların ve ölme (yok olma) lerin takdiri Yüce Allâh tarafından verilir. Hiç kimseye “sen doğmak veya ölmek ister misin” diye sorulmaz. Kararı veren irade yalnızca Yüce Allâh’ ındır. Bu karar sadece insanlar için söz konusu değildir. Yer ve göklerle beraber bu ikisinin kapsadığı her şeyin varolması ve yok olması, hep varolan ve sonu olmayan Yüce Allâh’ ın kararıdır.
Bakara sûresi /255 « Allâh kendinden başka ilâh olmayan (ilâh) dır. O, sürekli diridir ve yarattıklarını sürekli koruyup gözetendir. O’nu ne bir uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yarde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katında kendisinin izni olmadan kim şefaat edebilir? O, onların önlerindekini de, arkadakilerini de bilir. Onlar, O’ nun ilminden dilediği kadarından fazla bir şeyi kuşatamazlar. O’nun kürsi’si gökleri ve yeri kaplamıştır. Bunları korumak O’na güç gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.»
Hiçbir şey yokken var ediliyorsa, bunu var eden vardır, değil mi? Mesele sadece bir şeyin varolması değil, O’nun hayatı, ihtiyaçları, takibi, hesabı, sonu… Bunları takdir edecek olan, hükmün sahibi eksikliklerden uzak, kâmil isimleri olan Allâh’ tır.
İnsan çevresindeki varlıklara baksın ve bunlar üzerinde tefekkür etsin. Toprak bir kuru tarla iken bir süre sonra renkli çiçeklerin, değişik tatlarda meyvelerin, sebzelerin yatağı oluyor. Toprak ne tat, ne de renk fabrikası değil. Ama bu toprağa bir misyon yükleyen kimdir sizce?
En’âm sûresi /99 « Gökten su indiren de O’dur. Onunla her tür bitki bitirdik. Onlardan yeşillikler çıkardık. O yeşilliklerden de birbirinin üstüne yüklenmiş taneler çıkardık. Hurmaların tomurcuklarından birbirlerine yakın salkımlar oluşturduk. Yine kimisi bir birine benzeyen, kimisi de benzemeyen üzümlerden, zeytinlerden ve narlardan bahçeler meydana getirdik. Meyve vermeleri sırasında, bunların meyvelerine ve bu meyvelerin olgunlaşmış hallerine bakın. Şüphesiz bütün bunlarda iman eden bir topluluk için âyetler vardır.»
Önce meyve bahçeleri yoktu. Bunu El – Evvel olan Yüce Allâh var etti.
Yağmur bizim için sıradan gelebilir, bizim pek dikkatimizi çekmeyebilir. Ama kurak ve susuz bir dönem geçirdiğimizde yağmurun ne kadar önemli olduğunu anlarız. Ve Yüce Allâh’ a yönelir, olmayan yağmurun olmasını isteriz.
Şura sûresi /28 « Onlar ümit kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. O, velidir, çokça övülendir.»
Bu birkaç örnek ile şunu anlıyoruz. Her şey yaratılandır ve geçicidir. Fakat her şeyin evvelinde tüm kâmil isimleri ile Yüce Allâh var. Ve O’ndan önce diye bir şey yoktur.
Mûzemmil sûresi /9 «(O) doğunun ve batının Rabb’idir. O’ndan başka ilâh yoktur. O halde sen O’nu vekil tut.»
Parolamız;
Yüce Allâh’ ın tüm isimleri ile beraber El – Evvel olduğuna iman ettik.
Lâ Evvele illâ El – Evvel

ER- RÂFÎ
Yükselten, yukarıya kaldıran demektir.
Yüce Allâh Er-Râfî’dir. İnsanları bulundukları konum ve şartlardan, dilerse daha yukarılara kaldırır. Örneğin; hastasındır, şifa verir, sağlıklı olursun. Evlâdın yok, lutfeder, evlât sahibi olursun. Fakirsin, rızkını artırır, zengin olursun. Korkularını yenmene yardımcı olabilir, seveceğin bir eşe sahip olabilirsin. İlim öğrenebilirsin. Akrabalarınla aran düzelebilir. Her açıdan olumlu bir değişim olabilir. Bunlara hükmeden, takdir eden yüce Allâh’tır. Bir zamanlar hırsız iken, bugün dürüst ve eli açık bir müslüman olabilir. Bir zamanlar çirkin bir çocuk iken bugün yakışıklı bir delikanlı olabilir. Bunlara izin veren, lutfeden, yönlendiren Allâh’tır. Nasıl ki dünya hayatı iyiye doğru bir değişim oluyorsa, manevi boyutta da olumlu bir değişim olabilir. Boş olan yürek imanla dolabilir. Günahkâr kul, salih amellerle kendini yenileyebilir. Nefretle dolan gönül sevgiye dönüşebilir. Cimri olan bir baba cömert bir baba, zina eden bir adam namuslu bir adam, yalan söyleyen bir kardeş dürüst bir kardeşe dönebilir. Yeterki insan ayağa kalkmayı düşünsün ve Rabb’inden talep etsin. Rabb’inin Er-Râfî olduğuna iman etsin.
Bakınız Yüce Allâh ne buyuruyor:
Furkan sûresi/70 «Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»
Furkan sûresi/71 «Kim tevbe eder ve faydalı bir iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allâh’a döner.»
Yüce Allah, onların bu değişimini yine ayetlerinde anlatıyor..
Furkan sûresi/72-74 «Onlar yalan ve boş sözün yanında bulunmazlar. Boş lafa rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. Ve kendilerine Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. Ve “Rabb’imiz bize gözler sevinci eşler ve çocuklar lutfeyle ve bizi korunanlara önder yap” derler.»
Yüce Allâh onların bu olumlu değişimlerini bakın nasıl takdir ediyor.
Furkan sûresi /75-76 «İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecek ve orada bir sağlık ve selam ile karşılanacaklardır. Orada ebedi kalacaklardır. Ne güzel karargah ve ne güzel makamdır orası.»
İnsan İslam üzerine yaratılmış. (Rum sûresi/30. Ayette bildirildiğine göre)
Yani islamı yaşamaya hazır. Bu bir avantajdır. Bu insan bundan sonra yetiştirme tarzına göre şekillenir. Eğer ailesi ve çevresi İslâm üzerinde ise yavruları da bu şekilde yetişir. Bilinçli bir teslimiyet ise aklı baliğ olunca başlar. İşte insanın aklı erdikten sonraki kimliği, hayatı ve tercih ettiği hedefi önemlidir. Çünkü artık tercih kendisine aittir. Ve bundan sonra inşâ başlar. Eğer bu insan hedef olarak Allâh’a yakınlaşmayı, kimlik olarak müslüman olmayı ve salih amellerle hayatını dolduruyorsa elbette Allâh, onun üzerinde Er-Râfî sıfatının “ ol” emrinin tecellisini gösterir.
Şems sûresi/7-10 «Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğu ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen felâh bulmuş, onu alçaltanda ziyana uğramıştır.»
İnsan doğduğunda “0” (sıfır) üzerindedir. Mertebe olarak nötr durumdadır. Ne günahkârdır, ne de kazanmıştır. Yani insanı, ne geride kalmış, ne de ilerlemiş olarak düşünemeyiz. Mertebe atlanımları, ancak akıl baliğ olduktan sonraki seçimine bağlıdır.
Demek ki İslam bir ata dini değildir. İslam, tercih edildikten sonra, iman üzere yaşamadır. O halde mertebe tercih edildikten sonra başlar. Bu kişi İslam üzere doğar fakat Müslüman olmayı kendisi amaçlar ise, o zaman yüce Allâh onu himayesine alır ve rütbe verir. Kişinin her olumlu düşüncesi, her salih ameli onun kariyerinin yükselmesine sebep olur.
Şûrâ sûresi/23 «İşte, Allâh’ın inanan ve iyi işler yapan kullarını müjdelediği (büyük lütuf) budur. De ki; “Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak (Allâh’a) yaklaşmayı arzu ediyorum” kim bir iyilik işlerse onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allâh bağışlayan, (iyiliğe) karşılık verendir.»
O halde Müslüman, örnek insandır. Yeryüzüne sürekli, kaliteli, kalıcı ve faydalı tohumlar eker. Bunu yaparken Allâh’ın rızasını kazanmak ve O’na hamd etmek için yapar.
Mümtehine sûresi/6 «Andolsun onlarda sizin için, Allâh’ı ve “Son günü” arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse (bilsin ki) Allâh işte, zengin. Övgüye layık olan yalnız O’dur.»
Verilen her nimeti, hedefi yolunda kullanır. Melik olan Allâh’ın kendisine vermiş olduğu tasarruf hakkının –ki bu, Kur’an’da belirtilmiştir- sınırlarını bilir. Bu sınırlar içerisinde amel eder. Kendisine izin verilmeyen alanlarda dolaşmaz. Sınırların ötesine yani ifrat ve tefrite geçmez. Müslüman olmanın onuru içinde Rabb’ini anar.
Âl-i imrân sûresi/191 «Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler; “Rabb’imiz (derler) bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru.»
Allâh için hiçbir bedel ödemekten çekinmezler.
Hucurât sûresi /15 «Mü’minler onlardır ki; Allâh’a ve Resulûne inandılar, sonra şüphe etmediler. Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) doğru olanlar onlardır.»
Allâh’ı yüceltenleri, yüce Allâh’ta onları yükseltir. Allâh için bedel ödemeyi göze alanlara, yüce Allâh’ta nimetlendirir. Allâh’a son derece sadık iken, Allâh onları diğer insanlarla beraber tutar mı? Onlara sıradan davranır mı? Elbette hayır, onlar artık özeldirler. Özel kullara özel muameleler olur. Bu Er-Râfî olan Allâh’ın onlara olan takdiridir. Demek ki insanlar içerisinde inananları, sıradan inananlar arasında da özel mü’minleri Allâh seçer. Peygamber(saa) ve Ehl-i Beyt’ini bu ümmet arasından seçtiği gibi…
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında Er-Râfî olduğuna iman ettik.
Lâ Râfîe illâ Er-Râfî
Yüce Allâh Er-Râfî’dir. İnsanları bulundukları konum ve şartlardan, dilerse daha yukarılara kaldırır. Örneğin; hastasındır, şifa verir, sağlıklı olursun. Evlâdın yok, lutfeder, evlât sahibi olursun. Fakirsin, rızkını artırır, zengin olursun. Korkularını yenmene yardımcı olabilir, seveceğin bir eşe sahip olabilirsin. İlim öğrenebilirsin. Akrabalarınla aran düzelebilir. Her açıdan olumlu bir değişim olabilir. Bunlara hükmeden, takdir eden yüce Allâh’tır. Bir zamanlar hırsız iken, bugün dürüst ve eli açık bir müslüman olabilir. Bir zamanlar çirkin bir çocuk iken bugün yakışıklı bir delikanlı olabilir. Bunlara izin veren, lutfeden, yönlendiren Allâh’tır. Nasıl ki dünya hayatı iyiye doğru bir değişim oluyorsa, manevi boyutta da olumlu bir değişim olabilir. Boş olan yürek imanla dolabilir. Günahkâr kul, salih amellerle kendini yenileyebilir. Nefretle dolan gönül sevgiye dönüşebilir. Cimri olan bir baba cömert bir baba, zina eden bir adam namuslu bir adam, yalan söyleyen bir kardeş dürüst bir kardeşe dönebilir. Yeterki insan ayağa kalkmayı düşünsün ve Rabb’inden talep etsin. Rabb’inin Er-Râfî olduğuna iman etsin.
Bakınız Yüce Allâh ne buyuruyor:
Furkan sûresi/70 «Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»
Furkan sûresi/71 «Kim tevbe eder ve faydalı bir iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allâh’a döner.»
Yüce Allah, onların bu değişimini yine ayetlerinde anlatıyor..
Furkan sûresi/72-74 «Onlar yalan ve boş sözün yanında bulunmazlar. Boş lafa rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. Ve kendilerine Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. Ve “Rabb’imiz bize gözler sevinci eşler ve çocuklar lutfeyle ve bizi korunanlara önder yap” derler.»
Yüce Allâh onların bu olumlu değişimlerini bakın nasıl takdir ediyor.
Furkan sûresi /75-76 «İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecek ve orada bir sağlık ve selam ile karşılanacaklardır. Orada ebedi kalacaklardır. Ne güzel karargah ve ne güzel makamdır orası.»
İnsan İslam üzerine yaratılmış. (Rum sûresi/30. Ayette bildirildiğine göre)
Yani islamı yaşamaya hazır. Bu bir avantajdır. Bu insan bundan sonra yetiştirme tarzına göre şekillenir. Eğer ailesi ve çevresi İslâm üzerinde ise yavruları da bu şekilde yetişir. Bilinçli bir teslimiyet ise aklı baliğ olunca başlar. İşte insanın aklı erdikten sonraki kimliği, hayatı ve tercih ettiği hedefi önemlidir. Çünkü artık tercih kendisine aittir. Ve bundan sonra inşâ başlar. Eğer bu insan hedef olarak Allâh’a yakınlaşmayı, kimlik olarak müslüman olmayı ve salih amellerle hayatını dolduruyorsa elbette Allâh, onun üzerinde Er-Râfî sıfatının “ ol” emrinin tecellisini gösterir.
Şems sûresi/7-10 «Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğu ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen felâh bulmuş, onu alçaltanda ziyana uğramıştır.»
İnsan doğduğunda “0” (sıfır) üzerindedir. Mertebe olarak nötr durumdadır. Ne günahkârdır, ne de kazanmıştır. Yani insanı, ne geride kalmış, ne de ilerlemiş olarak düşünemeyiz. Mertebe atlanımları, ancak akıl baliğ olduktan sonraki seçimine bağlıdır.
Demek ki İslam bir ata dini değildir. İslam, tercih edildikten sonra, iman üzere yaşamadır. O halde mertebe tercih edildikten sonra başlar. Bu kişi İslam üzere doğar fakat Müslüman olmayı kendisi amaçlar ise, o zaman yüce Allâh onu himayesine alır ve rütbe verir. Kişinin her olumlu düşüncesi, her salih ameli onun kariyerinin yükselmesine sebep olur.
Şûrâ sûresi/23 «İşte, Allâh’ın inanan ve iyi işler yapan kullarını müjdelediği (büyük lütuf) budur. De ki; “Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak (Allâh’a) yaklaşmayı arzu ediyorum” kim bir iyilik işlerse onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allâh bağışlayan, (iyiliğe) karşılık verendir.»
O halde Müslüman, örnek insandır. Yeryüzüne sürekli, kaliteli, kalıcı ve faydalı tohumlar eker. Bunu yaparken Allâh’ın rızasını kazanmak ve O’na hamd etmek için yapar.
Mümtehine sûresi/6 «Andolsun onlarda sizin için, Allâh’ı ve “Son günü” arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse (bilsin ki) Allâh işte, zengin. Övgüye layık olan yalnız O’dur.»
Verilen her nimeti, hedefi yolunda kullanır. Melik olan Allâh’ın kendisine vermiş olduğu tasarruf hakkının –ki bu, Kur’an’da belirtilmiştir- sınırlarını bilir. Bu sınırlar içerisinde amel eder. Kendisine izin verilmeyen alanlarda dolaşmaz. Sınırların ötesine yani ifrat ve tefrite geçmez. Müslüman olmanın onuru içinde Rabb’ini anar.
Âl-i imrân sûresi/191 «Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler; “Rabb’imiz (derler) bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru.»
Allâh için hiçbir bedel ödemekten çekinmezler.
Hucurât sûresi /15 «Mü’minler onlardır ki; Allâh’a ve Resulûne inandılar, sonra şüphe etmediler. Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) doğru olanlar onlardır.»
Allâh’ı yüceltenleri, yüce Allâh’ta onları yükseltir. Allâh için bedel ödemeyi göze alanlara, yüce Allâh’ta nimetlendirir. Allâh’a son derece sadık iken, Allâh onları diğer insanlarla beraber tutar mı? Onlara sıradan davranır mı? Elbette hayır, onlar artık özeldirler. Özel kullara özel muameleler olur. Bu Er-Râfî olan Allâh’ın onlara olan takdiridir. Demek ki insanlar içerisinde inananları, sıradan inananlar arasında da özel mü’minleri Allâh seçer. Peygamber(saa) ve Ehl-i Beyt’ini bu ümmet arasından seçtiği gibi…
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında Er-Râfî olduğuna iman ettik.
Lâ Râfîe illâ Er-Râfî

EL-MUİZZ

EL-HÂFİD
Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan, değerini azaltan anlamına gelir.
Vücudunuzun herhangi bir bölgesinde apse gelişti veya alerji oluyorsunuz… Bunları kim yapıyor? Elbette sizin kendi kararınız değildir. Yani siz kendi kendinize “Bu organım ağrısın yada alerji olayım yada gözlerimde renk körlüğü olsun”diye karar almazsınız. O halde sağlığınıza hükmeden, gücü yeten ve aynı zamanda dilediğini takdir eden biri var.
Demek ki Melik olan Allâh dilerse bedeninizdeki bazı kararları geri çekebilir. Yada okula gidiyorsunuz, ne kadar çok okusanız da başarılı olamıyorsunuz. Elbette kavramanızı azaltan Allâh’tır. Yada bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Yolculuğunuzun tamamlanıp tamamlanmayacağına karar veren Allâh’tır. Yüce Allâh bize verdiklerinin tasarrufunu elinde tutan, elbette istediği zaman lütuflarını geri alabilendir.
Allâh, hayatta verdiği her çeşit tasarrufunu geri çekebilir.
Örneğin; bir zamanlar Allâh İsrailoğullarına birçok nimetler ve seçkinlik vermişti.
Bakara sûresi/122 «Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.»
Fakat onlar bu lütufların kıymetini bilmeyince, Rabb’im onları zillete düşürdü. Ve kendi değerlerini, Rabb’imiz ve Rableri olan yüce Allah’ın yanında kaybettiler.
Âl-i İmrân sûresi/21-22 «O, Allâh’ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (var ya) onları acı bir azap ile müjdele. Onların yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa çıkmıştır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.”»
Bakara sûresi/161-162 «Ama âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlar, işte Allâh’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üstünedir. Ebediyen lanet içinde kalırlar. Ne kendilerine azâp hafifletilir, nede onlara fırsat verilir.»
Değeri düşüren Allâh’tır. Fakat Allâh’ın böyle dilemesine sebep olan ise kendileridir. Hafid olan Allâh insana değer verdiği gibi hak etmeyenlerden o değeri alandır da. Yüce Allâh öncelikle insanları değerli olarak yaratmıştır. İslam fıtratı üzere…
Rum sûresi/30 «Sen, yüzünü, Allâh’ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allâh’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki insanları ona göre yaratmıştır…»
Tin sûresi/4 «Biz insanı en güzel biçimde yarattık…»
Sonra insana, bu yapı ve fıtratını koruması için kitaplar ve resuller aracılığıyla ilahi ilkelerini verdi. Bu ilkeler üzerinde yaşayanlara da unvan verdi. Kur’an-ı Kerîm’de bu ünvanlar sık sık geçmektedir. İsterseniz bazılarını sıralayalım.
1.Halife (Önceden açıklamıştık).
En’âm sûresi/165 «Sizi yeryüzünün halifeleri yapan …»
2.Muvahhid (Allâh’ı birleyen).
Al-i İmrân sûresi/67 «İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyandı. Ancak o Hanif (muvahhid) bir müslümandı. Müşriklerden değildi.»
3.Hanif (Allâh’ı birleyen).
Âl-i imrân sûresi/95 «De ki; Allâh doğru söyledi. Öyle ise dosdoğru Hanif (Allâh’ı birleyici) olarak İbrahim dinine uyun…»
4.Müslüman (Allâh’a teslim olan).
Hacc sûresi/78 «… O (Allâh) bundan öncede, bu (Kur’an) da size “Müslümanlar” adını verdi ki, peygamber size şahid olsun, sizde insanlara şahid olasınız…»
5.Mü’min (Emin, güvenilir olan)
Rum sûresi/14 «… O gün müminler sevinirler…»
6.Şahit (Hakikâtın tanığı olan, örnek müslüman)
Hacc sûresi/78 «…Peygamber size şahid olsun, sizde insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allâh’a sarılın. Sahibiniz O’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır. (O) »
7.Mûttâki (Allâh’ın sevgisini kaybetmekten sakınan.)
Bakara sûresi/2 «İşte O kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Muttakiler için yol göstericidir.»
8.Sadıklar (Allâh’a sadık olan)
Ankebut sûresi/3 «And olsun biz, onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allâh sadıkları bilecek, yalancıları bilecektir.»
9.Ahbar (Allâh için kendini ilme adayanlar)
Mâide sûresi/44 «…Kendilerini (Allâh’a) teslim etmiş Rabbaniyunlar ve ahbarlar…»
10.Rabbaniyunlar (Zahidler)
Mâide sûresi/44
11.Rasıunlar(ilimde derinleşenler)
Nisa süresi/ 162 “Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar……..’’
12.Ulu’l elbab (Allâh için aklını kullananlar-aklı selim olanlar)
Zûmer sûresi/18 «Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridir.»
13.Hizbullâh (Allâh’ın taraftarları)
Mâide sûresi/56 «Kim Allâh’ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) Allâh’ın taraftarları (hizbullâh) üstün gelecektir.»
14.Kanitun (Allâh için el-pençe divan duranlar, saygı duyanlar)
Âl-i imrân sûresi/17 «Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranları…»
15.Vasat (Allâh’ın dediği gibi itidalli olanlar)
Bakara sûresi/143 «Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberinde sizin üzerinize şahit olması için vasat bir ümmet kıldık…»
16.Mücahid (Allâh için malıyla ve canıyla çabalayanlar)
Ankebut sûresi/69 «Bizim uğrumuzda cihad edenleri, biz elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allâh iyilik edenlerle beraberdir.»
17.Muhlis (Allâh’a halis olarak iman edenler)
Saffat sûresi/40 «Ancak Allâh’ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna”
18.Muhacir (Allâh için hicret edenler)
Hacc sûresi/58 «Allâh yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölenlere gelince; Allâh onları muhakkak güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allâh rızık verenlerin en hayırlısıdır.»
19.Ensârlar (Allâh yolunda olanlara yardım edenler)
Enfâl sûresi/72 «İman edenler, hicret edenler, Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve onları barındırıp kendilerine yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar…»
20.Muhsinler (Allâh’ı görüyormuş gibi yakinen iman edenler).
Lokman sûresi/2-3 «Bunlar, hikmetli Kitab’ın âyetleridir. Muhsinlere bir rahmet ve yol gösterici olarak (indirilmiştir).»
21.İnsan (Fıtratını koruyabilenlere denir)
İnsan sûresi/2 «Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan etmekteyiz…»
Bu sayabildiğimiz ve kısaca açıklama yaptığımız bu unvanlar Allâh tarafından kendisine tabî olanlara layık görülmüştür. Fakat insanoğlu Allah’a ve Resul’üne olan biatını bozunca, yüce Allâh’ta onlara verdiği unvanları geri alır, onları makamlarından aşağı seviyelere indirir. Ve onlara aşağı düşenlere layık oldukları isimler ile sıfatlandırır.
İşte bu isimlerden bazıları:
1.Kâfir (Allâh’ı ve işaret ettiklerini inkar eden, gerçeği örtenler, gizleyenler.)
Bakara sûresi/39 «Ama inkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar ateşe atılacak olanlardır. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.»
2.Fasık (İnandığını söyleyip te amel etmeyenler)
Mâide sûresi/47 «…Kim Allâh’ın indirdiği ile hükmetmezse işte, onlar yoldan çıkmışlardır.»
3.Münafık (İnanmadığı halde bazı ibadetleri yapanlar).
Tevbe sûresi/73 «Ey peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran, onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir o!»
4.Hizbuşeytan (Şeytanın taraftarları)
Mücadele sûresi/19 «Şeytan onları sarıp kuşatmıştır. Böylelikle onlara Allâh’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar Hizbuşşeytandır…»
5.Yalancılar
Rahman sûresi/16 «Şimdi Rabb’inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.»
6.Zalimler (Hakikatı yerinden oynatarak haksızlık yapanlar)
Bakara suresi/270 «…Zalimlerin yardımcısı yoktur.»
7.Süfehâü (Yüzeysel düşünen, hafif akıllılar)
Bakara sûresi/13 «…İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler.»
8.Canlıların en kötüsü
Enfâl sûresi/22 «Allâh katında canlıların en kötüsü bir şeye akıl erdiremeyen, sağır ve dilsizlerdir.»
Sağır ve dilsiz; mecazi olarak kullanılmıştır. Hakkı duymayan ve konuşmayanları, sağır ve dilsiz olarak nitelendirmiştir.
9.Hayvan (Fıtratını bozmuş, başka canlılara benzeyen)
A’râf sûresi/179 «Cehennem için de insanlardan ve cinlerden pek çok kimse yarattık ki, onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler ve kulakları vardır onlarla duymazlar. Bunlar hayvan gibi, hatta daha aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerdir.»
10.Müşrik (Şirk koşanlara denir)
A’râf sûresi/191 «Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allâh’a) ortak mı koşuyorlar.»
11.Tağut
Bakara sûresi/257 «…Kafirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.»
Bunun gibi onuru ve izzeti elinden alınmış, nimetlerin arkası gelmeyen, ebter, artık Allâh’ın rahmet ve sevgisini kaybetmiş durumuna düşerler (Allâh muhafaza etsin cümlemizi). Bu yüzden insan, hedefinden saparsa, ilkeleri üzerinde yaşamazsa, aynı değerde kalabileceğine inanmasın. Her ne kadar beden aynı olsa da onların ruhları dejenere olmuş, fıtratı bozulmuştur. Bir insan kabullendiği ve kabullendirdiği unvanıyla bilinir. Sen bu unvanlardan hangisiyle varsın. Her insan Allâh’ın yanında, hangi unvanda olduğunu düşünmelidir. Allâh’ın yanındaki değerin nedir? Eğer Allâh’ı ikna etmişsen o unvan senindir. Yoksa insan, Allâh’a teslim olmuyorsa kendini Müslüman, Allâh’tan sakınmıyorsa kendini müttaki, Allâh’ın ilkelerini yaşamıyorsa kendini örnek insan göremez. Allâh’u Teâla sana izzeti mi, zilleti mi layık görüyor. Bunu düşün.
İnsan kendini Rabb’inden ayırıyorsa, başka taraflara kayıyorsa, o zaman Rabb’in, seni verdiği seviyeden aşağı düşürür. Sana verilen unvanlar elinden alınır. Ve artık Yüce Allâh, senin dostun ve yardımcın değildir. İlâhi rahmet kesilir. Kalp gözlerin kapanır. Aydınlık oda yerini karanlığa bırakır. Kalpler kaskatı olur.
Bugün Allâh’a tutunmayan, O’nun ilkelerine duyarsız davranan, inandığını söyleyip amel etmekten gafil olanlar, maalesef bu karanlığa gömülmüşlerdir. Buna binaen din, can, mal, nesil ve akıl emniyetinin bozulması Allâh’a olan ihanetin bir tokadı değil midir? Hangi kesime bakarsanız bakın, orada huzur ve adalet kalmamıştır. Yerinde fesat ve hile kokuyor. Onur, güzel ahlak ve ilimden eser kalmamıştır. Sevgi, güven ve sadakat söz konusu bile değildir. Cesaret korkaklığa, ilim cehalete, adalet zulme, dürüstlük riyakârlığa, merhamet gaddarlığa, cömertlik cimriliğe dönüşmüştür. Âlenen her türlü haksızlık yapılıyor. Ve bu gâyet meşru görülüyor. İnsan için bedeni istek ve ihtiyaçlar ön plana çıkmış ve bunu karşılamak için her türlü yol mubah görülmüş. Velhasıl bu gittikçe devleşen bir hastalık. Bizler bu halde iken, Allâh elbette değerlerimizi düşürür. İnsanlar Allâh’a duyarsız iken, Allâh ne diye onlara duyarlı olsun. Ahsen-i Takvim üzere seni değerli yaratan Allâh’a kulluk edeceğin yerde asî olursan, elbette ki Allâh’ta seni esfeli-safiline düşürür.
Şems sûresi/7-10 «Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene and olsun ki; nefsini temizleyen felâh bulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır.»
Yani kendi yaptıklarını boynuna doluyorsun. Doğru olanı tercih etmişsen ne mutlu sana ,yok yanlış olanı tercih etmişsen biran önce Yüce Rabb’inden özür dile. İstersen tevbe eder, kendini düzeltebilirsin. Böylece düştüğün yerden yine ayağa kalkmayı başarabilirsin.
Bakara sûresi/160 «Ancak tevbe edip (durumlarını) düzeltenler, (gerçeği) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. çünkü ben tevbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim.»
Biz Yüce Allâh’ın Hafîd sıfatından anlıyoruz ki, gelişi güzel yaşamak, bizden çok şeyi alıp götürüyor. Bu şekilde hiçbir şey olmuyormuş gibi duramayız. İnsanlar günahlara gömülürken Yüce Allâh’ın Hasîb, Kahhar, Cabbar, Melik, Kabîd, Hafîd, Mûzil, Müheymin, Şahit olduğunu unutmamaları gerekir. Hafîd sıfatının yanında diğer sıfatları da düşünmelidirler. Bu yüzden insan, kendi düşüşüne sessiz kalmamalıdır. Bu düşüşün önüne sed çekmelidir. Aksi takdirde bu düşüş üzere ölebilir ve Yüce Allâh’a bu hal üzere dönüş yapabilir. (Allâh muhafaza etsin) Peki ne yapmalı?
En önemlisi, hayatı ciddiye almalıdır. Bu hayat kendisine bir kereye mahsus verilmiş. Bir daha, dünyaya gelmeyecek. Bu yüzden çıkmak istediği mertebeyi düşünmelidir. Allâh katında nasıl tanınmak, ne unvan almak istiyor. O gün hangi isim, unvan ve derecede çağrılmak ister. Bunu düşünmeli?! Başarı oranın, barajı aşacak mı? Yeryüzündeki ödevler ve görevler yapıldı mı? Temiz yaratılan nefsin Rabb’ine geri dönerken temiz olacak mı? Mazeretlerin geçerli olacak mı? Yeryüzünde iyi mi, kötü mü çığırlar açtın? Neyin örneği, önderi oldun? Hakkın mı, haksızlığın mı? Hayat hikayen dinlenmeye değer olacak mı? Bunları sor kendine, cevaplarını bul. Sen neye layıksan, Rabb’in sana onu takdir edecektir. Hiç kimse sanmasın. Dünyada iken sorumsuzların cennete, duyarlıların da cehenneme gideceğini. Allâh’u Teâla kendi taraftarlarına, değer verdiklerine cenneti, diğer taraflarda kalanlara, değer vermediklerine de cehennemi layık görecektir. Allâh vaadini yerine getirendir.
Rum sûresi/6-7 «(Bu) Allâh’ın va’didir. Allâh va’dinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler. Âhiretten ise onlar tamamen gafildirler.»
İnsanların gözünde ne durumda oluşun önemli değil, önemli olan Rabb’inin gözünde ne durumda duruşundur. Bu yüzden hayatının her anında Rabb’inin sana şahit olduğunu unutma.
Parolamız; Yüce Allâh’ın, her sıfatının yanında El-Hâfid olduğuna iman ettik.
Lâ Hafide illâ El-Hafid.
Vücudunuzun herhangi bir bölgesinde apse gelişti veya alerji oluyorsunuz… Bunları kim yapıyor? Elbette sizin kendi kararınız değildir. Yani siz kendi kendinize “Bu organım ağrısın yada alerji olayım yada gözlerimde renk körlüğü olsun”diye karar almazsınız. O halde sağlığınıza hükmeden, gücü yeten ve aynı zamanda dilediğini takdir eden biri var.
Demek ki Melik olan Allâh dilerse bedeninizdeki bazı kararları geri çekebilir. Yada okula gidiyorsunuz, ne kadar çok okusanız da başarılı olamıyorsunuz. Elbette kavramanızı azaltan Allâh’tır. Yada bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Yolculuğunuzun tamamlanıp tamamlanmayacağına karar veren Allâh’tır. Yüce Allâh bize verdiklerinin tasarrufunu elinde tutan, elbette istediği zaman lütuflarını geri alabilendir.
Allâh, hayatta verdiği her çeşit tasarrufunu geri çekebilir.
Örneğin; bir zamanlar Allâh İsrailoğullarına birçok nimetler ve seçkinlik vermişti.
Bakara sûresi/122 «Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.»
Fakat onlar bu lütufların kıymetini bilmeyince, Rabb’im onları zillete düşürdü. Ve kendi değerlerini, Rabb’imiz ve Rableri olan yüce Allah’ın yanında kaybettiler.
Âl-i İmrân sûresi/21-22 «O, Allâh’ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (var ya) onları acı bir azap ile müjdele. Onların yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa çıkmıştır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.”»
Bakara sûresi/161-162 «Ama âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlar, işte Allâh’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üstünedir. Ebediyen lanet içinde kalırlar. Ne kendilerine azâp hafifletilir, nede onlara fırsat verilir.»
Değeri düşüren Allâh’tır. Fakat Allâh’ın böyle dilemesine sebep olan ise kendileridir. Hafid olan Allâh insana değer verdiği gibi hak etmeyenlerden o değeri alandır da. Yüce Allâh öncelikle insanları değerli olarak yaratmıştır. İslam fıtratı üzere…
Rum sûresi/30 «Sen, yüzünü, Allâh’ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allâh’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki insanları ona göre yaratmıştır…»
Tin sûresi/4 «Biz insanı en güzel biçimde yarattık…»
Sonra insana, bu yapı ve fıtratını koruması için kitaplar ve resuller aracılığıyla ilahi ilkelerini verdi. Bu ilkeler üzerinde yaşayanlara da unvan verdi. Kur’an-ı Kerîm’de bu ünvanlar sık sık geçmektedir. İsterseniz bazılarını sıralayalım.
1.Halife (Önceden açıklamıştık).
En’âm sûresi/165 «Sizi yeryüzünün halifeleri yapan …»
2.Muvahhid (Allâh’ı birleyen).
Al-i İmrân sûresi/67 «İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyandı. Ancak o Hanif (muvahhid) bir müslümandı. Müşriklerden değildi.»
3.Hanif (Allâh’ı birleyen).
Âl-i imrân sûresi/95 «De ki; Allâh doğru söyledi. Öyle ise dosdoğru Hanif (Allâh’ı birleyici) olarak İbrahim dinine uyun…»
4.Müslüman (Allâh’a teslim olan).
Hacc sûresi/78 «… O (Allâh) bundan öncede, bu (Kur’an) da size “Müslümanlar” adını verdi ki, peygamber size şahid olsun, sizde insanlara şahid olasınız…»
5.Mü’min (Emin, güvenilir olan)
Rum sûresi/14 «… O gün müminler sevinirler…»
6.Şahit (Hakikâtın tanığı olan, örnek müslüman)
Hacc sûresi/78 «…Peygamber size şahid olsun, sizde insanlara şahit olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allâh’a sarılın. Sahibiniz O’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır. (O) »
7.Mûttâki (Allâh’ın sevgisini kaybetmekten sakınan.)
Bakara sûresi/2 «İşte O kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Muttakiler için yol göstericidir.»
8.Sadıklar (Allâh’a sadık olan)
Ankebut sûresi/3 «And olsun biz, onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allâh sadıkları bilecek, yalancıları bilecektir.»
9.Ahbar (Allâh için kendini ilme adayanlar)
Mâide sûresi/44 «…Kendilerini (Allâh’a) teslim etmiş Rabbaniyunlar ve ahbarlar…»
10.Rabbaniyunlar (Zahidler)
Mâide sûresi/44
11.Rasıunlar(ilimde derinleşenler)
Nisa süresi/ 162 “Ancak onlardan ilimde derinleşenler ile mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar……..’’
12.Ulu’l elbab (Allâh için aklını kullananlar-aklı selim olanlar)
Zûmer sûresi/18 «Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridir.»
13.Hizbullâh (Allâh’ın taraftarları)
Mâide sûresi/56 «Kim Allâh’ı, peygamberini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) Allâh’ın taraftarları (hizbullâh) üstün gelecektir.»
14.Kanitun (Allâh için el-pençe divan duranlar, saygı duyanlar)
Âl-i imrân sûresi/17 «Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranları…»
15.Vasat (Allâh’ın dediği gibi itidalli olanlar)
Bakara sûresi/143 «Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberinde sizin üzerinize şahit olması için vasat bir ümmet kıldık…»
16.Mücahid (Allâh için malıyla ve canıyla çabalayanlar)
Ankebut sûresi/69 «Bizim uğrumuzda cihad edenleri, biz elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allâh iyilik edenlerle beraberdir.»
17.Muhlis (Allâh’a halis olarak iman edenler)
Saffat sûresi/40 «Ancak Allâh’ın ihlasa erdirilmiş kulları müstesna”
18.Muhacir (Allâh için hicret edenler)
Hacc sûresi/58 «Allâh yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölenlere gelince; Allâh onları muhakkak güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allâh rızık verenlerin en hayırlısıdır.»
19.Ensârlar (Allâh yolunda olanlara yardım edenler)
Enfâl sûresi/72 «İman edenler, hicret edenler, Allâh yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve onları barındırıp kendilerine yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar…»
20.Muhsinler (Allâh’ı görüyormuş gibi yakinen iman edenler).
Lokman sûresi/2-3 «Bunlar, hikmetli Kitab’ın âyetleridir. Muhsinlere bir rahmet ve yol gösterici olarak (indirilmiştir).»
21.İnsan (Fıtratını koruyabilenlere denir)
İnsan sûresi/2 «Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan etmekteyiz…»
Bu sayabildiğimiz ve kısaca açıklama yaptığımız bu unvanlar Allâh tarafından kendisine tabî olanlara layık görülmüştür. Fakat insanoğlu Allah’a ve Resul’üne olan biatını bozunca, yüce Allâh’ta onlara verdiği unvanları geri alır, onları makamlarından aşağı seviyelere indirir. Ve onlara aşağı düşenlere layık oldukları isimler ile sıfatlandırır.
İşte bu isimlerden bazıları:
1.Kâfir (Allâh’ı ve işaret ettiklerini inkar eden, gerçeği örtenler, gizleyenler.)
Bakara sûresi/39 «Ama inkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar ateşe atılacak olanlardır. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.»
2.Fasık (İnandığını söyleyip te amel etmeyenler)
Mâide sûresi/47 «…Kim Allâh’ın indirdiği ile hükmetmezse işte, onlar yoldan çıkmışlardır.»
3.Münafık (İnanmadığı halde bazı ibadetleri yapanlar).
Tevbe sûresi/73 «Ey peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran, onların varacakları yer cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir o!»
4.Hizbuşeytan (Şeytanın taraftarları)
Mücadele sûresi/19 «Şeytan onları sarıp kuşatmıştır. Böylelikle onlara Allâh’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar Hizbuşşeytandır…»
5.Yalancılar
Rahman sûresi/16 «Şimdi Rabb’inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.»
6.Zalimler (Hakikatı yerinden oynatarak haksızlık yapanlar)
Bakara suresi/270 «…Zalimlerin yardımcısı yoktur.»
7.Süfehâü (Yüzeysel düşünen, hafif akıllılar)
Bakara sûresi/13 «…İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler.»
8.Canlıların en kötüsü
Enfâl sûresi/22 «Allâh katında canlıların en kötüsü bir şeye akıl erdiremeyen, sağır ve dilsizlerdir.»
Sağır ve dilsiz; mecazi olarak kullanılmıştır. Hakkı duymayan ve konuşmayanları, sağır ve dilsiz olarak nitelendirmiştir.
9.Hayvan (Fıtratını bozmuş, başka canlılara benzeyen)
A’râf sûresi/179 «Cehennem için de insanlardan ve cinlerden pek çok kimse yarattık ki, onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler ve kulakları vardır onlarla duymazlar. Bunlar hayvan gibi, hatta daha aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerdir.»
10.Müşrik (Şirk koşanlara denir)
A’râf sûresi/191 «Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allâh’a) ortak mı koşuyorlar.»
11.Tağut
Bakara sûresi/257 «…Kafirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.»
Bunun gibi onuru ve izzeti elinden alınmış, nimetlerin arkası gelmeyen, ebter, artık Allâh’ın rahmet ve sevgisini kaybetmiş durumuna düşerler (Allâh muhafaza etsin cümlemizi). Bu yüzden insan, hedefinden saparsa, ilkeleri üzerinde yaşamazsa, aynı değerde kalabileceğine inanmasın. Her ne kadar beden aynı olsa da onların ruhları dejenere olmuş, fıtratı bozulmuştur. Bir insan kabullendiği ve kabullendirdiği unvanıyla bilinir. Sen bu unvanlardan hangisiyle varsın. Her insan Allâh’ın yanında, hangi unvanda olduğunu düşünmelidir. Allâh’ın yanındaki değerin nedir? Eğer Allâh’ı ikna etmişsen o unvan senindir. Yoksa insan, Allâh’a teslim olmuyorsa kendini Müslüman, Allâh’tan sakınmıyorsa kendini müttaki, Allâh’ın ilkelerini yaşamıyorsa kendini örnek insan göremez. Allâh’u Teâla sana izzeti mi, zilleti mi layık görüyor. Bunu düşün.
İnsan kendini Rabb’inden ayırıyorsa, başka taraflara kayıyorsa, o zaman Rabb’in, seni verdiği seviyeden aşağı düşürür. Sana verilen unvanlar elinden alınır. Ve artık Yüce Allâh, senin dostun ve yardımcın değildir. İlâhi rahmet kesilir. Kalp gözlerin kapanır. Aydınlık oda yerini karanlığa bırakır. Kalpler kaskatı olur.
Bugün Allâh’a tutunmayan, O’nun ilkelerine duyarsız davranan, inandığını söyleyip amel etmekten gafil olanlar, maalesef bu karanlığa gömülmüşlerdir. Buna binaen din, can, mal, nesil ve akıl emniyetinin bozulması Allâh’a olan ihanetin bir tokadı değil midir? Hangi kesime bakarsanız bakın, orada huzur ve adalet kalmamıştır. Yerinde fesat ve hile kokuyor. Onur, güzel ahlak ve ilimden eser kalmamıştır. Sevgi, güven ve sadakat söz konusu bile değildir. Cesaret korkaklığa, ilim cehalete, adalet zulme, dürüstlük riyakârlığa, merhamet gaddarlığa, cömertlik cimriliğe dönüşmüştür. Âlenen her türlü haksızlık yapılıyor. Ve bu gâyet meşru görülüyor. İnsan için bedeni istek ve ihtiyaçlar ön plana çıkmış ve bunu karşılamak için her türlü yol mubah görülmüş. Velhasıl bu gittikçe devleşen bir hastalık. Bizler bu halde iken, Allâh elbette değerlerimizi düşürür. İnsanlar Allâh’a duyarsız iken, Allâh ne diye onlara duyarlı olsun. Ahsen-i Takvim üzere seni değerli yaratan Allâh’a kulluk edeceğin yerde asî olursan, elbette ki Allâh’ta seni esfeli-safiline düşürür.
Şems sûresi/7-10 «Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene and olsun ki; nefsini temizleyen felâh bulmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır.»
Yani kendi yaptıklarını boynuna doluyorsun. Doğru olanı tercih etmişsen ne mutlu sana ,yok yanlış olanı tercih etmişsen biran önce Yüce Rabb’inden özür dile. İstersen tevbe eder, kendini düzeltebilirsin. Böylece düştüğün yerden yine ayağa kalkmayı başarabilirsin.
Bakara sûresi/160 «Ancak tevbe edip (durumlarını) düzeltenler, (gerçeği) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. çünkü ben tevbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim.»
Biz Yüce Allâh’ın Hafîd sıfatından anlıyoruz ki, gelişi güzel yaşamak, bizden çok şeyi alıp götürüyor. Bu şekilde hiçbir şey olmuyormuş gibi duramayız. İnsanlar günahlara gömülürken Yüce Allâh’ın Hasîb, Kahhar, Cabbar, Melik, Kabîd, Hafîd, Mûzil, Müheymin, Şahit olduğunu unutmamaları gerekir. Hafîd sıfatının yanında diğer sıfatları da düşünmelidirler. Bu yüzden insan, kendi düşüşüne sessiz kalmamalıdır. Bu düşüşün önüne sed çekmelidir. Aksi takdirde bu düşüş üzere ölebilir ve Yüce Allâh’a bu hal üzere dönüş yapabilir. (Allâh muhafaza etsin) Peki ne yapmalı?
En önemlisi, hayatı ciddiye almalıdır. Bu hayat kendisine bir kereye mahsus verilmiş. Bir daha, dünyaya gelmeyecek. Bu yüzden çıkmak istediği mertebeyi düşünmelidir. Allâh katında nasıl tanınmak, ne unvan almak istiyor. O gün hangi isim, unvan ve derecede çağrılmak ister. Bunu düşünmeli?! Başarı oranın, barajı aşacak mı? Yeryüzündeki ödevler ve görevler yapıldı mı? Temiz yaratılan nefsin Rabb’ine geri dönerken temiz olacak mı? Mazeretlerin geçerli olacak mı? Yeryüzünde iyi mi, kötü mü çığırlar açtın? Neyin örneği, önderi oldun? Hakkın mı, haksızlığın mı? Hayat hikayen dinlenmeye değer olacak mı? Bunları sor kendine, cevaplarını bul. Sen neye layıksan, Rabb’in sana onu takdir edecektir. Hiç kimse sanmasın. Dünyada iken sorumsuzların cennete, duyarlıların da cehenneme gideceğini. Allâh’u Teâla kendi taraftarlarına, değer verdiklerine cenneti, diğer taraflarda kalanlara, değer vermediklerine de cehennemi layık görecektir. Allâh vaadini yerine getirendir.
Rum sûresi/6-7 «(Bu) Allâh’ın va’didir. Allâh va’dinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler. Âhiretten ise onlar tamamen gafildirler.»
İnsanların gözünde ne durumda oluşun önemli değil, önemli olan Rabb’inin gözünde ne durumda duruşundur. Bu yüzden hayatının her anında Rabb’inin sana şahit olduğunu unutma.
Parolamız; Yüce Allâh’ın, her sıfatının yanında El-Hâfid olduğuna iman ettik.
Lâ Hafide illâ El-Hafid.

El-BÂSIT
EL-BÂSIT
Yayan, açan, genişleten, bolluk veren demektir.
Düşünün ki herkesin malı, işi, eşi, çocukları, yetenekleri, aklı, ilmi vs. aynı ve eşit olsun. Bu durumda dünya hayatının, mücadelenin, çırpınmanın, yarışmanın ne anlamı olurdu? Oysa Allâh herkese farklı farklı taksimat yapmıştır.
Zuhruf suresi/32 “Rabb’ini rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri diğerine iş gördürebilsin. Rabb’inin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.”
Demek oluyor ki farklılık bir hikmete dayanıyor. Allâh herkesi farklı var ederken, her insanı kendi şartları içerisinde imtihana sokuyor. Bu şartlar zor zamanlar da olabilir; rahat zamanlarda olabilir. Her iki duruma hükmeden Allâh’tır. Önemli olan her iki durumda da hedefi unutmamak, imtihanı başarılı olarak geçirmek. El-Kabîd sıfatı anlatırken kişinin zor zamanlarda Allâh’ı unutmaması, ancak Rabb’ine dayanırsa bu engelleri aşabileceğine inanması gerektiği anlatıldı.
El-Bâsıt sıfatına iman eden kişinin bol zamanlar da Allâh’ı unutmaması, şımarmaması ve verilen nimetleri Allâh’a hizmet amacıyla kullanması gerekir.
Zenginlik, ilim, mevki, çocuk, ev, eş, sağlık gibi nimetler Allâh yolunda olmayacaksa, bunların sahibi olmanın ne avantajı olabilir! Zengin olan fakir olana göre daha çok hizmet edecek. Aksi takdirde nimetler Allâh yolunda kullanılmayacaksa, Allâh’ın yanında zengin ile fakir arasında, sağlıklı ile fakir arasında ne fark var? Belki hasta olanın, fakir olanın Allâh’a bir mazereti olacak, fakat zengin veya sağlıklı olanın bir mazereti de olmayacak.
Yüce Allâh bazı insanlara mal genişliği, bazılarına yetenek, bazılarına akıl, bazılarına evlat vs. veriyor. Daha da ayrıntılara girersek karı- kocanın birbirilerine gönüllerinin açık olması, Anne-baba ve evlat arasındaki bağlılık, insanlar arasında kaynaşma olması, sevginin, güvenin, merhametin yayılması, ilimi kavrama, ömrünün uzun olması, sağlığının devamlılığı, susuzluğun giderilmesi, sıkıntının çözülmesi, büyüme ve gelişmenin devamlılığı, bitki ve hayvanlardan ihtiyaçlarının giderilmesi, denizlerden yararlanılması, kazalardan kurtulma, işlerin yolunda gitmesi, psikolojik sağlığın yerinde olması, olumlu düşünme, ailemizin korunması, ev, araba, işyeri sahibi olmanın hepsi Yüce Allâh’ın El- Bâsıt olmasının tecellileridir. Her insan değişik boyutlardan bu genişlikten yararlanıyor. İster bedeni ihtiyaçlar olsun, ister ruhi ihtiyaçlar olsun. Her insan bu nimetlerden yararlandıktan sonra farklı bir davranış gösterir. Allâh’a iman edenlerin hepsi yalnızca iki davranışa geçerler. Rabb’lerine hamd ederler. Hedefi olanlar bu dünyada en çok istedikleri kalplerinin zengin olması, dolayısıyla ayaklarının İslam üzerinde sabit durmasıdır. El-Bâsıt olan Allâh’tan en çok kalplerimizin açık olmasını istemeliyiz.
En’âm suresi/ 125 “Allâh kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allâh, inanmayanların üzerine işte böyle pislik (sıkıntı)çökertir.”
Bu nedenle Yüce Allâh’ın göğsümüzü açması, gönül zenginliği vermesi için, El-Bâsıt olan Allâh’ın nazarını üzerimize çekmeliyiz. Bu nasıl olacak? Elbette Yüce Allâh’ın hatırını unutmayarak, dediklerine dikkat ederek ve yüzümüzü en samimi duygularla Allâh’a dönerek olur. Aksi takdirde Yüce Allâh’ın takdir ve nazarını kazanmadıktan sonra dünya nimetleri açısından zengin olmuşuz neye yarar.
Enfâl suresi/ 28 “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihandır. Allâh’a gelince mükafat O’nun yanındadır.”
Dünya hayatı deyince, bu dünya hayatının tüm içerdikleridir. Örneğin; evlat. Bu dünyaya ait bir olay. Âhiret hayatında üreme yok yada doktorsunuz, bu dünya ile ilgili, yoksa âhirette doktorluğunuz geçersizdir. Çünkü orada hastalık söz konusu değil. Yada tarlanız var, ekiyor, biçiyorsunuz. Ama öbür dünyada iş kaygısı, aç kalma endişesi yok.
Bu dünyada verilen nimetler çocuk, mal, ev, mevki, iş, tarla, dükkân, araba vs. vardır. Fakat bu verilen nimetler hangi amaç uğruna tüketiliyor, niçin? Hâlbuki Allâh bize bir unvan vermiş. “Yeryüzünün halifeleri”.
En’âm suresi/165 “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kimimizi kimimizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabb’in cezası çabuk olandır ve O bağışlayan, esirgeyendir.”
Halife yeryüzünün efendisidir. Onlar dünya nimetlerini hedefe varmak için kullanır. Kulluğunu en güzel şekilde yapmak için çırpınır. Her aracı binek olarak görür. Tabî, bu inananların mücadelesidir.
İnanmayanların, Rabb’ine teslim olmayanların hedefleri çoktur ve farklıdır. Bu yüzden şirk içerisinde yüzerler. Onlardaki en belirgin ortak karakterlerde dünya buyruğuna girmeleridir. Tüm gayeleri, çırpınmaları dünya hayatındaki araçlardır. Onlar dünyaya bineceklerine, dünya onlara binmiştir. Hâlbuki bunların hepsi geçici olan araçlardır.
Kehf suresi/46 “Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rabb’inin katında, sevapça da daha hayırlıdır.”
Eğer dünya hayatının nimetlerinin bir ehemmiyeti olsaydı, Rabb’imiz onları kâfirlere vermezdi.
Maide suresi/36 “O inkâr edenler var ya, eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onun bir misli daha kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için (bunları)fidye verseler, kendilerinden kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.”
A’râf suresi/51 “Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı, kendilerini aldattı. Onlar bugünleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi bile bile nasıl inkar ediyorlar idilerse, bizde bugün onları öyle unuturuz!”
O halde nimetleri bolca veren Allâh ‘tan bizlere güçlü bir irade ve kararlı bir kalple iman etmeyi ve salih ameller işlemeyi nasîp etmesini dileyelim. Eğer gerçekten iman ve salih amelleri artırma açısından dünya nimetlerini araç olarak kullanacaksak, dünya nimetlerini üzerine arttırmasını da isteyelim. Aksi takdirde imana faydası olmayan dünya nimetlerinin ne önemi olabilir…
Düşünün! Siz Allâh’tan evlat istiyorsunuz. Allâh’ta veriyor. Çocuk ta dünyaya gelirken anne-baba birçok sıkıntılardan geçiyor. Baba çocuğun ihtiyaçları ile çırpınırken, anne çocuğun bakım ve eğitimi için uykusuz kalıyor, zaman zaman aç, susuz kalıyor, yoruluyor, sürekli endişe taşıyor. Velhasıl yıllarca süren bir zahmet. Sonunda çocuğunuz bir yetişkin oluyor. Ama bu yetişkin bir kâfir. Yıllarca harcadığınız emekler bir kâfir yetişsin diye mi oldu? Ne dünya hayatına bir hayır, ne da âhiret hayatına. Aksine dünyada yük, âhirette de aleyhine şahit oldu. Bu durumda evlat sahibi olmanın ne kıymeti kaldı. Yüce Allâh lütfetti sana. Uzun bir hayat verdi.80-90 veya 100 yıl yaşadın. Hedefin Allâh olmadıktan sonra yaşamanın ne değeri var! Bunun gibi bize verileni ne yolda tüketiyoruz? Ayrıca nimetleri önümüze seren Allâh’a şükretmedikten sonra, o nimetleri kullanmaya hakkımız var mı?
Râ’d suresi/26 “Allâh, dilediğine rızkı açar ,kısar.(onlar)dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı bir geçimden ibarettir.”
Âhiret hayatı, dünya hayatından ayrı değildir. Âhiret, dünya hayatının devamıdır. Dünyada nasıl bir karakter üzere isen, âhirette de öyle devam edeceksin. Bu dünyada dostlarım kim? Orada da aynı karakter de dostların olacak. Bu dünyada gayelerin ne ise, orada da o gayelerinle uğraşıp duracaksın. Bu dünyada cimri isen o hayatta da öyle olacaksın. O halde bu dünya da yaşarken, âhirette nasıl olmak istiyorsan ,burada iken belirle ve hayatını ona göre dizayn et. Âhiret dünyanın devamı olarak düşünmelisin. Dünyada cahil olanın Âhiret hayatında Âlim olmasını bekleyemeyiz. Dünya da Allâh’ı ciddiye almayanların, âhirette Allâh’ın onları kabul etmesini bekleyemeyiz. Dünyada peygambere uzak olanların, âhirette peygambere komşu olmasını bekleyemeyiz. Dünyada âyet bilmeyenlerin, âhirette soruları cevaplandırmalarını bekleyemeyiz.. Durum bu iken Allâh yeryüzünü bize döşek, semayı bina, içindekileri de sunmuşken bu fırsatı kaçırmayalım.
Bakara suresi/22 “O(Rabb)ki yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi. Onunla size rızk olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse sizde, bile bile Allâh’a eşler koşmayınız.”
Bâsid olan Allâh’ın sunmuş olduğu her türlü nimetleri kullanarak Yüce Allâh’ın âhirette de bizlere El-Bâsid olması için Rabb’imizi gösterdiği yola girelim. Tüm dünya nimetlerine son verildiği gün “ben ne uğruna, ne yolunda ölüyorum” sorusuna kendimizi cevapsız bırakmayalım. Tükendiğimiz, yorulduğumuz, harcandığımız bu yol, bizleri pişmanlık duymayacağımız yol olsun. Allâh’ın rahmetinin geniş olduğu yol, kendisinin gösterdiği yoldur. O yoldan başka yollarda hayır yoktur. O halde demek ki Rabb’im kendi yoluna girenlere Bâsit, Kerîm, Latif, Gani olacak. En büyük zenginlik Rabb’imin yanındadır.
Fatiha sûresi/4–7 “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine azap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”(Ya Rabb)
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Bâsıt olduğuna iman ettik.
Lâ bâsıte illâ El-Bâsıt.
Yayan, açan, genişleten, bolluk veren demektir.
Düşünün ki herkesin malı, işi, eşi, çocukları, yetenekleri, aklı, ilmi vs. aynı ve eşit olsun. Bu durumda dünya hayatının, mücadelenin, çırpınmanın, yarışmanın ne anlamı olurdu? Oysa Allâh herkese farklı farklı taksimat yapmıştır.
Zuhruf suresi/32 “Rabb’ini rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki biri diğerine iş gördürebilsin. Rabb’inin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.”
Demek oluyor ki farklılık bir hikmete dayanıyor. Allâh herkesi farklı var ederken, her insanı kendi şartları içerisinde imtihana sokuyor. Bu şartlar zor zamanlar da olabilir; rahat zamanlarda olabilir. Her iki duruma hükmeden Allâh’tır. Önemli olan her iki durumda da hedefi unutmamak, imtihanı başarılı olarak geçirmek. El-Kabîd sıfatı anlatırken kişinin zor zamanlarda Allâh’ı unutmaması, ancak Rabb’ine dayanırsa bu engelleri aşabileceğine inanması gerektiği anlatıldı.
El-Bâsıt sıfatına iman eden kişinin bol zamanlar da Allâh’ı unutmaması, şımarmaması ve verilen nimetleri Allâh’a hizmet amacıyla kullanması gerekir.
Zenginlik, ilim, mevki, çocuk, ev, eş, sağlık gibi nimetler Allâh yolunda olmayacaksa, bunların sahibi olmanın ne avantajı olabilir! Zengin olan fakir olana göre daha çok hizmet edecek. Aksi takdirde nimetler Allâh yolunda kullanılmayacaksa, Allâh’ın yanında zengin ile fakir arasında, sağlıklı ile fakir arasında ne fark var? Belki hasta olanın, fakir olanın Allâh’a bir mazereti olacak, fakat zengin veya sağlıklı olanın bir mazereti de olmayacak.
Yüce Allâh bazı insanlara mal genişliği, bazılarına yetenek, bazılarına akıl, bazılarına evlat vs. veriyor. Daha da ayrıntılara girersek karı- kocanın birbirilerine gönüllerinin açık olması, Anne-baba ve evlat arasındaki bağlılık, insanlar arasında kaynaşma olması, sevginin, güvenin, merhametin yayılması, ilimi kavrama, ömrünün uzun olması, sağlığının devamlılığı, susuzluğun giderilmesi, sıkıntının çözülmesi, büyüme ve gelişmenin devamlılığı, bitki ve hayvanlardan ihtiyaçlarının giderilmesi, denizlerden yararlanılması, kazalardan kurtulma, işlerin yolunda gitmesi, psikolojik sağlığın yerinde olması, olumlu düşünme, ailemizin korunması, ev, araba, işyeri sahibi olmanın hepsi Yüce Allâh’ın El- Bâsıt olmasının tecellileridir. Her insan değişik boyutlardan bu genişlikten yararlanıyor. İster bedeni ihtiyaçlar olsun, ister ruhi ihtiyaçlar olsun. Her insan bu nimetlerden yararlandıktan sonra farklı bir davranış gösterir. Allâh’a iman edenlerin hepsi yalnızca iki davranışa geçerler. Rabb’lerine hamd ederler. Hedefi olanlar bu dünyada en çok istedikleri kalplerinin zengin olması, dolayısıyla ayaklarının İslam üzerinde sabit durmasıdır. El-Bâsıt olan Allâh’tan en çok kalplerimizin açık olmasını istemeliyiz.
En’âm suresi/ 125 “Allâh kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allâh, inanmayanların üzerine işte böyle pislik (sıkıntı)çökertir.”
Bu nedenle Yüce Allâh’ın göğsümüzü açması, gönül zenginliği vermesi için, El-Bâsıt olan Allâh’ın nazarını üzerimize çekmeliyiz. Bu nasıl olacak? Elbette Yüce Allâh’ın hatırını unutmayarak, dediklerine dikkat ederek ve yüzümüzü en samimi duygularla Allâh’a dönerek olur. Aksi takdirde Yüce Allâh’ın takdir ve nazarını kazanmadıktan sonra dünya nimetleri açısından zengin olmuşuz neye yarar.
Enfâl suresi/ 28 “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihandır. Allâh’a gelince mükafat O’nun yanındadır.”
Dünya hayatı deyince, bu dünya hayatının tüm içerdikleridir. Örneğin; evlat. Bu dünyaya ait bir olay. Âhiret hayatında üreme yok yada doktorsunuz, bu dünya ile ilgili, yoksa âhirette doktorluğunuz geçersizdir. Çünkü orada hastalık söz konusu değil. Yada tarlanız var, ekiyor, biçiyorsunuz. Ama öbür dünyada iş kaygısı, aç kalma endişesi yok.
Bu dünyada verilen nimetler çocuk, mal, ev, mevki, iş, tarla, dükkân, araba vs. vardır. Fakat bu verilen nimetler hangi amaç uğruna tüketiliyor, niçin? Hâlbuki Allâh bize bir unvan vermiş. “Yeryüzünün halifeleri”.
En’âm suresi/165 “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kimimizi kimimizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabb’in cezası çabuk olandır ve O bağışlayan, esirgeyendir.”
Halife yeryüzünün efendisidir. Onlar dünya nimetlerini hedefe varmak için kullanır. Kulluğunu en güzel şekilde yapmak için çırpınır. Her aracı binek olarak görür. Tabî, bu inananların mücadelesidir.
İnanmayanların, Rabb’ine teslim olmayanların hedefleri çoktur ve farklıdır. Bu yüzden şirk içerisinde yüzerler. Onlardaki en belirgin ortak karakterlerde dünya buyruğuna girmeleridir. Tüm gayeleri, çırpınmaları dünya hayatındaki araçlardır. Onlar dünyaya bineceklerine, dünya onlara binmiştir. Hâlbuki bunların hepsi geçici olan araçlardır.
Kehf suresi/46 “Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rabb’inin katında, sevapça da daha hayırlıdır.”
Eğer dünya hayatının nimetlerinin bir ehemmiyeti olsaydı, Rabb’imiz onları kâfirlere vermezdi.
Maide suresi/36 “O inkâr edenler var ya, eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onun bir misli daha kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için (bunları)fidye verseler, kendilerinden kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.”
A’râf suresi/51 “Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı, kendilerini aldattı. Onlar bugünleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi bile bile nasıl inkar ediyorlar idilerse, bizde bugün onları öyle unuturuz!”
O halde nimetleri bolca veren Allâh ‘tan bizlere güçlü bir irade ve kararlı bir kalple iman etmeyi ve salih ameller işlemeyi nasîp etmesini dileyelim. Eğer gerçekten iman ve salih amelleri artırma açısından dünya nimetlerini araç olarak kullanacaksak, dünya nimetlerini üzerine arttırmasını da isteyelim. Aksi takdirde imana faydası olmayan dünya nimetlerinin ne önemi olabilir…
Düşünün! Siz Allâh’tan evlat istiyorsunuz. Allâh’ta veriyor. Çocuk ta dünyaya gelirken anne-baba birçok sıkıntılardan geçiyor. Baba çocuğun ihtiyaçları ile çırpınırken, anne çocuğun bakım ve eğitimi için uykusuz kalıyor, zaman zaman aç, susuz kalıyor, yoruluyor, sürekli endişe taşıyor. Velhasıl yıllarca süren bir zahmet. Sonunda çocuğunuz bir yetişkin oluyor. Ama bu yetişkin bir kâfir. Yıllarca harcadığınız emekler bir kâfir yetişsin diye mi oldu? Ne dünya hayatına bir hayır, ne da âhiret hayatına. Aksine dünyada yük, âhirette de aleyhine şahit oldu. Bu durumda evlat sahibi olmanın ne kıymeti kaldı. Yüce Allâh lütfetti sana. Uzun bir hayat verdi.80-90 veya 100 yıl yaşadın. Hedefin Allâh olmadıktan sonra yaşamanın ne değeri var! Bunun gibi bize verileni ne yolda tüketiyoruz? Ayrıca nimetleri önümüze seren Allâh’a şükretmedikten sonra, o nimetleri kullanmaya hakkımız var mı?
Râ’d suresi/26 “Allâh, dilediğine rızkı açar ,kısar.(onlar)dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı bir geçimden ibarettir.”
Âhiret hayatı, dünya hayatından ayrı değildir. Âhiret, dünya hayatının devamıdır. Dünyada nasıl bir karakter üzere isen, âhirette de öyle devam edeceksin. Bu dünyada dostlarım kim? Orada da aynı karakter de dostların olacak. Bu dünyada gayelerin ne ise, orada da o gayelerinle uğraşıp duracaksın. Bu dünyada cimri isen o hayatta da öyle olacaksın. O halde bu dünya da yaşarken, âhirette nasıl olmak istiyorsan ,burada iken belirle ve hayatını ona göre dizayn et. Âhiret dünyanın devamı olarak düşünmelisin. Dünyada cahil olanın Âhiret hayatında Âlim olmasını bekleyemeyiz. Dünya da Allâh’ı ciddiye almayanların, âhirette Allâh’ın onları kabul etmesini bekleyemeyiz. Dünyada peygambere uzak olanların, âhirette peygambere komşu olmasını bekleyemeyiz. Dünyada âyet bilmeyenlerin, âhirette soruları cevaplandırmalarını bekleyemeyiz.. Durum bu iken Allâh yeryüzünü bize döşek, semayı bina, içindekileri de sunmuşken bu fırsatı kaçırmayalım.
Bakara suresi/22 “O(Rabb)ki yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi. Onunla size rızk olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse sizde, bile bile Allâh’a eşler koşmayınız.”
Bâsid olan Allâh’ın sunmuş olduğu her türlü nimetleri kullanarak Yüce Allâh’ın âhirette de bizlere El-Bâsid olması için Rabb’imizi gösterdiği yola girelim. Tüm dünya nimetlerine son verildiği gün “ben ne uğruna, ne yolunda ölüyorum” sorusuna kendimizi cevapsız bırakmayalım. Tükendiğimiz, yorulduğumuz, harcandığımız bu yol, bizleri pişmanlık duymayacağımız yol olsun. Allâh’ın rahmetinin geniş olduğu yol, kendisinin gösterdiği yoldur. O yoldan başka yollarda hayır yoktur. O halde demek ki Rabb’im kendi yoluna girenlere Bâsit, Kerîm, Latif, Gani olacak. En büyük zenginlik Rabb’imin yanındadır.
Fatiha sûresi/4–7 “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine azap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”(Ya Rabb)
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Bâsıt olduğuna iman ettik.
Lâ bâsıte illâ El-Bâsıt.

EL- KABÎD
Sıkan, daraltan demektir. Yüce Allâh; Kabîd’tir. O, isterse yaratıklarına verdiği lütuf ve nimetleri sıkarak, onları imtihan edebilir. Yüce Allâh insanları darlık ve bolluk ile imtihan eder.
Kehf suresi/7 “Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.”
En’âm suresi/165 “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabb’in cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.”
Allâh, sana olan nimetlerini azaltabilir, ömrünü sonlandırabilir, sağlığını riske atabilir, çocuğunu elinden alabilir veya hiç çocuk vermeyebilir, rızkını azaltabilir, görmenin, duymanın, akletmenin yolunu tıkayabilir, yağmuru, güneşi engelleyebilir…. Bunun gibi nicelerini görebilirsin.
Tarlandaki ürünün için yağmur gerekiyor.Allâh yağmuru yağdırmazsa,O’nu zorlayabilir misin? Veya hastasınız hangi tedaviyi deniyorsunuz, cevap vermiyor. Şifa vermesi için yüce Allâh’ı zorlayabilir misin?
Yüce Allâh üzerimizdeki nimetlerini kısıyor. O anlarda döner ve yalvarırız. Böyle sıkıştığımız zaman her şeyin Allâh’ın elinde olduğunu anlar ve dini (yaşam tarzımızı)yalnız O’na hâlis kılarız. Son derece içtenlikle Allâh’a yalvarır, bizleri bağışlamasını, razı kullarından olmamızı O’ndan isteriz. Kesin olarak inanırız ki, Allâh’tan başka bu sıkıntıyı giderecek Rezzak, Kadir, Hâkim, Melik, Râhman, Vedut, Latif, Kerîm yok.
O halde neden, sıkıntılardan önce ve bu sıkıntılar geçtikten sonra daimî olarak dinî Allâh’a halis kılmıyoruz? İhtiyaçlarımızın bizi ebedi olarak ayakta tutacağını mı, zannediyoruz?
Leyl suresi/8–11 “Fakat kim cimrilik eder kendini zengin görüp (Allâh’a) tenezzül etmezse ve en güzel (söz)ü de yalanlarsa, onu da en güçe muvaffak ederiz. Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.”
İşte tüm mesele burada. Yüce Allâh’ın üzerimizdeki nimetlerini daraltabileceğine, başka şekillerde de takdir edebileceğine iman etmek gerekiyor. Çevremizdeki insanlardan bazılarının çok kibirli, mallarına, mevkine, çocuklarına, kavmine, güzelliğine vs. çok güvendiklerini görüyoruz. Malıyla, milletiyle, aklıyla, lideriyle, çocuklarıyla vs. övünür. Allâh’tan başkalarına övgüler sunulur, teşekkür edilir, minnet edilir, güvenilir, sever, bağımlılığı ve sadâkati onlaradır. Yüce Allâh bu derin gafletle övündüklerini, ellerinden aldığı zaman anlarlar ne büyük yanlışlık yaptıklarını. Tabi çoğu kez bu gafleti de kabullenemezler. Fıravun gibi çevremizde kibirlilerin, zalimlerin, inatçıların, cahillerin, günahkârların ısrarlarını da görürüz. Ne yazık ki firavun gibi bunların akibeti de aynı olur. Sonra onların akıbetleri halka hikâye olur. Ve onların arkasından küçük dinozorlar gelir. Atalarından ders çıkaracaklarına, aynı yol takip edilir.
Oysa Yüce Allah’ın nimet verebileceği gibi, alabileceğine inananlar varlıklara bağlanma yerine Allâh’a bağlanırlar. Allâh’a şükranlık duyarlar. Allâh’tan başkalarına minnet duymazlar. Allâh’a nimetlerinden dolayı bağlanmazlar. Allâh’ı nimetlerinden dolayı sevip, vermediğinde de gücenmezler. Çünkü sevginin merkezinde menfaat yoktur. Yani “Allâh’ım sana ihtiyacım olduğu için, bana olan nimetlerini kısmayasın diye sana inanıyorum” demezler. “Allah’ım sen benim Rabb’im, yaratıcım olduğun için, senin büyüklüğünü , izzetini, azâmetini, celâlliğini kabul ettiğim için seviyor ve sana bağlıyım.” derler.
Nimetler, inananların hedefleri olmaz. Onların hedefleri Allâh. Bundan dolayı Allâh onlara verse de, vermese de Allâh’a tabidirler. Allâh onlara nimetlerini sıksa da, açsa da imanları sarsılmaz, her zaman Allâh’a tutunmanın şevki ve mutluluğu içindedirler.
Teğâbûn suresi/16 “Öyle ise gücünüz yettiği kadar Allâh’tan korkun.(O’nun öğütlerini) dinleyin.(O’na)itaat edin ve kendi iyiliğinize olarak(mallarınızı Allâh uğrunda)harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”
Onlar en büyük nimeti “iman” olarak görürler. Ve Allâh’tan imanlarının korunması ve iman üzere ölmek onların en temel dualarındandır. İman o kadar büyük bir lütuf ki!
Bazen çevremizde nefislerinin (heva-heveslerinin)peşine düşmüş kişileri görürüz. Onlara çok kızarsınız. Onlara, yaptıkları haksızlıkların, kötülüklerinin cezasını vermek istersiniz. Allâh onlara cezalarını veriyor da haberleri yok. En büyük ceza, en büyük tokat, imanlarının elinden alınmasıdır. Bu cezaya maruz kalmak istemiyorsak ,Yüce Allâh’ın üzerimizde Kabîd sıfatının tecellisini görmek istemiyorsak imanımızı en güzel şekilde beslememiz, kötü hastalıklardan korunmamız gerekir.
Bunlar ilim, güzel ahlak, ihlas, takva, tevekkül. Bu saydıklarımız imanı besler. Kişiyi kalp kasvetinden, gönül darlığından kurtarır. Âdeta imanın kuvvetlenmesini sağlar. Nasıl ki dengeli beslenmek için her gruptan faydalanırsın(karbonhidrat, vitaminler, protein, yağlar, su ve minareler). Bunlar yeterli ve dengeli bir şekilde alınmalıdır. İmanda böyledir. Kalbin beslenmesi içinde ilim, takva, güzel ahlak, ihlâs, ibadet vs. her boyuttan beslenmeliyiz. Yüce Allâh’ın Kabîd nazarını üzerine çekmek yerine Basîd nazarını üzerine çekmenin yolu budur. En önemli nokta da kalbin beslenmesi kesintiye uğramamalıdır. Yüce Allâh sizi sıkıştırdığı zamanlar da kalbin beslenmesini keserseniz, iman zayıflar, erir ve kalp ölmeye mahkum olur. O zamanda yukarıda söylenen imanınızın elinizden alınması tokadını yersiniz. Dar günler de, her durumda imanın zirvede olmasına dikkat etmelisin. Böylece Yüce Allâh’ı menfaatlerinizden dolayı değil, sevgi ve itimadınızdan dolayı imanınızı ispatlamış olacaksınız. İmanın sadakati en çok bu zor zamanlar da belli olur.
Her türlü kayba rağmen, her türlü bedel ödemeye rağmen, Allâh’ın ilkeleri üzerinde kararlı mısın? Erkekler Hz. Hüseyin, kadınlar Hz. Zeynep gibi. Hakkın apaçıklığını haykırmak için her türlü bedeli ödemeye hazır mısın? Yoksa siz Allâh’a sadakat yerine dünya nimetlerini mi tercih ediyorsunuz?
Râ’d suresi/26 “Allâh dilediğine rızkı açar, kısar. Onlar dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı bir geçimden ibarettir.”
İnananlar dünya nimetlerinin kısılmasından etkilenmezler. Onlar Allâh’ın yanında kendilerinin değersiz olmasından korkarlar. Sizde bu dünyada değişik açılardan zorlanabilirsiniz. Örneğin; çocuğunuz olmuyor. Her türlü tıbbi yöntemi denediniz, olmadı. Ne düşünürsünüz. Allâh’a itimada devam mı? Bu şekilde hükmün kendiniz için daha hayırlı olduğuna iman mı? Çocuğunuz olmamasına rağmen kulluk ve şükür en güzel şekilde devam edecek mi? Allâh’a dualara devam mı? Tevekküle devam mı? Yoksa hayatın amacı sapacak mı? Kendinizi umutsuzluğa, karamsarlığa mı gömeceksiniz? Yoksa başka şeylere mi yöneleceksiniz? Üfürükçülere, hurafelere mi başvuracaksınız? Umutlarınız, hedefiniz, sevginiz, itimadınız, sadakatiniz başka yerlere mi kayacak? İşte önünüzde bir süreç.
Ya Allâh diyecekler ,O’nun ilkeleri üzerinde sabit duracaklar yada Allâh demeyecekler, başka hedeflere kayacaklar.
Yada bu yıl toprağınız ürün vermedi, ne yapacaksınız? Duruşunuz da bir değişiklik olacak mı?
Yada bir mücadeleye girdiniz. Bu mücadelede yenilgiye uğradınız.
Yada bir hastalığa yakalandınız, yada çok sevdiğiniz birisini kaybettiniz. Bunlara izin veren, kün(ol)diyen Kabîd olan Allâh’tır. Bu olaylar sizde ne gibi değişiklikler yapar.? Ya olumlu bir duruşa geçersiniz, yada olumsuz bir yola girersiniz, yada halâ aynısınız.
İnanan insan Allâh’ın her türlü takdirinde hikmet düşünür. Çünkü Allah hikmetle hükmeden El-Kabîd’tir. O nasıl dilerse, o insan için , o hayırlıdır.
Şûra suresi/27 “Allâh kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat (O rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O kullarını (n her halini)haber alandır, görendir.”
Allâh rızkı üzerimize bolca yağdırsaydı-ki Allâh bunu yapmaya muktedirdir-nefsini terbiye etmeyenler bu nimetleri kullanarak, kim bilir zulüm ne kadar ayyuka çıkacaktı. Bazı zalimler, araçlarının eksikliğinden emellerini geniş çaplı yapamıyorlar. Yüce Allâh cümlemize nefsimizin kaldırabileceği kadar nimet versin. Hesabını veremediğimiz rızkı bizlere nasîp etmesin. Bizleri bu dünyada muaf tutsun.
Eğer, insanlar hevalarını aşarlarsa, nimetleri hedefleri olan Allah rızası uğrunda kullanırlarsa, o zaman araçlar bir lütuf durumuna geçer, onlar için.
Bakara suresi/245 “Kimdir o adam ki, Allâh’a güzel bir borç versin de, Allâh’ta ona kat kat fazlasıyla (verdiğini)ödesin, Allâh (rızkı)kısar da açar da. Hep O’na döndürüleceksiniz.”
Hem o rızkın hesabını ödeme durumuna düşecekler. Hem de sorumlu olacaklar. İnananlar ise şartları Allâh’a yaklaşmada kullanırlar. Her türlü şartlarda Allâh’ın dediklerinin sınırlarına dikkat ederler. Rabb’inin dediklerini çiğnememek onların mücadele gayesidir. Yoksa mal biriktirmek, çok çocuk sahibi olmak, güzel yaşamak, güzel kadınlar edinmek, dünya hayatının güzellikleri onların dikkat ettiği noktalar değildir. Onların imanları asla kesintiye uğramaz. Rab’lerine her zaman güvenirler, hamd ederler, himayesine girerler.
Unutmamak gerekir ki şeytan fırsatları kaçırmaz. Zillete düşürmek için bu zor zamanları kullanırlar. Fakat uyanık olan, imanda şüpheye düşmeyen müslümanlar bu tuzaklara aldanmazlar. Allâh’ın Kabîd olduğuna iman ettikleri gibi, Kerîm, Rezzak, Latif, Rahîm, Vedud, Basîd olduğuna da iman ederler. Bu yüzden zaafa düşmezler.
Her şeye rağmen Allâh’ı tesbih ederler. Her bedel, her şart onların yanında Allâh için en basit fedakarlıklardır. Öyle iman ederler ki bazen Allâh’a olan sadakati bozmama uğruna , dar ve zor günleri kendi elleriyle hazırlarlar. Bile bile zor anlara kendi kendilerini atarlar. Uhdud kavmini, Ashab-ı Kehfi unutmayalım. Uhdud kavmi Allâh’a imanı terk etmektense ateşte yanmayı tercih etmiş. Ashab-ı Keyf Allâh’a olan imanlarını korumak için kendilerini mağaraya hapsetmiş. Hz.Muhammed(saa) ve çevresinde iman üzere yaşamak uğruna aç, susuz, tehlike içerisinde 800km.yolu yaya yürüyerek, vatanlarını, akrabalarını, evlerini, işyerlerini terk ederek Mekke’den Medine’ye göç edenler olmuştu. Hz. Hüseyin(as) ve yarenleri ölümü göze alarak Hakka tâbiiliği ispatı uğruna yola çıkmışlardır. Saysak bitmez bu zor imtihanlardan geçen müslümanları.
Bu anlattıklarımız şunu bize gösteriyor. İster Allâh’ın isteği üzere olsun, ister kendi tercihleri, her inanan zor anlarda da Rabb’ine dayanır. Rabb’ine verdiği misak üzere durur. Rabb’inin ilkelerini yaşar her zorluğa rağmen.
Bakara suresi/155 “Biz sizi biraz korku, biraz açlık , biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!”
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında El-Kabîd olduğuna iman ettik. Allâh dilerse kısar, dilerse açar. Her şey O’nun dilemesiyle olur.
Lâ Kabîde illâ El- Kâbid
Kehf suresi/7 “Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.”
En’âm suresi/165 “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabb’in cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.”
Allâh, sana olan nimetlerini azaltabilir, ömrünü sonlandırabilir, sağlığını riske atabilir, çocuğunu elinden alabilir veya hiç çocuk vermeyebilir, rızkını azaltabilir, görmenin, duymanın, akletmenin yolunu tıkayabilir, yağmuru, güneşi engelleyebilir…. Bunun gibi nicelerini görebilirsin.
Tarlandaki ürünün için yağmur gerekiyor.Allâh yağmuru yağdırmazsa,O’nu zorlayabilir misin? Veya hastasınız hangi tedaviyi deniyorsunuz, cevap vermiyor. Şifa vermesi için yüce Allâh’ı zorlayabilir misin?
Yüce Allâh üzerimizdeki nimetlerini kısıyor. O anlarda döner ve yalvarırız. Böyle sıkıştığımız zaman her şeyin Allâh’ın elinde olduğunu anlar ve dini (yaşam tarzımızı)yalnız O’na hâlis kılarız. Son derece içtenlikle Allâh’a yalvarır, bizleri bağışlamasını, razı kullarından olmamızı O’ndan isteriz. Kesin olarak inanırız ki, Allâh’tan başka bu sıkıntıyı giderecek Rezzak, Kadir, Hâkim, Melik, Râhman, Vedut, Latif, Kerîm yok.
O halde neden, sıkıntılardan önce ve bu sıkıntılar geçtikten sonra daimî olarak dinî Allâh’a halis kılmıyoruz? İhtiyaçlarımızın bizi ebedi olarak ayakta tutacağını mı, zannediyoruz?
Leyl suresi/8–11 “Fakat kim cimrilik eder kendini zengin görüp (Allâh’a) tenezzül etmezse ve en güzel (söz)ü de yalanlarsa, onu da en güçe muvaffak ederiz. Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.”
İşte tüm mesele burada. Yüce Allâh’ın üzerimizdeki nimetlerini daraltabileceğine, başka şekillerde de takdir edebileceğine iman etmek gerekiyor. Çevremizdeki insanlardan bazılarının çok kibirli, mallarına, mevkine, çocuklarına, kavmine, güzelliğine vs. çok güvendiklerini görüyoruz. Malıyla, milletiyle, aklıyla, lideriyle, çocuklarıyla vs. övünür. Allâh’tan başkalarına övgüler sunulur, teşekkür edilir, minnet edilir, güvenilir, sever, bağımlılığı ve sadâkati onlaradır. Yüce Allâh bu derin gafletle övündüklerini, ellerinden aldığı zaman anlarlar ne büyük yanlışlık yaptıklarını. Tabi çoğu kez bu gafleti de kabullenemezler. Fıravun gibi çevremizde kibirlilerin, zalimlerin, inatçıların, cahillerin, günahkârların ısrarlarını da görürüz. Ne yazık ki firavun gibi bunların akibeti de aynı olur. Sonra onların akıbetleri halka hikâye olur. Ve onların arkasından küçük dinozorlar gelir. Atalarından ders çıkaracaklarına, aynı yol takip edilir.
Oysa Yüce Allah’ın nimet verebileceği gibi, alabileceğine inananlar varlıklara bağlanma yerine Allâh’a bağlanırlar. Allâh’a şükranlık duyarlar. Allâh’tan başkalarına minnet duymazlar. Allâh’a nimetlerinden dolayı bağlanmazlar. Allâh’ı nimetlerinden dolayı sevip, vermediğinde de gücenmezler. Çünkü sevginin merkezinde menfaat yoktur. Yani “Allâh’ım sana ihtiyacım olduğu için, bana olan nimetlerini kısmayasın diye sana inanıyorum” demezler. “Allah’ım sen benim Rabb’im, yaratıcım olduğun için, senin büyüklüğünü , izzetini, azâmetini, celâlliğini kabul ettiğim için seviyor ve sana bağlıyım.” derler.
Nimetler, inananların hedefleri olmaz. Onların hedefleri Allâh. Bundan dolayı Allâh onlara verse de, vermese de Allâh’a tabidirler. Allâh onlara nimetlerini sıksa da, açsa da imanları sarsılmaz, her zaman Allâh’a tutunmanın şevki ve mutluluğu içindedirler.
Teğâbûn suresi/16 “Öyle ise gücünüz yettiği kadar Allâh’tan korkun.(O’nun öğütlerini) dinleyin.(O’na)itaat edin ve kendi iyiliğinize olarak(mallarınızı Allâh uğrunda)harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”
Onlar en büyük nimeti “iman” olarak görürler. Ve Allâh’tan imanlarının korunması ve iman üzere ölmek onların en temel dualarındandır. İman o kadar büyük bir lütuf ki!
Bazen çevremizde nefislerinin (heva-heveslerinin)peşine düşmüş kişileri görürüz. Onlara çok kızarsınız. Onlara, yaptıkları haksızlıkların, kötülüklerinin cezasını vermek istersiniz. Allâh onlara cezalarını veriyor da haberleri yok. En büyük ceza, en büyük tokat, imanlarının elinden alınmasıdır. Bu cezaya maruz kalmak istemiyorsak ,Yüce Allâh’ın üzerimizde Kabîd sıfatının tecellisini görmek istemiyorsak imanımızı en güzel şekilde beslememiz, kötü hastalıklardan korunmamız gerekir.
Bunlar ilim, güzel ahlak, ihlas, takva, tevekkül. Bu saydıklarımız imanı besler. Kişiyi kalp kasvetinden, gönül darlığından kurtarır. Âdeta imanın kuvvetlenmesini sağlar. Nasıl ki dengeli beslenmek için her gruptan faydalanırsın(karbonhidrat, vitaminler, protein, yağlar, su ve minareler). Bunlar yeterli ve dengeli bir şekilde alınmalıdır. İmanda böyledir. Kalbin beslenmesi içinde ilim, takva, güzel ahlak, ihlâs, ibadet vs. her boyuttan beslenmeliyiz. Yüce Allâh’ın Kabîd nazarını üzerine çekmek yerine Basîd nazarını üzerine çekmenin yolu budur. En önemli nokta da kalbin beslenmesi kesintiye uğramamalıdır. Yüce Allâh sizi sıkıştırdığı zamanlar da kalbin beslenmesini keserseniz, iman zayıflar, erir ve kalp ölmeye mahkum olur. O zamanda yukarıda söylenen imanınızın elinizden alınması tokadını yersiniz. Dar günler de, her durumda imanın zirvede olmasına dikkat etmelisin. Böylece Yüce Allâh’ı menfaatlerinizden dolayı değil, sevgi ve itimadınızdan dolayı imanınızı ispatlamış olacaksınız. İmanın sadakati en çok bu zor zamanlar da belli olur.
Her türlü kayba rağmen, her türlü bedel ödemeye rağmen, Allâh’ın ilkeleri üzerinde kararlı mısın? Erkekler Hz. Hüseyin, kadınlar Hz. Zeynep gibi. Hakkın apaçıklığını haykırmak için her türlü bedeli ödemeye hazır mısın? Yoksa siz Allâh’a sadakat yerine dünya nimetlerini mi tercih ediyorsunuz?
Râ’d suresi/26 “Allâh dilediğine rızkı açar, kısar. Onlar dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı bir geçimden ibarettir.”
İnananlar dünya nimetlerinin kısılmasından etkilenmezler. Onlar Allâh’ın yanında kendilerinin değersiz olmasından korkarlar. Sizde bu dünyada değişik açılardan zorlanabilirsiniz. Örneğin; çocuğunuz olmuyor. Her türlü tıbbi yöntemi denediniz, olmadı. Ne düşünürsünüz. Allâh’a itimada devam mı? Bu şekilde hükmün kendiniz için daha hayırlı olduğuna iman mı? Çocuğunuz olmamasına rağmen kulluk ve şükür en güzel şekilde devam edecek mi? Allâh’a dualara devam mı? Tevekküle devam mı? Yoksa hayatın amacı sapacak mı? Kendinizi umutsuzluğa, karamsarlığa mı gömeceksiniz? Yoksa başka şeylere mi yöneleceksiniz? Üfürükçülere, hurafelere mi başvuracaksınız? Umutlarınız, hedefiniz, sevginiz, itimadınız, sadakatiniz başka yerlere mi kayacak? İşte önünüzde bir süreç.
Ya Allâh diyecekler ,O’nun ilkeleri üzerinde sabit duracaklar yada Allâh demeyecekler, başka hedeflere kayacaklar.
Yada bu yıl toprağınız ürün vermedi, ne yapacaksınız? Duruşunuz da bir değişiklik olacak mı?
Yada bir mücadeleye girdiniz. Bu mücadelede yenilgiye uğradınız.
Yada bir hastalığa yakalandınız, yada çok sevdiğiniz birisini kaybettiniz. Bunlara izin veren, kün(ol)diyen Kabîd olan Allâh’tır. Bu olaylar sizde ne gibi değişiklikler yapar.? Ya olumlu bir duruşa geçersiniz, yada olumsuz bir yola girersiniz, yada halâ aynısınız.
İnanan insan Allâh’ın her türlü takdirinde hikmet düşünür. Çünkü Allah hikmetle hükmeden El-Kabîd’tir. O nasıl dilerse, o insan için , o hayırlıdır.
Şûra suresi/27 “Allâh kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat (O rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O kullarını (n her halini)haber alandır, görendir.”
Allâh rızkı üzerimize bolca yağdırsaydı-ki Allâh bunu yapmaya muktedirdir-nefsini terbiye etmeyenler bu nimetleri kullanarak, kim bilir zulüm ne kadar ayyuka çıkacaktı. Bazı zalimler, araçlarının eksikliğinden emellerini geniş çaplı yapamıyorlar. Yüce Allâh cümlemize nefsimizin kaldırabileceği kadar nimet versin. Hesabını veremediğimiz rızkı bizlere nasîp etmesin. Bizleri bu dünyada muaf tutsun.
Eğer, insanlar hevalarını aşarlarsa, nimetleri hedefleri olan Allah rızası uğrunda kullanırlarsa, o zaman araçlar bir lütuf durumuna geçer, onlar için.
Bakara suresi/245 “Kimdir o adam ki, Allâh’a güzel bir borç versin de, Allâh’ta ona kat kat fazlasıyla (verdiğini)ödesin, Allâh (rızkı)kısar da açar da. Hep O’na döndürüleceksiniz.”
Hem o rızkın hesabını ödeme durumuna düşecekler. Hem de sorumlu olacaklar. İnananlar ise şartları Allâh’a yaklaşmada kullanırlar. Her türlü şartlarda Allâh’ın dediklerinin sınırlarına dikkat ederler. Rabb’inin dediklerini çiğnememek onların mücadele gayesidir. Yoksa mal biriktirmek, çok çocuk sahibi olmak, güzel yaşamak, güzel kadınlar edinmek, dünya hayatının güzellikleri onların dikkat ettiği noktalar değildir. Onların imanları asla kesintiye uğramaz. Rab’lerine her zaman güvenirler, hamd ederler, himayesine girerler.
Unutmamak gerekir ki şeytan fırsatları kaçırmaz. Zillete düşürmek için bu zor zamanları kullanırlar. Fakat uyanık olan, imanda şüpheye düşmeyen müslümanlar bu tuzaklara aldanmazlar. Allâh’ın Kabîd olduğuna iman ettikleri gibi, Kerîm, Rezzak, Latif, Rahîm, Vedud, Basîd olduğuna da iman ederler. Bu yüzden zaafa düşmezler.
Her şeye rağmen Allâh’ı tesbih ederler. Her bedel, her şart onların yanında Allâh için en basit fedakarlıklardır. Öyle iman ederler ki bazen Allâh’a olan sadakati bozmama uğruna , dar ve zor günleri kendi elleriyle hazırlarlar. Bile bile zor anlara kendi kendilerini atarlar. Uhdud kavmini, Ashab-ı Kehfi unutmayalım. Uhdud kavmi Allâh’a imanı terk etmektense ateşte yanmayı tercih etmiş. Ashab-ı Keyf Allâh’a olan imanlarını korumak için kendilerini mağaraya hapsetmiş. Hz.Muhammed(saa) ve çevresinde iman üzere yaşamak uğruna aç, susuz, tehlike içerisinde 800km.yolu yaya yürüyerek, vatanlarını, akrabalarını, evlerini, işyerlerini terk ederek Mekke’den Medine’ye göç edenler olmuştu. Hz. Hüseyin(as) ve yarenleri ölümü göze alarak Hakka tâbiiliği ispatı uğruna yola çıkmışlardır. Saysak bitmez bu zor imtihanlardan geçen müslümanları.
Bu anlattıklarımız şunu bize gösteriyor. İster Allâh’ın isteği üzere olsun, ister kendi tercihleri, her inanan zor anlarda da Rabb’ine dayanır. Rabb’ine verdiği misak üzere durur. Rabb’inin ilkelerini yaşar her zorluğa rağmen.
Bakara suresi/155 “Biz sizi biraz korku, biraz açlık , biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!”
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında El-Kabîd olduğuna iman ettik. Allâh dilerse kısar, dilerse açar. Her şey O’nun dilemesiyle olur.
Lâ Kabîde illâ El- Kâbid

ALİM OLAN ALLAH’A İMAN
EL-ALÎM
Her şeyi bilen demektir.
Gençlerimize sosyoloji dersi verilirken ilk atalarımızdan “İlkel toplum”diye bahsedilir. Oysa Yüce Yaratıcımız Allâh, ilk insan Hz. Âdem(as)’i yaratırken, onu kendisi tarafından eğitmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de bu Rabbanî eğitim- isimler- adı altında geçer.
Ders, isimler, konu; insanı ilgilendiren her şey olmuştur.
Bakara suresi/30 “Bir zamanlar Rabb’in meleklere” Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.(Melekler):”orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve takdis ediyoruz?” dediler.(Rabb’in):”Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”dedi.”
Bakara suresi/31 “Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sunup: “Haydi doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin” dedi.”
Bu ayetler, Yüce Allâh’ın meleklere öğretmediği konuların Hz. Âdem’e öğrettiğinin delilidir. Bakınız, insan bilmediklerini, her şeyi bilen Rabb’inden öğreniyordu.
Bakara suresi/32 “Dediler ki : “Sen Yücesin (Ya Rabb) Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hâkimsin.”
Bakara suresi/33 “(Allâh)dedi ki;”Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver.”(Âdem), bunlara onların isimlerini haber verince (Allâh): “Ben size, ben göklerin ve yerin gayplarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim, dememiş miydim?”dedi.”
Ayrıca Hz. Âdem (as)’e suhuf verilmişti . Bu da bize gösteriyor ki Hz. Âdem(as) okuma yazma bilen-ilim sahibi birisiydi.
Allah’ın kendisi tarafından eğitime alınmıştı. Böylece ilk insandan başlayarak insana ilmi veren yüce Allâh idi. Aynı olay ümmi durumunda olan Hz. Muhammed(saa)’e de olmuştu.
Alâk suresi/1-5 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O, insanı alaktan (Kan pıhtısı biçimini alan embriyodan)yarattı. Oku, Rabb’in en büyük kerem sahibidir. O(insana) kalemle (yazmayı) öğretti, insana bilmediğini öğretti.”
Bilmeyen insan ilmini, her şeyi, her ayrıntıyı, her açıyı, her gizliyi her şeyi kuşatıcı olarak bilen Rabb’imizden alıyordu. Yaratılışından bulunduğu zamana kadar ve hatta kendisinden sonra ki haberleri de dahil insan, bildiği her şeyi Rabb’inin izniyle öğreniyordu. Allâh ona bu yolu açmasaydı, o öğrenemezdi. O halde bugün insan aldığı bu ilime karşılık Rabb’ine çok hamd etmelidir.
Hem O’nun verdiği aklı, eli, parmağı, gözü, azmi, hırsı, kabiliyeti, kalemi, kitabı, zamanı, eşyayı kullanacak, hem de Rabb’ine karşı yine bu araçları mı kullanacaktı? Kendisine verilen ilmi, ihanet alanlarında mı harcayacaktı?
Aman Allah’ım! Bu ne büyük tezat. Sanki öğrendikleri Rabb’inden bir başkasına ait gibi.
Teğabün suresi/4 “Göklerde ve yer de olanları bilir , gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allâh, göğüslerin özünü bilendir.”
Yüce Allâh gökler de ve yer de olanların hepsini bilir. Onlara yüklediği ilimleri de bilir, insan dışında ki her varlık kendisine verilen ilmin yükümlülüğünü yerine getirdi. Fakat insanlardan bir kısmı (o da inananlardır) hariç ,tüm insanlar kendilerine verilen ilmin yükümlülüğünü taşımadılar. Bir kısmı karşı çıktılar, bir kısmı da kendilerine verilen ilmin mahiyetini değiştirdiler. Bir kısmı da o ilmi oyun ve eğlence yerine koydular.
Mâide suresi/13 “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç daima onlardan hainlik görürsün…”
Yüce Allâh insana ilim verirken, onlara düşen bunu almak,öğrenmek, öğrendiklerini yine Allâh yolunda kullanmaktı. Yoksa O’nun ilminden yüz çevirip, başka telkinlere yönelmesi değildi.
Allâh’ının öğrettiğinden başkasına ilim dememeli idi. Yani vesveseler, zânlar, heva-hevesten kaynaklananlar, varsayımlar ilim olamazdı.
Bugün Kur’an-ı Kerîm tüm ilimlerin ana özeti olarak elimizdedir. Her şeyi bilen Alim Allâh’tan, bize gelen terbiye edici ,dünya hayatımızda kısa ve doğru yolu gösteren , düştüğümüz ihtilaflara çözüm veren, hakkı ve batılı ayıran , gönüllere şifa veren bir öğüttür. Bu öğütü, bu ilmi dinleyenler ne kadar? Yada bu öğütler ne kadar dinleniliyor?
Nisâ suresi/113 “Eğer Allâh’ ın senin üzerinde lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmayı düşünmüştü.Oysa onlar ancak kendilerini saptırmaktadırlar. Ve sana bir zarar dokunduramazlar. Allâh sana kitab’ı ve hikmeti indirdi ve daha önce bilmediklerini öğretti. Şüphesiz Allâh’ın senin üzerindeki ihsanı çok büyüktür.”
Cahil olan insan , Âlim olan Allâh’a asî oluyor. Kahhar olanın ayetlerine değişik değişik yakıştırmalar yapıyor.
Nahl suresi/24 “Onlara: “Rabb’iniz ne indirdi” dendiği zaman “Evvelkilerin masalları “derler.”
Oysa Allâh her sıfatının yanında Alîm dir. Yasaları evveli ve ezelidir, batını ve zahiridir. Allâh için mekan ve zaman söz konusu değil ki, sözleri için mekan ve zaman söz konusu olsun. İnsanlar öyle sapmalara girdi ki Allâh’ın tavsiyelerini dinleme yerine , kendi hevalarından yasa çıkardılar. Allâh’ın ilmine dayanarak iman etme yerine, kendilerine göre iman ettiler. Allâh’ın ilmini kullanarak, Allâh’a yakınlaşma yerine, hurafeler, hikayeler, iftiralarla yakınlaşmayı tercih ettiler. Her şeyi yerinden oynattılar.
Allâh’ın sıfatlarını bilmeden Allâh’a iman edenler, peygamberlerine ilginç unvanlar yakıştıranlar, tarihi bozanlar, atalarını maymun gibi kabul edenler, kitap ile amel etme yerine, dil ile müslüman olduğunu sananlar, âhiret inancını sarsanlar, ilahî hedefler yerine kişisel amaç edinenler…
Fitne de yarışanlar her alanı fesada boğdular. Çünkü sahih ilme, Âlim olan Hakk’a dayanmayan cahil, hiçbir şeyin farkında olmayan, algılamayan bir çocuk gibi önüne gelen her şeyi parçaladı, etrafa dağıttı. Sonra da ağlamaya başladı. Hâlâ da ağlıyor. Evet, insan ağlıyor. Hâlâ anlamıyor ki tüm suç kendisinde, kendisi bunlara sebep oldu. Artık kendine gelmeyecek mi? Artık bu çelişkilerden kurtulup gülmek istemeyecek mi?
Tevbe suresi/116 “Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Yaşatan öldüren O’dur. Sizin için Allâh’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı yoktur.”
Bazen insanlar daha ötelere gidiyorlar. Sanki Allâh’ın bildirdikleriyle amel etmişler de, Allâh’ın bildirmediklerinin peşine düşüyorlar. Gaybı öğrenmek istiyorlar. Oysa insan üzerindeki ilmin sorumluluğunu taşımadan ne diye başka emanetler istiyor. Başka alanlara dalmak istiyor.
Yüce Allâh’a güvenmelisin. Allâh, tüm ilimlerin Malik’i, sana da ihtiyacın kadar ilim veriyor. Bu yüzden gereğinden ve kendi alanından başka bir şey isteme. Bu da şeytanın tuzaklarından biri. Oysa Allah’ın bildirmediğini , sen zorla öğrenemezsin.
İsrâ suresi/36 “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur.”
Bugün toplumumuzda Allâh’ın bildirmediği fakat Allâh bildirmiş gibi , o kadar çok batıl inançlar çıkmış ki. Çokça ibadetler uydurulmuş, Kur’ân’a dayanmayan insan ,batıl inançların kucağında neye inanacağına şaşa kalmış. Bazen Müslüman olduğunu söyleyenler de Allâh’tan gelen ilim (Kur’an’ı Kerîm ve risalet) ile beslenme yerine , kulaktan dolma inançlar ile besleniyorlar. Kur’an’ı Kerîm’i hak kitabı olarak görenler ise , Allâh’ın bildirdiğinin peşine düşer, bilmediğinin değil. Çünkü kendisinin Allâh’ın bildirdiğinden sorumlu olduğunu bilir. Bunların hepsi Yüce Allâh’ın El-Alîm olduğunu kabul etmekle ilgilidir.
Bakara suresi/32 “Dediler ki; “Sen Yücesin, bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin.”
Neml suresi/6 “(Ey Muhammed)sana bu Kur’an, hüküm ve hikmet sahibi ,(her şeyi) bilen (Allâh) katından verildi.”
Allâh işlenen amellerin neye dayanarak, hangi niyet ile yapıldığını bilendir. İnsanoğlu yaptığının amacını gizleyebilir, farklı gösterebilir. Fakat Alîm Allâh göğüslerde saklanan niyetleri bilendir.
Mü’min suresi/19 “(Allâh) gözlerin hain (bakışlar)ını ve gözlerin gizlediği düşünceleri bilir.”
Yüce Rabb’imiz göğüslerin özünü bilen olduğuna göre, yapmamamız gereken, göğüslerde saklananların temiz, halis ve yüzleşmeye hazır olmasıdır. Niyetlerin arınması, Yüce Allâh’a temiz bir kalp ile dönüş yapılması için şarttır. Dağınık düşünce ve bulanık bir gönül ile bu hayatı sonlandırmaya izin vermemeliyiz. Biran önce düşüncelerimizi, kararlarımızı, duygularımızı netleştirmeli, doğru olanın ardına düşmeliyiz.
Bakara suresi/2 “İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur, müttâkiler için yol göstericidir.”
Yüce Allâh Âlim olduğu gibi her şeyi haber alan ,gözetleyen ve şahid olandır. Hiçbir şey onun izni dışında olmaz.
En’âm suresi/59 “Gaybın anahtarları, O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez.(O)karada ve deniz de olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak -ki mutlaka onu bilir- yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.”
İnsan O’nun mülkünün dışında değil ki, kendisini Allâh’tan gayri düşünsün. Bu yüzden bilinen ve bilinmeyen tüm alanlar matematik, coğrafya, fizik, kimya, anatomi, psikoloji, tarih, sosyoloji, eğitim, iletişim vs, Yüce Allâh’tan ayrı düşünülemez. Yüce Allah’ın bilmediği bir alan yoktur.
Yüce Allâh izin vermeseydi hiç kimse akledemez, tesbit edemez, öğrenemez, faydalanamazdı. O halde bu tür ilimler islamdan gayri ilimler diye adlandırılamaz. Anotomimize, coğrafyamıza, psikolojimize, toplumumuza, tarihimize, kimyamıza, fizikimize, hukukumuza, çevremize, varlığımıza, beklentilerimize, geleceğimize hükmeden yüce Allâh’tır.
Elbette Allâh hükmettiği gibi kurallarını koyan, yönlendiren, destekleyen, yardım eden, kolaylaştıran, araçları veren, sorumluluk isteyendir. Sen kabul etsen de, etmesen de her şey O’nun ilmi, takdiri, izni ve kudretiyle olmaktadır. Allâh göklerin ve yerin Rabb’idir. Su ateş, toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar, her element, her adım, her hücre, her an O’nun emri (ilmi)ile amel ederken, sen bunu anlamamazlıktan gelebilir misin? Sen yalanlasan da her ilim, Allâh’a aittir. O halde bakış açını düzelt ve yüce Allâh’ın her ilmin sahibi olduğunu kabul et.
Zümer suresi/46 “De ki; Allâh’ım! ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görülmeyeni ve görüleni bilen! Ancak sen , ayrılığa düştükleri şeyler de kullarının arasında hükmedersin.”
Artık Yüce Allâh’ın ilminin her şeyi kuşattığını biliyorsun. Bundan dolayı sende teslim ol ve tasdik edenlerden ol. Senin için gayb söz konusu iken Allâh için gayb diye bir şey söz konusu değildir. O’nun için yanılma, unutma, gözden kaçırma diye bir şey yoktur. O her daîm Alîm olarak Hayy ve Kayyum’dur. Yüce Allâh’ın nitelik-nicelik, soyut-somut, evveli-ezeli, batıni-zahiri her şeyi bildiğine iman et. Buna binaen amel edenlerden ol. Yüce Allâh’a dayan, O, sana bilmediğini öğretendir. Bulunmuş olduğun cehaletten, akledememekten, kavrayamamaktan, habersiz olmaktan kaynaklanan her türlü kötülüklerden seni korur. Çünkü sen Âlim olan Allâh’ı vekil tutmuşsun ve biliyorsun ki O’nun öğrettiğinden başka da ilim yoktur.
Allâh Alîm’dir. O halde sen, cahillerden olma. Allâh Alîm olduğuna göre cahilleri sevmeyeceğini anlaman gerekir. Elbette Alîm olan Allâh’a ilim üzere olan kullar yaraşır. Bu yüzden cehaletten yüz çevir ve öğrenmeye önem ver. Öğrenen insan , ilerlemeye aday olan insandır.
Kendine “Halife” unvanını yakıştıranlar; cehaletle bu unvanın olmayacağını da aşikâr bilmelidir.
Yüce Allâh her inanana bu unvanı yakıştırırken, her inanana ilmi de yakıştırmış oldu. Çünkü ilimle tanışmayanlar, neye, nasıl inanacaklarını da bilmezler. Bu nedenle yaşam tarzlarını da belirleyemezler.
İlimsiz iman olmadığı gibi, imansız ilimde olmaz, ikisi bir bütündür. Allâh’a iman etmeyenin O’nun ilminden yararlanması da mümkün değildir.
Bir gün uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Yolculuk esnasında psikolog olan birisi ile tanışmıştım. Allâh’a inanmayan birisi idi. Bu psikolog, psikoloji üzerine bir kitapta yazmıştı. Ona “insan” kelimesinin tarifini sormuştum. Allâh’ı Yaratıcı olarak kabul etmeyen birisi “insan”ın tarifini nasıl yapacaktı? Merak etmiştim doğrusu!
İnananlar insanı, Allâh’ın tarif ettiği gibi “Eşref-i Mahlukat” kabul ederler. Oysa sosyalistler “insan, alet kullanan bir hayvandır” diyordu. O halde hayvanlar da alet kullanmayan bir insan mıdır? Kapitalistler “İnsan düşünen bir hayvandır” diyordu, bazıları atalarını maymun, bazıları başka başka ifade ediyordu…
Olay çok enteresan. Yaratan Allâh, fakat tarifi Allâh’tan başka herkese dayandırıyorlardı. O psikoloğa cevap verdim: “Sen insan tarifini bile yanlış yaparken, insan psikolojisini nasıl analiz edebilir sin?” İnsanı tanımayan onu nasıl anlayabilirdi?
Anlayamadığını da nasıl kitaba dönüştürüp, binlerce kişilere bu tezleri okutacaktı?
İşte hangi ilim Allâh’a dayandırılmazsa o ilim eksiktir. Bu yüzden halife ilimsiz iman edemezdi. İmansız da ilim elde ederlerse, akıbet bu psikoloğun durumu gibi olurdu.
Allah Alîm’dir, ilim peşinde dolaşanları sever. Bu yüzden tüm inananlar bilmeli, bilerek iman etmeli, neye iman ettiğini bilmeli, ne emanetler aldığını bilmelidir.
Rabb’inin Sünnetullâh’ını bilmeli ki yeryüzündeki rolünü iyi anlasın.
O halde yola çıkmak , Allâh’ın Alîm olduğuna iman etmeyle başlar, kendini yetiştirme ile de devam eder. Elbette ki ilah’i hiyararşi bize şunu da öğretiyordu. Alim olan Allah’ın kapısını çalmamız, O’nun kapısını çalabilmemiz için de Resulullah (s.a.a)’ın kapısını çalmamız, Resulullah (s.a.a)’ın kapısını çalabilmemiz için de Ehl-i Beyt( hepsine selam olsun)’inin kapısını çalmamız gerekmektedir. İlmin yolu budur.
Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?
Parolamız;
Yüce Allâh’ın her isminin yanında El-Alîm olduğuna iman ettik.
Lâ Alîme illâ El-Alîm.
Her şeyi bilen demektir.
Gençlerimize sosyoloji dersi verilirken ilk atalarımızdan “İlkel toplum”diye bahsedilir. Oysa Yüce Yaratıcımız Allâh, ilk insan Hz. Âdem(as)’i yaratırken, onu kendisi tarafından eğitmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de bu Rabbanî eğitim- isimler- adı altında geçer.
Ders, isimler, konu; insanı ilgilendiren her şey olmuştur.
Bakara suresi/30 “Bir zamanlar Rabb’in meleklere” Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.(Melekler):”orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve takdis ediyoruz?” dediler.(Rabb’in):”Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”dedi.”
Bakara suresi/31 “Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sunup: “Haydi doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin” dedi.”
Bu ayetler, Yüce Allâh’ın meleklere öğretmediği konuların Hz. Âdem’e öğrettiğinin delilidir. Bakınız, insan bilmediklerini, her şeyi bilen Rabb’inden öğreniyordu.
Bakara suresi/32 “Dediler ki : “Sen Yücesin (Ya Rabb) Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hâkimsin.”
Bakara suresi/33 “(Allâh)dedi ki;”Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver.”(Âdem), bunlara onların isimlerini haber verince (Allâh): “Ben size, ben göklerin ve yerin gayplarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri bilirim, dememiş miydim?”dedi.”
Ayrıca Hz. Âdem (as)’e suhuf verilmişti . Bu da bize gösteriyor ki Hz. Âdem(as) okuma yazma bilen-ilim sahibi birisiydi.
Allah’ın kendisi tarafından eğitime alınmıştı. Böylece ilk insandan başlayarak insana ilmi veren yüce Allâh idi. Aynı olay ümmi durumunda olan Hz. Muhammed(saa)’e de olmuştu.
Alâk suresi/1-5 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O, insanı alaktan (Kan pıhtısı biçimini alan embriyodan)yarattı. Oku, Rabb’in en büyük kerem sahibidir. O(insana) kalemle (yazmayı) öğretti, insana bilmediğini öğretti.”
Bilmeyen insan ilmini, her şeyi, her ayrıntıyı, her açıyı, her gizliyi her şeyi kuşatıcı olarak bilen Rabb’imizden alıyordu. Yaratılışından bulunduğu zamana kadar ve hatta kendisinden sonra ki haberleri de dahil insan, bildiği her şeyi Rabb’inin izniyle öğreniyordu. Allâh ona bu yolu açmasaydı, o öğrenemezdi. O halde bugün insan aldığı bu ilime karşılık Rabb’ine çok hamd etmelidir.
Hem O’nun verdiği aklı, eli, parmağı, gözü, azmi, hırsı, kabiliyeti, kalemi, kitabı, zamanı, eşyayı kullanacak, hem de Rabb’ine karşı yine bu araçları mı kullanacaktı? Kendisine verilen ilmi, ihanet alanlarında mı harcayacaktı?
Aman Allah’ım! Bu ne büyük tezat. Sanki öğrendikleri Rabb’inden bir başkasına ait gibi.
Teğabün suresi/4 “Göklerde ve yer de olanları bilir , gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allâh, göğüslerin özünü bilendir.”
Yüce Allâh gökler de ve yer de olanların hepsini bilir. Onlara yüklediği ilimleri de bilir, insan dışında ki her varlık kendisine verilen ilmin yükümlülüğünü yerine getirdi. Fakat insanlardan bir kısmı (o da inananlardır) hariç ,tüm insanlar kendilerine verilen ilmin yükümlülüğünü taşımadılar. Bir kısmı karşı çıktılar, bir kısmı da kendilerine verilen ilmin mahiyetini değiştirdiler. Bir kısmı da o ilmi oyun ve eğlence yerine koydular.
Mâide suresi/13 “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç daima onlardan hainlik görürsün…”
Yüce Allâh insana ilim verirken, onlara düşen bunu almak,öğrenmek, öğrendiklerini yine Allâh yolunda kullanmaktı. Yoksa O’nun ilminden yüz çevirip, başka telkinlere yönelmesi değildi.
Allâh’ının öğrettiğinden başkasına ilim dememeli idi. Yani vesveseler, zânlar, heva-hevesten kaynaklananlar, varsayımlar ilim olamazdı.
Bugün Kur’an-ı Kerîm tüm ilimlerin ana özeti olarak elimizdedir. Her şeyi bilen Alim Allâh’tan, bize gelen terbiye edici ,dünya hayatımızda kısa ve doğru yolu gösteren , düştüğümüz ihtilaflara çözüm veren, hakkı ve batılı ayıran , gönüllere şifa veren bir öğüttür. Bu öğütü, bu ilmi dinleyenler ne kadar? Yada bu öğütler ne kadar dinleniliyor?
Nisâ suresi/113 “Eğer Allâh’ ın senin üzerinde lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmayı düşünmüştü.Oysa onlar ancak kendilerini saptırmaktadırlar. Ve sana bir zarar dokunduramazlar. Allâh sana kitab’ı ve hikmeti indirdi ve daha önce bilmediklerini öğretti. Şüphesiz Allâh’ın senin üzerindeki ihsanı çok büyüktür.”
Cahil olan insan , Âlim olan Allâh’a asî oluyor. Kahhar olanın ayetlerine değişik değişik yakıştırmalar yapıyor.
Nahl suresi/24 “Onlara: “Rabb’iniz ne indirdi” dendiği zaman “Evvelkilerin masalları “derler.”
Oysa Allâh her sıfatının yanında Alîm dir. Yasaları evveli ve ezelidir, batını ve zahiridir. Allâh için mekan ve zaman söz konusu değil ki, sözleri için mekan ve zaman söz konusu olsun. İnsanlar öyle sapmalara girdi ki Allâh’ın tavsiyelerini dinleme yerine , kendi hevalarından yasa çıkardılar. Allâh’ın ilmine dayanarak iman etme yerine, kendilerine göre iman ettiler. Allâh’ın ilmini kullanarak, Allâh’a yakınlaşma yerine, hurafeler, hikayeler, iftiralarla yakınlaşmayı tercih ettiler. Her şeyi yerinden oynattılar.
Allâh’ın sıfatlarını bilmeden Allâh’a iman edenler, peygamberlerine ilginç unvanlar yakıştıranlar, tarihi bozanlar, atalarını maymun gibi kabul edenler, kitap ile amel etme yerine, dil ile müslüman olduğunu sananlar, âhiret inancını sarsanlar, ilahî hedefler yerine kişisel amaç edinenler…
Fitne de yarışanlar her alanı fesada boğdular. Çünkü sahih ilme, Âlim olan Hakk’a dayanmayan cahil, hiçbir şeyin farkında olmayan, algılamayan bir çocuk gibi önüne gelen her şeyi parçaladı, etrafa dağıttı. Sonra da ağlamaya başladı. Hâlâ da ağlıyor. Evet, insan ağlıyor. Hâlâ anlamıyor ki tüm suç kendisinde, kendisi bunlara sebep oldu. Artık kendine gelmeyecek mi? Artık bu çelişkilerden kurtulup gülmek istemeyecek mi?
Tevbe suresi/116 “Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Yaşatan öldüren O’dur. Sizin için Allâh’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı yoktur.”
Bazen insanlar daha ötelere gidiyorlar. Sanki Allâh’ın bildirdikleriyle amel etmişler de, Allâh’ın bildirmediklerinin peşine düşüyorlar. Gaybı öğrenmek istiyorlar. Oysa insan üzerindeki ilmin sorumluluğunu taşımadan ne diye başka emanetler istiyor. Başka alanlara dalmak istiyor.
Yüce Allâh’a güvenmelisin. Allâh, tüm ilimlerin Malik’i, sana da ihtiyacın kadar ilim veriyor. Bu yüzden gereğinden ve kendi alanından başka bir şey isteme. Bu da şeytanın tuzaklarından biri. Oysa Allah’ın bildirmediğini , sen zorla öğrenemezsin.
İsrâ suresi/36 “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur.”
Bugün toplumumuzda Allâh’ın bildirmediği fakat Allâh bildirmiş gibi , o kadar çok batıl inançlar çıkmış ki. Çokça ibadetler uydurulmuş, Kur’ân’a dayanmayan insan ,batıl inançların kucağında neye inanacağına şaşa kalmış. Bazen Müslüman olduğunu söyleyenler de Allâh’tan gelen ilim (Kur’an’ı Kerîm ve risalet) ile beslenme yerine , kulaktan dolma inançlar ile besleniyorlar. Kur’an’ı Kerîm’i hak kitabı olarak görenler ise , Allâh’ın bildirdiğinin peşine düşer, bilmediğinin değil. Çünkü kendisinin Allâh’ın bildirdiğinden sorumlu olduğunu bilir. Bunların hepsi Yüce Allâh’ın El-Alîm olduğunu kabul etmekle ilgilidir.
Bakara suresi/32 “Dediler ki; “Sen Yücesin, bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin.”
Neml suresi/6 “(Ey Muhammed)sana bu Kur’an, hüküm ve hikmet sahibi ,(her şeyi) bilen (Allâh) katından verildi.”
Allâh işlenen amellerin neye dayanarak, hangi niyet ile yapıldığını bilendir. İnsanoğlu yaptığının amacını gizleyebilir, farklı gösterebilir. Fakat Alîm Allâh göğüslerde saklanan niyetleri bilendir.
Mü’min suresi/19 “(Allâh) gözlerin hain (bakışlar)ını ve gözlerin gizlediği düşünceleri bilir.”
Yüce Rabb’imiz göğüslerin özünü bilen olduğuna göre, yapmamamız gereken, göğüslerde saklananların temiz, halis ve yüzleşmeye hazır olmasıdır. Niyetlerin arınması, Yüce Allâh’a temiz bir kalp ile dönüş yapılması için şarttır. Dağınık düşünce ve bulanık bir gönül ile bu hayatı sonlandırmaya izin vermemeliyiz. Biran önce düşüncelerimizi, kararlarımızı, duygularımızı netleştirmeli, doğru olanın ardına düşmeliyiz.
Bakara suresi/2 “İşte o kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur, müttâkiler için yol göstericidir.”
Yüce Allâh Âlim olduğu gibi her şeyi haber alan ,gözetleyen ve şahid olandır. Hiçbir şey onun izni dışında olmaz.
En’âm suresi/59 “Gaybın anahtarları, O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez.(O)karada ve deniz de olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak -ki mutlaka onu bilir- yerin karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.”
İnsan O’nun mülkünün dışında değil ki, kendisini Allâh’tan gayri düşünsün. Bu yüzden bilinen ve bilinmeyen tüm alanlar matematik, coğrafya, fizik, kimya, anatomi, psikoloji, tarih, sosyoloji, eğitim, iletişim vs, Yüce Allâh’tan ayrı düşünülemez. Yüce Allah’ın bilmediği bir alan yoktur.
Yüce Allâh izin vermeseydi hiç kimse akledemez, tesbit edemez, öğrenemez, faydalanamazdı. O halde bu tür ilimler islamdan gayri ilimler diye adlandırılamaz. Anotomimize, coğrafyamıza, psikolojimize, toplumumuza, tarihimize, kimyamıza, fizikimize, hukukumuza, çevremize, varlığımıza, beklentilerimize, geleceğimize hükmeden yüce Allâh’tır.
Elbette Allâh hükmettiği gibi kurallarını koyan, yönlendiren, destekleyen, yardım eden, kolaylaştıran, araçları veren, sorumluluk isteyendir. Sen kabul etsen de, etmesen de her şey O’nun ilmi, takdiri, izni ve kudretiyle olmaktadır. Allâh göklerin ve yerin Rabb’idir. Su ateş, toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar, her element, her adım, her hücre, her an O’nun emri (ilmi)ile amel ederken, sen bunu anlamamazlıktan gelebilir misin? Sen yalanlasan da her ilim, Allâh’a aittir. O halde bakış açını düzelt ve yüce Allâh’ın her ilmin sahibi olduğunu kabul et.
Zümer suresi/46 “De ki; Allâh’ım! ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görülmeyeni ve görüleni bilen! Ancak sen , ayrılığa düştükleri şeyler de kullarının arasında hükmedersin.”
Artık Yüce Allâh’ın ilminin her şeyi kuşattığını biliyorsun. Bundan dolayı sende teslim ol ve tasdik edenlerden ol. Senin için gayb söz konusu iken Allâh için gayb diye bir şey söz konusu değildir. O’nun için yanılma, unutma, gözden kaçırma diye bir şey yoktur. O her daîm Alîm olarak Hayy ve Kayyum’dur. Yüce Allâh’ın nitelik-nicelik, soyut-somut, evveli-ezeli, batıni-zahiri her şeyi bildiğine iman et. Buna binaen amel edenlerden ol. Yüce Allâh’a dayan, O, sana bilmediğini öğretendir. Bulunmuş olduğun cehaletten, akledememekten, kavrayamamaktan, habersiz olmaktan kaynaklanan her türlü kötülüklerden seni korur. Çünkü sen Âlim olan Allâh’ı vekil tutmuşsun ve biliyorsun ki O’nun öğrettiğinden başka da ilim yoktur.
Allâh Alîm’dir. O halde sen, cahillerden olma. Allâh Alîm olduğuna göre cahilleri sevmeyeceğini anlaman gerekir. Elbette Alîm olan Allâh’a ilim üzere olan kullar yaraşır. Bu yüzden cehaletten yüz çevir ve öğrenmeye önem ver. Öğrenen insan , ilerlemeye aday olan insandır.
Kendine “Halife” unvanını yakıştıranlar; cehaletle bu unvanın olmayacağını da aşikâr bilmelidir.
Yüce Allâh her inanana bu unvanı yakıştırırken, her inanana ilmi de yakıştırmış oldu. Çünkü ilimle tanışmayanlar, neye, nasıl inanacaklarını da bilmezler. Bu nedenle yaşam tarzlarını da belirleyemezler.
İlimsiz iman olmadığı gibi, imansız ilimde olmaz, ikisi bir bütündür. Allâh’a iman etmeyenin O’nun ilminden yararlanması da mümkün değildir.
Bir gün uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Yolculuk esnasında psikolog olan birisi ile tanışmıştım. Allâh’a inanmayan birisi idi. Bu psikolog, psikoloji üzerine bir kitapta yazmıştı. Ona “insan” kelimesinin tarifini sormuştum. Allâh’ı Yaratıcı olarak kabul etmeyen birisi “insan”ın tarifini nasıl yapacaktı? Merak etmiştim doğrusu!
İnananlar insanı, Allâh’ın tarif ettiği gibi “Eşref-i Mahlukat” kabul ederler. Oysa sosyalistler “insan, alet kullanan bir hayvandır” diyordu. O halde hayvanlar da alet kullanmayan bir insan mıdır? Kapitalistler “İnsan düşünen bir hayvandır” diyordu, bazıları atalarını maymun, bazıları başka başka ifade ediyordu…
Olay çok enteresan. Yaratan Allâh, fakat tarifi Allâh’tan başka herkese dayandırıyorlardı. O psikoloğa cevap verdim: “Sen insan tarifini bile yanlış yaparken, insan psikolojisini nasıl analiz edebilir sin?” İnsanı tanımayan onu nasıl anlayabilirdi?
Anlayamadığını da nasıl kitaba dönüştürüp, binlerce kişilere bu tezleri okutacaktı?
İşte hangi ilim Allâh’a dayandırılmazsa o ilim eksiktir. Bu yüzden halife ilimsiz iman edemezdi. İmansız da ilim elde ederlerse, akıbet bu psikoloğun durumu gibi olurdu.
Allah Alîm’dir, ilim peşinde dolaşanları sever. Bu yüzden tüm inananlar bilmeli, bilerek iman etmeli, neye iman ettiğini bilmeli, ne emanetler aldığını bilmelidir.
Rabb’inin Sünnetullâh’ını bilmeli ki yeryüzündeki rolünü iyi anlasın.
O halde yola çıkmak , Allâh’ın Alîm olduğuna iman etmeyle başlar, kendini yetiştirme ile de devam eder. Elbette ki ilah’i hiyararşi bize şunu da öğretiyordu. Alim olan Allah’ın kapısını çalmamız, O’nun kapısını çalabilmemiz için de Resulullah (s.a.a)’ın kapısını çalmamız, Resulullah (s.a.a)’ın kapısını çalabilmemiz için de Ehl-i Beyt( hepsine selam olsun)’inin kapısını çalmamız gerekmektedir. İlmin yolu budur.
Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?
Parolamız;
Yüce Allâh’ın her isminin yanında El-Alîm olduğuna iman ettik.
Lâ Alîme illâ El-Alîm.

EL- FETTAH OLAN O’DUR!

EL-MUSAVVİR
El-Musavvir; yarattıklarının, sûret ve hallerini takdir edip dilediği şekilde icad ederek, tasvir eden demektir.
Yüce Allâh, gökleri ve yeri yarattı. Yaratırken onlara şekil ve düzen verdi. Bazı insanların kâînatın kendi kendine var oldu gibi uydurmalarına Allâh’ın El- Musavvir olduğunu hatırlatmak gerekir. Bir yemek kendi kendine pişmiyorsa, bir kitap kendi kendine yazılmıyorsa, bir araba kendi kendine gidemiyorsa, dünyadaki tüm varlıklar kendi kendine şekil, renk, düzen, biçim ve görev alamaz. Hiçbir şey kendiliğinden oluşamaz, hareket edemez, şekil alamaz, şekil veremez. Kâinattaki varlıkları yaratan Allâh’tır. Onların biçimini, renklerini, yoğunluğunu, hacmini,ısısını, atomunu, diğer maddelerle olan uygunluğunu da yüce Allâh takdir eder.
Mü’min sûresi/64 “Allâh; O’dur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı.Sizi şekillendirdi,şekillerinizi de yaptı.Ve sizi güzel rızklarla besledi.İşte Rabb’iniz Allâh budur.Bütün âlemleri yaratan Allâh ne yücedir.”
Yüce Allâh, göklere de, yere de şekil verdi. Tüm âlemlerin tasvirine karar verdi, düzen koydu, düzene de kurallar koydu. Örneğin; suyun formülü iki hidrojen ile bir oksijen atomunun birleşmesidir. Bu formül suyun yapısını oluşturur. Siz yapıyı bozduğunuz zaman su yerine iki yakıcı –patlayıcı madde elde edersiniz. Oksijen ve hidrojen. Her ikisi de çok tehlikeli maddeye dönüşür. Bu kuralı koyan Allâh’tır. Hiç kimse bu kuralı bozamaz. Suyun yasasını takdir eden onun yaratıcısı Yüce Allâh’tır. İnsanların hangi cinsiyetle doğacağı, ne renkte olacağı, ne şekilde dünyaya geleceğine yine Yüce Allah karar verir.
Âl-i İmrân sûresi /6 “Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O Azîz’dir, hikmet sahibidir.”
O yarattıklarına şekil verirken gelişigüzel bir şekil vermedi. Hikmetle, şekline göre rızk, rızkına göre hüküm, hükmüne göre ilim, ilmine göre amel, ameline göre hesap, hesaba göre adalet, adalete göre sonuç…Hiçbir şey sıradan,gereksiz,gelişi güzel değildir.Çünkü o,yaratan Rabb’imiz her sıfatının yanında El-Musavvır’dır.
O halde sende, seni yaratmasındaki hikmetiyle Rabb’ini tefekkür et. Örneğin;bir dilimiz olduğu halde bu dili yönlendirmek bir sanattır.Tatlılığı yılanı deliğinden çıkarır,acılığı ise kalpleri tam ortasından yaralar.Dilin insanlara verdiği zararı hiçbir şey vermemiştir. Bir de düşünün, bir dilimiz yerine iki dilimiz olsaydı,ne yapardık?!Veya ellerimiz parmaksız olsaydı,o eli ne kadar az kullanırdık hayatımızda.Yada parmaklarımız tırnaksız olsaydı, ne kadar çok parmaklarımız aşınırdı.Çoğu ince işlerimizi yapamazdık.
İnfitâr sûresi/7-8 “O (Rabb) ki seni yarattı, düzenledi ,sana ölçülü bir biçim verdi. Seni(n organlarını)dilediği şekilde birbirine ekledi.”
Kemikleri üst üste koyan, onları sinir ve damar telleriyle saran, üzerlerini kas ve yağ tabakasıyla donatan ve sonra hepsinin üstüne güzel bir cilt giydiren ve o vücuda canlılık veren kim? Elbette Musavvir, Halık,Bari olan Allâh’tır.
Okulda iken hayat bilgisi, Fen bilgisi derslerinde bu soru çok sorulurdu. Beş duyu organlarımız nelerdir? İşitme duyu organımız, kulaktır. Görme duyu organımız; gözdür.Tatma ve konuşma duyu organımız dildir.Koku alma duyu organımız;burundur.Dokunma duyu organımız, deridir.Bu duyu organlarımızı şekillendiren kim? Elbette,şüphesiz Alîm,Hâkim, Hayy olan Allâh’tır.
Hiçbir insan, başka insana benzemez. Dünyaya milyonlarca insan gelmiştir. Hiç birinin parmak izi, bir başkasının parmak izine benzemez. Ne kadar önemli, derin bir mesele, değil mi? Demek ki herkesi aynı yaratabilen Allâh her insanı farklı bir tasvirle de yaratıyor. Diğer varlıklar gibi tür ayrılığı yok. Hiçbir insanın tıpkısı yoktur. Bu da her insanı tek yapar, yani özel. Düşünün kâinattaki her varlık gibi sıradan değil, özel bir kişisiniz ,teksiniz. Varlıklar içerisinde özel birisiniz. Kendinize ait özel bir cildiniz, göz renginiz, sesiniz, parmak iziniz, vücut kokunuz vs. var. Yüce Allâh bedeninize özel bir tasvir verirken, ruhunuza da bu özelliği veriyor. Özel bir kalbiniz, kendinize özgü yetenekleriniz ,düşünceleriniz ve karakteriniz var.
Sizi bu kadar özel yaratan Allâh’a, lütfen sizde özel olarak teşekkürlerinizi sunun. O’na minnet duyun. Ve bu özel oluşu koruyun. Allâh seni tek ve özel yarattığına göre, elbette senin şükrün de sana, yalnızca sana ait olsun. Yani kendi şükrünü kendin yapmalısın. Özel halinle, özel duruşunla. Unutma ki özel olan sen, tek yaratıldığın gibi, tek başına da hesap vereceksin.
Müddesir sûresi/11 “Benimle şu adamı yalnız bırak ki, ben onu tek olarak yarattım.”
Bu konunun üzerine özellikle basıyorum. Çünkü bazı insanlar bazılarının, eşlerinin, çocuklarının dindar oluşuyla kendini dindar görüyor. Kendisi namaz kılmıyor, ama başkalarının sırtından çok iyi Müslüman olduğunu ifade eder. Kendisine bir sorumluluk yüklendi mi hep başkalarını gösterir. O ilim öğrensin, bu fedakarlık yapsın, şunlar malından, canından versin. Kendisi oturan, yorulmayan, bedel ödemeyen, ama çok iyi bir Müslüman olarak kendini anlatır. Hâlbuki hiç kimse kendi şükrünü, başkasına yükleyemez. Çünkü her varlık kendi yaratılışının borcunu kendisi vermelidir. Bu yüzden her insan, kendi kulluğunu yapmalıdır.
Ey insan! Göklere ve yere bak! Gök kuşağına, balığın pullarına, tavus kuşunun kuyruğuna, gülün rengine, portakalın dilimine, narın tanelerine, bebeğin gamzelerine, denizin dalgasına, kuşun kanatlarına, yağmurun damlalarına… Bir bak ve tefekkür et. Hiçbir şey gereksiz yere yaratılmamış .Sıradan onlara şekil verilmemiş. Bunlar içinde de kendine bak. Her şeklin, her figüranın, her parçanın bir nedeni var. Bu nedenleri hikmetlerinden anlamaya çalış. Bunun için tefekkür et. Anlaman ve hikmete varman, seni daha güzel kulluk yapmaya götürür. Güzel kulluk ta, güzel dönüşe götürür. Böylece tek başına vereceğin hesapta kolaylaşır.
Yüce Allâh Kur’an-ı Kerîm’de Âhiret gününün(cennet-cehennem) de tasvirini yapıyor. Cennetin güzelliklerini, cehennemin dehşetlerini anlatıyor. Bu dünyaya şekil veren Allâh, öbür hayatı da tasvir ediyorsa, o halde dönüş şeklimize dikkat etmeliyiz.
Teğabûn sûresi/3 “Gökleri ve yeri hak(hikmet)ile yarattı. Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O’nadır.”
Bazı insanlar şekillerini beğenmiyorlar. Tırnaklarını, kaşlarını, ciltlerini, dudaklarını, burunlarını, cinsiyet organlarını vs. değiştirmeye kalkışıyorlar. Veya serzenişte bulunuyorlar. Gözlerim şu renk olsaydı, boyum biraz uzun olsaydı, burnum küçük olsaydı.
İşte onlar Yüce Allâh’ın tasvirini sadece şekle bağlıyorlar. Yaratılış tarzındaki hikmetleri anlamıyorlar. Bu yüzden de Allâh’ın kendi yarattığı şeklini değiştirmeye kalkışıyorlar.Yaratma gücü olmayanlar, Allâh’ın tasvirini beğenmeme diye bir hakları yoktur. Yüce Allâh’ın izin vermediği, razı olmadığı şekil ve düzeni kimse değiştirme hakkını, kendinde göremez. Ne bedenin fıtratını, ne de ruhun fıtratını kimse değiştiremez.Ruhun fıtratı da, Allâh’ın o bedenlerden istediği düzen ve ölçüyü korumasıdır. Bedenin fıtratı da ,Allâh’ın düzen kurallarını dinlemesidir.
Bakara sûresi/138 “Allâh’ın boyası( ile boyan ). Allâh’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.”
Bu boya, hem bedeni fıtrat, hem de ruhî fıtratın oluşturduğu ve üzerine Yüce Allâh’ın istediği gibi “halifelik/ muvahhid/ hanif/ mümin” lik yapmasıdır. Ruhi tasviri Yüce Allâh, nasıl korumanızı istiyor? Hedefi Allâh rızası, araçları dünyadaki araçlar, öğretmeni peygamberler ve vasileri, yolu risalet çizgisi, ilkeleri Kur’an hükümleri, ahlakı İslam ahlakı üzere yetenekli, bilgili, dürüst, adil, merhametli, alçak gönüllü, duygulu, güven veren, emin, şefkatli, tevazulu, hoşgörülü, sabırlı, fedakar, sevgi ve saygıya önem veren, yardımlaşmayı ve paylaşmayı seven, sosyal olan bir Müslüman olmanı istiyor. Katıksız teslimiyetini, dilinde zikrini, kalbinde şükrünü, kesintisiz imanı istiyor senden. Yalnızca kendine kulluk etmeni istiyor, senden. Yalnızca ona ait olduğunu hissetmelisin. Duruşun, kimliğin, huyun, hayatın hep bu inanış ve hissedişte olmalı. Senin ruhunun havası böyle olmalı. Aynen Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i (sa) gibi. İşte ruhunun tasviri budur işte.
Lâ ilâhe illâllah yani Tevhid sancağını taşıyacak olan Ey insan! Unutma ki; Yüce Allâh yalnızca görünene değil, görünmeyenlere de şekil verdi. Ve o şeklini korumanı istiyor senden. Bedenî şeklini bozmadığın gibi, ruhi şeklini de bozmamalısın. Her zaman Yüce Allâh’ın tasvirini yaptığı gibi tasvirini korumalısın. Çünkü sen musavvir değilsin. O’ndan başka Musavvir de yok.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Musavvir olduğuna iman ettik.
Lâ Musavvire îllâ El-Musavvir.
Yüce Allâh, gökleri ve yeri yarattı. Yaratırken onlara şekil ve düzen verdi. Bazı insanların kâînatın kendi kendine var oldu gibi uydurmalarına Allâh’ın El- Musavvir olduğunu hatırlatmak gerekir. Bir yemek kendi kendine pişmiyorsa, bir kitap kendi kendine yazılmıyorsa, bir araba kendi kendine gidemiyorsa, dünyadaki tüm varlıklar kendi kendine şekil, renk, düzen, biçim ve görev alamaz. Hiçbir şey kendiliğinden oluşamaz, hareket edemez, şekil alamaz, şekil veremez. Kâinattaki varlıkları yaratan Allâh’tır. Onların biçimini, renklerini, yoğunluğunu, hacmini,ısısını, atomunu, diğer maddelerle olan uygunluğunu da yüce Allâh takdir eder.
Mü’min sûresi/64 “Allâh; O’dur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı.Sizi şekillendirdi,şekillerinizi de yaptı.Ve sizi güzel rızklarla besledi.İşte Rabb’iniz Allâh budur.Bütün âlemleri yaratan Allâh ne yücedir.”
Yüce Allâh, göklere de, yere de şekil verdi. Tüm âlemlerin tasvirine karar verdi, düzen koydu, düzene de kurallar koydu. Örneğin; suyun formülü iki hidrojen ile bir oksijen atomunun birleşmesidir. Bu formül suyun yapısını oluşturur. Siz yapıyı bozduğunuz zaman su yerine iki yakıcı –patlayıcı madde elde edersiniz. Oksijen ve hidrojen. Her ikisi de çok tehlikeli maddeye dönüşür. Bu kuralı koyan Allâh’tır. Hiç kimse bu kuralı bozamaz. Suyun yasasını takdir eden onun yaratıcısı Yüce Allâh’tır. İnsanların hangi cinsiyetle doğacağı, ne renkte olacağı, ne şekilde dünyaya geleceğine yine Yüce Allah karar verir.
Âl-i İmrân sûresi /6 “Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O Azîz’dir, hikmet sahibidir.”
O yarattıklarına şekil verirken gelişigüzel bir şekil vermedi. Hikmetle, şekline göre rızk, rızkına göre hüküm, hükmüne göre ilim, ilmine göre amel, ameline göre hesap, hesaba göre adalet, adalete göre sonuç…Hiçbir şey sıradan,gereksiz,gelişi güzel değildir.Çünkü o,yaratan Rabb’imiz her sıfatının yanında El-Musavvır’dır.
O halde sende, seni yaratmasındaki hikmetiyle Rabb’ini tefekkür et. Örneğin;bir dilimiz olduğu halde bu dili yönlendirmek bir sanattır.Tatlılığı yılanı deliğinden çıkarır,acılığı ise kalpleri tam ortasından yaralar.Dilin insanlara verdiği zararı hiçbir şey vermemiştir. Bir de düşünün, bir dilimiz yerine iki dilimiz olsaydı,ne yapardık?!Veya ellerimiz parmaksız olsaydı,o eli ne kadar az kullanırdık hayatımızda.Yada parmaklarımız tırnaksız olsaydı, ne kadar çok parmaklarımız aşınırdı.Çoğu ince işlerimizi yapamazdık.
İnfitâr sûresi/7-8 “O (Rabb) ki seni yarattı, düzenledi ,sana ölçülü bir biçim verdi. Seni(n organlarını)dilediği şekilde birbirine ekledi.”
Kemikleri üst üste koyan, onları sinir ve damar telleriyle saran, üzerlerini kas ve yağ tabakasıyla donatan ve sonra hepsinin üstüne güzel bir cilt giydiren ve o vücuda canlılık veren kim? Elbette Musavvir, Halık,Bari olan Allâh’tır.
Okulda iken hayat bilgisi, Fen bilgisi derslerinde bu soru çok sorulurdu. Beş duyu organlarımız nelerdir? İşitme duyu organımız, kulaktır. Görme duyu organımız; gözdür.Tatma ve konuşma duyu organımız dildir.Koku alma duyu organımız;burundur.Dokunma duyu organımız, deridir.Bu duyu organlarımızı şekillendiren kim? Elbette,şüphesiz Alîm,Hâkim, Hayy olan Allâh’tır.
Hiçbir insan, başka insana benzemez. Dünyaya milyonlarca insan gelmiştir. Hiç birinin parmak izi, bir başkasının parmak izine benzemez. Ne kadar önemli, derin bir mesele, değil mi? Demek ki herkesi aynı yaratabilen Allâh her insanı farklı bir tasvirle de yaratıyor. Diğer varlıklar gibi tür ayrılığı yok. Hiçbir insanın tıpkısı yoktur. Bu da her insanı tek yapar, yani özel. Düşünün kâinattaki her varlık gibi sıradan değil, özel bir kişisiniz ,teksiniz. Varlıklar içerisinde özel birisiniz. Kendinize ait özel bir cildiniz, göz renginiz, sesiniz, parmak iziniz, vücut kokunuz vs. var. Yüce Allâh bedeninize özel bir tasvir verirken, ruhunuza da bu özelliği veriyor. Özel bir kalbiniz, kendinize özgü yetenekleriniz ,düşünceleriniz ve karakteriniz var.
Sizi bu kadar özel yaratan Allâh’a, lütfen sizde özel olarak teşekkürlerinizi sunun. O’na minnet duyun. Ve bu özel oluşu koruyun. Allâh seni tek ve özel yarattığına göre, elbette senin şükrün de sana, yalnızca sana ait olsun. Yani kendi şükrünü kendin yapmalısın. Özel halinle, özel duruşunla. Unutma ki özel olan sen, tek yaratıldığın gibi, tek başına da hesap vereceksin.
Müddesir sûresi/11 “Benimle şu adamı yalnız bırak ki, ben onu tek olarak yarattım.”
Bu konunun üzerine özellikle basıyorum. Çünkü bazı insanlar bazılarının, eşlerinin, çocuklarının dindar oluşuyla kendini dindar görüyor. Kendisi namaz kılmıyor, ama başkalarının sırtından çok iyi Müslüman olduğunu ifade eder. Kendisine bir sorumluluk yüklendi mi hep başkalarını gösterir. O ilim öğrensin, bu fedakarlık yapsın, şunlar malından, canından versin. Kendisi oturan, yorulmayan, bedel ödemeyen, ama çok iyi bir Müslüman olarak kendini anlatır. Hâlbuki hiç kimse kendi şükrünü, başkasına yükleyemez. Çünkü her varlık kendi yaratılışının borcunu kendisi vermelidir. Bu yüzden her insan, kendi kulluğunu yapmalıdır.
Ey insan! Göklere ve yere bak! Gök kuşağına, balığın pullarına, tavus kuşunun kuyruğuna, gülün rengine, portakalın dilimine, narın tanelerine, bebeğin gamzelerine, denizin dalgasına, kuşun kanatlarına, yağmurun damlalarına… Bir bak ve tefekkür et. Hiçbir şey gereksiz yere yaratılmamış .Sıradan onlara şekil verilmemiş. Bunlar içinde de kendine bak. Her şeklin, her figüranın, her parçanın bir nedeni var. Bu nedenleri hikmetlerinden anlamaya çalış. Bunun için tefekkür et. Anlaman ve hikmete varman, seni daha güzel kulluk yapmaya götürür. Güzel kulluk ta, güzel dönüşe götürür. Böylece tek başına vereceğin hesapta kolaylaşır.
Yüce Allâh Kur’an-ı Kerîm’de Âhiret gününün(cennet-cehennem) de tasvirini yapıyor. Cennetin güzelliklerini, cehennemin dehşetlerini anlatıyor. Bu dünyaya şekil veren Allâh, öbür hayatı da tasvir ediyorsa, o halde dönüş şeklimize dikkat etmeliyiz.
Teğabûn sûresi/3 “Gökleri ve yeri hak(hikmet)ile yarattı. Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O’nadır.”
Bazı insanlar şekillerini beğenmiyorlar. Tırnaklarını, kaşlarını, ciltlerini, dudaklarını, burunlarını, cinsiyet organlarını vs. değiştirmeye kalkışıyorlar. Veya serzenişte bulunuyorlar. Gözlerim şu renk olsaydı, boyum biraz uzun olsaydı, burnum küçük olsaydı.
İşte onlar Yüce Allâh’ın tasvirini sadece şekle bağlıyorlar. Yaratılış tarzındaki hikmetleri anlamıyorlar. Bu yüzden de Allâh’ın kendi yarattığı şeklini değiştirmeye kalkışıyorlar.Yaratma gücü olmayanlar, Allâh’ın tasvirini beğenmeme diye bir hakları yoktur. Yüce Allâh’ın izin vermediği, razı olmadığı şekil ve düzeni kimse değiştirme hakkını, kendinde göremez. Ne bedenin fıtratını, ne de ruhun fıtratını kimse değiştiremez.Ruhun fıtratı da, Allâh’ın o bedenlerden istediği düzen ve ölçüyü korumasıdır. Bedenin fıtratı da ,Allâh’ın düzen kurallarını dinlemesidir.
Bakara sûresi/138 “Allâh’ın boyası( ile boyan ). Allâh’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.”
Bu boya, hem bedeni fıtrat, hem de ruhî fıtratın oluşturduğu ve üzerine Yüce Allâh’ın istediği gibi “halifelik/ muvahhid/ hanif/ mümin” lik yapmasıdır. Ruhi tasviri Yüce Allâh, nasıl korumanızı istiyor? Hedefi Allâh rızası, araçları dünyadaki araçlar, öğretmeni peygamberler ve vasileri, yolu risalet çizgisi, ilkeleri Kur’an hükümleri, ahlakı İslam ahlakı üzere yetenekli, bilgili, dürüst, adil, merhametli, alçak gönüllü, duygulu, güven veren, emin, şefkatli, tevazulu, hoşgörülü, sabırlı, fedakar, sevgi ve saygıya önem veren, yardımlaşmayı ve paylaşmayı seven, sosyal olan bir Müslüman olmanı istiyor. Katıksız teslimiyetini, dilinde zikrini, kalbinde şükrünü, kesintisiz imanı istiyor senden. Yalnızca kendine kulluk etmeni istiyor, senden. Yalnızca ona ait olduğunu hissetmelisin. Duruşun, kimliğin, huyun, hayatın hep bu inanış ve hissedişte olmalı. Senin ruhunun havası böyle olmalı. Aynen Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i (sa) gibi. İşte ruhunun tasviri budur işte.
Lâ ilâhe illâllah yani Tevhid sancağını taşıyacak olan Ey insan! Unutma ki; Yüce Allâh yalnızca görünene değil, görünmeyenlere de şekil verdi. Ve o şeklini korumanı istiyor senden. Bedenî şeklini bozmadığın gibi, ruhi şeklini de bozmamalısın. Her zaman Yüce Allâh’ın tasvirini yaptığı gibi tasvirini korumalısın. Çünkü sen musavvir değilsin. O’ndan başka Musavvir de yok.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Musavvir olduğuna iman ettik.
Lâ Musavvire îllâ El-Musavvir.

ER-REZZÂK
ER-REZZÂK
Rızık veren demektir.
Yüce Allah kâinatı yarattı. İçinde de insanı. Onu yaratırken de yalnız, tek başına bırakmadı. Onun ihtiyacı olabilecek her şeyi de yarattı.
Hûd sûresi /6 “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.(Allah)onun durduğu ve emânet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
Rızık veren Allah’tır. Çünkü Allah’tan başka, kimsenin yaratmaya gücü yoktur. Bu yüzden hiç kimse kendini rızık veren olarak gösteremez.
Râ’d sûresi/4 “Arzda birbirine komşu kıt’alar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. Ama üründe bunları, birbirinden üstün yapıyoruz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir kavim için âyetler vardır.”
Rızık derken, toplumumuzda genelde şu anlaşılır. Kendilerine verilen yiyecek, içecek, giyecektir. Hâlbuki rızık; kendilerine ulaştırılan nasîp anlamına gelir. Yani o kişiye ne nasîp verilmişse o, onun rızkıdır. Bu nasîp yeme, giyinme, ömür süresi, görme, çocuk, aile, akraba, yetenek, ilim, kavrayış, görünen görünmeyen, maddi-manevi her türden verilmiş paydır.
İbrahîm sûresi/34 “Ve kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız.(doğrusu)insan çok haksızlık edendir, çok nankördür.”
İnsanlara verilen bu binbir çeşit rızklar karşısında, her daim kendini Allah’a borçlu hissetmelidir. Bundan dolayı Allah’a olan şükranlığını göstermelidir. Hem Allah’ın nimetlerini kullanacaklar, hem de Yüce Allah’a asî olacaklar. Bu büyük bir çelişki değil mi?
Bu dünyada bile, bir insana biraz iyilik, biraz cömertlik, biraz sevgi verdikten sonra, o insan size teşekkür etmiyor, karşılık vermiyorsa, hemen o insana “ne olacak nankör” dersiniz. Peki, bu kadar çok ve çeşitli nimetleri veren, seven ve değer veren Allah’a karşı durum ne olur?
Fâtır sûresi/3 “Ey insanlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl oluyor da gerçekten çevriliyorsunuz?”
İnsanlar, Allah’ın nimetlerini kullanırken, yüzlerini başka yerlere çevirirlerse, Allah’tan başkalarına boyun eğerlerse, artık onları Allah’tan kurtaracak kimse yoktur. Rızık veren Allah, rızık almayı da bilendir.
Şûrâ sûresi/12 “Göklerin ve yerin anahtarı O’nundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, her şeyi bilendir.’’
Çevremizde görürüz. Gençliğini geçirenleri, güzelliklerini, sağlıklarını kaybedenleri, evlatlarını yitirenleri, mülkünü bitirenleri…
Yüce Allah biraz nefesini sıksa, ne yapabilirsiniz? Paranız çok, evlatlarınız çevrenizde, en gelişmiş hastanelerdesiniz. Hiçbir şeye yaramıyor. Size bir faydaları dokunmuyor. Öyle bir şey olsaydı doktorlar ölmezlerdi.
Ya da yürüyüşünüzde bir kibir var. Neyinize güveniyorsunuz. Bankada ki paranıza, tarladaki ürününüze, cebinizde ki dövizlere, kariyerinize mi? Bunların hepsini kaybetme olasılığınız çok yüksek. Halk arasındaki şu söze itibar ediniz. “Bu dünya Hz. Süleyman (as)’a bile kalmadı.” “Düşmez, kalkmaz bir Allah‘tır”.
İnsanoğlu kendilerine verilen nimetlere bağlanma yerine, nimetleri veren Allah’a bağlansınlar. O zaman hayal kırıklığına uğramazlar. En büyük zenginlik Allah’ın sevgisini kazanmak. Bu nedenle Allah’ın zatına güvensinler, verilen nimetlere değil.
Talâk sûresi/3 “Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse, O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü(bir sınır)koymuştur.”
Bazı insanlarda rızkların miktarı ve çeşitliliği hakkında yoruma girerler. Örneğin; kızım olacağına oğlum olsaydı, tarlada çalışacağıma şehirde yaşasaydım, keşke maaşım daha yüksek olsaydı, komşumun var, benim yok, o güzel ben güzel değilim, benim eşim onun eşi gibi değil vs.
Oysa Allah’a olan güvensizlikten kaynaklanıyor tüm şikâyetler. Yüce Allah seni rızıklandırırken bunu bir hikmet ile yaptı. O, öncesini ve sonrasını bilendir. Senin için neyin hayırlı olacağını bilen ve hayırlı olanını dileyendir. O seni tanıyor. Bu yüzden sana göre takdir edendir.
Şûrâ süresi/27 “Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat (O rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarını(n her halini)haber alandır, görendir.”
Demek ki; Rabb’in senin hesabını verebileceğin, nefsinin kaldırabileceği kadar seni rızıklandırıyor. O halde Rabb’ine güven. Şunda tatmin ol ki, verdiğinde de hayır, vermediğinde de hayır vardır. Bu yüzden sen de verdiğine de, vermediğine de şükret. Çünkü Allah hikmetle hükmedendir. Allah hikmetle hükmedendir. Sana kaldırabileceğin kadar yük veriyor. Aksi takdirde fazla yük ile senin belini bükmüyor veya şımartmıyor.
İnsanları görüyoruz. Rabb’i onlara rızk vermiş. Fakat onlar Allah’a dönüp, daha çok şükredeceklerine sapıyorlar. Kendilerini farklı aynalarda görmeye başlıyorlar. Fakirliğinde Allah yolunda olup, zenginliğinde İslami kimliklerini kaybettiklerini görüyoruz. Kendilerine verilen rızkı: lüks evlere, katlara, kristallere, başka kadınlara, israf eden yeme içmelere harcadığını görüyoruz. Fakat öz kardeşine el uzatmıyor, miskinlere eğilmiyor, hizmetten kaçıyor…
Eğildiği kendi heva ve hevesi.
Aynı şekilde bilgili ve yetişmiş bir müslümanın potansiyelini angarya işlere ayırması da bir nevi nankörlüktür. Zamanımız teknoloji çağı. Bahşedilen teknolojinin de Allah yolunda kullanılmaması, bir nevi nankörlüktür. Zamanını boş şeylere harcayanlar da bir çeşit riyâdadırlar. Yüce Allah her insanı, her toplumu farklı yönlerden rızıklandırıyor. Fakat o insan, o toplum bu rızklar karşısında Allah yolunda bedel ödeyeceğine, kendi nefsinin ardından koşuyorsa, artık o insan, o toplum sapıtmıştır.
Her rızkın bir bedeli vardır, kullanma kılavuzu vardır. Rızkının kendine meşru olmasının yolu, onları Yaratıcının gösterdiği şekilde kullanmasıdır. Aksi takdirde o rızkı kullanmaya hakkı yoktur. Akıllısın, aklını nerelerde kullandın. Gözlerin görüyor. Gözlerini nerelerde tükettin. Evin var, evini hangi amaçlarla kullandın. Evlendin. Niçin çocukların var. Nasıl yetiştiriyorsun? İlim öğrendin. Hangi amaç yolunda o ilmi kullandın. Paran var. Nasıl kazandın. Nasıl harcadın. Her şeyin bir hesabı olacak…
Dönüşünün Allah’a olduğunu unuttun mu? İşte inananlar, hedefleri olan Allah’tan sapmadıkları için kendilerine verilen her rızıkla Allah’a yakınlaşmanın yolunu bulurlar. Her rızkı Allah’a doğru yolculukta, bir araç olarak görürler. Para bir araçtır, Allah yolunda. Her nefes bir araçtır. Allah’a doğru yakınlaşmada. Her saniye, her nefes, her kuruş, her kalori, her bakış, her sözcük Allah’a yakınlaşmayı amaçlamalıdır. Çünkü inananlar rızıklarının arkasında Allah’ı görürler ve O’na hamd etmeyi kendilerine bir vazife bilirler.
Rızıklarının arkasında Allah’ı görmeyip, O’nun yerine eşlerini, babalarını, amirlerini, ağalarını, liderlerini, putlarını, kendi nefislerini görenler de var. Onlar da âdeta rızık veren kendileriymiş gibi otorite kurarlar, insanlara hükmederler.
”Eğer bana eğilmezseniz, emirlerimi yerine getirmezseniz rızkınızı keserim.”gibi tehditler de yaparlar. Eğer böyle azgınlara boyun eğerseniz müstahak olsun. Hak ediyorsunuz bu zilleti demektir. Yok, eğer bu tağutlara kafa tutuyorsanız, yalnızca Yüce Allah’ın El-Rezzâk olduğuna iman etmişsiniz demektir.
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanın da Er-Rezzâk olduğuna iman ettik.
Lâ Rezzâka illâ Er –Rezzâk.
Rızık veren demektir.
Yüce Allah kâinatı yarattı. İçinde de insanı. Onu yaratırken de yalnız, tek başına bırakmadı. Onun ihtiyacı olabilecek her şeyi de yarattı.
Hûd sûresi /6 “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.(Allah)onun durduğu ve emânet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
Rızık veren Allah’tır. Çünkü Allah’tan başka, kimsenin yaratmaya gücü yoktur. Bu yüzden hiç kimse kendini rızık veren olarak gösteremez.
Râ’d sûresi/4 “Arzda birbirine komşu kıt’alar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. Ama üründe bunları, birbirinden üstün yapıyoruz. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir kavim için âyetler vardır.”
Rızık derken, toplumumuzda genelde şu anlaşılır. Kendilerine verilen yiyecek, içecek, giyecektir. Hâlbuki rızık; kendilerine ulaştırılan nasîp anlamına gelir. Yani o kişiye ne nasîp verilmişse o, onun rızkıdır. Bu nasîp yeme, giyinme, ömür süresi, görme, çocuk, aile, akraba, yetenek, ilim, kavrayış, görünen görünmeyen, maddi-manevi her türden verilmiş paydır.
İbrahîm sûresi/34 “Ve kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız.(doğrusu)insan çok haksızlık edendir, çok nankördür.”
İnsanlara verilen bu binbir çeşit rızklar karşısında, her daim kendini Allah’a borçlu hissetmelidir. Bundan dolayı Allah’a olan şükranlığını göstermelidir. Hem Allah’ın nimetlerini kullanacaklar, hem de Yüce Allah’a asî olacaklar. Bu büyük bir çelişki değil mi?
Bu dünyada bile, bir insana biraz iyilik, biraz cömertlik, biraz sevgi verdikten sonra, o insan size teşekkür etmiyor, karşılık vermiyorsa, hemen o insana “ne olacak nankör” dersiniz. Peki, bu kadar çok ve çeşitli nimetleri veren, seven ve değer veren Allah’a karşı durum ne olur?
Fâtır sûresi/3 “Ey insanlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl oluyor da gerçekten çevriliyorsunuz?”
İnsanlar, Allah’ın nimetlerini kullanırken, yüzlerini başka yerlere çevirirlerse, Allah’tan başkalarına boyun eğerlerse, artık onları Allah’tan kurtaracak kimse yoktur. Rızık veren Allah, rızık almayı da bilendir.
Şûrâ sûresi/12 “Göklerin ve yerin anahtarı O’nundur. Dilediğine rızkı açar ve kısar. O, her şeyi bilendir.’’
Çevremizde görürüz. Gençliğini geçirenleri, güzelliklerini, sağlıklarını kaybedenleri, evlatlarını yitirenleri, mülkünü bitirenleri…
Yüce Allah biraz nefesini sıksa, ne yapabilirsiniz? Paranız çok, evlatlarınız çevrenizde, en gelişmiş hastanelerdesiniz. Hiçbir şeye yaramıyor. Size bir faydaları dokunmuyor. Öyle bir şey olsaydı doktorlar ölmezlerdi.
Ya da yürüyüşünüzde bir kibir var. Neyinize güveniyorsunuz. Bankada ki paranıza, tarladaki ürününüze, cebinizde ki dövizlere, kariyerinize mi? Bunların hepsini kaybetme olasılığınız çok yüksek. Halk arasındaki şu söze itibar ediniz. “Bu dünya Hz. Süleyman (as)’a bile kalmadı.” “Düşmez, kalkmaz bir Allah‘tır”.
İnsanoğlu kendilerine verilen nimetlere bağlanma yerine, nimetleri veren Allah’a bağlansınlar. O zaman hayal kırıklığına uğramazlar. En büyük zenginlik Allah’ın sevgisini kazanmak. Bu nedenle Allah’ın zatına güvensinler, verilen nimetlere değil.
Talâk sûresi/3 “Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse, O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü(bir sınır)koymuştur.”
Bazı insanlarda rızkların miktarı ve çeşitliliği hakkında yoruma girerler. Örneğin; kızım olacağına oğlum olsaydı, tarlada çalışacağıma şehirde yaşasaydım, keşke maaşım daha yüksek olsaydı, komşumun var, benim yok, o güzel ben güzel değilim, benim eşim onun eşi gibi değil vs.
Oysa Allah’a olan güvensizlikten kaynaklanıyor tüm şikâyetler. Yüce Allah seni rızıklandırırken bunu bir hikmet ile yaptı. O, öncesini ve sonrasını bilendir. Senin için neyin hayırlı olacağını bilen ve hayırlı olanını dileyendir. O seni tanıyor. Bu yüzden sana göre takdir edendir.
Şûrâ süresi/27 “Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat (O rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarını(n her halini)haber alandır, görendir.”
Demek ki; Rabb’in senin hesabını verebileceğin, nefsinin kaldırabileceği kadar seni rızıklandırıyor. O halde Rabb’ine güven. Şunda tatmin ol ki, verdiğinde de hayır, vermediğinde de hayır vardır. Bu yüzden sen de verdiğine de, vermediğine de şükret. Çünkü Allah hikmetle hükmedendir. Allah hikmetle hükmedendir. Sana kaldırabileceğin kadar yük veriyor. Aksi takdirde fazla yük ile senin belini bükmüyor veya şımartmıyor.
İnsanları görüyoruz. Rabb’i onlara rızk vermiş. Fakat onlar Allah’a dönüp, daha çok şükredeceklerine sapıyorlar. Kendilerini farklı aynalarda görmeye başlıyorlar. Fakirliğinde Allah yolunda olup, zenginliğinde İslami kimliklerini kaybettiklerini görüyoruz. Kendilerine verilen rızkı: lüks evlere, katlara, kristallere, başka kadınlara, israf eden yeme içmelere harcadığını görüyoruz. Fakat öz kardeşine el uzatmıyor, miskinlere eğilmiyor, hizmetten kaçıyor…
Eğildiği kendi heva ve hevesi.
Aynı şekilde bilgili ve yetişmiş bir müslümanın potansiyelini angarya işlere ayırması da bir nevi nankörlüktür. Zamanımız teknoloji çağı. Bahşedilen teknolojinin de Allah yolunda kullanılmaması, bir nevi nankörlüktür. Zamanını boş şeylere harcayanlar da bir çeşit riyâdadırlar. Yüce Allah her insanı, her toplumu farklı yönlerden rızıklandırıyor. Fakat o insan, o toplum bu rızklar karşısında Allah yolunda bedel ödeyeceğine, kendi nefsinin ardından koşuyorsa, artık o insan, o toplum sapıtmıştır.
Her rızkın bir bedeli vardır, kullanma kılavuzu vardır. Rızkının kendine meşru olmasının yolu, onları Yaratıcının gösterdiği şekilde kullanmasıdır. Aksi takdirde o rızkı kullanmaya hakkı yoktur. Akıllısın, aklını nerelerde kullandın. Gözlerin görüyor. Gözlerini nerelerde tükettin. Evin var, evini hangi amaçlarla kullandın. Evlendin. Niçin çocukların var. Nasıl yetiştiriyorsun? İlim öğrendin. Hangi amaç yolunda o ilmi kullandın. Paran var. Nasıl kazandın. Nasıl harcadın. Her şeyin bir hesabı olacak…
Dönüşünün Allah’a olduğunu unuttun mu? İşte inananlar, hedefleri olan Allah’tan sapmadıkları için kendilerine verilen her rızıkla Allah’a yakınlaşmanın yolunu bulurlar. Her rızkı Allah’a doğru yolculukta, bir araç olarak görürler. Para bir araçtır, Allah yolunda. Her nefes bir araçtır. Allah’a doğru yakınlaşmada. Her saniye, her nefes, her kuruş, her kalori, her bakış, her sözcük Allah’a yakınlaşmayı amaçlamalıdır. Çünkü inananlar rızıklarının arkasında Allah’ı görürler ve O’na hamd etmeyi kendilerine bir vazife bilirler.
Rızıklarının arkasında Allah’ı görmeyip, O’nun yerine eşlerini, babalarını, amirlerini, ağalarını, liderlerini, putlarını, kendi nefislerini görenler de var. Onlar da âdeta rızık veren kendileriymiş gibi otorite kurarlar, insanlara hükmederler.
”Eğer bana eğilmezseniz, emirlerimi yerine getirmezseniz rızkınızı keserim.”gibi tehditler de yaparlar. Eğer böyle azgınlara boyun eğerseniz müstahak olsun. Hak ediyorsunuz bu zilleti demektir. Yok, eğer bu tağutlara kafa tutuyorsanız, yalnızca Yüce Allah’ın El-Rezzâk olduğuna iman etmişsiniz demektir.
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanın da Er-Rezzâk olduğuna iman ettik.
Lâ Rezzâka illâ Er –Rezzâk.

KAHHAR OLAN ALLAH’IM!
EL-KAHHAR
Galip gelen, emri altına alan, her şeye her istediğini yapacak sûrette galip ve hakim ,karşı konulmaz anlamına gelir.
Yüce Allâh‘ın diğer bir sıfatı da El-Kahhar ‘dır. Yani her şeye galip gelendir. insan bir kendi sıfatlarına baksın, bir de Yüce Allâh’ın sıfatlarına baksın.Örneğin bizler,bizler bazı şeyleri bilirken ,Yüce Allâh’ın bilmediği tek bir şey bile yoktur.O ilimle galiptir.Yani hem Âlim ,hem de Kahhar’dır. Biz sadece önümüzdekileri görürüz.O ise görünen ve görünmeyen ,açıkta ve gizlide olan her şeyi görendir.O görmede galiptir.Yani hem Basar, hem de Kahhar’dır.Biz sadece çevremizde olanlara şahidiz,.O ise tüm detaylarıyla ,yerdeki ve göklerdeki her şeye şahidtir. Hem Şâhid, hem de Kahhar’dır.Bizler biraz soğuk su içsek ,biraz çok yesek, çok yürüsek rahatsızlanırız. O ise Süphan ‘dır. O her açıdan galiptir. Mülkünde, hükmünde, görmede, haber almada ,hesaba çekmede….. O, her sıfatıyla beraber Kahhar’dır.
İşte bizler, Yüce Allâh’ın böyle Kahhar olduğuna iman ettik mi? Eğer iman etmişsek o zaman insan kendini yeterli görmez ve kendini bir şey zannetmez.
Alâk sûresi /1-7 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku .O insanı alâktan yarattı.Oku, Rabb’in en büyük kerem sahibidir.O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır,(Rabb’inin bu kadar iyiliğine rağmen yine )insan azar, kendini zengin (kendine yeterli) gördüğü için…”
Kahhar olan Rabb’ine boyun eğ ve teslim olanlardan ol. Zaten en büyük yanılgı Allâh’ın, her açıdan galip olduğuna iman etmemek ve akabinde teslim olmamaktır.
Oysa yolda ,önüne bir yılan çıksa yüreğin ağzına gelir. Ya da hiç enfeksiyon geçirmedin mi? küçücük mikroplar vücudunu istila ederken sen kendini bile savunamadın.Bir kilometre uzaktaki veya duvarın arkasındakileri görüyor musun? Frekansına yetişmeyen sesleri işite biliyor musun? Potansiyelinden fazla akledemiyor, hissedemiyor, enerji harcayamıyorsun. O halde zavallı aciz insan! bu kadar sınırlı iken nasıl olurda Kahhar olan Allâh’ına tabî olmazsın?
Râ’d sûresi/16 “De ki; göklerin ve yerin Rabb’i kim? De ki ;”Allâh “ o halde de: O’ndan başka, kendilerine dâhi bir fayda ve zarar veremeyen veliler mi edindiniz? De ki; körle gören yahut karanlıklarla nur bir olur mu? Yoksa Allâh’a ,O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da ,(ikisinin)yaratma(sı) birbirine benzer mi göründü? De ki; her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. O,tektir, kahredendir.”
Lütfen kime tabî olduğunuzu kontrol edin. Kime kulluk ediyorsunuz? Paraya mı, amire mi, eşe mi, ana-babaya mı?…
Bu bir kerecik verilen dünya hayatını kimin için tüketiyorsunuz? Kime teslim olmuşsunuz?Oysa teslimiyet yalnızca Allâh’a olmalıdır.Çünkü yalnızca O Kahhar’dır, karşı konulmayandır.O ilimle galip gelendir.O kudrette, hükümde, şifa vermede, hesaba çekmede, gönül açmada, ikramda, merhamette, sevgide, doğru yolu gösterme de, rızık vermede, görmede, duymada… O her şeyde galip gelendir. Eğer O’na teslim olmuyorsan, muhalefettesin demektir. Karşı durmak istiyorsun demektir. Her ne kadar karşı duramasan da karşı durma isteğinin olduğunu gösterir. Buna yeltenmek bile çok büyük edepsizliktir.Yok eğer Rabb’ine karşı durmak istemiyorsan ,teslim olmak istiyorsan ,teslim olma şartları var.Örneğin;elçileri kabul etmen, âhiret gününe hazırlanman, kurallarını yerine getirmen gibi…
Ancak bunların karşılığında sana güvence verir. Seni emniyetine alır ve himayesine kabul eder.Bu O’nun en doğal hakkıdır.Çünkü O, Kahhar’dır, ama Yüce Allâh Kahhar olmasına rağmen O, diktâ bir Kahhar değildir O,Mütekebbir olduğu halde, çok Vedüd’tür.O ,Cabbar olduğu halde ,Rahîm’dir.O Melik olduğu halde Rezzak’tır, Kerîmdir.O Hasîb olduğu halde Gâffar’dır. O,Ehâd olduğu halde yarattıklarını toplayan, Camî’dir. Evvel ve Ahir’dir. O,Süphan olduğu halde, aciz insanı muhatap alır, değer verir…
O halde sen, böyle galip Allâh’a değil de, başkasına mı teslim olacaksın?.Bir şey yaratamayan, kendine gelen fayda ve zararı engellemeyen ,sınırlı güce ,ilme, kudrete sahip olan ,hiç kimseyi hesaba çekemeyen ,veremediği gibi kendiside başkalarına muhtaç olan birilerine mi kulluk edeceksin?
Yûsuf sûresi /39 “Ey benim zindan arkadaşlarım(düşünün bir kere ) çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa her şeyi(hükmü altında tutan)kahredici Allâh mı?”
En’âm sûresi/17 “Allâh sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, şüphesiz O,her şeyi yapa bilendir.”
Eğer Rabb’inin gösterdiği yoldan başka bir yola girersen, yalnızca kendine zûlmetmiş olursun. Zalim olanlar, kendilerine zûlmettikleri gibi, çevrelerindekilere de çeşitli entrikalarla zûlme davet ederler. zûlmüne ortak olanları, yanlarına çağırarak ittifak kurarlar. Ortak olmayanları da karşılarına alırlar. Ve psikolojik ve fiziksel her yönden ezmeye başlarlar. Ellerinden gelen kötülükleri arkalarına atmazlar. Tâ ki kendileri gibi düşününceye kadar, kendileri gibi yaşayıncaya kadar, bu böyle devam eder. Gerçi hayvan tabiatlı olanlar farklı cinsteki hayvanlara saldırdıkları gibi, kendi cinsindeki olanlara da zamanla saldırırlar. Bu tür insanlar kimin Kahhar olduklarını göz ardı ettikleri gibi, kendilerini kahhar olarak insanlara işaret ettirirler.
Mü’min sûresi/16 “O gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allâh’ â gizli kalmaz.(ve sorulur onlara)”Bugün mülk kimindir?” “O, tek ve Kahhar olan Allâh’ın”
Yüce Allâh, onların göz ardı ettiklerini o gün gözlerine sokuyor. Yüce Allâh, o gün diyerek Âhiret gününü kastediyor. Âhiret günü, hesap günüdür, hesaplaşma günüdür, adalet günüdür. Alacaklıların ve vereceklilerin belli olduğu gündür. Bu yüzden Âhiret inancı olmayanlar veya olduğunu sananlar böyle bir gaflete düşerler.
Kahhar olanın Allâh olduğunu unuturlar. Yoksa Âhiret gününe yakinen inanan bir insan atacağı adımlara dikkat eder. Yüce Allâh’ın gazap ve azabını kendi üzerlerine çekmekten çok korkarlar(Allâh muhafaza etsin).Allâh Kahhar olmasaydı, Mazlumların âhı ortada kalırdı. Onların gözyaşlarının hesabını kim sorardı? Yanan yüreklerin acısını kim söndürürdü? Elbette Allâh. Bu yüzden inananlar sabırlı davranırlar.Zûlüme zûlüm ile cevap vermezler. Allâh’ı kendi adlarına Kahhar olan Vekil olarak kabul ederler.
Elbette inanan insanların Allâh’ın Kahhar olmasından korkmalarına gerek yok. Onlar zaten Allâh’ın taraftarlarıdırlar. Fakat inanmayanlar, Allâh’a karşı sorumluluklarını yapmayanlar, Allâh’ın yasalarını ciddiye almayanlar korksunlar, kendilerinin neyi beklediğinden.
Bakara sûresi /175 “Onlar hidayet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azâp satın almışlardır. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!”
Allâh’ın Kahhar olması çoğu zaman inananları rahatlatır. Çünkü onun şahsen intikamını, hakkını alacak olan biri var, diye. Gücünün yetemediği, baş edemediği kötülüklerden dolayı, ya da kötü ile aynı seviyeye gelmek istemediğin durumlarda veya zûlmün sorumlusunu bilmediğin durumlarda ve başka başka durumlarda…
Bilirsin ki, Allâh her şeye şahittir, biliyor, haberi var, adildir, gücü yetendir, Kahhar’dır. Senin adına O, gerekeni yapacak. Yüce Allâh’ın Kahhar olması, zûlme uğramış olan kişiye teselli verir. Sen istesen de, istemesen de Yüce Allâh Kahhar olmasından dolayı her şeyi emri altında toplar. Onlara hükmeder.
İbrahîm sûresi/48 “O gün yer başka yere, göklerde başka (göklere)değiştirilir. Bütün insanlar tek ve kahredici Allâh’ın huzurunda durur.”
İnanan insan güvende olur. Çünkü inananlar zaten Allah’ın emrine tabîdir. Bilakis onlar Rabb’inin sevgi ve şefkatine ümitlenmektedirler. Oysa inanmayanlar hep yaşamak isterler. Yüce Allâh’a dönmekten, O’nunla yüzleşmekten korkarlar. Bu yüzden ölümü asla arzulamazlar. İsterler ki hep yaşasınlar. Birbirlerine çok yaşamayı temenni ederler. Bu nedenle dünyaya çok bağlıdırlar.
Bakara sûresi/96 “Onları, insanların hayâta en düşkünü, ortak koşanlardan daha tutkulu bulursun. Her biri, bin yıl yaşatılmasını ister. Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allâh ne yaptıklarını görür.”
Allâh Kahhar’dır. Aksi takdirde adâlet gerçekleşmezdi. İyilik yapanlarla, kötülük yapanlar, ilim yolunda tükenenler ve câhiller, yorulanlar ve yorulmayanlar, sabredenler ile sabretmeyenler, sadaka verenler ile sadaka vermeyenler vs. hepsi bir olacaktı.Oysa en ayrıntılarına hatta neden yaptıklarına kadar hesap eden Allâh ,adâleti sağlayacaktır. Böylece kim sevgisine layık, kim öfkesine, kim nimetlerine layık, kim değil belli olacak. Bazen inananlar arasında da Yüce Allâh’ın Kahhar olduğunu unutanlar var. Çevremizde de şu manzaraları görüyoruz.
-Namaz kılan bir müslümanın faize para yatırması.
-Müslüman olan erkeğin kadınının, müslüman olan kadının erkeğinin hakkını gözetmemesi.
-Müslüman’ım dediği halde küfre iltifat etmesi.
-Müslüman olduğu halde gözlerini haramdan sakınmaması.
-Tesettürlü olup olmadığı net olmayışı
-Müslüman olduğu halde ilimden uzak duruyor, kitap okuma alışkanlığı yok.
-İnandığı halde evrensel olacağı yerde, taasuplara gömülmüş.
-Nefsanî hastalıklara dalmış, bir türlü kendini aşamıyor.
-Mü’min olduğu halde, mü’minleri bırakıp kâfirlerle dost oluyor.
Bunun gibi çelişkili davranışları daha çok sayabiliriz. Gerçek inanan kardeşlerimiz Allâh’ın Kahhar olduğuna iman etmiştir.
Aksi taktirde, Yüce Allâh’ın Kahhar nazarını üzerlerine çekmiş olurlar. İşte Rasulullâh (saa) ve O’na tabî olanlar, Allâh’ın Kahhar sıfatını çok iyi kavramış olmalarındandır ki, Yüce Allâh’ın gazabını üzerlerine çekmemek için en ince davranış ve düşüncelerine kadar Allâh’ın gösterdiği şekilde yaşadılar. Peygamberimizin Taif duası beni çok etkilemişti, Tâifliler Allâh’ın Resulü(saa)nu taşlarlar ve o, bir bağın koruluğuna saklanır ve şöyle dua eder: “…Allâh’ım sen bana gazaplanma da, ben her türlü işkence ve belalara razıyım…”
Biz yeni nesil ne yapıyoruz? Hem günahlardan çekinmiyoruz.
Hem de Allâh’ın bizleri çok sevmesini umuyoruz. İşte Ehl-i kitap sahipleri (Yahudi ve Hıristiyanlar)da böyle yapmışlardı. Allâh’ın yasalarıyla oynadılar. Helâlleri haramlara, haramları da helâller çevirdiler. Velhasıl Allâh’ın prensiplerini ciddiye almadılar. Sonra da cenneti kendilerine tahsis ettiler. Kendilerini Allâh’ın sevgili kulları olarak affettiler. Oysa Yüce Allâh şu şekilde davrananları, müjdeliyordu.
Bakara sûresi /277 “Onlar ki inandılar. Güzel işler yaptılar. Namaz kıldılar, zekâtı verdiler. İşte onların mükâfatları Rabb’lerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
İşte bu sıfatları ancak ,Yüce Allâh’ın emrine girmiş, teslim olmuş inananlar taşırlar. Her zaman ona boyun eğerler ve sığınırlar.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Kahhar olduğuna iman ettik.
Lâ Kahhare illâ El-Kahhar
Galip gelen, emri altına alan, her şeye her istediğini yapacak sûrette galip ve hakim ,karşı konulmaz anlamına gelir.
Yüce Allâh‘ın diğer bir sıfatı da El-Kahhar ‘dır. Yani her şeye galip gelendir. insan bir kendi sıfatlarına baksın, bir de Yüce Allâh’ın sıfatlarına baksın.Örneğin bizler,bizler bazı şeyleri bilirken ,Yüce Allâh’ın bilmediği tek bir şey bile yoktur.O ilimle galiptir.Yani hem Âlim ,hem de Kahhar’dır. Biz sadece önümüzdekileri görürüz.O ise görünen ve görünmeyen ,açıkta ve gizlide olan her şeyi görendir.O görmede galiptir.Yani hem Basar, hem de Kahhar’dır.Biz sadece çevremizde olanlara şahidiz,.O ise tüm detaylarıyla ,yerdeki ve göklerdeki her şeye şahidtir. Hem Şâhid, hem de Kahhar’dır.Bizler biraz soğuk su içsek ,biraz çok yesek, çok yürüsek rahatsızlanırız. O ise Süphan ‘dır. O her açıdan galiptir. Mülkünde, hükmünde, görmede, haber almada ,hesaba çekmede….. O, her sıfatıyla beraber Kahhar’dır.
İşte bizler, Yüce Allâh’ın böyle Kahhar olduğuna iman ettik mi? Eğer iman etmişsek o zaman insan kendini yeterli görmez ve kendini bir şey zannetmez.
Alâk sûresi /1-7 “Yaratan Rabb’inin adıyla oku .O insanı alâktan yarattı.Oku, Rabb’in en büyük kerem sahibidir.O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır,(Rabb’inin bu kadar iyiliğine rağmen yine )insan azar, kendini zengin (kendine yeterli) gördüğü için…”
Kahhar olan Rabb’ine boyun eğ ve teslim olanlardan ol. Zaten en büyük yanılgı Allâh’ın, her açıdan galip olduğuna iman etmemek ve akabinde teslim olmamaktır.
Oysa yolda ,önüne bir yılan çıksa yüreğin ağzına gelir. Ya da hiç enfeksiyon geçirmedin mi? küçücük mikroplar vücudunu istila ederken sen kendini bile savunamadın.Bir kilometre uzaktaki veya duvarın arkasındakileri görüyor musun? Frekansına yetişmeyen sesleri işite biliyor musun? Potansiyelinden fazla akledemiyor, hissedemiyor, enerji harcayamıyorsun. O halde zavallı aciz insan! bu kadar sınırlı iken nasıl olurda Kahhar olan Allâh’ına tabî olmazsın?
Râ’d sûresi/16 “De ki; göklerin ve yerin Rabb’i kim? De ki ;”Allâh “ o halde de: O’ndan başka, kendilerine dâhi bir fayda ve zarar veremeyen veliler mi edindiniz? De ki; körle gören yahut karanlıklarla nur bir olur mu? Yoksa Allâh’a ,O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da ,(ikisinin)yaratma(sı) birbirine benzer mi göründü? De ki; her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. O,tektir, kahredendir.”
Lütfen kime tabî olduğunuzu kontrol edin. Kime kulluk ediyorsunuz? Paraya mı, amire mi, eşe mi, ana-babaya mı?…
Bu bir kerecik verilen dünya hayatını kimin için tüketiyorsunuz? Kime teslim olmuşsunuz?Oysa teslimiyet yalnızca Allâh’a olmalıdır.Çünkü yalnızca O Kahhar’dır, karşı konulmayandır.O ilimle galip gelendir.O kudrette, hükümde, şifa vermede, hesaba çekmede, gönül açmada, ikramda, merhamette, sevgide, doğru yolu gösterme de, rızık vermede, görmede, duymada… O her şeyde galip gelendir. Eğer O’na teslim olmuyorsan, muhalefettesin demektir. Karşı durmak istiyorsun demektir. Her ne kadar karşı duramasan da karşı durma isteğinin olduğunu gösterir. Buna yeltenmek bile çok büyük edepsizliktir.Yok eğer Rabb’ine karşı durmak istemiyorsan ,teslim olmak istiyorsan ,teslim olma şartları var.Örneğin;elçileri kabul etmen, âhiret gününe hazırlanman, kurallarını yerine getirmen gibi…
Ancak bunların karşılığında sana güvence verir. Seni emniyetine alır ve himayesine kabul eder.Bu O’nun en doğal hakkıdır.Çünkü O, Kahhar’dır, ama Yüce Allâh Kahhar olmasına rağmen O, diktâ bir Kahhar değildir O,Mütekebbir olduğu halde, çok Vedüd’tür.O ,Cabbar olduğu halde ,Rahîm’dir.O Melik olduğu halde Rezzak’tır, Kerîmdir.O Hasîb olduğu halde Gâffar’dır. O,Ehâd olduğu halde yarattıklarını toplayan, Camî’dir. Evvel ve Ahir’dir. O,Süphan olduğu halde, aciz insanı muhatap alır, değer verir…
O halde sen, böyle galip Allâh’a değil de, başkasına mı teslim olacaksın?.Bir şey yaratamayan, kendine gelen fayda ve zararı engellemeyen ,sınırlı güce ,ilme, kudrete sahip olan ,hiç kimseyi hesaba çekemeyen ,veremediği gibi kendiside başkalarına muhtaç olan birilerine mi kulluk edeceksin?
Yûsuf sûresi /39 “Ey benim zindan arkadaşlarım(düşünün bir kere ) çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa her şeyi(hükmü altında tutan)kahredici Allâh mı?”
En’âm sûresi/17 “Allâh sana bir zarar dokundurursa, onu yine kendisinden başka açacak yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, şüphesiz O,her şeyi yapa bilendir.”
Eğer Rabb’inin gösterdiği yoldan başka bir yola girersen, yalnızca kendine zûlmetmiş olursun. Zalim olanlar, kendilerine zûlmettikleri gibi, çevrelerindekilere de çeşitli entrikalarla zûlme davet ederler. zûlmüne ortak olanları, yanlarına çağırarak ittifak kurarlar. Ortak olmayanları da karşılarına alırlar. Ve psikolojik ve fiziksel her yönden ezmeye başlarlar. Ellerinden gelen kötülükleri arkalarına atmazlar. Tâ ki kendileri gibi düşününceye kadar, kendileri gibi yaşayıncaya kadar, bu böyle devam eder. Gerçi hayvan tabiatlı olanlar farklı cinsteki hayvanlara saldırdıkları gibi, kendi cinsindeki olanlara da zamanla saldırırlar. Bu tür insanlar kimin Kahhar olduklarını göz ardı ettikleri gibi, kendilerini kahhar olarak insanlara işaret ettirirler.
Mü’min sûresi/16 “O gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allâh’ â gizli kalmaz.(ve sorulur onlara)”Bugün mülk kimindir?” “O, tek ve Kahhar olan Allâh’ın”
Yüce Allâh, onların göz ardı ettiklerini o gün gözlerine sokuyor. Yüce Allâh, o gün diyerek Âhiret gününü kastediyor. Âhiret günü, hesap günüdür, hesaplaşma günüdür, adalet günüdür. Alacaklıların ve vereceklilerin belli olduğu gündür. Bu yüzden Âhiret inancı olmayanlar veya olduğunu sananlar böyle bir gaflete düşerler.
Kahhar olanın Allâh olduğunu unuturlar. Yoksa Âhiret gününe yakinen inanan bir insan atacağı adımlara dikkat eder. Yüce Allâh’ın gazap ve azabını kendi üzerlerine çekmekten çok korkarlar(Allâh muhafaza etsin).Allâh Kahhar olmasaydı, Mazlumların âhı ortada kalırdı. Onların gözyaşlarının hesabını kim sorardı? Yanan yüreklerin acısını kim söndürürdü? Elbette Allâh. Bu yüzden inananlar sabırlı davranırlar.Zûlüme zûlüm ile cevap vermezler. Allâh’ı kendi adlarına Kahhar olan Vekil olarak kabul ederler.
Elbette inanan insanların Allâh’ın Kahhar olmasından korkmalarına gerek yok. Onlar zaten Allâh’ın taraftarlarıdırlar. Fakat inanmayanlar, Allâh’a karşı sorumluluklarını yapmayanlar, Allâh’ın yasalarını ciddiye almayanlar korksunlar, kendilerinin neyi beklediğinden.
Bakara sûresi /175 “Onlar hidayet karşılığında sapıklık, mağfiret karşılığında azâp satın almışlardır. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!”
Allâh’ın Kahhar olması çoğu zaman inananları rahatlatır. Çünkü onun şahsen intikamını, hakkını alacak olan biri var, diye. Gücünün yetemediği, baş edemediği kötülüklerden dolayı, ya da kötü ile aynı seviyeye gelmek istemediğin durumlarda veya zûlmün sorumlusunu bilmediğin durumlarda ve başka başka durumlarda…
Bilirsin ki, Allâh her şeye şahittir, biliyor, haberi var, adildir, gücü yetendir, Kahhar’dır. Senin adına O, gerekeni yapacak. Yüce Allâh’ın Kahhar olması, zûlme uğramış olan kişiye teselli verir. Sen istesen de, istemesen de Yüce Allâh Kahhar olmasından dolayı her şeyi emri altında toplar. Onlara hükmeder.
İbrahîm sûresi/48 “O gün yer başka yere, göklerde başka (göklere)değiştirilir. Bütün insanlar tek ve kahredici Allâh’ın huzurunda durur.”
İnanan insan güvende olur. Çünkü inananlar zaten Allah’ın emrine tabîdir. Bilakis onlar Rabb’inin sevgi ve şefkatine ümitlenmektedirler. Oysa inanmayanlar hep yaşamak isterler. Yüce Allâh’a dönmekten, O’nunla yüzleşmekten korkarlar. Bu yüzden ölümü asla arzulamazlar. İsterler ki hep yaşasınlar. Birbirlerine çok yaşamayı temenni ederler. Bu nedenle dünyaya çok bağlıdırlar.
Bakara sûresi/96 “Onları, insanların hayâta en düşkünü, ortak koşanlardan daha tutkulu bulursun. Her biri, bin yıl yaşatılmasını ister. Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allâh ne yaptıklarını görür.”
Allâh Kahhar’dır. Aksi takdirde adâlet gerçekleşmezdi. İyilik yapanlarla, kötülük yapanlar, ilim yolunda tükenenler ve câhiller, yorulanlar ve yorulmayanlar, sabredenler ile sabretmeyenler, sadaka verenler ile sadaka vermeyenler vs. hepsi bir olacaktı.Oysa en ayrıntılarına hatta neden yaptıklarına kadar hesap eden Allâh ,adâleti sağlayacaktır. Böylece kim sevgisine layık, kim öfkesine, kim nimetlerine layık, kim değil belli olacak. Bazen inananlar arasında da Yüce Allâh’ın Kahhar olduğunu unutanlar var. Çevremizde de şu manzaraları görüyoruz.
-Namaz kılan bir müslümanın faize para yatırması.
-Müslüman olan erkeğin kadınının, müslüman olan kadının erkeğinin hakkını gözetmemesi.
-Müslüman’ım dediği halde küfre iltifat etmesi.
-Müslüman olduğu halde gözlerini haramdan sakınmaması.
-Tesettürlü olup olmadığı net olmayışı
-Müslüman olduğu halde ilimden uzak duruyor, kitap okuma alışkanlığı yok.
-İnandığı halde evrensel olacağı yerde, taasuplara gömülmüş.
-Nefsanî hastalıklara dalmış, bir türlü kendini aşamıyor.
-Mü’min olduğu halde, mü’minleri bırakıp kâfirlerle dost oluyor.
Bunun gibi çelişkili davranışları daha çok sayabiliriz. Gerçek inanan kardeşlerimiz Allâh’ın Kahhar olduğuna iman etmiştir.
Aksi taktirde, Yüce Allâh’ın Kahhar nazarını üzerlerine çekmiş olurlar. İşte Rasulullâh (saa) ve O’na tabî olanlar, Allâh’ın Kahhar sıfatını çok iyi kavramış olmalarındandır ki, Yüce Allâh’ın gazabını üzerlerine çekmemek için en ince davranış ve düşüncelerine kadar Allâh’ın gösterdiği şekilde yaşadılar. Peygamberimizin Taif duası beni çok etkilemişti, Tâifliler Allâh’ın Resulü(saa)nu taşlarlar ve o, bir bağın koruluğuna saklanır ve şöyle dua eder: “…Allâh’ım sen bana gazaplanma da, ben her türlü işkence ve belalara razıyım…”
Biz yeni nesil ne yapıyoruz? Hem günahlardan çekinmiyoruz.
Hem de Allâh’ın bizleri çok sevmesini umuyoruz. İşte Ehl-i kitap sahipleri (Yahudi ve Hıristiyanlar)da böyle yapmışlardı. Allâh’ın yasalarıyla oynadılar. Helâlleri haramlara, haramları da helâller çevirdiler. Velhasıl Allâh’ın prensiplerini ciddiye almadılar. Sonra da cenneti kendilerine tahsis ettiler. Kendilerini Allâh’ın sevgili kulları olarak affettiler. Oysa Yüce Allâh şu şekilde davrananları, müjdeliyordu.
Bakara sûresi /277 “Onlar ki inandılar. Güzel işler yaptılar. Namaz kıldılar, zekâtı verdiler. İşte onların mükâfatları Rabb’lerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
İşte bu sıfatları ancak ,Yüce Allâh’ın emrine girmiş, teslim olmuş inananlar taşırlar. Her zaman ona boyun eğerler ve sığınırlar.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Kahhar olduğuna iman ettik.
Lâ Kahhare illâ El-Kahhar

EL-GÂFFAR
EL-GÂFFAR
Gizleyen, örten, bağışlayan, affeden demektir.
Cahil bir ortam olabilir, içinde bulunduğunuz çevreniz İslâm’dan uzak olabilir, anne –babanız İslâm’a duyarsız olabilir, öğretmenleriniz İslam’a karşı olabilir, âlimleriniz yetersiz olabilir. Her ne sebep olmuşsa, fıtratınız bozulmuş, günahkâr olmuş, delalete düşmüş olabilirsiniz.
Fakat öyle bir Rabb’imiz var ki O Bârî’dir, O Gâffâr’dır, O Tevvab’tır, O Afuv’dür, Râhman’dır.
İşte her şeyi geride bırakarak yeniden başlayabilirsiniz. Bu kapıda Ümitsizlik yoktur. Ümitsizlik şeytana yakışır, biz insanlara değil. Yüce Allâh, sana garanti veriyor.
Zümer sûresi /53 “(Tarafımdan onlara )de ki; Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım; Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allâh bütün günahları bâğışlar, çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Ve yüce Allâh sana yeni bir sayfa açıyor. Eski defteri kapat, hayatına yeni ve temiz bir sayfa aç.
Tâhâ sûresi /82 “Ve ben, tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan sonra da doğru yola gelen kimseye karşı çok bağışlayıcıyımdır.”
Yüce Allâh’ın günâhları örten yani Gâffar olduğuna iman ettin mi? Ettinse bundan sonra dikkatli ol. Ve artık seni bağışlayan Rabb’ine karşı saygılı ol. O’ndan başka senin üzerinde ne hak sahibi var, ne de hamd etmen gereken başka birisi. Senin tek ve benzersiz, Samed, Gâni, Melik, Hak olan Allâh’ın var.
Nisâ sûresi /116 “Allâh, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’ a ortak koşanda uzak bir sapıklığa düşmüştür.”
Sen şimdiye kadar şirk dâhil, her türlü günah işlemiş olabilirsin. Fakat bu andan sonra şirk işlemeyeceğine ve Yüce Allah’ın esaslarına tâbi olacağına söz verirsen, yüce Allah seni bağışlar. Yaptığın yanlışlıkların üzerini örter. Seni bağışlamasının karşılığı senin şirk işlememendir. Yoksa bir yandan şirke devam edip, diğer taraftan Rabb’inin seni affetmesini bekleyemezsin.
Önce sen pişman ol, Allâh’u Teâlâ’ya cidden bir söz ver, sonra Allah senin günahlarını örtsün. Eğer kararsız bir af diliyorsan, bağışlanman da sallantıdadır. Yok, eğer kararlı bir af diliyorsan ve kendini düzeltiyorsan emin ol ki; Yüce Allâh seni bağışlayacaktır. Ayrıca Gâffar olmasının yanında Rahîm ‘de davranır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ‘de Yüce Allâh seni bağışladığı zaman sanki hiç günah işlememişsin gibi seni kabul eder, esirger, sever, korur ve kendine yakın olanlardan biri olman için fırsatlar tanır, sorunlarında yardımcı olur. Tüm hikmet kapıları senin için de açıktır. Senin kendi çabaların ile istediğin hikmet kapılarını aralarsın. Aksi takdirde hata eden nice insanlar, peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)in can yandaşları olamazdı. Mühlet bitmeden geçmiş için özür dileyin ve bu andan sonra artık Allâh’a tutunun. Allâh’a tutunan pişman olmaz. Pişman olacaklar ancak Allâh’a tutunamayanlardır.
Kehf suresi/58 “Ama çok bağışlayan esirgeyen Rabb’in eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onların azabını çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman var ki ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır.”
Bağışlamanın bir mühleti var. Hayatının son noktası konulmadan kendini silkelemesin. Niçin yapmayalım, nasıl yapmayalım? Gibi hayatî soruları kendine sormalısın.
Bir akrabam vefat etmişti. Kendi ellerimizle onu gömdük. Bizimle beraber başka ailelerde cenazelerini toprağa koyuyorlardı. Biraz durdum ve mezarlığı seyrettim. Ölüler şehri idi. İnsan kendi eliyle sevdiklerini gömüyorsa ve hâlâ uyanmıyorsa, boş ve yalanlara dalıyorsa, demek ki insan cezayı hak ediyordu. Ölümü kimse inkâr edemez.
O halde fırsat varken, neden ölmeden önce Rabb’imizden özür dilemeyelim ki? Oysa O Gâffar, Rahîm, Latif, Râuf, Vedüd, Hakîm, Kadir, Fettah, Şahîd, Âlim, Ehâd olan Rabbimizdir. O benim, senin, hepimizin Rabb’idir. O’na eğilmeyeceğiz de kime eğileceğiz. Hamd edilmek O’nun hakkıdır. Bu yüzden O’ndan özür dileyelim.”Lâ”diyelim tüm kafa tutanlara, asî olanlara, imanın yolunda engel koyanlara.”Lâ” diyelim içimizden ve dışımızdan bize kötülüğü telkin edenlere .”Lâ” diyelim, şeytani, tağuti, nefsanî tüm hilelere. Yalnızca “Allâh var” diyelim “Hamd sanadır Allâh’ım” diyelim.”
“Oturduğumda, kalktığımda, yattığımda yalnızca seni zikrederim. Senin için hicret ederim. Senin için malımla ve canımla mücadele ederim; Ya Rabb! Sadece senin için bedeller öderim” diyelim.
Sen, Rabb’ine dön, bak ve gör, Rabb’in seni rahmet ve hikmetiyle kuşatmaz mı? Sen Rabb’ine sığın. O seni himayesine almaz mı? Seni korumaz mı? Sen Rabb’ini sevsen, o seni sevmez mi? Senin sevginden bir şey çıkmaz, ama O’nun sevgisinden çok şey çıkar. Yeter ki sen O’na dön. Ve seni bağışlayacağına güven!
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Gâffar olduğuna iman ettik.
Lâ Gâffara İllâ El-Gâffar
Gizleyen, örten, bağışlayan, affeden demektir.
Cahil bir ortam olabilir, içinde bulunduğunuz çevreniz İslâm’dan uzak olabilir, anne –babanız İslâm’a duyarsız olabilir, öğretmenleriniz İslam’a karşı olabilir, âlimleriniz yetersiz olabilir. Her ne sebep olmuşsa, fıtratınız bozulmuş, günahkâr olmuş, delalete düşmüş olabilirsiniz.
Fakat öyle bir Rabb’imiz var ki O Bârî’dir, O Gâffâr’dır, O Tevvab’tır, O Afuv’dür, Râhman’dır.
İşte her şeyi geride bırakarak yeniden başlayabilirsiniz. Bu kapıda Ümitsizlik yoktur. Ümitsizlik şeytana yakışır, biz insanlara değil. Yüce Allâh, sana garanti veriyor.
Zümer sûresi /53 “(Tarafımdan onlara )de ki; Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım; Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allâh bütün günahları bâğışlar, çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Ve yüce Allâh sana yeni bir sayfa açıyor. Eski defteri kapat, hayatına yeni ve temiz bir sayfa aç.
Tâhâ sûresi /82 “Ve ben, tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapan sonra da doğru yola gelen kimseye karşı çok bağışlayıcıyımdır.”
Yüce Allâh’ın günâhları örten yani Gâffar olduğuna iman ettin mi? Ettinse bundan sonra dikkatli ol. Ve artık seni bağışlayan Rabb’ine karşı saygılı ol. O’ndan başka senin üzerinde ne hak sahibi var, ne de hamd etmen gereken başka birisi. Senin tek ve benzersiz, Samed, Gâni, Melik, Hak olan Allâh’ın var.
Nisâ sûresi /116 “Allâh, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’ a ortak koşanda uzak bir sapıklığa düşmüştür.”
Sen şimdiye kadar şirk dâhil, her türlü günah işlemiş olabilirsin. Fakat bu andan sonra şirk işlemeyeceğine ve Yüce Allah’ın esaslarına tâbi olacağına söz verirsen, yüce Allah seni bağışlar. Yaptığın yanlışlıkların üzerini örter. Seni bağışlamasının karşılığı senin şirk işlememendir. Yoksa bir yandan şirke devam edip, diğer taraftan Rabb’inin seni affetmesini bekleyemezsin.
Önce sen pişman ol, Allâh’u Teâlâ’ya cidden bir söz ver, sonra Allah senin günahlarını örtsün. Eğer kararsız bir af diliyorsan, bağışlanman da sallantıdadır. Yok, eğer kararlı bir af diliyorsan ve kendini düzeltiyorsan emin ol ki; Yüce Allâh seni bağışlayacaktır. Ayrıca Gâffar olmasının yanında Rahîm ‘de davranır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ‘de Yüce Allâh seni bağışladığı zaman sanki hiç günah işlememişsin gibi seni kabul eder, esirger, sever, korur ve kendine yakın olanlardan biri olman için fırsatlar tanır, sorunlarında yardımcı olur. Tüm hikmet kapıları senin için de açıktır. Senin kendi çabaların ile istediğin hikmet kapılarını aralarsın. Aksi takdirde hata eden nice insanlar, peygamber Hz. Muhammed(s.a.a)in can yandaşları olamazdı. Mühlet bitmeden geçmiş için özür dileyin ve bu andan sonra artık Allâh’a tutunun. Allâh’a tutunan pişman olmaz. Pişman olacaklar ancak Allâh’a tutunamayanlardır.
Kehf suresi/58 “Ama çok bağışlayan esirgeyen Rabb’in eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onların azabını çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman var ki ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır.”
Bağışlamanın bir mühleti var. Hayatının son noktası konulmadan kendini silkelemesin. Niçin yapmayalım, nasıl yapmayalım? Gibi hayatî soruları kendine sormalısın.
Bir akrabam vefat etmişti. Kendi ellerimizle onu gömdük. Bizimle beraber başka ailelerde cenazelerini toprağa koyuyorlardı. Biraz durdum ve mezarlığı seyrettim. Ölüler şehri idi. İnsan kendi eliyle sevdiklerini gömüyorsa ve hâlâ uyanmıyorsa, boş ve yalanlara dalıyorsa, demek ki insan cezayı hak ediyordu. Ölümü kimse inkâr edemez.
O halde fırsat varken, neden ölmeden önce Rabb’imizden özür dilemeyelim ki? Oysa O Gâffar, Rahîm, Latif, Râuf, Vedüd, Hakîm, Kadir, Fettah, Şahîd, Âlim, Ehâd olan Rabbimizdir. O benim, senin, hepimizin Rabb’idir. O’na eğilmeyeceğiz de kime eğileceğiz. Hamd edilmek O’nun hakkıdır. Bu yüzden O’ndan özür dileyelim.”Lâ”diyelim tüm kafa tutanlara, asî olanlara, imanın yolunda engel koyanlara.”Lâ” diyelim içimizden ve dışımızdan bize kötülüğü telkin edenlere .”Lâ” diyelim, şeytani, tağuti, nefsanî tüm hilelere. Yalnızca “Allâh var” diyelim “Hamd sanadır Allâh’ım” diyelim.”
“Oturduğumda, kalktığımda, yattığımda yalnızca seni zikrederim. Senin için hicret ederim. Senin için malımla ve canımla mücadele ederim; Ya Rabb! Sadece senin için bedeller öderim” diyelim.
Sen, Rabb’ine dön, bak ve gör, Rabb’in seni rahmet ve hikmetiyle kuşatmaz mı? Sen Rabb’ine sığın. O seni himayesine almaz mı? Seni korumaz mı? Sen Rabb’ini sevsen, o seni sevmez mi? Senin sevginden bir şey çıkmaz, ama O’nun sevgisinden çok şey çıkar. Yeter ki sen O’na dön. Ve seni bağışlayacağına güven!
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Gâffar olduğuna iman ettik.
Lâ Gâffara İllâ El-Gâffar

EL- BARÎ
EL-BARÎ
Bârî, yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder. Yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Yaratırken bir örneğe ve emsâle ihtiyaç duymaz. Yüce Allâh, canlı ve cansız tüm varlıkları hiçbir örneği olmaksızın, yardım almaksızın ve tarifi olmaksızın var eder. Yani her varlığın şekli ve görevi, Allâh’u Teâla’nın kendi takdiridir. Yeryüzünde ve göklerde nasıl duracağına, nasıl bir biçime sahip olacağına yada nasıl bir misyon yükleneceğine Yüce Allâh karar verir.
Örneğin; güneşin şekli, enerjisi, ışığı, yörüngedeki pozisyonu, galaksideki konumu vs. nasıl olmalı?
Enbiyâ sûresi /33 “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O’dur. (Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedir.”
Yûnus sûresi /5 “Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O’dur. Allâh bunları gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır.”
Ya da denizlerin büyüklüğü, içindekileri, ne yapacakları nelerdir?
Casîye sûresi /12 “Allâh’tır ki denizi size boyun eğdirdi, ta ki gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O’nun kereminden (nasîbinizi) arayasınız da şükredesiniz.”
Ya da hayvanların doğumu, ölümü, sayısı, çeşitleri, ihtiyaçları neler olmalıdır?…
Nur sûresi /45 “Allâh her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allâh dilediğini yaratır. Çünkü Allâh her şeye kâdirdir.”
Fâtır suresi /28 “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allâh’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allâh daima üstündür, çok bağışlayandır.”
Ya da anne karnındaki bebeğin cinsiyeti, şekli, görevi vs. nelerdir?
Fâtır sûresi /39 “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur…”
Rum sûresi /20 “O’nun âyetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan (lar) oluverdiniz.”
Fâtır sûresi /11 “Allâh sizi önce topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömrünün uzatılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.”
Yaratılış ile ilgili tüm âyetleri burada sıralamak istemiyorum. Çünkü düşünen insan için birkaç âyette yeterlidir. Anlamamız gereken şu ki, nefsimiz ister kabul etsin, ister kabul etmesin, ister duyarsız olsun, ister hayran olsun, ister beğensin, ister şikayetçi olsun her şeyin doğumu, gelişimi, çoğalması, yayılması, hareketleri, ölçüsü, ölümü… hepsi Yüce Allâh’ın kararına göre olur. İsterse insanı topraktan, isterse babasız, isterse anne-babalı dünyaya gönderir. Her şey, yüce Allâh’ın dediğine göre olur.
En’âm sûresi /73 “Gökleri ve yeri hak(ve hikmet) ile yaratan O’dur. “ol” dediği gün oluverir. Sözü haktır. Sûr’a üfleneceği günde, mülk O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir. O hükümdârdır, her şeyi haber alandır.”
Bir sinek kanadı bile var edemeyen bizlerin , bu kâinattaki varlıklara hayranlık duyarak bakmaları, ibret almaları ve nasıl bir yola girmeleri gerektiğini düşünmeleri elzemdir. Çünkü bizler değil beğenmemek, beğenmediğimiz şeylerin en küçük parçasını bile yaratamayız. İnsanlar, yüce Allâh’ın Bârî olduğuna iman etse, buna göre amel ederler. Böylece kimse kimseyi aşağılamaz, küçümsemez, basît görmez,insanları elinde olmayan şeyler yüzünden yargılamaz, kınamaz, dışlamaz. Kadınlar-erkekler, siyahlar-beyazlar, çirkinler-güzeller, hasta olanlar-sağlıklı olanlar, bizimkiler-sizinkiler, sence-bence ayırımı olmaz. Kendi hakkı olarak gördüklerini, başka tarafın hakkı olarak da düşünür. Ben güzelim, o çirkin, ben kürdüm o Türk, Arap, bu kadın, şu erkek gibi dışlama ifadelerini dillerine bile alamazlar. Çünkü bilir ki, ne varsa bizde, bunlar Allâh’ın kararıdır. Kendi kararımız olmadığı için yargılanamaz. Güzel bir kadın, güzel yaratılmak için bir emek vermemiştir. Yada erkek olarak doğmasında kendisinin bir katkısı yoktur. Bu konularda Allâh tercihi insanlara vermemiştir. Nasıl yaratılacağına dair, yalnızca kendisi karar verir. Bu yüzden ne bazıları övünmeyi, ne de yermeyi kendilerinde göremez. Bazı insanlarda şunları görürüz. Keşke kadın olsaydım veya erkek olsaydım, yada esmer olsaydım, sarışın olsaydım. Yada keşke uzun boylu olsaydım gibi düşüncelerle razı olmama tavırları…
Yaratılışını değiştirme gibi davranış bozuklukları… Kendini kabullenememe, kendinden nefret etme, başkalarını taklit etme, imrenme, öz güvenini yitirme, komplekse girme, kendini aşağılama gibi karakter bozuklukları…
Hepsi Allâh’ın Bârî olduğuna yeterince iman etmeme sonucudur. Oysa biz kullar, hem bir şey var edemezken, hem de razı olmamak, bir isyan bayrağı çekmek demektir.
Bakınız, biz insanlar bir şey yaparken, Allâh’ın kural ve yarattıklarından yola çıkarak, O’nun yarattıklarını model alırız. Uçağı kuşa, denizaltını balığa, treni yılana, otobüsü bir bineğe, robotu bir canlıya benzetiriz. Ressamlar, hep kâinattakileri yansıtmazlar mı?
Yüce Allâh yarattıklarını bir kereden yaratıp bırakmıyor.
Örneğin; insan bir kereden yetişkin olarak dünyaya gelmiyor. Önce anne karnında bir embriyo, nüfte, cenin ve bebek olarak dünyaya geliyor. Küçük bir insan yavrusu, ama kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ağlayan, sonra takip eden, sonra tutan, sonra konuştuklarına tepki veren bebek, ileride oturuyor, ayakta duruyor, emekliyor, konuşuyor… Daha ileride ergenlik dönemini yaşıyor, yetişkin oluyor. Ve nihayet yaşlanıyor. Tüm bu aşamalarda karar veren Allâh’tır. Bunlar kendi kendine olmuyor. Tüm bunların arasında en küçük ayrıntılar bile Yüce Allâh’ın izni ile oluyor.
İnsan için geçerli olan tüm bu tekamül devreleri , tüm diğer varlıklar için de geçerlidir. İnsanların haberi olmadan, yaşadığı dünyada bile ne kadar çok şey oluyor, değişiyor, geçiyor. Ama insan bunun kendiliğinden olduğunu zannediyor. Ve adına, Allâh’a asî olanlar “tabiat ana” diyerek, güya Yüce Allâh hiçbir şeye hükmetmiyor. Halbuki Yüce Allâh Bârî’dir. Her aşamaya, her ayrıntıya, her gelişime, her sürece hükmeden, yaratan, yönlendiren, takdir eden, gözetleyen, gören, bilen, müdahale eden Yüce Allâh’tır. Gece-gündüz kendi kendine değişmez. Ağaçlar kendi kendine yeşillenmez. Toprak kendi kendine ürün vermez. Canlılar kendi kendine üremez. Her şeyin tekâmülünü var eden ve takdirini veren Bârî olan Allâh’tır.
O halde insan; her aşama ve süreçte Allâh’ın kontrolünde olduğunu unutmamalıdır. Her şeyi yaratan ve gözetleyen Allâh’ın, bu süreç sonunda bizleri, hesaba çekeceğini de unutmamalıdır.
İnsan yaratılış amacını ve tüm süreçlerin hangi amaç doğrultusunda geliştiğini de iyice kavramalıdır. İnsanlar da dahil tüm varlıklar bir tek amaç için yaratıldı.
Fussilet sûresi /11 “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi: ona ve arza: “isteyerek veya istemeyerek(buyruğuma)gelin” dedi. “İsteyerek geldik” dediler.”
Göklerin ve yerin fıtratı İslam üzerinedir. Yani bir taş yaratılış amacına göre davrandığı için bir taş, İslam fıtratı üzeredir. Bir dağ kendisine verilen yaratılışa göre olduğu için İslam üzeredir. Bitkiler, hayvanlar, denizler, yıldızlar, güneş her şey yaratılışlarına göre görevlerini yaptıkları için İslam fıtratı üzeredirler. Bir inek diyemez: “Ben yumurta yapmak isterim” veya bir fil “benim sütüm daha güzel, lütfen benimkini için” diye bir öneri sunamaz.
İnsanoğlu da yaratılış amacına göre İslam fıtratı üzere yaratıldı.
Rum sûresi /30 “Sen yüzünü, Allâh’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: “Allâh’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön)ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allâh’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Allâh, insanı örneksiz, benzersiz, kendisine misyon ve hedef vererek yarattı. Bundan sonra seni imtihana sokuyor ve senin bu yaratılış amacının doğrultusunda, İslam fıtratını korumanı istiyor.
Sen! Allâh’ın boyasıyla doğan sen! Bakalım, bu boyanı koruyabilecek misin? Yoksa boyanı değiştirecek misin? Tekâmülünü bu yolda tamamlayacak mısın?
Yüce Allâh fıtratını koruman için hayatının her alanına, her ayrıntısına lutuf, ikram, sevgi, rızık vs. ile hükmederken, senin bu çizgide durman için de hayatının her alanında esaslarını sunuyor. Fıtratını koruman için bu esasları içeren Kur’an-ı Kerîm’i ve bu esasların nasıl uygulayacağını öğreten peygamberler gönderiyor. Bu yoldaki tüm hatalarına rağmen, yeniden başlama fırsatı vererek doğru yol üzere kemâle davet ediyor. Acaba sen bu yolda tekâmüle erebilecek misin? Evet, yolun doğru, fakat sen bu yolun hangi merhalesindesin.
Eğer, bu yolda yarım kalmışsan, düşmüşsen. Barî olan Allâh, nerede olursan ol, yeniden ayağa kalkmana imkânlar veriyor.
Bakara sûresi /54 “Musa kavmine demişti ki: “ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zûlmettiniz. Gelin yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O) sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhametlidir.”
Andolsun ki Allâh her sıfatının yanı El-Bârî olmasaydı, hata ettikten sonra sen, bir daha tekâmül yoluna giremezdin. Seni yarattıktan sonra, bir kenara bırakırdı. Hele birde günah işlemişsen, seni yalnız ve yardımcısız bırakırdı. O Bârî olmasıyla yine fırsat veriyor, merhamet ediyor, lutfediyor, yaratıyor, seviyor, hükmediyor, bildiriyor…
Her aşama ve süreçte tüm sıfatları ile tecelli ettiriyor. Dün düşünmemişsen, bugün düşünebiliyorsun. Bugün öğrenememişsen, yarın öğrenebiliyorsun. Dün şirk işlemişsen, bugün şirkten vazgeçebiliyorsun. Bir saat önce öyle inanırken, bir saat sonra yargıların değişebiliyor.
Sizce Allâh sizi tekdüze yaratıp bırakıyor mu? Hayır, O her an tüm sıfatları ile yine takdir ediyor. Hayatınızda bir kere düşünmüyorsunuz. Bir kere merhamet görmüyorsunuz. Bir kere rızıklanmıyorsunuz. Hayatınızın her safhasında Yüce Allâh Bârî sıfatı ile sevgisini, merhametini, ilmini, şefkatini, esaslarını, hikmetini, güvenini, gözetlemesini, hükmünü, rızkını gönderiyor, “Kûn” (ol) diyor.
Andolsun ki Allâh Bârî olmasaydı, bütün insanları İslam üzere yaratmazdı. O evveli, ezeli Alim’dir. Kimin kâfir, kimin mü’min olacağını önceden bildiği halde doğan bütün insanları İslam üzere yaratıyor. Yahudi çocuğu, hiristiyan çocuğu, müşrik çocuğu, zina çocuğu olsa bile İslam üzere doğuyor. Bu doğru yolda olmada bir avantajdır. Zeminin temiz olması, doğruyu yakalamakta bir kolaylıktır. Bu, Allâh’ın bir lutfudur.
Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, seni rahmeti ve mağfireti ile kuşatıp, sana kitap ve peygamberini göndermezdi. Seni temize çıkarmak, seni uyarmak için, sana izzet vermek için, üzerindeki nimetleri artırmak için fırsatlar vermezdi.
Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, bu kadar günah ve hatalardan sonra seni affetmezdi, sana bir daha rahmet ve hikmet kapılarını açmazdı. Seni bir daha nimetlendirmezdi.
Hz. Mûsa (as) adam öldürdükten sonra asla seçkin bir kula dönüşmezdi. Hz. Yûnus (as) kendisine verilen görevden kaçtıktan, sonra asla seçkin bir kul olmazdı.
Günahkâr kardeşim; Bu kadar hatalardan ve kayıplardan sonra bile olsa, dön. O Allâh ki, Bârî’dir. Buna iman et, ümitsizliğe düşme! Deme! “Bu kadar günahtan sonra hâlâ Allâh’ın yanında değerli olabilir miyim?” Emin ol ki; O Bârî’dir.
Ve şöyle de: “Tüm buğdaylar içinde cins buğdayı var eden, tüm inekler içinde daha bol ve güzel süt veren inekleri yaratan, günahkâr insanların içinden hayırlı insanları seçen Allâh’ım; Beni de insanlar arasından çıkan, seçkinlerden eyle. Sana güzel kulluk eden, şükreden, şahid, sadık, salih kullarından olmamı nasîp eyle. Sevdiğin, değer verdiğin, onur elbisesini giyen Müslümanlardan eyle. Ben herhangi, sıradan bir insan değil, özel bir insan olmak istiyorum. “Müslüman” olmak istiyorum.
Bârî olan Allâh’ım, sen beni temize çıkarmazsan ben kaybederim. Günahlarım ve hatalarım beni kuşatır. Allâh’ım, Bârî olan Allâh’ım; ben yeni bir karar almak istiyorum. Beni yarattığın gibi olan yaratılışıma, aslıma, özüme, fıtratıma dönmek istiyorum. Sen Bâri’sin Allah’ım. Bana yardımcı ol. Temize çıkmam için, iyileşmem için: En önemlisi de Beraât olmam için her aşamada bana yol göster, yardım et Allâh’ım.”
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında El- Bârî olduğuna iman ettik.
Lâ Bâriye illâ El- Bârî
Bârî, yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder. Yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Yaratırken bir örneğe ve emsâle ihtiyaç duymaz. Yüce Allâh, canlı ve cansız tüm varlıkları hiçbir örneği olmaksızın, yardım almaksızın ve tarifi olmaksızın var eder. Yani her varlığın şekli ve görevi, Allâh’u Teâla’nın kendi takdiridir. Yeryüzünde ve göklerde nasıl duracağına, nasıl bir biçime sahip olacağına yada nasıl bir misyon yükleneceğine Yüce Allâh karar verir.
Örneğin; güneşin şekli, enerjisi, ışığı, yörüngedeki pozisyonu, galaksideki konumu vs. nasıl olmalı?
Enbiyâ sûresi /33 “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O’dur. (Bunların) her biri bir yörüngede yüzmektedir.”
Yûnus sûresi /5 “Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesabı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O’dur. Allâh bunları gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır.”
Ya da denizlerin büyüklüğü, içindekileri, ne yapacakları nelerdir?
Casîye sûresi /12 “Allâh’tır ki denizi size boyun eğdirdi, ta ki gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O’nun kereminden (nasîbinizi) arayasınız da şükredesiniz.”
Ya da hayvanların doğumu, ölümü, sayısı, çeşitleri, ihtiyaçları neler olmalıdır?…
Nur sûresi /45 “Allâh her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allâh dilediğini yaratır. Çünkü Allâh her şeye kâdirdir.”
Fâtır suresi /28 “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allâh’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allâh daima üstündür, çok bağışlayandır.”
Ya da anne karnındaki bebeğin cinsiyeti, şekli, görevi vs. nelerdir?
Fâtır sûresi /39 “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur…”
Rum sûresi /20 “O’nun âyetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan (lar) oluverdiniz.”
Fâtır sûresi /11 “Allâh sizi önce topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömrünün uzatılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.”
Yaratılış ile ilgili tüm âyetleri burada sıralamak istemiyorum. Çünkü düşünen insan için birkaç âyette yeterlidir. Anlamamız gereken şu ki, nefsimiz ister kabul etsin, ister kabul etmesin, ister duyarsız olsun, ister hayran olsun, ister beğensin, ister şikayetçi olsun her şeyin doğumu, gelişimi, çoğalması, yayılması, hareketleri, ölçüsü, ölümü… hepsi Yüce Allâh’ın kararına göre olur. İsterse insanı topraktan, isterse babasız, isterse anne-babalı dünyaya gönderir. Her şey, yüce Allâh’ın dediğine göre olur.
En’âm sûresi /73 “Gökleri ve yeri hak(ve hikmet) ile yaratan O’dur. “ol” dediği gün oluverir. Sözü haktır. Sûr’a üfleneceği günde, mülk O’nundur. Gizliyi ve açığı bilendir. O hükümdârdır, her şeyi haber alandır.”
Bir sinek kanadı bile var edemeyen bizlerin , bu kâinattaki varlıklara hayranlık duyarak bakmaları, ibret almaları ve nasıl bir yola girmeleri gerektiğini düşünmeleri elzemdir. Çünkü bizler değil beğenmemek, beğenmediğimiz şeylerin en küçük parçasını bile yaratamayız. İnsanlar, yüce Allâh’ın Bârî olduğuna iman etse, buna göre amel ederler. Böylece kimse kimseyi aşağılamaz, küçümsemez, basît görmez,insanları elinde olmayan şeyler yüzünden yargılamaz, kınamaz, dışlamaz. Kadınlar-erkekler, siyahlar-beyazlar, çirkinler-güzeller, hasta olanlar-sağlıklı olanlar, bizimkiler-sizinkiler, sence-bence ayırımı olmaz. Kendi hakkı olarak gördüklerini, başka tarafın hakkı olarak da düşünür. Ben güzelim, o çirkin, ben kürdüm o Türk, Arap, bu kadın, şu erkek gibi dışlama ifadelerini dillerine bile alamazlar. Çünkü bilir ki, ne varsa bizde, bunlar Allâh’ın kararıdır. Kendi kararımız olmadığı için yargılanamaz. Güzel bir kadın, güzel yaratılmak için bir emek vermemiştir. Yada erkek olarak doğmasında kendisinin bir katkısı yoktur. Bu konularda Allâh tercihi insanlara vermemiştir. Nasıl yaratılacağına dair, yalnızca kendisi karar verir. Bu yüzden ne bazıları övünmeyi, ne de yermeyi kendilerinde göremez. Bazı insanlarda şunları görürüz. Keşke kadın olsaydım veya erkek olsaydım, yada esmer olsaydım, sarışın olsaydım. Yada keşke uzun boylu olsaydım gibi düşüncelerle razı olmama tavırları…
Yaratılışını değiştirme gibi davranış bozuklukları… Kendini kabullenememe, kendinden nefret etme, başkalarını taklit etme, imrenme, öz güvenini yitirme, komplekse girme, kendini aşağılama gibi karakter bozuklukları…
Hepsi Allâh’ın Bârî olduğuna yeterince iman etmeme sonucudur. Oysa biz kullar, hem bir şey var edemezken, hem de razı olmamak, bir isyan bayrağı çekmek demektir.
Bakınız, biz insanlar bir şey yaparken, Allâh’ın kural ve yarattıklarından yola çıkarak, O’nun yarattıklarını model alırız. Uçağı kuşa, denizaltını balığa, treni yılana, otobüsü bir bineğe, robotu bir canlıya benzetiriz. Ressamlar, hep kâinattakileri yansıtmazlar mı?
Yüce Allâh yarattıklarını bir kereden yaratıp bırakmıyor.
Örneğin; insan bir kereden yetişkin olarak dünyaya gelmiyor. Önce anne karnında bir embriyo, nüfte, cenin ve bebek olarak dünyaya geliyor. Küçük bir insan yavrusu, ama kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ağlayan, sonra takip eden, sonra tutan, sonra konuştuklarına tepki veren bebek, ileride oturuyor, ayakta duruyor, emekliyor, konuşuyor… Daha ileride ergenlik dönemini yaşıyor, yetişkin oluyor. Ve nihayet yaşlanıyor. Tüm bu aşamalarda karar veren Allâh’tır. Bunlar kendi kendine olmuyor. Tüm bunların arasında en küçük ayrıntılar bile Yüce Allâh’ın izni ile oluyor.
İnsan için geçerli olan tüm bu tekamül devreleri , tüm diğer varlıklar için de geçerlidir. İnsanların haberi olmadan, yaşadığı dünyada bile ne kadar çok şey oluyor, değişiyor, geçiyor. Ama insan bunun kendiliğinden olduğunu zannediyor. Ve adına, Allâh’a asî olanlar “tabiat ana” diyerek, güya Yüce Allâh hiçbir şeye hükmetmiyor. Halbuki Yüce Allâh Bârî’dir. Her aşamaya, her ayrıntıya, her gelişime, her sürece hükmeden, yaratan, yönlendiren, takdir eden, gözetleyen, gören, bilen, müdahale eden Yüce Allâh’tır. Gece-gündüz kendi kendine değişmez. Ağaçlar kendi kendine yeşillenmez. Toprak kendi kendine ürün vermez. Canlılar kendi kendine üremez. Her şeyin tekâmülünü var eden ve takdirini veren Bârî olan Allâh’tır.
O halde insan; her aşama ve süreçte Allâh’ın kontrolünde olduğunu unutmamalıdır. Her şeyi yaratan ve gözetleyen Allâh’ın, bu süreç sonunda bizleri, hesaba çekeceğini de unutmamalıdır.
İnsan yaratılış amacını ve tüm süreçlerin hangi amaç doğrultusunda geliştiğini de iyice kavramalıdır. İnsanlar da dahil tüm varlıklar bir tek amaç için yaratıldı.
Fussilet sûresi /11 “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi: ona ve arza: “isteyerek veya istemeyerek(buyruğuma)gelin” dedi. “İsteyerek geldik” dediler.”
Göklerin ve yerin fıtratı İslam üzerinedir. Yani bir taş yaratılış amacına göre davrandığı için bir taş, İslam fıtratı üzeredir. Bir dağ kendisine verilen yaratılışa göre olduğu için İslam üzeredir. Bitkiler, hayvanlar, denizler, yıldızlar, güneş her şey yaratılışlarına göre görevlerini yaptıkları için İslam fıtratı üzeredirler. Bir inek diyemez: “Ben yumurta yapmak isterim” veya bir fil “benim sütüm daha güzel, lütfen benimkini için” diye bir öneri sunamaz.
İnsanoğlu da yaratılış amacına göre İslam fıtratı üzere yaratıldı.
Rum sûresi /30 “Sen yüzünü, Allâh’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: “Allâh’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön)ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allâh’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Allâh, insanı örneksiz, benzersiz, kendisine misyon ve hedef vererek yarattı. Bundan sonra seni imtihana sokuyor ve senin bu yaratılış amacının doğrultusunda, İslam fıtratını korumanı istiyor.
Sen! Allâh’ın boyasıyla doğan sen! Bakalım, bu boyanı koruyabilecek misin? Yoksa boyanı değiştirecek misin? Tekâmülünü bu yolda tamamlayacak mısın?
Yüce Allâh fıtratını koruman için hayatının her alanına, her ayrıntısına lutuf, ikram, sevgi, rızık vs. ile hükmederken, senin bu çizgide durman için de hayatının her alanında esaslarını sunuyor. Fıtratını koruman için bu esasları içeren Kur’an-ı Kerîm’i ve bu esasların nasıl uygulayacağını öğreten peygamberler gönderiyor. Bu yoldaki tüm hatalarına rağmen, yeniden başlama fırsatı vererek doğru yol üzere kemâle davet ediyor. Acaba sen bu yolda tekâmüle erebilecek misin? Evet, yolun doğru, fakat sen bu yolun hangi merhalesindesin.
Eğer, bu yolda yarım kalmışsan, düşmüşsen. Barî olan Allâh, nerede olursan ol, yeniden ayağa kalkmana imkânlar veriyor.
Bakara sûresi /54 “Musa kavmine demişti ki: “ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zûlmettiniz. Gelin yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. (Bu suretle O) sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, öyle bağışlayıcı, öyle merhametlidir.”
Andolsun ki Allâh her sıfatının yanı El-Bârî olmasaydı, hata ettikten sonra sen, bir daha tekâmül yoluna giremezdin. Seni yarattıktan sonra, bir kenara bırakırdı. Hele birde günah işlemişsen, seni yalnız ve yardımcısız bırakırdı. O Bârî olmasıyla yine fırsat veriyor, merhamet ediyor, lutfediyor, yaratıyor, seviyor, hükmediyor, bildiriyor…
Her aşama ve süreçte tüm sıfatları ile tecelli ettiriyor. Dün düşünmemişsen, bugün düşünebiliyorsun. Bugün öğrenememişsen, yarın öğrenebiliyorsun. Dün şirk işlemişsen, bugün şirkten vazgeçebiliyorsun. Bir saat önce öyle inanırken, bir saat sonra yargıların değişebiliyor.
Sizce Allâh sizi tekdüze yaratıp bırakıyor mu? Hayır, O her an tüm sıfatları ile yine takdir ediyor. Hayatınızda bir kere düşünmüyorsunuz. Bir kere merhamet görmüyorsunuz. Bir kere rızıklanmıyorsunuz. Hayatınızın her safhasında Yüce Allâh Bârî sıfatı ile sevgisini, merhametini, ilmini, şefkatini, esaslarını, hikmetini, güvenini, gözetlemesini, hükmünü, rızkını gönderiyor, “Kûn” (ol) diyor.
Andolsun ki Allâh Bârî olmasaydı, bütün insanları İslam üzere yaratmazdı. O evveli, ezeli Alim’dir. Kimin kâfir, kimin mü’min olacağını önceden bildiği halde doğan bütün insanları İslam üzere yaratıyor. Yahudi çocuğu, hiristiyan çocuğu, müşrik çocuğu, zina çocuğu olsa bile İslam üzere doğuyor. Bu doğru yolda olmada bir avantajdır. Zeminin temiz olması, doğruyu yakalamakta bir kolaylıktır. Bu, Allâh’ın bir lutfudur.
Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, seni rahmeti ve mağfireti ile kuşatıp, sana kitap ve peygamberini göndermezdi. Seni temize çıkarmak, seni uyarmak için, sana izzet vermek için, üzerindeki nimetleri artırmak için fırsatlar vermezdi.
Andolsun ki, Allâh Bârî olmasaydı, bu kadar günah ve hatalardan sonra seni affetmezdi, sana bir daha rahmet ve hikmet kapılarını açmazdı. Seni bir daha nimetlendirmezdi.
Hz. Mûsa (as) adam öldürdükten sonra asla seçkin bir kula dönüşmezdi. Hz. Yûnus (as) kendisine verilen görevden kaçtıktan, sonra asla seçkin bir kul olmazdı.
Günahkâr kardeşim; Bu kadar hatalardan ve kayıplardan sonra bile olsa, dön. O Allâh ki, Bârî’dir. Buna iman et, ümitsizliğe düşme! Deme! “Bu kadar günahtan sonra hâlâ Allâh’ın yanında değerli olabilir miyim?” Emin ol ki; O Bârî’dir.
Ve şöyle de: “Tüm buğdaylar içinde cins buğdayı var eden, tüm inekler içinde daha bol ve güzel süt veren inekleri yaratan, günahkâr insanların içinden hayırlı insanları seçen Allâh’ım; Beni de insanlar arasından çıkan, seçkinlerden eyle. Sana güzel kulluk eden, şükreden, şahid, sadık, salih kullarından olmamı nasîp eyle. Sevdiğin, değer verdiğin, onur elbisesini giyen Müslümanlardan eyle. Ben herhangi, sıradan bir insan değil, özel bir insan olmak istiyorum. “Müslüman” olmak istiyorum.
Bârî olan Allâh’ım, sen beni temize çıkarmazsan ben kaybederim. Günahlarım ve hatalarım beni kuşatır. Allâh’ım, Bârî olan Allâh’ım; ben yeni bir karar almak istiyorum. Beni yarattığın gibi olan yaratılışıma, aslıma, özüme, fıtratıma dönmek istiyorum. Sen Bâri’sin Allah’ım. Bana yardımcı ol. Temize çıkmam için, iyileşmem için: En önemlisi de Beraât olmam için her aşamada bana yol göster, yardım et Allâh’ım.”
Parolamız; Yüce Allah’ın her sıfatının yanında El- Bârî olduğuna iman ettik.
Lâ Bâriye illâ El- Bârî

EL-HÂLIK
Hulk kelimesinden türemiştir. Yaratan, yoktan var eden, takdir eden anlamlarına gelir.
Bitkileri yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
Hayvanları yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
İnsanları yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
Her şeyi, görünen görünmeyen her bir şeyi Allâh yaratmıştır. Yüce Allâh’ın yaratan olduğunu herkes bilir. Bazıları Allâh’ı tamamen kabul etmez. Onlara sözüm yok. Onlar zaten baştan kâfir olmayı kabullenmişlerdir.
Ben, inandıklarını söyleyen kardeşlerime hatırlatıyorum.
Gerçekten Allâh’ın, Yaratan olduğuna iman ettin mi? Şöyle ki;Yüce Allâh’ın hepimizi, en küçük ayrıntılardan en büyük şeylere kadar yarattığını biliriz.
Fâtır sûresi /11 “Allâh sizi önce topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitap da (yazılı)dır. Şüphesiz bu Allâh’a göre kolaydır.”
En’âm sûresi /99 “O’dur ki, size gökten su indirdi. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş daneler, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nâr çıkarıyoruz. (bunların) kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine bakın; meyve verirken ve olgunlaştığı zaman.şüphesiz bu size gösterilenlerde, inanan toplum için elbette çok ibret vardır.”
Nahl sûresi /3-8 “(Allâh) Gökleri ve yeri hak ile (hikmeti uyarınca) yarattı. (O) onların ortak koştuklarından yücedir. İnsanı nutfeden yarattı, birden o (insan) konuşkan bir karşı koyucu olup çıktı. Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer’adan getirdiğiniz, sabahleyin mer’aya götürdüğünüz zaman onlardan sizin için bir güzellik de vardır. Ağırlıklarınızı öyle şehirlere taşırlar ki, canlar büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabb’in çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır.”
Yüce Allâh’ın her bir şeyi yarattıklarını kabul ederler. Ama yeterince buna iman etmediklerini görüyoruz. Çünkü hem diyorlar; Allâh yaratandır, hem de Allâh’a teslim olmuyorlar. Düşünmeleri gerekmez mi? Hem O yaratan, hem de O’na göre yaşamıyor. Seni yaratan kimse, O’nun seçtiği yaşam tarzına göre yaşamalısın. Yaşam tarzının kurallarını koyma hakkı yalnızca, seni yaratan Allâh’ın hakkıdır. Senin üzerinde Allâh’tan başka kimin hakkı var ki, sen Allâh’tan başkasına göre yaşıyorsun. Oysa yaşam tarzını belirleme hakkı yalnızca Allâh’ındır. Seni yaratırken Allâh’ın yanında başkaları yoktu, yardımcıları da yoktu. O halde sen, niye boyun eğerken Allâh’tan başkasına eğiliyor, Allâh’tan başkalarına minnet hissediyor, Allâh’tan başkalarının kurallarını kabul ediyorsun. Hayır, sen hâlâ Yüce Allâh’ın senin üzerinde yegâne tek yaratıcı olduğunu idrâk edememişsin. Bu yüzden şirk batağındasın. Bu yüzden hedef sapmasındasın. Bu yüzden duyarsızsın, oyun ve eğlenceye, boş şeylere dalmışsın. Sanki hayatın bir evcilik, sanki bir tiyatro.
Sevgili kardeşim! Bu bir çelişki değil mi? Hem Allâh’tan geldiğini söylüyorsun, hem de Allâh’a arkanı dönmüşsün. Sanki geri dönüşün O’na olmayacakmış gibi davranıyorsun. Sanki O seni yaratmamış gibi davranıyorsun.
Fâtır sûresi /3 “Ey insanlar, Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın; Allâh’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur, nasıl oluyor da gerçekten çevriliyorsunuz.”
Bilmen gereken şunu da unutmamalısın. Allâh’tan geldin. Bunu daha iyice kabullenememişken ,yine O’na döndüğünde ne yapacaksın?.
Teğâbun sûresi /2-3 “Sizi yaratan O’dur. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mü’min. Allâh yaptıklarınızı görmektedir. Gökleri ve yeri hak (hikmet) ile yarattı. Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O’nadır.”
O halde, geliş nedenini unutma. Kime borçlu olduğunu, kime göre yaşaman gerektiğini, kimi hedef edinmen gerektiğini iyice düşünmelisin.
Zâriyat sûresi /56 “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Kulluk yapmak için dünyaya geldin. Yani görevin hamd etmek. Bu yüzden evcilik oynamayı bırak. Tiyatronun son perdesi kapanmadan aslî yaratılışına dön. Sen Allâh’tan geldin. O’nun “ol” demesiyle yaratıldın. Tertemiz, paktın. İslâm fıtratında idin. Hamdederek bu fıtratının temizliğini koru. Yüce Allâh sadece seni değil, yerde ve göklerde ne varsa hepsini yarattı. Onlara şekil verdi ve kurallar koydu. Herhalde Allâh’ın yarattığını kabul edip, onları kuralsız, başıboş bıraktığını düşünemeyiz. İşte yerde ve göklerde olan her varlık kendisine verilen sorumluluğunu yerine getiriyor.
İsrâ sûresi /44 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, çok bağışlayandır.”
Bir inek “Ben süt veremem, ben yapıyorum, insanlar içiyor” diyemez. Tavuklar yumurtlama görevini bir kediye devredemez. Bir balık kendi kafasına göre karaya çıkıp yaşayamaz. Her varlık kendisine ne görev verilmişse, hangi amaçla yaratılmışsa onu yerine getirir.
Ya insan! Kendi yaratılış amacında yaşıyor mu? Kendisine verilen sorumluluğu yerine getiriyor mu? Oysa Allâh’ın yarattığına iman ettiğini söylüyor, ama iman etmemişçesine yaşıyor. Allâh’ın hükümlerine karşı çıkarcasına yaşıyor.
Nahl sûresi /104-107 “Allâh’ın âyetlerine inanmayanları, Allâh, doğru yola iletmez. Onlar için acı bir azâp vardır. Yalanı, ancak Allâh’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. Yalancılar işte onlardır. İnandıktan sonra Allâh’a nankörlük eder. Kalbi imanla yatışmış olduğu halde(inkâra) zorlanan değil, lâkin küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allâh’tan gazab iner ve onlar için büyük bir azâp vardır. Bu onların dünya hayatını, âhirete tercih etmelerinden ve Allâh’ın da inkâr eden kavmi doğru yola iletmeyeceğinden ötürü böyledir.”
Demek ki hamd etme gereği duymayanlar Yüce Allâh’ın yaratıcı olduğuna iman etmemişler.
Ankebut sûresi /61 “Andolsun, onlara: “gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi?” desen;”Allâh” derler. O halde nasıl Allâh’ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?”
Ankebut sûresi /63 “Onlara: “Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?” diye sorsan; “Allâh” derler. De ki; “Hamd, Allâh’a layıktır” fakat onların çoğu düşünmezler.”
Yüce Allâh, insanların sadece bedenlerini değil, ruhlarını da yarattı. İnsana düşüncelerini, duygularını verdi. Seçme, yapma, yaşama, öğrenme, çalışma, isteme, başarma, reddetme vs. bunları da verdi. O halde Allâh her yaptığımızın, her düşündüğümüzün, her hissettiğimizin de hâlık’ıdır. O, insanı beden ve ruhlarını barışık halde İslâm fıtratı üzerinde yarattı. Ruhun ve bedeninin İslâm fıtratını korumak için de, eline bir kitap verdi. O halde Kur’an, insanın fıtratının devamlılığını sağlamak için gönderilmiştir. Bu yüzden Kur’an ilkeleriyle ahlâklanan Rabb’inin yaratılış gayesini ve mühtevasını korumuş olur. Yani yaratıldığı gibi ahlâklanır. Yaratılış amacına göre ahlâklanır. Kur’an hukukunu kendi hukuku olarak kabul eden aslî yapısını korur. Yaratmak hulk kelimesinden türer. İnsanın yaratılışını yine hulk kelimesinden türeyen ahlâk ile inşa eden ,Allâh’ın dediği gibi olmuştur. Çünkü o Allâh’ın ilkeleriyle ahlâklanır. Yalnızca bu ahlâk ile fıtratını korur. Yani Kur’an hukukudur insana ahlâk veren. O halde insan Kur’an ilkelerine göre yaşıyorsa Kur’an ahlâklı insan olmuştur. Eğer insanlar Kur’andan uzak iseler ahlâklarıda bozulur. Yani artık o insan, islâmi hukuk dışında bir insandır. İslâma göre ahlâksız insandır, yani hukuksuz, yaratılışına ters insandır.
Zaten Allâh’ın Rabb’liğini kabul etmeyenler, Allâh’ın hukukunu (prensiplerini) reddedenlerdir. Böylece Yüce Allâh’ın terbiyesiyle terbiyelenmeyi istememiş olurlar. Oysa ki diğer varlıklar sorumluluk ve kendisine verilen hukuku kabul ederek Yüce Allâh’ın kendi yaratıcısı olduklarına iman etmişlerdir. İnsanların çoğu ise diğer varlıklar gibi düşünmeyip ağızlarıyla Allâh’ı kabul ediyor, fakat ahlâkları ile Yüce Allâh’ın yaratıcısı olduğunu kabul etmiyorlar. Yüce Allâh’ı sadece yaratıcı olarak düşünemeyiz. O sonsuz kudret sahibi Halık’tır. O Alim olan Halık’tır. Yani her sıfatıyla beraber Halık’tır.
O halde O sevginin de, ilminde, hükmünde, gücünde, görmenin de, merhametinde, güveninde Halık’ıdır. O’nun dışında bir yaratıcı yok ki, başkası da başka bir şey yaratmış olsun. Tüm bu anlattıklarımızı özetlersek şu önemli noktalar çıkar.
1-Allâh’ı yaratan olarak kabul edenler, yaşam tarzını seçme hakkını da Allâh’a vermelidirler. Bu iman etmenin gereğidir.
2-Yaratılış, İslâm fıtratı üzerinde olmuştur. O halde islâmi fıtratımızı korumak kendi sorumluluğumuzdur, yüce Allâh sorumluluğumuzu da yaratandır.
3-Kur’an ilkeleri, İslam fıtratının devamlılığını sağlıyorsa, bizlerde Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak zorundayız.
4-Tüm varlıklar Yüce Allâh’ı kabul ediyor. Ve O’nu tesbih ediyor. İnsanda bu kainat içinde yer aldığına göre ,o da kesintisiz iman ve tesbih etmeyi öğrenmelidir.
5-Allâh’ın yanında başka yaratıcılar olmadığına göre insanda, yalnızca Allâh’a karşı sorumludur.
Ancak bu saydıklarımızı yerine getirdiği zaman Rabb’inin yaratmasına karşı teşekkür etmesini öğrenmiş olur.
Yeryüzü bir imtihan alanı olduğu için insanın müsbet yönde de, menfi yolda da yürümesine neden olacak her şeyi Allâh yaratmıştır. Helâl ağaçlar olduğu gibi haram ağaçlar da var. O halde Allâh hem suyun, hem de şarabın yaratıcısıdır. Hem sadıkların, hem de yalancıların Rabbi’dir. Yüce Allâh olumlu ve olumsuz, var olan, yok olan, soyut, somut vs. her şeyin sahibidir. Kâr-zarar, hayat-ölüm, beden-ruh, sevgi- korku her şeyin yaratıcısıdır.
Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. Fakat yeryüzü imtihan alanı olduğu için seçici davranacağız. Domuzu yaratan Allâh’tır. Fakat domuzdan faydalanmalıyız diye bir kaide yok. Şunu iyi bellememiz gerekir ki hiçbir şey hikmetsiz yaratılmamıştır. İnsanın olumsuz alanı olmasaydı, imtihan olmasının da anlamı olmazdı.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Hâlık olduğuna iman ettik. Yarattığı düşüncelerimizle,yarattığı duygularımızla, yarattığı amellerimizle O’na hamd ediyoruz.
Bir küçük anı: Bir gün; biri 8 yaşında diğeri 9 yaşında iki çocuğumla durakta beklerken onlara bir soru sordum.
-Çocuklar neler, bize Allâh’ı hatırlatır, dedim.
Muhammed-Ezan okunduğunda
Zeynep-Namaz kıldığımızda
Muhammed-Başörtülü bir kadın gördüğümüzde
Zeynep-hapşırdığımızda
Muhammed-Yaşlı bir adam gördüğümüzde… dediler
Bu böyle uzadı. Artık çocuklardan Zeynep şöyle dedi. Ve son noktayı koydu.
-Anne! Tek tek hepsini saymaya ne gerek var. Her şeyi Allâh yarattığına göre neye baksak Allâh’ı hatırlarız değil mi?
Lâ Hâlıka illâ El-Hâlık.
Bitkileri yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
Hayvanları yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
İnsanları yaratan kim? Elbette Allâh deriz.
Her şeyi, görünen görünmeyen her bir şeyi Allâh yaratmıştır. Yüce Allâh’ın yaratan olduğunu herkes bilir. Bazıları Allâh’ı tamamen kabul etmez. Onlara sözüm yok. Onlar zaten baştan kâfir olmayı kabullenmişlerdir.
Ben, inandıklarını söyleyen kardeşlerime hatırlatıyorum.
Gerçekten Allâh’ın, Yaratan olduğuna iman ettin mi? Şöyle ki;Yüce Allâh’ın hepimizi, en küçük ayrıntılardan en büyük şeylere kadar yarattığını biliriz.
Fâtır sûresi /11 “Allâh sizi önce topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. Bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep O’nun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitap da (yazılı)dır. Şüphesiz bu Allâh’a göre kolaydır.”
En’âm sûresi /99 “O’dur ki, size gökten su indirdi. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş daneler, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nâr çıkarıyoruz. (bunların) kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine bakın; meyve verirken ve olgunlaştığı zaman.şüphesiz bu size gösterilenlerde, inanan toplum için elbette çok ibret vardır.”
Nahl sûresi /3-8 “(Allâh) Gökleri ve yeri hak ile (hikmeti uyarınca) yarattı. (O) onların ortak koştuklarından yücedir. İnsanı nutfeden yarattı, birden o (insan) konuşkan bir karşı koyucu olup çıktı. Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer’adan getirdiğiniz, sabahleyin mer’aya götürdüğünüz zaman onlardan sizin için bir güzellik de vardır. Ağırlıklarınızı öyle şehirlere taşırlar ki, canlar büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabb’in çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır.”
Yüce Allâh’ın her bir şeyi yarattıklarını kabul ederler. Ama yeterince buna iman etmediklerini görüyoruz. Çünkü hem diyorlar; Allâh yaratandır, hem de Allâh’a teslim olmuyorlar. Düşünmeleri gerekmez mi? Hem O yaratan, hem de O’na göre yaşamıyor. Seni yaratan kimse, O’nun seçtiği yaşam tarzına göre yaşamalısın. Yaşam tarzının kurallarını koyma hakkı yalnızca, seni yaratan Allâh’ın hakkıdır. Senin üzerinde Allâh’tan başka kimin hakkı var ki, sen Allâh’tan başkasına göre yaşıyorsun. Oysa yaşam tarzını belirleme hakkı yalnızca Allâh’ındır. Seni yaratırken Allâh’ın yanında başkaları yoktu, yardımcıları da yoktu. O halde sen, niye boyun eğerken Allâh’tan başkasına eğiliyor, Allâh’tan başkalarına minnet hissediyor, Allâh’tan başkalarının kurallarını kabul ediyorsun. Hayır, sen hâlâ Yüce Allâh’ın senin üzerinde yegâne tek yaratıcı olduğunu idrâk edememişsin. Bu yüzden şirk batağındasın. Bu yüzden hedef sapmasındasın. Bu yüzden duyarsızsın, oyun ve eğlenceye, boş şeylere dalmışsın. Sanki hayatın bir evcilik, sanki bir tiyatro.
Sevgili kardeşim! Bu bir çelişki değil mi? Hem Allâh’tan geldiğini söylüyorsun, hem de Allâh’a arkanı dönmüşsün. Sanki geri dönüşün O’na olmayacakmış gibi davranıyorsun. Sanki O seni yaratmamış gibi davranıyorsun.
Fâtır sûresi /3 “Ey insanlar, Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın; Allâh’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur, nasıl oluyor da gerçekten çevriliyorsunuz.”
Bilmen gereken şunu da unutmamalısın. Allâh’tan geldin. Bunu daha iyice kabullenememişken ,yine O’na döndüğünde ne yapacaksın?.
Teğâbun sûresi /2-3 “Sizi yaratan O’dur. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mü’min. Allâh yaptıklarınızı görmektedir. Gökleri ve yeri hak (hikmet) ile yarattı. Sizi şekillendirdi, şekillerinizi güzel yaptı. Dönüş O’nadır.”
O halde, geliş nedenini unutma. Kime borçlu olduğunu, kime göre yaşaman gerektiğini, kimi hedef edinmen gerektiğini iyice düşünmelisin.
Zâriyat sûresi /56 “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Kulluk yapmak için dünyaya geldin. Yani görevin hamd etmek. Bu yüzden evcilik oynamayı bırak. Tiyatronun son perdesi kapanmadan aslî yaratılışına dön. Sen Allâh’tan geldin. O’nun “ol” demesiyle yaratıldın. Tertemiz, paktın. İslâm fıtratında idin. Hamdederek bu fıtratının temizliğini koru. Yüce Allâh sadece seni değil, yerde ve göklerde ne varsa hepsini yarattı. Onlara şekil verdi ve kurallar koydu. Herhalde Allâh’ın yarattığını kabul edip, onları kuralsız, başıboş bıraktığını düşünemeyiz. İşte yerde ve göklerde olan her varlık kendisine verilen sorumluluğunu yerine getiriyor.
İsrâ sûresi /44 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, çok bağışlayandır.”
Bir inek “Ben süt veremem, ben yapıyorum, insanlar içiyor” diyemez. Tavuklar yumurtlama görevini bir kediye devredemez. Bir balık kendi kafasına göre karaya çıkıp yaşayamaz. Her varlık kendisine ne görev verilmişse, hangi amaçla yaratılmışsa onu yerine getirir.
Ya insan! Kendi yaratılış amacında yaşıyor mu? Kendisine verilen sorumluluğu yerine getiriyor mu? Oysa Allâh’ın yarattığına iman ettiğini söylüyor, ama iman etmemişçesine yaşıyor. Allâh’ın hükümlerine karşı çıkarcasına yaşıyor.
Nahl sûresi /104-107 “Allâh’ın âyetlerine inanmayanları, Allâh, doğru yola iletmez. Onlar için acı bir azâp vardır. Yalanı, ancak Allâh’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. Yalancılar işte onlardır. İnandıktan sonra Allâh’a nankörlük eder. Kalbi imanla yatışmış olduğu halde(inkâra) zorlanan değil, lâkin küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allâh’tan gazab iner ve onlar için büyük bir azâp vardır. Bu onların dünya hayatını, âhirete tercih etmelerinden ve Allâh’ın da inkâr eden kavmi doğru yola iletmeyeceğinden ötürü böyledir.”
Demek ki hamd etme gereği duymayanlar Yüce Allâh’ın yaratıcı olduğuna iman etmemişler.
Ankebut sûresi /61 “Andolsun, onlara: “gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi?” desen;”Allâh” derler. O halde nasıl Allâh’ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?”
Ankebut sûresi /63 “Onlara: “Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?” diye sorsan; “Allâh” derler. De ki; “Hamd, Allâh’a layıktır” fakat onların çoğu düşünmezler.”
Yüce Allâh, insanların sadece bedenlerini değil, ruhlarını da yarattı. İnsana düşüncelerini, duygularını verdi. Seçme, yapma, yaşama, öğrenme, çalışma, isteme, başarma, reddetme vs. bunları da verdi. O halde Allâh her yaptığımızın, her düşündüğümüzün, her hissettiğimizin de hâlık’ıdır. O, insanı beden ve ruhlarını barışık halde İslâm fıtratı üzerinde yarattı. Ruhun ve bedeninin İslâm fıtratını korumak için de, eline bir kitap verdi. O halde Kur’an, insanın fıtratının devamlılığını sağlamak için gönderilmiştir. Bu yüzden Kur’an ilkeleriyle ahlâklanan Rabb’inin yaratılış gayesini ve mühtevasını korumuş olur. Yani yaratıldığı gibi ahlâklanır. Yaratılış amacına göre ahlâklanır. Kur’an hukukunu kendi hukuku olarak kabul eden aslî yapısını korur. Yaratmak hulk kelimesinden türer. İnsanın yaratılışını yine hulk kelimesinden türeyen ahlâk ile inşa eden ,Allâh’ın dediği gibi olmuştur. Çünkü o Allâh’ın ilkeleriyle ahlâklanır. Yalnızca bu ahlâk ile fıtratını korur. Yani Kur’an hukukudur insana ahlâk veren. O halde insan Kur’an ilkelerine göre yaşıyorsa Kur’an ahlâklı insan olmuştur. Eğer insanlar Kur’andan uzak iseler ahlâklarıda bozulur. Yani artık o insan, islâmi hukuk dışında bir insandır. İslâma göre ahlâksız insandır, yani hukuksuz, yaratılışına ters insandır.
Zaten Allâh’ın Rabb’liğini kabul etmeyenler, Allâh’ın hukukunu (prensiplerini) reddedenlerdir. Böylece Yüce Allâh’ın terbiyesiyle terbiyelenmeyi istememiş olurlar. Oysa ki diğer varlıklar sorumluluk ve kendisine verilen hukuku kabul ederek Yüce Allâh’ın kendi yaratıcısı olduklarına iman etmişlerdir. İnsanların çoğu ise diğer varlıklar gibi düşünmeyip ağızlarıyla Allâh’ı kabul ediyor, fakat ahlâkları ile Yüce Allâh’ın yaratıcısı olduğunu kabul etmiyorlar. Yüce Allâh’ı sadece yaratıcı olarak düşünemeyiz. O sonsuz kudret sahibi Halık’tır. O Alim olan Halık’tır. Yani her sıfatıyla beraber Halık’tır.
O halde O sevginin de, ilminde, hükmünde, gücünde, görmenin de, merhametinde, güveninde Halık’ıdır. O’nun dışında bir yaratıcı yok ki, başkası da başka bir şey yaratmış olsun. Tüm bu anlattıklarımızı özetlersek şu önemli noktalar çıkar.
1-Allâh’ı yaratan olarak kabul edenler, yaşam tarzını seçme hakkını da Allâh’a vermelidirler. Bu iman etmenin gereğidir.
2-Yaratılış, İslâm fıtratı üzerinde olmuştur. O halde islâmi fıtratımızı korumak kendi sorumluluğumuzdur, yüce Allâh sorumluluğumuzu da yaratandır.
3-Kur’an ilkeleri, İslam fıtratının devamlılığını sağlıyorsa, bizlerde Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak zorundayız.
4-Tüm varlıklar Yüce Allâh’ı kabul ediyor. Ve O’nu tesbih ediyor. İnsanda bu kainat içinde yer aldığına göre ,o da kesintisiz iman ve tesbih etmeyi öğrenmelidir.
5-Allâh’ın yanında başka yaratıcılar olmadığına göre insanda, yalnızca Allâh’a karşı sorumludur.
Ancak bu saydıklarımızı yerine getirdiği zaman Rabb’inin yaratmasına karşı teşekkür etmesini öğrenmiş olur.
Yeryüzü bir imtihan alanı olduğu için insanın müsbet yönde de, menfi yolda da yürümesine neden olacak her şeyi Allâh yaratmıştır. Helâl ağaçlar olduğu gibi haram ağaçlar da var. O halde Allâh hem suyun, hem de şarabın yaratıcısıdır. Hem sadıkların, hem de yalancıların Rabbi’dir. Yüce Allâh olumlu ve olumsuz, var olan, yok olan, soyut, somut vs. her şeyin sahibidir. Kâr-zarar, hayat-ölüm, beden-ruh, sevgi- korku her şeyin yaratıcısıdır.
Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. Fakat yeryüzü imtihan alanı olduğu için seçici davranacağız. Domuzu yaratan Allâh’tır. Fakat domuzdan faydalanmalıyız diye bir kaide yok. Şunu iyi bellememiz gerekir ki hiçbir şey hikmetsiz yaratılmamıştır. İnsanın olumsuz alanı olmasaydı, imtihan olmasının da anlamı olmazdı.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Hâlık olduğuna iman ettik. Yarattığı düşüncelerimizle,yarattığı duygularımızla, yarattığı amellerimizle O’na hamd ediyoruz.
Bir küçük anı: Bir gün; biri 8 yaşında diğeri 9 yaşında iki çocuğumla durakta beklerken onlara bir soru sordum.
-Çocuklar neler, bize Allâh’ı hatırlatır, dedim.
Muhammed-Ezan okunduğunda
Zeynep-Namaz kıldığımızda
Muhammed-Başörtülü bir kadın gördüğümüzde
Zeynep-hapşırdığımızda
Muhammed-Yaşlı bir adam gördüğümüzde… dediler
Bu böyle uzadı. Artık çocuklardan Zeynep şöyle dedi. Ve son noktayı koydu.
-Anne! Tek tek hepsini saymaya ne gerek var. Her şeyi Allâh yarattığına göre neye baksak Allâh’ı hatırlarız değil mi?
Lâ Hâlıka illâ El-Hâlık.

EL-MÜTEKEBBİR
Allâh’u Teâlâ mütekebbir’dir. Kendisine ait sıfatları ve fiileri ile kudsiyet ve yücelik O’na mahsustur. Her hususta büyüklüğünü gösteren, ululuk ve azâmet O’nundur. O sevgide, rahmette, şefkatte, ilimde, hükümde, adalette, güvende, görmede, duymada, yaratmada her sıfatta yücedir, noksanlıklardan uzaktır. Adaletsiz sevgi, gereksiz merhamet, ilimsiz hüküm, hikmetsiz takdir, hesapsız mülk, yanılmış güven, durum ve olgulardan uzaktır. O Süphan’dır. Allâh Süphan olduğuna göre elbette ki büyüklük, O’nun en doğal sıfatıdır. Mü’min de, Yüce Allâh’ın mütekebbir olduğuna iman eder ve hayatını Yüce Rabb’inin büyüklüğünü unutmayarak yönlendirir.
Yüce Allâh, şeytanı bir imtihana tabi tutmuştu.
Bakara sûresi /34 “Meleklere: “Âdem’e secde edin” dendiği zaman da hepsi secde ettiler. Ancak iblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.”
Şeytana da, Âdem’e secde etmesini söyledi. Fakat şeytan kendi vasıflarının noksanlığını ve yaratılmışlığını umursamadan Allâh’ın hükmünü dinlemedi ve şöyle dedi;
A’râf sûresi /12 “(Allâh): “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?” dedi. O da: “Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.”
Şeytan büyüklenerek kendince, mazereti ile haklılığını savunarak Yüce Allah’ın hükmünü dinlemedi. Oysa şeytanın kendi vasıfları ve fiilleri sınırlıydı. Ve Yüce Allâh’ın bir yarattığıydı. O’nun verdiği izne göre yaşar ve çabalardı. İşte kendi sınırlı vasıflarına rağmen kibirlendi. Olmayan vasıfları varmış gibi kendini gördü ve nankörlerden oldu. Oysa büyüklenmek onun hakkı değildi. Şeytan yücelik olan sıfatlardan yoksundu.
Bugün bizler arasında da, şeytan gibi aynı tabloyu sergileyenler var. Yüce Allâh bizleri de imtihana tabî tutuyor. Bu hükümlere (Kur’an’dadır) yaklaşılırken nasıl yaklaşılıyor. Rabb’ine “baş üstüne, emrin başım-gözüm üstüne” mi deniliyor. Yoksa şeytan gibi yorumlar yaparak mazeretler mi sunuluyor.
Ne uydurulursa uydurulsun, Allâh’a boyun eğilmiyorsa, kafa tutuyor demektir. Noksan iken, nasıl büyük olmayı kendinde görebilir ki. Var böyle insanlar. Asîler, kâfirler, münafıklar, müşriklerin hepsi kibir şerbetinden içmişlerdir. Oysa onlarda şeytan gibi noksan ve yaratılmış. Onlarda her insan gibi yer, içer, tuvalete gider. Biraz baharatlı yese karnı ağrır, soğuk su içse bademciği şişer, duvarın arkasını göremez, kitap okumadan ilim elde edemez, hastalanır, yaşlanır, üşür, yalnızlığa dayanamaz, muhtaçtır, fanidir…
O halde nasıl oluyor da büyükleniyorlar. Elbette ki derin bir gafletten dolayı. Kendi sınırlılığını kabullense, sınırsız ve ebedi Hâkim’e döner. Yaratılan olduğuna emin olsa yaratanına döner. Muhtaç olduğunu idrâk edebilse O’na sığınır.
Şimdi soruyorum! Yüce Allâh yücelik sıfatlardan uzak mı ki, kendisine asi olunabiliyor. Hükmünü beğenmiyor. Hayır, binlerce kez hâşâ. Yüce Allâh’ın en güzel isim ve sıfatları kendinde olduğu için O Mütekebbir’dir. O halde büyüklük O’nun en doğal sıfatıdır. Bunu böyle anlamalı kullar. O kendini büyük tutmuyor. O zaten büyük ve yücedir.
Ve Yüce Allâh’ın kibriyalığına iman ederek kulluğunu göstermeli insanlar. Bu yüzden yaşantımız hep azim Allâh’ı yüceltme esasına göre olmalıdır. Allâh’ı yüceltmek ile O’na imanımızın, kulluğumuzun ispatını yapmış oluruz. O halde her ibadetin altında yatan düşünce şu olmalıdır.
“Lâ mütekebburun illâ El-Mütekebbir
(Allâh’ım sen büyüksün, senden başka büyük yok)
Hakka sûresi /52 “Öyleyse yüce Rabb’inin ismini tesbih et.”
Bu âyette de önemli bir gerçek vardır. Âyete dikkat edilirse, “Yüce Rabb’ini tesbih et” demiyor, “Yüce Rabb’inin ismini tesbih et” Çünkü insanoğlu Yüce Allâh’ın zâtını zaten kavrayamaz. Aynı zamanda bir yaratılmış olarak O’nun yüceliğini anlayamadığı gibi ancak O’nu, isimleriyle tanır. Ayrıca O’nun kulu olarak isimlerini yüceltme, zatına bir şey eklemez. Ancak O’nu yücelttiğinin bir ispatı olur.
İnsanlar, değişik yaklaşımlarla Allâh’a iman ederler. Örneğin; ihtiyaçlarının giderilmesi gibi. Elbette Allâh Samed’tir., Gani’dir, Vehhab’tır, Rezzak’tır. Kullarda aciz ve muhtaçlar. Fakat insanlar ihtiyaçtan öte bir düşünce ile Allâh’ı zikretmelidir.
Örneğin; bir arkadaşınız var, probleminiz olduğunda yanınızda, işlerinizde yardımcı oluyor. Paranız olmadığında veriyor, hastalandığınızda sizinle ilgileniyor…
Siz arkadaşınıza dönüp şöyle der misiniz? “Senin bana çok faydan oluyor, bana yardım ettiğin için seni çok seviyorum, faydandan dolayı seni çok seviyorum.” Bu ben merkezli, menfaatine bir yaklaşım. Arkadaşınız yardım etmeseydi, size para vermeseydi, işlerinize yardımcı olmasaydı sevmeyecek miydiniz? Oysa şöyle demeliydin “arkadaşım ben seni sen olduğun için kabul ediyor ve seviyorum”
Şimdi soruyorum. Yüce Allâh’ı ihtiyacımızdan dolayı mı seviyoruz? Bizlere nimetlerini artırmazsa, sıkıntılarımızı gidermezse, beklentilerimizi gerçekleştirmezse… Sevmeyecek miyiz? O halde sen fakir oldun mu, hasta oldun mu, yaşlandın mı, sorumlulukların artımı, zorlandın mı asî mi olacaksın? Oysa sen şöyle düşünmeliydin. “Allâh’ım ben seni sen olduğun için seviyorum. Kendi zatının yüceliğini tasdik eden kulunum. Ve tüm güzel isimlerinle seni tesbih ederim. Sen Süphan olan, bütün güzel isimleri üzerinde toplayan Rabb’imsin. Ben inanıyorum, her sıfatını kabullenerek, gösterdiğin öğretmene tabî olarak, istediğin her hükmü yaparak, en doğru olanı yapmış olurum. Ben senin bazı sıfatlarını yakinen iman edip, bazı sıfatlarını uzak olarak iman etmiyorum. Her sıfatına yakinen iman ediyorum ve anlıyorum ki senden başka mütekebbir olamaz. Allahu Ekber!”
Kâinatta her varlık Allâh’ı tesbih eder. Melekler, cinler, bitkiler, hayvanlar, dağlar, taşlar…
İsrâ sûresi /44 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O Halim’dir, çok bağışlayandır.”
İnsanlarda bu kâinatın bir parçası olarak Yüce Allâh’ı tesbih etmelidir. Dikkati çekmek istediğim nokta tesbih kelimesi. Tesbih etmek demek; yüce Allâh’ın her türlü kusurlardan beri olduğunu anmak demektir. Tesbih “süphan” kelimesinden türemiştir. “Süphanallah” hayatımızda çokça kullandığımız bir zikirdir. O halde, suphanallah Allâh’ın yüceliğini anmak ise, bu irade ile hayatımıza yön vermeliyiz.
En’âm sûresi /162 “De ki; Benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölümüm hep âlemlerin Rabb’i olan Allâh içindir.”
İşte Müslümanlar, her alanda Allâh’ın rızasını hedeflediği için her düşünce, her duygu ve davranışlarla aziz ve kerem Allâh’ı yüceltmiş olurlar. Allâh’ın sözünü her zaman baş tacı ederler. Her ameliyle Allâh’ı tesbih ederler. Kafasındaki fikiri, dilindeki zikiri, kalbindeki şükürü hep Allâh’a olan kulluğudur. Böylece dar ve zor günlerinde Allâh’ın büyüklüğünü unutmazlar. Ve gaflete düşmezler. Hastalandığında, fakirliğinde, ölüm döşeğinde bile Allâh’ı yüceltmeyi bırakmazlar. Zaten insanın dünyaya gelmesinin gayesi bu değil mi? Yasak meyve ağaçlarına rağmen hâlâ Allâh’ı tesbih etmek.
Hz. Âdem (as) nasıl o ağaç ile imtihan edildi ise bize de yasaklanan alanlarımız var. Şimdi aramızdan bazıları diyebilir. Biz günde bin defa “Süphanallah” diyoruz. Tesbih çekiyoruz. Acaba sadece dilimizin tesbih etmesi yeterli mi? Bizlere yasaklanan ağaçlara (yani faiz, içki, yalan, şirk, riya vs) uzak duruyor muyuz? Yoksa hem “Süphanallah” diyoruz, hem de yasaklanan alanlara yaklaşarak Allâh’ın hükümlerini çiğniyor muyuz? Yani hem Allâh Süphan’dır diyeceksin, hem de Allâh’ın hükümlerini küçümseyerek, kendini bir şey zannedeceksin. Boyun eğeceğini dilinle söylerken, lisan-ı hâl ile de inkâr edeceksin. Böyle çelişkilerle dolu mümin olunmaz
Hem Allâh’a inandığını söyler, hem de kamusal alanda Allâh’a ait bir hüküm olmasın der. Hem namaz kılar, hem zina eder. Hem hacıdır, hem de faiz yer. Karısını örtülü ister, kendisi ise örtüsüzlere sempatik yaklaşır. Bir yandan günahlarına tevbe eder, diğer yandan asî olmaya devam eder. Gerçekte bu kişi kalbinde yeterince karar verememiştir. Gerçekten Mütekebbir kimdir? Eğer Allâh’ı kabul ediyorsan, niye O’na boyun eğmiyorsun?. Yok, Mütekebbir olarak Allâh’ı kabul etmiyorsan, neden hâlâ Müslüman olduğunu söylüyorsun. İşte kitabımızın en başındaki meselemize geldik.
Bu kardeş! Hâlâ neye inandığını da bilmiyor. Yıllarca kimi tesbih etti? Kimdi yücelttiği, kimdi uğruna yaşadığı, niçin tükeniyor, kime boyun eğiyor? Hayatında en önemli olan şey neydi? Binlerce soru… İnsanın çıkmazlığı, şeytanın çıkmazlığı ile aynı noktaya geldi. Kebir olmak kimin hakkı.
Haşr sûresi /24 “O yaratan, var eden, şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nun dur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nun şanının yüceliğini tesbih ederler. O Aziz ve Hakim’dir.”
Eğer Allâh, Ekber’dir diyorsan, o halde büyük sözü dinle. Şeytan gibi, büyük sözü dinlemediğinin yanı sıra, savunma sapmalarına girme. Her ne kadar çevreden ve içinden gelen değişik telkinlerde olsa, akıl ve vahy ile doğruyu bul. Örneğin; kimin merhameti Allâh’ın merhameti kadar olabilir. Ya da sana ne kadar hükmetseler de, onların üzerinde de hükmeden Allâh değil midir? Sana bir hediye verseler Allâh’ın hediyelerine ulaşabilir mi? Sana ilim öğretseler de, o ilimleri tahsis eden ve sınırsız ilim sahibi olan Allâh’tır. Seni doğuran bir insanda olsa, o çocuğu ve annesini var eden Allâh’tır. Birisi seni sorgulasa, sorgulayanları da sorgulayacak olan Allâh’tır. … Görüyorsun ya, Yüce Allâh tüm varlıkların üstünde her ismi ile Kebir’dir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında, El-Mütekebbir olduğuna iman ettik.
Her halimizle “Allâh’u Ekber” diyenlerdeniz inşallah.
Lâ Mütekebbire illâ El-Mütekebbir.
Yüce Allâh, şeytanı bir imtihana tabi tutmuştu.
Bakara sûresi /34 “Meleklere: “Âdem’e secde edin” dendiği zaman da hepsi secde ettiler. Ancak iblis secde etmedi. O bundan kaçındı, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.”
Şeytana da, Âdem’e secde etmesini söyledi. Fakat şeytan kendi vasıflarının noksanlığını ve yaratılmışlığını umursamadan Allâh’ın hükmünü dinlemedi ve şöyle dedi;
A’râf sûresi /12 “(Allâh): “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?” dedi. O da: “Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.”
Şeytan büyüklenerek kendince, mazereti ile haklılığını savunarak Yüce Allah’ın hükmünü dinlemedi. Oysa şeytanın kendi vasıfları ve fiilleri sınırlıydı. Ve Yüce Allâh’ın bir yarattığıydı. O’nun verdiği izne göre yaşar ve çabalardı. İşte kendi sınırlı vasıflarına rağmen kibirlendi. Olmayan vasıfları varmış gibi kendini gördü ve nankörlerden oldu. Oysa büyüklenmek onun hakkı değildi. Şeytan yücelik olan sıfatlardan yoksundu.
Bugün bizler arasında da, şeytan gibi aynı tabloyu sergileyenler var. Yüce Allâh bizleri de imtihana tabî tutuyor. Bu hükümlere (Kur’an’dadır) yaklaşılırken nasıl yaklaşılıyor. Rabb’ine “baş üstüne, emrin başım-gözüm üstüne” mi deniliyor. Yoksa şeytan gibi yorumlar yaparak mazeretler mi sunuluyor.
Ne uydurulursa uydurulsun, Allâh’a boyun eğilmiyorsa, kafa tutuyor demektir. Noksan iken, nasıl büyük olmayı kendinde görebilir ki. Var böyle insanlar. Asîler, kâfirler, münafıklar, müşriklerin hepsi kibir şerbetinden içmişlerdir. Oysa onlarda şeytan gibi noksan ve yaratılmış. Onlarda her insan gibi yer, içer, tuvalete gider. Biraz baharatlı yese karnı ağrır, soğuk su içse bademciği şişer, duvarın arkasını göremez, kitap okumadan ilim elde edemez, hastalanır, yaşlanır, üşür, yalnızlığa dayanamaz, muhtaçtır, fanidir…
O halde nasıl oluyor da büyükleniyorlar. Elbette ki derin bir gafletten dolayı. Kendi sınırlılığını kabullense, sınırsız ve ebedi Hâkim’e döner. Yaratılan olduğuna emin olsa yaratanına döner. Muhtaç olduğunu idrâk edebilse O’na sığınır.
Şimdi soruyorum! Yüce Allâh yücelik sıfatlardan uzak mı ki, kendisine asi olunabiliyor. Hükmünü beğenmiyor. Hayır, binlerce kez hâşâ. Yüce Allâh’ın en güzel isim ve sıfatları kendinde olduğu için O Mütekebbir’dir. O halde büyüklük O’nun en doğal sıfatıdır. Bunu böyle anlamalı kullar. O kendini büyük tutmuyor. O zaten büyük ve yücedir.
Ve Yüce Allâh’ın kibriyalığına iman ederek kulluğunu göstermeli insanlar. Bu yüzden yaşantımız hep azim Allâh’ı yüceltme esasına göre olmalıdır. Allâh’ı yüceltmek ile O’na imanımızın, kulluğumuzun ispatını yapmış oluruz. O halde her ibadetin altında yatan düşünce şu olmalıdır.
“Lâ mütekebburun illâ El-Mütekebbir
(Allâh’ım sen büyüksün, senden başka büyük yok)
Hakka sûresi /52 “Öyleyse yüce Rabb’inin ismini tesbih et.”
Bu âyette de önemli bir gerçek vardır. Âyete dikkat edilirse, “Yüce Rabb’ini tesbih et” demiyor, “Yüce Rabb’inin ismini tesbih et” Çünkü insanoğlu Yüce Allâh’ın zâtını zaten kavrayamaz. Aynı zamanda bir yaratılmış olarak O’nun yüceliğini anlayamadığı gibi ancak O’nu, isimleriyle tanır. Ayrıca O’nun kulu olarak isimlerini yüceltme, zatına bir şey eklemez. Ancak O’nu yücelttiğinin bir ispatı olur.
İnsanlar, değişik yaklaşımlarla Allâh’a iman ederler. Örneğin; ihtiyaçlarının giderilmesi gibi. Elbette Allâh Samed’tir., Gani’dir, Vehhab’tır, Rezzak’tır. Kullarda aciz ve muhtaçlar. Fakat insanlar ihtiyaçtan öte bir düşünce ile Allâh’ı zikretmelidir.
Örneğin; bir arkadaşınız var, probleminiz olduğunda yanınızda, işlerinizde yardımcı oluyor. Paranız olmadığında veriyor, hastalandığınızda sizinle ilgileniyor…
Siz arkadaşınıza dönüp şöyle der misiniz? “Senin bana çok faydan oluyor, bana yardım ettiğin için seni çok seviyorum, faydandan dolayı seni çok seviyorum.” Bu ben merkezli, menfaatine bir yaklaşım. Arkadaşınız yardım etmeseydi, size para vermeseydi, işlerinize yardımcı olmasaydı sevmeyecek miydiniz? Oysa şöyle demeliydin “arkadaşım ben seni sen olduğun için kabul ediyor ve seviyorum”
Şimdi soruyorum. Yüce Allâh’ı ihtiyacımızdan dolayı mı seviyoruz? Bizlere nimetlerini artırmazsa, sıkıntılarımızı gidermezse, beklentilerimizi gerçekleştirmezse… Sevmeyecek miyiz? O halde sen fakir oldun mu, hasta oldun mu, yaşlandın mı, sorumlulukların artımı, zorlandın mı asî mi olacaksın? Oysa sen şöyle düşünmeliydin. “Allâh’ım ben seni sen olduğun için seviyorum. Kendi zatının yüceliğini tasdik eden kulunum. Ve tüm güzel isimlerinle seni tesbih ederim. Sen Süphan olan, bütün güzel isimleri üzerinde toplayan Rabb’imsin. Ben inanıyorum, her sıfatını kabullenerek, gösterdiğin öğretmene tabî olarak, istediğin her hükmü yaparak, en doğru olanı yapmış olurum. Ben senin bazı sıfatlarını yakinen iman edip, bazı sıfatlarını uzak olarak iman etmiyorum. Her sıfatına yakinen iman ediyorum ve anlıyorum ki senden başka mütekebbir olamaz. Allahu Ekber!”
Kâinatta her varlık Allâh’ı tesbih eder. Melekler, cinler, bitkiler, hayvanlar, dağlar, taşlar…
İsrâ sûresi /44 “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O Halim’dir, çok bağışlayandır.”
İnsanlarda bu kâinatın bir parçası olarak Yüce Allâh’ı tesbih etmelidir. Dikkati çekmek istediğim nokta tesbih kelimesi. Tesbih etmek demek; yüce Allâh’ın her türlü kusurlardan beri olduğunu anmak demektir. Tesbih “süphan” kelimesinden türemiştir. “Süphanallah” hayatımızda çokça kullandığımız bir zikirdir. O halde, suphanallah Allâh’ın yüceliğini anmak ise, bu irade ile hayatımıza yön vermeliyiz.
En’âm sûresi /162 “De ki; Benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölümüm hep âlemlerin Rabb’i olan Allâh içindir.”
İşte Müslümanlar, her alanda Allâh’ın rızasını hedeflediği için her düşünce, her duygu ve davranışlarla aziz ve kerem Allâh’ı yüceltmiş olurlar. Allâh’ın sözünü her zaman baş tacı ederler. Her ameliyle Allâh’ı tesbih ederler. Kafasındaki fikiri, dilindeki zikiri, kalbindeki şükürü hep Allâh’a olan kulluğudur. Böylece dar ve zor günlerinde Allâh’ın büyüklüğünü unutmazlar. Ve gaflete düşmezler. Hastalandığında, fakirliğinde, ölüm döşeğinde bile Allâh’ı yüceltmeyi bırakmazlar. Zaten insanın dünyaya gelmesinin gayesi bu değil mi? Yasak meyve ağaçlarına rağmen hâlâ Allâh’ı tesbih etmek.
Hz. Âdem (as) nasıl o ağaç ile imtihan edildi ise bize de yasaklanan alanlarımız var. Şimdi aramızdan bazıları diyebilir. Biz günde bin defa “Süphanallah” diyoruz. Tesbih çekiyoruz. Acaba sadece dilimizin tesbih etmesi yeterli mi? Bizlere yasaklanan ağaçlara (yani faiz, içki, yalan, şirk, riya vs) uzak duruyor muyuz? Yoksa hem “Süphanallah” diyoruz, hem de yasaklanan alanlara yaklaşarak Allâh’ın hükümlerini çiğniyor muyuz? Yani hem Allâh Süphan’dır diyeceksin, hem de Allâh’ın hükümlerini küçümseyerek, kendini bir şey zannedeceksin. Boyun eğeceğini dilinle söylerken, lisan-ı hâl ile de inkâr edeceksin. Böyle çelişkilerle dolu mümin olunmaz
Hem Allâh’a inandığını söyler, hem de kamusal alanda Allâh’a ait bir hüküm olmasın der. Hem namaz kılar, hem zina eder. Hem hacıdır, hem de faiz yer. Karısını örtülü ister, kendisi ise örtüsüzlere sempatik yaklaşır. Bir yandan günahlarına tevbe eder, diğer yandan asî olmaya devam eder. Gerçekte bu kişi kalbinde yeterince karar verememiştir. Gerçekten Mütekebbir kimdir? Eğer Allâh’ı kabul ediyorsan, niye O’na boyun eğmiyorsun?. Yok, Mütekebbir olarak Allâh’ı kabul etmiyorsan, neden hâlâ Müslüman olduğunu söylüyorsun. İşte kitabımızın en başındaki meselemize geldik.
Bu kardeş! Hâlâ neye inandığını da bilmiyor. Yıllarca kimi tesbih etti? Kimdi yücelttiği, kimdi uğruna yaşadığı, niçin tükeniyor, kime boyun eğiyor? Hayatında en önemli olan şey neydi? Binlerce soru… İnsanın çıkmazlığı, şeytanın çıkmazlığı ile aynı noktaya geldi. Kebir olmak kimin hakkı.
Haşr sûresi /24 “O yaratan, var eden, şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nun dur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nun şanının yüceliğini tesbih ederler. O Aziz ve Hakim’dir.”
Eğer Allâh, Ekber’dir diyorsan, o halde büyük sözü dinle. Şeytan gibi, büyük sözü dinlemediğinin yanı sıra, savunma sapmalarına girme. Her ne kadar çevreden ve içinden gelen değişik telkinlerde olsa, akıl ve vahy ile doğruyu bul. Örneğin; kimin merhameti Allâh’ın merhameti kadar olabilir. Ya da sana ne kadar hükmetseler de, onların üzerinde de hükmeden Allâh değil midir? Sana bir hediye verseler Allâh’ın hediyelerine ulaşabilir mi? Sana ilim öğretseler de, o ilimleri tahsis eden ve sınırsız ilim sahibi olan Allâh’tır. Seni doğuran bir insanda olsa, o çocuğu ve annesini var eden Allâh’tır. Birisi seni sorgulasa, sorgulayanları da sorgulayacak olan Allâh’tır. … Görüyorsun ya, Yüce Allâh tüm varlıkların üstünde her ismi ile Kebir’dir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında, El-Mütekebbir olduğuna iman ettik.
Her halimizle “Allâh’u Ekber” diyenlerdeniz inşallah.
Lâ Mütekebbire illâ El-Mütekebbir.

EL-CEBBAR
EL-CEBBAR
Cebbar iki anlamda da düşünülür.
1-İhtiyaçları gideren, eksiği ıslah eden, tamamlayan, işleri düzelten, gereğini yapmakta çok iktidarı olan demektir.
2-dilediğini zorla yaptıran demektir.
Allâh’u Teâlâ (cc), iktidarı elinde olandır. Allâh Rahîm, Latif, Rezzak, Kerîm olduğu gibi, bunun yanı sıra iktidarı elinde tutan Hâkim, Melik, Kahhar, Hasîb, Cabbar’dır. Yani insanlar Allâh’u Teâlâ’nın her türlü nimetlerini kullanacak, hayatlarını devam edecek, ihtiyaçlarını giderecek, istekleri yerine gelecek fakat Allâh’u Teâlâ’nın isteklerine duyarsız kalacaklar, sorumluluklarını ciddiye almayacaklar, öyle mi? Hâlbuki Yüce Allâh Cebbar’dır. Bu sıfatını unutuyorlar mı?
Rabb’in seni bir zorlasa!? Günlük hayatta bunun gibi insanlara şahit oluruz. Örneğin; namaz kılmayan bir adamın, yola çıkarken yedi kez Ayet’el-Kürsi’yi okur; Yüce Allâh’ın isterse kendisini zorlayacağından haberi olduğu belli. Veya nefsinin istekleri doğrultusunda yaşayan bir kadının islâmı yaşamamasına rağmen, bebeğini dünyaya getirmek için hastaneye giderken kırk yasîn okutulmuş suyu da yanında götürüyor. (Elbette mesele bunun doğru olup olmadığı değil) Vurgulamak istediğim zor zamanlarda Allâh’u Teâlâ’ya sığınırlar. Veya serkeş bir genç, üniversite sınavlarına giderken dudaklarından hep dualar dökülür. Veya çocuğunun ateşi yükselir ve bir türlü ateşini düşüremez. O anda yüce Allâh’ı çağırırlar.
Bu dar ve zor zamanlarda Allâh’ın bizi zorladığını biliriz.
Yûnus sûresi /22 “Sizi karada ve denizde yürüten O’dur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular) bununla, sevindikleri sırada; birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini, yalnız Allâh’a halis kılarak, O’na şöyle yalvarmaya başlarlar. “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız.”
Yolda âyet okuyan adam yolculuğunu güzel geçirebilir. Hamile kadın çocuğunu sağlıklı olarak dünyaya getirebilir. Genç, üniversite sınavını kazanabilir. Çocuğun ateşi düşebilir.
Yolculuğunuz güzel geçti, çocuğunuz sağlıklı doğdu, üniversite sınavını kazandı, çocuğu eski sağlığına kavuştu. Bundan sonra hayatınızın çizgisi değişecek mi? Artık şükredenlerden olacak mısınız, yoksa yine eski duyarsız ve asî hayatınıza mı döneceksiniz?
Yûnus sûresi /23 “Ama (Allâh) onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Sadece fani dünyanın zevki (nden başka bir şey elde edemezsiniz) sonra bize dönersiniz, biz de size bütün yaptıklarınızı haber veririz.”
O halde hangi yüzle Rabb’imize sığınıp yardımını istiyoruz. Sığınıyorsak neden sadece o zor anlarda. Bunun gibi çok çelişkili davranışlara şahit oluyoruz. Ve anlıyoruz ki insanlar Yüce Allâh’ı tek taraflı sıfatlarla tanıyor veya tanımak istiyorlar. Rabb’imiz istese, o zor anlardan sizi asla çıkarmayabilir, O bunu yapmaya kadir’dir. İstese yeryüzünün sıcaklığını artırabilir, istese migrenin sürekli devam eder, istese çift başlı çocuğun olabilir, istese sen uykudayken seni katılaştırır, istese halüsinasyonlar görebilirsin. Ne dilerse onu yapar.
O halde aciz, muhtaç, zelil kardeşim, kime dayanarak nasıl bu kadar duyarsız, sorumsuz yaşayabilirsin. Sen kimin korumasındasın, kime güveniyorsun ki Allâh’a asî oluyorsun. Sorumluluklarını ciddiye almıyorsun. Yüce Allâh seni bir zorlasa, kimler veya neler seni kurtarabilir? O’nun hükmünden. Oysa sen Yüce Allâh’a muhalefet yerine, O’nun taraftarlığına geçsen niye seni zorlasın ki. Cabbar olan Rabb’in seni zorlamaz. O mü’minlerine karşı her zaman şefkatlidir. (Rauftur) Mü’minlerin başına gelen dünyaya ait zorluklar, yine kuluna olan kerem ve şefkatindendir. O anda olan kulu, şükür ve teslimiyeti ile Rabb’inin sevgisini daha da kazanır, mertebesi yükselir. Rabb’inin ebedi nimetlerine hak kazanır. O halde dünyadaki zorlanma kâfirlere gâzap iken, mü’minlere şefkat basamağının bedeli olur. Âhirette ise zorlama, kâfirlere son derece şiddetli iken, mü’minlere zorlama yoktur, korku yoktur. Mü’minlerin tadacakları zorluklar sadece dünya hayatıdır ve ölüme kadardır.
Ey insanlar! O Allâh’tan sakının. Çünkü O Cabbar’dır. Asla zorlanmayan, zorlayandır. O Aziz’dir. O’nun için yenilgi de söz konusu değildir. Unuttun mu Hz. Nuh (as) kavmini, Hz. Lut (as) kavmini, depremleri, sel baskınlarını, savaşları, hastalıkları, kazaları, ihtiyarlığı….. İnsanların başına gelenleri.. Asîlerin başına gelenler, kıssalar halinde anlatılır Kur’an-ı Kerîm’de. Hûd sûresinde geçer. Hz. Muhammed (saa) o sureler için şöyle buyurur. “Hûd, Vakıa, Mürselat, Nebe, Tekvir süreleri beni kocattı.” (Tirmizi, Tefsir,57)
Sende bir oku Hûd sûresini… Bakalım seni de etkiler mi?
Kendi iyiliğin için lütfen iyi dinle..
Bir zamanlar israiloğulları da isyana düşmüşlerdi. Ve Rabb’im, Tur dağını onların başına yükseltti. Onları iman etmeleri için zorluyordu.
Bakara sûresi /93 “Bir zaman üzerinize Tur (dağın)ı kaldırıp, sizden kesin söz almıştık. “Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!” (demiştik). “Dinledik ve isyân ettik” dediler. İnkârlarıyla kalplerine buzağı sevgisi içirildi. De ki; “Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor.”
Bugün isyan edenlerin buzağısı ne? Sizin Allâh’a dönmenize ne engel oluyorsa odur sizin buzağınız. İsyandan vazgeçip iman etmek için dağların tepemize yükselmesini, yerin yarılmasını, kazaların olmasını, hastalıkların kuşatmasını, ihtiyarlığın gelmesini mi bekliyelim.?. İşte o an geldiği zaman yani artık perçemin tutulduğu ve kararın gerçekleşeceği zaman, yani ölüm seni sardığı zaman iman etmen önemli değildir.
Nisâ sûresi /18 “Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince “işte ben şimdi tövbe ettim” diyen kimselerin tövbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerinde tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara âhirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.”
Sen zorlandığın zaman değil, zorlanmadığın zaman isteyerek iman etmeliydin. O gün pişman olmak neye yarar. Size söylüyorum ve kendiime; pişmanlığın işe yaramadığı o günler, o anlar gelmeden kendimize gelelim. Yüce Rabb’imizin bizi zorlamasına gerek olmadan, hakkı görelim, şükredelim ve o Kahhar olan Cabbar’a sığınalım. Sen Cabbar olan Allâh’ın Kerîm, Rezzak, Latif, Rauf, Râhman, Rahîm, Vehhab, Gani, Vedut olduğunu da unutma.
Yüce Allâh’ın Cabbar nazarını üzerine çekeceğine, Rahîm olan nazarını, Lâtif olan nazarını, Kerîm, Vedut, Alim, Rauf olan nazarını üzerine çekmek için uğraş. Meselâ: Rabb’ini seviyorsan, şöyle düşün “Acaba ben ne yaparsam Rabbim bana merhametini artırır. Acaba ben ne yaparsam Rabb’im beni daha çok sever. Acaba ben ne yaparsam Rabb’im beni beğenir…”
Sevilmek, takdir edilmek, övülmek, gözde ve gönülde olmak… Her insanın hoşuna gider. O halde bu, bize neden Rabb’im tarafından olmasın ki?!
Bazı insanların inkârda direttiklerini görüyoruz. Kime karşı direndiklerini bilmiyorlar. Yazık. Aslında onlar kendi kendilerine yazık ediyorlar.
Bazı insanların da, nefsanî isteklerinin arkasından gittiklerini görüyoruz. Yazık; olan kendi amellerine oluyor. Bazı insanların da taassuplarında ısrarlarını görüyoruz. Yazık! Yoksa onların Allâh’u Teâlâ’nın beyanlarından haberleri yok mu? Bazı insanların da iman ettikleri halde boş ve çabasız görüyoruz. Yazık! Daha yola girmeden kaybettiklerini görmüyorlar mı? Bu tablolar insanların, yüce Allâh’ın iktidarı elinde tuttuğuna ve her an istediği kararı vereceğine iman etmekten yoksun olduklarını gösterir. İnsan, Allâh’ı gözetleyen Cabbar olduğuna iman etse, asla kendisini boşa tüketmezdi.
Yüce Allah’ın her sıfatıyla beraber Cabbar olduğunu düşünün.
O sana bir hayır dilese, kim engel olabilir? Ya da sana bir musibet dilese kim engel olabilir? Hiç kimse… Yüce Allâh sana dilerse bol bol, ayaklarının altından, başının üstünden rızıklar gönderir. Kim engel olabilir? Yüce Allâh sana ölümü takdir etse, kim önüne geçebilir? Ya da yüce Allâh hayatı dilese kim sonlandırabilir? Yüce Allâh sana şifa vermezse, kim seni iyileştirebilir? Hiç kimse…
O halde Yüce Allâh Rahîm olan Cabbar’dır., O, Kadir olan Cabbar’dır, O Melik olan Cabbar, O Hakim olan Cabbar, O Rezzak olan Cabbar, O Vedud olan Cabbardır…
O yarattıklarını zorlar. Ama hiç kimse O’nu zorlayamaz. O’na rakip yoktur, O’nu tehdit edecek yoktur, O’nu etkileyen yoktur, O’nun kararlarını değiştirecek yoktur. O öyle bir Cabbar’dır ki, ilimde zorlanmaz, hüküm vermede zorlanmaz, hesaba çekmede, rızık vermede, görmede, duymada, merhamet etmede hiçbir açıdan zorlanmaz. Üstelik O, bunları gerçekleşmesinde sadece “ol” der. O da oluverir. Yani sadece bir emirle her şey gerçekleşir. O kadar ki her şey Rabb’im için kolaydır. Zorlanmak bir arızdır. Yani kusur, zaaftır. O da ancak noksan olanlar için geçerlidir. Yani noksan sıfatları olanlar zorlanırlar, başkalarını da zorlamaya güçleri yoktur. Oysa yüce Allâh Süphan ve Kuddüs’tür. Tüm eksikliklerden uzaktır. O halde Yüce Allâh zorlanmaz, ama zorlayabilir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Cebbâr olduğuna iman ettik.
Bizleri zorlamaması için de dua edeceğiz.
Lâ Cabbare illâ El-Cebbâr.
Cebbar iki anlamda da düşünülür.
1-İhtiyaçları gideren, eksiği ıslah eden, tamamlayan, işleri düzelten, gereğini yapmakta çok iktidarı olan demektir.
2-dilediğini zorla yaptıran demektir.
Allâh’u Teâlâ (cc), iktidarı elinde olandır. Allâh Rahîm, Latif, Rezzak, Kerîm olduğu gibi, bunun yanı sıra iktidarı elinde tutan Hâkim, Melik, Kahhar, Hasîb, Cabbar’dır. Yani insanlar Allâh’u Teâlâ’nın her türlü nimetlerini kullanacak, hayatlarını devam edecek, ihtiyaçlarını giderecek, istekleri yerine gelecek fakat Allâh’u Teâlâ’nın isteklerine duyarsız kalacaklar, sorumluluklarını ciddiye almayacaklar, öyle mi? Hâlbuki Yüce Allâh Cebbar’dır. Bu sıfatını unutuyorlar mı?
Rabb’in seni bir zorlasa!? Günlük hayatta bunun gibi insanlara şahit oluruz. Örneğin; namaz kılmayan bir adamın, yola çıkarken yedi kez Ayet’el-Kürsi’yi okur; Yüce Allâh’ın isterse kendisini zorlayacağından haberi olduğu belli. Veya nefsinin istekleri doğrultusunda yaşayan bir kadının islâmı yaşamamasına rağmen, bebeğini dünyaya getirmek için hastaneye giderken kırk yasîn okutulmuş suyu da yanında götürüyor. (Elbette mesele bunun doğru olup olmadığı değil) Vurgulamak istediğim zor zamanlarda Allâh’u Teâlâ’ya sığınırlar. Veya serkeş bir genç, üniversite sınavlarına giderken dudaklarından hep dualar dökülür. Veya çocuğunun ateşi yükselir ve bir türlü ateşini düşüremez. O anda yüce Allâh’ı çağırırlar.
Bu dar ve zor zamanlarda Allâh’ın bizi zorladığını biliriz.
Yûnus sûresi /22 “Sizi karada ve denizde yürüten O’dur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular) bununla, sevindikleri sırada; birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini, yalnız Allâh’a halis kılarak, O’na şöyle yalvarmaya başlarlar. “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız.”
Yolda âyet okuyan adam yolculuğunu güzel geçirebilir. Hamile kadın çocuğunu sağlıklı olarak dünyaya getirebilir. Genç, üniversite sınavını kazanabilir. Çocuğun ateşi düşebilir.
Yolculuğunuz güzel geçti, çocuğunuz sağlıklı doğdu, üniversite sınavını kazandı, çocuğu eski sağlığına kavuştu. Bundan sonra hayatınızın çizgisi değişecek mi? Artık şükredenlerden olacak mısınız, yoksa yine eski duyarsız ve asî hayatınıza mı döneceksiniz?
Yûnus sûresi /23 “Ama (Allâh) onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Sadece fani dünyanın zevki (nden başka bir şey elde edemezsiniz) sonra bize dönersiniz, biz de size bütün yaptıklarınızı haber veririz.”
O halde hangi yüzle Rabb’imize sığınıp yardımını istiyoruz. Sığınıyorsak neden sadece o zor anlarda. Bunun gibi çok çelişkili davranışlara şahit oluyoruz. Ve anlıyoruz ki insanlar Yüce Allâh’ı tek taraflı sıfatlarla tanıyor veya tanımak istiyorlar. Rabb’imiz istese, o zor anlardan sizi asla çıkarmayabilir, O bunu yapmaya kadir’dir. İstese yeryüzünün sıcaklığını artırabilir, istese migrenin sürekli devam eder, istese çift başlı çocuğun olabilir, istese sen uykudayken seni katılaştırır, istese halüsinasyonlar görebilirsin. Ne dilerse onu yapar.
O halde aciz, muhtaç, zelil kardeşim, kime dayanarak nasıl bu kadar duyarsız, sorumsuz yaşayabilirsin. Sen kimin korumasındasın, kime güveniyorsun ki Allâh’a asî oluyorsun. Sorumluluklarını ciddiye almıyorsun. Yüce Allâh seni bir zorlasa, kimler veya neler seni kurtarabilir? O’nun hükmünden. Oysa sen Yüce Allâh’a muhalefet yerine, O’nun taraftarlığına geçsen niye seni zorlasın ki. Cabbar olan Rabb’in seni zorlamaz. O mü’minlerine karşı her zaman şefkatlidir. (Rauftur) Mü’minlerin başına gelen dünyaya ait zorluklar, yine kuluna olan kerem ve şefkatindendir. O anda olan kulu, şükür ve teslimiyeti ile Rabb’inin sevgisini daha da kazanır, mertebesi yükselir. Rabb’inin ebedi nimetlerine hak kazanır. O halde dünyadaki zorlanma kâfirlere gâzap iken, mü’minlere şefkat basamağının bedeli olur. Âhirette ise zorlama, kâfirlere son derece şiddetli iken, mü’minlere zorlama yoktur, korku yoktur. Mü’minlerin tadacakları zorluklar sadece dünya hayatıdır ve ölüme kadardır.
Ey insanlar! O Allâh’tan sakının. Çünkü O Cabbar’dır. Asla zorlanmayan, zorlayandır. O Aziz’dir. O’nun için yenilgi de söz konusu değildir. Unuttun mu Hz. Nuh (as) kavmini, Hz. Lut (as) kavmini, depremleri, sel baskınlarını, savaşları, hastalıkları, kazaları, ihtiyarlığı….. İnsanların başına gelenleri.. Asîlerin başına gelenler, kıssalar halinde anlatılır Kur’an-ı Kerîm’de. Hûd sûresinde geçer. Hz. Muhammed (saa) o sureler için şöyle buyurur. “Hûd, Vakıa, Mürselat, Nebe, Tekvir süreleri beni kocattı.” (Tirmizi, Tefsir,57)
Sende bir oku Hûd sûresini… Bakalım seni de etkiler mi?
Kendi iyiliğin için lütfen iyi dinle..
Bir zamanlar israiloğulları da isyana düşmüşlerdi. Ve Rabb’im, Tur dağını onların başına yükseltti. Onları iman etmeleri için zorluyordu.
Bakara sûresi /93 “Bir zaman üzerinize Tur (dağın)ı kaldırıp, sizden kesin söz almıştık. “Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!” (demiştik). “Dinledik ve isyân ettik” dediler. İnkârlarıyla kalplerine buzağı sevgisi içirildi. De ki; “Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor.”
Bugün isyan edenlerin buzağısı ne? Sizin Allâh’a dönmenize ne engel oluyorsa odur sizin buzağınız. İsyandan vazgeçip iman etmek için dağların tepemize yükselmesini, yerin yarılmasını, kazaların olmasını, hastalıkların kuşatmasını, ihtiyarlığın gelmesini mi bekliyelim.?. İşte o an geldiği zaman yani artık perçemin tutulduğu ve kararın gerçekleşeceği zaman, yani ölüm seni sardığı zaman iman etmen önemli değildir.
Nisâ sûresi /18 “Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince “işte ben şimdi tövbe ettim” diyen kimselerin tövbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerinde tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara âhirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.”
Sen zorlandığın zaman değil, zorlanmadığın zaman isteyerek iman etmeliydin. O gün pişman olmak neye yarar. Size söylüyorum ve kendiime; pişmanlığın işe yaramadığı o günler, o anlar gelmeden kendimize gelelim. Yüce Rabb’imizin bizi zorlamasına gerek olmadan, hakkı görelim, şükredelim ve o Kahhar olan Cabbar’a sığınalım. Sen Cabbar olan Allâh’ın Kerîm, Rezzak, Latif, Rauf, Râhman, Rahîm, Vehhab, Gani, Vedut olduğunu da unutma.
Yüce Allâh’ın Cabbar nazarını üzerine çekeceğine, Rahîm olan nazarını, Lâtif olan nazarını, Kerîm, Vedut, Alim, Rauf olan nazarını üzerine çekmek için uğraş. Meselâ: Rabb’ini seviyorsan, şöyle düşün “Acaba ben ne yaparsam Rabbim bana merhametini artırır. Acaba ben ne yaparsam Rabb’im beni daha çok sever. Acaba ben ne yaparsam Rabb’im beni beğenir…”
Sevilmek, takdir edilmek, övülmek, gözde ve gönülde olmak… Her insanın hoşuna gider. O halde bu, bize neden Rabb’im tarafından olmasın ki?!
Bazı insanların inkârda direttiklerini görüyoruz. Kime karşı direndiklerini bilmiyorlar. Yazık. Aslında onlar kendi kendilerine yazık ediyorlar.
Bazı insanların da, nefsanî isteklerinin arkasından gittiklerini görüyoruz. Yazık; olan kendi amellerine oluyor. Bazı insanların da taassuplarında ısrarlarını görüyoruz. Yazık! Yoksa onların Allâh’u Teâlâ’nın beyanlarından haberleri yok mu? Bazı insanların da iman ettikleri halde boş ve çabasız görüyoruz. Yazık! Daha yola girmeden kaybettiklerini görmüyorlar mı? Bu tablolar insanların, yüce Allâh’ın iktidarı elinde tuttuğuna ve her an istediği kararı vereceğine iman etmekten yoksun olduklarını gösterir. İnsan, Allâh’ı gözetleyen Cabbar olduğuna iman etse, asla kendisini boşa tüketmezdi.
Yüce Allah’ın her sıfatıyla beraber Cabbar olduğunu düşünün.
O sana bir hayır dilese, kim engel olabilir? Ya da sana bir musibet dilese kim engel olabilir? Hiç kimse… Yüce Allâh sana dilerse bol bol, ayaklarının altından, başının üstünden rızıklar gönderir. Kim engel olabilir? Yüce Allâh sana ölümü takdir etse, kim önüne geçebilir? Ya da yüce Allâh hayatı dilese kim sonlandırabilir? Yüce Allâh sana şifa vermezse, kim seni iyileştirebilir? Hiç kimse…
O halde Yüce Allâh Rahîm olan Cabbar’dır., O, Kadir olan Cabbar’dır, O Melik olan Cabbar, O Hakim olan Cabbar, O Rezzak olan Cabbar, O Vedud olan Cabbardır…
O yarattıklarını zorlar. Ama hiç kimse O’nu zorlayamaz. O’na rakip yoktur, O’nu tehdit edecek yoktur, O’nu etkileyen yoktur, O’nun kararlarını değiştirecek yoktur. O öyle bir Cabbar’dır ki, ilimde zorlanmaz, hüküm vermede zorlanmaz, hesaba çekmede, rızık vermede, görmede, duymada, merhamet etmede hiçbir açıdan zorlanmaz. Üstelik O, bunları gerçekleşmesinde sadece “ol” der. O da oluverir. Yani sadece bir emirle her şey gerçekleşir. O kadar ki her şey Rabb’im için kolaydır. Zorlanmak bir arızdır. Yani kusur, zaaftır. O da ancak noksan olanlar için geçerlidir. Yani noksan sıfatları olanlar zorlanırlar, başkalarını da zorlamaya güçleri yoktur. Oysa yüce Allâh Süphan ve Kuddüs’tür. Tüm eksikliklerden uzaktır. O halde Yüce Allâh zorlanmaz, ama zorlayabilir.
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Cebbâr olduğuna iman ettik.
Bizleri zorlamaması için de dua edeceğiz.
Lâ Cabbare illâ El-Cebbâr.

EL-AZİZ
Aziz, O’nun mutlak hâkimiyet ve üstünlüğünü ifade eder. O, hiçbir şekil ve surette asla yenilgiye uğramayan, her şeye gücü yetendir. Aziz ve izzetlidir. Şeref ve üstünlük O’nundur. O, hangi yönden, hangi sıfattan noksan ki, yenilgiye uğrasın. Dünyanın bütün insanlarının merhametini toplasan, üst üste koysan yaratılanların merhameti, Yaratan’ın merhametinin yanında bir şey ifade etmez. Zaten O’nun merhameti o kadar vasî(geniş) ve ganî(zengin) ki tüm varlıklar O’nun merhametinden (“Ol” demesiyle) beslenir.
O halde hiçbir anne çocuğuna merhamet ederken Allâh’ın kendisinden daha merhametli olduğunu unutmasın ve çocuğunu sabah namazına kaldırsın.
Hiç kimse Allâh’ın yasalarında eksik düşünmesin ve onunla hükmetsin. Allâh’ın hâkimliğinde Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir evlât, anne-babasına bakarken “of” demesin. Allâh’ın hesaba çekerken Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir baba aile geçimini sağlarken eşini ve çocuklarını minnet altına sokmasın. Yüce Allâh’ın görmesinde, bilmesinde Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir zengin sadaka verirken riyaya düşmesin. Allâh’ın kereminde azizliğini düşünsün…
Fatır sûresi /2 “Allâh insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz. O’nun tuttuğunu da O’ndan sonra salacak yoktur. O üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Hiçbir Müslüman sıkıntı ve zorluklar karşısında, ümitsizliğe düşmesin. Yüce Rabb’inin Aziz’liğine güvensin.
Allâh hiçbir sorun ve olay karşısında acizliğe düşmez. O, her sıfatından Aziz’dir. Merhameti, sevgisi, ilmi, kudreti, iradesi, müdahalesi, hükmü, yaratması… Her açıdan güçlüdür, üstündür, zorlanmaz, zorlanamaz. O halde Müslüman, Yüce Allâh’a dayanırsa o müslümandan daha emin kim olabilir? O Müslüman nasıl olurda ümitsiz ve çaresiz kendini hisseder. Eğer kendini ümitsiz ve çaresiz hissediyorsa, Rabb’inin Aziz’liğinden ya şüphe ediyordur, ya da haberi yoktur.
Bakara sûresi /129 “Rabb’imiz, onlara kendi içlerinden senin âyetlerini, kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen.”
Bu âyet, Müslüman kardeşim için çok güzel açıklıyor. Yüce Allâh Aziz’dir. Şeref ve üstünlük O’nundur. Kim Yüce Allâh’a inanırsa, O’nun yolundan giderse, O’nun yolunu izzetli ve şerefli bilirse, bilsin ki izzetli ve şerefli olan Rabb’im, o kuluna da şeref ve üstünlük verir.
Fâtır sûresi /10 “Kim şeref istiyorsa (bilsin ki) şeref tamamen Allâh’ındır. (O’nu dilediğine verir) Güzel söz O’na çıkar. İyi amel onu yükseltir. Kötü şeyleri tuzaklayanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzakları bozulacaktır.”
Yüce Allâh’ın sözlerini dinlemeyenler, şeref ve değerlerini kaybederler. Halifelik makamından esfeli-safiline (aşağıların en aşağısına) düşerler. İnsana izzet ve üstünlük veren Allâh’tır.
O halde ey insan! İzzet ve halifelik elbisesini giymek istiyorsan Aziz olan Allâh’a dönmeli ve O’na bağlanmalısın. Yoksa alçaklık elbisesini giyip, kendini değeri ve şerefi alınmış bir seviyeye mi düşürmek istiyorsun. Ya izzet elbisesi, ya da zillet elbisesi.
Ey insan! Şuna inanmalısın ki insanı değerli eden vücut şekli değil, kabullendikleridir, arkasından gittiklerindir, amaç edindiklerindir.
Hayatına yön veren hedef ve yolun nedir? Hayat yemek, içmek, evlenmek, ev, mal, araba sahibi olmak değildir. Hayattaki değerini, şık elbisen, lüks evin, güzel eşin, zengin kocan, asîl deden, lüks araban ve koltuğun vermez.
Hayattaki değerin, hayata ne anlam verdiğindir.
Tüm âlemleri ayakta tutan, onlara misyon veren, onlara sadece maddi boyuttan değil, manevi boyuttan vasıflandıran Yüce Allâh’a bağlanırsan, değerli olursun. Aziz ve Muiz olan Allâh’ın sana verdiği değer önemlidir, başkalarının değil. O halde sen, seni izzetlendirene doğru koşmalısın.
Bakara sûresi /209 “Size açık açık deliller geldikten sonra yine (hak yoldan) kayarsanız, bilin ki Allâh daima üstündür, hikmet sahibidir.”
Yüce Allâh hükmeden, yöneten, hikmeti ve mülkiyeti var eden Aziz Allâh’tır. Aziz olan Allâh için hiçbir noksanlık yok ki azizliğinde şüphe edilsin. Yani gücü yetmez mi? Sevgisi az mıdır, merhameti kuşatmaz mı? Adil davranmaz mı, âlemlere hükmetmez mi? Hâşâ hiçbir konuda yetersiz ve sınırlı değildir.
Bakara sûresi /260 “Hani, İbrahîm de, “Ey Rabb’im! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allâh) “İnanmadın mı?” dedi. O; “Hayır, inandım, ama kalbim tamamen mutmain olsun diye!” dedi. (Allâh) “Şu halde kuşlardan dört tane al. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir dağın üzerine onlardan birer parça koy. Sonra da onları kendine çağır, hızla yanına geleceklerdir. Ve bil ki Allâh yücedir, hikmet sahibidir.” Dedi.”
Toplumumuzda değer ve şeref kavramı da değişmiş. Üstünlüğü zenginlikte, malda, mülkte, soyda, çocuklarda vs. görülmeye başlamış. Hâlbuki bunlarla değer ve üstünlük olsaydı, Yüce Allâh bunları kâfirlere vermezdi. Altını çizerek bir daha söylüyorum. Bunların çoğunluğu ile şeref, değer olsaydı, bunları kâfirlere vermezdi, sadece mü’minlere verirdi.
Onlar beni bir gün terk ediyorlarsa, ya da ben onları bir gün terk ediyorsam, onların varlığı bana nasıl değer kazandırabilir. Demek ki bu saydıklarımız insanları üstün ve değerli etmez. Değer, ancak kabul ettiği değerlerle olur. Eğer sen mal ile değerli olduğunu sanıyorsan, sen değerli değilsin. Sen sadece malı olan bir adamsın. Malın olmadığı zaman da, sen değersiz birisi değilsin. Sadece malı olmayan bir adamsın. Bu soy, mevki, çocuk vs. ile değerli görenler içinde aynıdır. İnsanlar cepleriyle, eşleriyle, çocuklarıyla kendilerini değerli görüyorlarsa, dik yürüyor, göğüslerini kabartıyor, hava atıyorlarsa acaba cepleri boşaldığı, eşleri ve çocuklarını kaybettikleri zamanda yere bakacak, kendilerini hiç görecek, topluma çıkamayacaklar mı? Eğer bunlarla kendilerini üstün görüyorlarsa varsın yere baksınlar, kendilerini eve hapsetsinler, depresyona girsinler…
Oysa gerçek şeref ve üstünlük tutunduğun daldadır. Sen Allâh’ın ipine tutunmuşsan değerlisin, üstünsün. Zenginde olsan, fakirde olsan, kadında olsan, erkekte olsan, güzelde olsan, çirkinde olsan…
Sen her halükârda şereflisin, değerlisin, üstünsün. Çünkü sen Süphan ve Aziz olan Rabb’inin himayesine girmişsin. Sen Bilâl-i Habeş gibi olsan bile ne mutlu sana. Onlar hem zenci, hem köle, hem de fakirlerdi. Ama değerlerini biz bile tahmin edemeyiz.
Lütfen kimliğini İslâm üzerine inşa et. Et ki sen her şart, her mekânda, her zamanda alnı dik, emin, şerefli ve değerli olasın. Seni zincirlere vursalar, zindanlara atsalar da yine sen çok değerli olursun. Seni bataklığın içine de atsalar yine de sen nurlusun, seni ezseler de, seni sindiremez, değerini düşüremezler. Sen her halükârda sırat-ı müstakim yolcususun. Emin bakış, dik alın, hafif tebessüm her zaman senin yüz tablon olsun. Çünkü sen Emin, Kadir, Hâkim, Melik, Rahîm, Aziz olan Allâh’ın güzel kulusun. Allâh için yenilgi söz konusu değil ki, O’nun kulu için, O’nun taraftarı için de yenilgi söz konusu olsun.
Münafıkun sûresi /8 “Diyorlar ki: “Andolsun ki; eğer Medine’ye dönersek en yüce olan, en aşağı olanı oradan çıkaracaktır! Oysa yücelik Allâh’a, Peygamber’ine ve mü’minlere aittir. Ama münâfıklar bilmezler.”
O halde kimlik kargaşası yaşayan kardeşlerimiz; kendilerini sorgulasınlar. Allâh’tan başka şeylere güvenerek yürüyenler, kendilerini sorgulasınlar. Sıkıntı, darlık ve zorluklara dayanamayanlar kendilerini sorgulasınlar.
Gerçekten izzetin, şerefin ve üstünlüğün Allâh’a ait olduğuna inanıyorlar mı? Yoksa yüce Allâh’a imanlarında kararsız, küfür ve imanı bir arada yaşayan, İslâm ilkelerinde diretmeyen, izzet ve onurunu korumayan insanlara, yüce Allâh değer mi verecek? Bilâkis yüce Allâh münâfıkları, alçakları, riyakârları, dünyayı tercih edenleri sevmez. “Ben böyle değilim” diyorsan soruyorum; sana Müslüman denilmesini seviyor musun? İslâmi onurunu koruyor musun? Müslüman olmanın mücadelesini veriyor musun? Kimliğinin sınırları İslâmi ilkelerle mi çizilmiş? İslâm için bedellere hazır mısın?…
Beden hareket ettiği gibi ruhta hareket eder.
Acaba ruh izzete doğru mu, zillete doğru mu yol alıyor. Yani ruh’un yüksek mertebelere çıkıyor mu, yoksa alçak mertebelere düşüyor mu?
Âl-i imran sûresi /26 “Ey mülkün sahibi olan Allâh’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir. Sen her şeye güç yetirirsin.”
Eğer Allâh taraftarı olursan, yüce Allâh seni yükseltir, yok eğer Allâh’a muhalefet edersen Aziz olan Allâh seni alçaltır.
İnsanın alçaklarda dolaşması da yüce Allâh’ın Aziz olduğuna iman etmeyişinden kaynaklanır. Bu yüzden izzet ve üstünlüğü başka yerlerde ararlar.
Nisa sûresi /139 “Mü’minlerden başkasını, kâfirleri dost edinmeyin. Onların yanında izzet mi arıyorlar?. Oysa bütün izzet Allâh’ındır.”
Üstünlüğün yalnızca Allâh’a ait olduğuna inananlar ise gerçek mü’minlerdir. Fiilleri, kalpleri ve niyetleri buna kesin olarak şahittir. Allâh bizleri de bu yolda sabit tutsun. (Amin).
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Aziz olduğuna iman ettik. Yüce Allâh’ın asla yenilmeyeceğine, alçaklığı, zulmü, isyanı asla sevmeyeceğine, Aziz ve Galip olduğuna inandık.
Lâ Azize illâ El-Aziz.
O halde hiçbir anne çocuğuna merhamet ederken Allâh’ın kendisinden daha merhametli olduğunu unutmasın ve çocuğunu sabah namazına kaldırsın.
Hiç kimse Allâh’ın yasalarında eksik düşünmesin ve onunla hükmetsin. Allâh’ın hâkimliğinde Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir evlât, anne-babasına bakarken “of” demesin. Allâh’ın hesaba çekerken Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir baba aile geçimini sağlarken eşini ve çocuklarını minnet altına sokmasın. Yüce Allâh’ın görmesinde, bilmesinde Aziz’liğini düşünsün.
Hiçbir zengin sadaka verirken riyaya düşmesin. Allâh’ın kereminde azizliğini düşünsün…
Fatır sûresi /2 “Allâh insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz. O’nun tuttuğunu da O’ndan sonra salacak yoktur. O üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Hiçbir Müslüman sıkıntı ve zorluklar karşısında, ümitsizliğe düşmesin. Yüce Rabb’inin Aziz’liğine güvensin.
Allâh hiçbir sorun ve olay karşısında acizliğe düşmez. O, her sıfatından Aziz’dir. Merhameti, sevgisi, ilmi, kudreti, iradesi, müdahalesi, hükmü, yaratması… Her açıdan güçlüdür, üstündür, zorlanmaz, zorlanamaz. O halde Müslüman, Yüce Allâh’a dayanırsa o müslümandan daha emin kim olabilir? O Müslüman nasıl olurda ümitsiz ve çaresiz kendini hisseder. Eğer kendini ümitsiz ve çaresiz hissediyorsa, Rabb’inin Aziz’liğinden ya şüphe ediyordur, ya da haberi yoktur.
Bakara sûresi /129 “Rabb’imiz, onlara kendi içlerinden senin âyetlerini, kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder. Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen.”
Bu âyet, Müslüman kardeşim için çok güzel açıklıyor. Yüce Allâh Aziz’dir. Şeref ve üstünlük O’nundur. Kim Yüce Allâh’a inanırsa, O’nun yolundan giderse, O’nun yolunu izzetli ve şerefli bilirse, bilsin ki izzetli ve şerefli olan Rabb’im, o kuluna da şeref ve üstünlük verir.
Fâtır sûresi /10 “Kim şeref istiyorsa (bilsin ki) şeref tamamen Allâh’ındır. (O’nu dilediğine verir) Güzel söz O’na çıkar. İyi amel onu yükseltir. Kötü şeyleri tuzaklayanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların tuzakları bozulacaktır.”
Yüce Allâh’ın sözlerini dinlemeyenler, şeref ve değerlerini kaybederler. Halifelik makamından esfeli-safiline (aşağıların en aşağısına) düşerler. İnsana izzet ve üstünlük veren Allâh’tır.
O halde ey insan! İzzet ve halifelik elbisesini giymek istiyorsan Aziz olan Allâh’a dönmeli ve O’na bağlanmalısın. Yoksa alçaklık elbisesini giyip, kendini değeri ve şerefi alınmış bir seviyeye mi düşürmek istiyorsun. Ya izzet elbisesi, ya da zillet elbisesi.
Ey insan! Şuna inanmalısın ki insanı değerli eden vücut şekli değil, kabullendikleridir, arkasından gittiklerindir, amaç edindiklerindir.
Hayatına yön veren hedef ve yolun nedir? Hayat yemek, içmek, evlenmek, ev, mal, araba sahibi olmak değildir. Hayattaki değerini, şık elbisen, lüks evin, güzel eşin, zengin kocan, asîl deden, lüks araban ve koltuğun vermez.
Hayattaki değerin, hayata ne anlam verdiğindir.
Tüm âlemleri ayakta tutan, onlara misyon veren, onlara sadece maddi boyuttan değil, manevi boyuttan vasıflandıran Yüce Allâh’a bağlanırsan, değerli olursun. Aziz ve Muiz olan Allâh’ın sana verdiği değer önemlidir, başkalarının değil. O halde sen, seni izzetlendirene doğru koşmalısın.
Bakara sûresi /209 “Size açık açık deliller geldikten sonra yine (hak yoldan) kayarsanız, bilin ki Allâh daima üstündür, hikmet sahibidir.”
Yüce Allâh hükmeden, yöneten, hikmeti ve mülkiyeti var eden Aziz Allâh’tır. Aziz olan Allâh için hiçbir noksanlık yok ki azizliğinde şüphe edilsin. Yani gücü yetmez mi? Sevgisi az mıdır, merhameti kuşatmaz mı? Adil davranmaz mı, âlemlere hükmetmez mi? Hâşâ hiçbir konuda yetersiz ve sınırlı değildir.
Bakara sûresi /260 “Hani, İbrahîm de, “Ey Rabb’im! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allâh) “İnanmadın mı?” dedi. O; “Hayır, inandım, ama kalbim tamamen mutmain olsun diye!” dedi. (Allâh) “Şu halde kuşlardan dört tane al. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir dağın üzerine onlardan birer parça koy. Sonra da onları kendine çağır, hızla yanına geleceklerdir. Ve bil ki Allâh yücedir, hikmet sahibidir.” Dedi.”
Toplumumuzda değer ve şeref kavramı da değişmiş. Üstünlüğü zenginlikte, malda, mülkte, soyda, çocuklarda vs. görülmeye başlamış. Hâlbuki bunlarla değer ve üstünlük olsaydı, Yüce Allâh bunları kâfirlere vermezdi. Altını çizerek bir daha söylüyorum. Bunların çoğunluğu ile şeref, değer olsaydı, bunları kâfirlere vermezdi, sadece mü’minlere verirdi.
Onlar beni bir gün terk ediyorlarsa, ya da ben onları bir gün terk ediyorsam, onların varlığı bana nasıl değer kazandırabilir. Demek ki bu saydıklarımız insanları üstün ve değerli etmez. Değer, ancak kabul ettiği değerlerle olur. Eğer sen mal ile değerli olduğunu sanıyorsan, sen değerli değilsin. Sen sadece malı olan bir adamsın. Malın olmadığı zaman da, sen değersiz birisi değilsin. Sadece malı olmayan bir adamsın. Bu soy, mevki, çocuk vs. ile değerli görenler içinde aynıdır. İnsanlar cepleriyle, eşleriyle, çocuklarıyla kendilerini değerli görüyorlarsa, dik yürüyor, göğüslerini kabartıyor, hava atıyorlarsa acaba cepleri boşaldığı, eşleri ve çocuklarını kaybettikleri zamanda yere bakacak, kendilerini hiç görecek, topluma çıkamayacaklar mı? Eğer bunlarla kendilerini üstün görüyorlarsa varsın yere baksınlar, kendilerini eve hapsetsinler, depresyona girsinler…
Oysa gerçek şeref ve üstünlük tutunduğun daldadır. Sen Allâh’ın ipine tutunmuşsan değerlisin, üstünsün. Zenginde olsan, fakirde olsan, kadında olsan, erkekte olsan, güzelde olsan, çirkinde olsan…
Sen her halükârda şereflisin, değerlisin, üstünsün. Çünkü sen Süphan ve Aziz olan Rabb’inin himayesine girmişsin. Sen Bilâl-i Habeş gibi olsan bile ne mutlu sana. Onlar hem zenci, hem köle, hem de fakirlerdi. Ama değerlerini biz bile tahmin edemeyiz.
Lütfen kimliğini İslâm üzerine inşa et. Et ki sen her şart, her mekânda, her zamanda alnı dik, emin, şerefli ve değerli olasın. Seni zincirlere vursalar, zindanlara atsalar da yine sen çok değerli olursun. Seni bataklığın içine de atsalar yine de sen nurlusun, seni ezseler de, seni sindiremez, değerini düşüremezler. Sen her halükârda sırat-ı müstakim yolcususun. Emin bakış, dik alın, hafif tebessüm her zaman senin yüz tablon olsun. Çünkü sen Emin, Kadir, Hâkim, Melik, Rahîm, Aziz olan Allâh’ın güzel kulusun. Allâh için yenilgi söz konusu değil ki, O’nun kulu için, O’nun taraftarı için de yenilgi söz konusu olsun.
Münafıkun sûresi /8 “Diyorlar ki: “Andolsun ki; eğer Medine’ye dönersek en yüce olan, en aşağı olanı oradan çıkaracaktır! Oysa yücelik Allâh’a, Peygamber’ine ve mü’minlere aittir. Ama münâfıklar bilmezler.”
O halde kimlik kargaşası yaşayan kardeşlerimiz; kendilerini sorgulasınlar. Allâh’tan başka şeylere güvenerek yürüyenler, kendilerini sorgulasınlar. Sıkıntı, darlık ve zorluklara dayanamayanlar kendilerini sorgulasınlar.
Gerçekten izzetin, şerefin ve üstünlüğün Allâh’a ait olduğuna inanıyorlar mı? Yoksa yüce Allâh’a imanlarında kararsız, küfür ve imanı bir arada yaşayan, İslâm ilkelerinde diretmeyen, izzet ve onurunu korumayan insanlara, yüce Allâh değer mi verecek? Bilâkis yüce Allâh münâfıkları, alçakları, riyakârları, dünyayı tercih edenleri sevmez. “Ben böyle değilim” diyorsan soruyorum; sana Müslüman denilmesini seviyor musun? İslâmi onurunu koruyor musun? Müslüman olmanın mücadelesini veriyor musun? Kimliğinin sınırları İslâmi ilkelerle mi çizilmiş? İslâm için bedellere hazır mısın?…
Beden hareket ettiği gibi ruhta hareket eder.
Acaba ruh izzete doğru mu, zillete doğru mu yol alıyor. Yani ruh’un yüksek mertebelere çıkıyor mu, yoksa alçak mertebelere düşüyor mu?
Âl-i imran sûresi /26 “Ey mülkün sahibi olan Allâh’ım. Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir. Sen her şeye güç yetirirsin.”
Eğer Allâh taraftarı olursan, yüce Allâh seni yükseltir, yok eğer Allâh’a muhalefet edersen Aziz olan Allâh seni alçaltır.
İnsanın alçaklarda dolaşması da yüce Allâh’ın Aziz olduğuna iman etmeyişinden kaynaklanır. Bu yüzden izzet ve üstünlüğü başka yerlerde ararlar.
Nisa sûresi /139 “Mü’minlerden başkasını, kâfirleri dost edinmeyin. Onların yanında izzet mi arıyorlar?. Oysa bütün izzet Allâh’ındır.”
Üstünlüğün yalnızca Allâh’a ait olduğuna inananlar ise gerçek mü’minlerdir. Fiilleri, kalpleri ve niyetleri buna kesin olarak şahittir. Allâh bizleri de bu yolda sabit tutsun. (Amin).
Parolamız; Yüce Allâh’ın her sıfatının yanında El-Aziz olduğuna iman ettik. Yüce Allâh’ın asla yenilmeyeceğine, alçaklığı, zulmü, isyanı asla sevmeyeceğine, Aziz ve Galip olduğuna inandık.
Lâ Azize illâ El-Aziz.

EL-MÜHEYMİN
Müheymin, gözetici, koruyucu olan şahit ve emin (inanılan) anlamlarına gelir.
Allah’u Teâlâ (cc) gizlide ve açıkta olan her şeyi bilen, haberi olan, koruyan ve gözetleyendir.
Teğabûn sûresi /4 “Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir.”
Allah’u Teâlâ her şeyi yaratıp, bir kenara atmadı. Onları sürekli kollayıp, gözetlemektedir.
Sizce gözetlemeyen bir zât olsaydı; sizin ihtiyaçlarınızdan haberi olur muydu? Sizin sorunlarınıza göre çözüm sunar mıydı? Sizin iyi amellerinizi mükâfatlandırır mıydı? Sizin kötü amellerinizi sorgular mıydı? Hayatınızın devamlılığını kim sağlıyor?
Bu birkaç soru bile Allah’u Teâlâ’nın sürekli, yarattıklarını gözetlediğini gösterir. Öylece kenarda durup, onları kendi haline bırakmıyor. Kullarının yaşadıklarına şahit oluyor, dilerse müdahale ediyor, isterse yardım ediyor, isterse yolunu tıkıyor, isterse imtihana sokuyor, dilerse ihtiyaçlarını gideriyor, dilerse destek oluyor…
Velhasıl Yüce Rabb’imiz kullarını başıboş bırakmıyor. Her daim onların yanında. Yoksa yüce Rabb’imize dua etmenin ne anlamı kalırdı. Yüce Rabb’imizin sürekli gözetleyici olduğuna iman ettiğimiz için her zaman ve her mekânda O’na dua ederiz.
Bakara sûresi /186 “Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Dua eden, bana dua ettiği zaman, onun duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versin.(Benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”
O halde dua etmek, Rabb’imizin müheymin olduğuna yakînen imandır.
Bunun aksi ise, yani dua etmeyenler Rabb’imizin müheymin (gözetleyici) olduğuna inanmamışlardır.
Allah’u Teâlâ gözetleyen olduğuna göre, demek ki her düşündüğümüze, her hissettiğimize ve her davranışımıza şahittir. O halde şunu sormalıyız kendimize, düşündüklerimiz olumlu mu, olumsuz mu? Allah’u Teâlâ düşündüklerimizi görüyor, kaydediyor, şahit oluyorsa olumsuzluklarımızı sorgulayacak, hesaplayacak demektir. Bu yüzden düşüncelerimizi düzene sokmak zorundayız. Kararlarımızı, niyetlerimizi, isteklerimizi, beklentilerimizi temize çıkarmak zorundayız. Hedefimizi iyi seçmek zorundayız.
Bakara sûresi /177 “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik o (kimsenin iyiliği)dir ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere inandı, sevdiği malını yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere, boyunduruk altında bulunanlara mal verdi, namaz kıldı, zekâtı verdi, antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler…”
Aynı şekilde duygularımıza da şahittir, Yüce Allah. Sevgilerimize, korkularımıza, nefretlerimize, güvendiklerimize, endişelerimize… O halde duygularımızın çeşitliliği ve miktarı dengede mi?
Bakara sûresi /165 “İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!.”
Davranışlarımızı da sorgulamak zorundayız. Amellerimiz fahiş mi yoksa salih mi? Amellerimiz sol defteri mi dolduruyor, yoksa sağ defteri mi?
Bakara sûresi /206-207 “Ona “Allah’tan kork” dense gururu, kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir. Ne kötü bir yataktır o! İnsanlardan öylesi de var ki, canını Allah’ın rızasını kazanmaya satar. Allah’ta kullar(ın)a çok şefkatlidir.”
Yüce Allah düşünce, duygu ve davranışlarımızın en gizlide olanlarını bile bilendir. Bazen kendi kendimize itiraf edemediğimiz duygu ve düşüncelerimize bile şahittir. O sadece bir şahit değil, müdahale eden bir şahit, sorgulayan bir şahit, ihtiyaçları gideren bir şahit, yardım eden bir şahit, hükmeden, seven, merhamet eden, duaları işiten, gören, cevap veren bir şahit, mükâfatlandıran ve cezalandıran bir şahit…
Yani yüce Allah’ı sadece El-Müheymin olarak değil, yanında diğer tüm sıfatlarıyla beraber kabul etmeliyiz.
Şimdi kimin himayesinde, kimin kontrolünde olduğumuzu anladık mı? Bu yüzden kendi kendimizi yargılamak, düzeltmek ve doğru yolda olmak için harekete geçmemiz gerekir.
Hiç kimse hayatını kontrolsüz ve gelişigüzel yaşayamaz. Kendini rüzgârın önüne kattığı bir yaprak gibi bırakmasın.
Bu hayat senin kardeşim. Yüce Rabb’inin boş ve değersiz bir hayata şahit olmasını isteme. Yüce Rabb’in, dolu ve değerli bir hayata şahit olsun.
Bu yüzden sevgili müslüman kardeşim, Allah’u Teâla her zaman Hayy ve Kayyum olduğuna göre, sen öyle bir iradeni, kalbini ve hayatını düzenle ki, hayatında Yüce Allah güzel düşüncelerine, halis duygularına ve salih amellerine şahit olsun.
Âl-i imrân sûresi /17 “Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp, divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri görmektedir.”
Âl-i imrân sûresi /15 “De ki; Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi? Allah’tan korkanlar için Rabb’leri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kullarını görür.”
Nahl sûresi /97 “Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretini, yaptıklarının en güzeli ile veririz.”
Hiç kimse zannetmesin, bu dünyada yaşanılan sevinçlerin, nefretlerin, korkuların, güvenlerin, beklentilerin, duaların, amaçların, emeklerin, rızıkların yine bu dünyada kalacağını. Hepsinin hesabı sorulacak.
Bu yüzden düşünmelisin!!!!!
Bir sıkıntı çekiyorsun. Niçin, nasıl…………..doğru mu?
Birisini seviyorsun. Niçin, nasıl………………doğru mu?
Birisine güveniyorsun. Niçin, nasıl……………doğru mu?
Beklentilerin var. Niçin, nasıl………………doğru mu?
Bedel ödüyorsun. Niçin, nasıl…………….doğru mu?
Korkuyorsun. Niçin, nasıl……………doğru mu?
Çok mutlusun. Niçin, nasıl…………….doğru mu?
Çok çalışıyorsun. Niçin, nasıl……………doğrumu?
Tükeniyorsun. Niçin, nasıl……………….doğru mu?
Evleniyorsun. Niçin, nasıl………………..doğru mu?
Hayatının her alanını gözetleyen Allah, şahittir. Hayatının her alanı kontrolden geçiyor. Ve sonuç ne olacak? Sonuca doğru yaklaşan sensin. Peki, nasıl yol alıyorsun?
Sevgili Müslüman kardeşim; her şey kendinin verdiği kararlar üzerine kurulacak. İstersen Rabb’ini güzel bir hayata şahit tutarsın ve Rabb’ini arkana (taraftar olarak) alırsın. İstersen Rabb’ini kötü, haksız bir hayata şahit tutarsın ve Rabb’ini karşına (muhalif olarak) alırsın. Bu senin rotana bağlı…
Ama ben halifeyim diyorsan, niyetlerini, duygularını, amellerini Halife’ye layık bir şekilde düzene sok. Tam Rabb’inin istediği şekilde. O zaman Müheymin olan Rabb’ini, içi-dışı güzel olan kendine şahit tutarsın. Böylece Rabb’in senden razı olur ve razı oldukça seni hiçbir zaman yalnız bırakmaz, yardımını esirgemez, ihtiyaçlarını karşılar, sevgi ve umutlarını artırır, basîret gözlerini açar, mükâfatlandırır, isteklerine cevap verir. Kısaca sana dost olur, olmaz mı ki, yeter ki sen iste!
Parolamız; Yüce Allah’ın, her sıfatının yanında El-Müheymin olduğuna iman ettik. Biz de kendimize çeki düzen vereceğiz.
Lâ Müheymine illâ El-Müheymin.
Allah’u Teâlâ (cc) gizlide ve açıkta olan her şeyi bilen, haberi olan, koruyan ve gözetleyendir.
Teğabûn sûresi /4 “Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir.”
Allah’u Teâlâ her şeyi yaratıp, bir kenara atmadı. Onları sürekli kollayıp, gözetlemektedir.
Sizce gözetlemeyen bir zât olsaydı; sizin ihtiyaçlarınızdan haberi olur muydu? Sizin sorunlarınıza göre çözüm sunar mıydı? Sizin iyi amellerinizi mükâfatlandırır mıydı? Sizin kötü amellerinizi sorgular mıydı? Hayatınızın devamlılığını kim sağlıyor?
Bu birkaç soru bile Allah’u Teâlâ’nın sürekli, yarattıklarını gözetlediğini gösterir. Öylece kenarda durup, onları kendi haline bırakmıyor. Kullarının yaşadıklarına şahit oluyor, dilerse müdahale ediyor, isterse yardım ediyor, isterse yolunu tıkıyor, isterse imtihana sokuyor, dilerse ihtiyaçlarını gideriyor, dilerse destek oluyor…
Velhasıl Yüce Rabb’imiz kullarını başıboş bırakmıyor. Her daim onların yanında. Yoksa yüce Rabb’imize dua etmenin ne anlamı kalırdı. Yüce Rabb’imizin sürekli gözetleyici olduğuna iman ettiğimiz için her zaman ve her mekânda O’na dua ederiz.
Bakara sûresi /186 “Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Dua eden, bana dua ettiği zaman, onun duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versin.(Benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”
O halde dua etmek, Rabb’imizin müheymin olduğuna yakînen imandır.
Bunun aksi ise, yani dua etmeyenler Rabb’imizin müheymin (gözetleyici) olduğuna inanmamışlardır.
Allah’u Teâlâ gözetleyen olduğuna göre, demek ki her düşündüğümüze, her hissettiğimize ve her davranışımıza şahittir. O halde şunu sormalıyız kendimize, düşündüklerimiz olumlu mu, olumsuz mu? Allah’u Teâlâ düşündüklerimizi görüyor, kaydediyor, şahit oluyorsa olumsuzluklarımızı sorgulayacak, hesaplayacak demektir. Bu yüzden düşüncelerimizi düzene sokmak zorundayız. Kararlarımızı, niyetlerimizi, isteklerimizi, beklentilerimizi temize çıkarmak zorundayız. Hedefimizi iyi seçmek zorundayız.
Bakara sûresi /177 “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik o (kimsenin iyiliği)dir ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere inandı, sevdiği malını yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere, boyunduruk altında bulunanlara mal verdi, namaz kıldı, zekâtı verdi, antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler…”
Aynı şekilde duygularımıza da şahittir, Yüce Allah. Sevgilerimize, korkularımıza, nefretlerimize, güvendiklerimize, endişelerimize… O halde duygularımızın çeşitliliği ve miktarı dengede mi?
Bakara sûresi /165 “İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!.”
Davranışlarımızı da sorgulamak zorundayız. Amellerimiz fahiş mi yoksa salih mi? Amellerimiz sol defteri mi dolduruyor, yoksa sağ defteri mi?
Bakara sûresi /206-207 “Ona “Allah’tan kork” dense gururu, kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir. Ne kötü bir yataktır o! İnsanlardan öylesi de var ki, canını Allah’ın rızasını kazanmaya satar. Allah’ta kullar(ın)a çok şefkatlidir.”
Yüce Allah düşünce, duygu ve davranışlarımızın en gizlide olanlarını bile bilendir. Bazen kendi kendimize itiraf edemediğimiz duygu ve düşüncelerimize bile şahittir. O sadece bir şahit değil, müdahale eden bir şahit, sorgulayan bir şahit, ihtiyaçları gideren bir şahit, yardım eden bir şahit, hükmeden, seven, merhamet eden, duaları işiten, gören, cevap veren bir şahit, mükâfatlandıran ve cezalandıran bir şahit…
Yani yüce Allah’ı sadece El-Müheymin olarak değil, yanında diğer tüm sıfatlarıyla beraber kabul etmeliyiz.
Şimdi kimin himayesinde, kimin kontrolünde olduğumuzu anladık mı? Bu yüzden kendi kendimizi yargılamak, düzeltmek ve doğru yolda olmak için harekete geçmemiz gerekir.
Hiç kimse hayatını kontrolsüz ve gelişigüzel yaşayamaz. Kendini rüzgârın önüne kattığı bir yaprak gibi bırakmasın.
Bu hayat senin kardeşim. Yüce Rabb’inin boş ve değersiz bir hayata şahit olmasını isteme. Yüce Rabb’in, dolu ve değerli bir hayata şahit olsun.
Bu yüzden sevgili müslüman kardeşim, Allah’u Teâla her zaman Hayy ve Kayyum olduğuna göre, sen öyle bir iradeni, kalbini ve hayatını düzenle ki, hayatında Yüce Allah güzel düşüncelerine, halis duygularına ve salih amellerine şahit olsun.
Âl-i imrân sûresi /17 “Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp, divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri görmektedir.”
Âl-i imrân sûresi /15 “De ki; Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi? Allah’tan korkanlar için Rabb’leri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kullarını görür.”
Nahl sûresi /97 “Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretini, yaptıklarının en güzeli ile veririz.”
Hiç kimse zannetmesin, bu dünyada yaşanılan sevinçlerin, nefretlerin, korkuların, güvenlerin, beklentilerin, duaların, amaçların, emeklerin, rızıkların yine bu dünyada kalacağını. Hepsinin hesabı sorulacak.
Bu yüzden düşünmelisin!!!!!
Bir sıkıntı çekiyorsun. Niçin, nasıl…………..doğru mu?
Birisini seviyorsun. Niçin, nasıl………………doğru mu?
Birisine güveniyorsun. Niçin, nasıl……………doğru mu?
Beklentilerin var. Niçin, nasıl………………doğru mu?
Bedel ödüyorsun. Niçin, nasıl…………….doğru mu?
Korkuyorsun. Niçin, nasıl……………doğru mu?
Çok mutlusun. Niçin, nasıl…………….doğru mu?
Çok çalışıyorsun. Niçin, nasıl……………doğrumu?
Tükeniyorsun. Niçin, nasıl……………….doğru mu?
Evleniyorsun. Niçin, nasıl………………..doğru mu?
Hayatının her alanını gözetleyen Allah, şahittir. Hayatının her alanı kontrolden geçiyor. Ve sonuç ne olacak? Sonuca doğru yaklaşan sensin. Peki, nasıl yol alıyorsun?
Sevgili Müslüman kardeşim; her şey kendinin verdiği kararlar üzerine kurulacak. İstersen Rabb’ini güzel bir hayata şahit tutarsın ve Rabb’ini arkana (taraftar olarak) alırsın. İstersen Rabb’ini kötü, haksız bir hayata şahit tutarsın ve Rabb’ini karşına (muhalif olarak) alırsın. Bu senin rotana bağlı…
Ama ben halifeyim diyorsan, niyetlerini, duygularını, amellerini Halife’ye layık bir şekilde düzene sok. Tam Rabb’inin istediği şekilde. O zaman Müheymin olan Rabb’ini, içi-dışı güzel olan kendine şahit tutarsın. Böylece Rabb’in senden razı olur ve razı oldukça seni hiçbir zaman yalnız bırakmaz, yardımını esirgemez, ihtiyaçlarını karşılar, sevgi ve umutlarını artırır, basîret gözlerini açar, mükâfatlandırır, isteklerine cevap verir. Kısaca sana dost olur, olmaz mı ki, yeter ki sen iste!
Parolamız; Yüce Allah’ın, her sıfatının yanında El-Müheymin olduğuna iman ettik. Biz de kendimize çeki düzen vereceğiz.
Lâ Müheymine illâ El-Müheymin.

EL-MÜ’MİN
Mü’min, kelime manasıyla emin, emniyet, güven veren, şüphe ve tereddütleri kaldıran, korku, zorluk, sıkıntı içinde olanlara emniyet veren demektir.
El-mü’min ise, Yüce Allah’ın bu sıfatları taşıdığını anlatır. İman eden insan da Yüce Allah’ın El-mü’min olduğuna iman eder. Yüce Allah’ın insanoğluna gönderdiği mesaj, Kur’an’ın ilk suresi dua mahiyetindeki Fatiha suresinden sonra gelen, Bakara suresinin ilk âyetleri çok dikkat çekicidir.
Bakara sûresi /1-2 “Elif-lam-mim. İşte o kitap, kendisine hiçbir şüphe yoktur. Muttakîler için yol göstericidir.”
İmanı parçalayan en önemli balta, şüphedir.
Yüce Allah Hz. Muhammed(s.a.a)’e inen ilk âyetlerle kendini tanıtmaya başlıyordu. İlk önce Alâk suresinde belirttiği gibi, Yaratan ve Rabb ile daha sonraki âyetlerde de diğer sıfatlarını tanıtıyordu. İşte Müslüman için El-mü’min demek, tüm kuşkulardan her ne olursa olsun tüm bunlardan kurtularak, Yüce Allah’a her açıdan güvenmek, demektir.
Yani Yüce Allah’ın hiçbir sıfatında ne kapsam olarak, ne mahiyet olarak, ne sınır olarak tüm kuşkulardan kurtulmasıdır.
Örneğin; yüce Allah çok merhametlidir (Rahmân ve Rahîm) ama O’nun çok merhametli olması adaletini sarsmaz. Ya da Yüce Allah Vedut’tur, sever ve sevilir. Fakat sevgisi O’nun Melik’liğini zayıflatmaz. Ya da hüküm verendir. Kararları ilimsiz, hikmetsiz, sevgisiz, adaletten yoksun, gelişigüzel değildir. Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan şunu iyi benimsememizdir. Yani yüce Allâh her sıfatı ezelidir, evvelidir, kuşatıcıdır, sınırsızdır.
O halde inanan bir insan yüce Allah’tan emin olduğu için O’na yakınlaşmaktan, O’na tutunmaktan asla pişman olmaz. Çünkü o insan her sıfatıyla emin olan bir zâta güvenmiştir. Emin olduğu o İlâh’ının himayesine girer. O’na sığınır.
Acaba çevremize bir baktığımızda, yüce Allah’tan başka kimin himayesinden bu kadar emin olabiliriz? Hiç kimsenin.
Lâ Mü’minun illâ El-Mü’min.
Eğer yüce Allah’ın himayesine girmeyenler varsa, şüphesiz ki var, onlar inanmayanlardır. Elbette onlar güvenlik içinde olamazlar. Çünkü onlar yüce Allah’a güvenmediler. Akîbetleri de elbette farklı olacaktır.
Ama inananlar Yüce Allah’a inandıkları için iki dünyada da güvenlik içinde olurlar. Bu dünya hayatında Müslümanların başına değişik, zor durumlar gelebilir. Bu Yüce Allah’ın onları korumadığından değil, o olaylara farklı hikmetler dilediğinden, onları imtihanlara sokabilir. Bunu asla karıştırmamak gerekir. Hiçbir şey Allah’ın mülkü dışında değildir. Hiçbir olay da Yüce Allah’ın izni dışında gerçekleşmez. Burada önemli olan inananların Yüce Allah’ı anlamasıdır. O’na güvenmesidir, O’na sığınmasıdır. Bunu yapabildiği sürece inanan Allah’ın taraftarıdır.
Allah’u Teâlâ’da inananların taraftarıdır.
Bu yüzden Allah müminleri destekler, tasdik eder, doğrular, emniyete alır. İslâm’ın ilkeleri hep bu yönde değil midir?
Kur’an-ı Kerîm ile bildirdiği ilkeleri hep inananların lehinedir. Onlara can, mal, akıl, nesil, din emniyetini kazandırır. Peygamberler de inananların taraftarıdır. Bu yüzden Yüce Allah’ın Mü’min sıfatı, peygamberlere de verilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’e de verilmiştir. İnananlara da verilmiştir. Yüce Allah nasıl güvenilir, emin ise, peygamberler de, inananlar da emindir.
İnananlar da mü’min olmalı. Mü’minler de güvenilir, şüphe taşımayan, kararlı, ilkeli, hedefini bilen, emaneti koruyan, güven veren, elinden, dilinden, belinden emin olunandır.
İnanan Allah’a her yönüyle iman etmiş ise, kendisi de her yönüyle yeryüzünde emin olmalıdır.
Allah’a güvenmeyen, küfüre iltifat eden ve inandığını söyleyen bir insan elbette emin olamaz.
Kalbi kısımlara ayrılarak parsellenmiş bir insan, elbette emin olamaz.
Böyle bir toplumda can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri parçalanmıştır. Böyle bir toplumda siz doktorların, psikologların, polislerin, denetimcilerin, müfettişlerin sayılarını artırın, kanunları zorlaştırın, cezaları ağırlaştırın. Her insanın başına bir polis, bir doktor vs. bırakın. Yinede o insandan emin olamazsınız. Yüreğinde Rabb’inin otoritesi olmadıkça… Ama o insan Allah’a bağlanırsa, O’na güvenirse artık o insanın kendisi doktordur, polistir, hâkimdir, öğretmendir, iyiliği emredicidir, hizmetkârdır. Artık o insanı yönlendiren, kalbindeki Allah’a olan eminliğidir.
İşte mü’min demek insanın imanının eminlik boyutudur.
Bazı insanlar da, Allah’a inanırlar. Bu tür inananlar işleri yolunda gittiği sürece böyledirler. İhtiyaçları karşılandığı sürece Allâh’a tutunurlar. Oysa mü’min olan insan, Allah’ın kendi zâtı için, O’nu Rabb’i olarak kabul ettiği için, O’ndan emin olduğu için inanır, tutunur O’na. Zor günlerinde onlar şüpheye düşmezler. Kendisine nimetler ulaşmadığı zamanlarda da şükrederler. Hiçbir dalavere onların Allâh ile bağlantısını sarsmaz. Beklentilerinde ümitsiz değillerdir. Yüce Allah’ın hikmetsiz hükmetmeyeceğini bilirler. Kendilerini duymadığı veya unuttuğu gibi bir gaflete asla düşmezler. Onlar her türlü sıkıntılardan, problemlerden, korkulardan, ihtiyaçlardan El-Mü’min olan Allah’a sığınmışlardır. Yani Yüce Allâh’a her halükârda güvenmişlerdir. O’nun emniyetinden asla şüphe etmezler. Onlar her zaman, her yerde, tüm şartlarda Allâh taraftarlarıdır. Çünkü onlar Allâh’tan başka hiç kimsenin eminliğinden emin olmazlar.
Haşr sûresi /23 “O,öyle Allâh’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allâh ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”
Yüce Allâh’ı, her sıfatının yanında Mü’min oluşunu düşünün. El-Alîm ve El, Mü’min, El-Vedûd ve El Mü’min, Er-Rezzâk ve El-Mü’min, El-Kabîd ve El Mü’min, Es-Semî ve El-Mü’min, El-Habîr ve El-Mü’min…
Düşünceleriniz olabildiğine uzandı değil mi? Neredeyse düşündükleriniz kafanıza sığmayacak. Allâh böyle yüce iken, neden bu gevşeklik. Kur’an-ı Kerîm’de aynen bugün olduğu gibi bedevice düşünerek inandığını sananlar şöyle der;
Hucurât sûresi /14-15 “Bedeviler; “iman ettik” derler. De ki; “Siz iman etmediniz. Ancak “teslim olduk” deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girmemiştir. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz O, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz Allâh bağışlayandır, rahmet edendir. Mü’min’ler ancak o kimselerdir ki, Allâh’a ve elçisine iman etmiş sonra şüphe etmemiş ve mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihad etmişlerdir. İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar onlardır.”
Yüce Allah’a El-Mü’min olarak iman edenler; kendileri de mü’min olurlar. Bu sadakat ve güvenlerini, canları ve malları pahasına olsa bile korurlar. Aksi takdirde can ve mallar verilmeyecek bir inanç ne kadar samimi olur. Demek ki bunların kalplerinde şüphe var. Ve bunlar Yüce Allâh’ın Mü’minliğinden emin değiller.
Günümüzde de öyle değil mi?
Allah’ın sözlerini dinlemeyenler, Rasul’un izinden gitmeyenler kendilerini Müslüman olarak atfediyorlar.
Düşünün bir kere! Allah’a boyun eğmeyen birisi kendisini nasıl Müslüman olarak atfeder? Müslüman demek “teslim olan” demek. Allah’a teslim olmayan, nasıl teslim olmuş gibi kendini gösterebilir?
Demek ki akide sözde kalmış. Oysaki Yüce Allah (cc) âyeti kerimesiyle buyurduğu gibi önce iman sonra şüphe etmeksizin malları ve canları ile Allah ve Rasul’une itaat ile mü’min olunacağını anlatıyor. O halde sözde değil özde, Yüce Allah’ın El-Mü’min olduğuna iman ederek mü’min olmalıyız. Ve bunu hayatımızla ispat etmeliyiz.
Parolamız; Yüce Allah’ı her sıfatının yanında El-Mü’min olduğuna iman ettik. Ve biz de mü’min olacağımıza söz veriyoruz.
Lâ Mü’mine illâ El-Mü’min.
El-mü’min ise, Yüce Allah’ın bu sıfatları taşıdığını anlatır. İman eden insan da Yüce Allah’ın El-mü’min olduğuna iman eder. Yüce Allah’ın insanoğluna gönderdiği mesaj, Kur’an’ın ilk suresi dua mahiyetindeki Fatiha suresinden sonra gelen, Bakara suresinin ilk âyetleri çok dikkat çekicidir.
Bakara sûresi /1-2 “Elif-lam-mim. İşte o kitap, kendisine hiçbir şüphe yoktur. Muttakîler için yol göstericidir.”
İmanı parçalayan en önemli balta, şüphedir.
Yüce Allah Hz. Muhammed(s.a.a)’e inen ilk âyetlerle kendini tanıtmaya başlıyordu. İlk önce Alâk suresinde belirttiği gibi, Yaratan ve Rabb ile daha sonraki âyetlerde de diğer sıfatlarını tanıtıyordu. İşte Müslüman için El-mü’min demek, tüm kuşkulardan her ne olursa olsun tüm bunlardan kurtularak, Yüce Allah’a her açıdan güvenmek, demektir.
Yani Yüce Allah’ın hiçbir sıfatında ne kapsam olarak, ne mahiyet olarak, ne sınır olarak tüm kuşkulardan kurtulmasıdır.
Örneğin; yüce Allah çok merhametlidir (Rahmân ve Rahîm) ama O’nun çok merhametli olması adaletini sarsmaz. Ya da Yüce Allah Vedut’tur, sever ve sevilir. Fakat sevgisi O’nun Melik’liğini zayıflatmaz. Ya da hüküm verendir. Kararları ilimsiz, hikmetsiz, sevgisiz, adaletten yoksun, gelişigüzel değildir. Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan şunu iyi benimsememizdir. Yani yüce Allâh her sıfatı ezelidir, evvelidir, kuşatıcıdır, sınırsızdır.
O halde inanan bir insan yüce Allah’tan emin olduğu için O’na yakınlaşmaktan, O’na tutunmaktan asla pişman olmaz. Çünkü o insan her sıfatıyla emin olan bir zâta güvenmiştir. Emin olduğu o İlâh’ının himayesine girer. O’na sığınır.
Acaba çevremize bir baktığımızda, yüce Allah’tan başka kimin himayesinden bu kadar emin olabiliriz? Hiç kimsenin.
Lâ Mü’minun illâ El-Mü’min.
Eğer yüce Allah’ın himayesine girmeyenler varsa, şüphesiz ki var, onlar inanmayanlardır. Elbette onlar güvenlik içinde olamazlar. Çünkü onlar yüce Allah’a güvenmediler. Akîbetleri de elbette farklı olacaktır.
Ama inananlar Yüce Allah’a inandıkları için iki dünyada da güvenlik içinde olurlar. Bu dünya hayatında Müslümanların başına değişik, zor durumlar gelebilir. Bu Yüce Allah’ın onları korumadığından değil, o olaylara farklı hikmetler dilediğinden, onları imtihanlara sokabilir. Bunu asla karıştırmamak gerekir. Hiçbir şey Allah’ın mülkü dışında değildir. Hiçbir olay da Yüce Allah’ın izni dışında gerçekleşmez. Burada önemli olan inananların Yüce Allah’ı anlamasıdır. O’na güvenmesidir, O’na sığınmasıdır. Bunu yapabildiği sürece inanan Allah’ın taraftarıdır.
Allah’u Teâlâ’da inananların taraftarıdır.
Bu yüzden Allah müminleri destekler, tasdik eder, doğrular, emniyete alır. İslâm’ın ilkeleri hep bu yönde değil midir?
Kur’an-ı Kerîm ile bildirdiği ilkeleri hep inananların lehinedir. Onlara can, mal, akıl, nesil, din emniyetini kazandırır. Peygamberler de inananların taraftarıdır. Bu yüzden Yüce Allah’ın Mü’min sıfatı, peygamberlere de verilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’e de verilmiştir. İnananlara da verilmiştir. Yüce Allah nasıl güvenilir, emin ise, peygamberler de, inananlar da emindir.
İnananlar da mü’min olmalı. Mü’minler de güvenilir, şüphe taşımayan, kararlı, ilkeli, hedefini bilen, emaneti koruyan, güven veren, elinden, dilinden, belinden emin olunandır.
İnanan Allah’a her yönüyle iman etmiş ise, kendisi de her yönüyle yeryüzünde emin olmalıdır.
Allah’a güvenmeyen, küfüre iltifat eden ve inandığını söyleyen bir insan elbette emin olamaz.
Kalbi kısımlara ayrılarak parsellenmiş bir insan, elbette emin olamaz.
Böyle bir toplumda can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri parçalanmıştır. Böyle bir toplumda siz doktorların, psikologların, polislerin, denetimcilerin, müfettişlerin sayılarını artırın, kanunları zorlaştırın, cezaları ağırlaştırın. Her insanın başına bir polis, bir doktor vs. bırakın. Yinede o insandan emin olamazsınız. Yüreğinde Rabb’inin otoritesi olmadıkça… Ama o insan Allah’a bağlanırsa, O’na güvenirse artık o insanın kendisi doktordur, polistir, hâkimdir, öğretmendir, iyiliği emredicidir, hizmetkârdır. Artık o insanı yönlendiren, kalbindeki Allah’a olan eminliğidir.
İşte mü’min demek insanın imanının eminlik boyutudur.
Bazı insanlar da, Allah’a inanırlar. Bu tür inananlar işleri yolunda gittiği sürece böyledirler. İhtiyaçları karşılandığı sürece Allâh’a tutunurlar. Oysa mü’min olan insan, Allah’ın kendi zâtı için, O’nu Rabb’i olarak kabul ettiği için, O’ndan emin olduğu için inanır, tutunur O’na. Zor günlerinde onlar şüpheye düşmezler. Kendisine nimetler ulaşmadığı zamanlarda da şükrederler. Hiçbir dalavere onların Allâh ile bağlantısını sarsmaz. Beklentilerinde ümitsiz değillerdir. Yüce Allah’ın hikmetsiz hükmetmeyeceğini bilirler. Kendilerini duymadığı veya unuttuğu gibi bir gaflete asla düşmezler. Onlar her türlü sıkıntılardan, problemlerden, korkulardan, ihtiyaçlardan El-Mü’min olan Allah’a sığınmışlardır. Yani Yüce Allâh’a her halükârda güvenmişlerdir. O’nun emniyetinden asla şüphe etmezler. Onlar her zaman, her yerde, tüm şartlarda Allâh taraftarlarıdır. Çünkü onlar Allâh’tan başka hiç kimsenin eminliğinden emin olmazlar.
Haşr sûresi /23 “O,öyle Allâh’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allâh ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”
Yüce Allâh’ı, her sıfatının yanında Mü’min oluşunu düşünün. El-Alîm ve El, Mü’min, El-Vedûd ve El Mü’min, Er-Rezzâk ve El-Mü’min, El-Kabîd ve El Mü’min, Es-Semî ve El-Mü’min, El-Habîr ve El-Mü’min…
Düşünceleriniz olabildiğine uzandı değil mi? Neredeyse düşündükleriniz kafanıza sığmayacak. Allâh böyle yüce iken, neden bu gevşeklik. Kur’an-ı Kerîm’de aynen bugün olduğu gibi bedevice düşünerek inandığını sananlar şöyle der;
Hucurât sûresi /14-15 “Bedeviler; “iman ettik” derler. De ki; “Siz iman etmediniz. Ancak “teslim olduk” deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girmemiştir. Eğer Allâh’a ve elçisine itaat ederseniz O, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz Allâh bağışlayandır, rahmet edendir. Mü’min’ler ancak o kimselerdir ki, Allâh’a ve elçisine iman etmiş sonra şüphe etmemiş ve mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihad etmişlerdir. İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar onlardır.”
Yüce Allah’a El-Mü’min olarak iman edenler; kendileri de mü’min olurlar. Bu sadakat ve güvenlerini, canları ve malları pahasına olsa bile korurlar. Aksi takdirde can ve mallar verilmeyecek bir inanç ne kadar samimi olur. Demek ki bunların kalplerinde şüphe var. Ve bunlar Yüce Allâh’ın Mü’minliğinden emin değiller.
Günümüzde de öyle değil mi?
Allah’ın sözlerini dinlemeyenler, Rasul’un izinden gitmeyenler kendilerini Müslüman olarak atfediyorlar.
Düşünün bir kere! Allah’a boyun eğmeyen birisi kendisini nasıl Müslüman olarak atfeder? Müslüman demek “teslim olan” demek. Allah’a teslim olmayan, nasıl teslim olmuş gibi kendini gösterebilir?
Demek ki akide sözde kalmış. Oysaki Yüce Allah (cc) âyeti kerimesiyle buyurduğu gibi önce iman sonra şüphe etmeksizin malları ve canları ile Allah ve Rasul’une itaat ile mü’min olunacağını anlatıyor. O halde sözde değil özde, Yüce Allah’ın El-Mü’min olduğuna iman ederek mü’min olmalıyız. Ve bunu hayatımızla ispat etmeliyiz.
Parolamız; Yüce Allah’ı her sıfatının yanında El-Mü’min olduğuna iman ettik. Ve biz de mü’min olacağımıza söz veriyoruz.
Lâ Mü’mine illâ El-Mü’min.

ES-SELÂM
Lâ Selame İllâ Es-Selâm
Selam kelimesi; tehlikelerden kurtulmak, himaye etmek, teslim olmak, barış, esenlik, güvenlik, emniyet anlamlarına gelir.
Yüce Allah’ı anlamak, O’nu hedef edinmek, O’nun gösterdiği şekilde yaşamak insanı selamete, barışa, güvenliğe götürür. Çünkü o hedefte eksiklik söz konusu değildir. Karanlık noktalar, doldurulmamış boşluklar yoktur. Tükenmek, yanılmak, eskimek, yaşlanmak, unutmak, yokluk, yorulmak, yetersizlik, geçicilik, fânilik gibi noksanlık sıfatları O’nun için geçerli değildir. Bu nedenle O, zâtında bir ve benzersiz olduğuna göre, O’nun gösterdiği yolda öyledir.
O halde yarattığını tanıyan, anlayan, ihtiyaçlarını bilen, nelerin onları mutlu edeceğini, nelerin onları mutsuz edeceğini bilen alîm, hakîm, malîk olan Allah’a teslim olmak gerekir. Çünkü O, insanoğluna esenlik ve güvenliğin teminatını veriyor. Himayesine alarak koruyor. Çünkü O, aynı zamanda her şeye Kadîr, Kahhar ve Azîz’dir.
Yarattığını tehlikelere karşı korur, hastalandıkları zaman şifa verir, ihtiyaçlarını giderir. Karanlıkların ve zulümlerin O’na dokunmayacağını, bilakis O, izin vermezse hiçbir şeyin olamayacağına hükmeden tek, yegâne zattır.
Bakara sûresi /257 “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (o da) onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”
Allah’u Teâlâ (cc) kendisine güvenen ve sığınan insanları esenliğe götürür. Çünkü inanan kişi Rabb’iyle barışıktır. O’nun kendisini nura götüreceğine emindir. Bu nedenle O’nun himayesine girer. O’nun gösterdiği hidayet yolunu tutar ve O’nun dilediği gibi yaşar.
En’âm sûresi /127 “Rabb’leri katında esenlik yeri onlarındır. Yaptıkları (güzel)işlerden dolayı O, onların dostudur.”
Fakat kendisine güvenmeyen ve sığınmayan kişiler başka idealler edinir. O ideallerde de noksanlık koktuğu için, o idealin adayları tatmin olmaz, huzur ve sekinete kavuşamaz. Belki amacına ulaşmak bir süre onu oyalar. Fakat bir süre sonra yine doyumsuzluğu başlar. Kendisine karşı kavgalı olduğu gibi, çevresiyle de barışık değildir.
İnsan Rabbi ile barışık olmayınca, kendi kendine merhametsiz, tutarsız davranır. Kendisini güvende hissetmez. Sanki bir boşlukta dolaşıyor gibidir. Çünkü o Allah’a güvenmeyerek, tüm sahte, geçici, yetersiz hedeflerin kucağına düşer. Binlerce edindiği esaret prangalarından kurtulup özgür olamaz. Ne para, ne mevki, ne kültür, ne nefis, ne ideolojiler, ne amir, ne çocuk, ne eş vs. onlar onu kendi hegemonyalarından bırakmaz. Her şey onun fıtratını gölgeler.
İşte Allah’tan başka şeyleri amaçlayanlar, esareti kabullenmiş olurlar. Heva ve hevesleri onları kuşatır. İç dünyasından ve dış dünyasından gelen telkinlere karşı kendini kontrol edemez. Kime göre, nasıl yapacağını şaşırır. Bu yüzden çevreden kendisini koruyacak, yönlendirecek, ihtiyacını giderecek, çaresiz ve sınırlı himayecilere sığınır. Onlar da onları ne kadar güven altına alabilir? Onları ne kadar koruyabilir, ne kadar huzur, teminat verebilirler? Hangi sıfatla, hangi güçle, hangi ilimle, nasıl bir yol ile?..
Her sorunu, meçhul bir cevap ile karşılamak zorunda kalır. Bu yüzden insan sığınacağı, tabî olacağı, sonuna kadar güveneceği ve her şeyden önemlisi sonsuza kadar mutluluğu yakalayacağını vaat edeni çok iyi tanımalıdır. Bu soruyu kendi kendine binlerce kez sormalıdır. Kim beni nura çıkarabilir? Kime teslim olmak, beni pişman etmez. Kim? Kim?
Bakara sûresi /257 “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”
Bu yüzden barışık olmalıyım Rabb’im ile. Aydınlığa çıkmak için. Barışık olmalıyım ki elimden tutsun. Gözlerime, kulaklarıma, beynime, kalbime, elime hükmetsin, nur versin. Ve ben en doğru olanı yapayım.
Âl-i imrân sûresi /85 “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki, (o yaşam tarzı) ondan kabul edilmeyecek. Ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.”
Es-Selâm olan Yüce Rabb’ine tutunursan, asla, asla kaybetmezsin. Allah sana öyle bir ip uzatmış ki –bu da Kur’an’dır- o ipin öbür ucunda Allah var, bu ucunda sen varsın.
Âl,i imrân sûresi /103 “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın………..”
O halde bu ipe tutunarak, hayat yolundaki yürüyüşünü tamamla. O ip, Rabb’inin gösterdiği Kur’an’dır. Selâmete giden yolda kılavuzun, rotandır. O ilâhımız ise Es-Selâm’dır. Çünkü O, ilmi ile planlar, hükmüyle uygular, rızkıyla donatır, kudretiyle enerji verir, sevgisiyle teşvik eder, rahmetiyle kolaylaştırır, mülkünde araçlar verir, ezeli ve ebedi ile her şeyi kontrol altına alır, yaratmasıyla ödüllendirir. Her şey ve herkes O’nun emriyledir. O halde Es-Selâm olan O olmayacak ta kim olacak?
Kim kalbinin arayışına cevap verecek. Kim gözlerine nur verecek? Kim seni rahatlatacak söyler misin? Her yönüyle O Es-Selâm’dır. Hükmünde, mülkünde, azizliğinde, rahmetinde, kudretinde, adaletinde, O Selâm’dır. O halde O’na güven, sığın. Selâmet O’nda, güvenlik O’nda, teminat O’nda, sekinet O’nda, isteklerin O’nda, haydi durma koş O’na…
Onun için dinimizin adı “İslâm” olmuş. Bu koşunun adı “İslâm koşusu”, koşuculara da “Müslüman” denmiş. Yani selamet yoluna İslâm, selâmeti veren Es-Selâm, selâmete koşanlar ise Müslümanlardır. Adını Allah’tan (Es-Selâm) alır. Çünkü İslâm inananları selâmete götürür. Yani Allah’a, Es-Selâm’a…
İşte bu yüzden inananlar arasında “Es selâmü aleyküm” diye bir temenni duası mahiyetinde selamlaşma vardır. Yani, hedefin Allah (Es-Selâm) olsun, yolun selamet olsun.”
“Selam olsun sana, gel selamet bağışlayan Allah’a” çağrısını yapar.
En’âm sûresi /54 “Âyetlerimize inananlar, sana geldikleri zaman “size selam olsun” de. Rabb’iniz rahmeti kendi üzerine yazdı. (Merhametiyle yarattıklarını esirgemeyi üzerine aldı). Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da, sonra ardından tövbe eder, uslanırsa muhakkak ki o bağışlayan, esirgeyendir.”
Selamlaşma bir telkindir. Selam ile her tebliğ insanlara Allah’ın neye çağırdığını hatırlatır. Ki O selamet verendir. Dinimizin her kuralı sana selamet kapılarını açar. Emniyeti, güvenliği, sevgiyi, istikrarı kendisiyle getirir.
Eksik bilgi, yetersiz hüküm, az rızık, sevgisiz ilgi, güvensiz diyalog, bozuk ihtiyaç… Bunlar beşerler için söz konusudur. Ancak Allah Vasî’dir, Azim’dir, Süphan’dır, Kuddüs’tür, Şafi’dir, Aziz’dir.
Haşr sûresi /22-24 “O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Görülmeyeni de, görüneni de bilendir. O Rahmân’dır, Rahîm’dir. O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Mülkün sahibidir, Aziz’dir. Esenlik verendir, güven verendir, gözetip koruyandır, yücedir, her şeye buyruğunu geçirendir, pek uludur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir. O yaratan, yoktan var eden, şekillendiren Allah’tır. En güzel adlar O’nun dur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nu tespih etmektedir. O yücedir, hikmet sahibidir.”
Beşeri ideolojiler, düşünce ve akımlar, yönetimler, liderler… İster legal olsun, ister illegal, ister bireysel olsun, ister sosyal, sana birçok vaatler verebilirler. Özgürlük, çağdaşlık, sosyal düzen, ekonomik refah, insan hakları, adalet, hukuk devleti… Bunlar hepsi bir temenniden, bir özlemden, bir umuttan öteye geçmez, geçemez de.
Yıllarca aynı ideolojiyi savundunuz. O davanın savunucusu oldunuz. Maddi, manevi bedeller ödediniz. Hep verdiniz. O yolda ısrarlı ve kararlı oldunuz. Şimdi soruyorum? Size ne kazandırdı?
Oysa Allah’ın gösterdiği yol böyle değildir. Allah’ın selâmete götüren sıfatına, Es-selam olduğuna inanan, hamd eden, O’nu vekil tutan, güvenen ilk anlarında bile hayırlı değişimler geçirir. Hiç bunu yaşadınız mı? Bilemiyorum. İslama dönüş yapanların ilk olarak yaşadıkları bir tablodur. İlk iman ettiğiniz anlarda bile, o iman yüreğinizi ısıtır, sizi heyecanlandır, yüreğinizdeki o boşluk dolar, sizi kendinizle barıştırır. O imanın verdiği huzuru size ne verseler değiştirmek istemezsiniz. Ve o huzuru, tatminliği hiç kimse yapamaz. Ancak yalnız Allah yapar.
Bakın, daha ilk andaki güveninize bile yüce Allah, iman ile yüreğinize su serpiyor. İman eden kişi artık şöyle düşünür. İnanıyorsam, haksız davranamam. Bencil olamam. Gereksizliklerden yüz çevirir, öğrenme hırsı artar, nefsini kontrol altına alır, bireysel ve toplumsal hak ve sorumluluklarını düşünür, zulmetmez, zulme boyun eğmez. Adalet, merhamet ve cömertlik onun ana ilkeleri olur…
Tüm bunlara, onu iman yönlendirir. Daha açıkçası inandığı, sığındığı, güvendiği Allah teşvik eder. Şimdi yine size soruyorum. Hangi ideoloji, hangi düşünce türü, hangi inanış sizi öğrenmeye, bireysel ve toplumsal sorumluluk almaya, kemâle ermeye, kul haklarını kavramaya, kendi nefsin için istediklerini başkaları içinde istemeye, merhamet, sevgi ve güvenin yayılmasına neden olur?
Allah, daha ilk zamanlarınızda bile size bunları yaptırıyorsa bu imanın yarınlarını düşünün.
Şimdi aklımızı çalıştıralım, Allah kalbimize ve dış dünyamıza hükmediyorsa, demek ki kalbimize ve hayatımıza dilerse hedef verendir. Bakınız, Allah iç dünyanızda ırmaklar akıtıyorsa (bu kan damarlarıdır, bu damarlarda dolaşan neler neler vardır), dış dünyamızda da dağlar arasından fışkıran ırmaklara da melikse, sana vereceği altlarından ırmaklar akan cennetlerde kesin vaadlerdir.
O halde Allah’tan yüz çevirip boş hedef, boş vaadler veren tağuti, şeytani, nefsanî yollara neden yönelesin ki? Ne dünyada, ne âhirette seni aydınlığa çıkarmıyorsa neden onlara sarılasın ki?!
İbrahîm sûresi /23 “İman edip salih ameller işleyenlerse Rabb’lerinin izni ile sonsuza kadar kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Onların orada aralarındaki dilekleri “selâm”dır.”
Aday halife kardeşim! Kime iman ettiğini, kime göre yaşadığını bil. Ümitlerin boşa çıkmasın. Tükendiğin ziyan olmasın. Allah öyle bir ilâhtır ki, sana hem bu dünyada, hem de âhirette güvene kavuşturur, korur, sevgi, merhamet ve güven ile himaye eder. O’nun ilkeleri hem bu dünyada, hem de âhirette selamete götürür.
Yüce Allah’ın her ilkesi bu temellidir. İstersen, merak ediyorsan âyetleri incele. Âyetlerin sana yaptırmak istediği nedir? Arapça âyetleri anlamıyorsan, en azından bir meâl olarak oku. Yeter ki O Es-selâm olan Allah’ı anla!
Dünya hayatı olumlu ve olumsuzlukların iç içe olduğu bir yerdir. Allah’u Teâla’nın insanlara verdiği misyon ve sorumluluk ile olumsuzlukları terk edip, olumlular peşinde dolaş. Zaten peygamberler ve vahiy, bu ikisini (olumlu-olumsuzluğu)birbirinden ayırmak ve insanlara öğretmek için gelmiştir. Kim bu dünyada adı “İslâm” olan bu olumlu çizgi (sıratı müstakim)yi tercih ederse, o insan kendi sonucunu belirlemiştir. Ve âhirette de olumsuzluklardan tamamen arınmış, esenlik yurduna yani cennete gider.
Yok, eğer o insan dünyada olumsuzluklar içerisine kendini gark etmişse, o halde sonu da tamamen olumsuzluk yurdu (cehennem)na gider.
Bu yüzden Yüce Allah’ın esenlik davetine icabet edelim. Ve şuna kesinkes inanalım ki Yüce Allah bizim dostumuzdur. Bizleri aydınlığa ve esenliğe çağırıyor.
Âl-i imran sûresi /198 “Ancak Rabb’lerine karşı gelmekten sakınanlara, Allah tarafından bir ağırlama, bir ihsan olarak, içerisinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. İyiler için ,Allah katında olanlar daha hayırlıdır.”
Parolamız; Yüce Allah’ımızın her sıfatının yanında Es-Selâm olduğuna iman ettik.
Lâ Selame İllâ Es-Selâm
Selam kelimesi; tehlikelerden kurtulmak, himaye etmek, teslim olmak, barış, esenlik, güvenlik, emniyet anlamlarına gelir.
Yüce Allah’ı anlamak, O’nu hedef edinmek, O’nun gösterdiği şekilde yaşamak insanı selamete, barışa, güvenliğe götürür. Çünkü o hedefte eksiklik söz konusu değildir. Karanlık noktalar, doldurulmamış boşluklar yoktur. Tükenmek, yanılmak, eskimek, yaşlanmak, unutmak, yokluk, yorulmak, yetersizlik, geçicilik, fânilik gibi noksanlık sıfatları O’nun için geçerli değildir. Bu nedenle O, zâtında bir ve benzersiz olduğuna göre, O’nun gösterdiği yolda öyledir.
O halde yarattığını tanıyan, anlayan, ihtiyaçlarını bilen, nelerin onları mutlu edeceğini, nelerin onları mutsuz edeceğini bilen alîm, hakîm, malîk olan Allah’a teslim olmak gerekir. Çünkü O, insanoğluna esenlik ve güvenliğin teminatını veriyor. Himayesine alarak koruyor. Çünkü O, aynı zamanda her şeye Kadîr, Kahhar ve Azîz’dir.
Yarattığını tehlikelere karşı korur, hastalandıkları zaman şifa verir, ihtiyaçlarını giderir. Karanlıkların ve zulümlerin O’na dokunmayacağını, bilakis O, izin vermezse hiçbir şeyin olamayacağına hükmeden tek, yegâne zattır.
Bakara sûresi /257 “Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (o da) onları aydınlıklardan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”
Allah’u Teâlâ (cc) kendisine güvenen ve sığınan insanları esenliğe götürür. Çünkü inanan kişi Rabb’iyle barışıktır. O’nun kendisini nura götüreceğine emindir. Bu nedenle O’nun himayesine girer. O’nun gösterdiği hidayet yolunu tutar ve O’nun dilediği gibi yaşar.
En’âm sûresi /127 “Rabb’leri katında esenlik yeri onlarındır. Yaptıkları (güzel)işlerden dolayı O, onların dostudur.”
Fakat kendisine güvenmeyen ve sığınmayan kişiler başka idealler edinir. O ideallerde de noksanlık koktuğu için, o idealin adayları tatmin olmaz, huzur ve sekinete kavuşamaz. Belki amacına ulaşmak bir süre onu oyalar. Fakat bir süre sonra yine doyumsuzluğu başlar. Kendisine karşı kavgalı olduğu gibi, çevresiyle de barışık değildir.
İnsan Rabbi ile barışık olmayınca, kendi kendine merhametsiz, tutarsız davranır. Kendisini güvende hissetmez. Sanki bir boşlukta dolaşıyor gibidir. Çünkü o Allah’a güvenmeyerek, tüm sahte, geçici, yetersiz hedeflerin kucağına düşer. Binlerce edindiği esaret prangalarından kurtulup özgür olamaz. Ne para, ne mevki, ne kültür, ne nefis, ne ideolojiler, ne amir, ne çocuk, ne eş vs. onlar onu kendi hegemonyalarından bırakmaz. Her şey onun fıtratını gölgeler.
İşte Allah’tan başka şeyleri amaçlayanlar, esareti kabullenmiş olurlar. Heva ve hevesleri onları kuşatır. İç dünyasından ve dış dünyasından gelen telkinlere karşı kendini kontrol edemez. Kime göre, nasıl yapacağını şaşırır. Bu yüzden çevreden kendisini koruyacak, yönlendirecek, ihtiyacını giderecek, çaresiz ve sınırlı himayecilere sığınır. Onlar da onları ne kadar güven altına alabilir? Onları ne kadar koruyabilir, ne kadar huzur, teminat verebilirler? Hangi sıfatla, hangi güçle, hangi ilimle, nasıl bir yol ile?..
Her sorunu, meçhul bir cevap ile karşılamak zorunda kalır. Bu yüzden insan sığınacağı, tabî olacağı, sonuna kadar güveneceği ve her şeyden önemlisi sonsuza kadar mutluluğu yakalayacağını vaat edeni çok iyi tanımalıdır. Bu soruyu kendi kendine binlerce kez sormalıdır. Kim beni nura çıkarabilir? Kime teslim olmak, beni pişman etmez. Kim? Kim?
Bakara sûresi /257 “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.”
Bu yüzden barışık olmalıyım Rabb’im ile. Aydınlığa çıkmak için. Barışık olmalıyım ki elimden tutsun. Gözlerime, kulaklarıma, beynime, kalbime, elime hükmetsin, nur versin. Ve ben en doğru olanı yapayım.
Âl-i imrân sûresi /85 “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki, (o yaşam tarzı) ondan kabul edilmeyecek. Ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.”
Es-Selâm olan Yüce Rabb’ine tutunursan, asla, asla kaybetmezsin. Allah sana öyle bir ip uzatmış ki –bu da Kur’an’dır- o ipin öbür ucunda Allah var, bu ucunda sen varsın.
Âl,i imrân sûresi /103 “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın………..”
O halde bu ipe tutunarak, hayat yolundaki yürüyüşünü tamamla. O ip, Rabb’inin gösterdiği Kur’an’dır. Selâmete giden yolda kılavuzun, rotandır. O ilâhımız ise Es-Selâm’dır. Çünkü O, ilmi ile planlar, hükmüyle uygular, rızkıyla donatır, kudretiyle enerji verir, sevgisiyle teşvik eder, rahmetiyle kolaylaştırır, mülkünde araçlar verir, ezeli ve ebedi ile her şeyi kontrol altına alır, yaratmasıyla ödüllendirir. Her şey ve herkes O’nun emriyledir. O halde Es-Selâm olan O olmayacak ta kim olacak?
Kim kalbinin arayışına cevap verecek. Kim gözlerine nur verecek? Kim seni rahatlatacak söyler misin? Her yönüyle O Es-Selâm’dır. Hükmünde, mülkünde, azizliğinde, rahmetinde, kudretinde, adaletinde, O Selâm’dır. O halde O’na güven, sığın. Selâmet O’nda, güvenlik O’nda, teminat O’nda, sekinet O’nda, isteklerin O’nda, haydi durma koş O’na…
Onun için dinimizin adı “İslâm” olmuş. Bu koşunun adı “İslâm koşusu”, koşuculara da “Müslüman” denmiş. Yani selamet yoluna İslâm, selâmeti veren Es-Selâm, selâmete koşanlar ise Müslümanlardır. Adını Allah’tan (Es-Selâm) alır. Çünkü İslâm inananları selâmete götürür. Yani Allah’a, Es-Selâm’a…
İşte bu yüzden inananlar arasında “Es selâmü aleyküm” diye bir temenni duası mahiyetinde selamlaşma vardır. Yani, hedefin Allah (Es-Selâm) olsun, yolun selamet olsun.”
“Selam olsun sana, gel selamet bağışlayan Allah’a” çağrısını yapar.
En’âm sûresi /54 “Âyetlerimize inananlar, sana geldikleri zaman “size selam olsun” de. Rabb’iniz rahmeti kendi üzerine yazdı. (Merhametiyle yarattıklarını esirgemeyi üzerine aldı). Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da, sonra ardından tövbe eder, uslanırsa muhakkak ki o bağışlayan, esirgeyendir.”
Selamlaşma bir telkindir. Selam ile her tebliğ insanlara Allah’ın neye çağırdığını hatırlatır. Ki O selamet verendir. Dinimizin her kuralı sana selamet kapılarını açar. Emniyeti, güvenliği, sevgiyi, istikrarı kendisiyle getirir.
Eksik bilgi, yetersiz hüküm, az rızık, sevgisiz ilgi, güvensiz diyalog, bozuk ihtiyaç… Bunlar beşerler için söz konusudur. Ancak Allah Vasî’dir, Azim’dir, Süphan’dır, Kuddüs’tür, Şafi’dir, Aziz’dir.
Haşr sûresi /22-24 “O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Görülmeyeni de, görüneni de bilendir. O Rahmân’dır, Rahîm’dir. O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Mülkün sahibidir, Aziz’dir. Esenlik verendir, güven verendir, gözetip koruyandır, yücedir, her şeye buyruğunu geçirendir, pek uludur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir. O yaratan, yoktan var eden, şekillendiren Allah’tır. En güzel adlar O’nun dur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nu tespih etmektedir. O yücedir, hikmet sahibidir.”
Beşeri ideolojiler, düşünce ve akımlar, yönetimler, liderler… İster legal olsun, ister illegal, ister bireysel olsun, ister sosyal, sana birçok vaatler verebilirler. Özgürlük, çağdaşlık, sosyal düzen, ekonomik refah, insan hakları, adalet, hukuk devleti… Bunlar hepsi bir temenniden, bir özlemden, bir umuttan öteye geçmez, geçemez de.
Yıllarca aynı ideolojiyi savundunuz. O davanın savunucusu oldunuz. Maddi, manevi bedeller ödediniz. Hep verdiniz. O yolda ısrarlı ve kararlı oldunuz. Şimdi soruyorum? Size ne kazandırdı?
Oysa Allah’ın gösterdiği yol böyle değildir. Allah’ın selâmete götüren sıfatına, Es-selam olduğuna inanan, hamd eden, O’nu vekil tutan, güvenen ilk anlarında bile hayırlı değişimler geçirir. Hiç bunu yaşadınız mı? Bilemiyorum. İslama dönüş yapanların ilk olarak yaşadıkları bir tablodur. İlk iman ettiğiniz anlarda bile, o iman yüreğinizi ısıtır, sizi heyecanlandır, yüreğinizdeki o boşluk dolar, sizi kendinizle barıştırır. O imanın verdiği huzuru size ne verseler değiştirmek istemezsiniz. Ve o huzuru, tatminliği hiç kimse yapamaz. Ancak yalnız Allah yapar.
Bakın, daha ilk andaki güveninize bile yüce Allah, iman ile yüreğinize su serpiyor. İman eden kişi artık şöyle düşünür. İnanıyorsam, haksız davranamam. Bencil olamam. Gereksizliklerden yüz çevirir, öğrenme hırsı artar, nefsini kontrol altına alır, bireysel ve toplumsal hak ve sorumluluklarını düşünür, zulmetmez, zulme boyun eğmez. Adalet, merhamet ve cömertlik onun ana ilkeleri olur…
Tüm bunlara, onu iman yönlendirir. Daha açıkçası inandığı, sığındığı, güvendiği Allah teşvik eder. Şimdi yine size soruyorum. Hangi ideoloji, hangi düşünce türü, hangi inanış sizi öğrenmeye, bireysel ve toplumsal sorumluluk almaya, kemâle ermeye, kul haklarını kavramaya, kendi nefsin için istediklerini başkaları içinde istemeye, merhamet, sevgi ve güvenin yayılmasına neden olur?
Allah, daha ilk zamanlarınızda bile size bunları yaptırıyorsa bu imanın yarınlarını düşünün.
Şimdi aklımızı çalıştıralım, Allah kalbimize ve dış dünyamıza hükmediyorsa, demek ki kalbimize ve hayatımıza dilerse hedef verendir. Bakınız, Allah iç dünyanızda ırmaklar akıtıyorsa (bu kan damarlarıdır, bu damarlarda dolaşan neler neler vardır), dış dünyamızda da dağlar arasından fışkıran ırmaklara da melikse, sana vereceği altlarından ırmaklar akan cennetlerde kesin vaadlerdir.
O halde Allah’tan yüz çevirip boş hedef, boş vaadler veren tağuti, şeytani, nefsanî yollara neden yönelesin ki? Ne dünyada, ne âhirette seni aydınlığa çıkarmıyorsa neden onlara sarılasın ki?!
İbrahîm sûresi /23 “İman edip salih ameller işleyenlerse Rabb’lerinin izni ile sonsuza kadar kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Onların orada aralarındaki dilekleri “selâm”dır.”
Aday halife kardeşim! Kime iman ettiğini, kime göre yaşadığını bil. Ümitlerin boşa çıkmasın. Tükendiğin ziyan olmasın. Allah öyle bir ilâhtır ki, sana hem bu dünyada, hem de âhirette güvene kavuşturur, korur, sevgi, merhamet ve güven ile himaye eder. O’nun ilkeleri hem bu dünyada, hem de âhirette selamete götürür.
Yüce Allah’ın her ilkesi bu temellidir. İstersen, merak ediyorsan âyetleri incele. Âyetlerin sana yaptırmak istediği nedir? Arapça âyetleri anlamıyorsan, en azından bir meâl olarak oku. Yeter ki O Es-selâm olan Allah’ı anla!
Dünya hayatı olumlu ve olumsuzlukların iç içe olduğu bir yerdir. Allah’u Teâla’nın insanlara verdiği misyon ve sorumluluk ile olumsuzlukları terk edip, olumlular peşinde dolaş. Zaten peygamberler ve vahiy, bu ikisini (olumlu-olumsuzluğu)birbirinden ayırmak ve insanlara öğretmek için gelmiştir. Kim bu dünyada adı “İslâm” olan bu olumlu çizgi (sıratı müstakim)yi tercih ederse, o insan kendi sonucunu belirlemiştir. Ve âhirette de olumsuzluklardan tamamen arınmış, esenlik yurduna yani cennete gider.
Yok, eğer o insan dünyada olumsuzluklar içerisine kendini gark etmişse, o halde sonu da tamamen olumsuzluk yurdu (cehennem)na gider.
Bu yüzden Yüce Allah’ın esenlik davetine icabet edelim. Ve şuna kesinkes inanalım ki Yüce Allah bizim dostumuzdur. Bizleri aydınlığa ve esenliğe çağırıyor.
Âl-i imran sûresi /198 “Ancak Rabb’lerine karşı gelmekten sakınanlara, Allah tarafından bir ağırlama, bir ihsan olarak, içerisinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. İyiler için ,Allah katında olanlar daha hayırlıdır.”
Parolamız; Yüce Allah’ımızın her sıfatının yanında Es-Selâm olduğuna iman ettik.
Lâ Selame İllâ Es-Selâm
bottom of page